12 Eylül 2024 Perşembe

635


1923–1930 DÖNEMİ ORTA ÖĞRETİM TARİH DERSİ
DERS KİTAPLARI VE TARİHÇİLİK ANLAYIŞI

ÖNSÖZ
İnsan, hem canlı hem de kültür varlığı olarak tarihin ürünüdür. Tarih, yaşanan an ve
öncesinde ki her şeyi kapsar. Yaşanan an ve öncesi “anlamlı”dır ve bu anlamlılık “zaman”
ve “söylem” kapsamında farklılıklar içerir. Farklılıklara en fazla ders kitaplarında
rastlanılır. Tarih, öğrenciye aktarılırken siyasal öncülerin en önemli ideolojik
“söylem”lerini oluşturur. Bunun için, mekânsal ortam olarak “okul”lar, araçsal destek
olarak ise “ders kitapları” kullanılır. Vatan sevgisi ve “milli” görev bilinci bu aktarımın
gücü ile doğru orantılı olarak ilerlediği düşünülür. Tarih’in okullarda disiplin içi
amaçlarından uzak yalnızca siyasi bir söylem olarak öğrenciye aktarılmaya çalışılması bu
dersin çoğu kez öğrenci tarafından anlamsız bir uğraş olarak anlaşılmasına yol açtığı öne
sürülebilir.
Bu araştırma, 1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında dönemin siyasi anlayışının
tespit edilmesi ve tarih eğitim anlayışının ortaya koyulmasının, tarih eğitimi ve öğretimi
alanında dönemle ilgili önemli bir boşluğu dolduracağı düşüncesiyle hazırlanmıştır.
Emperyalist güçlere karşı Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal
Atatürk’ün, tarih öğretimi ile; ulusal benlik bilinci kazandırma, tarih dersini bir vatandaşlık
eğitim aracı olarak görme ve yeni kurulan “ulusal” devleti iç ve dış tehditlerine karşı
koruyup çağdaş ilerlemeyi sağlamaya çalıştığı düşünülebilir. Dönem içindeki yaşanan
zorluklar hatırlandığında bu durumun “anlamlı” olduğu görülür. Dönem için tarih eğitimi
“milli” bir duygusal aktarım aracı olarak kullanılması ve disiplin içi amaçlarının göz ardı
normalliği bugünkü tarih eğitiminde yerini; farklı bakış açılarının ürünün olmasına,
entelektüel bir birikimi yansıtmasına, bilimsel veriler ile desteklenmesine ve pedagojik
uzmanların katkılarıyla öğrenciye çekici hale getirilmesine bırakmalıdır. Tarih dersi
kitaplarında evrensel standartlarda kabul gören bir iç tutarlılık sağlanarak süreklilik ana
gaye olmalıdır

ABSTRACT
In this study, "mentality of historiography" and the history textbook being used in high
schools between 1923 and 1930 had been analyzed. This period of time is that Turkish
Republic founder M. K. Atatürk had encouraged to pay attention on Turkish history
researches and had declared the "Turkish historical thesis". The thoughts and vision of M. K.
Atatürk's on "Turkish historical thesis" had been the basis for mentality of historiography at
this period of time. Additionally, The Republic of Turkey's mentality of historiography, for
this period, had been affected by the Western historical idea namely: positivism, idealism and
realism. Moreover, physical documents, for aforementioned period of time, had been
evaluated and had been found acceptance more than literal and aeshetical evaluations.
"Screening technique" had been used to determine whether the criteria used on these
textbooks are suitable to the methodology of history science and "sample event method" was
used as a model for the examination of textbooks.
Another aim of this study is also analyzing and determining the changes being made on the
contents of high - schools history textbooks and syllabi of history programs for adapting and
making suitable to the current or "being established" mentality of historiography. Researches
were made by using hermeneutical method which was thought as suitable method for the aim
of research. The textbooks had been examined according to the socio-political and sociocultural
changes taken place and the effects of political opinions after the victory of the
Independence War and during the establishment of new Republic.
During the textbooks examinations the weight ratio of subjects and comparisons of the
contents had been made reciprocally. Visual materials (pictures, maps etc.) used, had been
compared with the contents. Their numbers related to subjects and their percentage related to
contents had been tabulated and evaluated accordingly.
At the first few years of the new Republic, some changes on the textbooks had been made, but
the habitudes and point of view inherited from the past had not been given up completely,
Also, due to the usage of textbooks rested from the late Ottoman Empire, not a desired
nationalist discourse had been realized completely until 1930's. Despite the deficiency of
desired success on the reorganization of history textbooks, changes made on mentality of
historiography and on the syllabi of history programs during aforementioned period of time,
could be accepted as "big steps" on the establishment of a "national history".
İÇİNDEKİLER
Önsöz ...................................................................................................................................... i
Özet........................................................................................................................................ ii
Abstract ................................................................................................................................ iii
İçindekiler ........................................................................................................................... iv
Tablolar Listesi ................................................................................................................... xi
1.GİRİŞ ..................................................................................................................................1
1.1. Problem Durumu .....................................................................................................1
1.2. Problem ...................................................................................................................4
1.2.1. Alt Problemler ......................................................................................................5
1.3.Amaç ........................................................................................................................5
1.4. Araştırmanın Önemi................................................................................................6
1.5. Araştırmanın Varsayımları......................................................................................6
1.6. Araştırmanın Sınırlılıkları .......................................................................................7
1.7. Tanımlar ..................................................................................................................7
II. İLGİLİ LİTERATÜR......................................................................................................9
2.1 TARİH İLMİNE BAKIŞ .......................................................................................9
-Tarihin Neliği .........................................................................................................9
-Tarihin İlgi Alanı ..................................................................................................17
-Tarihin Gerekliliği ................................................................................................17
-Tarih Bilim mi Sanat mı?......................................................................................20
2.2. TARİH YAZIMININ TARİHİ ..........................................................................25
-İslâm Dünyasında Tarih Yazımı ...........................................................................36
-Postmodern Tarih Yazımı .....................................................................................40
2.3. TARİH YAZICILIĞI .........................................................................................45
-Rivayetçi Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı ...................................................................45
-Öğretici Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı ....................................................................46
-Neden-Nasılcı Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı ...........................................................48
-Sosyal veya Toplumsal Tarih Yazıcı1ığı ve Anlayışı ............................................50
2.4. Tarihin Amaçları ................................................................................................53
2.5. TÜRK TARİH ANLAYIŞININ OLUŞUMU....................................................61
2.5.1. Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı .........................................................61
-Kuruluştan Tanzimata Osmanlı Tarih Anlayışı ....................................................61
-Tanzimat Dönemi Tarihçiliği ...............................................................................66
-Tanzimat Sonrası Tarihçiliği ................................................................................70
2.5.2.Türk Tarihçiliği ...........................................................................................76
-Etnik Kimlik İdeolojilerinden Esinlenen Türk Tarihçiliği ....................................76
-Pozitivizm ve Sosyolojiden Esinlenen Türk Ulusçuluğu .......................................80
-Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliği ve Türk Ocakları ...............................................85
2.6. TÜRK EĞİTİMİNİN TARİHÇESİ ..................................................................89
Atatürk ve Eğitim ...................................................................................................94
2.7. EĞİTİM - ÖĞRETİM ALANINDA MEYDANA GELEN
GELİŞMELER ...........................................................................................................98
-Maarif Kongresi ...................................................................................................98
-Birinci Heyet-i İlmiye ...........................................................................................99
-Tevhid-İ Tedrisat ................................................................................................100
-İkinci Heyet-i İlmiye Toplantısı ..........................................................................101
-Üçüncü Heyet-i İlmiye Toplantısı .......................................................................102
-Yazı İnkılâbı ........................................................................................................103
-Millet Mektepleri ................................................................................................105
2.8. 1923- 1930 DÖNEMİ TARİH DERSİ MÜFREDAT PROGRAMLARI .....107
2.8.1. Milli Talim Terbiye Dairesi ......................................................................107
2.8.2. Tarih Ders Kitapları ve Müfredat .............................................................108
2.8.2.1. 1924 Dönemi Tarih Dersi Lise Müfredat Programları ...........................115
-1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise Birinci Sınıf Ders İçeriği ............117
-1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise İkinci Sınıf Ders İçeriği ..............118
-1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise Üçüncü Sınıf Ders İçeriği ...........119
2.8.2.2. 1927 Tarih Dersi Lise Müfredat Programaları ........................................121
Ders Kitapları .......................................................................................................126
III. YÖNTEM ....................................................................................................................129
3. 1. Araştırmanın Modeli ....................................................................................129
3. 2. Araştırmanın Yöntemi .................................................................................130
3. 3. Araştırmada Kullanılan Teknikler ...............................................................137
3.4. Evren ve Örneklem .......................................................................................137
3.4.1. Evren ..........................................................................................................137
3.4.2. Örneklem....................................................................................................137
3. 5. Verilerin Toplanması ...................................................................................139
3. 6. Verilerin Analizi ..........................................................................................139
3.7. Araştırma Sürecinde Karşılaşılan Zorluklar .................................................140
IV. BULGULAR ...............................................................................................................141
4. 1. 1923–1930 LİSE I TARİH DERS KİTAPLARI ........................................141
-Umumi Tarih I (Ali Reşat Bey ) .................................................................144
-Umumi Tarih –I (Ahmet Refik) ..................................................................148
4.1.1. 1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitapları İçerik Analizi .................154
4.1.1.2 Genel Değerlendirme ...............................................................................154
4.1.1.3. Tarihten evvelki devirler .........................................................................155
4.1.1.4. Ders Kitaplarında Tarih İlmi ..................................................................156
4.1.1.5. Tarihin Diğer Bilimlerle İlişkisi..............................................................161
-Tarih – Coğrafya İlişkisi............................................................................161
-Tarih – Sosyoloji İlişkisi ............................................................................164
-Tarih - Arkeoloji ilişkisi ............................................................................168
-Tarih – Paleografya ilişkisi .......................................................................173
-Tarih – Hukuk ilişkisi ................................................................................177
4.1.1.6. Kitaplarda Sınıflandırma .........................................................................181
4.1.1.7. Kitaplarda Medeniyetlere Bakış .............................................................183
-Mısırlılar Tarihi .........................................................................................185
-Asurîler ve Keldaniler Tarihi ....................................................................191
-Fenikeliler Tarihi .......................................................................................198
-İbrani Devleti Tarihi ..................................................................................201
-Yunanlılar Tarihi .......................................................................................205
-Romalılar Tarihi ........................................................................................215
-Doğu Roma İmparatorluğu .......................................................................233
-Haçlı Savaşları ..........................................................................................235
4.1.1.8. Tarih Ders Kitaplarında Sosyal Tarih Unsurları .....................................241
-Din .............................................................................................................241
-Ekonomik ve Sosyal Uğraşılar ..................................................................245
-Oyunlar ......................................................................................................250
-Edebiyat ve Sanat ......................................................................................251
4.1.1.9. Eski Türkler ve Orta Asya .....................................................................257
-Sümerlerin Türklüğü ..................................................................................262
-Hititlerin Türk Olduğu Tezi .......................................................................265
-Türk Irkı .....................................................................................................271
-Aile .............................................................................................................281
-Din .............................................................................................................277
-Türk Dili ....................................................................................................280
-Türklerde Devlet Teşkilatı .........................................................................282
4.1.1.10.Lise –I Tarih Ders Kitabında Kullanılan Resim ve Haritalar ................284
4.2. 1923–1930 DÖNEMİ LİSE – II TARİH DERS KİTABI ................................294
-Umumi Tarih -II.........................................................................................288
4.2.1.1. Arap Tarihi ..............................................................................................291
4.2.1.2. İslam Tarihi .............................................................................................295
4.2.1.3. Emevi Devleti .........................................................................................300
4.2.1.4. Abbasiler .................................................................................................303
-Abbasi – Türk İlişkileri ve Müslümanlığın Türkler Arasında Yayılması ...309
4.2.1.5. İslam Medeniyetine Türklerin Etkisi ......................................................304
4.2.1.6. Türkler ve İslamiyet ...............................................................................306
4.2.1.7. Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti ............................................................309
4.2.1.8. Garp Orta Zamanı ...................................................................................312
4.2.1.9. Anadolu’da Türkler .................................................................................313
-Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı ............................................................314
-Sümerlerin, Hititlerin ve Komanları Türklüğü ..........................................316
-Anadoluda Türk Medeniyeti ......................................................................317
-Osmanlı Devleti -Timur İlişkileri ..............................................................318
-İstanbul’un Fethi .......................................................................................319
4.2.1.10.Lise II Tarih Ders Kitaplarındaki Haritalar ve Resimler .......................319
4.3.1923–1930 DÖNEMİ LİSE – III TARİH DERS KİTABI ..............................322
-Türkiye Tarihi ............................................................................................323
-Umumi Tarih - III ......................................................................................330
4.3.1. 19323 – 1930 Dönemi Lise – III Tarih Ders Kitapları İçerik Analizi ......351
4.3.1.1.Genel Değerlendirme ...............................................................................351
4.3.1.2. Osmanlı Devleti’nin Siyasi Tarihi ..........................................................354
-Osmanlı Devleti’nin İtila Devri .................................................................354
-Osmanlı İmparatorluğunda Tevakkuf Devri..............................................361
-Ricat Devri .................................................................................................367
-Tanzimat Devri ve Sonrası ........................................................................372
-İstibdat Dönemi .........................................................................................373
4.3.1.3. Osmanlı Medeniyeti ................................................................................374
-Teşkilat.......................................................................................................376
-Osmanlı da Ulûm ve Fünun .......................................................................379
-Edebiyat ve Güzel San’atlar ......................................................................380
-Mimari .......................................................................................................382
-Sosyal Yapı ................................................................................................384
-Aile ve Kadın .............................................................................................386
4.3.1.4. Milli İntibah Devri ..................................................................................388
4.3.1.5.Lise III Tarih Ders Kitaplarındaki Haritalar ve Resimler ........................390
V. SONUÇ VE ÖNERİLER ...............................................................................395
5.1. SONUÇ.........................................................................................................395
5.2. ÖNERİLER .................................................................................................401
KAYNAKÇA ......................................................................................................404
EKLER................................................................................................................418
TABLOLAR
Tablo 2. 1.1924 Tarih Dersi Müfredat Programları.......................................... ...... 115
Tablo. 2. 2.1927 Tarih Dersi Lise Müfredat Programı................................. .......... 121
Tablo 4. 3.1923 –1930 Dönemi Liselerde Okutulan Tarih Ders Kitapları, Kitapların
Yayınevleri ve Kitap Yazarlarının Listesi ................................. ............. 143
Tablo.4. 4.Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi .........
.................................................................................................................. 144
Tablo.4. 5.Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih I Ders Kitabı İçeriği.......... .............. 144
Tablo.4. 6.Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi..... ..... 148
Tablo 4. 7.Ahmet Refik tarafından yazılan Umumi Tarih- I Ders Kitabı İçeriği....148
Tablo 4. 8.Şark Milletlerine Ayrılan Sayfa Sayılarının Ünitelere ve Ünite İçindeki
Konulara Göre Ağırlıkları................................. ....................................... 184
Tablo 4. 9.Mısırlılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri.... ................................................................................................ 186
Tablo 4. 10.Yunalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri....... ................................. ........................................................... 205
Tablo 4. 11.Romalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri................................. ................................................................... 215
Tablo 4. 12.Romalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri................................. ................................................................... 226
Tablo 4. 13.1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı ................................. ..................................... 284
Tablo 4. 14.1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitaplarında Haritaların Kitaplara
Göre Dağılımı ................................. ........................................................ 287
Tablo 4. 15.Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi...... 288
Tablo 4. 16.Lise –II Umumi Tarih (Kurun-u Vusta ) Ders Kitabı İçeriği...............289
Tablo 4. 17.“Arap Tarihi” Ünitesindeki Konular, Konulara Ayrılan Sayfa Sayıları
ve Kullanılan Görsel Materyallerin Sayıları................................. ........... 291
Tablo 4. 18.1923–1930 Dönemi Lise-II Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı ................................. ..................................... 319
Tablo 4. 19.1923–1930 Dönemi Lise-II Tarih Ders Kitaplarında Haritaların
Kitaplara Göre Dağılımı ................................. ........................................ 321
Tablo 4. 20.Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e Ait “Türkiye Tarihi Ders Kitabının
Tanıtım Fişi................................. ............................................................. 323
Tablo 4. 21.Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi” adlı Tarih Ders
Kitabının İçeriği................................. ...................................................... 323
Tablo 4. 22.Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih - III (Kurunu Cedide ve Asrı
Hazır)Ders Kitabının Tanıtım Fişi................................. .......................... 330
Tablo 4. 23.Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih - III (Kurunu Cedide ve Asrı
Hazır)Ders Kitabının İçeriği................................. ................................... 331
Tablo 4. 24.1923–1930 Dönemi Lise-III Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı ................................. ..................................... 390
Tablo 4. 25.1923–1930 Dönemi Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-III Ders
Kitabında Konular Göre Kullanılan Haritaların Dağılımı ........ .............. 393
1
1.GİRİŞ
1.1. Problem Durumu
“Tarih Nedir?”
Toplumlar “Tarih Nedir” sorusunun cevabını, sahip oldukları sosyal yapılar içinde
düşünürler. Sosyal yapılar ise, toplumun zaman içindeki etkileşimleri sonucunda oluşarak,
toplumun kültürünü ileriki zamanlara ve alanlara taşırlar. Dolayısıyla toplumların tarihi
algılayışları, tarihe bakışları farklıdır. Bu farklılığın temelinde toplumların tarihi
geçmişlerini yaşadıkları sosyo – ekonomik, sosyo –kültürel etkileri bulmak mümkündür.
Tarih bir kendini bilme sürecidir. Bireyin yahut toplumun, kendi geçmişinden aldığı
birikim üstünde düşünerek onda yer alan olayları, süreçler ile varolanları nedenleri ile dile
getirme işlevini üstlenen tarih, insan(lar)ın kendisini bilmesine yardımcı olur. İnsan(lar)ın
kendisini bilmesi önemlidir. Çünkü, insan kendini bilerek ne yapacağı bilgisine ulaşabilir.
Hiçbir kimse ne yapabileceğini denemeden bilemeyeceği için, insanın yapabilecekleri
konusunda elindeki tek ipucu yapılmış olanlardır. Öyle ise, tarihin değeri ne yaptığımızı ve
kim olduğumuzu bize öğretmesidir (Özçelik, 2001: 20).
Tarih, böylece kişilere belli bir entelektüel beceri kazandırırken, bunun yanında
yüksek eğitim değeri olan tam bir zihni terbiye biçimi ve insan davranışına tam nüfuz ile
kişinin hayatını değiştirebilen bir anlayış dinamizmi de sağlamaktadır.
Jaspers tarihi, ‘hem oluş hem de oluş sürecinin bilinci olduğu’nu belirttikten sonra,
tarihin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: İlkin tarih, diğer gerçeklikler olan doğa ve
evrenden ayrılarak kendini sınırlandırır. Tarihin çevresini, varolanların sınırsız uzayı sarar.
İkinci olarak tarih, salt geçiciliğin ve tikel eylemlerin gerçekliğinin dönüşümlerinin içsel
yapılarını elinde bulundurur. Bireysel ile evrenselliğin birleşmesiyle tarih oluşur ve bu
yolla tarih, bireyin biricik evrenselliğini, yeri doldurulamaz anlamını ortaya koyar. Üçüncü
olarak ‘Tarihsel içerikte birlik nedir?’ sorusuyla tarihin bütünlüğün ideası olduğu sonucu
ortaya çıkar (Jaspers, 1986: 234).
2
Toplumların kimliğini oluşturan ve onların varoluşunu veya kendisini sağlayan
değerler, toplumlararası her türden ilişkiye yön verici olarak toplumun ve kültürün
devamlılığını sağlayan öğeleridir. Bu tür otantik değerler, tarihin temelinde yer aldığı gibi
kültürün de koruyucusu olmuşlardır. Dolayısdıyla tarihi gelişmeleri ve toplumsal
dönüşümleri belirli pratik sosyal amaçlar için bireylere aktarmak adına birtakım eğitim
programları ve ders kitapları hazırlanmıştır. Hazırlanan eğitim politikaları ve ders
kitaplarını uygulamak adına, okullar belli amaçlar doğrultusunda planlı programlı olarak
eğitim- öğretimin yapıldığı merkezler olmuşlardır. Bu merkezler aynı zamanda devletin
toplum için öngördüğü ideolojinin bireylere aktarıldığı kurumlardır. Eğitim programları bu
ideolojilere uygun olarak hazırlanır. Berktay’ın (1983:2461) da dediği gibi “ideolojiler en
geniş kitleye ulaşmayı amaçlar. Ders kitabı ve okul bu ideolojilerin en yaygın
taşıyıcıları”dır. Bu ideolojiyi bireye aktarmak için de bilinen iki yolu tercih ederler. Pratik
sosyal amaçlar doğrultusunda ders haline getirilen disiplinleri kullanmak. İkincisinde de
okulun devletin resmi ideolojisi doğrultusunda geliştirdiği yazılı ve yazısız kuralların
uygulanması. Böylece gizli program vasıtasıyla da devletin istediği vatandaş tipi
yetiştirilmektedir. Bunlardan en çok tercih edilen ise birinci yol olup ikincisi arka planda da
işlevini sürdürmektedir.
Bilimin pratik sosyal amaçlar doğrultusunda pragmatist doğası ve düşünce biçimi
tarih disiplinini bir araç olarak vatandaşlık eğitiminde kullanılmasına zemin hazırlamıştır.
Vatandaşlık eğitimi kapsamında ele alınması beklenen milli benliğin ve kültürel kimliğin
geliştirilmesi, insan hakları, demokrasi ve kültürel haklara saygı duyma gibi kimi
becerilerin kazandırılması sorumluluğu, faydacı anlayışın bir getirisi olarak tarih
öğretimine yüklenmiştir.
Devletin öngördüğü vatandaş modeline ulaşmak amacıyla da kullandığı ders kitapları
oldukça özel bir tarihsel söylem biçimidir. Eğitimin ulusal ölçekte yapılmadığı alanlarda
bile devlet okul kitapların içeriğiyle ilgilenmekten vazgeçmemiştir. Devlet bu yolla
gerçekleştirmeye çalıştığı vatandaşlık eğitiminde başarısızlığa uğrama olasılığına karşı
dernekler ve lobilere de “örnek vatandaş” yetiştirme görevini yüklemiştir. Birçok devlet ve
3
toplum bu isteklerinde haklılık gerekçeleri bulmakta ve bu tarz eğitim anlayışını
savunmaktadır (Aktın,2005: 2)
Alman araştırıcı George Eckert (Copeaux,2000: 1) de bu konuda şunları söylemiştir,
İnsan gelişiminin belirli aşamasında kullanılan okul kitapları gençlerin
tarihsel imgelemi ve değerler evreni üzerinde kalıcı bir etki bırakmakta, hatta
tüm bir yaşam boyunca onları biçimlendirmektedir. Bu nedenli okul kitaplarının
sürekli propaganda aracı amaçlı kullanmalarında şaşırtıcı bir yan yoktur.
Öğrencinin yetişmesinde devreye giren ders kitapları Eckert’ın (Copeaux,2000) da
doğal karşıladığı propaganda araçlarıdır. Ders kitaplarının birinci sınıf kaynaklar olması
devletçe baskılarının yapılması ülke de en çok okunan kitaplar arasında yer almasına neden
olmaktadır. Bunun bir nedeninin de yalnızca yazarların düşüncelerini değil üzerinde
uzlaşma sağlanmış bir görüş açısını da yansıtıyor olmasıdır. Genellikle devlet içinde
yaşayan ve öğrenim durumundaki gençlere yönelik olarak hazırlanan bu kitaplar içindeki
“milli”liğin yüceltilmesi bazen de abartılmalardan dolayı devletleri ayıran sınırları aşamaz
veya sınır ötesi kabul görmez. Okullardaki tarih eğitiminin etkisi; yavaş ama derinden işler.
Öğrenci öğrenir ve zaman zaman ezberler. Bireyin yaşamında önem taşıyan bu düşünceler
tüm bir kuşağın ortak bağını oluşturur. Sorgulanmadan üzerinde bir uzlaşma oluşturur. Bu
arada ötekiler kavramıyla dostlarını, düşmanlarını, komşularını zihinde belleyerek kendine
bir kimlik oluşturur. “Ötekinin sunuluşu hem dünyaya, hem de kendine, kendi geçmişine
ilişkiler ağına bakıştır. Dünyada her devlet diyebiliriz ki, kendi çıkar ilişkisine göre,
Orwel’in ifade ettiği gibi “bugünün denetimini” elinde bulundurmak ve “geleceği kontrol
etmek” için bir tarih disiplini oluşturmaktadır (Jenkins,1997: 30–31). Burada dikkat çekici
nokta, vatan sevgisiyle birlikte olayların tarafsız bir şekilde verilmesinin çelişen iki nokta
olarak bir arada bulunmasıdır. Bu Fransız kaynaklı klasik hümanist program anlayışı XIX.
yüzyıldan itibaren sistematik olarak eğitim sistemine girmiştir. XXI. yüzyılın
Türkiye’sindeki tarih öğretiminde de hissedilmiştir. Dilek’in belirttiği gibi:
…tarih dersi, sosyalleşme ve vatandaşlık eğitiminde bir araç olarak
düşünülmektedir… Sosyal bilgiler eğitimi programının tarih kısmı öğrencileri
kendi ulusal kimlik, kültürel miras ve Türk toplumunun değerlerinin farkına
varmaları açısından ulusal tarihin önemli olaylarını kapsamaktadır… tarih
4
öğretiminin amacı bir bakıma ahlak, hukuk ve vatandaşlık eğitimine hizmettir
(2000: 50)
Ders kitaplarındaki Türk tarih anlayışı mevcut düzenin istediği vatandaş tipine
ulaşmak şeklindedir Tarih anlayışı tarih ders kitaplarında bu şekilde anlatılmış ve öğretile
gelmiştir. Daha da önemlisi Özbaran’ın ifadelerinde de kullandığı gibi Türk aydınının tarih
anlayışı da bunu pek aşamamış; “politikacıların demeçlerinde ve medyasını savruk,
derinliksiz, toplumu kapsamayan yönetici ve seçkini ön planda tutan haber, yorum ve
görüntüsünde” kalmıştır (2002: 11).
Bu çalışma kapsamında; 1923–1930 yılları arasında Tarih ders kitaplarının
yazılmasını etkileyen sosyal ve siyasal gelişmeler, Cumhuriyetin ilanıyla son bulan
Osmanlı Devleti’nde kalan tarih anlayışının yerine oluşturulan yeni yönetim anlayışı
işlenecektir. İkinci aşamada da tarih ders kitaplarının bu yeni anlayış ve değişikliklere nasıl
uygun hale getirildiği saptamaya yönelik tarih müfredat programları ele alınacak ve içerik
incelenecektir.
1.2. Problem
1920’li yıllarda İtilaf Devletlerine ve yandaşlarına karşı İstiklal Savaşı, TBMM’nin
kurulması, Osmanlı saltanat sisteminin ve halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı
gerçekleşmiştir. Ayrıca bu dönem, Cumhuriyet Halk Partisinin tek parti yönetiminin
kurulması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve ayrılıkçı ve bölücü
isyanların bastırılması gibi önemli bir takım sosyal ve siyasal olayları içeren ve bu olayların
çok yoğun yaşandığı yıllar olmuştur. 1920’li yılların konumuz açısında ise önemi ise
Türkiye’de milli eğitim ideolojisinin bu yıllarda oluşmuş olmasıdır.
Mustafa Kemal eğitime ilişkin görüşlerini sistemli olarak ilk kez, 1921’de Ankara’da
yapılan Maarif Kongresi’ni açarken ortaya koymuştur. Kaplan’ın ifade ettiğine göre
Mustafa Kemal eğitim konusundaki düşüncelerini; sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde
5
beliren milletlerin hayat felsefesine dayandırır. Milletlerin sürekli ve müthiş mücadelesi
bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her milletten, yeni neslin bütün kuva-i ruhiyesine (yeni
kuşağın bütün manevi güçlerine) özel bir vasfın zerk edilmesini talep eder. Bu özel vasıf,
çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti ile hakkı ile birliği
ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumunu ve milli düşünceleri kemali
istiğrak ile (tam bir vecd içinde) her karşıt fikre karşı şiddetle ve fedakârca savunma
zarureti telkin edilmesi yoluyla yaratılır. Bundan dolayı milli bir eğitim programı mutlak
bir zorunluluktur. Bütün “yabancı” düşünceler, doğudan ya da batıdan gelen bütün etkiler
reddedilmelidir. “Bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve
yaratılış niteliklerimiz ile hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan
gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi karakterimizle uyumlu bir kültür
kastediyorum”. (1999:137) diye belirtmiştir.
1.2.1. Alt Problemler
1. Lise tarih ders kitabının içeriğinde yer alan konular müfredat programına
uyumlu mudur?
2. Lise tarih ders kitaplarının içeriğinde yer alan konular nelerdir?
3. Dönemin fikir akımları, kültürel değişmeler, yeni yeni ortaya çıkan
sosyo-politik değişmeler tarih kitaplarını nasıl etkilemiştir?
4. Bu konular adı geçen dönem içerisinde ne gibi değişimlere uğramıştır?
5. Dönemin şartları içerisindeki tarih anlayışı nasıldır?
6. Tarih bilimi metodolojisinin temel ilkeleri ders kitaplarında belirleyici
kriterler olarak kullanılmış mıdır?
1.3.Amaç
Bu çalışmanın amacı 1923–1930 yılları arasında lise tarih ders kitaplarının ve
dönemin sosyal ve siyasal şartlarının tarih anlayışına etkisi araştırılarak, dönemin tarih
anlayışını ortaya koymaktır.
6
1.4. Araştırmanın Önemi
1923–1930 dönemi içinde yazılan eserlerdeki tarih anlayışını ve tarihçilerin
durumunu tespit etmenin Türk tarihçilik anlayışının çözümlenmesinde önemli bir katkı
sağlayacağı düşünülebilir. Bu bağlamda araştırmada “Tarih nedir”, “Tarihçi kimdir”,
“Tarih ders kitaplarını etkileyen koşullar nelerdir” gibi sorulara cevap aranacaktır. Bir
noktadan başlayarak günümüze kadar devam eden sürecin belli dönemlere ayrılarak
incelendiği bu çalışmalar (dönemsel çalışmalar) ve çalışmaların bütünsel bir bakış açısıyla
değerlendirilmesi; genelde tarihçilik ve özelde Türk tarihçiliğinin serüveninin tespit
edilmesine imkân tanıyacaktır
Tarih dersi; bir ulus, devlet veya topluma ait bir olgu veya işlevselliği olan ideolojik
ve medeniyet aktarımı biçimi olarak, ülkemizde veya dünyanın her yerinde bazen salt bilgi
olsa bile çoğu kez “amaç” aktarımı olarak kullanılmaktadır. Yaşanmış olaylar çoğu kez
belli bir niyet doğrultusunda kurgulanıp “amaçlı bilgi”ye dönüştürlerek öğrencilerin algıları
ve muhakeme yapma kriterleri istendik amaçlar doğrultusunda yönlendirilir. Bu tespit
istisnai durumlara farklılık arzedebilir. Bazen lise veya sonrası akademik eğitim yıllarında
öğrenci veya araştırmacı tarihi kendi doğası içinde disipline etmeye çalıştığıda kaynakları
ile vakidir. Dolayısıyla ülkemizde ve dünyada çeşitli dönemlerde farklı anlayışlarla lise
tarih ders kitapları yazılmıştır. Bu tür eserler yazılırken genellikle kendisinden bir önceki
eserleri tamamlamaktan çok öncekine karşı bir meydan okuma ve onlara karşı alternatif
olma gayesi hedeflenir. Bu nedenle Cumhuriyet Dönemi tarihçilik anlayışını bir bütünlük
içinde değerlendirmek için önceki satırlarda ifade edilenler önemlidir. Bu açıdan bu
çalışmanın önemli bir boşluğu dolduracağı düşünülebilir.
1.5. Araştırmanın Varsayımları
1. Bir bilim olarak tarih, siyasi ve sosyal şartlarından etkilenmeden kendi
doğası içinde ele alınmalıdır.
7
2. Bir dönemin sosyal yaşamını ve siyasal şartlarını yansıtmakta ders
kitapları önemli bir araç olarak kabul edilmektedir.
3. Ülkedeki tarihçilik düzeyini ve tarihçilik anlayışını ders kitaplarının
yansıttığı kabul edilmektedir.
4. Tarih disiplininin ilkeleri, tarih yazıcılığının önceliği olmalıdır.
5. Sosyal yaşam ve siyasi şartlar ile tarih yazanın beklentisi arih yazıcılığını
etkiler.
1.6. Araştırmanın Sınırlılıkları
Araştırma 1923–1930 döneminde ülkemizde okutulmuş olan lise tarih ders kitapları
ile sınırlıdır.
1.7. TANIMLAR
Tarih: “...Tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bitmez
tükenmez bir diyolog[tur]...Bu diyolog bugüne ait tarihçi ile tarihçi arasında seçilmiş,
sıraya konulmuş ve yorumlanmış geçmişe ait olgularla karşılıklı etkileşimdir.” (Carr,1996:
37)
Eğitim Programı: Bireyde istendik davranış değişikliği meydana getirmek amacıyla
yapılan tüm faaliyetleri gösteren planlar (Polat, 2000: 9)
Resmi Tarih: Ortay’a göre “Akademik tarih geleneğinin ve tekniklerinin oturduğu
bir çevrede... yöntemlerle yaratılan ve ortaya konan... yönlendirilmiş bir yorumdur.”
(Dilek, Aksoy:2003: 5
Ulusal Devlet: Kendi sınırları içinde aynı ırktan olan kişileri toplar. Başkalarına
göre; belli sınırlar içinde aralarında ırk birliği olmadan kültür birliği ile bir arada bulunan
insanların aynı yasalarla bir arada yaşadıkları devlet (Mardin, 1997: 237).
8
Tarihçi: Tarih ilmiyle uğraşan kimse, tarih bilgini (Carr,1996: 37).
Tarihi Olgu : “Tarihin omurgasını oluşturan ve bütün tarihçiler için değişmez olan
materyallerdir.” (Carr, 1996: 11–14)
9
II. İLGİLİ LİTERATÜR
2.1 TARİH İLMİNE BAKIŞ
Tarihin Neliği
İnsanı insan yapan ilkelerin başında soyut mantığının üreticisi akıl gelmektedir.
Aklın ürettiği dil, din, ahlak, toplum, devlet, iktisat, eğitim gibi siyasi, ekonomik ve sosyal
kurumlar sürekli olarak, insanın varoluşunda yeralırlar. Bu kurumların dayandıkları temel
güç ve kaynak tarihtir. Tarih, insanın varlığı ile ortaya çıkmıştır ve tarih insanın
varoluşunun gerçekleşmesinde zorunlulukla olması gereken şartlarından birisidir. Bıçak’ın
da ifade ettiğini gibi; “Tarih belli bir bireyin yahut toplumun, kendi geçmişinden
bulunduğu hâlihazır an’a değin kotarabildiği, metafizik bir söyleyişle, bilincine varabildiği
tüm müktesebat, birikim olduğu gibi; bu birikimin üstünde düşünerek onda yer alan
olayları, süreçler ile varolanları neden-etki bağları çerçevesinde yeniden değerlendirme
işini dile getiren ıstılahtır” diyebiliriz (1999:VII). Tarih ile ilişkiler iki yönlüdür: Birincisi
akıl ve kurumlar işlevini yerine getirirken tarihi oluştururlar. İkincisi ise tarihi süreç
başladığı günden bu yana sözkonusu unsurlar, işlevlerini geçmişlerinde bulunan
malzemeleri kullanarak yerine getirdiklerinden, tarihe bağımlıdırlar. İşte bu ikinciden
hareket ederek duruma bakıldığında tarih, bir varoluş şartı olarak ön plana çıkmaktadır
(Bıçak, 2004c:13).
Jaspers ise tarihi, ‘hem oluş hem de oluş sürecinin bilinci olduğu’nu belirttikten
sonra, tarihin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: İlkin tarih, diğer gerçeklikler olan doğa ve
evrenden ayrılarak kendini sınırlandırır. Tarihin çevresini, varolanların sınırsız uzayı sarar.
İkinci olarak tarih, salt geçiciliğin ve tikel eylemlerin gerçekliğinin dönüşümlerinin içsel
yapılarını elinde bulundurur. Bireysel ile evrenselliğin birleşmesiyle tarih oluşur ve bu
yolla tarih, bireyin biricik evrenselliğini, yeri doldurulamaz anlamını ortaya koyar. Üçüncü
olarak ‘Tarihsel içerikte birlik nedir?’ sorusuyla tarihin bütünlüğün ideası olduğu sonucu
ortaya çıkar (Jaspers, 1986: 234). Jaspers’e göre hiçbir nesnel gerçekli, kendi kendimizi
onaylama bakımından tarihten daha güçlü değildir. Tarih, en geniş resmini sergiler,
10
geleneğin hayatı temellendirici içeriklerini verir, çağdaş insan için gereken ölçüleri sunar
ve insanı çağa bilinçsizce bağlanmaktan kurtarır. Dolayısıyla tarih, insana en yüksek
olanaklar ve kalıcı yaratmaları kendini görmesini öğretir (1986:110). Dolayısıyla,
toplumların kimliğini oluşturan ve onların varoluşunu veya kendisini sağlayan değerler,
toplumlararası her türden ilişkiye yön verici olarak toplumun ve kültürün devamlılığını
sağlayan öğeleridir. Bu tür otantik değerler, tarihin temelinde yer aldığı gibi kültürün de
koruyucusu olmuşlardır.
Tarih, toplumların varoluş süreçlerinde önemli ve tamamlayıcı bir güç olarak çeşitli
şekillerde görev yapmıştır. İlkin, geçmiş anlamda tarih, toplumların bilincinde çeşitli
şekillerde yaşayan kültürel kimliğin korunmasını ve toplumun diğer toplumlar karşısında
tavır geliştirmesini sağlamaktır. İkinci önemli nokta, tarih yazıcılığının kültürel yapıyı
korumadaki etkisidir. Bıçak’ın ifadesine göre; toplumdaki hâkim kültürde ortaya
çıkabilecek en büyük tehlike, toplumun yaratıcı özelliğinin zayıflamasıdır. Toplum,
kültürlerarası etkileşim ile ortaya çıkan yeni ürünleri kendi kültürel kodlarına
dönüştüremediği ya da dönüştürmediğinden, onları kendi içinde yapılandırma becerisini
göstermeyebilir. Bu durumda toplum ihtiyaç duyduğu şeyi, üretici gücü yüksek
toplumlardan temin etmek zorunda kalmaktadır. Toplumun ilgili birimleri, yabancı ürünler
hakkında yeterince bilgi sahibi ol(a)madıklarından, bunların üretiminde de başarı
göstermemektedir, dolayısıyla yeni ürün geliştirememektedir Ayrıca, Her toplum kendi
geçmişi hakkında belli bir tarih düşüncesine sahiptir. Toplumlar tarih düşüncesine bağlı
olarak, kendi tarihlerini sözlü ya da yazılı biçimde oluştururlar. Tarih yazıcılığı aracılığıyla
sorun çözme yeteneklerinin güçlü olduğu dönemlerde, kendi toplumlarını dünyanın
merkezi olarak göstererek psikolojik destek kaynağı haline gelirler. Toplum güçten
düştüğünde tarihçiler, geçmiş iyi günleri güncelleştirerek toplumun yeniden ayağa
kalkmasında önemli bir işlevi olan tarih bilincini canlı tutarlar( 2004: 15–16).
Silier’in ifadesine göre tarih bilinci ise; geçmişin yorumları, bugünün algılanması ve
geleceğe ilişkin beklentiler arasında bağlantı kurabilmek demektir. Bu anlamda tarih
bilinci gelişmiş olan birey, kendisini zamanın akışı içinde değerlendirebilir. Kaba çizgiler
ile ortak bir kültür mirası ve gelecek kurgusuna sahip olmasının sağladığı davranış
11
belirliliği, benzerliği ve sorumluluğu ile toplum yaşamında aktif, yaratıcı bir biçimde yer
alabilir(2003: 197).
Aslında tarihin tanımı yapılırken bu tanımda kelimenin doğduğu dil kelimenin çeşitli
bilim ve disiplinlerdeki niyeti ve yüklenmek istenen anlamları da etkili olmaktadır. Tarih
kelime olarak anlamını İbrani dilinde ‘verehe’den almaktadır. Verehe İbranicede ‘hilali
görmek’ anlamına gelmektedir. İlahi dine inanan Sami kavimleri ay takvimini
kullanmaktaydılar. Dini vecibelerini ay’ın hareketlerine göre belirlerdi. -ramazanın
başlaması sona ermesi gibi- (Uçar,1997: 15). İnançların sosyo –kültürel yaşam üzerindeki
belirleyiciliği kelime ve terimlerin epistemolojik anlamlarında da etkili olmaktadır. Sosyokültürel
yaşamın tarih kelimesine yüklediği anlam konusunda ise çeşitli görüşler
bulunmaktadır. Sırma’nın ifadesine göre; “Tarih kelimesini ilk olarak verehe şeklinde
kullanan Babillerdir”. Bu kelimenin Farsçada alındığına dair görüşlerde vardır (1991: 28–
29). Biruni’ye göre ise tarih kelimesi Farsça mahruz’un Arapçalaşmış şeklinden gelir.
Mahruz, ayın hangi zamanda başladığı ve bittiğinin tespitiyle ilgilidir (Bıçak, 2004: 16).
Kelime Arapçaya te’rih olarak geçmiş bundan türetilen fiil Errehe fail ise müverrihtir
(Sırma,1991: 28). Batı dillerindeki tarih kelimesi ise Yunanca istoria kelimesinden
gelmektedir (Uçar, 1997: 15). Anlamı ise tek tek olayları araştırmak ve incelemektir.
Bıçak’ın (2004:16) ifadesine göre, çağımızda tarih terimi, genellikle üç anlamda
kullanılmaktadır:
1- Olayları tarihlendirme olarak tarih: Herhangi bir olayın, belirgin bir
takvim sistemine göre, zaman içindeki yerini göstermek için tarih terimi kullanılır.
2- Geçmişin tümüne tarih denir: Zaman, geçmiş –şimdi- gelecek olmak
üzere üç boyuta ayrılır. Şimdiye kadar olmuş olan üretilmiş, yapılmış her şey geçmiş olarak
adlandırılır.
3- Geçmişe ilişkin araştırmalar yapan bir çalışma alanı olarak tarih: Bu
anlamda tarih, şimdi ile geçmiş arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu gösteren bir yol
haritasıdır. Yol haritasıdır çünkü konu olarak seçilen alanda görülen sorunları, nedenleri,
gelişim seyirlerini ve sonuçların ortaya koymak amacıyla yapılır.
12
Özlem ise, tarih kelimesinin çift anlamlılığına işaret etmiştir. Birincisi tarih, yaşanmış
geçmiş zaman için kullanılmaktadır. İkincisi ise yaşanmış geçmişi konu edinen bilim, tarih
bilimi olarak kullanılmaktadır (2004: 13). Tarihin bu anlamı çokça kullanılmaktadır.
Bunlardan ilki, geçmişte bütün olup bitenleri kapsamaktadır. Tarihin real kısmını oluşturur.
Diğeri ise real tarih üzerinde yapılan çalışmaları oluşturan kısımdır (Bıçak,1999:5). Real
tarih insana bağlı olarak sürekli büyüyen bir yapıya sahiptir. Bu anlamda tarih, kültürün ya
da kültürlerin oluşturduğu bir ambar olarak görülür. Tarihin olmuş bitmiş, etkisiz olaylar
ambarı olarak görülmektedir. Şimdi de etkili olan bütün olay ve eylemlerin kökleri ya da
nedenleri bu alanda bulunmaktadır. Geçmiş adı altında toplanan insan eylemler şimdiyi ve
geleceği belirlediği için etkin unsurlar olarak toplumların yapılarını oluşturur (Bıçak, 2004:
17).
İnsanı anlamanın ve onu bilmenin yolu tarihten geçmektedir. İnsan hakkında yapılan
her konuşma ve insanın ürettiği her şey tarihle birebir ilişki içindedir. Bıçak’ın da ifade
ettiği gibi, yani nerede insandan söz edilse orada tarihten, nerede tarihten söz edilse orada
insandan söz edilir. Bu iki unsuru birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü insanı insan
yapan, onun kendi geçmişidir. Geçmiş, insanlığın, toplumların, bireylerin adeta bir kimlik
kartıdır. Onlar hangi durumda olurlarsa olsunlar, geçmişlerin kimlik kartları olarak sürekli
yanlarında taşırlar (2004: 18).
İbn-i Haldun’a göre tarih;
insanların ve kavimlerin hal ve durumlarını nasıl değişmiş olduğunu,
devlete sınırlarının nasıl gelişmiş, kuvvet ve kudretlerinin nasıl artmış
bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar
ettiklerini bize bildirir. Bu tarihin zahiri manasıdır. Tarihin içinde saklanan mana
ise, incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın sebep ve illetlerini dikkatle
anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve terkibini inceleyip
bitmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmet içine dalmıştır
(2004: 31).
İbn-i Haldun, bu şekilde bir tanımla geçmiş olayların anlaşılmasında başvurulan bir
kaynak olarak tarihin felsefi temellerini vurgulamıştır. Watts ise, “tarih kütüphane
raflarından birinde bulundurduğumuz bir kitap değil, sadece tarihsel malzeme ile insan
13
etkileşimi yoluyla ortaya çıkan bir süreç” olduğunu söylemiştir (Dilek, 2001: 5). Carr da,
“tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez
bir diolog” (1996: 37) vardır diyerek tarihçi ile olgular arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
Colingwood da tarih, “kendi başına geçmiş ya da tarihçinin kendi başına onun hakkında
düşünceleri ile değil, karşılıklı ilişkiler içinde bu iki şeyle birden ilgilidir” (1996: 40)
diyerek tarih ile tarihçi arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
Jenkins’e göre de tarih:
İşlerini; epistemolojik, yöntembilimsel, ideolojik ve pratik konumları
açısından karşılıklı tanınan yollarla yapan, ürünleri dolaşıma sokulduğunda;
mantıken sonsuz ama aslında herhangi bir verili anda varolan ve egemen
olandan marjinal olana uzanan bir tayf üzerinde tarihlerin anlamını dağıtıp
yapılandıran güç ilişkilerine karşılık gelen bir dizi yararlanma ve suiistimale
konu olan yaşadıkları zamanlar tarafından koşullandırılmış bir grup işçi (bizim
toplumumuzda çok büyük oranda maaşlı tarihçiler) tarafından üretilen
görünüşte dünyanın bir yüzü, yani geçmiş üzerine değişken problematik bir
söylemdir (1997: 38).
Özbaran da “çok geniş anlamıyla, insanların niyetlerine, yaptıklarına veya
çektiklerine ilişkin olarak, gerçek sanılarak ortaya konulmuş betimlemedir” demiştir (2002:
34). Bu anlamdaki bir tanımda tarihin gerçekliği tartışılır.“Tarih nedir?” sorusu bize
Dilek’in belirttiği gibi “geçmiş hakkında doğruyu söylemek mümkün mü(?)” dür gibi bir
başka soruyu akla getirmektedir. Bu durumda bilinmesi gereken en temel husus “tarihin
geçmiş veya geçmişin aynası olup olamadığıdır”. Tarih, geçmişi inceleyen bir çalışma
disiplini olmasından dolayı geçmişin hiçbir suretle kendisi değildir (2001: 5). Bu görüş
Jenkins’in görüşü ile desteklendiğinde “…geçmiş ile tarih farklı şeylerdir... geçmişin
sadece tek bir tarihsel okunuşunu kaçınılmaz kılacak biçimde birbirine dikilmiş de
değildir” demektedir (1997: 18). Bu yüzden aynı sahada yapılan soruşturma nesnesi, farklı
kişiler tarafından farklı biçimde okunurlar. Carr’ın da ifade ettiği gibi, “tarihin olguları bize
hiçbir zaman arı olarak gelmezler; çünkü arı bir biçimde var olmazlar: her zaman kayıt
tutanın zihninden kırılarak yansırlar... Bir tarih eserini ele alınca ilk ilgileneceğimiz
içindeki olgular değil onu yazan tarihçi olmalıdır” (1996: 29). Carr’ın da belirttiği gibi
“tarihçi de belirli bir sosyal çevrenin ve tarihin insanıdır” (1996: 29). Tarihçinin bakış açısı
14
yaptığı bütün gözlemlere mutlaka girer: Tarih bütünüyle kişilerin görüş açısına göre
değişen bir göreceliğin içindedir. Karl Manheim’ın deyişiyle “deneyimlerin içine girdiği,
biriktiği ve sıralandığı kategoriler bile gözlemleyicinin toplumsal durumuna göre değişir”.
Bütünüyle olmasa da gözlemleme sürecinin gözlemlemekte olanı etkilediği ve
şekillendirdiği doğrudur. Bu, iki karşıt yönde olabilir. Diyebiliriz ki geçmiş herkese farklı
bir noktada görünür (Carr, 1996: 83). Artık geçmişte doğru olarak kabul ettiğimiz herşeyin
geçmişin doğrusu olmak yerine tarihçinin ve tarihin doğrusu olmaya başladığı
görülmektedir. Tarih, tarihçilerin geçmiş hakkında çıkardıklarıdır. Özbaran’ın ortaya
koyduğu gibi tarih; “doğrudan görgü tanıklarına” dayanılarak belirlendiği iddialarıyla
karşımıza çıksa dahi, yapılanlar geçmiş olaylarla eldeki kanıtların ışığında temastan öteye
gidememektedir (2002: 35). Dilek’inde sık sık belirttiği gibi, elimizdeki bulguların, tarihi
metinlerin ne kadar gerçek olduğunu belirleyebilecek bir ölçek sisteme sahip değiliz.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, geçmişte doğru olarak kabul edilen herşey bize “tarihçinin bakış
açısından kırılarak yansır”. Artık geçmişin doğrusu olmak yerine “tarihçinin” ve
dolayısıyla “tarihin doğrusu” olmaktadır (2001:5). Colingwood’un düşüncelerine yakın
olan ve Carr’ın da benzer görüşte olduğu Oakeshot “tarih tarihçinin yaşantısıdır” der (1996:
28). Bu yüzden tarihi bir eseri okurken bizimde ilk ilgileneceğimiz onu yazan tarihçi
olmalıdır. Okurların payına düşün de tarihçinin zihninde neler oluştuğunu yeniden inşa
etmektir. Sırma’ya göre tarih, geçmiş olayların anlatımı olduğu kadar aynı zamanda
yorumu ve değerlendirmesidir. Bu özelliğinden dolayı tarih çok şanssızdır. Tarihçinin
sosyo-kültürel sosyo-ekonomik ve sosyo-politik özellikleri bu yorumların farklı olmasına
sebep olabilmektedir. (1991: 31) Bir bilim olarak kabul edilen tarih konulardaki seçicilik
ve yorumlarından dolayı aynı zamanda özneldir (Dilek,2001: 6).
Özçelik’e göre tarih;
sosyal yapının üyesi olmak itibariyle insanlığın fiil ve düşüncelerinin
gelişimini takip eden bilgidir. Tarih, insanlığın toplumsal ve siyasi bünyeler teşkil
ederek ilerleme ve tekâmül etmesinde kişiler ve toplumlar tarafından işlenen fiil
ve ortaya çıkmış olayları inceler, bu olayların maddi ve manevi nedenleri ile
olayların sonuçları arasındaki ilişkileri araştırıp tayin eder (2001: 17).
15
Tarih ile insan arasındaki bağların ne kadar güçlü olduğunu çeşitli düşünürler dile
getirmişlerdir. Coolligwood, tarihi, insanı ve onun geçmişini, geçmişten aldığı kanıtlarla
yorumlayan bilim olarak tanımlar. Tarih ne içindir? Sorusuna cevabı ise şöyledir:
Tarih insanın kendisini bilmesi (self-knowledge) “için”dir. Genelde
insanın kendisini bilmesi gerektiğinin önemli olduğu düşünülür: Kendini
bilmek, sadece kendini diğer insanlardan ayıran şeyleri yani kişisel özellikleri
değil, aynı zamanda insan olarak kendi doğasını bilmek anlamına gelir.
Kendinizi bilmeniz, ilk olarak bir insan olmanın ne demek olduğunu, ikinci
olarak ne tür bir insan olduğunuzu ve son olarak insanın siz, (başka kimse
değil)olduğunu bilmek anlamına gelir. Hiç kimse çaba sarf edene denk ne
yapabileceğini bilmediğinden ötürü, insanın ne yapabildiğine dair yegâne ipucu,
insanın ne yapmış olduğudur. Tarihin değeri, o halde, bize insanın ne yaptığını
dolayısıyla ne olduğunu öğretmesinden kaynaklanır (2001: 28)
Özlem ve diğer bazı tarihçi düşünürler eskiden beri iki Latince kelime ile “yaşanmış
geçmiş” ile “geçmişte yaşanmış” olayların ayrımını yapmışlardır (2004:1). Res gestae ile
geçmişte kalan insani-toplumsal olaylar olan tarihi Historia rerum gestarum ile de geçmişte
yaşanmış bu olayları konu alan disipline ya da bilimin ayrımını yapmışlardır. Birçoğu ise
hem yaşanmış geçmişi adlandırmakta hem de bu geçmişi konu olarak alan anmada sadece
tarih kelimesinin batı dillerindeki karşılığı olan historia sözcüğünü kullanmışlardır.
Historia rerum gestarum anlamıyla tarih esas itibariyle vesikaya bağlı olarak insani geçmişi
inceleyen geçmişte yaşanmış olaylara neden ve nasıl sorusunu soran, ilmi bir deyişle tarihi
belgeleri sorguya çekerek konuşturup gerçeğe varmak isteyen bir ilim dalıdır. Dolayısıyla
tarihe kaynaklık ve tanıklık yapacak belgelerdir.(Kodaman, Tarihsiz: 31)
Bu görüş Jenkins’in (1997: 18) görüşü ile desteklendiğinde “geçmiş ile tarih farklı
şeylerdir... geçmişin sadece tek bir tarihsel okunuşunu kaçınılmaz kılacak biçimde birbirine
dikilmiş de değildir... Bu yüzden aynı soruşturma nesnesi, farklı söylemsel pratikler
tarafından farklı biçimde okunurlar.” Geçmiş olup bitmiştir. Tarih, tarihçilerin geçmiş
hakkında çıkardıkları şeydir.
White bu durumla ilgili şöyle bir örnek vermektedir:
16
Constable ile Cezanne’nın belli bir manzaraya baktıklarında aynı şeyi
görmelerini nasıl beklemiyorsak, her ikisinin bir manzara resmiyle
karşılaştığımızda, aralarında seçme yapmamız ve hangisinin doğru olduğunu
belirlememizde bizden beklenemez... Bir sanatçının... ya da bir bilginin [ya da
tarihçinin]... çalışmasına baktığımızda, aynı genel konuya baktığımızda bizim
görebileceklerimizi onunda görüp görmediğini sormayız, ama anlatısına
[representation] kullanılan kayıt sistemini anlamaya ehil birilerinin yanlış bilgi
olarak görebileceği birşeyler sokup sokmadığın sorarız. Tarihsel yazıma
uygulandığında, bu kavramlaştırmanın desteklediği yöntembilimsel ve biçemci
kozmopolitanizm, tarihçileri, ‘yaşamın belli bir bölümünü, doğru bir taraftan ve
doğru bir görüngeden çizme çabasından vazgeçmeye... ve bir tek doğru bakış
açısı diye bir şeyin olmadığını kabule zorlayabilir. ... Şunu kabul etmeliyiz ki:
Tarihçinin dünyasına, geçmişe ve bugüne çeki düzen vermekte kullanacağı
eğretilemeyi seçmekle çözmeye çalıştığı problem bizzat olguların neyin
oluşturduğu problemidir. (Jenkins, 1997: 68).
Bu karşılaştırma bizi Dilek’in belirttiği gibi “Tarih yazıcılığı nesnel midir?” (2003: 6)
sorusuna götürmektedir. Araştırmacı toplumun bir parçası olduğu için nesnel olması
mümkün değildir. Tarihçi Carr’ın da ifade ettiği gibi “…bir birey olarak aynı zamanda hem
tarihin hem de toplumun ürünüdür” (1996: 54). Tarih öğreticisi de onu bu iki çerçevede
görmelidir. Tarihin olguları Carr’ın belirttiği gibi bütünüyle nesnel olamaz. Tarihçinin
onlara verdiği anlamla tarihi olgular haline gelirler. Önemli olan olgunun nesnelliği değil
“olgu ile yorum arasındaki ilişkinin, geçmiş bugün gelecek arasındaki ilişkinin nesnelliği”
olabilir. Mutlak doğru kavramı sadece tarih dünyasına değil bilim dünyasına da uygun
değildir (1996: 142). Dilek’in ifade ettiği gibi fen bilimlerinde bile nesnelliğin mümkün
olmadığı anlaşılmışken Kuhn, Popper, Mils, Heisenberg, Einstein ve birçok kişi tarafından
da sosyal bilimlerde bile bu konuyu tartışmak anlamsız insan doğasına ters bir durumdur
(2003: 6). Sosyal bilimcinin yüzde yüz nesnel olmasını beklemek doğru değildir. Çünkü
böyle bir şey insan doğasına aykırıdır.
Nesnelliğin mümkün olmadığının anlaşılması Aktın’ında belirttiği gibi akla başka bir
soruyu getirmektedir(2005: 11). Tarihçiler ile olguların yorumu arasındaki çelişkileri en
aza indirgemek mümkün mü? Aksoy, bu durum da herşeyden önce “tarihin bir kültür ilmi
olduğu kabul edilerek, belgelerin ve olayların sosyo-kültürel yapı içinde değerlendirilmesi”
gerektiğini söylemektedir. Sosyo-kültürel yapı göz ardı edilerek yapılan bir çalışmada
elimizdeki belgelerle eksik ya da yanlış sonuçlar çıkarmamıza neden olacağı
söylenmektedir. Unutulmamalıdır ki, tarih sosyolojinin harmanıdır. Tarihçi tarihi
17
belgelerle ilgili bilgileri sosyo-kültürel ortamdan elde eder. Tarihçinin kendiside “belirli bir
sosyal çevrenin ve tarihin insanıdır” (2000: 26). Türkdoğan’a göre “hiçbir toplumsal olgu,
kendisini meydana getiren sosyal içeriğinden sıyrılarak soyut bir biçimde incelenemez. Bu
sebeple tarihi olguları, daha çok sosyolojik malzemelerle değerlendirmek mecburiyeti
vardır” (1989: 25). Görülmektedir ki, tarih ve sosyoloji birbiriyle iç içe girmiş
harmanlanmış durumdadır. Çalışma alanları coğrafi bir mekân üzerinde sosyal bir ortamda
gerçekleşmektedir.
Tarihin İlgi Alanı
Tarih doğada bulunan herşeyle ilgilenmesine rağmen tarihçinin konusu ve tarihi
araştırmadaki amacı, insan faaliyetlerinin incelenmesidir. Başka bir ifade ile tarih, bir
olaylar dizini değil, insana düşüncelerinin ifadesi olan ve zamanla ortaya çıkan olayları,
insanların yönlendirdiği sosyal gelenekleri konu edinir (Kütükoğlu,1990: 3)
İlk Çağ tarih yazıcıları genellikle kralların ve büyük kişilerin kahramanlıklarını
anlatırlardı. Çünkü bu kişilerin yaptıkları tarihin görünüşünü ve gidişini belirliyordu.
Uzunca bir süreden beri, kralların ve kahramanların tarihine karşı itirazlar olmuştur.
Herşeyi ön planda yer alanların davranışına bağlayan bu tür bir tarihin doyurucu olmadığını
güç olmasa gerektir. Böylece karşımıza az sayıda kişi ve onların tarihlerinden çok genel
olarak insanlarla ilgilenme gereği ortaya çıkmıştır. Büyük şahsiyetlere karşı çıkan tarih,
kendisini doğrudan doğruya toplumsal tarih olarak nitelendirmektedir. Ancak, bu tür bir
tarih ile uğraşanların da metot olarak zaman zaman eskileri taklit ettikleri görülmektedir.
Eski kitaplarda krallara ve prenslere ayrılan yer başka önderlere verilmekte, savaş ve
antlaşmaların yerini ise başka olaylar almaktadır. Bu yolla toplumların gerçek tarihlerini
kurma imkânı zorlaşmaktadır ( Carr, Fontana, 1992: 34–35).
Tarihin Gerekliliği
İnsan problemlerinin, kaynağını tarihten alan bir hızla çözülebileceğini savunan
Collingwood tarihin neye yaradığı sorusunu şu şekilde cevaplamaktadır: “Tarih insanın
18
kendisini bilmesine yarar. Ona göre bu durum insana üç açıdan fayda sağlamaktadır.
Birincisi, Kendini bilmek, önce insan olmanın ne demek olduğunu bilmektir; ikincisi,
olduğunuz türden bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmektir; üçüncüsü, başka bir
kimse değil de siz olmanın ne demek olduğunu bilmektir. (2001: 7) Kendini bilen nasıl bir
insan olduğunu kavrayan başkalarıyla arasındaki farkı anlayan insan tarihin yardımı ile
olayların bilgisine varacak ve problemlerini çözebilecektir.
Halkın’ın aktardığına göre, Tarihi daima zamanların ışığı, hadiselerin hazinesi,
gerçeklerin tanığı, iyi nasihatlerin ve tedbirin kaynağı, davranışın ve adaletin kardeşi
olarak değerlendirmesinde bulunan Montesquieu da, “Tarih olmaksızın yaşadığımız asrın
ve ülkenin sınırları içine hapsedilmiş, özel bilgilerimizin kendi düşüncelerimizin dar
çemberi içine sıkıştırılmış bir şekilde, daima dünyanın geri kalan kısmına karşı bizi yabancı
bırakan bir tür çocukluk çağında ve bizden önce gelip, bizi çevreleyen her şeye karşı derin
bir cehalet içinde kalmaktayız.” diyerek, tarihin önemli ve gerekli olduğunu belirtmiştir
(1989: 78).
Tarihin gerekli olduğuna işaret eden bir başkası ise David Thomson’dur. David
Thomson , “Tarihin Amacı” adlı eserinde konuya yaklaşımını bazı sorular sorarak ve
bunların cevaplarını araştırarak sergilemektedir. Neden geçmiş bu kadar merak edilir?
Neden geçmişi unutup gitmiyoruz? Şu geçmişi değiştirebilecek hiç bir şey
yapılamayacağını kabullenip mazinin ölüsünü gömülmeye bırakalım ve onun yerine etkili
olup yönlendireceğimiz günümüzün ve geleceğin sorunlarına ağırlık verelim. Geçmişle
ilgili bilgilerin artmasının sadece zevkli bir eğlence, boş vakit geçirici bir merak olduğuna
inanıyor muyuz? İktisatçıların diliyle insan gücünün enerjisini ve üretim araçlarını bu
ölçüde büyük bir bölümünü ona ayırmanın yararlı olacağını düşünmek bizi nereye
götürür?” sorularına cevap bulmaya çalışır. Ona göre tarih toplumun fertlerine belli bir
entelektüel tecrübe kazandırdığı gibi, bunun yüksek eğitim değeri olan tam bir zihni terbiye
biçimi ve insan davranışına tam nüfuz ile kişinin hayatını değiştirebilen bir hayal ve anlayış
dinamizmi sağlar (Thomson:1983, 1–4). İnsan merak ederek ilgilenir, geçmişte
tecrübelenir ve bu terbiye ona geçmişte kazanımlar sağlayarak üretkenliğini artırarak
hareketlilik kazandırır.
19
Bilim adamı James W. Thompson ise Tarihin gerekliliğine ilişkin olarak şunları
söylemektedir: “insan, geçmişine karşı ilgi duyan ve onun farkında olan tek yaratıktır”.
Tarih, insan başarısının doğru, anlamlı ve tüm olarak tespit edilip kaydedilmesidir. Geçmiş
her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Geleceği tahmin için insanoğlu geçmişi daima bir
kaynak olarak kullanmak istemiştir. Tarih, geçmişte olup bitenleri kaydetmeye, bunların
neler olduğunu keşfetmeye, olaylar arasındaki ilişkileri öğrenmeye ve bugünü
anlamlandırmaya çalışan bir disiplindir. Böylece tarih ve tarihi araştırma, insana geçmişi
öğrenme, bugünü anlama ve geleceği tahmin edebilmede yardımcı olmaktadır. İnsanin
geçmişe ilgi duyması normal ve yerinde bir arzu olabilir, fakat geçmişi anlayabilmesi ve
onu, bugünü değerlendirebilme boyutları içinde inceleyebilmesi oldukça
zordur”(Kaptan,1991: 53–57).
Geçmişin bilinmesi insan ve insanlık için önemlidir. Bir sosyal varlık olan insan, bir
arada yaşamanın gereği olarak; sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik vb. olayların baskısı
altındadır. Bu olguları bazı teorik ve pratik değerleri “geçmiş”te kurgulanmıştır. Bu
kurgunun çözümü ve işlevselleştirilmesi için “geçmiş başvuru kaynağıdır.
Dolaysıyla bütün insan ve insanlar, kendi kökleri ve geçmişleri açısından
kimliklerini aramada pek istekli ve heyecanlıdırlar, aynı heyecanı devletler, kültürler ve
medeniyetler de yaşamaktadır. Herhangi bir zaman kesitinde, günümüzün tüm geçmişin
sonucu olduğu duygusu çağlar boyunca çoğu kişilerce derinden ve kendiliğinden
benimsenen bir inanç olarak karşımıza çıkmaktadır. (Thomson,1983: 5) Tarihin de diğer
disiplinler ve bilim dalları gibi teorik beklentilerinin pratikte bazı yararlar sağlaması
beklentisi doğaldır. Bu doğallığın bir sonucunda tarihin insanlarda bir “bilinç”(ne; neden
nasıl yapılır veya yapılmalıdır?) uyandırıp, kişisel, ulusal ve evrensel maddi manevi
değerlerin gelişmesinde rol oynamasıdır.
Tarihin ulusal değerlerin oluşmasına sağlayacağı katkı ise, iç ve dış siyasette -
Ermeni Sorunu, Kıbrıs, Dış Türkler vb.- olayların ön plana çıkarılması, araştırılması ve
incelenmesi hem oradaki haklarımızın ziyan olmamasını önleyeceği, hem de kamuoyuna
yeterli bilgiyi sağlayarak bu hususlarda uyanık bulunulmasını temin edeceği, ulusal bilincin
canlı tutulması milleti aynı duygular etrafında toplaması görevi de tarihte ve onun
20
kazanımlarında beklenmektedir. Tarihin pragmatizmiyle açıklanacak kazanımlar milyarlar
harcanarak elde edilemeyecek olan güç (Akbulut, Tarihsiz: 41)olarak görülmekte ve görev
tarihe bırakılmaktadır.
Ülkemizde tarihin algılanışı bakımından A. Y. Ocak’ın “dikkat çekici” görüşleri ise
şöyledir: “Türkiye’de tarih XXI. Yüzyıla girmek üzere bulunduğumuz şu yıllarda bile hala
günümüzden kaçışın bir sığınak yeri, kendisinden kaçılan geçmişin kötü bir habercisi,
sadece yaşanması özlenen çağların bir hikâyesi veya politikacıların nutuklarını süsleyen bir
garnitür olarak anlaşılmaya devam etmektedir. Oysa günümüz dünyasında tarih, artık
geçmişle övünülecek bir araç yahut geçmişten hisse almamızı sağlayacak bir terbiyeci
olarak görülmekten çoktan uzaklaşmış, insanlar ve onların ortaya koyduğu kültürleri analiz
edip yorumlayarak günümüzü sağlıklı bir biçimde kavramaya yarayacak ve ileriye sağlıklı
bakmamızı sağlayacak sosyal bir bilim dalı olmaktadır. Tarihin algılanışı, tarihin
yorumlanılışı ve tarihteki çoklu –ulusal/evrensel, maddi/manevi) - beklentiler tarihin
gerekliliğinin öncüleri ve ödevleridir. Tarih, öncülerin devamını sağlamak/sağlamlaştırmak
ödevinin ulusal ve evrensel değerlerini ahlaksal boyutta tamamlamak için kendi disiplin içi
amaçları - tarih önce kendisi için tarihtir.- ile yürütmek için olmalıdır ve böyle olması
gereklidir (Aksoy,2000;25).
Tarih Bilim mi Sanat mı?
Tarihin ne olduğu ile birlikte tarihin bilim mi ya da sanat mı? olduğunu da
sorgulamak gerekmektedir.
Neyin bilim olduğu neyin olmadığını ayırmak için elde bulunan ölçütler günden
güne değişmekte, bilim camiası, kendilerine böylesine önemli bir iktidar kazandıran
bilimin standartlarını koymakta bir türlü uzlaşamamaktadırlar. Demir’in ifade ettiği gibi;
ortada herkesin sorgulamak bir yana en ufak bir şüphe bile duymadan itaat ettiği bir bilim
de dolaşmayı sürdürmektedir ( 2000: 9).
21
Pozitif bir anlayışa göre “bilim, insanı tüm inanç, önyargı, fikir ve isteklerinden
bağımsız olarak dış nesnel gerçekliği olduğu gibi bilmeye ve anlamaya çalışır” olarak
tanımlanınca tarih bu tanımın dışında kalmaktadır (Dilek, 2003: 1). Bazı pozitivist
tarihçiler Blanks’ın belirttiği gibi “kavramları, genellemeleri, teorileri tarih disiplinine
ulaşılması gereken ideal olarak kabul etmeleri ve tarihçilerin tarihsel problemlere bilimsel
yöntem çerçevesi içinde nesnel olarak yaklaşmaya çalışmaları” onlara göre tarihin
bilimselleşmesi demektir (Dilek, 2001: 15)
Bütün bilimler, o bilimleri ortaya çıkaran, geliştiren ve yaygınlaştıran bilim
adamlarının ürünleridir. Bilimlerin ortaya çıkması, kuşkusuz büyük bir zihinsel emek
birikimini gerektirmektedir. Maddi desteği, ilgisi, zamanı, gerekli ön birikim ve
motivasyonu olan insanlar, belirli alanlara yoğunlaşarak bilimsel bilgi üretmektedirler. Bu
bilgilerin bir kısmı, sadece o alanda uzmanlaşan kişilerin edindiği ve kullandığı, bir kısmı
genel olarak bir kısmı da niçin üretildiği pek bilinmeyen bilgilerdir (Demir, 2000: 11).
Bilim adamlarının, en önemli görevlerinden biri kendi varlıklarını sürdürecek bir
ortam oluşturmak ve meşruiyetlerini sağlama almaktır. Bu yüzden bilim, bilim adamlarının
sosyal kurumlarının meşruluk kaynağıdır. Bilimsel bilginin önemli bir kısmı, sadece
başkalarına öğretilmek için üretilir ve öğretilir. Öğrenenler de onu yine başkalarına
öğretmektir. Yani uygulama alanı başkalarına öğretmektir.
Dilek, tarihsel yöntemin sınırlılıklarından ve kendine özgü özelliklerinden dolayı
tarihte ampirik kavramlar, genellemeler ve teoriler geliştirmenin sosyoloji, psikoloji,
siyaset bilimi gibi diğer bilim dallarına göre çok zor olduğu görüşündedir. Pozitivist bilim
anlayışına göre de tarih birçok nedene sahiptir: Tarihçilerin çoğu tekil problem ve olaylarla
ilgilenirler; genellemelerle ve teorilerle sistematik bir bilgi oluşturma çabasında değildirler
(2001: 15) Buna karşın Carr, “…genellemenin tarihe yabancı olduğunu söylemek saçmadır;
tarih genellemelerle beslenir” diyerek tarihte genellemenin olduğu düşüncesini savunur
(1996: 77) Mr. Elton’un ifade ettiği gibi, “Tarihçiyi tarihi olgular toplayıcısından ayırt eden
genellemelerdir” (Carr, 1996: 77). Yalnız burada genellemenin çok geniş kapsamlı olduğu
22
düşünülmemelidir. Carr’ın da ifade ettiği gibi “Tarih, biricik ve genel arasındaki ilişkiyle
ilgilenir”. Tarihçi olgu ile yorumu bir birinden ayıramaz, birinden diğerine daha fazla
öncelik veremez. Genellemenin can alıcı noktası Carr’a göre şudur ki; onunla olaylar
dizisinden başka olaylar dizisine geçerek tarihten bir şeyler öğrenmeye, ders çıkarmaya
çalışırız. Ders çıkarmak hiçbir zaman tek yönlü bir süreç değildir. Geçmişin ışığında
bugünü, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenme demektir. Fakat özgül olaylar
önceden kestirilmez, o biriciktir, içine rastlantı öğesi girmez (1996: 77–78)
Carr’a göre tarihte diğer önemli bir sorunda kavramlardır. Kavramlar soyut ve
evrenseldir. Fakat tarih boyunca bunlara verilen içerikler, yer ve zaman değiştikçe değişime
uğramıştır. Bu soruna ilişkin pratik çözümler ancak tarihi süreç içerisinde anlaşılabilir,
tartışılabilir (1996: 97)
Tarihteki bilgilerin kesinliği konusunda Burke şunları söyler: “Eskiden sosyologlar
ve antropologlar gibi tarihçiler de olgularla uğraştıklarını ve metinlerini tarihsel gerçekliği
yansıttığını varsayarlardı” (2000: 122). Burke’ye göre bu durum artık filozofların saldırısı
karşısında çökmüştür. Artık tarihçilerin meslektaşlarına göre tarihçilerin ve etnografların,
romancıların ve şairler gibi kurmaca işinde oldukları yani onların da ( bu kuralların
farkında olsunlar ya da olmasınlar) türün ve biçimin kurallarına göre “yazınsal kuramcılar”
ürettikleri savını irdelemek gerekiyor” der (2000: 13). Burke’ye göre, genel olarak
tarihçilerin araştırtmalarında kanıtların yetersiz kaldığı boşlukları bilimsel bir yol
izlemeyerek o bölümdeki olayları “düşünsel” bir şekilde yarattıkları ve bunları “edebi bir
üslupla” yazdıkları kabul edilmektedir. “Yazınsal kurmacalar” adıyla adlandırılan bu tarz
tarihi bilimsellikten uzaklaştırıp sanata daha çok yaklaştırırken, tarihçi için gerçeğe
ulaşmada yöntemsel sınırlılıkları ortadan kaldırmaktadır (2000:123).
Dilek’e göre:
Olayları kanıtlamak ve desteklemek için kanıta ihtiyacı olduğunu düşünen
tarihçiler daha bilimsel davranmaktadır. Sadece tarihçiler ve tarih eğitimcileri
tarih öğretimi için bir takım genellemeler oluşturmalarına rağmen, bilimsel
teoriler hemen hemen tarihte hiç yoktur (Dilek, 2001: 15).
23
Birçok tarihçi, tarih araştırmasında kullanılan yöntemin bilimsel olduğu kadar
kişisel olduğunu söyleyerek tarihin bilim ve sanatın karışımı olduğu konusunda uzlaşmıştır.
Gottschalk bu yüzden gerçeklik olarak tarihi, tarih bilgisinden ayırır. Tarihçi aradaki
boşluğu düş gücü ile olayları olduğu gibi yeniden yapılandırarak veya yetersiz ipuçları ile
doldurur. Burada devreye giren yaratıcılık, hareket nedeniyle sanata yakın olduğunu söyler
(Dilek,2001: 10)
Tarihin sanat mı bilim mi olduğu tartışması 1966’da başlamış olmakla birlikte
halen tartışılmaya devam etmektedir. Carr’ın ifade ettiği gibi “Tarihi bilim dışında sayma
çabasının bilim adamlarından değil de tarihçi ve filozoflardan gelmesi ilginçtir. Onlar tarihi
insan duygularını geliştirici bir edebiyat dalı olarak görmüştür” (1996: 66) Dilek’e göre,
birçok tarihçi, tarih araştırmasında kullanılan yöntemin bilimsel olduğu kadar kişisel
olduğunu söyleyerek tarihin bilim ve sanatın karışımı olduğu konusunda uzaklaşmıştır.
Gottschalk bu yüzden gerçeklik olarak tarihi, tarih bilgisinden ayırır. Tarihçi aradaki
boşluğu düş gücü ile olayları olduğu gibi yeniden yapılandırarak veya yetersiz ipuçları ile
doldurur. Burada devreye giren yaratıcılık nedeniyle sanata yakın olduğunu söyler (2001:
10). Jenkins’e göre bu tartışmanın sebebi; kendilerini bilimsel sosyalistle olarak adlandıran
Marksist sosyalistlerin karşıtları olan burjuva kuramcılarının, bilimselliği yıkmak için
bilimleri baltalamaya başlamasıdır. Kendilerinin de ihtiyaç duyduğu her bilimsel temeli
yıkma pahasına bunu yapmışlardır. Bundan da, bir süre sonra belli bir başarı elde ettikleri
görülür: Bunun sonucunda romantik sanatçıların bilime karşı negatif tutumlarının etkisiyle
tarih gidere bir sanat olarak görülmeye başlanacaktır (1997: 65–66)
White’a göre:
giderek profesyonelleştiği ve uzmanlaştığı için kendini dar biçimde
tanımlanan bir alanda otorite haline gelmesini sağlayacak kaypak belgeler
arayışına kaptırmış sıradan tarihçinin, sanat ve bilimin daha uzak alanlarında
ortaya çıkan son gelişmelerden haberdar olmak için ayıracak zamanı
kalmamaktadır. O nedenle çoğu tarihçi, sanat ile bilim arasında, kendine
arabuluculuk rolünü atfettiği radikal ayrılığın belki de artık meşru bir ayrılık
sayılmadığının farkında bile değildir (Carr,1996: 98).
24
Epistemolojik ve yöntembilimsel açıdan Jenkins’in vurguladığı gibi “sanat-bilim”
tartışmasının artık modası geçmektedir. Ancak bugün hale devam eden bu tartışma
canlılığını, tarihçilerin “kurama ve içe bakışa takındıkları laubali tutum nedeniyle halen
yöntem olarak ifade edilen ideolojik baskılar yüzünden” sürdürmektedir (1997: 66). Bilim
ve tarih ilişkisi hakkında yazılanlar, söylenenler Dilek’e göre tarihin bilimsel olmayan
özelliklerinden dolayı onun değerini eksiltmez. Çünkü bilmenin farklı yolları vardır.
Bilimsel yöntem bazı problemlerin çözümü için geçerli olurken, diğerleri için olmayabilir
(2001: 15). Buna karşın Carr; “Benim önerebileceğim bir çare tarihimizin ölçütlerinin
geliştirilmesi, ...daha bilimsel kılınması, tarih araştırmacılarından daha sıkı isteklerde
bulunmamızdır” görüşünü ileri sürer (1996:100). Bilim adamları, toplumsal bilimciler ve
tarihçilerin hepsi Carr’a göre aynı inceleme alanını farklı dallarına bağlıdırlar: İnsanın ve
çevrenin birbirine etkisini incelemek. Amaç aynıdır: İnsanın çevresini anlaması onun
üzerinde egemenliğini kurmasıdır. “Fizikçinin, yer bilimcinin, ruh bilimcinin ve tarihçinin
varsayımları ve yöntemleri” birbirinden ayrıntılarda ayrılır. Tarihçide bütün bilim adamları
gibi niçin sorusunu sorar (1996:101).
Tarihçiler, bugün ve geleceğin en iyi biçimde ancak geçmişin süzgecinden geçirilerek
anlaşılabileceğini, bunun da ancak kendilerinin yardımıyla başarılabileceğini ileri sürerler.
Onlara göre, aydınlık bir gelecek için tarihin derinliklerine inilmeli, oralardaki karanlıklar
iyice aydınlatılmalıdır. Hatta birçok tarihçi kendisini tarihin içine öylesine gömmüştür ki,
bu tavrı ile ilerde tarih olacak bugün ve gelecekten ilgi ve ilişkisini tamamen koparmakta,
adeta sadece gelecek tarihçilerin nesnelerini zenginleştirmek için uğraştırmaktadır. Bugünü
konuşmak nedense gereksizdir onlar için. Daima geçmişi konuşmak ve sürekli orada
kalmak tarihçilere hayatın akışı içinde yanlışlaşması zor fikirler geliştirmelerine imkân
sağladığı için gizemli bir güvende vermektedir.
Tarihi bilgilerin hareket alanlarını daralttığına inanan düşünürlerde vardır. Onlara
göre, tarih bilgisi “olmasa da olur” kategorisindeki bilgilerdendir. Olan, olmuş bitmiştir,
insanların yönü geleceğe dönük olmalıdır. Demir’in ifade ettiğine göre; “Geçmişte olanları
tahlil etmek ve onlardan ibret almak adına insanlar geçmişe ve geçmişin değerlerine takılıp
kalmamalıdırlar. Hâlbuki yapılması gereken bugünü iyi anlamak ve geleceği iyi tahmin
25
ederek ona göre donanmaktır. Bu yüzden tarih çok önemli bir bilim olarak görülmez”
şeklindedir( 2000: 15–16)
2.2. TARİH YAZIMININ TARİHİ
Tarih, genel olarak “geçmiş zamanlardaki olayların bilinmesi ve kayda geçirilmesi”
olarak kabul edilmiş, en eski tarih yazımının Sümer’de başladığı(Colingwood 1996: 60) ve
yazıyı kullananların daha sonra Mısırlılar olduğu ve sonrasında ise Hititliler de devam
ettiğini söylemek mümkündür. (Halkın, 1989: 17)
Tarih Yazımı tarihin eski zamanlarından yirmi birinci yüz yıla kadar farklı
anlayışlarda ve bu farklılığa uygun paralellikte bir seyir izlemiştir. Eski zamanlardan
yaşanılan zamana kadar yazılan tarih kitaplarında farklı yazım, anlayış ve amaç niyetlerinin
etkilerini kademeli bir şekilde görmek mümkündür.
Tarihin mitolojilerinden arındırılması çabası içinde yazılan ilk eser Herodotos’a
(M.Ö. 460–395) aittir. Daha sonra Thukydides, “Peloponnesoslular ile Atinalıların
Savaşı” adlı eserinde, kişilere mal edilen bazı hayalî diyaloglar içermesine rağmen,
olayların incelenmesinde bazı usûl ve teknikler ortaya konulabilen bir üslûba sahiptir. Eski
Yunanlılarca başlatılan bu tarih yazıcılığına Romalı bazı tarihçiler tarafından devam
ettirilmiştir( Hizmetli, 1982: 21)Bunlardan Polybos (M.Ö. 200–120), Thukydides’in
çizgisini takip ederken, Kaisareialı Evsebios, yazdığı “Yunanlıların ve Barbarların
Evrensel Tarihinin Kısa ve Kronolojik Özeti” adlı eserinde kendine özgü bir anlatım
görülür. Colingwood “Yunan-Roma tarih yazımı bir şeyin nasıl meydana geldiğini hiçbir
zaman gösteremez...” demektedir (1990: 61).
Antik dönemde tarih hem tarih yazımı olarak hem de tarih yazmak üzerine düşünme
olarak başlanmıştır. Thukydides, Herodotos’un kullandığı “historie” sözcüğünün sadece “
tanık olunan ve haber alınan olayların anlatılması” olarak anlaşılmaması gerektiğini,
olayların değerlendirme ve yorumlamayı da içermesi gerektiği üzerinde durmuştur. Bir
anlamda, tarihe bir tür yargılama, geçmişten ders çıkarma rolü verme olarak kabul
26
edilebilir. Thukydides’in tarihe yüklediği rol, tarih üzerinde düşünülmeye başlandığında,
ilk akla gelebilecek yorumdur şeklinde ifade edilebilir. Aristoteles ise tarihi diğer sosyal
bilimlerden ayrı görmenin ilk tohumunu atmıştır denilebilir. Tarihi, akıl bilgisinden,
genellemeler yapan “logos”tan ayırmıştır. Tarih yazımı yani “historiographia” ile “theoria”
arasında uzlaşmaz bir çelişki görmüştür. Aristoteles gerek “Retorik”inde gerek
“Poetika”sında tarihyazımını bir edebi tür olarak ele almıştır. (Tekeli, 1998: 52–53)
Tarihe farklı yaklaşım tarih yazımını geçmişten farklı görme ve çağlara göre yazma
ile araştırma sistemindeki gelişmeler tarih yazıcılığını da etkilemesi kaçılınmaz olmuştur.
Neticesinde tarihin gelişimine paralel olarak, tarih anlayışları da gelişme gösterip
değişmiştir. Özçelik göre; “Bu sebeple ilk çağdan itibaren olayların basit bir anlatım
şeklindeki tarih yazıcılığı anlayışından günümüzün modern tarih anlayışına ulaşılmıştır”
denilebilir (2001: 32).
Tekeli’ye göre:
çok genel çizgileriyle tarihyazımında üç farklı konumun bulunduğu
söylenebilir. Bunların birincisi tarihe bir anlatı (narrative) olarak bakan
yaklaşımdır. Bu, tarihi bir edebi tür olarak kabul eden geçmiş yaklaşımların bir
uzantısı olarak ta görülebilir. Burada geçmişin yaratıcı bir biçimde yeniden
kurulması, betimlenmesi ve bir ölçüde de kurulmaya çalışılan bir duygudaşlık
içinde yorumlanması sözkonusudur denilebilir.
İkinci konum “idiografik” tarihyazımıdır. Bu yaklaşımda tarihsel ve
toplumsal süreçlerin kendilerine özgü sonuçlar doğurduğu kabul edilir. Bu ele
alışta nedensellik açıkça yadsınmaz. Ama her olguyu ortaya çıkaran nedenlerin
sonuçta “sui generis” bir oluşum ortaya çıkarması beklenir. Ya da tarihçi için
ilginç olan “ sui generis” olandır. Zaten bunlar tarih ile sosyal bilim arasında kesin
bir ayrım görürler. Tarihyazıcısı “nomotetik”i aramaya, yani evrensel geçerliliği
olan genel önermeler geliştirmeye çalışırsa, tarih tarih olmaktan çıkar, doğa bilimi
haline gelir. Bu da açıkça görüldüğü üzere Aristoteles’teki bilimler arası ikiliğin
günümüze kadar taşınmış bir biçimidir (1998: 52: 53).
Bu değişik açıklama biçimlerini şöyle sıralayabiliriz;
1- Görgülcü pozitivizm,
2- Gerçekçilik (realizm),
3- İşlevselcilik (fonksiyolalizm),
27
4- Yorumbilgisel (yorumsal-hermeneutik) yaklaşımı eklemek gerekir.
Tekeli’ye göre, Toplumun değişmesine yükselme ve çöküş dönemlerinin birbirini
izlediği bir döngüsellik içinde bakışın en ünlü örneği İbn-i Haldun’un tarih anlayışında
bulunabilir. Bunu Aydınlanma ve sanayileşme öncesi toplumlarında yaşayanların toplumsal
değişmeyi algılamaları için olağan olarak görülebilmektedir. Günümüzün tarihyazımı
içinde bazı kalıntılarına rastlansa bile önemi kalmamıştır denilebilir. Günümüzde hakim
olan ilerlemeci bir bakış açısıdır. Aydınlanma sonrasında doğa bilimlerindeki ve
teknolojideki gelişmelerle ortaya çıkan ilerlemeci bir bakış açısıdır. Aydınlanma sonrasında
doğa bilimlerindeki ve teknolojideki gelişmeler beraberinde bir ilerlemeci ülkücülüğü
getirmiştir. Kant’a göre ilerleme kuramsal açıdan değil, pratik açıdan ele alınması gereken
bir konudur. İnsanlığın gelişimine topluca bakabilmek için başvurmamız gereken yaralı bir
“idea”dır. Toplumun değişmesinin bir ilerleme yönünün bulunduğunun düşünülmesi içinde
gizil bir sakınca taşır. O da tarihteki değişmeye bir ereklilik yüklemektir. Değişmeye bir
ereklilik yüklendiğinde insanda büyük bir ölçüde şeyleştirilmiş olur. Bu tür eleştiriler
üçüncü değişme modelini ortaya çıkarmıştır. Tarihe, belirsiz bir çeşitlilikteki olguların
belirsiz bir akışı olarak bakmak postmodernizmin görüşü olarak özetlenebilir(1998: 53–
67).
Böyle bir ortamda tarihin laikleşmesi konusunda ilk adımı atan J. Bodin (1537–1597)
olmuştur. Tarihi Antikçağ, Ortaçağ, Yeniçağ diyerek yeniden dönemlere ayırmıştır.
Tekeli’ye göre, böylece tarihin inceleme alanı genişlemiş, yeni konularla ilgili tarihi yazılar
yazılmaya başlanmış; kentlerin, prensliklerin, krallıkların daha sonraki dönemlerde
ulusların tarihi yazılmıştır. Yalnız uluslaşma sürecinde önemli bir problem tarihin ideolojik
amaçlar için yazılmasıdır. Bu durum o an için tarihe edebi bir tür olarak bakıldığından
sorun yaratmasa da daha sonraki dönemde tarihe bir bilim olarak yaklaşılması durumunda
sorgulanmaya başlanmıştır (1998: 53- 67).
Iggers, Batı dünyasının XIX. Yüzyıl başında, tarih araştırmalarını profesyonel bir
disipline dönüştürürken bir yandan da tarihsel araştırma, yazma ve düşünce yöntemini
farklılaştıran yeni bir değişim gerçekleştirdiğine değinmiştir. Tarih yazmanın o güne kadar
28
gelen iki geleneği vardır; eğitimli ve antik, diğeri de edebi olmasıdır. Alman
üniversitelerinde ortaya çıkan yeni tarih disiplin tarihin “eğitimli” yönünü vurguluyor ve
eğitimi “dar antikçilikten” özgürleştiriyor aynı zamanda tarihin “edebi niteliği”ni ortaya
koyuyordu (2000: 23). Burada bahsedilen anlatı biçimindeki tarih yazımı Tekeli’ye göre,
Thukydides’e kadar gider. Ama bunun bilimsel bir tarih yazımı olarak geliştirilmesi, on
XIX. yüzyılda Ranke tarafında gerçekleştirilmiştir. Ranke tarihi iç tutarlılığı olan bir anlatı
kurmak olarak görmektedir. Ona göre tarihte etkili olan güçleri soyut terimlerle tanımlama
olanağı yoktur. Onlar gözlenerek, onların varlığına ilişkin bir duygusal bir bağ geliştirilerek
tanımlanabilir. Bu nedenle tarih, olaylar üzerinde durmalıdır. Bunları anlamlı bir biçimde
sunmanın yolu anlatıdır. Tarihteki olayların yeniden kurulmasında dikkatli bir belge
değerlendirilmesine dayandırılmalıdır. Ranke’nin tarihi, siyasal olaylar anlatısı halinde
gelişmiştir. Anlatı biçiminin siyasal olaylar tarihine uygun olduğu açıktır. “Anlatı biçiminin
olanakları sadece siyasal tarih içinde tüketilmez”. Tekeli, XIX yüzyıl tarihçisinin anlatı
biçimini seçip incelediği belgeler ve bilgiler arasında yer alan öyküyü çarpıtılmamış bir
biçimde ortaya koymak gibi bir görevi olduğuna inanır. Eğer bunu yapamıyorsa tarafsız
olamadığına inanır. Ona göre “Kamusal söylem dönemi tarihçisi böyle düşünme olanağını
kaybeder”. Bu yüzden tarih “…her kültürün kendi geçmişiyle ilişki kurma biçimidir”. Bu
sebeple hayal gücüne açıktır. Yani tarih günümüzden geçmişe doğru kuruluyor demektir.
Zaman içinde tarih, yeniden yazılacaktır. Oysa anlatının kurgusu geçmişten günümüze
doğrudur. İkna ediciliğini olayların zaman içinde sıralanmasından alır. Bu durumda anlatı
biçiminin kullanılması kendi içinde bir samimiyetsizliği taşıyacağı söylenebilir (1998: 68–
69).
Ranke, bu dönemde toplumsal tarihe açıkça bir tepki koymamış olabilir; ama
kitapları genellikle devletin üstünde odaklaşmıştır. Siyasi tarih ön plana çıkmıştır.
“Ranke’yi toplumsal tarihten bu kadar uzaklaştıran neydi?”sorusuna Burke, şu tür
açıklamalar getirmeye çalışmıştır: Bu dönemde “Avrupa hükümetlerinin, tarihi ulusal
birliği geliştirmenin, yurttaşlık eğitimin bir aracı olarak ve milliyetçiliğin propaganda aracı
olarak görmeye” başlamışlardır (2000: 5). Burke’ye göre siyasi bir tarih yazılmasının ikinci
nedeni düşünseldir. Ranke’nin yaptığı bu tarihsel devrimle artık eski vakayinameler yerine
tarihçiler, hükümetin resmi kayıtlarından faydalanıyorlardı. Bu yüzden düzenli olarak
29
arşivlerde çalışmaya başladılar. Elde ettikleri belgelerin güvenilirliğini ölçmek için bir dizi
teknik geliştirirler. Bu teknik standartlarla bağdaşmayan herşeyi görmezlikten gelirler.
Kendi yazdıklarının daha bilimsel olduğuna inandılar. Toplumsal tarihinde bilimsel olarak
incelenemeyeceği ileri sürerler. Ranke’nin okulunda devlet tarihçileri kendilerini toplumsal
tarihçilerden daha üstün görmektedir. G. M. Travelyen toplumsal tarihi “siyaset dışarıda
bırakılınca bir halkın tarihinden geriye kalan” diye tanımlaması o dönemde kötü
ünlenmiştir (2000: 5–6).
Iggers, Ranke’nin siyasi tarihi ön plana almasına farklı bir boyuttan bakarak
nedenler öne sürmüşlerdir. Iggers’e göre, Ranke, Fransız Devriminin ve Napoleon
Dönemini takip eden restorasyon döneminin çocuğuydu. O’nun devlet kavramı, 1848
öncesi Prusya’nın siyasal gerçeklerine dayanıyordu; bunlar temsili kurumların
oluşturulmasından ve kaçınılmaz toplumsal sonuçlarıyla birlikte sanayileşmenin
gerçekleşmesinden önceki gerçekliklerdir (2000: 4). Iggers’e göre, bütün bu sebepler
siyasi tarihin ön plana geçip toplumsal ve ekonomik koşullardan soyutlanıp devletin resmi
belgelere dayanmasının sebebini oluşturmuştur. Burke’nin ifadesine de dikkat edersek
görülmektedir ki, ulusal tarihin öğretilmesi devletin siyasal sistemini bütünleştirip
pekiştirmektedir. Hükümetlerde doğal olarak böyle bir tarih türünün giderlerini
karşılamaya hazırdılar. Tarih devletin tarihidir. Özellikle Almanya, İtalya, Fransa, İspanya
gibi daha eski devletlerde devlet eliyle desteklenen tarih araştırmaların profesyonelleşmesi
ile bu araştırmaların üniversitelerde ve araştırma merkezlerinde yoğunlaşmıştır. Bu
araştırmalarda önemli olan tarihin bilimselleşmesidir. Yalnız burada tarihçilerin bilim
kavramı doğa bilimcilerin bilim kavramından farklıdır. Tarihçiler için tarih doğadan temelli
bir farklılık göstermektedir; zira bu disiplin, tarihte rolü olan bireylerin niyetlerinde,
toplumu bir arada tutan değerlerin, geleneklerin, adetlerin içeriğinde yer alan anlamlarla
uğraşmaktadır. Tarih, ele aldığı zamandaki somut kişiler ve somut kültürleri inceler. Fakat
tarihçiler yöntembilimsel olarak denetlenen araştırmanın nesnel bilgiyi mümkün kıldığı
konusunda genel olarak hem fikirdiler. Diğer bilim adamları gibi tarihçilere göre de “nesnel
gerçeklik”, geçmişin “fiilen ortaya çıktığı şekilde” kurulması anlamına gelmektedir ( 2000:
1–2).
30
Thukydides ve Gibbon, Iggers’e göre, şu üç temel varsayım paylaşmaktadır:
1) Her ikisi de tarihin gerçekten var olan kişileri ve gerçekten icra edilmiş
eylemleri ortaya koyduğunu benimsemesiyle, gerçekle örtüşme kuramını kabul
etmektedir.
2) Her ikisi de insani eylemlerin aktörlerin niyetlerine ayna tuttuğunu kabul
ediyor ve tutarlı bir tarihsel anlatı kurmak istiyorsa, tarihçinin görevi bu niyetleri
kavramak olduğunu öngörmektedirler.
3) Her ikisi de sonraki olayları tutarlı bir silsile içinde öncekileri izlediği tek
boyutlu, diakronik bir tarih anlayışına sahiptir(2000: 3).
XIX. yüzyılın sonunda kurumsal bir niteliğe sahip olan tarih yazımının dayandığı
önyargılar Iggers’in ifade ettiği gibi, eleştirel bir gözle incelenmeye başlanmıştır. Tarih
yazımında genişlemiş topluma, ekonomiye ve kültüre daha geniş yer ayrılması konusunda
yaygın bir anlayış ortaya çıkmıştır. Tarihin “görgül sosyal bilimlerle” daha yakından ilişkili
olması gerektiği ileri sürülmüştür (2000: 19). Tekeli’ye göre “görgülcül pozitivizm
yaklaşımını benimseyenler, değişik çevresel ve toplumsal etkiler altında, araştırmadaki
bireyin davranışlarının gözlenmesine dayanarak genellemelere giderler... yasaları
kullanarak tarih içinde olguların nedenlerini açıklamaya çalışırlar” (1998: 55). Iggers’e
göre yalnız onlar eski tarih yazımının iki temel varsayımını hiç sorgulamamışlardır.
Bunlardan biri tarihin profesyonel bir bilim olması düşüncesi diğeri de tarihin kendisini bir
bilim olarak düşünmesi gerektiğine dair varsayımlardır. Tarihin daha profesyonel ve daha
bilimsel olmasına yönelik tartışmalar Almanya’da Karl Lamprecht 1891’de yayınlanan
Deutsche Geschichte (Alman Tarihi) adlı yapıtın çevresinde oluşan çekişmeyle
şiddetlenmiştir. Lamprecht, geleneksel tarih araştırmacılığın iki temel ilkesini
sorgulamaktadır: Devlete verilen merkezi rol ile kişiler ve olaylar üzerine yoğunlaşma.
Lamprecht, doğabilimlerinde bilimsel yöntemin kendisini yalıtılmış yörüngelerin
betimlemesiyle kısıtladığı çağın artık çok gerilerde kaldığını öne sürmektedir. Tarih
araştırmacılığı da aynı şekilde, betimlemeci yöntemi daha kapsamlı bir yöntem ile ikame
etmek zorundadır. Kültürü, toplumu ve siyaseti kucaklayan geniş kapsamı ve kolay
okunması sayesin de, Deutsche Geschichte geniş bir kamuoyundan son derece olumlu bir
tepki görmüştür. Ama aynı zamanda profesyonel tarihçilerin çoğunun da şiddetli itirazıyla
karşılanmıştır. Bu tarihçiler eleştirilerini iki gerekçeye dayandırmaktadırlar: Birincisi, bu
31
yapıt, alelacele ve üstünkörü yazılmış olduğu varsayımına yol açacak, ama temel tezlerini
ille de geçersiz kılacak nitelikte olmayan pek çok hata ve dikkatsizliği içermesidir. İkincisi,
Alman tarihinin antikçağdan beri tarihsel gelişmenin önceden saptanmış yasalarını
izlediğini kanıtlamak için son derece spekülatif bir kolektif psikoloji kavramının
kullanılması nedeniyle, yapıtın temel tezlerinin de eleştiriye açıklığıdır. Lampercht’e göre,
daha önceki bilimsel ya da akademik tarihsel araştırma yaklaşımı, tarihçi tarafından
gözlemlenen görüntülerin ardında, tarih tutarlılığını kazandıran büyük tarihsel güçlerin ya
da “idea”ların işbaşında olduğu yolunda bir metafizik varsayımına dayanmaktadır. “Yeni
tarih bilimi,” tarihi sistemli sosyal bilimlerle aynı sıraya koymayı amaçlamaktadır. Bununla
birlikte Onun kitabının temel kavramı olan Volkseele (ulusal ruh) , köklerini ciddi sosyal
bilimlerden çok, Alman romantik felsefesinden almaktadır. Bu nokta, tarih çalışmalarında
sosyal bilim yaklaşımlarını açıkça desteklemiş olan Max Weber’in, Lamprecht’in Deutsch
Geschichte’sini spekülatif bir saçmalık olarak görmesine ve Lamprecht’i, “iyi bir şeyi,
yani tarihsel çalışmayı daha büyük kavramsallaştırmaya doğru yönlendirme çabasın
yıllarca iflah olmayacak bir biçimde bozmakla” suçlamasına sebep olacaktır (2000: 32–33)
Burke’ye göre Lamprecht’in siyasal tarihin tekelini kırma girişimi başarısızlığa uğramıştır;
fakat ABD’de özellikle de Fransa’ da toplumsal tarih kampanyası daha olumlu
karşılanmıştır (2000: 14).
Iggers’e göre, Fransa ve Amerika da tarihçiler, tarih yazımı ile sosyal bilimler
arasında daha yakın bir ilişki kurmaya daha açık olduklarını göstermişlerdir(2000: 35). Hiç
kuşku yok ki, bu ülkelerdeki çok farklı siyasal ortamın da bununla bir ilgisi vardır.
Burke’ye göre, Fransa’da 1920’ler, Strasburg Üniversitesi’nden iki profesörün, Marc Bloch
ile Lucien Febvre’in önderliğinde bir “yeni bir tarih” hareketinin oluştuğu yılardır (2000:
15). Iggers’ göre, Fransa’da üniversitelerde uygulandığı şekliyle geleneksel tarihsel
araştırmaya karşı mücadelenin öncülüğünü sosyoloji yapmıştır (2000: 35)
XX. yüzyılın ilk yarısında köklerini Almanya’dan alan “historicist” düşünce tarzı
Özbaran’a göre, Dilthey ve Croce’nin yazılarıyla bir hayli taraftar bulmuştur. Öte yandan
bu Alman idealist düşünce tarzına karşı yeni yollar aranmasında 1917’de Marksist görüşün
önemli etkisi olmuştur. Getirdiği yeni yaklaşımla özellikle ardı ardına gelen politik
32
olayların birbirinden bağımsız olarak işlenmesi yerine, birbiriyle iç içe uzun dönemlerde
incelenmesini önerir. Sosyal ve ekonomik oluşumları, halkın yaşantısındaki maddi durumu,
teknoloji ve iktisadın, insan topluluklarının tarihteki önemli rollerinin ortaya çıkarılması ve
toplumdaki sınıf çatışmasının incelenmesiyle açıklanabileceğini savunur. Kronolojik tarih
anlatımı yerine teorik açıklamalar vaat edip tarihçileri yeni yönlere itmiştir. Ancak bu
yaklaşım tarzının da, zamanla tarih gelişim sosyal kompleksine cevap veremediği,
kavramların kalıplaşmış kaldığı ortaya çıkarılmıştır. (1992: 32). Iggers’e göre, Weber,
Hegel’in ya da tarihi akılcı bir topluma göre ilerleyen bir süreç olduğu görüşünü
reddetmesine karşın, hiç değilse İbrani ve Grek antikçağından beri Batı dünyasının
tarihinin, geri çevrilmez bir “entelektüelleşme” ve “akılcılaşma” sürecinin damgasını
taşıdığına inanmaktadır. Dolayısıyla, Condorcet, Hegel ya da Marx tarihin başarıya doğru
ilerlediğine veya Ranke ve Droysen’in insanın içinde akılcı bir şekilde yaşayabileceği bir
düzeni ortaya çıkaracağına ilişkin iyimser inançları kabul edilmese bile, tarihte süreklilik
ve tutarlık olduğuna ilişkin historicist inançtan kopmanın, aslında kesinlikle bir kopma
olmadığı anlaşılmaktadır. Böylece Weber, kötümserliğine ve kuşkuculuğuna karşı, 19.
yüzyıl tarihini, ya da en azından Batı tarihini belirleyen tutarlılık konusundaki kilit
kavramları sürdürür. Her ne kadar, onun için bilim ve sosyal bilim felsefi ya da ahlaki
sorular sormasa da, bilimsel ve sosyal bilimsel araştırmanın, kültürler üstü geçerliliğe sahip
bir mantığı izleyen “nesnel” karakterine inanmaya devam etmektedir (2000: 41).
Iggers’in ifade ettiği gibi Weber’e göre, sosyal bilimcinin sorduğu soruların sahip
olduğu değerleri yansıttığı doğrudur; ne var ki, fiili araştırma ve bulgularında nesnellik ve
yansızlık için çaba göstermesi gerekir. Fakat bilimin yalnız yansızlıkla değil, aynı zamanda
nedensel açıklamayla da ilgisi vardır. Yeni Kantçı gelenekte, Weber nedenselliğinin nesnel
gerçeklik içinde bulunduğunu kabul etmeyerek, onu daha çok bilimsel düşünce
kategorilerinde aranmakta yanadır. Bu anlamda, bilimsel araştırmanın hayatı unsuru,
yönteminde gizlidir. Her bilim belirli bir kültüre kök salmış olmakla birlikte, yöntemleri,
tekil bir toplumun ya da kültürün sınırlamalarını aşkın bir geçerlilik ve nesnellik derecesine
sahip olduğu düşüncesindedir.
33
Weber şu gözlemi yapar:
Sosyal bilimlerde yöntemsel olarak doğru olan ve doğruluğunu koruyan bir
kanıtın amacına ulaşmış sayılması için, bir Çinli tarafından bile doğru kabul
edilmesi gerekir; ama öte yandan aynı Çinlinin bizim ahlakı zorunluluk
kavramlarımıza karşı tümüyle sağır kalması mümkündür (Iggers, 2000: 40–41).
Marc Bloch ile Lucien Febvre’nin kurdukları dergi olan, “Annales d’histoire
economique et sociale de, geleneksel tarihçileri eleştirmekten hiç yılmamışlardır. Burke’nin
ifadesine göre, Laprecht, Tuner ve Robinson gibi Febvre ve Bloch da siyasal tarihin
egemenliğine karşıdırlar. Onların tutkusu, bunun yerine, “daha geniş ve daha insani bir
tarih”i, bütün insan etkinliklerini kapsayacak ve olayların anlatılmamasında çok “yapıları”
çözümlemekte uğraşacak bir tarihi geçirmektir. O zamandan bu yana, “Annales Okulu”nun
Fransız tarihçileri “yapı” terimini çok severek kullanmışlardır (2000: 15)
Iggers’e göre, Annales okulunun Lucien Febvre ve Marc Bloch ile yaptıkları ile
sonraki Annales Arassındaki bir süreklilik bulunmasına karşın, Annales bakış açısının
seksen yıl boyunca aynı kaldığı izlenimi verilmemelidir. Annales tarihçileri XX. yüzyılın
tarihsel düşüncesindeki en önemli dönüşümleri temsil ederler, ama bunlara kendi özgün
karakterlerini vermişlerdir. Tüm dünyadaki tarih yazımında çok önemli etkiler yapmışlar ve
bunun karşılığında tarihsel perspektifteki değişimlere de katkıda bulunmuşlardır. Annales
tarih yazımında, Febvre’nin ilk çalışmalarından bu yana dört tarihçi kuşağını yansıtan dört
farklı evre ayırt edilebilir ama akılda tutulması gereken nokta, her bir kuşaktaki tarihçilerde
görülen ve çalışmalarını yürüttükleri entelektüel bir ortamdaki değişimleri yansıtan bakış
değişimleridir (2000: 58).
Febvre ile Bloch’un tercihleri farklı olmakla birlikte Burke’ye göre her ikisi de
tarihçilerin komşu disiplinlerden bir şeyler öğrenmesini istemişlerdir. Her ikisi de
dilbilimle ilgilenmişlerdir. Her ikisi de filozof-antropolog Lucien Levy Bruhl’ün “ilkel
zihniyet” incelemlerini okumuşlardır (2000: 15).
34
Özbaran’ın ifade ettiği göre, Annalesciler “historisicm”indeki yarı bilimselliğe,
sübjektifliğe ve sezgiye pek yer verilmemişlerdir. Annales anlayışına göre, vakaların
kronolojik tarihi açıktır bunların ötesine gidilmelidir. Diğer bilim tarih, iktisat, psikoloji ve
benzeri dalların metotları kullanılmalıdır. Belgelerin sınırları dışına çıkılarak insanı
etkileyen bütün unsurlar kullanılmalıdır. Tarih belgeden olduğu kadar dil, ülke yapısı ve
insan karakteri ve benzerlerinden yararlanılarak yazılmalıdır (1992: 33). Bu yeni tarih
okulu Iggers’e göre, insan faaliyetlerini bir bütün olarak incelemektedir. Annales tarihçileri
tarihte değişim sürecinden ziyade bu süreçte belli bir çağ ya da kültürle ilgilenmişlerdir.
Araştırmalarında üstün batı ve ulusal birlik duygusunu sağlayan ulusa pek rastlanmaz.
Annales tarih yazımı ya bölgeseldir ya da uluslar üstüdür. 1960’lardan etkilenen
Annalesçiler tarihin bir sosyal bilim olması için nicelleştirmenin gerekli olduğuna
inandılar. Temel kültürün maddi taraflarını vurgulayarak Annales geleneklerine iyi temel
buldular. İkinci kuşaktan sonra gelen üçüncü kuşakta tarihsel antropolojiye yönelmiş bu
kuşak neredeyse artık yok olma ile başbaşa kalmıştır (2000: 57–59).
XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Almanya’da başlayan eleştiri kuramı ve
toplumsal tarihle ilgili çalışmalar Özbaran’a göre, Klasik Alman kültürü, idealist felsefenin
kökleri ve Alman siyasetinin akışı içinde yoğrulmuştur. 1960’lara kadar Almanya’da
birçok tarihçi eski geleneklerine bağlılıklarını sürdürür, sanayi öncesi demokrasi öncesi
çağın gereklerini yerine getiren bir anlayışa sahiptir. 1848 devriminin başarısızlığı
Bismarck’ın öncülüğünde Alman birliğinin sağlanması tarihçilerin devletin ve uluslararası
ilişkilerin merkez üzerindeki önemi toplum tarihi üzerinde etki yapmıştır. Yalnız bu toplum
tarihi ekonomi içerisinde hapsedilmiştir. Ekonomi zamanla yerini siyasete bırakmıştır.
Bunda etkende Nazi diktatörlüğünün nasıl oluştuğununa yönelik olan meraktır. Bu da
modern Alman tarihi açısından çok önemlidir. Bu nedenle siyaseti çalışmaların merkezine
koyarlar. Siyaseti toplumsal güçler ve modernizasyon sorunlarıyla birlikte incelerler. Bütün
bu değişik tavırlara rağmen tarihçilik, yirminci yüzyılın ilk yarısını kapatırken bir asır
öncesine göre pek büyük mesafeler almamış gibi görünmektedir. Eskiçağ ile ilgilenen ve
bu arada tarihçiliğin bazı meselelerine değinen A.D. Momigliano ünlü Alman tarihçi
Ranke’den aşağı yukarı yüzyıl sonra, 1950’lerde tarihçiliği dile getirirken, akademik
yönden kaynak kritiğinde pek fazla değişiklik olmadığını öne sürmektedir. Dil bilimi
35
çalışmalarında belirgin bir incelik kendini gösterdi. Ancak günümüz tarih çalışmaları
geliştirilmiş kurallara pek önem verilmeden yapılıyor. Marksistler tarih yorumunda kesin a
priori’den (önsel-deney öncesi) vazgeçmediler. Irkçılık tarih yaklaşımında diğer kötü bir a
priori’dir (1992: 33).
Iggers’e göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl içinde, Annales çevresindeki
birçok tarihçi güvenilir, nesnel bilgi vaat eden sosyal bilim yaklaşımlarının büyüsüne
kapıldılar. Braudel’in çok uzun ömürlü yapılar ve kültürün maddi temeller üzerindeki
vurgusu, bu bilimselcilikten bağımsız değildir. Bloch ve Febvre’den Le Goff, Duby ve
günümüze değin uzanan, ağırlıklı olarak sanat, folklor ve adetler gibi kaynaklara dayanan
ve bu yüzden de daha hassas, nitel düşünce yöntemlerini teşvik eden, güvenilir bir biçimde
yerleşmiş bir gelenek vardır. Bu tarihçilerin yapıtları, tarih ile edebiyat arasında uçurum
üzerine bir köprü kurmaya yardım etmiştir. Bu yapıtların güçlü antopolojik tonu, Annales
tarih yazımının, sosyal bilim düşüncesinin büyük bölümünü karakterize eden bilimselciliğe
yenik düşmesine engel olmaktadır. Bütün tarihi boyunca Annales, bilimsel ve teknolojik
beceriler üzerine inşa edilmiş bir Batı uygarlığının üstün niteliklerine ölçüde uzak kalmış
olduğu gibi, sosyal bilim kuramının büyük bölümü için çok merkezi nitelikteki
modernizasyon kavramlarından da uzak durmuştur. Tam tersine, Annales tarihçileri
ağırlıklı olarak modern-öncesi dünya üzerinde odaklanmıştır. Belki de, 1970’lerden sonra,
sosyal bilim tarihinin temel varsayımlarının sorgulanmaya başladığı bir dönem de
Annales’e karşı uluslar arası düzeyde uyanan ani ilgiyi açıklamaya yardım edebilecek olgu
da budur (2000: 64–65).
İşte, tarih ilmi de bu kademeli gelişen süreçlerinden geçerek değişim basamaklarını
aşıp günümüze gelmiştir. Bernheim’e göre ancak, tarihteki bu büyük gelişimin yanlış
anlaşılmaması gerekir. En eski çağlardan beri kısmen eski Yunan ve Romalılarca geç
zaman tarihçilerine oranla daha çok sanatkârane tarih yazılışı çoğu kez tarihteki bu
gelişimin yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır. O güzel eserlere rağmen, tarihsel bilginin
tarihi gelişiminin (1936: 4–5) zaman seyri içinde “geçmiş”te farklı olmuş ve ondan
bağımsızlaşarak uzaklaşmaktadır. Bu yüzden aynı soruşturma nesnesi farklı kişiler
tarafından farklı şekilde ele alınabilmiştir. Bir manzara coğrafyacılar, sosyologlar,
36
tarihçiler, sanatçılar, iktisatçılar vs tarafından farklı biçimde okunabilinmiş
yorumlanabilinmiştir ( Bernheim, 1936: 4–5). Tarih ile “geçmiş” arasında her birinin kendi
içinde zaman, mekân dışı yorumları vardır. Tarih söz konusu olduğunda tanığı tarih
yazıcılığıdır. Tarih geçmişe dair ondan farklı bir söylem biçimi olarak varlığını
sürdürürken geçmiş olup biten bir şey olarak görülmüş, tarihçilerin uğraşıları ondan
çıkardıkları şey olarak adlandırılmıştır. Bundan dolayı tarih yazımı metinler arası dilsel bir
kuruluş olarak varolmuştur. (Jenkins,1997: 19). Dilsel bir kuruluş olarak var olacağı
düşünüsel tarih, sübjektif bir kurgunun ürünü olacak ve yazan ile yazılan zamana göre
değerlendirilecektir.
İslâm Dünyasında Tarih Yazımı
İslâm’da tarihçiliğin gelişimi, temel kaynakların, yani Kur’an’la ve hâdiselerin
kaydıyla başlamaktadır. Bizzat Kur’an’da çeşitli kavimler, dinler ve peygamberlerle ilgili
bilgiler verilirken, aynı zamanda ilginç yorumlar yapılmaktadır. Hâdiselerin toplanması işi,
Hz. Muhammed’in yaşadığı devri içine aldığı için, bu çalışmalar o zamanki İslâm tarihinin
yazılması da demek olmuştur. Doğrudan İslâm tarihi yazımına geçiş teşkil eden çalışmalar,
siyer, megazî, tabakât ve tercim türü kitaplardır. İlk siyer yazarları olan Ürve, Eban b.
Osman ve Zühri gibi kişiler, Hz. Muhammed’in hayatına ait bilgileri toplayıp yazılı olarak
kaydetmişlerdir.
Hizmetli’ye göre, Hz. Muhammed’in hayatını konu edinen çalışmalar, onun yakın
çevresini, ilk Müslümanları, arkadaşlarını, savaşçıları, yaşadığı zamanı ve olayları, hatta
Reşîd Halifeler dönemini de içine almışlardır. Bütün bunlar, hem İslâm tarihinin kaynakları
hem de ilk İslâm tarihi yazım başlangıçlarıdır. İslâm tarihçilerinin Hz. Muhammed devrini
daha iyi anlamak istemeleri, onları İslâm öncesi uygarlıkları tanımaya yöneltmiştir. Siyer
ve megazî kitaplarının yanı sıra futûh kitapları ve Peygamberler Tarihi yazma geleneği
İslâm tarihçiliğine eklenmiştir. Genel tarihçiliğe doğru giden bu çalışmalar sonunda
rivayetçi tarih yazıcılığı, yani vakanüvislik başlamıştır(1991: 43–52).
İslâm tarihinin bir bilim olarak ortaya çıkması, VIII. yy. sonunda yazılan eserlerle
başlatılır. IX. yy. ise diğer İslâm bilimlerinde olduğu gibi İslâm tarihçiliğinde de bir dönüm
noktasıdır. Bu yüzyılda, daha önceki mevcut İslâm tarihi kaynakları bulunup
37
değerlendirilmiş, büyük hacimli eserler yazılmıştır. Yazılan bu eserler İslâm Tarihi’nin
köklü bir bilim dalı olması ve gelişmesi yönünden önemli rol oynamışlardır. (Şahin, 1993:
11 vd; Togan, 1969: 59; Şeşen, 1998: 21).Bu tarihlerin ilk örnekleri -genel tarih- niteliğini
taşırmaktadır. Sonraki örnekler içerisinde zaman, mekân ve toplumla sınırlı olarak
yazılanlar bulunmaktadır.
Togan’a göre. X. yy.dan itibaren yazılan İslâm tarihleri içinde, konuların tenkitçi
biçimde ele alındığı örnekler ortaya çıkar: Yakubi, El-Birunî, İbn Haldun bu grupta yer
almaktadır (1969:172). Hizmetli’ye göre ise, İbn-i Haldun İslam dünyasında, ilmi tenkit
ilkeleri orta koyan ve tarihin “tenkid usülleri”ne göre yazılması gerektiği fikrini savunan
ilk alim olarak tanınmaktadır. Aslında, İbn-i Haldun’un tarih düşüncesinde etkili olan
unsurlardan birisi, insan ve cemiyet kavramıdır; ibtidai insan, Umran’a hizmet etmiş
medeni insan ve insan toplulukları… Bu yönüyle onun tarih felsefesinin itici güçleri “tarihi
olgular” ve “sosyal olaylar”dır. Ona göre tarih, hüküm sahibine hak ve batıldan birini seçip
yaşama zorunluluğu getiren haber hükümlerini ihtiva eder ve onların rol oynadığı bir bilgi
meydanıdır. İşte eşyanın gerçek yüzüyle iyice bilinmesini sağlayan bu haber hükümleriyle
uğraşır. Zira tarih doğru bilginin asıl kaynağıdır, olağan olayların olanaklığı, olağan
olmayanların da fanteziliği yine tarihle öğrenilmektedir(1991: 82–84). Togan’ın ifade
ettiğine göre, İbn-i Haldun’un tarihçiliğinin önemli unsurlarından biri de “illiyet” ve
“muayyeniyet” esaslarıdır. O, hem dini illiyete hem de tabii ve içtimai illiyete önem verir.
Her sosyal hadisenin Allah’ın iradesine bağlı olarak meydana geldiğini söyleyen İbn-i
Haldun, her içtimai vakıanın bir Kur’an ayetinde ifade edildiği belirtilir (1969: 175).
Hizmetli’nin ifade ettiği gibi İbn-i Haldun’a göre, hemen bütün tarihçiler, işittiklerini
ve önceki kitaplarında okuduklarını, “olağanı olmayacaktan ayıran tabii melekelerini
kullanmadan” yayınlamışlardır. Oysa anlatılanları ve işitilenleri çeşitli yönlerden
karşılaştırıp değerlendirmek, sonra kabul etmek icap eder. Ayrıca haberlerin ve işaret
ettikleri olayların fiziki ve ruhu durumlarını göz önünde bulundurmak lazımdır; devamlılık
ve bağımlılık özellikleri doğrultusunda hadiseler ele alınmalıdır. Ne var ki bu özellikler,
hadiseleri sadece yaşadıkları devrin ufkunda gören tarihçilerde yoktur. Ayrıca İbn-i
Haldun, önceki tarihçilerin birçok konuda yanıldıklarını bildirir. Onlardan tarihçiliğin
esaslarını yazılarında uygulamalarını ister (1991: 85).
38
İbn-i Haldun Mukaddime’de şunları yazar:
Tarih, birçok kaynaklara, çeşitli bilgilere, güzel düşünceye ve kararlılığa
muhtaçtır. Çünkü haberler ve rivayetleri konusunda yalnızca nakle dayanılır da
an’anelerin esasları, politik kurallar, umranın tabiatı ve insan topluluğundaki
haller hakem kılınmaz, bu hususta gaib olan şahid olana, hazır olan geçmişe
kıyaslanmazsa, bu konularda hataya düşmekten, yanılarak doğruluktan
uzaklaşılmaktan kurtunulmaz. Tarihçilerin, tefsircilerin ve nakilcilerin
hikâyelerde ve vak’alarda hataya düşmelerinin sebebi, çoğunlukla zayıf ve sağlam
demeyip sadece nakle dayanmaları, bu hususları asıllarıyla karşılaştırmayıp
emsalleriyle mukayese etmeyip, hikmeti esas almayıp, kâinatın tabiatına
bakmayıp yalnızca nakli almalarıdır. Bu yüzden haktan saptılar, vehim ve hata
sahrasında birbirleriyle yarıştılar. Özellikle anlatımlarda geçen askerlerin malların
sayılarını sıralarken bu durumda kaldılar, çünkü bu konularda yanılma ve yalan
daha kolaydır. Mes’udi, Taberi ve öteki tarihçilerin israiliyatları ile ordular
hakkında verdikleri haberler buna örnek gösterilebilir. Onun için, bu ilimle
uğraşan siyasetin kuralları ve varlıkların tabiatlarını bilmek durumundadır.
Yaşayış şekilleri, ahlak, din, gelenek, mezhep ve öteki haller itibariyle milletler,
ülkeler ve çağlar arasındaki değişiklik hakkında bilgi sahibi olması, geçmişteki
durumları mevcut duruma bakarak kavranması, geçmiş ve şimdiki durum
arasındaki uygunluk ve arılık koşullarını bilmesi, milletlerin ve devletlerin ortaya
çıkış sebeplerine, o devleti yönetenlerin durumlarına ve haberlerine vakıf olması
icap eder. Sonunda, yaptığı karşılaştırma ile haber ile olay arasındaki uyumu
tespit eder. Günlerin geçmesi ve çağların değişmesi ile millet ve toplulukların
durumlarının da değişeceği hususunun dikkate alınmaması tarihteki önemli
hataların sebeplerindedir ve dikkatli olunması gerekir (2004: 27–28)
İslam tarihine bakıldığında görülüyor ki, ilk Müslümanları harekete geçiren, İslami
bir dünya dini yapan kitlelere heyecan veren unsur, İslami ideolojidir. Fakat bu ideoloji
Şahin’e göre; Peygamber’in tebliğ ettiği İslami idealler, sonraki asırların ince ince işlenmiş
ilahiyat teorilerinden tamamen ayrıdır. İslam’ın o zamanlardaki durumunda esas olan
teoloji veya ilahiyat meseleleri ile meşgul olmaktan çok İslami öğrenmek ve yaşamaktır.
Vakıa İslami büyük bir imparatorluk haline gelirken, daha ilk halifeler devrinde, siyasi
meseleler ve ihtilafların neticesi olarak, İslami tebliğin mahiyeti hakkında Müslümanların
spekülasyonlar yapmaya başladıkları görülmektedir (1997: 244).
İslam tarihinin erken denilebilecek dönemlerinden itibaren iki tür tarih yazımı birlikte
yan yana oluşmuş ve yaşanmıştır. Kara’ın ifade ettiğine göre bunlardan birincisi, dinin ana
kaynaklarından bir olarak hadis ilmi merkezlidir. Ve “haber” ( hadis, rivayet ) nakleden
39
kişilerin (ravilerin), yaşadıkları yer ve zaman ile şahit oldukları olaylar ve duyduklarını
olduğu gibi ve doğru aktarma kabiliyeti ve ahlakına sahip olmadıklarını tespite yönelik
biyografik ağırlıklı eserler yazma geleneğidir ( rical kitapları: hal tercümeleri, tabakat,
tezkire, firist…). Buna bağlı olarak siyer ve megazi kitaplarında haberlerin konusu olan
olayların bizzat kendileri ve kahramanları da zaman ve mekân itibariyle tespit edilmeye
çalışılmıştır. Her iki faaliyet ve hadis ilminin, giderek tefsir başta olmak üzere diğer İslam
ilimlerinin vazgeçemeyeceği bir “araç” ilmi haline gelmekle kalmamış, eşzamanlı olarak
diğer din ve kültür dairelerinde olmayan bir haber (tarih) tenkidi fikrinin doğuşuna da
zemin hazırlamıştır. İlk Müslüman tarihçilerin ya da hadisçi veya siyer, megazi yazarı
olmaları bu noktada önemlidir (2003: 76).
Kara’nın ifade ettiği ikinci tür tarih yazımı ise, bugün daha çok “menkıbe”, “kıssa”
denilen ve yer zaman itibariyle doğruluktan çok davranış ve model olma itibariyle
“doğruluğu” ve bir örnek kişilik oluşturmayı öne çıkaran tarih anlayışının ürünüdür. İslam
öncesi din ve kültür unsurlarının, Cahiliye devri, nesep, aile şeceresi bilgilerinin yer ve
kimlik ve kişilik değiştirerek İslam dünyasına giriş kanallarından biri de bu ikinci tür tarih
yazımıyla gerçekleşmiş gözükmektedir (2003: 76).
Bu iki tür tarihin, bugünkü tarih ilmi için olduğu kadar belki ondan daha fazla
doğrudan doğruya dinin, kaynakların doğru tespiti ve anlaşılması, hatta yaşanmasına dönük
olduğudur. Bu çerçevede, didaktik denilebilecek birinci tarih yazımının doğru bilgiye,
terbiyevi denilebilecek ikincisinin de doğru yaşamaya, doğru bir zihniyet ve cemaat
oluşturmaya dönük olduğu söylenebilir. Bu durumda iki tarih yazımı arasındaki ilişkiyi, -
modernleşme döneminde çizilmeye çalışılan çevrenin aksine- zıtlık ilişkisinden çok
tamamlayıcılık ve bütünlük ilişkisi olarak görmek doğruya daha yakın gibi gözükmektedir.
Modernleşme döneminde birinci tür tarih yazımının Kara’nın ifadesine göre, XIX ve
XX. Yüzyıl şartları ve mantığıyla yeniden itibar ve canlılık kazanmasına karşılık ikinci
türün hafife alınması, unutulması veya zayıflatılması, İslam’ın iman ve bilgiden öte aynı
zamanda bir hayat tarzı olarak algılanması ve yaşanmasını ciddi ölçüde etkilemiş,
zayıflatmıştır. Çünkü bilgi ile irtibatı ne kadar vazgeçilmez olursa olsun “medeniyet” esas
itibariyle fertlerin ve toplumların tavırlarında ve üsluplarında ortaya çıkar; bilgiyi ete
kemiğe büründüren, hatta anlamlı hale getiren, kuru dava olmaktan kurtaran da bu tavır ve
40
üsluplardır. Avrupa medeniyetine karşı bir savunma, yer yer bir avuntu aracı olarak “İslam
medeniyeti” kavramının inşa edildiği ve hayli yukarılara çıkarıldığı son dönemlerde
medeniyeti inşa eden tavır ve üslup alanının gerilere doğru itilmesinin dikkat çekici olduğu
açıktır (2003: 79–80).
Doğuşundan bu yana İslam tarihçileri arasında Arap tarihçileri yanı sıra diğer
Müslüman uluslardan birçok büyük tarihçi yetişmiştir. Bu ilim adamlarının önemli bir
kısmı, olayları oldukça akılcı ve bilinçli olarak yorumlamışlardır. İslâm dünyasının bilim
adamları ve tarihçileri Batı dünyasını da etkilemiş ve onların ufuklarının açılmasına neden
olmuşlardır. XVII. yy’a çeşitli alanlarda yaptıkları yeniliklerle giren Batı, İslâm ülkeleriyle
daha yoğun ilişkilerde bulunmuşlardır. Bu ilişkiler içinde İslâm Dünyası da Avrupa’da
ortaya çıkan yeniliklerden etkilenmiş, bu etkilenme tarih kitapları yazımına da yansımıştır.
XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarında İslâm tarihi alanında önemli
sayıda araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalarda İslâm bilim adamları yanı sıra Müslüman
olmayan Batılılar da yer almaktadır
Postmodern Tarih Yazımı
Entelektüeller kendi sosyal konumlarını ve sosyal konumlarının yarattığı problemleri,
bütün boyutlarıyla toplumun durumu ve onun sistemik ya da sosyal problemleri olarak dile
getirme eğilimindedirler. Bauman’ın ifade ettiği gibi “Postmodernite”ye atfedilen temel
özellik bu nedenle, kültürlerin, komünal geleneklerin, ideolojilerin, “hayat tarzlarının”
veya “dil oyunlarının” daimi ve indirgenemez plüralizmi’dir; veya bu tür bir plüralizmin
bilincinde olma ve kabulüdür. Postmodern dünyada çoğul olan şeyler, birbirlerinin alt veya
üst aşamaları olarak görülen evrimci bir zaman-silsilesi içinde düzenlenmemektedirler;
üstelik genel problemlere “doğru” ya da “yanlış” çözümler olarak ta sınıflandırılamazlar.
Hiçbir bilgi kendisini mümkün kılan ve ona anlamını armağan eden kültür, gelenek, dil
oyunu vb. konteksti dışında değerlendirilmemelidir. Evrensel standartlar bulunmaksızın,
postmodern dünyanın problemi üstün kültürün nasıl globalleşeceği değildir; daha çok,
kültürlerarası iletişimin ve karşılıklı anlamanın nasıl gerçekleştirileceğidir. Ona göre, Bu
“ikinci” perspektiften bakılan “modernite”, geçmişe bakılarak, plüralizmin henüz
41
kaçınılmaz bir sonuç olmadığı bir zaman gibi görünüyor veya plüralizmin kökünün
kazınamazlığının gerektiği bir zaman gibi görünmektedir. Bu yüzden, lokal ve dolayısıyla
aşağı standardın yerine bir “toplum-üstü” hakikat, yargı ve haz standardının ikame edilmesi
gerçekleşebilir bir beklenti olarak tasarlanmış olabilir. Bilginin rölativizmi bir nüans olarak
görülmüş, dahası daha doğrusu geçici bir bilgi olarak görülmüş olabilir. İlk ve son kez
olmak üzere rölativizm hayaletini defetmek için –teoride ve pratikte- araçlar kullanılabilir.
(2002: 114)
Özlem’e göre, gerçeklik hakkındaki tasarım ve bilgilerin en önemli yapı taşları;
kişisel yaşamın birliği dış dünya, kişinin dışındaki bireyler, onların zaman içindeki
yaşamları ve bu yaşamların birbirlerine karşı etkileridir ve bunlar, ancak insanın bütüncül
oluşumundan yola çıkılarak anlaşılabilir (2004: 182). Tarih yazıcılığı çerçevesinde
gerçekleşen yaklaşımlar bir bakıma insanı tarihsizleştirme çabası olarak görülmektedir.
Bıçak’ın ifade ettiğine göre; Tarihçilerin ortaya koydukları veriler, kılı kırk yaran
tartışmalar çerçevesinde, tarihsellikten çok tarihi olay, şeyleştirilmiş bir olgu olarak
sunulur. Tarihçi, tarihi olayı, daha çok, başka tarihçiler için yazmıştır. Toplumun geneli,
akademik formasyonlarla yazılan kitapları okuyamamaktadır. Tarih bilgisi, öğretim yılları
boyunca okutulan, iktidarların anlayışları doğrultusunda yazılmış kitaplarla sınırlı
kalmaktadır (2004-c: 286).
Bu sorunların temelinde, XIX. Yüzyılda başlayan ve XX. Yüzyıla kadar devam eden
siyasi ve iktisadi anlayışların uygulamaları önemli bir yer tutar.
Postmodernist düşünce, Iggers’in ifade ettiğine göre, XVIII. Yüzyıl anti-modernizm
ve XIX. Yüzyılın tutucu ve romantik düşünürlerine kadar uzanan Aydınlanma karşıtı bir
geleneğin üzerine kurulmuştur (2000: 149) Giddens’e göre, Aydınlanma’nın ataları
dünyayı büyüsünden arındırmaya, mitin yerine sıkı sıkıya temellendirilmiş bilgiyi ve bu
bilginin teknolojide kullanılmasını geçirmeye çalışmışlardır. Bunu yaparak da modern
kültürün teknolojik rasyonalitenin tahakkümü altına girmesine zemin hazırlamışlardır
(2001: 184)
42
Iggers, Aydınlanma’nın başlangıçta insanı özgürleştirmesine engel olacak her türlü
keyfi kısıtlamalara karşı her bireyin kendi potansiyelini özgürce geliştirmesine yönelik
kararlar olarak anlaşıldığını ifade eder. Postmodernist tartışmada durum daha farklıdır:
Aydınlanma, insanın dünyayı anlamasına engel olduğu gibi insanlar üzerinde baskı
kurmanın teolojik ve yönetsel gereçlerini yaratmaktan da sorunlu tutulan bir şamar
oğlanına dönüşmüş durumdadır. Postmodernistler, Marsist çözümlemeden yola çıkarak
Aydınlanmanın evrensel insan hakları iddiasının ardından mülkiyet haklarına dayanan gizli
hiyerarşik toplumsal, ekonomik ve siyasal bir düzen yarattığını söylemişlerdir( 2000: 13–
14).
Bu postmodern eleştiri önemli geçerli noktalar içermektedir. Üniter bir tarih
kavramının akla uygun olmadığını, tarihin yalnız sürekliliğin değil, aynı zamanda
kopuşlarında damgasını taşıdığını kanıtlamaktadır. Iggers’e göre, postmodernist meydan
okumanın tarih düşüncesi ve yazımı üzerinde önemli etkisi olmakla birlikte, bu etki eski
kavramlar ve uygulamalarla olan süreklilikleri tahrip etmeksizin gerçekleşmiştir.
Postmodernizm, sınaî büyümeye, yükselen ekonomik beklentilere ve geleneksel orta sınıf
kurallarına ilişkin kesin kabullerin sarsıldığı, dönüşüm halindeki bir toplumu ve kültürü
yansıtmaktadır. Bu durum modern dönem tarih yazımın da yansımıştır. Tarihin konusu,
toplumsal yapılardan ve süreçlerden, genel olarak gündelik yaşam kültürüne doğru
kaymıştır. Üstün ve güçlü insandan ziyade, sıradan insanlara yepyeni bir dikkatle yönelmiş
ve tarih insanı bir çehre kazanmıştır. Bir tarihçiler ekolü, makro-tarihsel ve makrotoplumsal
süreçler araştırmasını, kendilerinin mikro tarih dedikleri, somut bireylerden
oluşan küçük toplumsal birimler üzerinde yoğunlaşan çalışmalara yöneldiler. Gündelik
yaşamın kültürü üzerindeki bu yeni vurgu tarihi Clifford Geertz’in antopolojisi ile çok
yakın bir temasa sokmuştur. “Max Weber’le birlikte, “insanın kendi ördüğü anlam ağlarına
takılıp kalmış bir hayvan” olduğuna inanan Geertz, “kültürü” bu ağlar olarak almakta ve
dolayısıyla, onun çözümlenmesinde yasaları değil, yorumu görmektedir. Bu bilim bir
açıklamadır (ve)… toplumsal ifadeleri yorumlar, anlamını yeniden kurar. Dolayısıyla yeni
kültürel tarih, tıpkı klasik historisizmin “yorumbilgisi” gibi açıklamayla değil “açıklama”
ile yani metin olarak kullandığı toplumsal ifadelerin anlamını yeniden kurma girişimiyle
ilgilenmektedir(2000: 14–15).
43
Yeniden kurma çabaları Bıçak’a göre; eski verilerle, yeni verilerin birlikte
kullanılması suretiyle kimlikte ortaya çıkan sorunları çözmeyi amaçlar. Bu süreçte,
toplumun geçmişini yansıtan unsurlar arasında, toplumsal hafızanın taşıdığı değerler ile
toplum tarihinin ortaya koyduğu veriler büyük önem taşır. Kimliğin, dolayısıyla toplumun
varoluş sorunu yaşaması, toplumun iç dengelerinin bozulması ve toplumun kendi
sorunlarının üstesinden gelememesinin başlıca nedenlerinden biri, gelişip güçlenen bir
başka kültürün baskısıdır. Toplumun kendi sorunlarının üstesinden gelememesi, büyük
ölçüde, sorunların teorik ve pratik tam bir analizinin yapılmaması ve çözüm önerileri ile
çözüm denemelerinin yeterince geliştirememesiyle ilgilidir. Toplumsal sorunların
çözümünde başarılı olundukça, kimlikle ilgili sorunlar çözümünde başarılı olunmadıkça,
kimlik sorunları toplumu parçalamaya kadar götürebilmektedir (2004-c: 286–287)
Carr, tarih ile ilgili tanımında “tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir etkileşim
süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diologtur” (1996: 37) demiştir. Jenkins’e göre
bu diyolog nihai bir noktaya ulaşmamakla birlikte, bakış açısının genişlemesine katkıda
bulunmaktadır. Tarih doğrudan deneyim yoluyla hafızaya kaydedilen olay ve olgulardan
oluşmaz. Bu nedenle başkalarının gözlerine ve sesine güvenmek durumundadır. Tarihe mal
edilen olaylar geçmişte yaşananlar ile okuduklarımız arasında yer alan bir yorumcu
vasıtasıyla görülür (1997: 12). Carr’a göre, Talcot Parsons’ın da deyimi ile tarih zorunlu
olarak seçmecidir. Tarihini olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve
nesnel çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır.
Tarihçi bakımdan anlamlılığın ölçütü ise, bunları kendi akılcı açıklaması ve yorumlama
kalıbına uydurma yeteneğine dayanır (1996: 17). Tarihçinin ele aldığı konuyu araştırmasına
sebep olan Dilek’in ifade ettiği göre; Tarih, deneyim yoluyla hafızaya kaydedilen olay ve
olgulardan oluşmaz. Dolayısıyla başkasının gözlerine ve sesine güvenmek durumundadır.
Tarihe mal edilen olayları geçmişte yaşanınalar ile kişinin okudukları arasında yer alan bir
yorum vasıtasıyla görülür. Bir tarihçinin geçmiş hakkında bakışını etkileyen faktörler,
kaynakların yeterliliği, kendi kişisel ön yargıları, yazdığı zaman ve toplumla ilgili kendi
kişisel düşünceleridir (2001: 8).
44
Halkin bu konuda şöyle der:
Tarihçinin tarafsızlığından şüphe edebilir miyiz? Elbette, burada bir ahlaklılık
imtihanı söz konusu değildir. Taraflı tarih konusunda, herkesin en azından nazari
olarak görüş birliği içinde olduğu apaçık ortadadır, dolayısıyla bu konuda
açıklamalar yapmak faydasız olur... Her insanın tercihleri vardır. İster onları takip
etsin ister onlarla savaşsın, tarihçi hissiz kalamaz. Bu güçlük karşısında son derece
hassas olan Fenelon, iyi tarihçinin hiçbir döneme ve hiçbir ülkeye mensup
olmamasını istiyordu… Tarihçilerin en bağımsızları da hayatın kendisi olan bu
mirastan kaçamazlar: Bu mirası reddettiklerini iddia ettiklerinde, tepkileri,
kendilerini şekillendirmiş olan ortam için haksızlık olur. İnsan kendisine rağmen,
partizan olmaksızın taraflı olabilir (1989: 11–12).
Geçmiş ile tarihin seyri birbirinden bağımsız, dağlar kadar uzaktır. Bu yüzden
Jenkins’e göre aynı soruşturma nesnesi farklı kişiler tarafından farklı şekilde ele alınabilir.
Bir manzara coğrafyacılar, sosyologlar, tarihçiler, sanatçılar, iktisatçılar vs tarafından farklı
biçimde okunabilir yorumlanabilir. Bu arada her birinin kendi içinde zaman, mekân dışı
yorumları vardır. “Tarih söz konusu olduğunda tarih yazıcılığı buna tanıktır.” diyen
Jenkins’e “Tarih geçmişe dair ondan farklı bir söylem biçimidir. Geçmiş olup bitmiştir ve
tarihçilerin uğraşıları ondan çıkardıkları şeydir. Tarih yazımı metinler arası dilsel bir
kuruluştur” diyerek tarih yazımının geçmişin kendisinden farklılıklar taşıdığını
söylemektedir (1997: 19).
Iggers, tarih bilgisinin sırf geçmişin bir yansıması olmadığı, her zaman öznel ve
ideolojik unsurlar taşıdığını kabul etmektedir. Bu durum, postmodern teorisyenlerin ileri
sürdüğü gibi, geçmişi kurgulamanın katışıksız ideoloji olduğu anlamına gelmemektedir.
Şunu kabul etmek gerekir ki ideolojik unsurlar bütün tarih anlatımlarına girer. İdeolojik
olmayan veya değerden yoksun bir tarih araştırması yoktur. Tarih, sosyal bilim ve kültür
yönelimli modellerin bağrında taşıdığı tehlikelerden biri, bunları kullananlardan
birçoğunun kendi çalışmalarının ideolojik temellerini kabul etmeye yanaşmalarıdır.
Tarihçiler ortaya attıkları sorulara şekil veren değer yönelimli perspektiflerden kaçamazlar;
ama bunları açıkça belirtmeleri ve çarpıtmalardan sakınmaları gerekir. Bütün tarih
anlatımlarına değerlerin girmesi, bütün anlatımların aynı doğruluk değerini taşıdığı veya
aynı ölçüde yanlış olduğu anlamına gelmez. Genel kabul gören rasyonel araştırma
standartlar vardır. Tarih çalışmalarına temel oluşturan eleştirel yöntem kriterleri, mesleği
45
yürüten tarihçiler için geçerli olmaya devam etmektedir. “Gerçekte neler olup bittiğini”
belirlemek Ranke’nin sandığından çok daha zordur. Ama neler olup bitmediğini belirlemek
çoğu kez mümkündür. Ve de bu iş, yani her üç modelin de yaratmış olduğu tarih
efsanelerini sökmek eleştirel tarih uzmanlığının temel görevlerinden birdir. Tarih uzmanlığı
genellikle kesin sonuçlu yorumlar ortaya koyamayan, ama hataları düzelterek daha geniş
bir tarih anlayışı kazandırabilecek ve tarihi kötüye kullanma biçimlerini sınırlamaya
yardımcı olabilecek sürgit bir diyalogdur (2003: 16–17)
2.3. TARİH YAZICILIĞI
Bu tarih yazım tarzındaki gelişim ve anlayışları dört ana başlık altında ele alınabilir:
1. Rivayetçi Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
2. Öğretici Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
3. Neden-Nasılcı (Araştırıcı) Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
4. Sosyal Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
Rivayetçi Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
Diğer anlamı ile“Hikâyeci Tarih Anlayışı” şeklinde de ifade edilen bu tarihçilik
anlayışı Özçelik’e göre, eski zamanlara kullanılan bir tür tarih yazıcılığı olmuştur.
Rivayetçiler, tarihi olayları felsefim veya başka alanlar yönünden incelemek ve
sistemleştirmekle uğraşmayan, doğrudan rivayet yahut hikâye olarak görmüşler ve
eserlerini de bu mantıkla oluşturmuşlardır. Rivayetçi tarih yazıcılığı tarzı, her toplumun
tarih oluşturmasının bilinen en eski şeklidir. Bu anlayışta olayların bir sistem içinde
incelenmesi sebep ve sonuç ilişkileri arasında ilgi kurulması söz konusu değildir. (2001:
33)
Özçelik bu konudaki şöyle der:
Bu tür tarih yazıcılığı ve anlayışına nakilci tarihçilik demek de
yaygınlaşmıştır. Olayları olduğu gibi nakleden bu tarz, olaylar içinde bağlantı
46
kurmaz; Mekân ve zamana yer verir, ancak sebep ve sonuç çıkarmaz. Bu çeşit
tarih yazıcılığı her millette aşağı yukarı aynı şekilde başlamıştır. Başlangıçta tarihi
olaylar dilden dile dolaşıp efsaneleşmiş, zamanla da bunlara bazı gerçek dışı
ilaveler yapılmıştır. Daha sonra manzum hale getirilmiş ve destanlaşmıştır;
Gılgamış, İliada, Odissea, Ergenekon Destanı gibi. Nazımdan düzyazıya geçince,
esas tarih yazıcılığı yani hikâyeci tarz başlamıştır. Bunun ilk örneği Grek
savaşlarını masallarla süsleyerek anlatan Herodotos olmuştur.
“Tarihin Babası” sıfatını kazanan Herodot, Yunan kültürünü çevreleyen dış
dünyanın coğrafyası, tarihi, kültürü ve antropolojisine ilişkin derin gözlemlerini
gezilerine dayandırarak, tarihçiliğe bilgi kavramını sokmuştur. Bununla birlikte
Herodot’un eserinde rivayetçi (hikâyeci) tarihçiliğin dışındaki diğer
anlayışların izini bulmak mümkün değildir. (Özçelik:2001,33)
Tarih hikâyeci tarz da gerçeklerin “mit”leştirilmiş halidir ve tarihte beklenen olağan
üstü “idol”lerini toplumsal bütünlüğü sağlamada “öncü”ler haline getirip gündemi
sorgulayacak-özellikle siyasi yapıya yönelecek baskı ve endişeleri- düşünceleri “geçmiş”in
tanıklığı ile önlemektir.
Öğretici Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
Bu tür tarih yazıcılığında amaç faydacılığına uygun olarak, tarihi olayları öğrenerek,
bunlardan yararlı sonuç çıkarmak, toplumu eğitmek ve ıslah etmek, ahlaki ve idealist bir
değer anlayışı ile olaylara yaklaşmaktır. Özçelik’in ifade ettiği gibi, Tarihçinin amacı
mensup olduğu milletin değerlerine katkıda bulunmak ve toplumun moral gücünü
yükseltmektir. Ayrıca bu tür tarih yazıcılığında geçmiş olaylardan ders çıkarmak ve milli
duygular aşılamak fikri amaçlanmaktadır. (2001: 34) Günü ve geleceği kurgulama açısında
ders çıkarma, özellikle Batı tarih yazım geleneğinin aşamalarına uygun olarak; tarih
yazanlar ve tarihin yazım mekânı olarak antik çağdan yirmi birinci yüzyıla doğru daha
bilimsel bir yapıya kavuşmuştur.
Batı tarih yazımı geleneğini, klasik antikçağ başlangıcına dek uzanmaktadır.
Ondokuzuncu yüzyılda yeni olan şey, tarih araştırmaların profesyonelleşmesi ile bu
araştırmaların üniversite ve araştırma merkezlerinde yoğunlaşmıştır. Iggers’ göre, Bu süreç
zarfında tarihin bilimselleşmesi önemlidir. Yalnız tarihçilerin bilim kavramı doğa
47
bilimcilerin bilim kavramından farklıdır. Tarih, zamandaki somut kişiler ve somut
kültürleri ele alıyordu. Fakat tarihçiler yöntembilimsel olarak denetlenen araştırmanın
nesnel bilgiyi mümkün kıldığı konusunda genel olarak hem fikirdiler. Ondokuzuncu yüzyıl
tarih yazımı klasik Yunan antikçağının büyük tarihçilerine kadar uzanan bir gelenek
üzerine yükselmektedir. Mit ile gerçek arasındaki ayrımı Thukydides’le paylaşmaktadırlar
(2000:1–3).
Thukydides “Öğretici Tarih Yazıcılığı”nın Batıda bilinen en eski öncüsü kabul
edilir. Thukydides “M.Ö. 431 ile 409 yılları arasında cereyan eden Peleponnes Savaşları’nı
ele alıp, bunlardan canlı örnekler vererek, Atina halkının neler yapması gerektiğini
bildirdiği eserinin ana konusunu, bir savaşın tarihi, yani çarpışmalar ve kuşatmalar, bir
anda kurulup bozulan ittifaklar, en önemlisi de insanların bitmek bilmeyen savaş boyunca
gösterdikleri davranışlar, ihtiras ve çıkar çatışmaları, kısacası insan ruhunun kaçınılmaz
dejenerasyonu. (Ali Reşat:1929:?) üzerine oturtmuştur.
Thukydides’i Öğretici tarih yazıcılığı alanında ilk yapan özelliği ise Demircioğlu’na
göre, yer ve zaman kavramlarını kullanması tarih yazım alanına getirdiği yeniliklerdir.
Thukydides, tarihi olayları, tarihi oluşların dışındaki nedenlere değil, onların ardında yatan
gerçek nedenleriyle ve aklın yardımıyla izah ettiği içindir ki çağına göre yeni bir anlayışın
temsilcisi olmuştur. (1972: XVI) Aynı zamanda Cassirer’e göre Thukydides kendi
zamanının tarihini gören ve betimleyen, geçmişe açık ve eleştirel bir zihinle bakan ilk
düşünürdür ve bunun yeni ve kesin bir adım olduğunun farkındadır. Thukydides mitossal
düşünce ile tarihsel düşünce masalla hakikat arasındaki açık ayrımın kendi yapıtını “ölmez
bir kalıt” kılacak karakteristik özellik olduğu inancındadır. Öbür büyük tarihçiler de aynı
şeyi hissetmişlerdir. Yine de tarihsel hakikati “olgulara uygunluk” olarak tanımlamak
sorunun doyurucu bir çözümü değildir. Bu sorunu çözmek yerine, savı kanıtsayan bir
sadece başlangıcı değil sonu da olguların oluşturdukları, yani tarihsel bilginin A’sı ve Z’si
oldukları yadsınamaz ( 1979: 73) Sonuç olarak Thukydides, tarihi olayların nedenlerini
daha öncekilerde aramış dolayısıyla, tarihtin olgunlaşma ve gelişmesine katkıda
bulunmuştur.
48
Pragmatik tarih anlayışı şeklinde de ifade edilen öğretici tarih anlayışının en bariz
hususiyeti, Kütükoğlu’nun da ifade ettiği gibi, tarihte ün yapmış şahsiyetlere büyük yer
vermesi, bu şahısların idealleştirilmeleri, hatta adeta insanüstü varlıklar haline
getirilmeleridir. (1990: 8)
Neden-Nasılcı Tarih Yazıcılığı ve Anlayışı
Bu tarza “Neden –Nasılcı” tarih yazıcılığı dendiği gibi ”Araştırıcı” tarih yazıcılığı da
denilmektedir.
Memiş’e göre, Araştırıcı tarihi en olgun seviyesine ulaştıran Alman tarihçisi Leibniz
ve Ranke olmuştur.(1989: 28) Özlem’in ifade ettiği gibi, Ranke’ye göre tarih ve politika,
teorik, düzlemde felsefeyi de içine alan birer etkiliktir. Ama bu, tarih araştırmasını hükümet
politikası emrine adamak demek değildir. Böyle bir şey bilim ahlakına uymadığı gibi, tarih
araştırmasından beklenen işlevi de baltalar. Hükümet politikasına göre yazılmış tarih, her
zaman olmasa da, çoğu kez, bugün yaşamakta olan kuşağın özlem, istek ve taleplerini
gözetmeyen çarpık bir tarih, pek çok şeyi örten bir resmi tarih olabilir. Bu yüzden tarih
araştırması, hükümet politikalarına göre değil, “ulusal genel esenliği” idesine göre yapılır.
Ulusal politika her zaman hükümet politikası olmayabilir. Ulusal politika, yaşayan
kuşakların istek, özlem ve taleplerinden türeyen idelerin gözetilmesi ile oluşturulur. Bu
yüzden tarihçi hükümetlerin değil, ulusal idelerin sesine kulak verir (2004: 139).
Ranke’nin amacı tarihi profesyonel olarak eğitim görmüş tarihçiler tarafından icra
edilen pozitif bir bilime dönüştürmektir. Iggers’ göre, O da Thukydides gibi, geçmişin
dürüst bir yeniden canlandırışı ile edebi zerafeti birleştiren bir tarih yazımının peşinde
olmuştur. Yalnızca, hatta birincil olarak uzmanlar için değil ama daha geniş bir eğitimli
kamu kesimi için de, tarihin uzmanlar tarafından yazılması gerekir. Ranke’ye göre tarih
hem bir bilimsel disiplin, hem de bir kültür kaynağı olacaktır. Ranke’de tarihçi, “geçmişi
yargılamaktan” sakınmak ve kendisini “şeylerin gerçekten nasıl olduğunu göstermekle”
sınırlandırmak zorundadır. Bununla birlikte, aynı zamanda olguların tespitini tarihçinin
eserinin temel ödevi olarak gören her türden pozitivizmi de yadsıyordu. Tıpkı Hegel de
49
olduğu gibi, modern dünyanın tarihi, güçlü bir monarşi ve aydın bir kamusal hizmetin
himayesi altında, yurttaş özgürlüğünün ve özel mülkiyetin var olduğunu ve güçlendiği
Restorasyon Prusya’sının siyasal ve toplumsal kurumlarının güvenirliğini, sağlamlığını
meydana çıkarmaktadır. (2000: 25–26 )
Özlem, Ranke’ye göre, tarih araştırması işe, halk ya da ulus olarak organizmanın
“kendi bütünlüğü içindeki ki büyük devlet eylemleri”ni betimlemekle başlayacaktır.
Ranke’ye göre insani yaşam giderek çeşitlenmekte, “insani fenomen” sayısı giderek
çoğalmaktadır ve toplumsal yaşam, önceki çağlara oranlanmayacak ölçülerde
karmaşıklaşmaktadır. Bu ‘niceliksel büyüme”ye koşut olarak insanın zihinsel kapasitesi de
genişlemektedir, Ama Ranke, bu niceliksel ve zihinsel gelişmeye “ilerleme” adını vermekte
kuşkuludur. Ona göre “ilerleme” inancı, Hıristiyan teolojisinin bir ürünü olarak “tarihe
sokulmuştur. Bu inanç, kaynağını, “bütün çağların gitgide tanrıya yaklaştığı” düşüncesinde
bulur. Ranke’ye göre tarihe böyle bir ülkü açsından bakmak ahlaksal bakımdan yararlı
olabilir. Ama tarihçi için tarihte yükselişler kadar düşüşleri de aynı “gerçeklik duygusu”
altında görmek gerekir. Bu bakımdan Ranke için “İnsanlığın tüm oluşumları aynı
değerdedir ve tarihçi olguları bu gözle görmek zorundadır.” Onun görevi, tarihsel olayları
“nasılsa öylece göstermektir. (2004: 138–144)
İnsanların varlık olarak eşitliğini kabul eden Bernheim’göre, ilk olarak özelliği aynı
kabul edilen şeylerin birbiriyle ilişkili olarak gelişebileceğinin düşünülmesi gerekmektedir
İkinci olarak diğer tarih yazıcılarının tam tersine hiçbir olayın diğerine benzeyemeyeceğini
dolayısıyla olayların ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Üçüncü olarak, insanların çeşitli durum
ve faaliyetlerinin ilişki ve etkinliklerinin karşılıklı olduğu keyfiyeti üzerinde de
durmaktadır. Ayrıca, toplumsal ekonomik ve dini şartların bir bütün olarak
değerlendirilmesi iklim, toprak ve coğrafyanın insanlar üzerindeki etkilerinin de gözden
uzak tutulmaması gerekmektedir ( 1936: 10–11).
50
Sosyal veya Toplumsal Tarih Yazıcı1ığı ve Anlayışı
Toplumsal tarihin ayrı bir tarih yazımı olarak düşünülmesi Sosyal bilimlerin doğmuş
olmasıyla başlar ve Sosyal bilimlerin bugün ifade ettiği anlamı kazanması
“Aydınlanma”nın bir sonucu olduğu kabul edilmektedir.
Özlem’e göre, “Aydınlanma yüzyılı” olara adlandırılan XVIII. Yüzyılın başlarında,
önceki yüzyılların tarihi karşısındaki kuşkuculuğun belli oranlarda devam ettiği, ama bu
arada bu kuşkuculuğun giderek azalmaya başladığı ve hatta tarih özel bir önem ve ilginin
başladığı görülür. XVIII. yüzyıl başlarının tarihe vermeye başladığı bu özel önem ve ilgiye
rağmen, bu yüz yıl, onu bir edebi tür, ahlaksal bakımdan pratik değeri olan bir uğraşı olarak
görülmesine engel olunmamıştır. Bu dönemde tarihin anlam ve işlevi, pragmatist bir açıdan
saptanmaktadır. Bununla birlikte XVIII. yüzyılın ortalarına doğru ve özellikle de bu
yüzyılın ikinci yarısında tarihe karşı yeni bir yönelimin başladığı görülür. XVIII. Yüzyıl bir
yandan XVII. Yüzyılın kuşkuculuğunu ilerlemeye duyduğu derin inanç ve “doğa bilimi”ni
örnek alan bir bilime beslediği güven duygusu ile aşılmaya yönelirken; öbür yandan, ulusal
bilinci geliştirecek her türlü çabaya, bu arada ulusal tarih yazıcılığına özel bir önem
vermeye başlamıştır. XVIII. yüzyılın “tarihte tam bir ilerleme olduğu” konusunda bir genel
yargıya bilgi kuramsal bir temellendirme ile varmadığı açıktır. Ama XVIII. Yüzyıl,
Ortaçağın theoria-historia, felsefe-tarih karşıtlığını teolojik inanç yoluyla aşmaya çalışmış
olmasına benzer bir biçimde, ilerlemeye duyduğu laik bir inanç yoluyla aynı karşıtlığı
aşmayı denemiştir. Gerçekten de XVIII. yüzyıl, felsefe tarihi boyunca birbirlerinden ayrı
tutulan ve birbirlerine karşıt kılınan “felsefe” ve “tarih” kavramları bir araya getirerek tarih
felsefesi terimini ilk kullanan yüzyıl olmuştur (2004: 57–59).
“Özbaran ifade ettiğine göre, Ondokuzuncu yılı kapatıp yirminci yüzyıla açılan
düşünce sistemi tarih ile bilimi kesin çizgilerle ayırmıştır. Tarihçiler geçmişe ancak sezgi
yoluyla ulaşabileceklerini düşünmelerine rağmen yöntemlerinde yeni vakaları keşfetmeleri
ve tarihi eleştiri ile hatalardan uzak durmaya çalışmışlardır. Bu sırada J.B. Bury ile G.M.
Travelyan arasındaki tartışma tipik bir örnek sayılmaktadır. Bury tarih için “a science no
51
less no more” arkadaşları gibi yeni araştırma yolları aradı. Elde edilen verileri tam
kanıtlama çabasına girdi. Yazdığı doğrunun hesabını vermeyi tercih etti. Travelyan tarihin
ilim adına sanata kurban gittiğine, sadece uzmanlara seslenip genel okuyucuya
seslenmediğinden şikâyetçi oldu. Hâlbuki vatandaşa uygun bir üslupla anlatılmalıdır (1992:
31).
Yirminci yüzyılın ilk yarısında köklerini Almanya’dan alan Historicist düşünce
tarzının Dilthey ve Croce’nin yazılarıyla bir hayli taraftar bulmuştur. Öte yandan bu Alman
idealist düşünce tarzına karşı yeni yollar aranmasında 1917’de Marksist görüşün önemli
etkisi oldu. Özbaran’a göre Getirdiği yeni yaklaşımlar özellikle ek politik olayların
birbirinden bağımsız olarak işlenmesi yerine girift uzun dönemlerde olgunlaşan sosyal ve
ekonomik süreçleri, halkın yaşantısındaki maddi durumu, teknoloji ve iktisadı öne sürmesi,
insan topluluklarının tarihteki önemli rollerinin ortaya çıkarılması ve toplumdaki sınıf
çatışmasının incelenmesi önerisi ve kronolojik tarih anlatımı yerine teorik açıklamalar vaat
etmesi tarihçileri yeni yönlere itmiştir. Ancak bu yaklaşım tarzının da, zamanla tarih
gelişim sosyal kompleksine cevap veremediği, kavramların kalıplaşmış kaldığı ortaya
çıkarıldı (1992: 32). Condorcet, Hegel ya da Marx tarihin başarıya doğru ilerlediğine veya
Iggers’e göre, Ranke ve Droysen’in insanın içinde akılcı bir şekilde yaşayabileceği bir
düzeni ortaya çıkaracağı ilişkin iyimser inançları kabul edilmese bile tarihte süreklilik ve
tutarlık olduğuna ilişkin historicist inançtan kopmanın, aslında kesinlikle bir kopma
olamadığı anlaşılmaktadır (2000: 41).
Bütün bu değişik tavırlara rağmen tarihçilik, yirminci yüzyılın ilk yarısını
kapatırken bir asır öncesine göre pek büyük mesafeler almamış gibi görünmektedir.
Özbaran’ın ifadesine göre, Eskiçağ ile ilgilenen ve bu arada tarihçiliğin bazı meselelerine
değinen A.D. Momigliano ünlü Alman tarihçi Ranke’den aşağı yukarı yüzyıl sonra,
1950’lerde tarihçiliği dile getirirken, akademik yönden kaynak kritiğinde pek fazla
değişiklik olmadığını öne sürmektedir. Boysen ve Droysen’de görülen prensipler hale
geçerlidir. Edisyon kritik tekniğinde bazı değişiklikler olmuştur. Lenguistik çalışmalarında
belirgin bir incelik kendini göstermiştir. Ancak günümüz tarih çalışmaları geliştirilmiş
kurallara pek önem verilmemektedir (1992: 33).
52
Geleneksel tarihyazımı, soyut genellemelere indirgenmeye karşı koyan bireylerin
aracılığına ve kasıtlılık unsurlarına odaklanmış iken Iggers, tarihin sosyal bilimyönelimli
yeni biçimleri toplumsal yapıların ve toplumsal değişim süreçlerinin altım
çizmektedir. Bununla birlikte, daha eski tarihyazımı ile iki anahtar kavramı
paylaşmaktadır. Bu kavramlardan biri tarihin gerçek bir konu ile uğraştığı
önermesidir; hu konunun, tarihçiler tarafından formüle edilen anlatılar ile örtüşmesi de
gereklidir. Kabul etmek gerekir ki, bu gerçeklik dolaysız olarak yakalanamazdı; ona
ulaşmanın tek yolu, bütün bilimlerde olduğu gibi, her şeye rağmen nesnel bilgiye
ulaşmayı amaçlayan tarihçilerin kavramlarına ve zihinsel yapıntılarına başvurmaktan
geçer. Yeni sosyal bilim yaklaşımları, daha eski tarih yazımını çeşitli noktalarda
eleştirir: Bu tarih yazımının, tarihin konusunu oluşturmak üzere, çok dar bir biçimde
bireyler, özelliklede “büyük adamlar” ve olaylar üzerinde odaklandığını, bunların yer
aldığı daha geniş bağlamı ise göz ardı ettiğini öne sürer. Bu anlamda, ister Marksist, ister
Parson’cu isterse Annales’ci olsun, sosyal bilim-yaklaşımları tarihin
demokratikleştirilmesini, nüfusun daha geniş kesimlerini içermesini ve tarihsel
perspektifin siyasetten topluma doğru genişletilmesini temsil ederler. Bu yaklaşımlar,
daha eski yaklaşımlara bilimsel oldukları için değil, yeterince bilimsel olmadıkları için
karşıdırlar Daha eski bu yaklaşımın temel varsayımlarından birine, yani tarihin
genellemelerle değil, özgüllüklerle ilgilendiğine amacının “açıklamak’’ değil
“anlamak” olduğu varsayımına meydan okurlar ve bunun yerine, tarih dâhil bütün
bilimlerin nedensel açıklamaları içermesi gerektiğini öne sürerler (2000: 3).
Iggers’e göre, Eski gelenek ile sosyal bilim yaklaşımları ar asında ikinci bir
noktada daha görüş birliği bulunmaktadır Her ikisi de tek çizgili zaman kavramı ile
çalışır, tarihte bir süreklilik ve yön olduğunu, aslına bakılırsa bir tarihler çokluğunun
tersine, tek bir tarih bulunduğunu kabul eder. Bu tarih kavramı, daha önceki geleneksel
tarih yazımında, sonraki sosyal bilim yaklaşımlarından farklı bir biçim almaktadır.
Ranke, evrensel bir tarih şemasının varlığını kabul eden bir tarih felsefesi kavramını
reddetmiş, ama gene de tarihin bir iç tutarlılığı ve gelişimi bulunduğunu kabul etmiş ve
Batı tarihine imtiyazlı bir konum vermiştir. Sosyal bilim tarihçileri de, en azından,
modern çağ tarihinin belirgin bir yönde hareket ettiğine inanma eğilimi
göstermektedirler (2000: 3–4)
53
Özçelik’e göre, Çağdaş İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee de değişik bir metod
geliştirerek önemli tarihi şahsiyetlerin karşılaştırmasını yapmış ve comparatif metodu
kullanarak tarihi devrelerin sürekli olduğunu savunmuştur. (2001: 36)
Boratav’ın ifadesine göre, bir başka tarihçi E.J. Hobsbawm, sosyal tarihin birbiri ile
ilişkili üç anlamda kullanı1dığını söylemektedir. Bunlardan birincisi; fakirlerin ve
işçilerin hareketlerini incelemekle görevli tarih türüne verilen ad olarak, ikincisi;
davranışlar, gelenekler, günlük hayat gibi terimler dışında sınıflandırmaları güç olan insan
faaliyetleri üzerine yapılan çalışmalarla ilişkin olarak kullanılmıştır. Üçüncü anlamı ise,
“Sosyal ve toplumsal” kelimeleri ile “İktisat” ve “Tarih” deyimleri bir arada kullanılmıştır.
Burada “İktisat Tarihi” terimi insanlığın ekonomik faaliyetlerinin tarihi gelişimini kapsayan
bir terimdir. Sosyal ve toplumsal tarih, hiçbir zaman İktisat Tarihi ya da öteki tarihler gibi
uzmanlık dalı olamaz. Çünkü konu aldığı nesneler net şekilde diğerlerinden tecrit edilemez.
Entelektüel tarihçi ekonomiye, iktisat tarihçisi de Şekspir’e canı istemezse hiç ilgi
göstermeyebilir. Ama herhangi birini ihmal eden toplumsal tarihçi, değerlendirmesinde pek
ileri gidemeyecektir. Tersinden ele alınırsa, şiir üzerine bir makalenin iktisadi tarihe konu
olması enflasyon üzerine bir makalenin de 16. yüzyıl entelektüel tarihine konu olması
kesinlikle mümkün değilken, her ikisi de toplumsal ve sosyal tarihe konu olabilecek
biçimde ele alınabilirler. (1985: 146–150)
Köymen, yazarların bu araştırıma yöntemlerini iyi anlamadıklarına işaret ederek,
“Ben tarih araştırma yöntemini tecrübelerime dayanarak daha da basitleştirdim. Benim
görüşüme göre, tarih araştırma yöntemleri her geçen gün gelişmektedir. Mesela tarih
yöntemini uygularken artık bilgi üretimi ile yetinilmemekte, üretilen bilgi, fikir ve görüş
üretiminde kullanılmaktadır” görüşünü savunmaktadır.(1991: 16)
2.4. Tarihin Amaçları
Tarihine olduğu, neden söz ettiği, nasıl işlediği, neye yaradığı, bir bakıma, değişik
kesimlerin ayrı yanıtlayacağı sorunlardır. Ama bu ayrımlara karşın, yanıtlar arasında büyük
54
ölçüde bir görüş birliği vardır. Bu görüş birliği Collingwood’ göre, söz konusu yanıtların,
yetkisiz tanıklıklardan doğanları ayıklanıp atılırsa, daha da yoğunlaşır. Tarih, tanrıbilim ya
da doğal bilim gibi belli bir düşünme biçimidir. Böyle olunca, bu düşünce biçiminin doğası
amacı, yöntemi, değeri konusundaki sorunları yanıtlayacak kimselerde iki nitelik
bulunması gerekir. Önce bu kimselerin o düşünce biçimi konusunda deneyleri olmalıdır.
Tarihçi olmalıdırlar. Bütün öğrenimli kişiler, belli ölçüde bir tarihsel düşünmeyi de
kapsayan bir eğitim sürecinden geçmişlerdir. Ama bu onları, tarihsel düşüncenin doğası,
amacı, yöntemi konusunda yargılar yürütecek niteliğe yükseltmez. İkincisi, herhangi bir
konuda, bildik eğitim yollarından kazanılmış deneyler, yüzeysel oldukları gibi, çoğunlukla
günü geçmiş türdendir (1979: 106–107).
Tekeli, tarih öğretimi üzerinde yapılan eleştirileri başlıca iki grupta toplamaktadır.
Birinci grupta, yazılan tarihin içeriği üzerinde toplanan eleştirilerdir. İkinci gruptakiler ise,
öğretimin sıkıcı, kuru olduğu, öğrencinin ilgisini çekmediği, öğrenciyi tarihten
uzaklaştırdığı biçimindedir. Ona göre tarih eğitiminin ilginçliğini kaybetmesinin
nedenlerinden biri, resmi tarih olmasından kaynaklanmaktadır (1998: 94)
Tarih disiplininin işlevi hakkında yapılan yorumların farklılıklar göstermesi Dilek’in
belirttiği gibi, pozitivist ve yorumcu yaklaşımlar arasındaki fikri çatışmaların doğal sonucu
olarak ortaya çıkmaktadır. Bilime pozitivist yaklaşımlar, bilimin doğrudan ve dolaylı
olarak toplum yaşamına katkısı olduğu görüşünü savunurlar. Bu anlayışın temelinde
uğraşılan bilim dalının faydalı olduğuna dair genel kabul görmesi için gerekçeler
oluşturması düşüncesi yatmaktadır. Ona göre bundan hareketle, eğitimin klasik anlamda
temel amacı bilimin ülke ve toplumun gelişimine katkıda bulunacak şekilde okul
programlarında yer almasını sağlamak olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda matematik,
coğrafya, fizik, kimya, vb. disiplinler faydalıdır. Çünkü toplumda bilimsel ve teknolojik
gelişmeye katkıda bulunduklarına dair yaygın bir kanı mevcuttur. Fakat tarih söz konusu
olduğunda benzer gerekçelere sığınmak pratik açıdan mümkün görünmektedir. Bu tür
kaygılardan yola çıkarak hazırlanan tarih ders programları, bilimsel geleneğe uygun olarak
tarihin topluma ve bireye pratikte faydalar vermesi düşüncesine göre geliştirilmiştir (2001:
31–32). Collingwood’a göre, Böyle kazanılan tarihsel düşünce deneyi, ders kitapları üstüne
55
kurulmuştur, ders kitapları ise şimdi yaşayan gerçek tarihçilerin düşüncelerini değil,
geçmişte bir zaman yaşamış gerçek tarihçilerin düşüncelerini değil, geçmişte bir zaman
yaşamış gerçek tarihçilerin, ders kitabını oluşturan ham gereçlerin yaratılışı sırasında ne
düşünmüş olduklarını anlatır. Ders kitabına girdiği zaman günü geçmiş olan şey, yalnız
tarihsel düşüncenin sonuçları değildir. Aynı zamanda tarihsel düşüncenin doğası amacı,
yöntemi, değeri konusundaki görüşler değişmiştir. Öğrenci olma durumu gereği herhangi
bir konuya saygı duyan kimse olarak, her şeyin kesin bir sona kavuşmuş olduğuna inanmak
zorundadır, çünkü ders kitapları ile öğretmenleri bu görüştedir. Öğrencilik durumunda
çıkıp da, konusunu kendi kendine incelemeye başladığı an, hiçbir şeyin kesin bir
durulmuşlukta olduğu görülür (1979: 107).
Dilek, tarih öğretiminin amaçlarının, onun işlevine felsefi açıdan yüklendiği
anlamalarla şekillendiği görüşündedir. Ona göre: Tarihe geleceğin toplumunu hazırlamada
bir görev yüklendiği takdirde, tarihin geçmişten toplanan verilerle geleceği şekillendirmede
ilgiliye dersler veren ve bilimsel açıdan genellemeler ve teoriler üreten bir disiplin veya bir
ders programı olarak algılanacağı düşünülebilir. Veya tam tersine, tarih geçmişteki insan
davranışını açıklamada entelektüel bir etkinlik olarak görüldüğünde, bireyin bilişsel ve bir
dereceye kadar duyuşsal gelişimine katkıda bulunan bir disiplin ya da ders programı olarak
karşılaşılabilir. Temelde birbirinden oldukça farklı bu iki bakış açısı, tarih dersinin amacı
ve bu dersin öğretimi ile ilgili akademik anlamda var olan bir anlaşmazlığın sebeplerini
teşkil etmektedir (2001: 31)
Oysa Ranke, evrensel tarih şemasının varlığını kabul etmemekte fakat tarihin bir iç
tutarlılığının ve gelişiminin bulunduğunu kabul etmektedir. Bu mantıkla Ranke tarafında
başlatılan profesyonel tarih yazımı paradigması, evrensel düzeyde tarihsel araştırma
standardı olarak çağın toplumsal ve siyasal gerçeklikleriyle uyumsuz hale gelmiştir
Siyasetin birincil konumu üzerindeki vurgunun, ekonomik ve toplumsal güçlerden görece
soyutlanmış olması ve bunun devletin resmi belgelerine dayanması gerekmektedir. Iggers’e
göre, Ranke’ci paradigmayı eleştirmeye, toplumsal ve ekonomik etkenleri de hesaba bir
tarih anlayışı öne sürülmüştür. Böyle bir tarih, olaylara ve tek tek önder kişilere
yoğunlaşmaktan uzaklaşarak, bu olay ve kişilerin ortaya çıktığı toplumsal koşullara
56
odaklanmayı gerektirmektedir. Demokratikleşme ve bir kitle toplumun doğuşu da, nüfusun
daha geniş kesimleri ile bunların maruz kaldığı koşulları hesaba katan bir tarih yazımını
zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, farklı bakış açılarından, kendilerine özgü sosyal bilim
kavramına yönelmişlerdir ( 2000: 5). Pozitivist bilim anlayışını içeren bu dönem tarih
anlayışı Thomson’un, belirttiği gibi J.C.Gatterer, A.L. Von Schlöser, Johann Von
Müller’ün meydana getirdiği yeni çalışma düzeyi ile Leopold Von Ranke’ye, İngiltere’de
Lord Acton’a ve birçok ülkeye devretti. Bilimsel denebilecek standart araştırma
yöntemlerini ve eleştiri açısından da “teknik tarihçiliği” kurduklarını savundular (1983:
23). Bilimsel ve pozitivist tarih Dilek’in dile getirdiği gibi uzun süre iktidarda kaldı.
Günümüzde de pek çok taraftarı bulunmaktadır. Yalnız bu anlayış tarihin bilimselliğini
düşünen birçok bilim adamını anlaşmazlığa düşürmüştür (2001: 31).
Milliyetçi tarih anlayışı ile yazılan dogma ve inançlar çatışmalara sebep olmuştur. Bu
çatışmaların nedeni Safran’a göre, farklılıkları onaylamayan tarihçinin taraflı bir üstünlük
iddiasından ortaya çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sonrası kurulan
örgütler, daha barışçıl bir dünyanın inşası için tarih öğretimin amaçları ve içeriğine
müdahale etmişlerdir. Ona göre, “tarih öğretiminde dördüncü bir merhale yaşanmıştır...
tarih öğretimin milliyetçi karakteri reddedilmemekle birlikte, bireyleri dünya vatandaşlığı
gibi daha üst kimliklere hazırlayıcı” amaçlar benimsenmeye başlanmıştır(2002: 937).
Tarih yazılırken empati yapılırsa anlama yolu benimsenebilir. Tekeli’ye göre, olgular
tarih yazıcısının koyduğu konuma göre çok farklı anlamlar kazanabilir. Karşısındakinin
davranışlarını kendisini onun yerine koyarak anlamaya çalışan kimsenin belli olgular
karşısındaki yargıları birdenbire değişecektir. Çatışma değirmenine su taşıyan pek çok
yanlış yorumlama birden anlamını yitirecektir. Çok yakınılan, çatışmacı ötekiler yaratan
resmi tarihler empatik anlayışı olmayan tarihlerdir (1998: 91). Berktay’da “evrensel tarih,
total tarih, komparatif tarih, Türk tarihçiliğinin ilacı olmalıdır” diyerek barışçıl tarih
anlayışına destek vermiştir (Dilek, 2003: 6). Berktay bu durumun gerçekleşmesi için
gerekli olan süreç için şunları söylemiştir; “Türkiye’de üniversite akademik tarihçiliğin
genel kıvamı, kalitesi, havası, atmosferi, ufukları sentez kabiliyeti vb. değişmeden, ilk ve
orta öğretimin kalitesi, kıvamı, ders kitapları kolay değişmez” (Dilek, 2003: 6) demiştir.
57
Barışçıl tarih anlayışını savunanları eleştiren Dilek’e göre “pozitivist –küreselci
paradigmanın evrensel değerlerine sığınarak güya nesnel davranılmakta” ancak bu durum
“Anglo-sakson/Amerikan kültürel popülizmine uygun olarak küreselciliğin şemsiyesi
altında siyasal amaçlarla kullanılmaktadır” (2003: 6). Dilek, bilimselleşme sürecinde olan
tarihin bu tür yaklaşımlar içinde ele alınmasına karşı çıkarak fen, coğrafya vb. derslerde
olduğu gibi disiplin doğasına uygun olarak öğretilmesinden yanadır. Sonuç olarak
denilebilir ki, tarih öğretiminin disiplin amaçlarına uygun olarak ele alınması ve tarihçilerin
yorumlarının mutlaka tarihsel gerçekler görünümünde öğrencilere sunulmamasına özen
gösterilmesi tarihin doğasına uygun bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.
Akademik anlamda var olan bu tartışmada tarih öğretimin amaçlarını Dilek’de şu
şekilde belirtmiştir:
Tarihe geleceğin toplumunu hazırlamada bir misyon yüklendiği takdirde,
tarihin geçmişte toplanan verilerle geleceği şekillendirmede bize dersler veren ve
bilimsel açıdan genellemeler ve teoriler üreten bir disiplin veya ders programı
olarak algılanacağı düşünülebilir. Veya tam tersine, tarih geçmişteki insan
davranışını açıklamada entelektüel bir etkinlik olarak görüldüğünde, bireyin
bilişsel ve bir dereceye kadar duyuşsal gelişimine katkıda bulunan bir disiplin ya
da ders programı olarak karşımıza çıkabilir... (2001: 31).
Dilek, temelde birbirinden farklı bu iki bakış açısının tarih dersinin amacı ile ilgili
akademik anlamda var olan tartışmaların nedenleri olduğunu söylemektedir. Lee (1991),
Fines (1994), Slater (1995), Ferro (1984), Blyth (1989), Strom ve Parson (1982), gibi
araştırmacılar bu tartışmanın katılımcılarıdırlar (2001: 31). Bu araştırmacılar tarihin amacı
ve öğretimini oluşturan ana unsurları Dilek’in da ifade ettiğine göre üç farklı görüşle
belirtmişlerdir:
1. Tarih öğretimi öğrencinin kişisel gelişiminde bir öğe olarak kabul edilir.
2.Tarih öğretimi bir sosyalleşme aracı olarak kültürel mirasın aktarıcısıdır.
3.Tarih öğretimi öğrencinin vatandaşlık eğitiminde bir araç olarak kullanılır( 2001:
32)
58
İlk görüş bireysel unsuru ön plana çıkarırken, son iki görüş tarih dersinin toplumsal
gelişime olan vurgusunu dile getirmektedir
Dilek, Lee (1984: 1991), Dickinson ve diğerleri (1978), Fines (1994), Andretti (1993)
ve Slater (1995) gibi araştırmacıların tarih kavramının araştırmalara kapalı bir bilgi bütünü
veya nesnel doğru olarak ele alınmasını problem olarak gördükleri düşüncesindedir.
Dilek’e göre, bu problem tarihin disiplin dışı amaçlar doğrultusunda öğretilmeye
çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Araştırmacılara göre tarih öğretiminde disiplin içi ile
disiplin dışı amaçlar arasında bir denge kurulması gerekmektedir. Tarih öğretiminin
öğrencinin bilişsel gelişimine katkıda bulunabilmesi için öğrencide “tarihsel duyarlılık”,
“tarihsel anlayış” ve tarihte “eleştirel düşüncenin” geliştirilmesi ile mümkün olacağına
inanılmaktadır. Bu yeteneğin gelişiminde tarihteki “değişim” ve “süreklilik” gibi kavramlar
öğrenciler tarafından bir tarihçi gibi algılanır ve tarihçinin olguları anlamak için takip ettiği
yol olan araştırma yöntemleri, tarihsel belgeleri inceleme teknikleri ve diğer yardımcı
unsurları öğretirse tarih öğretiminin iki disiplin içi amacı yerine getirilmiş olur. Haydın’ın
ve diğerlerinin (1997) dediği gibi tarih öğretiminin iki disiplin içi amacı vardır: “Tarih,
tarih için öğretilir”. Konusu itibarıyla öğrenciye yerel, ulusal ve uluslar arası bilgiler verir.
“Tarihçide olması gereken nitelikleri geliştirmek için öğretilir”. Bu şekildeki bir amaç
bilimsel tarih anlayışına uygundur (2001: 32–33).
Dilek’in ifade ettiğine göre, Ferro (1984), Blyth (1989), Strom ve Parson (1982) gibi
araştırmacılar tarih öğretiminin sosyal amaçları üzerinde dururlar. Bu amaçlar kapsamında
tarih, bir toplumun ihtiyacı olan moral ve kültürel değerlerin kazanılması için bir araçtır.
Eğer öğrenciler tarihçiler gibi çalışırlarsa tarihi öğrencileri, toplumda etkili vatandaşlar
olmalarını sağlayacağı düşünülür. Bu aştırmacılara göre tarih programının anahtar
konumundaki tarihsel olayları ve kişilikleri içermesi, zaman içinde insan davranışının
anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. Bu tür olayları anlayabilme yeteneğinin
geliştirilmesinde program: kültürel miras, siyasi etkiler ve bir topluma mal edilen değer ve
kullanılan yaptırımları göz önünde bulundurmak zorundadır. Dolayısıyla böyle bir tarih
programının hazırlanmasındaki amaç, öğrencilerin demokratik değerleri anlamaya yönelik
sonuçlar çıkarmalarına yardımcı olmaktır (2001: 33).
59
Pragmatik ve pedogolojik kaygılar eğitimcilere iki önemli soruyu sordurmuştur:
“geçmiş hakkında öğrencilere ne öğretebiliriz?” ve “tarih öğretiminin amaçları nelerdir?”.
Bu sorulara verilen cevaplar tarihi bir disiplin olarak öğretme zorunluluğundan
uzaklaştırmıştır. Genellikle vatandaşlık eğitiminde bir araç olarak görülmüştür. Bununla
birlikte tarihin temel amacı Knight’ın dediği gibi “ne bize doğrudan dersler vermek, ne de
geleceği gösteren kanunlar yapmaktır. Daha ziyade geçmiş, geçmişte farklı topluluklarda
yaşamış olan insanların bakış açılarını ve anlayışlarını keşfedip anlamaya çalışmaktır”
(Dilek, 2001: 34). Lee’nin (1984) eleştirdiği noktada aynı yöndedir. Tarihin genellemelerle
sonuç çıkarılan bir bilim olarak görülmesini reddeder. Onun gibi Jenkins (1991), Knight
(1993), Andretti (1993) ve Slater (1995) tarihsel olayların her birini “tek ve tekrarlanamaz
olaylar” olarak görürler. Lee’nin anlayışında tarih geçmişi içeren bir disiplin şeklindedir
(Dilek, 2001: 34).
Dilek’in belirttiğine göre1972 yılında İngiltere’de “geleneksel tarihi yetersiz
bulmaları nedeniyle” Okullar Konsey Tarihi kurulur. Hazırlan İngiltere’de bir proje ile
tarihin doğasını ve temel kavramlarını öğretmeyi teşvik etmek ve sınıfta kaynakların
kullanımı amaçlanmıştır. Bu proje ile tarih, ders kitaplarına olan bağımlılıktan kurtarılmış,
öğrencilerin bilişsel gelişimlerini geliştirmede bir araç haline gelmiştir. Yalnız bu yeni
yaklaşım Nick Williams tarafından kronoloji bilgisinin ihmal edildiği ileri sürülerek
eleştirilmiş. Hepsinden önemlisi de proje “İngiliz ve Avrupa tarih bilgisi için bir çatı
programı önermediği için eleştiril”miştir (2001: 37–38). Fakat Dilek’in de dediği gibi
“tarih öğretimi, öğrencilerin bilişsel yeteneklerinin kazandırılmasında ve geliştirilmesinde
önemli bir role sahiptir” (2001: 40).
Tarih öğretiminin asıl amacı Lee’nin dediği gibi “öğrencilerin problemlere bakış
açılarını genişletmek yoluyla değiştirmek” ve bir başka önemli bir amaçta “geçmişi
yeniden yapılandırmada karşılaşılan güçlükleri takdir etme duygusunu öğrencilere
kazandırmak”tır (Dilek, 2001: 42). Tarih geleceği tahmin etmede genellemeler yapacak bir
bilim değildir. Böyle bir tarih eğitimi pragmatik amaçlar için kullananların işine gelebilir.
Hâlbuki tarih bir disiplindir. Sonuçları kolay tahmin edilemez ve kişisel suiistimallere
açıktır.
60
Dilek, öğretiminin sosyal amaçlarının “öğrencileri demokratik bir topluma
hazırlamak ve onları aktif yurttaşlar haline getirmek için gerekli olduğu”na savunur. Ona
göre geleneksel tarih öğretiminin amacı öğrencileri yetişkin hayatına hazırlamaktır. Her ne
kadar farklı içerik ve öğretim yöntemlerini vurgulasa da öğrencileri ders kitapları ve tek
taraflı kaynaklar yoluyla devlet ve toplumun istediği gibi şekillendirmeyi amaçlamaktır
(2001: 42).
Dewey ise, tarihin sırf bir sosyal hayatın parçası olarak bakıldığında önemli hale
gelebileceğini ifade eder.
Dewey bu konuda şöyle der:
...Tarih bir bilim adamı olarak tarihçi için ne olursa olsun, eğitimci için...
aracısız bir sosyoloji olmalıdır... Eğer tarih öğretimin amacı; çocuğa sosyal
hayatın değerlerini takdir ettirebilmek, insanların birbirleriyle etkili iş birliğini
kolaylaştıran ve teşvik eden kuvvetleri tahayyül ettirebilme, yardım eden ve
gerileten karakter türlerini anlayabilmelerini sağlamak ise, tarihin sunulmasındaki
temel nokta, tarihin hareketlendirilmesi ve dinamikleştirilmesidir (2002: 54).
Dewey gibi düşünenler tarihi çoğulcu ve çok kültürlü bir toplumda bireylerin
ihtiyaçlarını karşılayan bir unsur olarak görürken, karşı görüşte olanlar ise toplumun ve
sistemin ihtiyaçlarına ideolojik açılardan hizmet etmesi gereken bir araç olarak görmüştür.
Dilek’in ifade ettiğine göre ise, tarihin işlevi geleneksel değerlerin aşılanması veya
demokratik/eleştirel amaçlara uygunluk çerçevesinde anlaşılsa bile her iki anlayışta
“sosyalleşme” amacına hizmet etmektedir. Okul programlarındaki tarih dersinin toplumun
mevcut değerlerini devletin yönetim şeklinden kaynaklanan bir bakış açısıyla yansıttığı
söylenebilir (2001: 44).
Tarih öğretimine sosyal bir amaç yüklenmesi bu amaçların yanlış kullanma olasılığını
beraberinde getirir. Çünkü Slater’in (1991), belirttiği gibi:
Tarih, matematik, teknoloji, atletizm veya müzik gibi sırasıyla ulaşılması
gereken önceden belirlenmiş hedefler içermez. Tarihsel düşünce hiçbir zaman
61
şimdi yeterince biliyorum... her şeyi anladım” gibi ifadeler yer vermez... tarihe
olan ilgisizliğimizi azaltmaya ve yanlış anlamalara açıklık getirmeye çalışır
(Dilek, 2001: 45).
Dilek, sosyal amaçlar için tarih öğretiminin, önaktif bir öğrenme ortamının
sağlanması ve buna disiplin için kullanılan tarihsel yeteneklerin dahil edilmesiyle
ulaşılacağı görüşündedir. Tarih dersine disiplin dışı amalar yüklenirse bu durumda
Dilek’in belirttiği gibi geçmişte meydana gelen olayları tarihsel bakış açısından yoksun
olarak ele alınması gerekecektir. Varılan sonuç tarihi bir disiplin olarak öğretilme
amacından uzaklaştıracaktır. Aslında araştırmaya dayanan belge ve geçmişin
yorumlanmasıyla ilgilenen tarih öğretiminde Dilek’in sık sık ifade ettiği gibi tarih, belge ve
geçmişin yorumları ile ilgilenir. Tarihsel araştırmaya dayanan bir tarih öğretimi anlayışı,
öğrencilerin bilişsel yeteneklerini geliştirmek ve onlara tarihsel duyarlılık kazandırma k ile
sınırlıdır. En iyimser bir tahminle tarih, dersi öğrencilerin, kendi toplumlarını anlamalarına
ve toplumda kendi kimliklerini bulmalarına yardımcı olabilir. Bunun dışında “...tarih
öğretiminde öğrenci ahlak ve vatandaşlık eğitimine katkıda bulunmayı garanti eden kesin
sonuçlar çıkarılamaz” (2001: 42–48) demek daha doğru olacaktır. Dilek’in de ifade ettiği
gibi, geçmişi belirsizlik ve önyargılarla okul programlarına almak ve/veya yansıtmak,
öğrencilerin bazı milletler hakkında yanlış düşüncelere sahip olmasına sebep olabilir (2001:
48). Dolayısıyla böyle bir neticenin pedagojik açıdan eğitim politikalarında arzulanan
hedefler arasında olmaması ve düşünülmemesi gerekir.
2.5. TÜRK TARİH ANLAYIŞININ OLUŞUMU
2.5.1. Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı
Kuruluştan Tanzimata Osmanlı Tarih Anlayışı
İlk Osmanlı tarihçisi, Ahmedi’dir. Ahmedi, öğrenimini Mısır’da yapmış esas uğraşı
tarihçi olamayan bir şairdir. Göyünç’e göre; Ahmedi’nin Kütahya’da Germiyan Bey’i
Süleyman Şah için yazdığı ve Büyük İskender’in kahramanlıklarını içeren eseri “İskendername”
nin sonuna eklediği manzum “ Dasitan Tevarih –i Mülük Al-i Osman, daha sonraları
62
bir kısım Osmanlı tarihçilerine kaynak teşkil ettiği gibi, bu manzum eserden alınan parçalar
yer yer başka Osmanlı tarihçilerin eserlerini süslemekte de kullanılmıştır ( 1977: 240).
Ahmedi’nin “İskendername” si anonim Osmanlı tarihleri kadar, Bizans’ın “digenis
akritas”larını andıran romantik ve eroik gazavatnameleri de kullanmıştır. Son yıllardaki
incelemeler, bu kroniklerin, bir başka kaynağının da takvimler olduğunu göstermektedir
(Ortaylı, 1986: 423)
Ortaylı’ya göre, Osmanlı tarih yazıcılığı köken olarak Arap ve Fars kroniklerine;
muhteva olarak; Ortadoğu devlet ve toplumlarındaki nasihatname geleneğine bağlanır.
Solakzade ve Mustafa Ali gibileri, bu geleneği kaleme aldıkları nasihatnamelerle sürürdür.
Böyle bir bağlantının gelende doğru olduğuna kuşku yoktur. Ancak daha XVI. Yüzyıldan
itibaren, Osmanlı tarih yazıcılarının bazılarının Avrupa kroniklerine ilgi duyduğu, okuduğu
veya çevirttiği de bir gerçektir (1986: 422). Bunun dışında yine ilk devirlerde Âdem’den
itibaren peygamberlerin ve halifelerin listesini kapsayan bir giriş ile başlayan, Selçuklu,
Osmanlı ve Karamanlı soylarına ait önemli olayların kaydedildiği daha sonrada zaman ve
takvim ile ilgili bazı bilgileri içren tarihi takvimlerin tertiplendiği görülmektedir. Göyünç’e
göre, Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devirlerinden bahseden bazı menakıp namelerin
de bulunduğu da bilinmektedir. II. Bayezid devri başlarında, 1484’te vefat eden Aşık-Paşazadenin
bahsettiği Yahşi Fakik Menakıp-namesi bunlardan birisidir ( 1977: 240).
Ortaylı, yazılı kaynaklar itibariyle, Osmanlı tarihçiliği Yahşi Fakih ile başlatır.
Ortaylı’ya göre, mevcudu olmayan bu kaynağa Aşık Paşazade’nin referanslarında
rastlanmaktadır (1986:423). Yine, ilk Osmanlı tarihçilerinin bir kısım halk efsanelerinden
ve tarihi bilgileri de ihtiva eden destanlardan faydalandıkları da görülmektedir. Ortaylı
Düstürname’yi Envari gibi manzum tarihlerin varlığında söz eder. Ayrıca tarihlendirmeleri
mümkün olmayan Tevarih-i Al’osmanlara dikkat çekmektedir. Neşri ve Oruç Bey ile
devam eden menkıbe ve rivayetlerin süslediği ilk dönemden sonra; 16. Yüzyılda Kemal
Paşazade ve Hoca Saadettinlerle, usta bir uslüb ve kayıtlara sadakat ile kaleme alınan
tarihler ortaya çıkar ( 1986: 423). Göyünç’ göre Bu eserler, aynı zamanda dini- destanı
edebiyatında kaynağıdır. Fatih Sultan Mehmet devrinin üç önemli tarihi eserlerinden ikisi,
Enveri’nin Düsturnamesi ve Karamani Mehmet Paşa’nın Arapça Osmanlı Tarihi birer
63
takvim niteliğindedirler. Halk menkıbeleri ile tarihi takvimlerden alınma bilgilerin
derlenmesi türündedirler (1977: 240–241).
II. Bayezid zamanında Osmanlı Tarihçiliğinde yeni bir devir başlar. İdris-i Bitlisi ve
Kemal- Paşazade, Şemseddin Ahmed birer Osmanlı Tarihi yazmağa memur edilirler.
Birincisinin Heşt Bihişt (Sekiz cennet) adlı Tarihi, sekiz padişah devrini anlatan Farsça,
edebi ve ağır bir üslupla kaleme alınan bir eserdir. Yinanç’a göre, XVI. Yüzyılın başında
Heşt Behişt adını verdiği Osmanlı hanedanının tarihini ihtiva eden meşhur kitabını yazmış
büyük edip İdrisi Bitlisi İran lisan ve edebiyatındaki bütün kudretini gösterirken, XIII.
Yüzyıldan itibaren moda olan İran edebi tarihçiliğinin de ülkemize bütün manasıyla
getirmiş ve daha doğrusu Osmanlı hanedanı tarihinin bu yolda yazılabileceği erbabı ilim ve
fazilete göstermiştir (1999: 573). Yurdaydın’a göre, Kemal Paşazade ise, bu dönemde
yazdığı eserinde Şiilerin öldürülmesinin caiz, mallarının helal, nikâhlarının kıymetsiz
olduğunu belirtmiş, ayrıca Şiiler ile yapılacak savaşların, diğer din düşmanları ile yapılan
savaşlar gibi cihad sayılacağını ileri sürmüştür (2005: 216). Kemal-Paşa-zade, Osmanlı
Tarihi’ni Genel Türk Tarihi içerisinde, onun bir parçası olarak gören ilk tarihçisi olduğu
kabul edilmektedir. Göyünç’ göre Kemal Paşazade, Osmanlı Devleti’nin yükselme
nedenlerini de gayet doğru bir şekilde saptayabilmiştir. Kanun ve yönetmeliklere devlette
herkesin boyun eğmeye mecbur olması, sosyal nizam ve müesseselerin devlet hayatında
büyük bir yer işgal etmesi, devletin zenginliğinin halkın refahının bir sonucu oluşu,
Osmanlı Devleti’nde aristokrat bir sınıfın ortaya çıkmasına olanak sağlamaması onun
gözlemleri arasındadır. Ona göre, Busbecq ve Schweigger gibi, 16.yüzyılın ikinci
yarısında Türkiye’ye gelen yabancılar da aynı kanılara varabilmişlerdir (1977: 241).
16.yüzyılda Osmanlı Edebiyatının bütün dallarında görülen İran etkisinin Tarih
yazıcılığı alanındaki görüntüsü olarak kabul edilen bu iki eserden ilki, daha sonra uzun bir
süre Osmanlı Tarih Yazıcılığını etkilemiştir. Özbaran’ın araştırmalarına göre, XVI.
Yüzyılın başlangıcına kadar Osmanlı Devleti edebiyatın tüm dalarında ve tarih anlatımında
İran etkisinde kalmıştır. Tarihçilerin ele aldıkları konularda “Müslüman ve adil” olma
“kâfir ile savaş”ta görev almış olma gibi özellikleri işledikleri ve insanlara hayatları
boyunca hatırlayıp canlı tutunacakları sanılan pek çok özelliğin telkin edilmesi niyetiyle
tarih yazdıkları bilinmektedir (2003: 12).
64
Osmanlı tarihçileri arasında Karamani Mehmet Paşa ve Lütfi Paşa gibi sadrazamlara,
Kemal-Paşa-zade, Karaçelebizade Abdülaziz Efendi gibi şeyhülislamlara, devletin çeşitli
kademelerinde türlü görevler alan kimselere rastlanmaktadır. Bular Göyünç’e göre, yalnız
tarihçi değil, edebiyatla, İslami bilimlerle, coğrafya ile hatta bazen tıpla bile meşgul olan
çok yönlü kimselerdir. Devletin aksayan taraflarını tarihi eserlerinde zaman zaman
eleştirmekten uzak kalmadıkları gibi bu konularda müstakil eserlerde yazmışladır(1977:
241–242).
Osmanlı tarihçileri yabancı memleketlerin tarihlerini ve Batı’daki olaylara ilgi
duyanları da vardır. Ortaylı, XVI. Yüzyıldan itibaren, Osmanlı tarih yazıcılarının
bazılarının Avrupa kroniklerine ilgi duyduğu, okuduğu veya çevirttiği de bir gerçektir.
Feridun Bey efsanevi Kral Bohemond’dan kendi zamanına kadar Fransa Tarihini, Divan
Hümayun tercümanlarından ikisine ( Hasan bin Hamza ve Ali bin Yusuf) çevirttirmiştir.
Peçevi büyük ölçüde İstvanfy’nin Macarca tarihlerinden, Almanca bazı kaynaklardan
yararlanmış ve tarih mekânını İmparatorluğun dışına taşırmıştır. Hazerfan Hüseyin Efendi,
Yunan –Roma dahil bir dünya tarihi kaleme almayı denemiştir. Galland ve Marsgil gibi
yazarları hayran bırakan Hüseyin Efendi; İbranice, Gerekçe ve Latince bilmektedir. Katip
Çelebi, Osmanlı müverrihleri içinde, geniş leksikografi, coğrafya (ünlü coğrafya eseri
Cihan-nüma’nın kaynakları arasında Atlas Minor adlı bir Batı kökenli eseridir.) ve nebatat
bilgisiyle ve Chalcocondyles’in Frenk kroniği eserini Türkçeye çevirmesi ile bilinir (1986:
422). Göyünç’e göre, Feridun Ahmet Bey’in 1572’de bir tercüman ile bir kâtibine çevirttiği
Tarih-i Firengi (Fransa Kralları Tarihi) Batı dillerinden Türkçeye yapılan ilk çeviridir
(1977: 242).
Osmanlı tarihçiliğinde, konu ve türde tarihler yazılmıştır. Behar’ göre Osmanlı
dönemi tarihçileri tarafından kullanılan edebi tarzlar genel olarak şunlardır:
1.gaza ve gazavatname, XIV. Ve XV. Yüzyıllarda yazılmış olan savaş ya da askeri
zaferlerle ilgili tarihlerdir;
2.şehname, XVI. Ve XVII. Yüzyıllarda destan tarzında şiir ya da düz yazı olarak
yazılan resmi vakainamelerdir;
3. menakıpname, kahramanlık ya da halk öyküleri anlamına gelmektedir.
4.seyahatname coğrafya ve uygarlık tarihi içeren gezi notlarıdır.
65
5. nasihatname tarihten ders çıkarmak amacıyla yazılmış eserlerdir ( 1996: 44)
Ayrıca umumi tarihler, saltanat tarihleri, şehir tarihleri, sefer tarihleri, teşkilat
tarihleri, ruznameler, biyografi, hatırat, sefaretnameler. İslam Tarihleri, Türk Tarihleri,
mahalli tarihler, çeşitli ülke tarihleri, tarih sözlükleri, hatıratlar Arapça ve Farsça tarihler ve
münferit bir hadise ve bina tarihleri gibi çeşitli konularda da tarihler kaleme alınmıştır
(Severcan, 1999: 302). Osmanlı tarihçileri padişaha ve onun yardımcılarına hizmet etmek
durumundaydılar ve bunu eleştiri ve gözlemleri ile yaparlardı. Fakat yöneticilerin iyi niyet
ve iktidarlarını sorgula(ya)mıyorlardı.
Osmanlı tarihçilerinin ilk devirlerde kullandıkları yazı dili sade bir Türkçedir.
Göyünç’e göre, fakat zaman zaman Arapça (Karamani Mehmet Paşa, Katip Çelebi,
Müneccim-başı Ahmet Dede gibi), Farsça (Şükrullah, İdris-i Bitlisi gibi ) yazmayı seçenler
olduğu gibi, kullanılan Türkçe yazı dili de çok ağdalı ve çetrefil bir türe dönüşmüştür.
Yinanç bu konuda şöyle der:
Müellifler tarihteki vak’aların sebep ve neticelerini esas itibariyle
mukadderatı ilahiye ile tefsir eden vakıalarda ricalullahın müsbet veya menfi
tesirlerine inanan; adil, gazap, intikam veya ihsanı ilahinin vakıalar ve şahıslar
üzerindeki akislerini kat’iyetle kabul ve ekseriya vak’aların vukuunu yıldızların
harekâtına ve burçlar üzerindeki seyirlerine atfeden; vakıalarda amil olan
şahısların hareketlerini, ahlak ve seciyelerini dini ve mistik bir ölçü ile ve
ekseriya mecazlı ve kinayeli cümlelerle ve hatta zımni istihzalarla tenkit eden ve
bu yolda ayetleri, hadisleri, meşhur Arap darbımesellerini ve büyük şairlerin
beyit ve mısralarını ibzal ve israf eden muharrirlerdir. Bunlar vakıaları bu
suretle nakil ve izah ve hatta tenkit etmiş olmakla beraber nakilci ve hikâyeci ve
tasvirci birer tarihçi olmaktan ileri geçememişlerdir. Vukuatı birbirine
bağlamayarak her birerini ayrı ayrı zikretmek ve bundan maada bahsolunan
vak’alarla hem zaman olan diğer vukuatı karşılaştırmağa ve mukayese etmeğe
lüzum görmemek itibariyle tasviri = Descriptive veya nakli = Narrative olan bu
tarihçilik, lisan nispeten ve hatta bazen kat’i şekilde sadeleşmekle beraber, bazı
istinalardan sarfı nazar, hemen hemen Tanzimat devrine kadar gelmiştir. Ali
Çelebi ile Kâtip Çelebi ve Müneccimbaşı ve biraz da Naima daha fazla bir
tekâmül göstererek Pragmatique yani şe’ni tarihçiliğe doğru ileri gidecek,
vakıaların sebep ve neticelerini tetkik ve izah ve tenkit edecek kadar bir
kabiliyet göstermişlerse de bunlarda bu vadide pek sathı kalmışlar ve yine esas
itibariyle evvelkilerin vasıflarını muhafaza etmişlerdir. Tanzimatın yapıldığı
66
XIX. Yüzyılın başında yetişen tarihçilerimiz de aynı esvafı taşırlar (1999: 573–
574)
Özbaran, Tanzimat Devri öncesi Osmanlı tarihçileri için iki ana görüş açısı vardır,
“İslamiyet” ve “Osmanlı Hanedan” temellidir (2003: 12). Osmanlı tarihçilerinden Tursun
Bey gibi, hükümdarın toplum içerisindeki yerini ve rolünü, onun tabiatında bulunması
gerekli yetenekleri belirtenleri olduğu gibi, Naima gibi, tarihçinin de görevlerini
belirleyenleri olmuştur: doğru sözlü olmak, asılsız sözlere kulak asmamak, dedikodulara
önem vermemek, bilmedikleri meseleleri bilenlerden sormak, olayları, kendilerinden
kıssadan hisse çıkartacak şekilde anlatmak, hislerine kapılmamak böylelikle onları
okuyucuya zevk verecek şekle sokmak tarihçiye verilen öğütler arasındadır. Bütün bu
öğütlere her zaman uyulamamış olacağı, pek doğal olarak, açıktır. Bunda yazarın eserini ya
bir hükümdara veya bir devlet adamına sunuşunun, karşılığında bir şeyler bekleyişinin
etkisi olabilir. Ayrıca, tarihçinin de nihayet toplumun bir üyesi olduğunu, onunda zaman
zaman ister-istemez çevresinin etkisinden kurtulamayacağını düşünmek gerekir. Hatta dil
konusunda, yukarıda kısaca açıklanan Farsça, Arapça veya ağır bir Osmanlıca kullanılması
türünden uygulamaları da, yine devirlerinin birer modasının tarihçi üzerindeki baskısı
şeklinde yorumlamak gerekir.
Sonuç olarak, Osmanlı tarihçiliğinin esas itibariyle tek bir konuyu esas almadığı
söylenebilir. Behar’ın da ifade ettiği gibi, ne tek başına İslam’a, ne din propagandası
yoluyla yayılan etnik gruba, ne de Türkler gibi tek bir ırka hasredilmiştir. Osmanlı
tarihçiliği İmparatorluk siyasetlerinin bir ürünü olarak hepsinin bir karışımından
oluşmaktadır. Diğer imparatorluk tarihleri gibi geleneksel Osmanlı tarihçiliği de temelde
gelecekte hatırlanmak amacıyla olayların destansı bir siyasal meşruluk için bir temel
oluşturmaktadır ( 1996: 45)
Tanzimat Dönemi Tarihçiliği
19. yüzyılda, bilhassa Lale Devri’nden itibaren Osmanlı toplumundan ve
kurumlarında etkinliğini gitgide artıran Batılılaşma akımının sonucu olarak, her sahada
olduğu gibi, tarih yazıcılığında da bir büyük değişim görülür.
67
Arıkan; Tanzimat dönemi, Osmanlı tarihçiliğinde önemli bir dönüm noktasıdır.
Çünkü Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Tanzimat'a kadar geçen sürede egemen olan
dinsel tarih anlayışı yerini yavaş yavaş hanedan tarihi anlayışına bırakmaya başlamıştı.
Başka" bir deyimle o zamana kadar olayların açıklanmasında ve yorumlanmasında İslâm
tarihi temel olarak alındığı halde bu dönemde Osmanlı hanedanı çevresinde biçimlenen bir
tarih görüşü ortaya çıkmaya başladı (1985: 1584). Enver Ziya Karal'ın da belirttiği gibi,
Tanzimat’a kadar, tarih olaylarının açıklanmazında genellikle, dinsel tarih anlayışı geçerli
olmuştur. Buna Osmanlı Devleti’nin teokratik yapısı zemin hazırlamıştır. Tanzimat
hareketiyle Osmanlı örgütlerinin tümünde başlayan modernleşme hareketlerinin, tarih
anlayışında bir değişmeye yön vermiş olduğu söylenebilir (1977: 255).
Tanzimat Fermanı ile Safran’ın belirttiği gibi, tarih kitaplarında Osmanlı vatandaşı
kimliğini oluşturmak için ağırlıklı şekilde hanedan tarihi yazılmıştır. Tarihçilikte egemen
akım olayların imparatorluk ve başarılar etrafında ele alınmasıdır. Padişahın yetkisinde
sorgu sual sorulmamaktaydı. Çünkü tarihçiliğin zaman ve mekân anlayışı, imparatorluk ile
ilgili başka ortamlarda ya da çeşitli zaman dilimlerinde karşılaştırma yapacak şekilde geniş
tutulmamıştır ( 2002: 935). Karal’a göre, tarih yazarı, telif hakkı ile değil, fakat büyüklerin
veya devletlülerin ihsanı ile yaşamak zorunda bulunduğu için, tarih olaylarını açıklarken
eleştiri olanaklarından yoksundur. Zaten her şeye egemen durumda olan din de, böyle bir
eleştiri için yeteri kadar özgürlük vermemektedir ( 1977: 255).
Tanzimat Fermanından önce dilde başlayan sadeleşme hareketi bu dönem
tarihçiliğini önemli ölçüde etkilemiştir. Arıkan’a göre bu hareket, 1932’de Takvim-i
Vakaiyi’nin yayınlanmaya başlanmasında sonra biraz daha genişlemiştir. Tanzimat
döneminde de halkı önemli olaylar karşısında aydınlatmak görüşü ağır basmaya başlamış
ve özel gazetelerin yayınlanmaya başlanması da bu sadeleşme akımını güçlendirmiştir.
Bunun yanında Avrupa devletlerini bilen tarihçiler yetişmiş, bundan sonra yazılan genel
tarihlerde gerek eski kavimler gerekse Avrupa tarihleri üzerinde durulmuş ve hatta kendi
tarihimizle ilgili eserlerde bile Çağdaş Avrupa tarihinde söz edilmiş olayları eşzamanlı
kılmaya özen gösterilmiştir. Batı dillerini bilmeyen tarihçiler bile bilenlere çeviriler
yaptırarak eksik yanlarını kapatmaya çalışmışlardır (1985: 1584). Bu anlayışla, Hayrullah
68
Efendi bir modern tarih kaleme almıştır. O, bu kitabında yabancı dildeki kaynakları geniş
ölçüde kullanmıştır. Ayrıca Avrupa’nın ünlü siyaset adamlarını tanıtan ve Avrupa’nın
siyasal yapısını inceleyen eserlerde yayınlanmaya başlamıştır. En önemli eser ise,
Ortaylı’ya göre: Avrupa dillerini bilmeyen ve tamamen son devir Osmanlı medresesinin
eseri olan bir zekâdan geldi: Ahmet Cevdet Paşa. Ahmet Cevdet Paşa Avrupa tarihini ve
Osmanlı tarihini Osmanlı cemiyetine özgün bir bakış açısı içinde ele almaktadır (1986:
424) Ahmet Cevdet Paşa, Arıkan’a göre; Tanzimat dönemi tarihçiliği denilince akla gelen
ilk tarihçidir (1985: 1584). Cevdet Paşa’nın Tarih’i, Ortaylı’nın ifade ettiği gibi; her
şeyden önce Avrupa kültürü ve içtimai müesseseleriyle bir hesaplaşmadır. Cevdet Paşa’ya
göre; fıkıh ve şeraitle biçimlenen İslam toplumu ile Avrupa arasındaki mukayeseler ve iki
dünya tarihlerinin iç içe geçtiği noktaların tespiti önemlidir. Bu düşünce de kendi
mantığıyla yaptığı analizler, zaman zaman geniş dipnotu mahiyetinde bir takım müessese
ve olaylar hakkında verdiği ek bilgilerle, böyle bir yorumun biçimlendirdiği bir Osmanlı
tarihi yazmıştır (1986: 425–426).
Yinanç, Cevdet Paşa yazdığı tarihin kaynak ve kaynakçalarını söyleyerek bunları
eleştiri ve karşılaştırmaya tabi tutmak, söylediği olayların sebeplerini daha önceki olaylara
bağlamak ve meydana getirdikleri neticeleri saymak ve aynı zamanda o devirdeki sosyal
yapımızın hayat ve zihniyetini canlandırmak konusunda kendine çağdaş olan Batı’nın
tarihçileriyle eşit olduğu görüşündedir. Fakat eserini Annales tarzında yazması ve manevi
ve mistik etkilere inanarak, selefleri olan vak’anüvisler gibi, birçok vak’aları bu yolda izah
etmesi ve eserini sade üslupla yazmış olmakla beraber yine eski yazarlar tarzında kinayeli
ve tarizkar fikirlerle doldurması onu Doğu tarihçisi olarak bırakmıştır. Ahmet Cevdet
Paşa’nın bütün orijinalliği de bilhassa buradadır (1999: 576). Arıkan, Onun kinayeli ve
tarizkar tarihçiliğin de imparatorluğun çöküş dönemine bakış açısının önemli bir payının
olduğu görüşündedir (1985: 1586).
Ortaylı’ya göre, Osmanlı tarih yazıcılığı XIX. Yüzyıl ortalarından itibaren, bilimsel
tarihçilik için yan dalların gelişmesine tanık olunmuştur. Bu dönemde Vilayetlerde “eski
eser”lerin envanterinin yapılma çalışmalarının başlandığı bilinmektedir. Nümizmatik gibi
dallarda Abdüllatif Subhi Paşa sonraları Halil Ethem Bey gibi uzmanlar görülür.
Şemseddin Sami gerekli tarih coğrafya bilgilerini içeren “Kamus al Alam”ı yazar. Tarih
69
yazımı ve tarihçiliğin tarihi demek olan, bilgi ve bilinç ise, daha geç gelişti. 1843 yılında
Karslızade Mehmed Cemaleddin Efendi “Ayine-yi Zürafa” adlı Osmanlı tarihçileri ve
eserleri hakkında bilgi veren, bilinen ilk leksikografik rehberi hazırladı. Çağdaş tarihçiler,
XIX. yüzyılda, hata mali imkân kadroları yetersiz olanlar bile biyografik rehberleri
hazırlamışlardır ( 1986: 426). Öte yandan Arıkan’ın ifadesine göre, Sahak Ebru’nun
derleyip 1855’te yayınladığı “Bazı Avrupa Ministrolarının Tercüme-i Hali” bir eserde, o
günün ünlü devlet adamları tanıtılmış, Avrupa’nın siyasal yapısı üzerine bilgi verilmiş ve
Batı’da gelişen önemli olaylara da değinilmiştir. Bu arada Batı tarihçiliğin etkilerinin gün
geçtikçe görülmekte de, Osmanlı tarihçiliğinde kimi tarihçilerin kişiliğinde giderek çağdaş
bir nitelik kazandığı anlaşılmaktadır. Bunlardan bir olan Hayrullah Efendi, Tarih-i Devlet-i
Aliye-i Osmaniye adını verdiği tarihinde, her Osmanlı sultanına bir cilt ayırmış, Osmanlı
Padişahlarının çağdaşı olan diğer İslam ve Hıristiyan hükümdarlar hakkında da bilgi
vermeye çalışılmıştır. Hayrullah Efendi başta Hammer ve De la Croix’nın eserleri olmak
üzere birçok önemli Batı kaynaklarına da başvurulmuştur. Osmanlı uyrukları arasında cins
ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin Osmanlı haklarını hak ve ödevler bakımından eşit
duruma getirmek ve yeni anlamda bir Osmanlı milleti oluşturmak ülküsü, bu dönem
tarihçiliğini önemli ölçüde etkilemiştir ( 1985: 1586–1587).
Tanzimat’a karşı, Tanzimatın Osmanlı imparatorluğunun Batı’ya teslim olduğu
şeklinde itirazda buluna aydınların, Namık Kemal’in başında bulunduğu aydınların
mücadelesi sonunda Kaymaz’a göre bir Osmanlıcılık doktrini, bir Osmanlıcılık akımı
belirmiştir (1977: 435). Namık Kemal için tarih bir çıkış noktası oluştur. Bu bakımdan
imparatorluğun çöküş dönemini değil yükselme dönemini konu olarak seçen Namık
Kemal’in eserlerinde Arıkan’a göre daha çok “milliyetperverlik ve vatanseverlik”
egemendir (1985: 1587). Yinanç’a göre ise, Namık Kemal Bey’in eserinde; Hayrullah
Efendi ile Hammer’in tesirleri pek barizdir. Hakikati araştırmaktan ve incelemekten çok
milliyet ve vatanperverlik telkini amacıyla yazılan Namık Kemal’in eseri ilmi olmaktan
ziyade pedagojik bir bakış açısında kıymetlidir (1999:577). Bu dönemde pedagojik
bakımdan tarihçiliğimizde devrim yapan ve nesillerin elden bırakmadıkları bir diğer eser
ise Ahmet Vefik Paşa’nın “Fezlek-i Tarih-i Osmanisi”dir. Arıkan’ın ifade ettiği gibi;
Ahmet Refik Paşa yalnız okullarda okutmak üzere yazdığı Fezleke-i Tarih-i Osmanî’de
Osmanlı tarihini her biri imparatorluğun kuruluş, yükselme, çöküş, vb. evrelerini kapsayan
70
altı bölümde incelemiştir. Onun bu sınıflandırması, son Osmanlı vak’anüvisi Abdurrahman
Şeref Bey tarafından da benimsenmiş ve “Tarih-i Devlet-i Osmaniye başlıklı eseri böyle bir
yöntemle yazmıştır( 1985: 1588).
Sonuç olarak Behar’ın da belirttiği gibi; Tanzimat döneminde yeni tarih yazma
yöntemleri benimsenmiştir. Avrupa etkisiyle tarih kitaplarında ki çeşitlilik oldukça
artmıştır. Genel olarak, geleneksel tarih yazıcılığının öyküsel ve betimleyici yöntemleri
varlıklarını yeni karşılaşılan pragmatik yöntemle bir arada sürdürmüştür. Daha belirgin bir
yöntem yeni tarzlardaki çeşitliliktir. Ders kitaplarının yazımındaki ahlakı ve eğitsel yanlar
ise reform döneminin tarih yazıcılığında önemli bir özellik olarak kalmıştır. Tanzimat
döneminin en belirgin özelliği “geleneksel” yöntemden “pragmatik” yönteme bir geçiş
olmuştur. Birçok tarihçi, daha iyi hükümet politikaları üretebilmek için tarihi olayların
nedenlerini ve sonuçlarını araştırmak, açıklamak ve hatta bazen eleştirmek yolunda
atılımda bulundular, fakat bu çabalar çok yüzeysel kalmıştır. Bu genel yüzeyselliğe rağmen
bazı tarihçiler daha önce çok gevşek değerlendirilen olaylar arasındaki bağlantılara dikkat
çekmeyi başarmışlardır (1996: 54–55).
Tanzimat Sonrası Tarihçiliği
Türkiye de çağdaş tarihçilik, Osmanlı düşün geleneğinin, Tanzimat ertesi batı ile
etkileşimi ve Aydınlanma Çağı Fransız düşüncesinin, Osmanlı aydınını yönlendirişi sonucu
gündeme gelmiştir. Toprak’ın ifade ettiği gibi, XIX yüzyıl sonu Fransız toplumsal
düşüncesi ve özellikle pozitivizm, Paris’e sığınık Jön Türkler’i etkilemiş, Osmanlı
Devleti’nin çağdaşlaşma modeli büyük ölçüde, Fransız örneğinden etkilenmiştir (1986:
431).
Behar’a göre,1860'larda ve 70'lerde bir yandan Voltaire, Fenelon, Racine, Volney
çevirileri yapılırken bir yandan, Victor Duruy'un General History of the Middle Ages adlı
eseri Ahmet Tevfik (Bilge) tarafından Tarih-i Mücmel-i Kurun'u Vusta (1871–72) adıyla
Türkçeye çevrilmiştir. Diğer sosyal ve teknik alanlarda olduğu gibi tarihin eğitimi ve yazımı da ya
Fransız uzmanlarını gözetimi altındadır ya da o sırada Türkçeye çevrilmiş bulunan Fransız
71
tarihçilerinin çalışmalarının etkisinde kalmıştır. Örneğin, Ahmet Cevdet'in çok bilinen Cevdet
Tarih’inde Michelet gibi romantik-ulusçu ve Taine gibi pozitvist-ulusçu tarihçilerin etkisi
altında kalmış olduğu savunulmaktadır. Ahmet Cevdet'in tarih yazımında ve eğitiminde siyasetin
rolüne olan inancı bu çok bilinen kitabının önsözünde açıklanır ve bu Fransızlarda hâkim olan
tarih bakış açısıyla tam bir uyum içindedir (1996: 53).
Namık Kemal de başka bir Fransız tarihçi ve siyasetçi olan F.P.G. Guizot'dan
etkilenmiştir. Guizot’nun, “bir insanın ülkesine duyduğu sevgi o ülkenin geçmişini bilmekle
doğrudan orantılıdır” düşüncesi Namık Kemal 1886'da sürgün yıllarının sonunda yazdığı
Osmanlı Tarihine önsözünde kendini hissettirir. Geçmiş hakkında bilginin öykü şeklinde
aktarımı olarak göründüğünü ancak gerçekte "hükümet" etmenin en önemli unsurlarından
olduğunu ve bir "bilim" olduğunu söyleyen Namık Kemal, Rodos'ta sürgünde bulunduğu
sırada Osmanlı Tarihi'ni yazmaya başlar. Bu kitabın önsözünde Arıkan’ın da ifade ettiği
gibi "Tarih yalnız erbab-ı hükümet için değil, efrad-ı millet için elzemdir' diyen Namık Kemal,
Avrupa'da birkaç yüzyıldan beri her bilim gibi tarihin de "deryalar kadar"
genişlediğini, her dilde yalnız kendi ulusunun değil, bütün dünyanın olaylarına ilişkin pek
çok tarihlerin bulunduğunu belirtmekte; buna karşılık "bizim lisanda ise... devletimizin
umum vakayiini cami bir tarih mevcut değildir” diye yakınmaktadır. Bu bakımdan yazdığı
Osmanlı Tarihi ile böyle bir boşluğun doldurulmasına çalıştığını belirtmektedir. Başta Hammer
olmak üzere bir kısım Bizans kaynaklarına da başvurularak yazılan bu eserde Namık
Kemal, yabancı tarihçilerin düştükleri yanlışlıklan düzeltmeye çalışmış, zaman zaman da
karşılaştırmalar yaparak kaynaklardaki bilgileri eleştirmek yoluna gitmiştir. Namık
Kemal'in bu eseri, Osmanlı tarihiyle ilgili birçok yanlışlıkları düzeltmeye çalışan, oldukça
akıcı ve sade dille yazılmış ve ayrıntılı Osmanlı tarihlerinden biri olarak kabul edilmektedir
(1985: 1587)
Namık Kemal’in millet kavramı yerine mevcut Osmanlı sınırlarıyla özdeş bir
vatan kavramını öne çıkaran Namık Kemal’in ölümüyle yarıda kalan Osmanlı
Tarihi’nde Berktay’a göre, bilimsel bir tarih yöntemine erişmeyip, Osmanlı devletinin
kuruluşunu “cihangir hane bir devlet çıkardık dörtyüz çadırlık bir aşiretten” formülüne
bağlamıştır. Aslında bu görüş, Batı Oryantalizminin Selçuklu-Osmanlı devamlılığını
72
kıran teorisinin Osmanlı aydınları içindeki yankısını meydana getirmektedir (1983:
2459).
Berktay, Milliyetçilikle birlikte uç veren bilimsel tarihçilik, Osmanlıcılığın bu ilk
aşamasının İslami bir reaksiyonla sona erdiren II. Abdülhamit istibdadında,
milliyetçilikle birlikte bastırılır. Bununla beraber, Balkan Ayaklanmalarıyla Osmanlı
devleti adım adım küçülürken, köreltilmek istenen “Türklük” bu dönemde de alttan
alta gelişir ve Anadolu’yu Osmanlı imparatorluğunun Türk çekirdeği olarak gören bir
anlayışın yeşertir. Baskı altında ki aydınların Türkçülüğe kayışında, nispeten gelişmiş
bir periferi kapitalizmi zemini üzerinde yetişmiş, üstelik Batı üniversitelerinde
okuyarak Avrupa’nın gerek genel bilim düzeyini, gerek Türkolojisini daha iyi
özümseyebilmiş Müslüman Türk ve Tatar önderlerinin Rusya’dan Türkiye’ye
göçmeleri de hızlandırıcı bir rol oynar (1983: 2459).
Avrupa'daki Türkoloji araştırmalarının sonuçları, oraya gönderilen öğrenciler
aracılığıyla ya da değişik kanallarla imparatorluğa ulaşmaya başladı. Batı Türkolojisinin
Türk aydınlarını en çok etkileyen eserleri arasında Arıkan’a göre, des Huns, des Turcs, des
Mongols, etc (Paris, 1756–58), Arthur L.Davids'in A Grammar of the Turkish
Language (Londra, 1832, Fransızcası Paris, 1836) ve Leon Cahun'un Introduction â
l'histoire de l'Asie (Paris, 1896) gibi kitapları başta gelmektedir (1985: 1587).
1870’lerde Batı Avrupa’da yayımlanan ve Osmanlı aydınları üzerinde büyük etki yapan
birçok çalışma, Türklerin kendi geçmişlerini keşfetme süreçlerini hızlandırmıştır.
Copeaux’un da ifade ettiği gibi; gerçekten de, Avrupa’daki genel görüşün tersine kürek
çeken ve Türklerin gözden düşürülmesi girişimlerine karşı çıkan birkaç ses yükselmiştir.
Bunlardan ilki, İstanbul’a sığınmış ve Mustafa Celaleddin ismini alarak Müslüman olmuş
Polonyalı göçmen Constantin Borzecki’den gelir. Önce İstanbul’da sonra Paris’te
yayımlanan ve oldukça yankı yapan Les Turcs anciens et modernes başlıklı bir yapıtta, bu
yazar sonraki on yılların temel savunmalarının özünü sergiler. Celaleddin bilimsel bilginin
giremediği alanları kullanarak, açıklanamayanı doğruluğu sınanamayacak tezlerle
açıklayarak sonuç alıcı yöntemlere başvurur. Etrüsklerin kökenlerinin bilinmemesi ve
dillerinin çözülememiş olması, yüzyıl boyunca İtalya’yı Türklerin uygarlaştırdığının ileri
sürülmesini sağlar: Ak-kara mantığı sayesinde, bir şeyin zıddını kanıtlamanın olanaksızlığı,
73
kanıt yerine geçmektedir. Aynı yöntem, daha sonraları, dili belli bir sınıflandırmaya
girmeyen tüm halkların Türk kökenli olduklarını ileri sürmek için kullanılacaktır: Sümerler,
Hititler, dilleri Hint-Avrupa ailesinden olmadığına göre ancak Turan dili olabileceği
söylenen İndüs havzasındaki İlkçağ halkları. İkinci yöntem, sözcüklerin, hatta tek tek ses
birimlerinin karşılaştırılması yoluyla Türk diliyle akrabalık kurma girişimleridir; Mustafa
Celaleddin’in Latin diline ilişkin gözlemleri başka yazarlarda Sümer ve Hitit dilleri
konusunda yankı bulacak tır (1998: 16–17)Mustafa Celaleddin Paşa’nın “Eski ve Çağdaş
Türkler” adlı eserinde Türklerin etnik bakımdan Avrupa halklarıyla akraba olduklarını ve
“Touro-Aryan” dediği bir ırka –Arı ırkın Turan kolu- mensup olduklarını ileri sürmesi
Atatürkçülük tarih tezi (Türk Tarih Tezi) açısından önemlidir.
Bu dönmede yazılan kitaplarının birçoğunda Türk kökenli halkların Avrupa gözüyle
ele alınışı dikkat çekmektedir. Bu dönem kitapların da belirleyici etki yapan bir diğer kişi,
Fransız Leon Cahun’dür (1841- 1900). Copeaux’un da ifade ettiği gibi; Mazarine
Kitaplığı’nda müdür yardımcılığı da yapan bu edebiyatçının ismi Türk tarihçileri ve tüm
dünyadaki Türkologlar tarafından iyi bilinmektedir. Paris’teki Birinci Oryantalistler
Kongresi’nde (1873) verdiği konferansta, kıyılarında prehistorik bir Türk halkının yaşadığı,
eskiden var olmuş bir Orta Asya denizi varsayımını ortaya atmıştır. Bu deniz kuruyunca,
Türkler bir Avrasya haritasında gösterilen yollar boyunca göç etmişlerdir. Leon Cahun’ün
bu varsayımlardan çıkarttığı sonuçlar, “Türk Tarih Tezi açısından oldukça önemlidir.
Çünkü Eski Türkler ile Türk ırkları arasındaki dil ve tip benzerlikleri düşünülür, Etrüsklerin
Alper’deki Retlerle aynı dili konuştukları ve o halde kuzeyden gelmiş oldukları göz önüne
getirilirse, söz konusu sorunun giderek öne çıktığı anlaşılacak ve bunu çözümlemek için
gerekli öğelerinin bir bölümünün hangi yönde aranması gerektiği görülecektir (1998: 18).
Fransız yazarın adı geçen kitabı, öyle büyük bir ilgi çekmiştir ki, yayınlanmasından bir süre
sonra Necip Asım tarafından Türkçeye çevrilmiş ve bunu izleyen uzun bir süre içinde
çevirenin kendi yazdıkları Türk tarihine ilişkin pek çok yayında vazgeçilmez bir kaynak
olarak kullanılmıştır. Kaymaz’a göre; Necip Asım Leon Cahun’un kitabını çevirmekle,
Türkçülük tarihinde bir aşama meydan getirmiştir. Türkçülüğün sivil asker ve gençler
arasında daha çok yayılmasında, pantürkizme dönüşmesini ve biri ideoloji olarak siyasal
platforma çıkmasını sağlayan romantik fikir ortamının oluşmasında, göreceğimiz öteki
etkiler yanında bu kitabın önemli bir rolü olmuştur (1977: 438–439).
74
Türk kökenleri ve Türklerin önemine adanan tüm bu çalışmalar Behar’ın da belirttiği gibi;
sonraki yıllarda daha ileri düzeyde bazı tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmaları çeşitli siyasal
görüşleri vasıtasıyla dile getiren önemli kişiler Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu,
Fuat Köprülü, Veled Çelebi, Necip Asım, Mehmed Emin, Ahmet Hikmet ve diğerleridir (1996:
64).
Yüzyılın başında Türkçülük, dağılmış bulunan Osmanlı İmparatorluğunu yaşatabilmek için
özellikle özendirilmiş bir harekettir. Kaymaz’a göre Türkçülük denilen akım: edebiyat, dil ve
tarih alanındaki çalışmalardan çıkmıştır. XIX. Yüzyılın ilk yarısından başlayarak İmparatorluğun
yıkılmasına dek, çeşitli aşamalarda, değişik etkiler altında kalmış bu Türkçülük. Bunara göre
biçim alıp türlü evrelerden geçmiş; Türk toplumunun genel yaşamında, hem bu dönemde, hem de
bunu izleyen Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemlerinde olumlu ya da olumsuz rol oynamış,
hala da oynamakta olan bir akım. Gerek Batı da gelişen Türkoloji dediğimiz bilimin ilginç
sonuçlarının, gerekse çökme döneminde Batıyla yoğunlaşan diplomatik ilişkilere paralel olarak
zaman zaman Türklerle kurulan yakın tanışıklık özel dostlukların, bazı batılı aydınlarda,
meraklılarda uyandırdığı Türk sevgisi, bu Türkçülüğün uyanmasında önemli etken olmuştur
(1977: 436).
Rusya'dan gelen muhalif aydınların yarattığı köklü Türkçülük dalgalan da bu açıdan yararlı
görülür. Başlangıçta Türkçülük, Türk, Arap ve Fars dillerinden meydana gelen Osmanlı dilinin
Türkçeleştirilmesi ile sınırlıdır. Behar’ın ifade ettiği gibi; 19. yüzyılın ikinci yansında Türkçülük
hareketlerinin gelişmesi ve Sırplar, Bulgarlar gibi Türk olmayan Osmanlıların ayrılıkçı "milliyetçi"
hareketlere girişmesi ile bu akım önemli ölçüde hız kazanmıştır. Yine bu dönemde dilde reform
hareketi genellikle edebiyat, eğitim ve basın için bir amaç olarak görülür. Tüm reformcu
hareketler kültürel kurumların temelini oluşturmaya başladıkça doğal olarak Türkçülük hareketi
de tarih yazımından bir araç olarak yararlandı. Behar’a göre; Türkçülüğün İttihat ve Terakki
iktidarı yıllarında önem kazanmaya başlayan ikinci akımı, düşlenen daha geniş topraklarla
üzerinde yaşanan Türkiye arasında bir köprü kurmak, yani Turan ile Osmanlı topraklarının
çekirdeğini oluşturan Anadolu arasında bir bağlantı yaratmaktır. Bir de Avrupalıların
Turancılığa duyduğu ilgi vardır. Avrupalılar XIX. yüzyılda Türklerin Doğu uygarlıkları ve
dünya uygarlığı üzerindeki rolünü, genell ikle eski tarihteki Turanî halklarla kurmak istedikleri
75
akrabalık temeline dayandırmayı seçmişlerdir. Bu ilginin ana itici gücü Turanî halklardı. Bu
halklar içinde Fin, Macar ve Türk ırkını sayarlar. Bu ırklar bazı Batılı bilim adamları tarafından daha
büyük bir ırkın parçalan olarak görülür. Türk tarihçiler ve milliyetçiler bir süre Avrupalı yazarların
bu geniş ırkçı yaklaşımlarına hayranlık beslediler, ancak o dönemde Turan, Türk
milliyetçilerinin harekete geçmesinde başta gelen bir itici iç olmadı. Şiirsel bir ulusçuluğun
ateşini yaktı, bir başlangıç dinamizmi oluşturdu fakat özellikle tarih alanında daha pragmatik
ve radikal bir bakış açısı tercih edildi (1996: 65).
Yüzyıl dönemecinde Osmanlı basını yabancı ve siyasal ya da kültürel düşüncelerin
taşıyıcıları oldular. Copeaux’un belirttiği gibi; Türkçülük ile tarihsel buluşması yankısını orada
bulur. Aynı zamanda Tatar ya da Azeri Türkçülüğünü getiren Ahmet Ağaoğlu ya da Yusuf
Akçura gibi Rusya’dan göç etmiş ilk Türkdil aydınlar dalgasının seslerini duyurmalarına olanak
sağlamıştır. Buhara ve Semerkand’ın işgal edilmesinin yarattığı heyecan dilbilimsel, tarihsel
sorunlara yönelik ya da bu bölgelere yapılmış gezileri konu alan yayınlara yol açmıştır. 1900’e
doğru İkdam Gazetesi Tunguzlar, Pekin Türkleri, Başkırlar, Kırgızlar vb. hakkında dizi yayınlar
yayınlanmıştır. Hem din hem dil temelleri üzerinde yükselen, Türkler ile Türkistanlılar arasındaki
ortak kimlik duygusunun doğuşu böylelikle belirmiştir (1998: 23).
Bu dönem de bir İslam "milleti" için kimlik yaratma sorunu Behar’ a göre, çeşitli ulusçuluk
tanımlarını dile getirmiştir. Bu yaklaşımlar toplumsal ve siyasal gerçekliklerin çeşitli yönlerinden
esinlenir:
1. Birinci olarak sayabileceğimiz İmparatorluk "milliyetçilik" i, ilhamını Osmanlı Devlet
gücünden alır ve iki çelişen güç tarafından etkilenir: Batılılaşma ve İslamcılık.
2. Türkçülük ise Kırım, Kazan ve Azerbaycan'da Çarlığa karşı ulusal özerklik için
mücadele eden muhalif güçlerin etkisi altındadır. Tarihçilik açısından bu muhalefet hareketi
özellikle 1905 sonrası önem kazanmaktadır.
3 . “ B i l i m s e l ” u l u s ç u l u k pozitivizmle, yani "bilimselcilik'le beslenir.
İtici güçleri sosyoloji ve diğer milletlerle kültüre rekabet anlayışıdır. Behar’a göre,
bütün bu akımlar birleşerek Türk ulusçuğunu oluşturdular. Ve bu oluşum Türk ulusçuluğu
başarılı bir Kurtuluş Savaşı’ndan destek gördüğü için Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu,
76
imparatorluk ve sömürgecilik karşıtı mücadele veren ulusçuluğu ön plana çıkarmış oldu (1996:
65–66).
2.5.2.Türk Tarihçiliği
Etnik Kimlik İdeolojilerinden Esinlenen Türk Tarihçiliği
İkinci Meşrutiyet Milli tarihçiliğin gelişiminde dönüm noktasıdır. İkinci Meşrutiyet
Anayasasının getirdiği düzenlemeler, Osmanlı toplumunun siyasî ve sosyal hayatında bir
takım değişikliklere yol açtı. Ayrıca Arıkan’ın ifade ettiği gibi; II. Meşrutiyet siyasal ve
kültürel Türkçülük hareketinin gelişmesine de ortam hazırladı. Kaşgarlı Mahmut'un Divanü
Lügatı't-Türk adlı ünlü anıtsal eserinin II. Meşrutiyet döneminde bulunup yayınlanması,
Türkoloji araştırmalarına geniş ufuklar açtı (1985: 1590). Behar’a göre ise, bilime
milliyetçi akımlara ve Türkçülüğe duyulan ilgi Türk Derneği, Tarih-i Osmani Encümeni,
Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni-“Milli Tetebbular Mecmuası”, ve Türk
Ocakları gibi kurumlarda ve kurumların yayınlarında kendini göstermeye başladı ( 1996:
79) İstanbul'da 24 Aralık 1908'de kurulan Türk Derneği'nin amacı Arıkan’a göre: "Türk
diye anılan bütün Türk kavimlerinin mazi ve haldeki asar, ef'al, ahval ve muhitini öğrenmeğe
ve öğretmeğe çalışmak"tı. Dernek 1911'de ancak 7 sayısı çıkmış olan bir dergi de
yayınlamaya başladı. Bunu Türk Yurdu adlı bir dergi izledi. Kurucuları arasında Mehmed
Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzade Ali (Turan) ve Akçuraoğlu Yusuf da
bulunuyordu. Ziya Gökalp'in de Türk Yurdu'nda yerini almasıyla bu dergi, kültürel ve
siyasal Türkçülüğün bütün sorunlarının tartışıldığı, işlendiği önemli ve etkili bir organ
durumuna geldi (1985:1590). Darülfünun’da müdderis olan Ziya Gökalp’ın eserlerinde
Berktay’ın ifade ettiği gibi, Cumhuriyet’in “tarih tezi”nin Mustafa Celaleddin Paşa’dan sonraki
uğrağının izlerini bulmak mümkündür (1983: 2460) Heyd, Gökalp’in Sümer ve Hititlerin ve hatta
Türkler ile etnik yakınlığının tam olarak kanıtlanmadığını kabul etmekle birlikte, birçok yere
onları da Türkler arasında kaydeder (1979: 112).
1912'de Türklerin ulusal eğitimini ve ekonomik düzeyini yükseltmek amacıyla Türk Ocağı
Derneği kurulur. Türk Ocağı'nın amaçları Arıkan’ın ifade ettiğine göre: "İslâm kavimlerinin
77
başlıca mühimi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terfi ve
ilasıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmak"tı. Türk Yurdu, bu derneğin başlıca organı
haline geldi (1985: 1590).
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk tarihinin incelenmesi teşkilâtlı bir faaliyet
olarak yürütülmeye başladı. Türk Derneği, aralarında Ahmed Mithad, Necip Asım, Veled
Çelebi ve Yusuf Akçura gibi tarihçilerin bulunduğu bir grup tarafından 1908’de kuruldu.
Kuruculardan sadece Yusuf Akçura, hem Rusya’da hem Paris’te tarih öğrenimi görmüştü.
Berktay, Yöntem açısında asıl ileri adım atmış olan, Yusuf Akçura’dır. İlerde
Cumhuriyetin resmi tarih tezinin formüle edilmesinde, 1931’de Türk Tarih Tetkik
Cemiyeti’nin ( daha sonraki TTK) kurucu üyesi, 1932’de de ilk başkanı olarak, Atatürk’ün
yanında yer oynayacak, bu “milli tarih doktrini” temel belgesi sayabileceğimiz Türk
Tarihinin Ana Hatları kitabının yazılmasına da katılacak olan Akçura, ‘ etnik unsuru “
nosyonuna dayalı bir Türk milletinin ilk temellerini, daha 1904 baharında yayımlanan Üç
Tarz-ı Siyaset makalesiyle atmış; Türk-Osmanlı tarihiyle ilgili görüşlerini ise, gene aynı
sıralarda Paris’te mezuniyet tezi olarak verdiği Osmanlı Sultanlığının Kurumları Üzerine
Bir Deneme’sinde sergilemiştir. Bu eserde Akçura adı geçen kurumların hem Türk hem
İslam geleneklerini kapsayan ikili bir mirasın ürünü olduğunu göstermeye çalışır. Buna
göre, Türkik halkların tarihinde İslamiyet, artık çeşitli geleneklerden yalnız biri oluyor
başka bir deyişle, Akçura’nın kavramsallaştırılması, öte yandan, Türk –İslam devletlerinin
kurulması için gerekli şartları ( ataerkillik: bir aristokrasi; hanlık; yasak ve töre, yani
sistematik bir kamu hukukunun geleneklerdeki başlangıçları ) Türklerin kendi sosyo
ekonomik yapılarının içinde bulmakla, zamanındaki Oryantalizmin dış etkileri başat sayan
mekanik determinizmine kıyasla da büyük bir yol almıştır (1983: 2460).
Türk milletinin siyasî iktidarı ve Türklüğün geçmişini ispatlayacak“bilimsel” bir
Türk tarihi ortaya çıkarma amacını gütmektedir. Tarih yazımında milliyetçilikle bilimsel
bir yaklaşımın ele alınması Akçura’nın makale ve diğer eserlerinde görülmektedir. Fransız
pozitivistlerinin etkisinde kalan Akçura, “Tarih ve Ulum” adlı makalesinde, tarih ve bilim
78
arasındaki ilişkiye dikkatleri çekmekte, bilimsel bir tarih yazımı için gerekli şartları şöylece
ortaya koymaktadır:“Her şeyden önce tarih yazılı belgelere dayandırılmalıdır, ancak bunlar
tenkide tabi tutulmalıdır” (Togan,1969: 173). Copeaux’a ifade ettiği gibi Akçura’ya göre
tarih, ulusal karakterlerin temellerinden biridir; Osmanlıların geri kalmışlığının kendi
ulusal tarihi konusundaki bilgisizliklerinden kaynaklandığını düşünmekte ve Türk Tarihi
için, Süleyman Paşa, Bursalı Tahir ve Necip Asım gibi yazarların ardılı olacak ve gerçekten
hayranlık duyduğu Leon Cahun’un etkisini taşıyan bir bakış önermektedir. Önemli bir
nokta; bu bakışta tarihsel anlatıyı Batı’nın dayattığı dört çağ kabuğundan (Antik çağ,
Ortaçağ, Modern çağ, Çağdaş dönem) sıyırma kaygısı sezilmektedir; Akçura tarihsel
zamanın yeni bir bölümlenişini önerir: Eski Türk dönemi (13. yüzyıla kadar), Cengiz
Han’la birleşme, Türk –Moğol imparatorluğunun çözülmesinden doğan devletler, son
olarak da Türk haklarının uyanışı; bu bölümleme ne İslam tarihini, ne de Türklerin
İslamiyet’i kabul edişlerini dikkate almaktadır. Akçura’nın önerdiği Türk tarihi
bölümlenişi, o haliyle bir okul kitabının çatısında hiçbir zaman kullanılmamıştır.
Akçura’nın, tarihsel anlatının Batı’nın dayattığı büyük eklemlenişlerini sorgulama
yönündeki o çok meşru kaygısının, okul kitaplarında ve milliyetçi söylemde sık sık
rastlanan bir deyişle, Türklerin “tarih çağlarını açtıklarını ve kapattıklarını” kanıtlama isteği
olarak tanımlanabilecek güncel kaygıyla buluştuğu söylenebilir (1998: 25–26).
Rusya'dan gelen Türkçülerin Türk ulusçuluğunun ve dolayısıyla da Türk tarih
yazımının gelişmesi üzerinde etkisi büyük olmuştur. Rus kültür egemenliğinin yarattığı
atmosferde büyüyen İsmail Gaspıralı, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura ve Ahmed Ağaoğilu
güçlü ulusçu ideallere sarılan öncü Türk ulusçularıydılar. "1905 Rus devriminden sonra, bu
öncüler görüşlerini yazılarla ve siyasi faaliyetlerle yapma olanağını buldular. Rusya'da
zengin bir eğitim, Paris'de ulusçuluğun kavramsal ve bilimsel temellerini geliştirme olanağı ve
İstanbul'da bu eğitimin ve görüşlerin hayata geçirilmesi Rusyalı Türkçülerin düşünsel
oluşumunda tipik bir üçgen yaratmıştı. Avrupa deneyimleri, onlara, tüm sosyal bilimlerin
kaynağının ulusçuluk bilinci olduğunu öğretmişti. 1890'larda, Paris'te eğitim gördükleri sırada
onları en derinden etkimiş olan Albert Sorel, "Ulusların, tarihi harekete geçiren ana güçler
olduklarını savunuyordu" (Togan,1940: 40).
79
Türkçülük çalışmalarına katkıları bulunan başka bir ulusçu da Azerbaycanlı Ahmed
Ağaoğlu (1869–1939) dur. F. Georgeon, Ağaoğlu'nun toplumsal kökenleriyle Türkçülük ve
İslamcılık arasında şöyle bir köprü kurar: "Bakû'de bir Türk burjuvazisinin doğuşu, Gaspıralı
İsmail'in Rusya'daki Müslüman Türkler birliği üzerindeki etkisi ve Sünni Osmanlı İmparatorluğunun
komşu Şiilere üstünlüğü Azerbaycan aydınlarının pan-Türkizme ve panİslamizme
meyletmelerini sağlayan önemli nedenler arasında sayılabilir (Georgeon 1999: 387).
1919-20’de yazdığı bir kitabında, Ağaoğlu Behar’a göre, Osmanlı-Türk kültüründe aile,
din, ahlaki değerler ve toplum gibi kavranılan tartışmaktadır. Bu kitapta dönemin
Osmanlısında toplumsal ve ahlaki değerleri ciddi bir biçimde eleştirmektedir. Bu eleştirileri
arasında dinin, dünya işlerini yönetmede tatminkâr bir yasal ve ahlaki çerçeveye sahip
olmadığını, ahlaki değerlerin cinsiyet meselelerinden çok daha geniş bir anlamı olduğunu, kişilerin
ve ailelerin henüz kendi özgür iradeleriyle hareket edemediklerini belirtmektedir. Ağaoğlu için
meselenin özü dinin çağdaş hayata uyarlanamamasında yatar. Ağaoğlu tüm fikirlerin özgürce
tartışılabildiği liberal bir siyasal ortamın milli ilerleme için kaçınılmaz bir şart olduğuna inanır
(1996: 72).
Behar, Rusya'dan gelip İstanbul'a yerleşen Türklerin Osmanlılıkla bir çeşit uzlaşmayı
kabul eden özellikler barındırdıklarını söyler: Behar’a göre Rusya’dan gelenler; faaliyetlerine
önce ulusun kendi kaderini tayin edebilmesi için Rusya'da bir muhalif grup olarak
başlamışlardır. Ayrıca, Osmanlı siyasi liderliğinin desteğini alabilmek için Müslüman oluşları
tayin edici bir öneme sahiptir. Ve nihayet, bir ulusu sıkı bağlarla bir araya getiren unsurların
din, dil ve kültür olduğuna inandıklarından kendi kimliklerini Osmanlı seçkinleriyle aynı potada
eritmekten yanadırlar. Tüm bu koşullar onları Osmanlıcılığa yaklaştırmakla beraber mücadeleye
muhalif olarak başlamaları, 1905 devriminin yarattığı halkçı görüşlere dört elle sarılmaları ve
iyi bir eğitim görmüş olmaları onların "batılılaşmış bir Osmanlı'nın "milliyetçilik"! gibi çağdaş
olmayan ulusal tanımlama araçlarına karşı eleştirel bir bakışa sahip olmalarına yol açmıştır (1996:
72).
80
Pozitivizm ve Sosyolojiden Esinlenen Türk Ulusçuluğu
Tüm bu birbiri içine geçmiş ve zaman zaman da bulanıklaşan terimler, yani Türkçülük, Pan-
Türkizm, Turancılık, Pan-Turanizm, pozitivist akımdan ve sosyoloji disiplininden esinlenmiş
olan bir ulusçuluk kategorisi altında değerlendirilebilir. Turancılık basit bir şekilde, Türklerin yanı
sıra Finlileri ve Macarları da kapsayan ve sınırlan belirlenemeyecek kadar geniş bir coğrafi
alana yayılmış bir ırkçı hareket olarak görülebilir. Turancılık İstanbul’da başlamıştır. Heyd’e
göre: Turancılığın İstanbul’dan başlaması, 1908-1909devriminden sonra, Rusyalı genç Türklerin
kışkırtmasıyla olmuştur. Gökalp bu akımın ilk belirtisini, panislamizmden etkilendiğinden söz
eden Hüseyinzade Ali’nin “Turan” adlı şiirinden bulmuştur (1979: 128). Turancılığın amacını
ise Behar göre; Osmanlı Türklerinin kimliğini kuvvetlendirmektir ve imparatorluk dışında
ırkdaşlar arayan yayılmacı bir niteliğe sahip değildir. Bu sorunlu tanımlar ve açıklamaların her biri
farklı bir ulusçuluk tanımından ve onun belli başlı kategorilerinden kaynaklanmaktadır (1996:
73).
Ziya Gökalp ulusçuluk türleri arasında pozitivizm ve sosyoloji ile bağlantılı olan bu son
pozitivist yoruma en yakın olan ulusçu önderlerdendir. Arıkan’a göre, Ziya Gökalp Fransız
toplumbilimcisi Durkheim’in sosyolojisinden yola çıkarak toplum sorunlarına yeni kavramlar,
yeni açıklamalar getirmiş, imparatorluktaki çeşitli akımları Türkleşmek, İslamlaşmak,
Çağdaşlaşmak formülüyle uzlaştırmaya çalışmış, dil ve kültür sorunlarına birinci derecede önem
vermiştir (1985: 1591) Heyd’in ifade ettiği gibi; Gökalp, Durkheim ekolünden, toplumun tarihte
dört aşamadan geçtiğine ilişkin teoriyi ödünç almıştır. Bu aşamalar ilkel ya da kabile toplumu
(aşiret), ırk yakınlığına dayanan toplum (ümmet) ve kültürle bağlanan toplum (millet) (1979: 51)
Aslında ulusçuluk pozitivist akımla güçlenmiş ve sosyoloji disiplininin ortaya çıkışıyla da
ulusçuluğa atfolunan birçok niteliği bir arada barındırmaya başlamıştı. Başka bir deyişle ırk, dil,
kültür ve tarih hem bilimsel hem de kısmen "doğal" sosyal özelliklerdir. Ve bu inanışa göre
gerçek toplum da ulustur.
Heyd göre, Ziya Gökalp toplumsal gelişimin zirvesini ulusta görmektedir. Ona göre birey
teokratik ve feodal düzen olduğu kadar eskimiş dinsel geleneklere de başkaldırmaktadır. Ulusal
bilincin güçlenmesiyle birlikte toplum, aynı zaman da dış egemenlik içinde savaşmakta ve
dağıtmaktadır (1979: 52).
81
Behar, Ziya Gökalp (1876–1924), İstanbul'da yüksek öğrenim gördüğü sırada
Avrupa ile Avrupalı düşünürlerle, siyaset adamlarıyla, tarihçiler ve sosyologların
fikirleriyle tanır. Abdullah Cevdet, Gökalp'in sadece siyasal et kinlik alanında değil aynı
zamanda Avrupa sosyolojisi ve maddeci felsefe alanlarında da ilişki kurduğu başlıca
kişilerdendir. Taklit teorisi ve kitle psikolojisi konularında çalışmış bulunan Gabriel
Tarde and Gustave La Bon'nu okumuştur(1996: 74).
"Milliyetçi İdeal" adlı makalesinde Ziya Gökalp bu idealin gerçekleştirilmesinde dilin
önemli rolüne dikkat çekiyordu. Yaptığı dil incelemelerinde G. Tarde'den söz eder ve
ulusçuluk idealini halka mal etmek için halkı eğitmek için gazetelerde kullanılan dilin,
gündelik dilin önemi üzerinde durur. Heyd’e göre, Gökalp, bu amaçla, Türk edebiyat
diline konuşma dilinden ya da Türkiye’deki yerel lehçelerden sözcük al ınmasını öneriri,
Ancak, Türkiye sınırları dışında konuşulan Türkçe dillerden sözcük alınmasına da
karşıdır. Türk dilinin kurallarına uyulmak koşuluyla yeni sözcük türetilmesi ise sadece
aranılan sözcüğün bu kaynaklardan elde edilmemesi halinde mümkündür. Dili kendi
kendini geliştiren canlı bir yaratık sayan Gökalp, bu sürece devlet kurumlarının aşırı bir
biçimde karışmasının yapaylığına ve dilin güzelliğinin bozulmasına yol açacağını
belirterek bu tehlikeye karşı uyarır (1979: 119).durur.
Kendisi bir tarihçi olmadığı halde, Ziya Gökalp'in "milli şahsiyeti, milli sosyal kültürün bir
tezahürü olarak görmesi Türk tarih yazımına yeni bir boyut getirmiştir Ulusçuluğu kültürel ve
ideolojik bir birliğe dayandırmak ister ve bunu da sosyal geçmişin gerçekliğini inceleyerek
yapmayı önerir. Kültürel ve siyasal ulusçu faaliyetlerle Yusuf Akçura gibi tarihçilerin etkisi altındadır.
Gökalp'in meşhur sözü "şahıs yok toplum var, hak yok ödev var" sadece siyaset felsefesini ve
ulusçuluk anlayışını göstermesi açısından değil, aynı zamanda tarih anlayışını dile getirmesi
açısından da önemlidir. Tarihin geniş anlamda topluma dayandırılması gerektiğine, tarihin
ödevinin ise ulusçuluk ateşini yaymak olduğuna inanır. Genel olarak tarihi, toplumun
incelenmesi çalışmalarına dayandırır. Çünkü ulusal toplum hakkında sağlam bir bilgiye sahip
olmanın ulusçu emelleri güçlendirmek için gerekli olduğunu savunur (Behar, 1996: 76).
82
Şapolyo’ya göre, Durkheim gibi Gökalp de tarihçiliği iki sınıfa ayırır: objektiftarafsız
ve milli tarihler. Ulusal tarihin amacı halkı yönlendirmektir. Bu tür tarih değer
yüklüdür, pedagojik niteliğe sahiptir ve doğal olarak siyasal ve ekonomik açıdan arzulanan bir
geleceğe yöneliktir: "Ziya Gökalp 'a göre objektif-tarafsız tarih insanlığın hafızasıdır, milli tarih
ise milletin vicdanıdır" (1943: 213–214). Gökalp'in gözünde her iki tür de halkın eğitimi için
gereklidir. Çünkü ancak bilimsel objektif tarih yoluyla insanlar ulusları ve kimlikleri hakkında fikir
sahibi olabilirlerdi.
Behar’a göre, Ulusun ve ulusal tarihin tanımında kullanılan başlıca araçlar arasında ilk
önce dili sayabilir. Çünkü dil en sağlam faktördür ve belli başlı siyasetlerle çelişen bir yanı
yoktur. Din de önemli bir öğe olarak ele alınır ve Rusya Türkleri gibi değişik siyasal birimlerden
gelen Türkleri biraya getirmek ve bir arada tutabilmek için bir araç olarak kullanılır. Ancak bu
iki kavram Osmanlı aydınının gözünde sorunlu kavramlardır; "ırk" kavramı Yusuf Akçura tarafından
daha yüzyılın ilk yıllarında tartışmaya açılmış bulunmasına ve birçok yazıda bu
tartışmanın sürmüş olmasına rağmen Cumhuriyet kurulduktan sonrasına kadar resmi düzeyde
kabul görmemiştir (1996: 77–78).
1910'da Tarih-i Osmanî Encümeni adını taşıyan bir derneğin kurulması, Türkiye'de
çağdaş anlamda tarih araştırmalarının başlaması açısından oldukça önemli bir adımdır. Tarih
bilimine vukufuyla tanınan Sultan Mehmet Reşat’ın önderliğinde, Osmanlı Tarihi’ni terk
edilmişlik ve sahipsizlik durumundan kurtarmak için etraflı bir Osmanlı Tarihi’nin
yazılması ve Osmanlı Tarihi’ne ait belgelerin toplanması amacıyla, 27 Kasım 1909 (14
Teşrinisani 1325)’da Tarih-i Osmanî Encümeni kurulur. Necip Asım tarafından kaleme
alınan “Tarih-i Osmanî Encümeni Talimatnamesi”nde Encümenin görevi, Osmanlı
Tarihi’ne ait risale, evrak ve kayıtları toplamak, basmak ve yayınlamak olarak
belirtilmektedir. Harcamaları Padişah hazinesi (ceyb-i hümayun) tarafından karşılanan
Encümen, Osmanlı Tarihi’ni yazabilmek için her türlü vasıtayı kullanabilme ve arşivlerde
inceleme yapma yetkisine sahipti (Akbayrak, 1987: 41–48 ). Arıkan’a göre, bundan
anlaşıldığına göre derneğin asıl amacı, "mufassal ve mükemmel" bir Osmanlı Tarihi yazmaktır.
Derneğin sürekli üyeleri arasında Abdurrahman Şeref, Ahmed Tevhid, Ahmed
Refik, Mehmed Arif, Necip Asim gibi o dönemin ünlü tarihçileri bulunmaktadır. Deneğin
83
Mecmuasında esas olarak Osmanlı tarih yazımına ve Osmanlı tarihine yer verilmiştir.
Osmanlı öncesi Türkler ve Anadolu üzerine yazılar sadece bir kaç defa
yayımlanmıştır(Şakiroğlu, 1986: 361–366).
Arıkan, Tarih-i Osmanî Encümeni; çağdaş anlamda tarih malzemesinin nasıl değerlendirileceği,
kaynakların nasıl kullanılacağı, belgelerin ne şekilde ele alınıp işleneceği
gibi sorunlara bilimsel yöntemlerle yaklaşılmasının ilk örneklerini verdi. Encümen bir
yandan çeşitli monografiler yayınlarken öte yandan da en eski Osmanlı kaynaklarının
(Âşıkpaşazade Tarihi başta olmak üzere) eleştirili basımlarının yapılmasına da ağırlık verdi.
Kaynakların var olan yazmalarının birbiriyle karşılaştırılması suretiyle en eski metne yakın bir
nüshanın ortaya çıkmasını sağlayan bu yöntemin (edition critiquc) ilk kez bu tarihlerde
bizde uygulanmaya başladığını belirtmek gerekir. Osmanlı kanunnameleri (Fatih, Sultan
Süleyman) başta olmak üzere Dursun Bey'in Tarih-i Ebu'l-feth, Kritovoulos'un Tarih-i Sultan
Mehmed Han-ı Sani gibi kaynak eserler de TOEM' in sayılarına ek olarak veriliyordu.
Bu "ilaveler'in değerli bir koleksiyon oluşturduğunu belirtmek gerekir, öte yandan Türkiye'nin
çeşitli yerlerinde Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine ait kitabelerin derlenip
yayınlanması yolunda da çok ileri adımlar atıldı. Halil Edhem'in Kayseriyye Şehri
(İstanbul, 1918) bunun en seçkin örneklerinden biridir. TOEM’in hemen hemen her
sayısında kitabelerle ilgili önemli yazılar yer almıştır (1985: 1592).
Necip Asım ve Mehmet Arif, Türk Derneği’nin tüzel kişiliği altında Osmanlı Tarihi
yazmaya başladılar. Yedi yıllık uzun bir çalışmadan sonra Osmanlı tarihine ait tek cilt
yayımlanabildi. Bu cilt, Fuat Köprülü, Yusuf Akçura ve Ahmet Refik tarafından ciddi
biçimde tenkit edildi. Yusuf Akçura, Necip Asım ve Mehmet Arif’in yazdıkları tarihin
Osmanlı vakanüvislik geleneğinin bir devamı olduğunu ileri sürmüştür (Georgeon,
1987;645). Akçura’ya göre, yeni tarih yazımı pozitivizme dayanmalı ve milliyetçilik
ateşiyle aydınlanmalıdır. Bu milliyetçiliğin adı da Türkçülük’tür. Fuat Köprülü tenkidinde;
söz konusu tarih kitabının bilimsel metod ve zihniyete uygun olmadığını öne sürmüş, bu
iddiasını desteklemek için bilimsel metod ve belgelerden yararlanarak tarih yazdıklarını
iddia ettiği F. de Coulanges, E. Lavisse ve A.Sorel gibi Fransız tarihçilerinden, T.
Mommsen gibi Alman tarihçilerinden örnekler vermiştir. Bununla da kalmamış, Necip
84
Asım ve Mehmet Arif’in yazdığı kitap hakkında; “Bu yazarlar bir toplumun, bir milletin,
bir devletin tarihî kaynakları olarak askerî ve siyasî kaynaklar üzerinde durmuşlardır...
Bununla yetinilemez, tarihçiler, tarihî olaylar hakkında coğrafî, etnik ve siyasî olaylara da
bakmalıdır”(Köprülü, Tarihsiz: 187–190) biçiminde çarpıcı bir değerlendirme yapmıştır.
Siyasal ve ideolojik bir akım olarak İslamcılık, II. Meşrutiyet'te oldukça önemli bir
rol oynamıştır. İslâm'ın asli prensiplerine dönüş, bu akımın ana tezidir. Geçmişi, uygarlığı
ve düşüncesi bakımlarından, İslâm’ın zengin tarihi istenilen ve aranılan kanıtları ve örnekleri
sağlamaktadır. Bu akımın yayın etkinlikleri öteki akımları temsil edenlerin
yayınlarıyla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Sırat-ı Müstakim, Sebilü'r-Reşad. Mekâtip
ve Medaris, Beyanü'l-Hak, Livâ-yı İslâm, Mahfel gibi dergiler bu akımı temsil eden çeşitli
derneklerin belli başlı yayın organlarıydı. İslâm Mecmuası ise dinin ulusal bir kimliğe
büründürülmesinden yana olan Türkçülerin yayın organı olarak kalmıştır. Bütün bu
dergilerdeki yazılarda İslâm tarihine ve İslâm uygarlığına ilişkin araştırmalara da yer verilmekle
birlikte daha çok ideolojik konu ve sorunlar ağır basmaktadır (Arıkan,
1985:1593).
Ayrıca, Batı dillerinden yapılan çeviriler de, II. Meşrutiyet tarihçiliğinde önemli bir yer
tutmaktadır. Ünlü Fransız tarihçisi Charles Seignobos'un Tarih-i Medeniyet (çev. A.Refik,
İstanbul, 1328,3 cilt ) ve Tarih-i Siyasî 1814–1896 (çev. Ali Reşad, İstanbul, 1324–1326) gibi eserleri
bunlardandır. Engelhardt'ın Türkiye ve Tanzimat başlığını taşıyan eseri de Ali Reşad tarafından
dilimize çevrilip yayımlanmıştır (İstanbul, 1328). Mehmed Atâ Bey, Hammer'in ünlü Osmanlı
Tarihi’nin Fransızca çevirisini esas alarak Türkçeye çevirmeye başlamış ve bu tarihin bütün Doğu
kaynaklarını kontrol etmek suretiyle eksiklerini gidermeye, yanlışları düzeltmeye
çalışmıştır(Arıkan, 1985: 1594). Meşrutiyetten sonra tarihçiliğimiz, yeni Türkiye devletinin
kurulmasıyla ulusal ve çağdaş bir aşamaya geldi.
İkinci Meşrutiyetle doğan tüm bu kurumlar ve yayınları Behar’ın da ifade ettiği gibi,
Türk ulusunun gelişmesinde önemli bir aşama sağlayacağına inandıkları ulusçu ve bilimsel
tarihi geliştirmek dürtüsüyle harekete geçmişlerdir. Yayınladıkları dergiler ve kitaplar tarih
alanındaki özgün araştırma ve çalışmanın sayısını artırmıştır (1996: 85)
85
Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliği ve Türk Ocakları
Cumhuriyet dönemi tarih öğretiminin ilk otuz üzerinde iki anlayış etkili olur Bunlar,
1923–1938 millileştirme politikası ile 1938–1950 arasında görülen hümanistleştirme
politikalarıdır (Yuvalı: 1990: 253).Birinci dönem adından da anlaşıldığı üzere, eğitimde
milliliği ön planda tutan, bakış açısı milli olan bir eğitim politikasıdır. Cumhuriyetin henüz
yeni kurulduğu, eğitim,- öğretim müesseselerinin temellerinin atıldığı, milli kültürümüzü
ortaya koyma gayretlerinin yoğun olduğu dönemdir. Atatürk’ün tarih öğretimi ile doğrudan
ilgilenmesi, daha sonraki çalışmalrı bizzat takip etmesi 1928 yılı başlarına rastlar. Bu sırada
okuduğu bir tarih kitabında Türkler aleyhinde bazı ifadeler görmesi, Onda Türk Tarihinin
araştırılması inancını doğurur (Orhonlu, 1967: 27). Bunu için Türk Ocakları’na bağlı olarak
“Türk Tarih Heyeti”ni kurdurur.
Tarih alanında faaliyet gösteren dernekler(cemiyetler) arasında en uzun süreli ve en
etkin olanı 1912’de bir grup askerî, tıbbiye ve mülkiye öğrencisi tarafından kurulan Türk
Ocakları’dır. Behar’a göre, bu öğrencilerin ortak özellikleri pozitivizme ve bilimsel
açıklamalara (metodlara) inanmalarıdır (1996: 83). 1911’de yayımlanmaya başlayan“Türk
Yurdu” dergisi, bu öğrencilerin ilham kaynağını teşkil eder. “Türk Yurdu” dergisi, 1912’de
Türk Ocaklarının yayın organı olur.
Dönemin tanınmış edebiyatçı ve milliyetçilerinden Mehmed Emin, Ziya Gökalp,
Halide Edip, Hamdullah Suphi, Ahmet Ferit, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Hüseyinzâde
Ali ve diğerleri Türk Ocaklarında toplanırlar. Bu grup, Türk milliyetçiliğinin kültürel ve
entelektüel açıdan güçlendirilmesinde tayin edici bir rol oynar.. Ocaklar bir üniversite gibi
faaliyet gösterir.
Türk Ocakları; halk hikâyeleri ve şiirleri, Fichte, Voltaire ve Aristo gibi klasiklerin
çevirileri, coğrafya ve mahallî sanatlar üzerine çalışmalar, Ermeni ve Kürtler üzerine
yapılmış incelemelerin çevirilerini yayımlar. Yayımladığı tarih kitaplarında milliyetçi ve
Türkçü motifler belirgin olarak yer alır. Ocakların yayın ve diğer faaliyetlerinde ırkçı ve
yayılmacı eğilimler görülmez. Ocakların faaliyetlerinde Rusya Türklerinin popülist/muhalif
milliyetçilikleri göze çarpmaz. Yayın ve faaliyetlerinde, eski Türklerde ve Anadolu’da
86
hayat tarzları hars, eski Türkler üzerine yapılan araştırmalar ilim, zanaatkârlık ve güzel
sanatlar sanat başlıkları altında sunulur. Faaliyetleri arasında ilim, tarih ve Osmanlı öncesi
Türkler konuları bir arada ele alınır. Etnoloji, antropoloji, arkeoloji ve linguistik; tarih
başlığı altında sıralanan konular arasında yer alır (Behar, 1996: 84).
Atatürk’ün tarih yazımı ve öğretimi ile ilgisi aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında
başlar. Atatürk, 1923 yılında İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesinin fahri profesörlük
beratnı veren heyete “tarihçilerle çok konuşacağız” diyerek “tarih ilmi ve öğretiminin”
önemini vurgular. Atatürk, Türkiye Cumhutiyeti’nin siyasi ve sosyal yapısını sağlam
temellere oturttuğuna inandıkatan sonra yani bu konuşmadan yedi sene sonra sıranın tarih
eğitimine ve okullardaki tarih kitaplarına geldiğini görür, ilk olarak okularda resmen
okutulanlarda dahil olmak üzere bütün tarih eserlerini toplattırarak incelemekle işe başlar
(Günaltay, 1939: 273–274).
Türk insanının 20. yüzyıldaki acılarını bizzat yaşayan, onlara şahit olan bu itibarla
tarih yapan Atatürk, tarih konusundaki faaliyetleriyle, telif ve tercüme eserleriyle ve
kurduğu kurumlarla aynı zamanda tarih de yazar ve Türk tarihini ilmi, milli temeller
üzerine oturtan ilk devlet adamı olur. Süslü’ye göre Atatürk’ün tarih çalışmaları üç
noktaya yönelir. Birincisi, Türk ve dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan
kurtarmak. İkincisi, Dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları
ortaya çıkarmak. Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmi metotlarla modern, orijinal bir tarih
haline getirmektir. Bu üç hususu ise Atatürk “Tarih hakikatleri tarif eden sanat değil,
belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde tarif eder (tarihsiz: 337).
Atatürk, devlet işlerinin yanı sıra belli bir zamanını da tarih çalışmalarına ayırır. İlk iş
olarak yerli yabancı kitapların toplanmasıyla bir kütüphane kurulur. Türkiye’deki tarihçiler
bu kitapları incelemeye mamur edilir. Hatta bakanlardan, milletvekillerinden,
profesörlerden, öğretmenlerden bazılarına çeşitli tarih konuları üzerinde incelemem ve
tercüme görevleri verilir. Bunların sonuçlarını Atatürk kendisi doğrudan doğruya okuduğu
gibi, Başta Afet İnan olmak üzere birçok kişiyle birlikte okur, tartışır ve görüşler
oluşmasını sağlar (Afet İnan, 1939: 243).
87
Tek parti yönetimi (1923–1946), Atatürkçü ideolojinin olgunlaşması ve hayata
geçiriliş dönemidir. Bu dönem üzerine eser yazanlar, Atatürkçü ideolojinin“inkılâpçıotoriter”
özelliğini vurgulamak ihtiyacını duymuşlardır. Türk tarih tezi, Atatürkçü
ideolojinin en önemli bütünleyici parçalarından biridir ve kültür inkılâbı özelliği ile tanınır
(Tunçay, 1981: 300–303). Milliyetçiliğin yanında pozitivizm ve laiklik bu ideolojinin
felsefî temellerini meydana getirir.
Cumhuriyet Halk Partisinin ilk üç tüzük ve programlarında (1923, 1927, 1931)
(Tunçay, 1981: 362) “millet” ve “milliyetçilik” kavramları tedrici bir gelişim gösterir. 1923
tüzüğünde “Türk kültürünü benimsemek” parti üyeliği için kaçınılmaz bir şart olarak yer
almır. Bu şart o dönemde Türklüğün kültürel öneminin vatandaşlık kavramından önce
geldiğini, milliyetçiliğin tanımının esas olarak kültürel bütünlük çerçevesinde kaldığını
göstermektedir. 1927’de ayırt edici kavramlar milliyetçilik ve millî dayanışma
çerçevesinde tüzükte “millî dayanışma dil birliğine, ülkü birliğine ve fikir birliğine
dayanır” biçiminde anlamını bulur(Tunçay, 1981: 362).
Cumhuriyetin kurucuları ve yöneticileri, güçlü bir milliyetçilik için siyasî bakımdan
Türk seçkinlerinin düşüncelerinde bir türdeşlik ön görürler, bu sebeple de muhalif seçkin
grupları (1919–1937) döneminde tasfiye ederler.
Muhalefetin tasfiyesi mücadelesi askerî (işgalcilere karşı), sosyal(laikliği istemeyen
güçlere karşı), ideolojik(sosyalizm ve komünizme karşı) ve ekonomik(liberalizm ve
mandacılığı savunanlara karşı) alanlarda yapılır. Muhalefete karşı mücadele, oldukça sert
ve radikal bir seyir takip eder. Meşruluğunu, toplumda olumlu bir etki meydana getirmiş
olan askerî zaferlerden alır. Askerî zaferin desteğiyle güçlenen asker seçkinler, ortaya
koydukları hâkim ideolojinin, muhalif fikirleri eritip yutmasını sağlarlar. Muhalif güçlerin
sindirilmesi ya da yok edilmesi millî bir misyon olarak 1940’lara kadar devam eder. Bu
dönemde; eğitim, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda olmak üzere her cephede
milletin ve milliyetçiliğin geleceği için Atatürkçülük(Kemalizm) tek doğru fikir olarak
işlenir. Cumhuriyet döneminin tek meşru siyasî ahlâk anlayışı “iktidar sahipliği” olarak
hükmünü sürmeye başlar (Behar,1996: 91).
88
Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı siyasî tarihçiler yetişti ve görevlendirme yoluyla bazı
siyaset adamları tarihçi olarak ortaya çıktılar. Bu dönemde çok sayıda tarihçi uzman
bulunmadığından ve tarihin yazılması siyasî bir görev olarak görüldüğünden, milliyetçi
liderler ve aktif siyaset adamları bir tür tarihçiler grubu olarak tarih yazıcılığını üstlendiler.
1908–1923 döneminde ve özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923–1933) Türkiye’de
yetişen ve Anadolu dışındaki Türk ülkelerinden gelen tarihçiler, milliyetçiliğin Türkçülük
biçiminde anlaşılabilmesi için mücadele veren siyasî eğilimli kişilerdir. Yusuf Akçura,
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Fuat Köprülü,
Ahmet Ağaoğlu ve Necip Asım(Yazıksız) başta olmak üzere kimileri “Türkçülüğü hâkim
kültür, siyasî ideal ve millî karakter” olarak ele alan aktif siyasî parti üyeleridir. Ziya
Gökalp, baştan beri İttihat ve Terakki Cemiyetinin üyesidir. Ahmet Ağaoğlu ve Fuat
Köprülü 1930-1940’lı yıllarda siyasî parti liderleri arasına girdiler. O dönemde siyasî,
sosyal ve bilimsel faaliyetler aktif siyaset içinde yapılabilmekteydi. Bu yüzden, belirtilen
şahsiyetlerden hiçbiri milliyetçi inanç ve ideallerini biçimlendiren siyasî akımların dışında
kalamadı. Aslında, bu kişilerin çoğu siyasî Türkçülüğün öncüleri olduklarından, teşkilâtlı
faaliyetlere tarihî ve kültürel çalışmalar yapmak üzere girmişlerdi. Türk Derneği, Osmanlı
Tarih Cemiyeti ve Türk Ocakları gibi birçok kuruluşun kurucuları ve önder kadroları bu
kişilerdir (Berktay,1983: 37–47).
Tarihçilerden kimileri, Türk tarih tezinin her safhasını sonuna kadar yaşama
imkânına kavuştular. Yusuf Akçura ve Reşit Galip gibi kimi tarihçiler milletvekili
seçildiler. Daha önceleri aktif siyaset içinde yer almayan bazı tarihçiler de aktif siyaset
içine katılmaktan geri kalmadılar. Bu siyasetçi tarihçiler, Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini
kurdular. Bir yıl sonra Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine dönüşen Türk Ocağı Türk Tarih
Heyeti’nin ilk başkanı M.Tevfik (Bıyıklıoğlu), başkan yardımcıları İstanbul milletvekili
Yusuf Akçura ve Çanakkale milletvekili Samih Rifat ile genel sekreter Aydın milletvekili
Reşit Galip’tir (Tunçay, 1981;299). Diğer on kurucu üye ya milletvekili ya da parti
üyesidir. Bu siyasetçi tarihçiler, tarihi yeniden yazmak ve tarih ders kitaplarını yeniden ele
almak için teşkilâtlandılar. Bu tarihçilerin hiçbiri, kendi özel konumlarına dayanarak
kültürel ve bilimsel kurumlar ile siyasî kurumları bütünleştirmede herhangi bir sakınca
görmediler. Bu anlayış, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Cumhuriyet Halk Fırkasının bir
89
eğitim ve kültür kolu gibi çalışan zamanın tek tarih kurumudur” yargısına haklılık/geçerlik
kazandırdığı öne sürülebilir.
Liberal ve tenkidi bir eğilime sahip Ahmet Ağaoğlu “Türkler devlet kavramını her
zaman hükümet kavramıyla bir tutmuşlardır”(Ağaoğlu, 1972: 119) demesine rağmen, tarih
ve kültür kurumlarının otoriter bir hükümetin gözetim ve denetimi altına girmesine hiçbir
itirazda bulunmamış, hatta bu tür teşebbüsleri tabiî karşılamıştır. Ağaoğlu’na göre, Türk
Ocaklarının vazifesi “Türklüğü”, kültürel ve tarihî bir esasa göre tanımlayabilmek ve
bunun için hükümetle sıkı bir bağ kurmaktır. Bu konu üzerine Hâkimiyet-i Milliye
Gazetesi’nde yazdığı makalelerde Ağaoğlu, Türkiye’nin artık Osmanlı hâkimiyetinde
olmadığını, bu sebeple de hükümetten uzak durulması gerekmediğini savunmuştur
(Ağaoğlu, 1972: 119). Bu eğilim ve anlayışlar, dönemin seçkinlerinin kendi görüşlerine
uygun yeni ve modern bir hükümetin varlığını; tarih, kültür ve bilim gibi alanlarda
çalışmaların bağımsızlığı açısından yeterli gördüklerini; böylelikle hükümet desteğini, hatta
hükümet gözetim ve denetimini savunabildiklerini ortaya koyması bakımından anlamlıdır.
Oysa Türk Ocakları, yüzyılın başında ilk kurulduğu dönemlerde siyasî bakımdan bağımsız,
ciddi tarih çalışmalarını teşvik eden ve özendiren bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Daha
sonraları, Türk Ocakları üzerinde siyasî denetim arttar. Böylece, resmî bir tarih yazmak
arzusunun ilk işaretleri verilmiş olur.Cumhuriyet döneminde, sosyal ve kültürel kurumların
tasfiye edilmesi süreci Türk Ocaklarının eritilmesiyle sınırlı kalmaz.. 1930-1931’li yıllarda
Türk Matbuat Birliği, İhtiyat Zabitleri Birliği ve Türk Kadınları Birliği gibi birçok sosyal
kurum kendilerini lağvederler (Tunçay, 1981: 297). Bu gibi kurumlar, görevlerinin devlet
vesayeti altında yerine getirileceği konusuna inanmış ya da ikna edilmişlerdir. Bu
kapsamda, 1930’da Millî Türk Talebe Birliği de geçici olarak kapatılır.
2.6. TÜRK EĞİTİMİNİN TARİHÇESİ
Bir ülkenin eğitimi, o ülkenin en önemli unsurlarındandır. Bunun sebebi ise, eğitimin
kültürü oluşturan insanın yetiştirilmesiyle ilgili olması ile açıklanabilir.
90
Türk eğitim tarihi üç ana döneme ayrılarak incelenebilir: Birincisi, İslamiyet’e
girmeden önceki Türk eğitimi. İkincisi, İslam’ın etkisindeki Türk eğitimi. Üçüncüsü ise,
Batı etkisindeki Türk eğitimi. İslam kültür ve medeniyeti ile tanışan Türkler, daha önce çok
sınırlı olan örgün eğitim kurumsallaşma ve gelişme imkânı bulur. Selçuklular ve
Osmanlılar, Türk ve İslam Uygarlığının en mükemmel eğitim ve bilim kurumlarını
meydana getirir (Akyüz, 2004: 366).
Osmanlı Eğitim sisteminin temelleri Selçuklu eğitim sistemine dayanır.
Selçuklular’da ve öteki İslâm ülkelerinde “Mektep” denilen ilköğretim kurumlarına,
Osmanlı döneminde Darüttalim, Mektep, Mektephane, Muallimhane, Darülilm adları
verilir. Halk arasında ise bu kurumlara Mahalle Mektebi ya da Sıbyan Mektebi denilir.
Tüm Müslüman toplumlarında Sıbyan Mektephanelerinin genellikle bir tek temel dersi
vardır: Kur’an. Bu dersin amacı Kur’an’ın anlamını açıklamadan yalnızca okunuşunu
öğretmektir (Gürkan ve Gökçe, 1999: 13).
Osmanlı Devleti, bir dizi askeri yenilgiden ve Avrupa’da topraklarını yitirmeye
başladıktan sonra, eğitimde bazı yenileşme hareketlerine girişmeyi gerekli görür. Osmanlı
Devleti’nde ilk yenileşme hareketleri ile birlikte Sıbyan Mekteplerinden yetişen çocukların
Türkçe okuma-yazma bilmeyişleri ve bu mekteplerde yenileşme yapmanın zorluğu dikkate
alınarak bu mekteplere dokunulmadan Rüşdiye adında ilkmektepler açılır. Rüşdiyeler
bugünkü ilköğretimin temelini oluşturur. İlk Rüşdiyelerin programları: Arapça, Sarf ve
Nahiv, Nuhbe-i Vehbi, Farsça ve Tuhfe-i Vehbi, Türkçe İnşa, Hat, Lügat ve Ahlâk
derslerinden oluşmaktadır (Akyüz, 2001: 140).
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Döneminde, 8 Kasım 1846 tarihinde “Mekâtib-i
Umumiye Nezareti” kurulduktan sonra 8 Nisan 1847’de ilköğretim yönetmeliği
denilebilecek “talimat” hazırlanır. Bu talimat 20 maddeden meydana gelir. Talimat
ilkokulun amaçları, ilkeleri, öğretim süreci ve derslerden oluşur (Büyükkaragöz, 1997:
230).
Osmanlı’da ilk kez bir ortaöğretim kurumu Darülmaarif adı altında 1850 yılında
kurulur. Bu kurumun amacı “Darülfünun”a alınacak öğrenci ile resmi daireye alınacak
personel yetiştirmektir. Darülmaarif’in programı, Ulumû Diniye, Arabî, Farisî, Hikmetî,
91
Tabiye, Heyet, Coğrafya ve Hendese derslerinden oluşur (Varış,1996: 37). Ezberciliğe
dayanan programlarda tarih dersinin olmadığı görülür. Programlardaki tarih dersine 1869
tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde rastlanır. Akyüz’e göre, 1869 tarihli Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi, rüştiyelerin 500 evi geçen kasabalarda kurulacağı öngörülür.
Okulların yapım masrafları ve muallim maaşları illerin maarif idaresi sandığından
karşılanır. Bu okulların öğretim süresi 4 yıldır ve sıbyan mekteplerini bitirip şehadetname
alan öğrenciler sınavsız kabul edilir (2001: 152).
Akyüz’e göre Nizamnamenin erkek ve kız rüştiyelerinin programları şöyledir:
Erkek Rüştiyelerin Programı: Mebadi-i ulum-i diniye, Lisan-ı Osmanı
kavaidi, İmla ve İnşa, Tertibi cedid üzere kavaid-i Arabiye ve Farsiye, Tersim-i
hutut, Mebaidi hendese, Defter tutmak usulü, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmani,
Coğrafya, Jimnastik, Mektebin bulunduğu yerde en çok kullanılan dil, ticaret
merkezlerinde zeki öğrenicilerden isteklilere 4. yılda Fransızca. Kız Rüştiyelerin
Programı: Mebadi-i ulum-i diniye, Lisan-ı Osmanı kavaidi, İmla ve İnşa,
Mebaidi-i kavaid-i Arabiye ve Farsiye, Müntehabat-ı edebiye, Tedbir-i menzil
Muhtasar Tarih ve coğrafya Hesap ve defter tutmak usulü, Nakşa medar
(yardımcı) olacak derecede Resim, Ameliyat-ı hiyatiye, Musiki (mecburi değil)
(2001: 152).
İstanbul’da açılan ilk idadi, Mekteb-i Fünun-ı İdadiye (Nisan -1845) olur. Mekteb-i
Harbiye öğrencileri sınavdan geçirilerek orta düzeyde bulunanlar bu okula ayrılırlar. Bu
okul, 1872’de Kuleli kışlasına taşınınca Kuleli Askeri İdadisi olarak anılır. 1846’dan sonra
Rüştiyeler ve 1850’de açılan Darülmaarif’de, sıbyan mekteplerinde gelen öğrencilerin
programları izleyebilecek düzeye ulaştırılmaları için açılan özel sınıflara bu kurumlara
kaynak olan bazı sıbyan mekteplerine de idadi adı verilir (Unat,1964: 45). Haziran 1876
yılında ilköğretimin genel ders cetveli, yani; dört yıl üzerinden her sınıfta bir haftada hangi
derslerin kaçar saat ve nasıl okutulacağını gösteren ders çizelgesi niteliğinde bir çalışma
yapılır (Varış, 1996: 34).
Akyüz’e göre; 1891 yılında “mekteb-i iptidai” olarak bilinen ilkokullar için, ilk
detaylı program yapılmış, Millî Eğitim sistemi’nde geniş bir düzenleme hareketine tanık
olunmuştur. Bu düzenlemelerle, Osmanlı Tarihi ve Coğrafyası gibi dersler, önce köy
okulları programından, sonra da bütün programlardan çıkarılmış bunun yerine din ve ahlâk
derslerinin saatleri artırılır.
92
Bu dönemde ilköğretimdeki yenilik ve gelişmeler, Maarif Nezaretine bağlı “usul-i
cedide” ya da “iptidai mektepler” adıyla bilinen ilkokullarda oluşur. Ancak, Efkaf
Nezaretine bağlı olan ve eski durumlarını koruyan, “Sıbyan mektebi” adıyla bilinen
okullarda ise, hiçbir eğitim-öğretim yeniliği göze çarpmadığı gibi, bu okulların
öğretmenleri de bu gelişmeleri engellemeye çalışırlar (2001:207–208).
1882–1890 yılları arasında Rüştiyeyi de içine alan İdadilerin yaygın olarak taşrada da
açıldığı görülür. Bunlar il merkezlerinde Rüştiye ile birlikte 7, sancak merkezlerinde
Rüştiye ile birlikte 5 yıllık idadilerdir (Unat, 1964: 45–48). İdadiler Rüştiyelerin üzerinde
orta öğretim kurumları olduğu, bazen onları kapsar biçimde açıldıkları için resmi
belgelerde bu iki okulun programı birlikte verilir. 1898–1899’ da Rüştiye İdadilerin ders
programlarında Tarih dersinin 1. sene verilmediği 5. seneye kadar ise hafta da iki saat
verildiği 6.ve 7. senelerde ise haftada 1 saat verildiği görülür (Akyüz, 2001: 213).
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra; Hükümet, 3 Mayıs
1920’de “Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı) merkez teşkilatı kurulur. 16.7.1921’de
yapılan Maarif Kongresi’nin gündeminde ise; İlkokul programının düzenlenmesi ve
ilkokulların öğrenim sürelerinin yeniden belirlenmesi, köy öğretmeni yetiştirilmesi için köy
öğretmen okulu açılması, ortaöğretim kurumlarının programları ve dersleri ve Mustafa
Kemal’in açılış konuşması gibi konular yer alır ve konular eğitim tarihimizde önemli bir
yer tutar (Cicioglu, 1982: 31 ).
Bakanlık 1922 yılında ilk ve ortaokullara ait birer program hazırlar ve eleştirileri
almak üzere eğitim çevrelerine gönderir. Alınan sonuçlar, çocuğa öğretilecek derslerin
“çevre” ve “ihtiyaç” ile ilgili olması “toplu öğretime” giden bir görüşün benimsendiğini
gösterir (Binbaşıoğlu, 1995: 197–198).
Cumhuriyetin ilânı ile birlikte eğitimde hızlı bir yenileşmeye gidilir. 1924 yılında
çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı
bünyesinde toplanır ve okullarda uygulanan programlar üzerinde kapsamlı değişiklikler
yapılır. Türkiye’de program geliştirme çalışmalarına bakıldığında, ilk çalışmaların 1924
yılından itibaren daha çok ilköğretim alanında başlatıldığı ve bu çalışmaların daha sonra
ortaöğretim düzeyindeki çalışmalara ışık tuttuğu görülür.
93
1924 programı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ve öğretim anlayışı,
ihtiyacı ve şartları düşünülerek “1924 İlk Mektep Müfredat Programı” adı
altında hazırlanır. Daha çok proje niteliğinde olan program iki yıl uygulamada kalır. 1926
yılında ülkenin o zamanki ihtiyaçlarına, çocukların özelliklerine ve dünyadaki ileri eğitim
ve öğretim anlaşışına dayanarak “1926 İlk Mektep Müfredat Programı” hazırlanır. 1926
programı, bugünkü programların dayandığı altı temel esası kapsaması bakımından
önemlidir. Sözü edilen temel esaslar şöyle sıralanmıştır:
1. Toplu öğretim sistemi,
2. İlkokulun amaçları,
3. Derslerin özel amaçları,
4. Öğretimde takip edilecek yollar,
5. İlk okuma-yazma öğretiminde uygulanan çözümleme metodu,
6. Beş sınıflı ilkokulun birinci ve ikinci devreye ayrılması(MEB, 1997: 18–19).
1926 yılında hazırlanan “Maarif Teşkilatı Hakkında Layiha”da ise bugün de
canlılığını koruyan şu görüşler dikkat çeker.
Okul ile hayat arasından Çin Seddinin kaldırılması, Ders konularının çevreden
alınması, Memleketin hakiki bir hayat ve iş okuluna ihtiyacının bulunduğu, Okulun sosyal
hayatta aydınlatıcı bir merkez olması, Okullarda soyut insanın yetiştirildiği, Tabiat ile
çocuk arasında kara kitabın bulunduğu, Üretici bir eğitime önem verilmesinin gerektiği,
Tek okul sisteminin kurulması, Okul hayatının çevrenin ekonomik şartlarına göre
düzenlenmesi, Genel ve teknik öğretimin birbirinden ayrılamayacağı (Doğan, 1982: 32).
1926 programı on yıl uygulamada kalır, fakat bu arada 1930 yılında köy çocuklarını
köyün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yetiştirmek için, şehir okulları müfredatının esasları
temel olmak suretiyle, “Köy Mektepleri, Müfredat Programı” hazırlanır. Eğitim
programlarındaki bu değişikliğin özünü laiklik, batıya dönüş ve müsbet bilimler oluşturur.
94
Türk toplumunun ekonomik politik ve toplumsal yapısı, batı dünyasının etkisi, bilim
ve teknikteki gelişmeler, yabancı uzmanların görüşleri ve Atatürk’ün eğitim anlayışı,
cumhuriyet dönemindeki eğitim anlayışını etkiler ve geliştirir (Sönmez,1991: 138).
Atatürk Ve Eğitim
İyi eğitim görmüş, bilinçli bir toplumun varlığını, yeni inkılâpların ve cumhuriyet
yönetiminin yerleşmesi ve yaşamasının ön şartı olarak gören Atatürk; eğitim sisteminin
ülkemizin ihtiyaçlarına ve çağın gereklerine uygun olarak yeni baştan kurulmasını ve bu
eğitimin aynı zamanda toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştırılmasını gerekli görür.
1 Mart 1922 günü TBMM’de yaptığı konuşmada: “Eğitim, hükümetin en verimli ve
en mühim görevidir.” diyen Atatürk; Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde millî
eğitim sorunlarına eğilir ve 15 Temmuz 1921’de I. Maarif Kongresi’ni toplar. Kongrede:
“Asırlardır devlet bünyesinde süren derin idari ihmallerinin meydana getirdiği yaraların
tedavisinde sarf edilecek emeğin en büyüğünü, hiç kuşkusuz eğitim yolunda göstermemiz
lazımdır.” der (MEB, 1993: 11–12).
Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinden bağımsızlık mücadelesine girişirken ve
Cumhuriyeti kurarken gençliğin, bundan sonra hangi ilkelere, amaçlara, hangi eğitim
felsefesi ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi gerektiğinin ivedilikle belirlenmesi konusu
önem taşır. Eğitim sürecinde yetiştirilecek bireylere hangi niteliklerin kazandırılacağı,
Atatürk’ün birçok ifadelerinde açıkça vurgulanır. Atatürk’e göre, “millî eğitimin gayesi,
yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, cumhuriyetçi,
inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli,
iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakteri sahibi genç yetiştirmektir”
(Atatürkçülük, 1984: 29)
Atatürk’ün eğitim ve öğretim konusunda ileri sürdüğü görüşler ve eğitim felsefesi, bir
bütün olarak ele alınırsa, görülür ki, diğer eğitim reformcuları gibi şu iki işi yapmaktadır.
Birincisi, geleneksel eğitim sistemini yetersiz bulmakta, eleştirmekte ve bunun
95
değiştirilmesini istemektedir. İkincisi ise, bunun yerine konmasını istediği yeni eğitim
sisteminin ana ilkelerini saptamaktadır.
Atatürk’ün Eğitim Felsefesi idealizm ve pragmatizm üzerine kuruludur. Giritli’nin
belirttiği gibi “Mustafa Kemal, esas itibariyle katı bir doktrin taraftarı değildir, aksiyon
adamıdır. Kendisini hiçbir felsefe doktrini ile sınırlamayan Atatürk’ün, idealist; idealist
olduğu kadar pragmatist olduğu söylenebilir. Bu nedenle, Atatürkçülüğü felsefî bu
yönden ifade eden en uygun terim özgürlükçü demokrasinin de temeli olan “plüralizm”
(çokçuluk) olabilir.” ( 2001: 59–72).
Aytaç’a (2001) göre ise; Atatürk, “akılcı” ve “milliyetçi” dünya görüşüne sahip bir
düşünür ve inkılâpçıdır. O, bu dünya görüşüne dayalı bir “Millî Kalkınma Stratejisi”
geliştirmiştir. Kendisi bunu “Memleket Davalarının İdeolojisi” olarak adlandırır. Bu
ideolojinin en önemli unsurlarından birini, onun taslağını çizdiği yeni eğitim politikasının
programı teşkil eder.
Atatürk’ün eğitim politikası, kendi zamanının diğer ideolojilerinin eğitim
politikalarıyla mukayese edilirse, onlardan temelde ayrıldığı rahatlıkla anlaşılabilir. Diğer
ideolojilerin hepsi belirli bir unsuru alıp onu “mutlaklaştırmak”tadır. İdeolojiler “devlet”,
“ırk”, “işçi sınıfı”, “din” veya “sermaye” gibi unsurlardan yalnızca bir unsuru eğitim
politikasının yegâne temeli olarak kabul ederler. Yani bunların hepsi de, felsefi dilde
söylemek gerekirse “monist”, yani tekçidirler. Atatürk, böyle tek yanlı bir düşünür değildir.
Eğitim politikasının temelinde, birden fazla unsur yer alır (Aytaç, 2001: 112–113).
Doğan, Atatürk’ün eğitim politikasının bu özelliğini şöyle açıklar; Atatürk
dönemindeki eğitim politikası şekillendirilirken ve uygulamalar yönlendirilirken çeşitli
dönemlerde eğitim sistemlerini yönlendiren skolastizm, hümanizm, realizm, pragmatizm
vb. doktrinlerin hiçbirine bağlı kalınmadığı ve çeşitli görüşlerden faydalanarak Türkiye’nin
sorunlarını çözecek şekilde bir senteze gidildiği görülür (1982: 31).
96
Atatürk bir konuşmasında diyor ki: “Biz ilhamımızı doğrudan doğruya yaşadığımız
hayattan alıyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde bulunduğumuz yurt, bağrından çıktığımız
Türk milleti ve milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından
çıkardığımız neticedir.” (MEB, 1970: 211 ).
Atatürk’ün sağlığında çeşitli görüşlerin sentezi yapılıp Türkiye şartlarına uygun
çözüm yolları arandığı halde, Atatürk sonrası dönemde bu sentez terk edilir. Nasıl Batı
uygarlığı Rönesans’la beraber hümanizm, natüralizm, realizm, pragmatizm vb.
aşamalarından geçerek bugünkü seviyeye ulaştı ise, Türkiye’nin de aynı aşamalardan
geçmesi görüşü ön plana çıkar (Doğan, 1982:32).
Sosyal hayatın realitesini eğitim sisteminin temel unsuru olarak kabul eden Atatürk;
hiçbir felsefenin tesiri altında kalmadan ve hiçbir ideolojinin perspektifinden bakmadan,
doğrudan doğruya hayattan aldığı dersler ile aklın ve müspet ilmin rehberliğinde eğitim
problemlerini çözmeye çalışır. Yapmış olduğu incelemeler sonucunda temel hataları tespit
eder; Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve çağın gereklerine uygun olarak millî eğitim politikasını
oluşturmaya çalışır.
“Atatürk sonrası dönemde hümanizm adı altında Atatürk döneminin tarih ve kültür
tezleri çarpıtılır.” (Erkal, 2002: 5). Yabancı ideolojileri benimseyenler, fırsat buldukça
kendi saplantılarına göre millî eğitim politikasını tahrif ederler.
Atatürk’ten sonraki eğitim politikasının Atatürk dönemi millî eğitim
politikasından ayrıldığı kırılma noktası, şüphesiz milliyetçiliğin yerine hümanizmin ikame
edilmiş olmasıdır. Bu olgu, Atatürk’ün vefatından sonra kasıtlı olarak millî eğitimde
önemli değişikliklerin gerçekleştirildiğini ortaya koyar. Zira bu dönemde Atatürk’ün eğitim
felsefesi farklı bir yoruma tabi tutulur ve özü değiştirilir. Bu değişikliğin gerçek nedeni;
gerçekten batılılaşabilmek için, Batı medeniyetinin dayandığı eski Yunan-Latin
kaynaklarına inilmesinin şart olduğu (olmazsa olmaz) inancı olur. Bu inançla tercüme
faaliyetleri yoğunlaştırılır; Batı klasikleri bu amaçla Türkçe’ye çevrilir; Latince ve eski
Yunanca dersleri de bu amaçla liselerde okutulur. Yunan mitolojisi bu anlayışla tercüme
ettirilir ve bu yoldan özü millî kaynaklarımıza dayanan Türk kültürüne karşı Greko-Latin
97
kültürüne dayanan bir kültür ve medeniyet meydana getirilmek istenir. Bunun için o
zamanki Türkçe’nin ve İslam kültürü muhtevasını taşıyan kelime ve kavramların
değiştirilmesi gerekli görülür (Bolay, 1997: 226).
Türk tarih ve kültür kitapları, daha çok Rönesans ve reform hareketlerine ayrılır,
Latin-Yunan hümanizmi ayrıntılı bir biçimde ele alındığı halde, Atatürk ile başlatılmış
bulunan Orta Asya, Anadolu, Selçuklu ve Osmanlı kültür hazinelerine yönelik millî kültür
geleneği devreden çıkarılır ve terkedilir (Türkdoğan 1999, 66–139).
Eğitim sisteminin birbirini tamamlayıcı olarak düşünülmesi gereken iki önemli işlevi
vardır. Birinci işlev, milletin kültürünü oluşturan sağlam ve kalıcı değerleri genç kuşaklara
aktararak, milletin sürekliliğini sağlamaktır. İkinci işlev, toplumun davranışlarında istenilen
bazı değişiklikleri gerçekleştirmek; toplumun gelişmesini, ilerlemesini, çağdaşlaşmasını
sağlamaktır. Eğitim, bu işlevlerin ikisini birden yerine getirmekle yükümlüdür. Bunlardan
birincisi gerçekleşmezse toplumda kopukluk olur, milletin sürekliliği tehlikeye düşer.
İkinci işlev gerçekleşmezse, toplum geri kalır, çağın gelişmelerine ayak uyduramaz, varlığı
tehlikeye düşer (Koçer, 1983: 680).
İşte bu durumu çok iyi bilen Atatürk’e göre, “en önemli, en esaslı nokta eğitim
meselesidir.” Çünkü, “eğitim bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum hâlinde
yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder” (Söylev ve Demeçler 1959: 198).
Atatürk, bir yandan, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için askerî alanda büyük çaba
harcarken, bir yandan da çağdaş eğitim sistemleri üzerinde araştırmalara girişir. O, çok iyi
biliyordu ki, “kültür, eğitim ve iktisat zaferleri ile tamamlanmadıkça askerî zaferler tek
başına millî kurtuluşu sağlamaya yetmeyecektir” (Feyzioğlu, 1992: 675).
Eğitim, sadece ülke sınırları içindeki insanların şekillendirilmesinde veya iç
politikanın güçlendirilmesinde kullanılacak olan bir değer değildir. Eğitim, dünya
politikasının tayin ve tespitinde, milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesinde hep ön plânda
yer alan belirleyici bir unsur olur.
98
2.7. EĞİTİM - ÖĞRETİM ALANINDA MEYDANA GELEN GELİŞMELER
Maarif Kongresi
1921 yılının Türkiye eğitimindeki en önemli hareket 15 Temmuz 1921 tarihinde
Muallime ve Muallimler Birliğinin toplandığı "Maarif Kongresi"dir. Atatürk, 1921’de,
Ankara’da Maarif Kongresi’nde yaptığı konuşmasında, öncelikle “milli maarif”in
kurulmasını ister. Bu konuşmasında, eğitim düşüncesiyle ilgili görüşlerini açık açık
sergiler:
"Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin, tarih-i
tedenniyatımızda en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Millî bir terbiye
programından bahsederken eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Şarktan ve
Garbtan gelen ecnebi tesirlerden uzak ve seciye-i milliyemizle mütenasip bir
kültür kastediyorum. Dehayı milliyemizin inkişafı ancak böyle bir kültür ile
kâbildir…
Yaratacağımız kültür, herâis-i milliye zemini ile, o zemin ise milletin
seciyesi ile mütenasip olmalıdır. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken,
birliğimize taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle mücehhez bir
nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım. Yeni neslin ruhuna bu
kabiliyeti terk etmek lâzımdır. Müstakil ve mevcut kalmak isteyen milletlerin
felsefesi, en bariz şekilde bu evsafı kemâli şiddetle talep etmektedir. Millî gaye
hakkındaki umumî nokta-i nazarımı söylerken, yeni neslin techiz edileceği evsaf
arasında kuvvetli bir aşk-ı fazilet ve kuvvetli bir fikr-i intizam ve inzibattan da
bahs etmek lâzımdır. (...) eskiden çizilmiş alelâde yollar üzerinde yürümek değil,
belki yukarıdan beri evsaf ve şeraitini arzettiğim millî hars yolunda rehber olmak
gibi mukaddes bir vazife bekliyoruz (Söylev ve Demeçler, 1968: 16–18)."
Genellikle ilk ve ortaöğretim kademelerinin hedefi ve programı hakkında
tartışmaların yapıldığı bu Kongrede M. Kemal, bugün eğitim için harcanan çabaların,
gelecekteki eğitimin temellerinin atmaya yetmeyeceğini; gerekli vasıtalara sahip
olununcaya kadar geçecek olan devrede itina ile çizilmiş bir eğitim programı uygulanıp,
eğitim örgütünün en verimli şekilde çalıştırılacağını belirtir.
99
Birinci Heyet-i İlmiye
Bakanlığın Maarif Heyeti İlmiyesi'nin 15 Temmuz 1923 de başlayan toplantısı,
hazırlık dönemi Cumhuriyet eğitiminin en olumlu çalışması, Maarif şûralarının bir çeşit
başlangıcıdır. 15 Ağustos’a kadar süren bu çalışmalara, Maarif Vekili İsmail Sefa,
Müsteşar Samih Rıfat, Matbuat Müdürü Ağaoğlu Ahmet, Telif ve Tercüme Encümeni Reisi
Ziya Gökalp, Darülfünun temsilcileri, Darülmuallim, Sanayi Nefise, Vilayet Maarif ve
Hars müdürleri ve öğretmenler katılırlar. 26 maddeden oluşan gündemin konuları şu
şekilde belirlenir:
Maarif-i umumiyye icraat programı, Millî hars, Çevirilerde uyulacak
esaslar, İstatistik Umum Müdürlüğü teşkili, Millî kamus ve sarf, Millî musiki,
lisan ve edebiyat, Millî Tarih Kütüphanesi, Millî Hazine-i Evrak, Millî Tarih ve
Coğrafya Enstitüleri, Etnografya Müzesi, Millî Müze, Mektep Müzesi, Ankara'da
Âli Dersler, İlköğretim programları, İlkokul sonrası hayatî öğretim programı,
Tedrisat-ı İbtidaiye Kararnamesinin tadili lâyihası, Öğretmen okulları program ve
yönetmelikleri, Sultani teşkilatı, ad değiştirme ve öğretim süresi, Sultani
programlarını değiştirme, Ortaöğretim muallimleri yasa tasarısı, İzcilik teşkilât-ı
esasiyesi, Heyet-i Teftişiye Nizamname lâyihası, Asâr-ı Atika Nizamnamesi
tadili, İstanbul öğretmen okullarında tâli kısımların açılması, Galatasaray Sultanisi
teşkilât ve programı, Dârülmuallimîn-i Âliye öğrencilerine meslekî bilgi verilmesi
(Sakaoğlu,2003: 162–163).
15 Temmuz 1923'te başlayan Heyetin ilk toplantısında bir konuşma yapan Safa Bey,
son düşman askerinin denize dökülmesinden itibaren bütün gözlerin eğitime çevrildiğini ve
ülkenin "hakikî kurtuluşu"nun eğitimden beklendiğini vurgular. Bakan, 1909'den beri
eğitimimize gerçek yönünü vermek için çalışan değerli insanların hayırlı, faydalı girişimleri
olduğunu; ancak her yeni gelenin eskisinin zıddına veya başka bir yolda çalıştığını, eğitim
kurumlarının "şahsî icraata bağlı, istikrarsız ve istinatsız" kaldığını; Cumhuriyetin eski
maarifi bu noktada devraldığını belirtir (Ergün, 1982: 27). Sakaoğlu’na göre; bu
belirlemeler ve hedefler bir anda gerçekleştirilmese bile, ümmetçi eğitim düşüncesinden
100
hızla sıyrılıp, milli eğitime, hayata, işe ve pratiğe dönük çağdaş öğretime geçiş süreci
başlamış bulunur (2003: 163).
Tevhid-İ Tedrisat
Atatürk, eğitimi, milleti cehaletten kurtarılmasında, kişilerin mutlu ve başarılı
olmasında, Türk gençliğinin iyi yetiştirilmesinde milli davalarını bir bütün halinde anlaşılıp
anlatılmasında, nesilden nesile aktarılmasında, Türk milletini tıoyekün bir kalkınmayla
çağdaç medeniyeti yakalamasında temel faaliyetleri kapsayan bir sistem bütünlüğü olarak
görmekteydi (Özodaışık, 1999: 65). Bu yüzden Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından
Okulardaki eğitim ve öğretimin Cumhuriyet esaslarına göre yapılmasına başlamıştır. Her
devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti de eğitim kurumlarının maksat ve gayelerinin en
önde gelenlerinden biri olarak, milli cemiyete ve Türk Cumhuriyetine ruhen ve bedenen
bağlı “Cumhuriyetçi” bir nesil yetiştirmeyi görmüştür. Cumhuriyet rejimini ve yapılan
inkılapları sevdirme ve ona bağlılık oluşturma, eğitimin önemli boyutunu oluşturmaktadır
(Köken, 2002: 189).
Cumhuriyetin hedefleri doğrultusunda tespit edilen “insan modeli” çerçevesinde
organize edilen geniş bir eğitim seferberliğine başlanmıştır. 3 Mart 1924 yılında kabul
edilen Tevhid-i Tedrisat” Kanunu ile aynı fikir, aynı duygu, aynı düşüncede insanlar
yetiştirilmesi hedeflenmiş ve böylece Türk Cumhuriyeti vatandaşları arasında ülkü birliği
yolunda önemli adımlar atılmıştır(Çaycı,1995: 31).
1924 yılı Mart ayında, halifeliğin kaldırılması, Osmanlı hanedanının yurtdışına
çıkarılması, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilmesine ilişkin yasalarla birlikte Millet
Meclisi tarafından kabul edilen Tevhidi Tedrisat Kanunu, eğitim alanındaki en önemli
reform olumuştur (Kaplan, 1999: 159) 1924’te yayımlanan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu,
Topses Cumhuriyet düşüncesi ve ideolojisinin kararlıkla yerleştirilmesi amacına dönük
olarak başarılmış son derece önemli bir düzenleme olarak değerlendirilir (1999: 10).
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle bütün bilim ve eğitim kurumları
Eğitim Bakanlığına bağlanmış olur. Yasanın gerekçesine göre, bu önlemle, eğitimde amaç
101
birliği ve denetim birliği sağlanır ve “milletin düşünce ve duygu bakımından birliği” güven
altına alınır (Sakaoğlu,1992: 23).
Bu yasanın Meclisten çıkmasından sonra, yasanın uygulanmasıyla ilgili olarak Maarif
Vekili Vasıf Bey görevlendirilir. Bakan'ın büyük bir sevinç ve heyecan duyarak imza ettiği
"medreselerin bir anda ve tamamen kapatılması emri" ülkenin her tarafında uygulanmaya
başlanır. Medreseler kapatıldıktan sonra, Medrese-i Süleymaniye yerine İstanbul
Dârülfünunu'nda bir İlâhiyat Fakültesi kurulur. Bu yasayla, eğitimin laikleştirilmesi ve
demokratikleştirilmesi sürecinde önemli bir adım atılır, özellikle tarih ve dil konularında
ulusal amaçlara uygun bir strateji belirginleşmeye başlar, Latin harfleri kabul edilir, kadın
eğitimine ayrı bir önem verilir, bu doğrultuda karma eğitim uygulamasına gçileir, köye
yönelik öğretmen yetiştirme girişimleri eğitim politikalarının temel hedefleri durumuna
getirilir (Topses,1999: 10).
İkinci Heyet-i İlmiye Toplantısı
İkinci Heyet-i İlmiye, Türk eğitim sistemini yeni devlet düzenine uydurmak, eğitim
binasını yeniden kurmak amacıyla toplanır. Çünkü Tevhid-i Tedrisat yasası, Eğitim
Bakanlığı'nın elindeki okulların sayısını artırır, medreseler ve diğer dinî okullar kapatılır,
bütün okullarda laik bir eğitim zihniyeti yerleştirilmeye çalışılır. Orta dereceli askerî
okulları da bünyesine alan Bakanlık, okullar ve programlar sorununu çözmek için tekrar bir
Heyet-i İlmiye toplar. Bu yüzden İkinci Heyet'de yeni eğitim sistemini kurmaya
yönelmeden çok, okulların dereceleri, ders kitapları, müfredat programları vs. üzerinde
durur (Sakaoğlu,2003: 176).
İkinci Heyet-i İlmiye'nin toplanma amacını, Maarif Vekili Vasıf Bey şöyle açıklar:
Cumhuriyetin hakiki mihrap ve gaye halinde müebbed yaşaması, bizim
için en esaslı hedeftir. Yeni nesilleri kuvvetli bir iman, hakikî bir seciye ile
yetiştirmek için terbiye ve maarif sistemlerimizde değişiklik yapmak lâzımdı.
Bunun esaslarını belirlemek için muktedir ve mütehassıs bir çok kişileri
Ankara'da topladık (Ergün,1982: 110).
102
Birinci Heyet-i İlmiye gibi, İkinci Heyet-i İlmiye de birçok eleştiri, itiraz ve
dedikodulara neden olur. Bu eleştiriler içinde bazı ciddî olanlar da vardır. Bunlar, İkinci
Heyet-i İlmiyenin hazırladığı programlarının, İkinci Meşrûtiyet devrindekiler gibi
Fransızca'dan tercüme olduğunu, kendi benliğimizden bir şey katılmadığını ileri
sürmüşlerdir.
Yeni programlar birçok yönlerden eleştirilir. İlkokul programlarında eskiye göre
Kur'ân-ı Kerîm ve Malumat-ı Diniyye ihmal edilir. Türkçe, Dilbilgisi hemen hemen
kaldırılmış gibidir; aynen ortaokul birinci ve ikinci sınıfa aktarılmıştır. Dördüncü ve beşinci
sınıftaki "Hukukî ve Vatanî Malumat" dersini okutacak öğretmenleri bulmak bir sorun olur.
Resim programında bazı gariplikler vardır; birinci sınıfa "Hayalî Resim" konar. İkinci
Heyet-i İlmiye'de eski Tarih programı ilga edilmiş, yenisi tam olarak belirlenir. İkinci
Heyet-i İlmiye, önemli oranda, Bakanlığın daha önce hazırladığı veya tasarladığı projelerin
onaylama yeri olur (Ergün,1982: 117).
Üçüncü Heyet-i İlmiye Toplantısı
26 Aralık 1925- Ocak 1926 tarihleri arasında Maarif Vekili Necati Bey
başkanlığında, Bakanlık ileri gelenlerinden, önemli liselerin müdürlerinden ve
müfettişlerden oluşan 19 kişilik bir heyet halinde toplanır 1925 yılında yaşanan olaylar ve
gelişmeler (Şeyh Said Ayakalnması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İzmir Suikasti,
Takrir-i Sükun Kanunu) okulun ve eğitimin önemini bir kez daha ortaya koyar.
“Cumhuriyet esaslarına bağlı okularda çocukları kalplerine ve dimağlarına Cumhuriyet için
özveri ülküsünün yerleştirimesi”ilkesinde açıkça söz edilir (Sakaoğlu,2003: 177).
12 oturum olarak yapılan toplantılarda, Sakaoğlu’na göre şu konular görüşülür:
Devlet ve vilayet bütçelerinden maarife ayrılan paraları en verimli bir
şekilde kullanmak; Okulları, okumak için başvuran bütün çocukları alabilecek
şekilde genişletecek önlemleri almak; Liselerin azaltılması, belirli merkezlerde
liseler yapılması ve yavaş yavaş çoğaltılması; Öğretmen okulları ve meslek
okullarının belirli merkezlerde toplanması ve kuvvetlendirilmesi; Yatısız
103
ortaokullarda karma eğitim yaptırılması; Stajyer öğretmenlere verilecek meslek
eğitimi; Öğretmenlerin terfileri için yasal temeller konulması; Eğitim ve öğretim
işleriyle meşgul olacak bir "Millî Talim ve Terbiye Dairesi" kurmak (2003: 177–
178).
Sayıları gittikçe azalan üyelerin katılmasıyla toplanan Heyet-i İlmiyeler,
fonksiyonlarını, 22 Mart 1926'da çıkan Maarif Teşkilâtı Kânunu’nun kurduğu "Millî Talim
ve Terbiye Dairesi"ne bırakırlar ve bir daha toplanmazlar. Çünkü artık onların görevlerini -
Millî Eğitim şûraları toplanıncaya kadar- bu daire yapar. Eğitim ve öğretim işleri,
yönetmeliklerin yapılması, eğitim yasalarının hazırlanması, programlar, okul kitaplarını
yazdırmak ve seçmek görevleri bu heyetçe yerine getirilir.
Yazı İnkılâbı
Türk eğitim sistemi Batı örneğine göre kurulmaya ve Türk aydınları Batı dünyasını
bir başka gözle görmeye başladıktan sonra, yazının değiştirilmesi veya ıslah edilmesi
sorunu, İstanbul'da da tartışılmaya başlanır.
Dilin yeni ihtiyaçlara göre düzenlenmesi düşüncesi, daha XIX. Yüzyılda, Tanzimat
devrinden itibaren başlanır. Lewis, Yazıda reform sorununu ilk ortaya atanın, Batılı bilim
edebiyatının çeviri ve yayınlanmasında özellikle etkili olan, bir Türk yazar ve Memuru
Mehmet Münif Paşa (1828–1910) olduğu değerlendirmesini yapar. Lewis’in ifadesine
göre; Mehmet Münif Paşa, Mayıs 1862 de, kurulan “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de
yaptığı bir konuşmada, bilimin ilerlemesi ve yayılmasına zorunlu bir başlangıç olarak,
alfabede reform sorununu ortaya atar. Osmanlı imlasının öğretimi ve öğrenimi güçtür; daha
da fenası, hatalı ve muğlâktır ve okuyucuyu eğitecek yerde kolaylıkla yanlış yola
yönetebilir. “Bilginin yayılması için en güçlü alet” olan basın içinde elverişsizdir. Batı
alfabesine kıyasla pahalı ve verimsizdir. İki veya üç kat harfe ihtiyaç gösterir. Bu
güçlükleri yenmek için, Münif Paşa, ıslah edilmiş bir Arapça matbaa yazısı teklif eder.
Lewis’e göre, Ondört ay sonra, Kafkasladaki Rus valisinin doğu dilleri tercümanı olan,
104
Azerbaycanlı Türk Ahunzade Fethi Ali tarafından başka bir matbaa yazısı reformu teklif
edilir (1996: 422–423).
Yazı tartışmalarının ta başlangıcından itibaren Arap harflerinin ıslah edilmesi
önerilerinin karşısına Lâtin harflerinin kabul edilmesi önerisi çıkartılır. Ama İkinci
Meşrutiyet dönemine kadar Lâtin harflerinin kabul edilmesi önerisi açıkça ileri sürülmez.
Yazı sorununu çözmek için ilk resmî girişim 1909'da Maarif Nezaretinde bir "İmlâ
Komisyonu" kurularak yapılır. 1914 yılında ise Sarf, İmlâ ve Lûgat Encümenlerinin yanı
sıra bir de "Istılahat-ı İlmiye Encümeni" kurularak, çalışmalar ve yayınlar yapılır. Bunların
dışında 1911'de "Islah-ı Huruf Cemiyeti", 1912'de "Islah-ı Huruf Encümeni" gibi dernekler
kurulur, hatta bu sonuncusu 1912 yılında bir "Islah-ı Huruf Kongresi" bile düzenlenmiştir
(Ergün,1982: 132).
Ergün’ün ifadesine göre, 1922 yılında Azerbaycan hükümeti Lâtin esaslı bir yazıyı
kabul ettiği sırada, Mustafa Kemal Türkiye'de Lâtin yazısını almanın daha zamanı
gelmediğini söyler. Ama M. Kemal, ilerde savaşı kazandıklarında Lâtin harflerini kabul
edeceklerine dair, daha 1919'da söz verir (1982: 132).
Yazıyı Latinleştime fikri, Yeni Türkiye Devleti’nde pek erken ortaya çıkar. 1923
İzmir İktisat kongresinde Latin Alfabesinin kabulü teklifi ortaya atılır tartışılır. İzmir’li işçi
delegelerden Nazmi Bey ile iki arkadaşı tarafından “Latin harflerinin kabul edilmesi”
konusunda bir önerge verilir. Ancak bu önerge kongre başkanı Kazım Paşa tarafından,
oylamaya sunulmadan başkanlık divanı tarafından reddedilir. Daha sonra Kazım Paşa
“Hakimiyeti Milliye”ye: Latin harflerinin kabul olunmayacağı, bunun müthiş bir felaket
olacağı, bir –hercü merce- neden olacağı yolunda bir demeç vererek, bu önergeyi
verenlerin de sonradan bunun yanlışlığını anlayarak pişman olduklarını açıklar (Katoğlu,
2005: 436–437).
1926 yılında yazı tartışmaları biraz daha berraklaşır. Artık sorun tamamen Lâtin
harflerinin kabul edilip edilmemesi biçimine girer. Lâtin harflerinin kabul edilmesi büyük
bir ihtimal kazandığından Türk dili ile Lâtin harflerinin uyumu araştırılmaya başlanır.
105
Bu arada Bakû Türkiyat Kongresinde de alfabe sorunu tartışılır ve bazı kararlar alınır.
1926 yılındaki tartışmalarda Akşam gazetesinin düzenlediği "Lâtin harflerini kabul etmeli
mi, etmemeli mi?" anketi, bu konuda kamuoyu oluşturmaya yardım eder. 1927 yılında
Lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM
Başkanı, Lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildirir. Gene 1927 yılında
reçetelerin de Lâtin harfleriyle yazılması kararlaştırılır. Bu arada TBMM de, Türkiye'de
uluslararası rakamların kullanılması yasası da çıkarılır. Böylece yazının önemli bir kısmını
oluşturan rakamların Lâtinceleştirilmesi, yazı inkılâbının önemli adımlarından biri olur
(Ergün,1982: 134).
Bununla beraber, bu durum hala gelecekte olan bir şeydir. 1925–1928 yıllarında
Türkiye’deki Azerbaycanlı sürgünler, Türk yazısının Latinleştirilmesini istemekle özellikle
aktiftirler. Bununla kendi vatanlarını tamamen tecrit edilmekte kurtarmayı umarlar. Yazının
Latinleştirilmesi fikri, farklı nedenlere dayanmakla beraber, Mustafa Kemal’in politikasına
iyice uyar. Onun görüşünde, Latin alfabesi, Azerbaycan Cumhuriyeti ile bir bağdan çok,
Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir engeldir. Görünene göre, yeni yazıyı öğrenip eskisini
unutmak suretiyle, geçmiş gömülüp unutulabilecek ve yalnız yeni Latin Harfli Türkçede
ifade edilen fikirlere açık yeni bir kuşak yetiştirilecektir (Lewis,1996: 427–428).
Yeni yazı Kasım 1928’de resmen kabul edilir. Eski Arap yazısı yeni yıldan itibaren
yasaklanır. Harf Devrimi, yabancı kökenli kelimelerin Türkçeden atılarak yerlerine yeni
Türkçe karşılıklar aramak, koymak düşüncesini yeniden doğurur. Dilde sadeleşme bir akım
haline gelir (Katoğlu,2005: 438).
Millet Mektepleri
Cumhuriyetin ilân edilmesiyle beraber ülkemizdeki büyük okuma-yazma bilmeyen
kitlenin cumhuriyet ilkelerine göre nasıl eğitileceği, en azından nasıl okutulacağı
tartışılmaya başlanır. Ta o zamandan itibaren teklif edilen önerilerin başında "Halk
mektepleri" veya "Halk Dershaneleri"nin kurulması gelir.
106
Yazı inkılâbından sonra ise bu dershanelerin "Millet Mektepleri" adı altında
örgütlenmesi ve işlevinin daha ziyade halka yeni harfleri öğretmek olarak belirlenmesi
kesinleşir.
Bakanlığın hazırlayıp 24.11.1928’de yürürlüğe soktuğu yönetmeliğe göre Millet
mektepleri, yeni Türk harflerinin kolay bir şekilde okunup yazılabilmesinden bütün milleti
faydalandırabilmek ve büyük halk kitlelerini hızla okur-yazar duruma getirebilmek için
kurulur. Ne eski ne de yeni yazı bilmeyen yetişkinler dört aylık A Kurslarında; eski harfleri
okuyup yazabilenler de iki ay süreli B Kurslarında yeni harfleri öğreneceklerdi. Bu
okulların genel başkanı, Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal’dir (Sakaoğlu,2003: 190–192).
16–40 yaşları arasındaki vatandaşlar bu okullara devam etmeye veya dışardan sınav
vererek belge almaya mecburdurlar. Öğretmeni veya okulu olmayan köylerde, köylünün
boş olduğu mevsimlerde gidip, onlara yeni yazıyı öğretecek "seyyar talim heyetleri"
kurulur. Ayrıca her fırsatta ve her çeşit vasıta ile halkın yeni yazıya ilgilerini çekmek,
okuma-yazmanın faydalarını anlatmak için bir propaganda örgütü oluşturulur (Ergün,1982:
150).
1929 Eylül’ünde Millet Mektepleri yönetmeliği yeniden değiştirilir. Bu yeni
yönetmeliğin öncekilerden farkları kısaca şunlar olur:
Millet mekteplerinin amacı, yalnızca yeni yazıyı öğretmek değil, insanlara, hayat ve
geçiminin gerektirdiği ana bilgileri de kazandırmaktır. Bu okulların örgütü eski
yönetmelikten biraz daha geniş tutulur, sabit ve gezici A ve B Dershanelerin yanı sıra Halk
Okuma Odaları ve Köy Yatılı Dershaneleri de bu işle görevlendirilir. A Dershanelerinde
yalnızca okuma-yazma öğretilirken, B Dershanelerinde hayat için gerekli bazı bilgiler de
verilir (Sakaoğlu,1982: 192–193).
1927-28'de Halk Dershaneleri olarak açılan bu okullar, 1928–35 arası Millet
Mektepleri, 1936–1950 arasında da Ulus Okulları adıyla çalışma yapmışlardır. Ancak bu
okulların her geçen gün sayıca azalmalarından dolayı, 1928–1929 yıllarından sonra
etkinliği gittikçe azalır, ruhu gittikçe sönmüş bir kurum olurlar.
107
2.8. 1923- 1930 DÖNEMİ TARİH DERSİ MÜFREDAT PROGRAMLARI
2.8.1. Milli Talim Terbiye Dairesi
İlk olarak 2 Mayıs 1920 yılında 3 nolu yasa İcra Vekilleri Heyeti’nin (Bakanlar
Kurulu) kurulması kabul edilir. TBMM’nin İcra Vekilleri Heyeti’nde, ulusal eğitim
işlerinden sorumlu olacak hükümet kurumuna “Maarif Vekâleti” adı verilir ve söz konusu
yasadan iki gün sonra da Sinop Mebusu Dr. Rıza Nur Meclis tarafından ilk Maarif Vekili
seçilir ( Sakaoğlu,1999: 111). 6 Mayıs 1920 yılında eğitim ilkelerinin temelleri belirlenir.
1924 yılında çıkarılan 430 sayılı kanunla eğitimde birlik sağlanır. 1926 yılında çıkarılan
78 sayılı kanunla bugünkü eğitim sistemimizin temeli atılarak eğitim İlke ve politikalarını
belirleyen Milli Talim Terbiye Dairesi kurulur.
Tekeli’ye göre Maarif Vekâletinde ki ilk değişiklikler Maarif vekili Mustafa Necati
tarafından yapılır. Mustafa Necati yönetimin kilit noktalarına 1950’lere kadar Türk eğitim
sistemini yönlendirecek Rüştü Üzel, Nafi Atuf Kansu, Cevat Dursunoğlu, İsmail Hakkı
Tonguç gibi yöneticiler getirilir (Tarihsiz: 662). Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü yıllarda
Aydın’ın belirttiği gibi, Maarif Vekâleti’nin bünyesinde Ankara’da 29 Haziran 1921’de
Telif ve Tercüme Heyeti oluşturulur. Bu heyet 1926 yılında toplanan III. Heyeti İlmiye
Kararları sonucunda yerini, Milli Talim ve Terbiye Dairesi’ne bırakır (2001: 8). Bu
kuruluşun amacı için dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati şunları söyler; “milli eğitim
üzerindeki bir denetim oluşturmaktı çünkü sadece okulların değil, halk eğitimin temelleri
de hazırlamakta gerekliydi” ( Copeaux,1998: 2). Cumhuriyet dönemi başlarında kurulan
Talim Terbiye Dairesi Copeaux’ya göre kısa süre de işlevini yitirir. Bakanlık içinde
bakanlık haline gelen manevi ve entelektüel yönünü yitiren bu kurum, bürokratik bir devlet
mekanizması haline gelir. Yaptığı en önemli iş okul kitaplarının programlara ve devlet
ideolojisine uygun olup olmadığına karara vermek olur ( 1998: 79).
Copeaux’ya göre; 1924’ten günümüze kadar, Talim ve Terbiye Kurulunun onayını
almamış hiçbir ders kitabı devlet okullarında okutulmamıştır. Talim ve Terbiye Kurulu’nun
108
onayı sadece ders kitapları için söz konusu olmamıştır. Talim Terbiye Kurulu’nun onayı,
atlaslar, okuma kitapları, genel yapıtları da kapsamakta ve devlet denetimindeki İmam
Hatip Liseleri için de geçerlidir. Talim ve Terbiye Kurulu’nun izini aynı zamanda önemli
bir ticari anlamda içermektedir; Pazar milyonlarca öğrenciye çıkmıştır. Talim ve Terbiye
Kurulu’nun etkisi, tüm kitaplarda başlılar ve alt başlıklarda da kendini göstermiştir. Öyle ki
bazı önemli derslerin metinleri bir kitaptan diğerine hiç değişmemektedir. Okul
söylemindeki bu tek tipleşme özellikle, çok fazla sayıda yayıncı ve yazar olmasına kaşın,
tarih ders kitaplarında daha da belirginleşmektedir (1998: 80)
2.8.2. Tarih Ders Kitapları ve Müfredat
Geleneksel okul sisteminde tarih dersi olmayan Osmanlı Devleti’nde, tarih bir ders
olarak ilk kez Tanzimat Fermanı’ndan sonra okul programlarına girer. 1869 Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi ile ilk düzenli okul müfredatı hazırlanırken, tarih dersi bu
müfredatın bir parçası olarak kabul edilir. Yücel’in ifade ettiği gibi, Fransız Liselerini
örnek alan bu müfredat dönemin yöneticilerinin genelde eğitime, özel de tarih eğitimine
bakışını göstermesi açısından önemlidir: Batıyı aynen örnek alarak hazırlanan bu
Nizamnamenin tam olarak uygulanamamasına sebep kısa bir süre sonra tahta geçen II.
Abdülhamit’in rolü olduğu söylenmektedir (1938;228). Oysa Abdülhamit Dönemi
başlamadan önce Osmanlı eğitim sisteminde çok önemli ve olumlu değişmeler yaşanmıştır.
Bu dönemde İlk Maarif Nazırı olan Abdurrahman Sami Paşa (1857–1861) ile başlayan
süreçte günümüzde ilköğretim diye adlandırılan sıbyan okullarında veya 1862 sonrasındaki
adıyla Mekteb-i iptidaiyelerde, orta dereceli eğitimin karşılığı olan rüştiyede ve onun bir
adım ilerisi olan idadilerde ve mekteb-i fünun-u mütenevviada eğitim dilinin Türkçe
olmasına (bazı diller hariç) karar verilmesi ilk önemli değişimi oluşturur ( Unat, 1964: 21).
Buna rağmen tarihin düzenli bir ders olarak okutulması ise 1838-1839’dan itibaren
Mekteb-i Maarif-i Adliye’de başlar. Saffet Paşa’nın Maarif Nazırlığı döneminde hazırlanan
1869 yılı nizamnamesi ise maarif teşkilatında örgütlenmenin en önemli atılımı olarak kabul
edilebilir.
Unat’a göre, bu nizamnameye göre eğitim sistemini oluşturan okullar şu şekilde
sınıflandırılır.
109
Sıbyan okulları( ilkokullar ),
Rüştiyeler( Ortaokullar),
İdadiyeler(Liseler)
Sultaniye( Galatasaraya Lisesi) Mekteb-i Aliye.
Bu şekilde oluşturulan okullarda aynı nizamnamede şu derslerin okutulması
öngörülür:
Sıbyan mekteplerinde –“muhtasar-ı tarih-i Osmani”dersi ( gayrimüslimlere kendi
dillerinde olmak üzere)
Rüştiye mekteplerinde –“tarih-i umumi” ve “tarih-i Osmani”,
İdadiye mekteplerinde –“kavanin-i Osmaniye”, “tarih-i umumi”,
Sultaniye mekteplerinin edebiyat bölümlerinde –“tarih”
Mekteb-i aliyenin rüştiye için darülmuallimin bölümünün edebiyat sınıfında –“tarih-i
umumi”,
İdadiye için darülmuallimin bölümünün edebiyat sınıfında –“kavanin-i Osmaniye”,
Darülmuallimatın sıbyan okullarına öğretmen yetiştiren bölümünde – “tarih-i
Osmani”,
Rüştiyelere Öğretmen yetiştiren bölümünde –“tarih” adları ile tarih dersinin
okutulmasına karar verilir ve bu karar uygulanır (1964: 96–104).
1873 yılında çıkarılan nizamnameye göre sultanilerde okutulacak dersler arasında
tarih-i umum haftada iki saat olarak yer alır (Akyüz, 2001: 152). İlk 3 yıl idadilerde ki
programın aynısı takip edilir son 3 yıl ise edebiyat ve ulum şubelerine ayrılarak sadece
edebiyat bölümünde tarih dersi başlığı altında tarih eğitimi yapılır (Akyüz, 2001: 153).
Bu dönemdeki tarih programları, vatan sevgisine dayanan husus ve konulara özel bir
önem verilmesini, tarih kitaplarının hikâye yoluyla yazılmasını, muhakemeye
girişilmeyip iyi hareketlerin övülmesi, kötü hareketlerinde yerilmesini önerilir
(Baymur, 1964: 14). Meşrutiyet döneminde; tarih dersleri, “milli ve vatani terbiye” aracı
olarak görüldüğü için çocuğun eleştirel düşünmesine, akıl yürütmesine yönelik olarak
düzenlenmemiştir. Satı Bey meşrutiyet döneminde, okullarda tarih öğre timinin
110
amacının tarihi isimleri, olayları, rakamları, tarihleri ezberletme olduğu yanlış anlayışını
fark eder ve eleştirir (Safran, 1994: 15).
Aynı nizamnamede derslerin işlenişindeki en önemli materyal olan kitaplarının telif
ve tercümesi ile ilgili esaslar belirtilir, bunun için senelik iki bin kese ayrılır (Unat, 1964:
111) Bu nizamname sonrası yayımlana ilk tarih ders kitabı, Rüştiyelerde okutulan ve Aziz,
Sami ve Şevki beyler tarafından kaleme alınan Mir’at-ı Tarih-i Osmanî adlı ders kitabı
olur. Diğer bir ders kitabı ise, Ahmet Vefik Paşa’nın Fezleke-i Tarih-i Osmani’si’dir.
Kaynardağ’a göre, Kitapta Osmanlı tarihi doğuş – ilerleme – gelişme dönemlerine ayrılır,
her döneme ilişkin örgütlenme ve uygarlık durumlarına ilişkin bilgi verilir (1984: 60–62).
Bu kitap kendinden sonraki ve günümüzdeki ders kitaplarına “bölüm”lenme açısından
kaynaklık eder. Arıkan’ın da ifade ettiği gibi, Onun bu sınıflandırması, son Osmanlı
vak’anüvisi, seçkin tarihçi Abdurrahman Şeref Bey tarafından da benimsenir ve Tarih-i
Devlet-i Osmaniye başlıklı eser böyle bir yöntemle yazılır. Bunların dışında, Yinanç’a
göre, Selim Sabit Efendi’nin Muhtasar Tarih-i Osmani’si ve Süleyman Hüsnü’nün Tarih-i
Alem’i, Ahmet Mithat Efendi, Tevfik Paşa, Ali Cevat ve Şükrü Bey’in tarihleri ile Kamil
Paşa’nın Tarih-i Siyasi-yi Devlet-i Osmaniye’si örnek olarak sayılabilir (1985: 1578).
Sakaoğlu’na göre, Süleyman Hüsnü Paşa’nın yazdığı Tarih-i Alem’in ilk özelliği, Türk
tarihinin İlk Çağ kısmına çok yer ayırması ve Tevaif-i Türk başlığı altında, eski Osmanlı
tarihlerinde bulunmayan konulara yer vermesidir (1998: 148)
Osmanlı tarih kitaplarının nasıl olması gerektiğine dair karara ise, 1872 Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi’ndeki tarih-i Osmani başlığı altında yer verilir. Bu nizamnamede,
Osmanlı Devleti’nin hangi şartlar altında kurulduğuna, Osmanlı Devleti’nde önce
Anadolu’da kurulmuş olan devletler ve milletler tarihi, Osmanlı padişahlarının tahta
çıkışları ve ölümleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa, Asya ve Afrika’daki yayılması ve bunun
haritası ve Osmanlı padişahlarının dönemlerinin önemli olayları tarafsız bir biçimde ele
alınacak ancak vatan sevgisi her zaman övgüyle işlenecektir. Yazılacak kitabın konuları
anlatılacak, muhakemeye girişilmeyecektir. Ayrıca, Osmanlı Tarihi kitabının 100 sayfa
kadar olması, birinci gelecek kitaba beş bin kuruş, ikinci gelecek kitaba üçbin kuruş
mükâfat verileceği, telif için ise 4 ay müddet tanındığı belirtilmiştir (Mahmut Cevat, 2001:
99)
111
Tarih ders kitaplarıyla birlikte tarih öğretiminin yöntemleri, felsefesi ile ilgili
kitaplarda yazılmaya başlanır. Hoca’nın ifade ettiğine göre, yöntem konusunda ilk kitap
eğitimci Selim Sabit Efendi’nin (1829–1910) öğretmenleri ve o zaman için eğitim –öğretim
yöntemleri konusunda aydınlatmak amacıyla Yazdığı Rehnüma-yı Muallimin
(Öğretmenlere Rehber) adlı kitap olur (1995: 60–61). Selim Sabit Efendi’yi Türk tarih
kitapları yazarlarının atası olarak gören Sakaoğlu’na göre, bu kitap ilk pedagoji
kitaplarından biri sayılmaktadır (2003: 106 ve 305). Akyüz’e göre, Selim Sabit Efendinin
hanedancı tarih anlayışı içerisindeki vak’anüvis geleneğinden gelen bir anlatım, aktarım
tarzını tarih eğitimine ezber yada soru- cevap yöntemiyle, bir şekilde entegre ettiği kuşku
götürmez. Pek çok Osmanlı tarihçisinin düştüğü yanlışa, Selim Sabit Efendi’nin
düşmemesini beklemek hata olur (2001: 187)
II. Abdülhamit dönemi tarih ders kitaplarına ve müfredata bakıldığında ise, II.
Abdülhamit tarih derslerini ümmetçilik anlayışının temellerini oluşturmak için kullanır. O
döneme ait müfredat programlarından bu açıkça görülür. II. Abdülhamit döneminde
vurgulanması gereken bir başka nokta ise, İptidaiye – sıbyan mekteplerinden “Osmanlı
Tarihi” dersi ve rüştiyelerden de “genel tarih” dersinin kaldırılmasıdır( Unat, 1964: 40;
Tekeli&İlkin, 1993: 179). Ayrıca, Bu dönemde Mizancı Murat Bey, Batı yöntemlerine
uygun tarih kitapları yazar. Bunlar 6 ciltlik “Tarih-i Umumi” ve tek ciltlik “Muhtasar
Tarih-i İslam” adlı kitaplardır ( Tekeli&ilkin, 1993: 179).
Hoca’ya göre; Tarih dersi Osmanlı eğitim programalrına Tanzimat döneminin
sonlarında girer; Osmanlılık ülküsü ve hanedancı bir anlayışı yayma gayesi ile programa
dökülür. I. Meşrutiyet döneminin sona ermesiyle birlikte Panislamist eğitim politikalarının
programlara yansıması sonucu içeriği büyük oranda boşaltılmış, İslamcı-hanedancı yanı
ağır basan bir Osmanlılık temelinde öğretilir. Programlar sık sık değişerek, istibdat rejimini
tehdit eden özgürlükçü akımların tarih dersi temelinde okullarda okutulmaya çalışıldığı
ideolojilere karşı önlem alınmaya çalışılır. Bu durum II. Meşrutiyet ‘in ilanıyla son bulur
(1995: 61).
112
24 Temmuz 1908 tarihinde meşrutiyetin yeniden ilân edilmesi birçok alanda
özgürlük getirir. Bu özgürlük ortamı eğitim hayatına da yansır. İşte bu özgürlük ortamından
yararlananlardan biri de cumhuriyet kelimesi olur ve yeniden kullanılmaya başlanılır.
1909 yılında vak’anüvis tayin edilen Abdurrahman Şeref Efendi’nin eserlerinin
1908’den sonraki baskılarında Cumhuriyet kelimesi yeniden kullanılır. Demiryürek’in
ifadesine göre, Vak’anüvisliğe atandığı dönemde, kendisinden önce bu görevde bulunan
Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin yazdığı ama yayımlamadığı bölümlerin ilkini Tarih-i Lütfi’nin
8. cildi olarak yayınlayan Abdurrahman Şeref Efendi, Cumhuriyet ile ilgili olarak şunları
yazar:
“Vakıa düvel-i cumhuriyede (cumhuriyetle idare olunan devletlerde) reis-i
hükûmetin tayinini âra-yı umûmiye-i millete (milletin genel oyuna) bırakmak
doğru bir nazariyedir. Lâkin nazariyat (teoriler) tatbikatla (uygulama) ile her vakit
mutabık düşmüyor. Bir de ârâ-yı umûye-i milletten mütevellit (milletin genel
oyuyla iktidara gelen) bir reisicumhur kendisini mebusandan (milletvekillerinden)
ziyade hukukdâr (daha fazla hakka sahip) addedip 1848 kanununda olduğu gibi
idare-i hükûmetten mes’ul (hükûmetin idaresinden sorumlu) ve Meclis-i Mebusan
(Millet Meclisi) ile bir ihtilâf tahaddüsünde (anlaşmazlık çıktığında) onu fesh ve
tecdide gayr-ı muktedir olur ise (meclisi dağıtıp yeniden toplayamazsa) kuvve-i
teşrîiyye (yasama kuvveti) ile kuvve-i icrâiyyenin (yürütme kuvveti)
keşâkeşlerine (kavgalarına) çare-i hâl ve tesviye bulmak (hal çaresi ve çözüm
bulmak) müstahsil (meydana gelme) ve sonu neye müncerr (neticelenme)
olacağını yahmin etmek müşkil olur.”
Abdurrahman Şeref Efendi 1917 yılında yazdığı bir eserinde de “demokrasiye doğru
bir gidişin” olduğundan bahseder sonra “hâkim kuvvet akça ve demokrasiye geçmiştir.”
diye yazar. II. meşrutiyet hareketi ile beraber tarih programlarının içeriğinde de
değişiklikler olmaya başlar. Tunçay’ın ifade ettiği gibi, Dünya ve Avrupa tarihine
verilen önem artmış, İslam ve Osmanlı tarihinden başka genel uygarlık tarihîde
programlarda yer almaya başlamıştır. Ancak, alelacele Fransızcadan çevrilmiş genel tarih
kitapları, ulusal bir görüş açısından yazılmadığı için bazı eleştirilere yol açar (1998: 277).
Fakat halen daha müfredatın büyük bölümünü Osmanlı ve İslam tarihinin kapladığını
görülür. Bu dönemde, Akyüz’ün ifade ettiği gibi, 1914’te Şeyhülislam Mustafa Hayri
Efendi’nin girişimiyle çıkarılan Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile tarih dersi Umumi ve
113
Osmanî olarak ikiye ayrılır (2001: 260). Öğrenci ilkokul ve ortaokulda yalnızca Osmanlı ve
İslam tarihini öğrenir, öğrencinin dünya tarihi ile tanışması ise ancak lise son sınıfta
mümkün olur.
II. Meşrutiyet döneminin tarih müfredatında yaptığı en önemli değişiklik, dünya
tarihinin ağırlığının artırılmış olmasıdır. Yücel’in ifade ettiği gibi, Bu döneme kadar
müfredat programlarında toplam sekiz saat olarak görünen dünya tarihi on bir saate
çıkarılır. Ayrıca ilk kez ilkokul programlarında da tarih dünya tarihi konularına yer verilir.
(1938: 155).
II. Meşrutiyet’le birlikte tarih eğitiminin işlevine dönük yeni görüşler de ortaya çıkar.
Örneğin dönemin en önemli tarih ders kitabı yazarı Ali Reşat’a göre, tarih eğitiminin işlevi,
eğitim basamaklarına göre üçe ayrılabilir: İlkokulda pedagojik, ortaokulda siyasi ve lisede
bilimsel işlev. İlkokulda öğrenci, tarih dersi sayesinde, hiç görmediği dünyaları hayal
ederek kendi dar çevresi dışına çıkabilir; ayrıca sebep- sonuç ilişkileri kurmayı öğrenerek
anlama yeteneği geliştirir. Ortaokulda öğrenci insanlığın nasıl vahşi bir dünyadan uygar bir
dünyaya geçtiğini, Ortaçağ tiranlarının elinde tutsak olan halkların nasıl özgürlük ve
egemenliklerini kazandıklarını öğrenerek siyasal bilincini geliştirir. Liseye gelen öğrenci
ise artık tarih sadece hakikatlere dayanan bir bilimdir. Burada öğrenci sosyolojik olguları,
insanlığın devrimlerinin ve ilerlemelerinin nedenlerinin öğrenir. Ali Reşat’ta evrensel
ilerleme inancı o derece güçlüdür ki, herhangi bir siyasal güç, hatta herhangi bir ülke lehine
yazılan ve öğretilen tarihi reddeder ( Ali Reşat, Tarihsiz: 9).
Hoca, II. Meşrutiyet açısından önemli bir gelişmenin olmadığını söylemenin yanlış
olmayacağı görüşündedir. 1909’da çıkmaya başlayan Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası’nda bu
konuda pek çok yazı yayınlanır. Derginin sekizinci sayfasında dönemin önemli
eğitimcilerinden biri olan Satı Bey’in zamanın tarih kitapları ve tarih öğretimi yöntemini
eleştiren bir yazısında “Okullarda okutulmaya elverişli, eğitim, bilim gereklerine uygun
tarih kitapları azdı; daha doğrusu yoktu” der (1995: 65). Türkçü değil Osmanlıcı bir
düşünce yapısında olan Satı Bey, Ziya Gökalp ile giriştiği tartışmalarda Akyüz’e göre;
“eğitimin mutlak milli olmayacağını, milli terbiyenin yurtseverlik terbiyesi çerçevesini
geçmemesi gerektiğini” savunur (2001: 277). Öztürk&Yılmaz; “Türkiye’de tarih
öğretiminin milliyetçilik akımının etkisiyle milli ve kısmen laik bir nitelik kazanmaya
114
başlaması, İkinci Meşrutiyet Devri’nde, özellikle İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidar
olduğu yıllarda mümkün olmuştur. Bu yıllarda, orta öğretim kurumlarının yanı sıra,
ilkokullarda okutulan tarih kitapları da programlardaki gelişmelere paralel olarak, bu
değişimi yaşamıştır. Fakat tarihin milliyetçi versiyonu, aslen Cumhuriyetin kuruluşundan
sonra bir devlet politikası haline gelmiştir. Ümmetçi tarih anlayışından milliyetçi tarih
tezine geçiş, önemli bir kültürel, sosyal ve siyasal dönüşümün, daha doru bir deyimle
Osmanlı geçmişinden radikal bir kopuş arzusunun ürünüdür” değerlendirmesinde
bulunurlar ( 2001: 411)
II. Meşrutiyet dönemi her konuda olduğu gibi tarih öğretimi ve tarihçilik konusunda
da birçok değişimi beraberinde getirir. Unat’ın ifade ettiği gibi, özellikle Türkçülük
akımının ön planda tutulduğu bu dönemde 1913 tarihinde sıbyan mektepleri ile rüştiyelere
tarih, coğrafya ve yurttaşlık dersleri konulur ( 1964: 40).
I. Balkan Savaşları Osmanlılar için büyük bir felaket olur. Akşin’in ifade ettiği gibi,
Osmanlı’nın Rumeli’de kalan topraklarının büyük bir bölümü elden çıkar. Bulgar ordusu
İstanbul’un savunma hattı olan Çatalca’ya ve Gelibolu yarımadasını tutan Bolayır hattına
kadar gelir. Bu olaylar Osmanlı halkını ve aydınlarını düşmanın başarısı ve kendi
yenilgilerinin nedenlerini araştırmaya iter (2005: 41). Dolayısıyla bu dönemde yayınlanan
kitaplardan birçoğu tarih ile ilgilidir. Akyüz’ün belirttiğine göre, Celal Nuri’nin (İleri)
Tarih-i Tedenniyat-ı Osamniye ( Osmanlı Gerileme Tarihi) ve Mudderat- ı Tarihiyye
(Tarihin Alınyazısı) gibi eserler, Osmanlı düşünce adamlarının genelde eğitim, özelde tarih
ile ilgili görüş ve çalışmalarını oluşturur (2001: 265). Hoca’ya göre, “II. Meşrutiyet
döneminde ideolojik perspektifler eğitim alanındaki önemli tartışmalara damgasını
vurmuştur. Eğitimin sorunları Osmanlı-İslamcı, Osmanlı-Batıcı, Türkçü-İslamcı, Türkçü-
Laik, ilerici-gerici, hanedancı-ulusçu yaklaşımlar temelinde tartışılmış; uygulamada,
sorunların çözümünde, nicelik kavramı niteliğin önüne geçmiştir. Nicelik- nitelik tartışması
ve ideolojik tartışma tüketilemediği, toplumsal yaşamın hızlı değişimi karşısında siyasal
kararsızlık gösterildiği için önemli ilerlemeler gösterilmesine rağmen eğitimin kurumsal,
yapısal ve ideolojik sorunları çözülememiştir savında bulunur (1995: 68).
115
1915 tarihli bir müfredat programından II. Meşrutiyet’in sonlarına doğru tarih
eğitiminin içeriğinden yenide değişikliğe uğradığı görülür. Çapa’nın ifade ettiği gibi, Bu
programda göze çarpan ilk değişiklikler, genel olarak tarih ders sayısının ve özel olarak da
bu dersler içinde Türk ve İslam tarihinin oranının artmasıdır. Bu durum özellikle ilkokul
için geçerlidir. O yıllarda bir şekilde eğitim olanağı bulan insanların çok büyük bölümünün
yalnızca ilkokulu okuyabildikleri düşünülürse önemli bir değişiklikle karşı karşıya
olunduğu söylenebilir. Artık Osmanlı Devleti, vatandaşlarının kendilerini her şeyden önce
Türk ve Müslüman hissetmelerini istiyor, küçük bir azınlığın Avrupa’dan ve dünyadan
haberdar olmasını ve evrensel değerleri benimseme ihtimalini yeterli görmektedir. Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıktığında, diğer bir deyişle fiilen son bulduğunda,
okullarındaki tarih derslerinin içeriğinde Türk ve İslam tarihinin oranı artırılır. II.
Meşrutiyet’te dünya tarihi lehine değişen denge bu kez Türk –İslam tarihi lehine değişir
(2004: 80–81).
1922 yılına kadar Türkiye’de tarih eğitimi 1915 programına göre yürütülür. Bu
tarihte ise hem İstanbul Hükümeti hem de Ankara Hükümeti yeni müfredat programları
yürürlüğe koyar. İstanbul Hükümetinin yeni programına bakıldığında 1915 öncesine dönüş
çabası gözlenir. Buna karşın bu programda da Türkçülüğün izlerinin görmek mümkündür.
2.8.2.1. 1924 Dönemi Tarih Dersi Lise Müfredat Programları
Tablo 2.1. 1924 Tarih Dersi Müfredat Programları (Koçak, 1998: 79)
ÜNİT
ELER
DÖRDÜNCÜ
SINIF
BEŞİNCİ
SINIF
ALTINCI
SINIF
1
Tarih-i Kadim
Eski Şark Milletleri
Kurun-ı Cedide
Avrupa Tarihi
Onbeşinci Asrın
sonlarına Doğru
Avrupa'yaUmumi
Bir Nazar
Asr-ı Hazır
Tarihi Viyana
Kongresi ve Bu
Kongreden Sonra
Avrupa
116
2
Yunanlılar
(Adalar Denizi
Medeniyeti
Rönesans
Ondokuzuncu
Asrın Birinci
Nısfında Avrupa'da
Harekat-ı Fikriye
3 Romalılar
Onaltıncı
Asrın İlk Nısfında
Avrupa'nın Siyasi
Vaziyeti
4
Kurun-u
Vusta Barbarlar:
Hunlar,İslavlar ve
Cermenler
Onaltıncı
Asırda Dini
Hareketler
5
Kurun-u
Vusta da Avrupa
Hükümetleri
Onyedinci
Asrın İlk Nısfında
Avrupa'nın Siyasi
Vaziyeti
6
Bizans
İmparatorluğu
Onyedinci
Asırda Müttehit
Eyaletler
7
Ehl-i Salip
Muharebatı
Onyedinci
Asırda Garbi
Avrupa'nın
Umumi Vaziyeti
8
Kurun-u
Vusta da Avrupa
Medeniyeti
Onyedinci
Asırda Şarkı
Avrupa'nın
Umumi Vaziyeti
9
13,14,15.Asırl
arda Türkler
16 ve 17 nci
Asırlarda Osmanlı
İmparatorluğu
117
10
Onsekizinci
Asırda Avrupa'nın
Siyasi Vaziyeti
11
Onsekizinci Asra
Kadar Osmanlı
İmparatorluğu
Tarihi
12 Büyük İhtilal
1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise Birinci Sınıf Ders İçeriği
Birinci bölümde şark milletleri başlığı altında Mısır, Asur, Fenike, İbraniler,
Lidya, Hitit, Hintliler ve Çinliler ve bu devletlerin oluşturduklar medeniyetlerin, siyasi
durumları ve medeniyet tarihleri yer alır. Bu program ilmi içerikli bir program olma
çabası içerisindedir.
İkinci bölüm içerisinde Orta Asya da ki eski Türkler hakkında ki konular yer
almaktadır. Orta Asya yaylası hakkında genel bir bilgi, eski Türklerin Asya medeniyeti
tarihindeki rolleri, Eftalitler, Tukiyular, Uygurlar ve medeniyetleri, Şark-ı Avrupa da
Türkler ve Türklerin İslamiyet'i kabulden önceki medeniyetleri bu bölüm konulan
içerisinde yer alır. Bu bölümde açıkça görülen bir eksiklik o dönemde eski Türk
medeniyetlerine yönelik araştırmaların azlığından ve birçok Türk devleti hakkındaki
bilgilerin olmamasından kaynaklanan konu eksikliğidir.
Üçüncü bölümde; Yunan ve Makedonya medeniyetlerine önemli Ölçüde yer
verilmektedir. Yunanistan Devr-i Esatiri bir fikri mücmel, adalar denizi medeniyeti,
Salon kanunları sebepleri ve neticeleri, Yunan müstamelekeleri, Midye ve Paloponez
harplerinin sebep ve neticeleri, Makedonya medeniyeti ve İskender, Yunan Medeniyeti,
din, içtimai ve idari teşkilat, hayat-ı fikriye.
118
Dördüncü bölümde Roma Medeniyetine yer ayrılmaktadır. İtalya, Etrükslen Roma da
Cumhuriyet, fütuhat, sınıf muharebeleri ve neticeleri, Pön muharebelerinin sebepleri ve
neticeleri. Cumhuriyet devrinde içtimai ve idari ve askeri teşkilat, Cumhuriyet
İnhitatının sebepleri, Roma'da siyasal gelişmeler, diktatörlük, imparatorluk dönemleri.
İmparatorluk devrinde hayat-ı siyasiye, içtima-i hudutların müdafaası, medeni eserler din ve
Hıristiyanlık konularına yer verilir.
Beşinci bölüm: Garbi Avrupa, muhaceret-ı umumiye esnasında Romanın umumî
vaziyeti, Barbarlar, barbar muhaceratı'nın neticeleri. îtalya da Ostrogotlar, Galya da
Frenkler, Şarlman İmparatorluğu, Verdün taksimi. Şarlman devrini müteakibi teşkil eden
devletlerle garbi Avrupa'nın umumi vezaitı, imparator ve papa mücadelelerinin safihalar,
Karun-u Vesata Medeniyeti, feodalite, içtîma-i teşkilat, kilisenin mevkia tecrit yollan, ulum,
fünun ve sana-i nefife bölümleri ile beraber birinci yıl beş bölüme ayrılarak işlenir. İlk yıl
tamamen dünya medeniyetlerine ayrılarak öğrencilerin dünya hakkında bilgi sahibi olmaları
düşünülmüştür. Bu bölümde Türk tarihine ayrılan bölümün az olmasında o dönemdeki Eski
Türklere ait bilgilerin az olması sebep olduğu düşünülebilir.
1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise İkinci Sınıf Ders İçeriği
İkinci sınıf konuları programda Arap tarihi; Araplarda din, ahlak, adet, İslamiyet'in
zuhuru esnasında Şark-ı Rum ve İran, Hz. Muhammet'in hayatı ve İslamiyet'i doğuran
amiller konuları yer alır, İslam da cumhuriyet konusu içerisinde İran ve Roma
medeniyetleri ile temaslar tesirat-ı din ve siyasi ihtilaflar, Cumhuriyet devrinde siyasi ve
içtimai teşkilat konularına yer verilir. İslam da mutlakıyet başlığı altında ise Emevi Devleti
döneminde saltanatın tesisi din ve siyaset mücadeleleri ve Emeviler devrinde İslam
medeniyeti gözden geçirilir. Yine bu bölüm içerisinde Abbasi Devletinin kuruluşu ve Abbasi
medeniyetinde Türklerin tesiri, Türkler ve İslamiyet ve Gazneniler döneminde ulum ve fünun
konulan yer alır.
119
Oğuz Türkleri başlığı altında ise Oğuzların batıya göçleri, İslamiyet'i kabulleri,
İran Kafkas, Suriye ve Anadolu'nun Türkleşmesi ve Oğuzların yayıldığı coğrafi sahalar
yer alır.
Selçukiler başlığı altında ise Selçukluların Samaniler ve Gaznelilerle münasebetleri
Selçuk hükümetinin tesisi ve inkişafı, fütuhat, Bizanslılarla temas, Malazgirt
muharebesi ve Selçuklularda kültür ve hayat bölümü yer alır. Fatımiler, Eyyubîler ve Ehli
Salibin seferleri bu bölümün diğer konularıdır.
Anadolu da Türkler bölümünde ise Anadolu da Selçuk Hükümetinin kurulmasından
önce siyası ve içtimai durumu, Anadolu Selçuklu Devletinin kurulması ve
Anadolu'nun Türkleşmesi, Harezmîler Medeniyeti Cengiz imparatorluğu, Moğol
tahakkümü altında Anadolu ve Anadolu da teşkil eden Türk birlikleri, Bizans serhatında
Türkler ve balkanların istilası konularına yer verilir.
Osmanlı İmparatorluğu; bölümü içerisinde ise Anadolu da Türk medeniyeti kültür
ve uygarlığı, Timur devri, Timur'dan önce Orta Asya, Anadolu da Timur istilası, Timur
devrinde orta Asya Türk medeniyeti. Osmanlı İmparatorluğu yeniden tesisi, Anadolu ve
Rumeli de Osmanlı hâkimiyeti, Salip harpleri ve Bizans'ın inkırazı. İstanbul'un fethi sırasında
Avrupa, Rönesans’ı kadim eden mühim hadiseler, Rönesans'ın fikri, siyasi, içtimai din
inkılâbıyla ikinci yıl konuları bitirilir.
1924 Tarih Müfredat Programına Göre Lise Üçüncü Sınıf Ders İçeriği
Osmanlı İmparatorluğumun devri itilası, Balkan ve Anadolu fütuhatı, Ak koyunlular, Ak
koyunlularla Osmanlı rekabet-i siyasiyesi netayici, Karadeniz ve Akdeniz sahilinde fütuhat.
Bu tarihte Mısır, Osmanlı Mısır İhtilafının sebepleri, Safeviler Safevilerin Anadolu'daki
siyasetleri Osmanlıların Şark ve Cenup siyasetleri. Deniz harpleri ve netayici garbı ile
münasebet ve bu devrin hudusad-ı esasiyeleri. Sokullu devri Tevkif devri; Osmanlı
120
istilasından tevkif- i esbabı dahili ve harici nezayeti ve bu vezayet-i tevlit eden esbab ve
şerait, garb ve şark devletleri ile münasebet-i siyasiye'nin geçirdiği evreler, idarî ve
askeri karışıklıklar ve tesirleri. Saray entrikaları, kadınlar saltanatı, Köprülüler devri.
II. Viyana muhasarası, 17. ve 18. Asırda Avrupa ya umumi bir bakış, II. Viyana
muhasarası sonrası Osmanlı iç ve dış işler, Karlofça Anlaşması, Damat İbrahim Paşa
şahsiyeti İdaresi ve siyaseti, 19. Asırda Avrupa ya umumi bir bakış, Islahat Teşebbüsleri,
İngiltere, Fransa ve Rusya ile münasebetler, Bükreş Anlaşması ve Edirne Anlaşması. Mısır
ve Boğazlar meselesi, Tanzimat-ı kadim, Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği dâhili ve
harici gelişmeler, Osmanlı Türk medeniyeti, eski teşkilat sanayi ve ticaret. Tanzimat
Devri; Tanzimat sebepleri, neticeleri, bu tarihte Avrupa ülkeleriyle siyasi münasebetimiz,
Kırım Muharebesi ve neticeleri, 93 harbi, Ayastafanos ve Berlin Muahedesinden sonra
İmparatorluğun siyasi, İdari, mali ve dâhili vezayeti. Meşrutiyetin ilanı, İtalya ve
balkan muharebeleri ile neticeleri, Harbi Umumide Türkiye, Mondros Mütarekesi,
İmparatorluğun İnhilali, İzmir ve Anadolu'nun işgali, üçüncü sınıf konularını oluşturur.
Milli intibah devri; İstiklal harbi, Türkiye devletinin kurtuluşu, Sevr ve Lozan
Muahedeleri, Cumhuriyet, Halifeliğin ilgası, bugün ki Türk Alemi de üçüncü sınıf konulan
içerisinde yer alır.
Cumhuriyet dönemi için bir geçiş programı olan 1924 programı aynı zamanda daha
sonra yapılacak bütün tarih programlarının temelini oluşturur. 1924 yılı programı içerik
bakımından kendisinden önce hazırlanan Osmanlı Devleti’nin programlardan çok daha
geniş olduğu görülür. Müfredat Programı üç yıl olarak hazırlanır ve ders saati Lise -I,II,
III ‘ler için iki saattir. Lise –I. sınıfta öğrencilere eski medeniyetler tanıtılır. Burada
eğitimin “yakın zamandan uzak zamana” yönelik pedagojik anlayışı tersine bir mantık
işletildildiği görülür. Eski medeniyetler içerisinde eski Orta Asya’da yaşayan eski Türk
medeniyetlerine de yer verilerek Türklerin sadece Selçuklu ve Osmanlı devletinden ibaret
olmadığı çok daha eski ve köklü bir medeniyete sahip oldukları ortaya konulmak istendiği
öne sürülebilir. 1924 programı konular açısından oldukça geniş bir yapıya sahiptir. İkinci
sınıfa Arap ve İslam tarihi ile başlanan programda, İslam tarihi anlatılırken İslam da cumhuriyet
121
gibi dönemlerin varlığı dikkat çeker. Böylece İslam dininin cumhuriyete karşı olmadığı aksine
cumhuriyet rejiminin bir benzerinin İslam tarihinde uygulandığı, Cumhutiyetin ilanıyla
başlayan ve cumhuriyet yönetimine muhalif söylemlere karşı da Cumhuriyeti’in İslama
karşı bir alternatif yönetim olmadığı imajı verilmeye çalışıldığı söylenebilir. Yine ikinci sınıf
konuları içerisinde Oğuz Türklerine,Anadolu da Türklere yer verilerek Türklerin Anadolu
ya Osmanlı devletinden çok daha önceleri geldikleri vurgulanır. Bu yılın son konuları
içerisinde İstanbul un fethine kadar Osmanlı Devleti ve Avrupa da bu dönemde
meydana gelen gelişmeler vurgulanarak ikinci sınıf konuları bitirilir. Üçüncü sınıf
konulan içerisinde Osmanlı devletinin İstanbul'u fethinden yıkılışına kadar geçen dönem
işlenir. 1924 yılı programının temel amacı; Milliyetçi, Halkçı, İnkılâpçı, Laik,
Cumhuriyet vatandaşları yetiştirmek olmasına rağmen, Cumhuriyet tarih konularına çok az
yer verilir (Tezebay, 2000: 35). O dönem için yazılan bazı kitaplarda cumhuriyet dönemine
sadece bir sayfa ayrıldığı görülür. 1924 yılında hazırlanan bu program acelece hazırlanarak
eğitimde uygulanmaya çalışıldığı, programın içeriğindeki konulardan açıkça çıkarılabilir.
Onun için bu programa cumhuriyet döneminin geçiş programı da denebilir (Kaya, 2003: 17).
2.8.2.2. 1927 Tarih Dersi Lise Müfredat Programaları
Tablo. 2.2. 1927 Tarih Dersi Lise Müfredat Programı (Ali Reşat, 1929: Umumi
Tarih Ders Kitapları)
ÜNİTELER
BİRİNCİ
SINIF
İKİNCİ
SINIF
ÜÇÜNCÜ
SINIF
1
Tarihin Tarifi,
Menbaları,Diğer
İlimlerle
Münasebetleri, İnşa
ve Tahriri
Araplar
Asr-ı Hazır
Tarihi Asr-ı Hazırı
İhzar Ede Amiller
2
Kurun-ı
Kadime Eski Şark
Milletleri
Türkler ve
İsalmiyet
Yeni
Demokratik Devletler
122
3
Yunalılar ve
Makedonyalılar
Samaniler,
Karahanlılar ve
Gazneviler
Devrinde Teşkilat,
Medeniyeteler
Aasr-ı Hazır
Bidayetinde Şarkın ve
Bilhassa Osmanlı
Devleti'nin Dahili ve
Harici Vaziyeti
4 Romalılar
Oğuz
Türkleri ve Selçukl
Devleti
Viyana Kongresi
ve Kongreden
Sonrraki Avrupa,
Avrupa'da
Restorasyon, Meternih
Sistemi ve İttifak-ı
Mukaddes
5
Umumi
Muhaceret ve Garp
Kurun-ı Vustası
Anadolu'da
Türkler
Viyana
Kongresini Müteakip
Şarkın Vaziyeti,
Osmanlı
İmparatorluğunun
İnhilali, Milliyet
Fikrinin
Tesirleri,Islahat
Teşebbüsleri
6
Harzemiler
Devleti
Restorasyon
Devrinde Fransa ve
İngiltere
7
Cengiz
İstilası
Sanayi İnkılab,
Makine İcatları, Buhar
Makinesi, Kapitalizm
ve Saanyi Azime,
Sosyalizm
8
Anadolu'da
Türk Medeniyeti
Fransa'da 1830
İhtilali
123
9 Timur Devri
1848 İhtilalini
Hazırlaya İktisadi,
İçtimai, Fikri, Siyasi
Amiller, 1838
İhtilaleri
10
Osmanlı
Devleti'nin
Yeniden Tesisi
Fransa'da İkinci
Cumhuriyet, İntihab-ı
Umumi, Sosyalizm
Tecrübeleri, İrtica,
İkinci İmparatorluk
11
Osmanlı
İmparatorluğu
1838'den Sonra
Milliyet Fikrinin
Tezahurleri
12
Kurun-ı
Cedide Onbeşinci
Asır Sonlarına
Doğru Avrupa'ya
Umumi Bir Nazar
Avrupa'nın
Şarka Doğru…
Milliyet Fikrinden
İstifadesi, Osmanlı
İmparatorluğu'nun
İnhilal ve İnkısamı,
Balkan
Hükümetlerinin
Teşkili, Kırım
Muharebesi, Paris
Muahedesi
13
Onaltıncı
Asırda Avrupa'nın
Siyasi Vaziyeeti
Osmanlı
Saltanatında Tanzimat
Devri
14
Onaltıncı
Asırda Dini
Hareketler
Rusya'da
Milliyetler
124
15
Onyedinci
Asırda Avrupa
Hayat ve
Medeniyeti
Avusturya -
Macaristan
İmparatorluğu ve
Milliyet Mücadeleleri
16
Onsekizinci,
Asır Nısf-ı
Evvelinde
İngiltere, Fransa ve
Avusturya'nın
Ahval-i
Umumiyesi
Almanya
İmparatorluğu
17
Fransa'da
Üçüncü Cumhuriyet
18
İspanya ve
İhtilaller
19
Ondokuzuncu
Asrın İkinci Nısfında
Avrupa'nın Sanayi,
Ticaret ve Fikir
Sahasında Terakkiyatı
ve Bu Devirde Şarkın
Vaziyeti
20
Avrupa Milletlerinin
Diğer Kıtalarda …
Hakimiyetve Rekabeti
21
Osmanlı
İmparatorluğunda
Tanzimattan Sonra
Meşrutiyet ve İrtica
22 Umumi Harp
23 Türklerin Mukavemeti
125
24
Avrupada Yeni
Devletler ve Yeni
Teşkilat, İçtimai ve
İktisadi Tahviller
1926 yılı programı Cumhuriyet döneminin gerçek programı olarak kabul edilir.
Programın ilk ana hedefi;
Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında bilgi vererek, onlarda milli şuur
uyandırmak.
Diğer ana hedefi de;
Bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin ürünü olduğu anlatmaktır. Bu programda
1924 programında yer alan konulara aynen yer verilirken yeni kurulan devletin
temellerinin sağlamlaştırılması da amaçlanır. 1924 programına nazaran millî konulara daha
fazla yar ayrılırken, Osmanlı devleti ile i lgi l i konular biraz geri planda yer alır. Bu
hedeflerden de anlaşılacağı gibi 26 programı biraz daha milliyetçidir biraz daha dünya
medeniyetlerine önem verir. Hem 1924. hem de 1927 programı Türk tarihini başlangıçtan
günümüze kadar bir bütün içerisinde işlemesi yönünden önemlidir. 1926 programında
yeni devletin güçlü bir yapıya kavuşmasını amaçlayan, eski rejimin kötü yanlarını
ortaya koyan bir tarza da rastlanmaktadır. Atatürk'ün de desteklediği 1930’lu yıllarda Türk
Tarih Tezi olarak ortaya çıkacak olan tezin ilk aşamalarının bu programlarda ortaya
konulduğu da bir gerçektir (Kaya, 2003: 18).
1926’dan itibaren ders kitaplarının hazırlanması ve seçimi Milli Talim ve Terbiye
Dairesi’nin sorumluluğuna bırakılır. Bu yıllarda müfredatlara uygun yeni ders kitapları
hazırlanır. Özellikle ilkokul ders kitapları milli tarih anlayışı çerçevesinde yazılmaya
126
başlanır. Bununla birlikte, ortaöğretimde müfredata uygun yeni kitapların hazırlanması pek
kolay olmamış; Osmanlı Dönemi’nden kalan kitaplar kaldırılmamış, yeni hazırlananlarda
da Meşrutiyet Devri’ndeki hatalar tekrarlanmıştır.
1927 tarihinde hazırlanan Milli Eğitim Programı’nda tarih dersinin hedefi şu şekilde
belirtilir:
1- Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında bilgiler verip onlarda milli şuur
uyandırmak,
2- Bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin ürünü olduğunu anlatmak,
3- Büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir edilerek çocuklara model olabilecek
örnekler göstermek.(Öztürk ve Yılmaz, 2001: 418)
Yapılan değişikliklerle birlikte bu programlara bakıldığında, değişen siyası koşulların
yansımalarını görmek mümkündür. Özellikle ilkokul programları oldukça politize
edilmiştir. Amaç öncelikle yeni rejimi, yani cumhuriyeti sevdirmektir. Bu yüzden eski
rejim, yani padişahlık eleştirilir. Diğer bir amaç öğrenciye güçlü bir milli bilinç
kazandırmaktır. Dolayısıyla, Türk tarihinin oranı özellikle ilköğretim düzeyinde artırılır.
Türk tarihinin ağırlığı artırılırken İslam tarihinin ağırlığı azaltılır. İslam tarihi hala vardır
ama artık İslam tarihi olmaktan çok bir Arap tarihi olarak ve daha siyasi bir bakışla ele
alınır. Dört Halife-Emevi –Abbasi klasik dönemlendirmesine “İslamda cumhuriyetislamda
mutlakıyet” dönemlendirmesine eklenir. Cumhuriyetçilik ve milliyetçiliğin
1920’lerin tarih programlarına damgasını vurduğu söylenebilir. Ancak, en milliyetçi
noktalarında bile, Cumhuriyet’in bu ilk programları evrensel ilerleme perspektifini korurlar
Birincisi, ilköğretimden sonra, özellikle de lise düzeyinde dünya tarihinin bir ağırlığı
vardır. İkincisi, hem milli hem de evrensel tarih ilerlemeci bir tarih anlayışı ile ele alınmaya
çalışılır (Kaya, 2003: 18).
Ders Kitapları
Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğünde “Eğitim”: “İnsanın kendisi ya da başka biri
üzerinde, bilinçli olarak istenen davranış değişikliklerini yapmak üzere, etkide bulunma
süreci” olarak tanımlanır (2000: 391). Eğitim adı verilen tüm olay ya da etkinliklerin belli
127
amaçları vardır. Sürekli ya da geçici olarak eğitimle uğraşan kimseler az çok bilinçli olarak
bir takım amaç izler. Bunları kendi yaşam deneylerinden çıkarır, toplumda gelişmiş büyük
düşünürlerin öğütlerinde görür ya da toplumun gelenek ve göreneklerinde bulurlar. İnsanı
ve toplumu değiştirmek toplumun geçmiş bilincini yeni nesillere aktarmak için formel veya
informel eğitim süreçlerinden faydalanılır. Eğitim sürecinde toplum bilincinin aktarımı
için en etkili yol olarak da ders kitaplarına ihtiyaç duyulur. Ders kitapları bu süreci
sağlayacak en etkili araçlardan biri olarak görülür. Dolayısıyla, geçmişte ve günümüz de
dünya ölçeğinde ve/veya Türkiye de en fazla ders kitapları toplum bilincini aktarım vasıtası
olarak kullanılır. Ders kitabı Aydın’a göre, “eğitim programında belirlenen amaçlar
doğrultusunda; öğretim programlarındaki derslerin içeriği ile ilgili bilgileri öğrencilere
sunan, pekiştirme, sınava hazırlama ve öğrenme hızlarına uygun çalışma olanağı sağlayan
kullanışlı öğretim materyalleridir” (2001: 8).
Ders kitapları Copeaux’un belirttiği gibi, “oldukça özel bir tarihsel söylem
biçimleridir. Egemen tarih yazılımlarını yansıtır”(2000: 1). Devletin, iktidardaki partinin ya
da dinsel ve ideolojik grupların dayatmasıyla belli bir geçmişi ele alabilir. Bu alanın
denetim dışında kaldığı pek görülmemiştir. Copeaux’ın ifade ettiği gibi, eğitimin ulusal
düzeyde yapılmadığı ülkelerde bile, devlet okul kitaplarıyla ilgilenmekten vazgeçmemiştir.
Devlet eğitimin içeriğinin çoğunluğun benimsediği ahlaki ve ideolojik görüşlerle, hükümet
politikalarıyla çelişmeyecek şekilde yapılmasına özen göstermektedir. Kurduğu denetim
odakları dernekler, lobiler, yayınlarla da bir hatırlatma görevini üstlenmektedir (2000: 1).
Osmanlı döneminde tarih dersleri, Safran’ın belirttiği gibi, Türk tarihi bilgisi vermenin
ötesinde Tanzimat Fermanı anlayışıyla Osmanlı vatandaşı kimliği yetiştirmeyi
amaçlamıştır. Bu amaçla programın büyük çoğunluğu Osmanlı hanedanına ayrılmıştır
(2002: 935). Ders kitaplarımızda ve tarih öğretiminde Üçyiğit’in ifade ettiği gibi, siyasi
olaylara ağırlık verilmekte ve öteki medeni faaliyet alanları, ikinci ve daha aşağı
derecelerde yer alabilmektedir. Siyasi olayın insanlığın ve milletlerin hayatı üzerindeki
derin sosyal, kültürel vb. etkileri ve sonuçları hiç belirtilmeksizin, bu olayların ayrıntılarına
geniş sayfalar ayrılmaktadır. Tarihi nakli bir doğrultuda öğrenmiş ve öğretmiş bir
medeniyetin, en az bin yılı aşan geleneklerin de bunda payı olsa gerektir. Bu mesele, başka
her şeyden çok, öğretmenin ilmi ve fikri niteliklerine bağlıdır (1977: 273).
128
Üçyiğit’e göre, “Tarih öğretmeninin milli bir doğrultuda yürümesi tabiidir. Ama bu
yol, tarihi hakikati feda veya değişik biçimlere sokma yollarına asla saptırılmamalıdır.
Hakikat olanca mahiyeti ile ortaya konmalı; milli tarih açısından değerlendirilmesi, işte bu
hakikat üzerinde gelişmelidir. Dünyadaki milletler arası çalışmalarda, fikren ve ruhen,
işbirliğine ve ruh birliğine hazır bir kuşağın yetiştirilmesinde tarih öğretimi, bütün öteki
derslerin üstünde bir görev alacak durumdadır. Dünyanın öteki kıt’alarında da, yurdumuzda
da, öğretimin bu doğrultu ve çizgiler üzerinde yürümesi her zamandan çok gereklidir”
(1977: 274).
Ders kitaplarına yönelik çalışmalar Copeaux’ın belirttiği gibi dünyada 1960’lı
1970’li yıllarda Fransa’da, okul kitaplarına yönelik eleştirilerin artması ile hızlanmıştır.
Otorite karşıtı bir yol takip eden Freyssinet’in çalışmalarından esinlenen bu hareket ders
kitaplarını egemen ideolojiden kurtarmak için “karşı-tarih” geliştirmeye çalışmıştır. Yalnız
yapılan bu çalışma Copeaux’ın dediği gibi “bir ulusun bilincinin ve belleği üzerine kurulan
büyük mitleri sorgulamanın nedenli güç bir iş olduğunu göstermektedir” (2000:2).
Copeaux’ın ifade ettiği gibi, Fransa’da bu konuda en çok bilinen kitap Marc Ferro’nun
kitabıdır: Coment on raconte I’histoire aux enfants a travers la monde entier (Tüm
Dünyadaki Çocuklara Tarih Nasıl Anlatılıyor) (1981). Fransa’dan sonra Almanya’da da
okul kitaplarının incelenmesi çok ileri düzeydedir. Bu ihtiyaç özellikle II. Dünya
savaşından sonra nazizmin yükselişinde eğitimin oynadığı rolü anlama isteğinden
kaynaklanmıştır. Braunschweigh’ta adını taşıyan bir enstitü tarafından çalışmalar
sürdürülmektedir. Bu araştırmaların başlatıcısı George Eckert olmuştur. Eckert’e göre
“okul kitaplarının sürekli propaganda aracı olarak kullanılmasında şaşırtıcı bir yan yoktur”
(2000: 2–3). Bu konuda çalışmalar yapan Eckert bu durumu doğal karşılarken Colingwood
ders kitaplarındaki en önemli yanılsama olan kesinlik yanılsamasının öğrencilerin herşeye
kesinmiş gibi bakmasına neden olduğunu ve öğrencinin kendini bu durumdan çıkarıp
bilginin peşinden koşmayı sürdürmezse doğmacı tutumdan hiçbir zaman kendini
kurtaramayacağını savunmaktadır (1996: 38). Eckert’da okul kitaplarının “gençlerin
tarihsel imgelemi ve değerler evreni üzerinde kalıcı bir etki bırakmakta” (Copeaux, 2000:
2) olduğunu söyleyerek Colingwood’un bu görüşlerine katılmaktadır.
129
Özbaran’ın belirttiği gibi “tarih eğitiminde önemli işlev üstlenen ders kitaplarının
hazırlanmasında nesnel bir yaklaşım, öğretiminde demokratik bir tavır içinde bulunan
toplumların sayısı yok denecek gibidir” (2003:145). Bu yöndeki çabaları ise Özbaran
sadece olumlu adımlar, iyi niyetli çabalar olarak görmektedir. Ancak insanın olduğu bir
yerde mutlak nesnelliğin olamayacağı da unutulmamalıdır.
Bir tarihyazımı okulun ürünleri olan tarih ders kitapları Copeaux’ın ifade ettiği gibi,
tarih yazımının incelemesi açısından da bir kaynak oluşturmaktadır. En çok okunan kitaplar
arasında yer alan ders kitapları sadece yazarların değil resmi ya da yarı resmi üzerinde
uzlaşma sağlanmış bir görüş açısını da yansıtır (2000: 2).
III. YÖNTEM
3. 1. Araştırmanın Modeli
Araştırma, seri bilgilerden hareket ederek yeni sonucu bulmaya yönelik bir uğraştır.
Bu bilgiler ilmi kaynak bilgileri olup, doğruluğu test edilmiş, düşünme prensipleriyle
çelişkili olmayan sistemli ve organize edilmiş bir yapıya sahip bilgi bütünüdür. Kurumlar
bu biçimsel arası ilişkiler sistemini belirtir. Bu yönüyle araştırma bir kurum veya
kurumlara dayalı olarak yapılan bir tetkik ve inceleme sürecidir (Arseven, 1993: 5).
Araştırma; bilginin bulunması, geliştirilmesi ve gerçeğe uygun olup olmadığının kontrol
edilmesi için harcanan çabadır ve bu çaba takip edilecek yol ile anlam bulur. Dolayısıyla
araştırmanın bir tertip ve düzen içinde yapılması gerektirmektedir.
Bu araştırmada “Tarihsel Araştırma” modeli kullanılmıştır. Çünkü tarih, geçmiş
zaman içinde meydana gelmiş olan olay ve olguların araştırılması ya da bir problemin
geçmişle olan ilişkisi yönünde incelenmesidir. Tarihi araştırmak, gerçeği bulmak, başka bir
deyişle bilgiyi üretmek için geçmişin eleştirel bir gözle incelenmesi, analizi, sentezi ve
rapor edilmesi sürecidir. Ancak araştırmada, kullanılan “Tarihsel Araştırma” modeli ile
ilgili karşılaşılan en önemli sorun, tarihsel araştırmanın bir metod mu bir teknik mi
olduğuna dair belirsizliklerin olmasıdır. Çünkü metodoloji konusunda yapılan çalışmalarda
tarihsel araştırmanın metod olduğuna dair geçerli bir bilgi ortaya koyulmuş değildir. Ancak
130
tarihsel araştırmanın bir metodoloji ya da tarihsel araştırma metodolojisi olabileceği
yönünde yaygın bir kanı vardır. Tarihsel araştırma metodolojisi ile tarihsel araştırmanın
aynı kavramlar olarak değerlendirilemeyeceği açıktır. Çünkü tarihsel araştırma, tarihi
araştırmaların nasıl yapılacağına dair bir anlayışa sahip olmaktan uzaktır. Tarih
araştırmalarında tarih kullanan araştırmacı bir problem durumu ile karşılaşmakta, problemi
tespit etmekte, denenceler geliştirmekte, doğrulayıcıları ileri sürmektedir. Sonra veriler
toplayan araştırıcı, bunları değerlendirmekte, yani denenceleri test etmekte ve vardığı
bulguları rapor halinde yazmaktadır. Ancak araştırıcı, diğer yöntemlerden farklı bazı
durumlarla karşılaşmaktadır. Örneğin bilgilerin toplanması işinde, genellikle bilgi ve
belgeler üzerinde çalışmaktadır bazen birinci, fakat çoğu kez ikinci kaynaklara
dayanmaktadır. Metodoloji ise, amaca ulaşılabilmesi için ne tür araç ve yöntemler
kullanılması gerektiği konusunda geliştirilen bilgilerin sistemli ve düzenli olarak ifade
edildiği kavramsal sistemdir. (Sosyal Bilimler Sözlüğü, 2002: 284) Dolayısıyla tarihsel
araştırmayı metod olarak nitelendirmek veya nitelendirmemek konusundaki savlarının
felsefi bir alt dayanağı yoktur.
3. 2. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmanın yöntemi sosyal bilimlerde özellikle Türkiye’de yeni yeni kullanılmaya
başlanan hermeneutik, yani yorum bilgisidir.
Günümüzde insanların sıklıkla kullandıkları bir terim olan “Hermeneutik”
Grekler’den miras kalmış bir terimdir. Köklerini olmasa bile sağlamlığını ve
kurumlaşmasını Almanya’da alan bu terim İngilizce konuşan dünyada, Max Weber’in
benimsenmesi aracılığıyla yaygın bir terim haline gelir. Fakat İngilizce konuşan dünyada
yayılmasına rağmen, Angolo- Sakson dünyada etkisinin nispeten bulunmayışını açıklayan
ana faktör, ilhamlarını, pozitivist veya naturalist doğa bilimleri felsefelerinden alan sosyal
bilimlerin hegemonyasıdır. Bu tür görüşler; sosyolojiye, siyaset bilimine ve genelde savaş
sonrası dönemin geniş sektörlerine egemen olan bir ortodoksinin ana temellerinden birisidir
(Giddens,2002: 23–24).
131
Giddens’e göre;
Bu Ortodoks konsensusun, vurgulanmalarının özellikle önemli olduklarını
düşündürücü üç özelliğinin olmasıdır. Bunlardan birincisi, bir mantıksal çerçeve
olarak pozitivistik felsefenin etkisinin sözkonusu olmasıdır. Kendisi de iki
boyutlu olan bu etkinin Carnap, Hempel ve Nagel gibi filozoflarca resmedilen
bilim anlayışları, doğa bilimlerinin benzedikleri şeyin versiyonları olarak kabul
edildiler. Fakat aynı zamanda, sosyal bilimlerin doğa bilimleri örneğinde
modellendirilmesi gerektiği de vurgulanıyordu: Bu ilk teorinin amacının, insan
davranışının incelenmesinde, doğa bilimlerinin başarılarına paralel olması
gerektiği de öngörülüyordu. Asıl amaç, Racliffe-Brown’un bir zamanlar bir
“toplum hakkında doğa bilimi” diye adlandırdığı şeyi üretmekti. İkincisi ise,
yöntem düzeyinde, fonksiyonalizmin etkisi sözkonusu olmasıdır. Comt’un,
Durkheim’in ve ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki başka düşünürlerin
yazılarındaki fonksiyonalizm, sosyolojinin bir “toplum hakkında doğa bilimi”
olması gerektiği teziyle açık ve yakın bağlantı içindeydi. Sosyal analizde organik
analojilerin yaygın kullanımı teşvik ediliyor ve bu bir ölçüde biyolojinin sosyal
bilimde doğrudan ortak bir çizgide durduğu anlayışından doğuyordu. Benzer türde
fonksiyonel anlayışlar her iki bilim dalı için de elverişli görünüyordu. Modern
pozitivist filozoflar, fonksiyonalizmin tezlerini kuşkuyla karşıladılar ve onun
mantıksal statüsünü kuşkucu gözlerle ele aldılar. Üçüncüsü ise, içerik düzeyinde,
“endüstriyel toplum” ve “modernleşme teorisi” anlayışlarının çok daha genelde
bir etkisi söz konusunun olmasıdır. Endüstriyel toplum teorisiyenleri, bir sınırsız
refah umudu, servet ve gelirin eşitlenmesi ve fırsat eşitliğinin yaygınlaşması
öngörüsünde bulundular. Endüstriyelizm, hem Batı’da hem de dünyanın geriye
kalan kısmında tarihin bu ilerici hareketini yol gösterici hareketini sağlıyordu”
(2002: 24–25)
Bu üç unsuru birbirine bağlayan ortodoks mutabakatın tarihe ve bir ölçüde genelde
sosyal bilimlere bir ana fikirler külliyatı sağladığı söylenebilir.
Hermeneutiğe ilginin artması ise, Ortodoks mutakabatın/konsensusun çöküşü
karşısında sosyal bilimin mantığı ve yöntemi düzeyinde geliştirilmiş tepkilerin sonucu
olmasıdır.
Giddens’in belirttiğine göre:
Hermeneutik geleneğin İngilizce konuşan dünyadaki algılanışı ya da keşfi,
İngiliz ve Amerikan felsefesindeki Post -Wittgensteinci akım tarafında önemli
ölçüde kolaylaştırılmıştır. Olgun Wittgenstein’in etkisi altında kalan yazarlar,
özellikle de Peter Winch, Ortodoks mutakabatın görüşlerine tam anlamıyla tezat
132
sosyal bilim görüşleri ileri sürdü. Bu önerilere göre, sosyal ve doğa bilimleri
arsında radikal bir karşıtlık vardı; “anlamlı eylemin” anlaşılması doğadaki
olayların açıklanmasından farklıydı ve bunlar, post- Wittgensteinci felsefeyle
hermeneutiğin daima ilgileri durumundaki temalarla uyuşuyordu. Winch, her
şeyden önce, insani eylemin anlaşılabilirliğini keşfetmek amacında olmuştur.
İnsanların eylemde bulundukları tarzda eylemde bulunmalarının nedenini
kavramak için, bizim onların faaliyetlerinin anlamını anlamamız gerektiğini ve bu
davranışın anlamını anlamak Winch’e göre, aktörlerin yaptıkları şeyi yaparken
izledikleri kuralları anlamaktır. Anlamlı eylem, kurallara göre yönlendirilmiş
aktivitedir; bu kuralların bilgisinin aktörlere angaje oldukları davranış için
“nedenler” sağladığı yerde, kurallara göre yönlendirilmiş aktiviteler olmasıdır.
Winch’e göre anlamı ve nedenleri anlama, gözlemlenen davranışın kurallara
bağlantısının kurulmasını gerektirmektedir. Bu kurallar, “yasalar” değildir; yasa
teriminin doğa bilimlerinde kullanıldığı anlamda “yasalar” değildir. Ne yasalar
formülasyonunun ne de nedenlerin analizinin sosyal bilimlerde hiçbir yerinin
olmamasıdır. Dolayısıyla sosyal bilim yoruma dayalı/yorumcu ya da hermeneutik
bir faaliyettir(2002: 26–27).
Yorumcu yaklaşım Yazıcı’nın cümleleriyle şöyle özetlenebilir:
Sosyal fenomen … özü gereği anlamlıdır ve bu anlam sosyal aktörlerin ona
verdiği anlamla anlaşılır. … [Bu durumda] sosyal fenomen onu gerçekleştiren
aktörlerin görüş noktasından hareketle anlaşıl[ır] ve açıklan[ır]. Genel nedensel
açıklamanın, tümevarımsal genelleme ve ön-deyinin sosyal bilimlerde ya hiç [yeri
yoktur] ya da çok az yeri vardır (1999:109–110).
Hans ve Gadamer’e göre gerçek olarak bir şeyi anlamanın en önemli koşulu
hermeneutik yaklaşımda “kendi görüşlerimizin ve ön yargılarımızın tam bilincinde olmak...
onların aşırılıklarını yon[tarak] .... bir metne, bize gerçekten değişik, otantik bir varlık
olarak görünebilme fırsatı tanı[maktır]. Onun kendi gerçeğini bizim ön düşüncelerimizin
barikatlarını aşarak” gösterebilmesine fırsat vermektir. (1990: 102).
Gerçekten de nitelikli bir anlamanın ancak bu yolla sağlanacağı düşünülebilir. Aksoy
“[y]orumcu yaklaşıma göre sosyal bilimin amacı davranışların ve sosyal ilişkilerin
anlamını anlamak, metodu ise yorumlamaktır” görüşünü savunur (2000: 5). Benzer şekilde
J. Freud’a göre hermeneutik (yorumbilimi), gerçekte yazıların veya vesikaların derin ve iç
anlamını tanımak için tarihi, olayların ve olguların ışığında tahlil eder. Herşeyi geçmişle,
üzerinde araştırma yapılan konu her neyse ondan önce gelen şeyle açıklamaya gayret
gösterir (Freund, 1997: 32).
133
Balcı bu durumda yöntemin amacını şöyle açıklar:
[B]ir yer ve zamandaki gerçeği anlamak ve onu farklı zaman ve yerdekilerle
karşılaştırmaktır. Böylece kuram, insan davranışının anlaşılmasını ve onlar
hakkında iç görü sağlayan anlam setleri olarak düşünülebilir. Yorumcu paradigma
için evrensel kuram ümidi kendilerini destekleyen durumlar ve ortamlar
değiştikçe, insan davranışının çoklu imajını gösterir (2001: 48).
Geertz, Dilthey’in “hermeneutik daire”sinin artık yaygın olarak kullanılan bir
süreçten başka bir şey olmadığını söylerken bu konudaki savı için şu görüşlerini
belirtmiştir:
Hermeneutik daire, edebi, tarihi, filolojik, psikanalitik yorumlar hatta aynı
mantıkla, günlük yaşantıların sağduyu diye adlanırdığımız sıradan açıklamaları
için ne denli gerekliyse; etnografik yorum yapmak için ve dolayısıyla başka
insanların düşünce biçimlerine nüfus etmek için de en az o denli gereklidir (1990:
55) .
Taylor ise yorumcu eğilimin temsilcilerinin paylaşmadığı radikal sonuçlar
çıkarmıştır. O’na göre “güvenle başvurabileceğimiz hiçbir doğrulama prosedürü yoktur.
Yapabileceğimiz yeni yorumlar önermeyi sürdürmekten ibarettir” (Rabinow ve Sullivan,
1990: 5). Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi Taylor, yorumcu eğilimi farklı bir noktadan
değerlendirmiştir. Bu noktada araştırmada herkesçe geçerli bir bilgi elde etmede ne kadar
başarılı olunacağı tartışmaya açık bir konudur.
Tarihe pek ilgi duymayan pozitivist yaklaşımları aksine, hermeneutik gelenek tarihe
sürekli ilgi duymaktadır. Bu yüzden hermeneutik yazarlar için tarih - zamanın geçişi
olarak tarih değil aksine, insani varlıkların kendi geçmişlerinin farkında olma ve bu bilinci
kendi tarihlerinin ne olduğuna ilişkin fikirlerinin bir parçası haline getirme yetenekleri
olarak tarih – daima sosyal bilimlerin merkezinde yer almıştır. (Giddens,2002: 27). Yani
tarih sosyal gerçekliğin dışında değil tam da onun içinde meydana gelmektedir. Bu nedenle
tarih her zaman sosyolojinin başlıca bilgi kaynağı olmuştur. Sezer’in belirttiği gibi
“sosyoloji ve tarih, her ikisi de aynı konuyu ele alıp incelemektedir. Tarihin konusu da
toplum ve toplum olaylarından başka birşey değildir” (1993: 79). Toplumsal olaylar
134
konusunda sağlıklı bir değerlendirme yapılabilmesi için toplumsal olayların çeşitliliği ve
çok yönlülüğünün tarihi boyut içerisinde kavranması gerekmektedir. Aksoy’un ifade ettiği
gibi “çünkü belgeler ve tarihi... Boşlukta değil, sosyal-kültürel bir ortamda meydana
gelmektedir... Sosyolojiyi dikkate almayan bir tarih de belgeler yığını ya da kronolojik
hikâyecilikten başka birşey değildir” (2000: 28–29).
Araştırma kapsamında bu yöntemin kullanılma sebebi, tarihin de bir sosyal bilim
olarak yorumlama etkinliğini gerektirmesidir. Bu nedenle sosyal bilim olarak tarihi
yakından etkileyen sosyoloji, ekonomi, siyaset bilimleri ve ayrıca dilbilimin
yöntemlerinden de faydalanma yoluna gidilmiştir. Böyle bir yöntem anlayışının kullanılma
nedeni olarak sosyal bilimlerin belirli sosyal ortamlarda oluşması gösterilebilir.
Giddens’in ( 2002: 29–30) belirttiğine göre
Modern hermeneutik, gündelik inançların ve pratiklerin, sosyal aktivitenin
oluşumu içinde sıradan ve “kesin sayılan” şeyleri vurgulayarak fenomenolojiyle
birlikte doğdu. Bununla birlikte, sosyal bilimlerin kendi araştırma konularının
kavramlaştırılması çok daha özel tipte bir hermeneutik fenomeni içerir. Ortodoks
mutakabatın içerdiği pozitivist bakış açısının temel amaçlarından biri, olağan
gündelik dilin yerine sosyal bilimlerin yerine sosyal bilimlerin teknik
vokabülerini - doğa bilimlerinin farklı alanlarında kullanılan vokabülere paralel
bir teknik vokabüleri – ikame etmekti. Ancak gündelik dil ve gündelik dilin
kullanımının içerdiği hayat tarzları ile sosyal bilimlerin teknik dilleri arasındaki
ilişki, önceden varolan ortodoksi içinde varsayıldığından çok daha önemli olduğu
açıkça ortaya çıkar.(Giddens, 2002: 29–30).
Hermeneutik düşünürler, çok genelde, bir sözdışı/dil dışı ve zamandışı bir
öngörü/kavrama yetkisi olarak insan zihni fikrine karşı çıkmaya duydukları ortak ilgileriyle
karakterize edilebilir. Platon, Aristoteles, Augustine, Aquinas, Descartes, Spinoza ve
diğerlerine ima ile insan zihni, “kendinde” gerçekliği bir “saf” görme kapasitesine, ezeli ve
ebedi boyutlarıyla gerçekliği bir sözsüz/dilsiz kavrayış, yeteneğine sahip değildir. Bunun
yerine hermeneutik anlama teorileri, bütün bir insanı anlamanın ayırıcı özelliği, aslında
daima, tarihsel bakımdan kayıt altına alınmış bir ilgiler ve pratikler takımına göre zaman
içinde gelişen bir evrilen linguistik çerçeve içinde gerçekleşmesidir. Kısaca, hermeneutik
135
düşünürler, dilin ve tarihin her durumda, anlamanın hem şartları hem sınırları olduğunu öne
sürerler ( Wachterhauser, 2002: 209–210).
Wachterhauser’e( 2002: 209–210) göre:
Bu iki tema, yani tarih ve dil, hermeneutik literatür içinde ikili ama motifler
gibi işler. Hermeneutik düşünürler dili ve tarihi, bütün anlamının aşkın şartlarının
özel tipleri olarak fonksiyonlarını yerine getiren şeyler olarak görürler.
Habermans’ın bir ifadesini ödünç almak gerekirse, tarih ve dil, düşüncenin
“değişen a priorileri” olarak görülür. Fakat bu aprioriler doğaları itibariyle
değişmeye açık oldukları, yani daima farklı kontekstlerde farklı oldukları için,
zaruretten, bu aşkın şartların kapasiteleriyle nasıl fonksiyon icra ettiklerini bir
nihai teorik açıklamasından yakayı sıyırırlar. Hermeneutik düşünürler, anlamanın,
her zaman ve her yerde aynı şartlar içinde gerçekleştiği varsayımına karşı çıkarlar.
Hermeneutik, sanki anlama her zaman ve her yerde aynıymışcasına, kendinde
anlaşılabilirlik şartlarının peşinde değildir. Aksine onun tarihin ve dilin aşkın
şartlarıyla ilgili yorumu, tamda cidden talep ettiği değişme arzusundan dolayı,
zaruretten genel ve ilkece de açık kalır bu yüzden, hermeneutik düşünürler
kendilerini “tranzendental” araştırmalarında, öngörülmemiş değişmelere yer
bırakmaları için kafi ancak, fiili düşünme tecrübemizin ikna edici bir yorumunu
verecek ölçüde belirli, hermeneutik düşünüşün eleştirel gücünü gösterecek ölçüde
nüfuz edici zor bir genel teori olmaya çalışma konumunda bulurlar.
Bu tür “yarı aşkın” yorumlar genellikler çıkış noktaları olarak “ tarihsel oluş”
kavramını alırlar. “Tarihsellik/ tarihsel oluş”, genellikle, tarihe ait olana katılımımızı ve
tarihe ait olanla etkileşimimizi göstermek amacıyla kullanılan terimdir Bu kavram, insan
olmakla kendimizi belirli tarihsel şartlar içinde bulmamız arasındaki ilişkinin tesadufi bir
ilişki değil, aksine temel ya da “ontolojik” bir ilişki olduğu iddiasına atıfta bulunur.
Tarihsellik tezi, felsefi hermeneutiğin savunucuları, tarihselliğimizin bütün rasyonel
aktivitelerimizi, yani dünyamızı düzene sokma ve anlamlı kılma yeteneğimizi boyadığında
ısrar ettikleri için, bir hermeneutik anlama teorisininin kalbinde yer alır. Bunun ima ettiği
şey, bütün insani bilgi iddialarının içinde doğdukları tarihsel süreçle bir temel ilişkiye sahip
bulunduklarıdır. Bu, herhangi bir bilgi iddiasının, içinde şekillendiği tarihsel kontekstin,
dil, gramer, yazarın stili gibi belirli “tesadüfi” izlerini sergileyeceği yolundaki basit
iddiadan çok daha fazla bir şeye imada bulunur; bu, herhangi bir bilgi iddiasının bizatihi
anlamının ve geçerliliğinin, hem onu formüle edenlerin hem de geliştirenlerin tarihsel
136
durumuyla koparılamaz biçimde iç içe olduğu yolundaki çok daha radikal bir iddiayı içerir.
Bu yüzden, hermeneutik düşünürler, hiçbir bilgi iddiasının, ezeli ve ebedi/hakikat/ doğru
olma talebinde bulunmayacağını öne sürerler; ancak bilgi iddiaları, tarihin ortamını
sağladığı bir anlama tarzları, ilgiler ve pratikler takımına göre üretilmiş bulunan bir
probleme belirli bir zamanda “pragmatik” en iyi çözüm olma anlamında “doğru”durlar.
Hiçbir teoriden bağımsız konum ya da kurallar takımı yoktur. Bunun yerine, o alan
içindeki yeni gelişmelerin “geçerliliği”, “verimliliği” ve “inandırıcılığı” konusunda yine o
alanda çalışan bilim adamları arasında gerçekleşen mutabakat türünde bir şeye bel bağlanır.
Bunun yapısı gereği yanılabilir ve tarihin aracılık ettiği bir süreç oluşu, Kuhn, Feyerabend,
Polanyi, Lakatos ve onlarla aynı düşüncede olan diğer düşünürler gibi postempirist
hermeneutik filozoflar, asla hiçbirşeyi tarihsel bir vakum içinde göremeyeceğimiz aksine,
her şeye, içinde geleceğin ilgilerini zımnen taşıyan geçmiş tarafından iptal edilemez
biçimde şekillendirilen bir şimdinin konumundan bakabileceğimiz konusunda uzlaşırlar.
Bu yüzden Gadamer gibi bir hermeneutik düşünür, “anlamının bizatihi kendisinin hiçbir
şekilde subjektif / öznel bir terim olarak değil, aksine, içinde geçmişin ve şimdinin sürekli
birbirine karıştığı bir intikal olayına giriş olarak düşünülmesi gerektiğini” ifade eder.
Özetle, kendi kendimizi ve dünyamızı anlama imkânlarımızı belirleyen şey, tarihtir(
Wachterhauser, 2002: 210)
Eğer” tarihin anlama imkânlarımızı belirlediği” tezi kavranmak isteniyorsa, insanın,
“imkânlar” kavramına “belirleme” kavramından daha fazla vurguda bulunması gereklidir.
İkincisine vurguda bulunmak, hermeneutiğin, anladığımız şeyin, geçmişin anlamamız için
programladığı şeyin yalnızca bir fonksiyonu olması anlamında bir tür tarihsel
belirlenimciliği/determinizmi savundukları yolunda yanlış bir izlenim verir. Bununla
birlikte, eğer geçmiş anlama imkânlarını belirliyor ise, bu durumda biz, geçmişin bir şeyi
anlayabilmemizin mümkün yollarının sayısını nasıl sınırladığını – fakat bu bizi bir sorunun
önceden belirlenmiş bir kavrayışına hapsetmez- görebileceğiz demektir. Tarihle ilişkimiz
anlamamızı, tarihle ilişkimizin bir fenomenin kendisinin gösterileceği bakış açılarını
sınırlaması, ancak yine de, bu anlam tarzlarının işlenmesini, onların gizli zenginliklerini ve
sınırlamaların ortaya çıkarmayı bize bırakması anlamınıda “sonlu/sınırlı” hale getirir.
Gayet tabii, biz bunu, çok sayıda faktörün etkisi altında kalacak şekilde yaparız; fakat
137
kendimizi geleceğe yansıtırken geçmişi kendimize ait kılma tarzımızın sorumlusu, önemli
ölçüde bizizdir. ( Wachterhauser, 2002: 213–214).
3. 3. Araştırmada Kullanılan Teknikler
Teknik bir araştırmada yöntemin gerçekleşmesi için kullanılan vasıtalardır. Bu
araştırmada tarama modeli kullanılmıştır. Böyle bir tekniği kullanmaktaki amaç 1923–1930
yılları arasında basılan ve okullarda okutulan bütün tarih ders kitaplarını incelemektir.
3.4. Evren ve Örneklem
3.4.1. Evren
Araştırmanın evreni Türkiye’deki Maarif Vekâleti tarafından 1923–1930 yılları
arasında basılan lise tarih ders kitaplarının tümüdür.
3.4.2. Örneklem
Araştırmanın örneklemi: 1923–1930 dönemi lise 1–2–3 tarih ders kitaplarıdır. Söz
konusu dönem içerisinde yazılan tarih ders kitapları; Ali Reşat Bey, Ahmet Refik ve Ahmet
Hamit & Mustafa Muhsin’e aittir.
1923’ten sonra Ahmet Refik Altınay, Ali Reşat, Hamit Ongunsu ve Muhsin Teker
lise ve ortaokullara yönelik ders kitapları yazmışlardır. Bu dönemde okullarda okutulacak
kitapların listesi Talim ve Terbiye Dairesi’nce belirlenerek öğretmenlere bildirilir.
Çapa’nın belirttiğine göre, “12 Temmuz 1928’de Müsteşar Kemal Zaim imzasıyla
yayınlanan tamimde, liselerin ikinci devresine ait kitapların listesi ve uyulacak kurallara
değinilmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti liselerinde bu cetvel ve zeyillerinde münderiç kitaplar
haricinde hiçbir kitabın tedarikine talebe mecbur” tutulamayacaktır. Bununla birlikte,
listede yer alan kitapların en iyisini seçme yetkisi öğretmenlere bırakılır. Ders yılı başında
belirlenen kitap o yıl için kesinlikle değiştirilemeyecektir. Bu listede Ahmet Refik Bey’in
“Umumi Tarih” (lise 1.sınıflar için), Hamit Bey’in “Kurun-ı Cedıde ve Asr-ı Hazır
138
Mebadisi” (3.sınıflar için), Ali Reşat Bey’in “Umumi Tarih” (3.sınıflar için)ve Ali Reşat
Bey’in “Asr-ı Hazır Tarihi” (Liselerin ikinci Devresi Kitap Listesi,1926)” tavsiye
edilmektedir (2004: 83).
Örneklem olarak alınan ders kitapları, Lise-I olarak Ali Reşat Bey ve Ahmet Refik
tarafında hazırlanan kitaplardır. Ali Reşat Bey’in kitabı; 1911 yılından itibaren okullarda
okutulan ve müfredat programlarına uyumlu hale getirilmek için küçük değişiklikler
yapılarak 1930 yılına kadar okullarda okutulmasına izin verilmiş bir kitaptır. Araştırmada
kullanılan Ali Reşat Bey’e ait kitap: “Umumi Tarih”- I (Kurun-ı Kadime) adlı eserdir. Bu
eser, Maarif Vekaletinin 26/5/1928 tarih ve 62 numaralı karar ile bilumum ortamekteplerin
ve liselerin birinci devrelerine kabul edilmiş ve Kanat Kütüphanesince 1929 tarihinde Yeni
Matbaa tarafından İstanbul’da yayınlanarak okullarda okutulmuştur. Ali Reşat Bey’in
Umum-i Tarih –I (Kurun-ı Kadime) adlı kitabı ayrıca Maarif Vekâleti Milli Talim ve
Terbiye Dairesinin 10.12.1929 tarih ve 4121 mumaralı emri ile 3000 nüsha tab’edilmiş ve
1929 yılında Devlet Matbaası tarafından İstanbul’da yayınlanarak okullarda okutulmuştur.
Araştırmada kullanılan Lise –I’e ait diğer bir kitap ise Ahmet Refik (Altınay) tarafından
hazırlanan Umumi Tarih –I (Kurun-ı Kadime)’dir. Bu kitap, Maarif Vekâleti Milli Talim
ve Terbiye Dairesi’nin 18.3.1929 tarih ve 21 numaralı emri ile üçüncü defa olarak 3000
nüsha tab’edilmişitir. 1929 tarihinde İstanbulda Devlet Matbaası tarafından yayınlanarak
okullarda okutulmuştur.
Araştımada kullanılan Lise – II kitabı; Ali Reşat Bey’e aittir. Umumi Tarih – II
(Kurun-ı Vusta ) adlı eser, 1929 yılında İstanbul’da Kanaat Kütüphanesince Yeni Matbaa
da basılmıştır. Kitap, Maarif vekâletinin 16/5/ 1928 tarih ve 62 numaralı kararı ile bilumum
ortamekteplerin ve liselerde birinci devrelerin ikinci sınıfına kabul edilmiş ve okullarda
okutulmuştur.
Araştırmada kullanılan Lise –III kitapları ise Ali Reşat Bey ve Ahmet Hamit &
Mustafa Muhsin’e aittir. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-III ( Kurun-ı Cedide ve
Asrıhazır) adlı eseri; 1928 yılında Kanaat Kütüphesince İstanbul’da Yeni Matbaada
basılmıştır. Kitap, Maarif Vekâletinin 17/ 6/ 1928 tarih ve 77 numaralı kararı ile bilumum
139
orta mekteplerin ve liselerde birinci devrelerin üçüncü sınıfına kabul edilmiş ve okullarda
okutulmuştur. Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi” adlı eser ise, Devlet
Matbaası tarafında 1929 yılında İstanbul’da basılmıştır. Kitap, Maarif Vekâleti Milli Talim
ve Terbiye Dairesinin 2299 numaralı ve 30/9/ 1929 tarihli emri ile 10000 adet nüsha
tab’edilerek okullarda okutulmuştur.
Araştırmada; üçü Lise –I’lere, biri Lise –II’lere ve ikisi de Lise –III’lere ait olmak
üzere toplam altı adet kitap kullanılmıştır.
3. 5. Verilerin Toplanması
Araştırmada veriler; tarihsel araştırma metodu çerçevesinde, 1923–1930 dönemine ait
lise tarih ders kitapları ve bu dönemle ilgili sosyal ve siyasal olayları içeren kitaplara
yönelik kaynak taraması yapılarak toplanmıştır. Literatür taramasından sonra, içerik analizi
tekniği kullanılarak, lise tarih ders kitaplarında hangi konuya ne oranda yer verildiği ve
dönem dönem meydana gelen sosyal, siyasal ve ekonomik olayların ders kitaplarının
içeriğini nasıl etkilediği karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Ders kitaplarında ünitelerin
dağılımı, haritaların, resimlerin sayıları ve yıllara göre yeni ders kitaplarında bu oranların
değişimini gösteren değerler tablolaştırılarak verilmiştir.
3. 6. Verilerin Analizi
Tarih ders kitaplarının, tartışmalı konular ve değer yargılarının sunumu açısından
incelenmesi için tarih bilimi metodolojisinin temel ilkeleri belirleyici kriterler olarak
kullanılmıştır. Bu incelemede göz önünde bulundurulan söz konusu kriterler ;
• Ders kitaplarının farklı bakış açılarını öğrenciye sunması,
• Tarihsel olaylar ile ilgili tüm boyutların (olumlu ya da olumsuz) öğrenciye
sunulması,
• Öteki uluslar, dinler, gruplar ya da topluluklar ile ilgili önyargı ve yergi içerip
içermemesi,
140
• Ders kitabı yazarının değer yargılarının tarihsel olayın açıklanmasında belirleyici
olup olmaması,
• Tarih biliminin metodolojisinin tarih ders kitabı yazımında rehber olup
olmamasıdır.
Verilerin analizinde iki yol takip edilmiştir. Bunlar hermeneutik yöntem anlayışı ve
tabloların yorumlanması için excel programının kullanılmasıdır. Müfredattaki konuların
kitaplara göre sayfa sayıları ve bunların kitabın tamamına göre yüzde oranları bulunmuştur.
Ders kitaplarındaki haritaların ve resimlerin yıllara göre farklılığı sayısal veri olarak ifade
edilmiştir.
3.7. Araştırma Sürecinde Karşılaşılan Zorluklar
1923–1930 dönemine ait ders kitapları, kütüphane kataloğundaki fişlere düzenli bir
şekilde ve yıllara göre işlenmediğinden, literatür çalışması sırasında kitapların kullandıkları
kaynaklarda kitaplara ulaşılmaya çalışılmıştır. Literatür çalışması yapılırken; Büşra Ersanlı
Behar’ “İktidar ve Tarih” kitabında dönem içerisinde Ahmet Hamid, Mustafa Muhsin’e ait
700 sayfalık “Türkiye Tarihi” adlı kitabın ortaokullarda kullanıldığı görülmüştür. Fakat
İistanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesinde bu kitaba ulaşıldığında bu kitabın 700 sayfa
değil 766 sayfa olduğu görülmüş ayrıca kitabın ortaokullar için değil liseler için
hazırlandığı “Maarif Vekâleti’nin ilgili emri ve yazarların beyanları doğrultusunda
anlaşılmıştır. Yazarların ortaokullara yönelik “Türkiye Tarihi” kitapları ise hacimce daha
küçüktür. Araştırmada kullanılan diğer kitaplara ise, 1923–1930 döneminde liselerde Ali
Reşat Bey’in Umumi Tarih’lerinin okutulduğuna ise Yusuf Akçura’ın I. T.T.K’ya sunduğu
makalede ulaşılmıştır. Yusuf Akçura makalesinin bir bölümünü Meşrutiyetten beri
okullarda okutulan bu kitabın eleştirisi üzerine kurmuştur. Kütüphanelerde bu kitap
araştırılırken kitabın yalnızca Lise-I’lerde okutulan Umumi Tarih-I’ine ulaşılmıştır.
Diğerlerinin ise “nadir eserler” bölümünde olduğu kütüphanelerdeki ilgili görevlilerce
belirtilmiştir. Kütüphanelerde “nadir eserlerin” fotokopi çekimi yasak olduğu için
kitapların asıllarının aranması için sahaflar gezilmiştir. Ali Reşat Bey’e ait “Umumi
Tarih”lere İstanbul- Kadıköy İlçesi’ndeki bir sahafta ulaşılmıştır. Aynı sahafta Ahmet
Refik’in “Umumi Tarih-I’inin de liselerde ders kitabı olarak okutulduğu görülmüş bu esere
141
de Bayezıd Devlet Kütüphanesinde ulaşılmıştır. Ahmet Refik’e ait diğer umumi tarihlerin
ders kitabı olarak okularda okutulup okutulmadığı ise kitaplar üzerinde herhangi bir
açıklama bulunmadığından ve bu kitaplara literatür çalışması yapıldığında da
ulaşılamadığından dolayı araştırma kitapları olarak değerlendirilmemiştir.
1923–1930 dönemi ders kitaplarına ulaşmadaki zorluklardan birisi de bu dönemde
okularda okutulan ders kitaplarının seçiminin okullardaki öğretmenlere bırakılmasıdır.
Dolayısıyla hangi okulda hangi öğretmenin hangi ders kitabını ders kitabı olarak
okuttuğunu belirlemek imkânsız gibi durmaktadır. Ancak Yusuf Akçura, Büşra Ersanlı
Behar, Necdet Sakaoğlu ve Mesut Çapa’nın araştırmalarında da görüleceği gibi ( Bu
isimlerin eserleri için “kaynakça”ya bakılabilir.) bu dönemde okullarda araştırmada
kullanılan kitapları tarih ders kitapları olarak kullandıkları, kitaplar üzerindeki “Maarif
Vekâleti”nin ilgili kararlarından anlaşılmaktadır. Kitaplar ile ilgili olarak “Maarif
Vekâleti”nin kararı için “Ekler”e bakılabilir.
IV. BULGULAR
4. 1. 1923–1930 LİSE I TARİH DERS KİTAPLARI
Dönem içerisinde incelenmek üzere ele alınan lise birinci sınıflara ait ilk kitap (1923–
1930 dönemi) Ali Reşat’a aittir. Bu kitap II. Meşrutiyet Dönemi’nden beri ders kitabı
olarak kullanılmış ve İstiklal Savaşından sonra bir geçiş sürecinde olan ve Türk Tarih
Tez’ini oluşturma uğraşı peşindeki Cumhuriyetin kurucularının da okullarda okutulmasına
izin verdikleri kitaplardan birisi olmuştur. Bu kitap Cumhuriyetin ilanında sonra
düzenlenen ve yeni devletin ilk müfredat programı olan 1924 yılındaki müfredat
programına uygun hale getirilmiştir. İstiklal Savaşı’ndan sonra kitaba “Yeni Türkiye’nin
Teessüsü” adlı ünite ve “Bugünkü Türk Alemi” adlı konular eklenmiştir. Kitap Harf
İnkılâbından sora Latin Harfleri ile aynı içerikte tekrar yazılmış ve okullarda okutulmaya
devam etmiştir. Ali Reşat’ın “Umumi Tarih” adlı ve Lise II. Sınıflar ve III. Sınıflar için
hazırladığı kitaplarda bu dönemlerde liselerde okutulan kitaplardan olmuştur. Bu dönemde
Lise birinci sınıflarda okutulan diğer bir Umumi Tarih” adlı kitap ise Ahmet Refik’e aittir.
142
(Altınay –Soyadı Kanunundan sonra-) Bu kitapların baskıları “Devlet Maatbası”na aittir.
Ali Reşat Bey’e ait “Umumi Tarih-I adlı kitap aynı içerik ile Kanaat Kütüphanesi
direktifince Yeni Matbaa tarafından da basılmıştır. Araştırmada kullanılan kitaplardan Ali
Reşat Bey’e ait “Umumi Tarih” I Devlet Matbaası tarafından baskısı yapılan kitaptır. Ali
Reşat Bey’e ait II. ve III. Sınıflara ait “Umumi Tarih”ler ise Kanaat Kütüphanesine aitti.
Ahmet Refik ait Umumi Tarih I ve Ahmet Hamit ve Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi”
adlı kitaplar ise, Devlet Matbaası tarafında baskıları yapılan kitaplardır. Bu kitaplarda Ali
Reşat Bey’in kitapları gibi müfredat programlarına uygun hale getirilmiş İstiklal
Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ile ilgili konular eklenmiş ve Harf
İnkılâbından sonra Latin Harfleriyle aynı içerikle yazılarak okullarda okutulmasına devam
edilmiştir
Kitapların içerikleri incelendiğinde ve konu ağırlıkları hesaplandığında da açıkça
görüleceği gibi Lise-I kitapları pozitivist bir anlayışı yansıtmaktadırlar. İstiklal Savaşı’nı
henüz neticelendirmiş Cumhuriyetin kurucularının yeni bir tarih ders kitabını hazırlayacak
zamanları olmamıştır. Savaş şartlarının oluşturduğu olumsuzluklar sadece ders kitaplarının
hazırlanmasında kendini göstermemiş namüsait zamansallık ilgili ve etkili
akademisyenlerin diğer sosyal ve siyasal müesseselerdeki yapılanmalara da aktif bir
biçimde katılımlarını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet Döneminde yapılacak bazı
inkılâplarda bir “geçiş” süreci yaşanmıştır. Bu “geçiş” sürecinde Mustafa Kemal ve
Cumhuriyetin diğer mimarları ya Osmanlı Devlet geleneğinin –kısa bir süre de olsadevamını
uygun görmüşler ya da Avrupa da bazı modeller aynen alınıp Türkçeleştirilerek –
Medeni Kanun örneğinde bunu rahatlıkla görebilir- henüz yeni bir Medeni Kanun
hazırlayacak durumda olmayan Yeni Türk Devleti İsviçre Medeni Kanununu aynen alıp
uygulamıştır- kabul edilip uygulanarak oluşabilecek sosyal ve siyasi boşlukların önüne
geçilmiştir.
Kitaplardaki ulusalcılıktan uzak anlayışın etkisini asgariye indirmek ve yeni kurulan
“Ulusal Devlet” anlayışına uygun olarak hazırlanan ve ilerde ulusalcı bir anlayışla
düzenlenmesi planlanan ders kitaplarının belki de başlangıcını oluşturacak bazı
düzenlemelerin de bu kitaplarda az da olsa eklendiği görülür. Bu dönemde okullarda
143
okutulan bütün tarih kitaplarına “Yeni Türk Devletini Kuruluş Tarihi” ilavesi ile ulusalcı
bir tarih yapımının ilk filizleri ekilir.
Tablo.4.3. 1923 –1930 Dönemi Liselerde Okutulan Tarih Ders Kitapları, Kitapların
Yayınevleri ve Kitap Yazarlarının Listesi
Yazar Adı
Kullanıldığı
Yıllar
Lise-I Kitabın
AdıVe
Yayınevi
Lise-II Kitabın
AdıVe
Yayınevi
Lise -III
Kitabın Adı
Ve Yayınevi
Ali Reşat
Bey
1911–1930
Umumi Tarih
(Kurun-ı
Kadime)
Devlet
Matbaası
Umumi Tarih
(Kurun-ı
Vusta) Kanaat
Kütüphanesi
Umumi
Tarih (Kurun-ı
Cedide Ve
Asrı Hazır)
Kanaat
Kütüphanesi
Ahmet
Refik
(Altınay)
1924–1930
Umumi Tarih
(Kurun-ı
Kadime)
Devlet
Matbaası
Ahmet
Hamit
(Olgunsu)-
Mustafa
Muhsin
(Teker)
1924–1930
Türkiye Tarihi
Devlet
Matbaası
144
Umumi Tarih I (Ali Reşat Bey )
Tablo 4.4. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi
Kitabın Adı: Umumi Tarih I
Kitabın Yazarı: Ali Reşat
Kitabın Ait Olduğu Dönem: 1929
Kitabın Okutulduğu Yıllar: 1929
Sayfa Sayısı: 312
Ali Reşat tarafından yazılmış Umumi Tarih-I (Kurun-ı Kadime)(1929: 3–312) ders
kitabının içeriği şu şekildedir:
Tablo.4.5. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih I Ders Kitabı İçeriği
ÜNİTELER KONULAR
SAYFA
SAYISI
Yüzde
Oranı %
I-Tarihin başlangıcı –
Tarihten evvelki ve tarihi
devirler (5-11)
Toplam 6.5 2.08
İlkzaman II. Şark
milletleri (s.15-s.121)
1-Mısrıler 26 8.33
2-Kildani ve
Asuriler
22 7,05
3-Fenikelile 11 3,52
4-İraniler 13 4,16
145
5-İbraniler 10 3,20
6-Lidye ve Hitit
medeniyeti
7 2,24
7-Çinliler ve
Hintliler
11 3,52
Toplam 106
33.9
7
II-Eski Türkler (s.122-
s.151)
Orta Asya Yaylası
hakkında coğrafi malumat
2 0.64
İklim, mahsulatve
hayvanat
3.5 1.12
Türk milletinin
Asya Tarihindeki rolleri
ve eksikliği
1 0.32
Hiyonignuler 1 0.32
Yueşiler 1 0.32
Hiyongnularla
Çinlilerin münasebet ve
muharebeleri
3 0.96
Tokyolar 1 0.32
Tokyoların ikbal
devri
2.5 0.80
Tokyoların ikiye
ayrılması: Şark ve garp
Tokyoları
0.5 0.16
Uygurlar ve
medeniyetleri
0.5 0.16
Eftalitler veya
Akhünler
1.5 0.48
146
Şarkı Avrupada
Türkler
1.5 0.48
Türklerin İslamiyeti
kabulden evvelki
medeniyetleri
0.5 0.16
Din ve Ayin 2 0.64
Devlet teşkilatı 1 0.32
İktisadı hayat 0.5 0.16
Fikri Hayat: yazı 3.5 1.12
Güzel san’atlar 0.5 0.16
Şiir ve musiki 1.5 0.48
Milli Destanlar:
Oğuz Destanı
0.5 0.16
Toplam 29 9,29
III- Yunanlılar ve
Makidonyalılar (s.152-
s.224)
1- Yunanistan ve
Yunanlılar
6,5 2.08
2- Isparta ve Atina 9,5 3,04
3- Yunan
müstemlekeleri
4,5 1,44
4- Meyde ve
Peloponez muharebeleri
14 4,48
5- Makidonya 13 4,16
6-Yunan
Medeniyeti
24 7,69
Toplam 72
23.0
7
IV.Romalılar (s.225-
s.283)
147
1- Eski İtalya 8.5 2.72
2. Romalıların
fütuhatı
11 3.52
3- Cumhuriyet
devrinde içtimai, idari ve
askeri teşkilat
10 3.20
4- Cumhuriyetin
İnhitatı
9 3,20
5- İmparatorluk 10,5 2,88
6- İmparatorluk
devrinde siyasi ve ictimai
hayat
10 3.36
Toplam 59
18.9
1
V-Garp Ortazamanın
mebadisi (s.284-s.310)
Umumi
muhaceretler ve neticeleri
9.5 3.04
Şarkı Roma ve İran 16.5 5.28
Toplam 26 8.33
FİHRİST 2 0.64
TOPLAM 312 100
Yedi ünite olarak hazırlanan kitapta en fazla yer alan ünite 106 sayfa ve % 33,97
ağırlık oranı ile Şark milletleridir. İkinci sırada 71,5 sayfa ve % 22,91 ağırlık oranı ile
Yunanlılar ve Makedonyalılar ünitesi yer almaktadır. Üçüncü sırada ise, 59 sayfa ve %
18,91 ağırlık oranı ile Romalılar ünitesi yer almaktadır. Dördüncü sırada 27 sayfa ve % 8,
65 oranı ile Garp Ortazamanı mebadisi ünitesi yer almaktadır. Tarihin başlangıcı – tarihten
evvelki ve tarihi devirler ünitesi ise ancak 6,5 sayfa ve % 2.08 oranında yer almıştır.
Kitapta “Türkler”e ayrılan “Eski Türkler” ünitesine ise 29 sayfa ve %9.29 oranında yer
148
verilmiştir. Müfredata uygun olarak hazırlanan “Eski Türkler” ünitesinde Türklere, Şark
Milletleri, Yunanlılar-Makedonyalılar, Romalılar ve Batı’nın Ortaçağı’ndan az yer
verilmesi kitabın milli unsurlar gözetilmeden ve Batı eksenli bir tarih anlayışı sonucu
hazırlandığının önemli işareti olarak kabul edilebilir.
Umumi Tarih –I (Ahmet Refik)
Tablo.4.6. Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi
Kitabın Adı: Umumi Tarih I
Kitabın Yazarı: Ahmet Refik
Kitabın Ait Olduğu Dönem: 1929
Kitabın Okutulduğu Yıllar: 1929
Sayfa Sayısı: 451
Ahmet Refik tarafından yazılmış olan Umumi Tarih-I (Kurun-ı Kadime)(1929: 3–
451) ders kitabının içeriği şu şekildedir:
Tablo 4.7. Ahmet Refik tarafından yazılan Umumi Tarih- I Ders Kitabı İçeriği
Sayfa No Üniteler Konular
Sayfa
Sayısı
Yüzde
Oranı%
s.1-s.2 Methel 2 0,44
s.1-s.2
Tarihin Tarifi,
başka ilimlerle
münasebeti
2 0,44
149
s.3-s.76
Eski Şark
Milletleri
74 16,41
s.3-s.21 Mısırlılar 19 4,21
22-40
Asuriler ve
Keldaniler
19 4,21
41-48 Fenikeliler 8 1,77
49-54 Hititler 6 1,33
55-62 İbraniler 8 1,77
63-76 İranlılar 14 3,10
77-169
Yunanlıla
r ve
Makedonyalılar
93 20,62
77-84
Yunanistan, eski
devirler
8 1,77
85-91
Esatir: Mabutlar,
Kahramanlar
7 1,55
92-97
Isparta, ahali,
terbiye ve müessesat
6 1,33
98-102
Atina Atina'nın
ilk devirleri
5 1,11
103-107
Yunan
müstemlekeleri
5 1,11
108-113
Beşinci asırda
Yunan medeniyeti
6 1,33
114-121
Medya harpleri.
Atina'nın hakimiyeti
8 1,77
122-128
Atina
Demokrasis, Periklis
asrı
7 1,55
129-141
Atina'da hususi
ve umumi hayat, san'at
ve edebiyat
13 2,88
142-148
Peloponnisos
harbi. Isparta ile
7 1,55
150
Tive'nin tefevvuku
149-156
Makedonya
hakmiyeti. İskender ve
seferleri
8 1,77
157-164
Yunan
Krallıklarının teessesü.
Şarkta Yuan
Medeniyeti
8 1,77
165-169
Yunanistan'da
son mücadeleler,
ittifaklar ve fütuhat
5 1,11
170-289
Romalılar
116 25,72
170-175
İtalya hakkında
coğrafi malumat. Eski
ahali
6 1,33
176-187
Romanın ilk
zamanları. Krallık.
Cümhuriyet
12 2,66
188-193
Roma dini,
mabutları. İbadet.
Rahipler
6 1,33
194-202
Roma ordusu.
İtalya fütuhatı.
İtalya'da teksinat
9 2,00
203-210
Akdeniz
havzasının fethi.
Kartaca, İspanya,
Makedonya ve Şark
8 1,77
211-219
Fütuhatın
neticeleri. Yunan ve
Şark tesiri. İçtimai ve
9 2,00
151
siyasi buhran. Arazi
kanunları
220-226
Marius ve Sulla,
içtimai harpler. Sulla
kanunları
7 1,55
227-239
Pompeius,
Spartakos, Şark
harpleri. Katilina,
Yulius Çezar,
Cümhuriyetin sonu
13 2,88
240-253
İmparatorluk.
Augustus.
İmparatorluk teşkilatı.
14 3,10
254-265
Augustus'un
halefleri. Falviuslar.
Antoninuslar. Asker
İmparatorlar
12 2,66
266-283
İmparatorluk
devrinde umumi ve
hususi hayat. Edebiyat
ve san'at
18 3,99
284-290
İmparatorluğun
son zamanları
7 1,55
291-427
Ortazama
nlarda Garp
137 30,38
291-300
Umumi
muhaceretler.
Cermenler, Gotlar,
Franklar, Vandallar,
Hunlar
10 2,22
301-312
Frankalar ve
Frank krallığı
12 2,66
152
313-323
İmpartorluğun
tesisi. Şarlman.
İmparatorluğun
inkısamı
11 2,44
324-391
Ortazama
nlarda Avrupa
Devletleri
68 15,08
324-334
Fransa. Kapet
hanedanı
11 2,44
335-343
İngiltere.
Norman istilası.
Büyük Ferman,
Parlamento
9 2,00
344-353
Almanya. Papa
ve imparaorluk.
Büyük Otto. Frederik
Barbaros. Papa ve
İmparatorluk
mücadelesinin sonu
12 2,66
354-370
Roma Şark
İmparatorluğu.Bizans
medeniyeti
17 3,77
371-381
Ehlisalip
harpleri. Sebepelri ve
neticeleri
11 2,44
382-391
Yüz sene harbi.
Sebepelri ve neticeleri
10 2,22
392-426
Ortazamanlarda
Garp
Medeniyeti
35 7,76
392-404
Derebeylik.
İçtimai sınıflar
13 2,88
405-412
Ortazamanlarda
Kilise
8 1,77
413-426 Ortazamanlarda 14 3,10
153
ilim, edebiyat, san'at
428-434
Meşhur
Vak'aların Tarihleri
5 1,11
435-437 Kitabın firisti 3 0,67
439-451
Türkler
13 2,88
439-446
Orta Asya'da
Türk Devletleri
8 1,77
447-451
Türklerin
Müslüman Olmazdan
evvelki Medeniyetleri
5 1,11
TOPLAM
4
51
100,0
0
“Methel”, “Eski Şark Milletleri”, “Yunanlılar ve Makedonyalılar”, “Romalılar”,
“Ortazamanlarda Garp”, “Ortazamanlarda Garp Medeniyeti” ve “Türkler”olarak yedi ünite
halinde hazırlanan kitapta en fazla yer alan bölüm137 sayfa ve % 30,38 ağırlık oranı ile
“Ortazamanlarda Garp” ünitesidir. İkinci sırada 116 sayfa ve % 25,72 ağırlık oranı ile
“Romalılar” ünitesi yer alır. Üçüncü sırada ise, 93 sayfa ve % 20,62 ağırlık oranı ile
Yunanlılar ve Makedonyalılar” ünitesi yer alır. Dördüncü sırada 74 sayfa ve % 16,41
ağırlık oranı ile “Eski Şark Milletleri” ünitesi yer alır. Tarihin başlangıcı – tarihten evvelki
ve tarihi devirler (Methel) ünitesine ise ancak 2 sayfa ve % 0,44 oranında yer verilmiştir.
Kitapta “Türkler” ünitesine ise 13 sayfa ve % 2,88 ağrılık oranı ile yer verilerek bu bölüm,
“Methel” bölümünden sonra en az yer verilen ünite olmuştur. Ahmet Refik’in kitabında da
Ali Reşat Bey’in kitabında olduğu gibi Türklere, Şark Miletleri, Yunanlılar-
Makedonyalılar, Romalılar ve Batı’nın Ortaçağı’ndan daha az yer verilmiştir. Dolayısıyla
kitabın milli unsurlar gözetilmeden ve Batı eksenli bir tarih anlayışı sonucu hazırlandığı
düşünülebilir.
154
4.1.1. 1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitapları İçerik Analizi
4.1.1.2 Genel Değerlendirme
Cumhuriyet’in ilk yılarında tarih ders kitabı yazarlarından biri olan Ali Reşat Bey II.
Meşrutiyet yıllarında yazdığı “Mekteplerde Tarih Tedrisi” adlı makalede Osmanlı Devleti
okullarında okutulan tarih kitaplarının Fransızca’dan aynen tercüme edildiğinden şikâyet
etmesine rağmen, ortaokullar ve liseler için yazdığı kitaplarda kendini de bu “naksideden”
kurtaramaz (Akçura,1932: 579). Ali Reşat’ın Lise-I sınıflar için yazdığı bu kitabında dünya
tarihi ile Türk tarihi birlikte verilir. Kitapta “Eski Türkler” bölümünde “Orta Asya Türk
Tarihi”ne tabloda da görüldüğü gibi 29 sayfa yer verir. Kitapta daha sonraki yıllarda Türk
Tarih Tez’inde yer alan “Sümerlerin Türk ırkından” olma ihtimallerine yer verildiği görülür
(Ali Reşat, 1929: 97).
Ayrıca Türk Tarih Tez’inde yer almayacak ve Atatürk’ün okuduğu tarih kitaplarında
şikâyetlerine sebep olan Türklere yönelik karalayıcı ve küçümseyici ifadelere de bu kitapta
rastlamak mümkündür. Bunlardan birisi, BTTK’da büyük tartışmalara sebep olan
“göçler”in sebepleridir. “Çok eski zamanlarda sebepleri bizce bilinmeyen muhaceretler
neticesinde Türkler Asya’nın muhtelif memleketlerine dağılmışlar (Ali Reşat, 1929: 97)
diyerek bir fikir beyan edilmez. Diğer bir farklılık da Türk Tarih Tez’inde Türkler’in Orta
Asya’da büyük bir medeniyet kurduğu, zaman zaman yerleşik hayata geçmelerine rağmen
ilkel ve göçebe bir hayat sürdüklerinden bahsedilir. Daha da önemlisi bazı Türk boyları
hakkında oldukça olumsuz ifadeler kullanılır. “Duçar oldukları müşkülat ve mevanii iktida
edemiyecek kadar zayıf ise talin hükmüne inkıyat eder, yani “Kırgız” olur, çöllere giderdi
yahut “Kazak” olur, avare, serseri bir hayat geçirir; sergüzeştler, çapullar arardı. Türklerde
çapmak, koşmak, kılıç ile kesmek manasındadır. Çapmak çin yurtlarını terk eden Türkler
artık hiçbir şey tanımazlar, diğer insanlara ehemmiyet vermezlerdi. Eski Türklerde “Ata
binen Türk babasını bile tanımaz. Türk ata binince kendini büyük bir şey sanır” sözleri ruh
hallerini pek güzel gösterir. “sert kaba olduklarından ihtiyarlarına asla ehemmiyet
vermezler, yalnız kuvvetli kimselere itibar ederler (Ali Reşat, 1929: 101–102) gib
değerlendirmelerde bulunur.
155
Ali Reşat Bey kitabında Türklere yönelik olumsuz ifadelerine Türk yazısına,
Türklerin hukuk anlayışına, insana bakışına ve siyası ilkişkilerine dair değerlendirmelerde
bulunurken de devam eder. “…yazılarının harfleri barbarlarınkine benzer… Ne yazılı bir
kanunları, ne de muntazam mahkeme usulleri vardı, keyfi olarak adet ve teamüle bakılarak
adalet icra ederlerdi. İnsanların kıymeti kuvveti ve silahı ile mütenasipti: ihtiyarları hiç
hesaba katmazlardı… Hudut boylarında sakin olan Türkler, Çin hükükümetinin hizmetinde
bulunmadıkları, fırsat buldukları zaman büyük set boyunca araziyi yağma ederlerdi… Çin
bu vahşi kavimleri tanzim, idare ve teşvik ederek garp fütuhatına, daima hudutlarından
uzağa sevkeyliyerek; asıl Çinliler hududun öte tarafında asayiş içinde ziraat ile meşgul
olacaktı. Şimdi Hiyunglulardan baki kalanlara gelince; ıslahı kabil olmayan kısmının
tamamen imhası için ciddi tedbirler ittihaz edilmişti diyerek devam eder (Ali Reşat, 1929:
102: 115).
4.1.1.3. Tarihten evvelki devirler
Tarihten evvelki devirlere sadece Ali Reşat Bey’in Kanaat Kütüphanesi’ne ait
Umumi Tarih –I kitabında yer verildiği görülür. Tarihten evvelki zamanları “Taş devri”,
“tunç devri”, “demir devri, diye üçe ayıran Ali Reşat Bey, tarihi devirleri; ‘İnsanların arz
üzerinde yaşamaya başladıkları zaman ile yazıyı icat ettikleri ve medeniyet âlemine
girdikleri zaman arasındaki çok uzun devre’ olarak adlandırır. (Ali Reşat,1929a: 7) Ali
Reşat Bey’e göre, Taş devrinde; ilk insanlar pek çok zaman vahşi yırtıcı hayvanlar
arasında ve her türlü savunmadan mahrum çıplak bir halde yaşamışlardır. Bu dönemde
insanlar yırtıcı hayvanların saldırılarından korunmak için suların oyduğu kireçli
kayaların içinde barınmışlardır. Taşları yontarak balta, testere, ok ucu, bıçak gibi silahlar
ve hayvan kemiklerinden iğneler ve aynalar yapmışlardır. Bu dönemdeki insanların
yiyecekleri, toprağın yetiştirdiği meyvelerden ve avladıkları hayvanlardan ibarettir. Bu
dönem insanlarının taş üzerindeki işçilik ve ustalıklarının aşamaları dönemin “Yontma
Taş” ve “Cilali Taş” olarak devrelere ayrılmasının ölçütü olmuştur’(Ali Reşat,1929-Ia:7).
156
Levi-Strauss’a göre; ‘Arkeolojinin, prehistoryanın, paleontolojinin tanıklıklarıyla,
Avrupa kıtasında, önce çakmaktaşından kabaca yonulmuş aletler kullanan “Homo”
cinsinin farklı türlerinin yaşadığı; bu ilk kültürleri, taşı daha ustaca yontan sonra
beraberinde cila yapıp, kemik işleyen kültürlerin izlediği; daha sonra, belli evrelere
ayrılabileceği, madenciliğe kadar uzanan, çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvancılık
ortaya çıkar. İnsanlığın, başlangıçtan beri yaptığı ilerlemeler belli ve açıktır. Bundan yıllar
önce bilim adamları bu ilerlemeleri kafalarında canlandırmak için basit şemalardan
yararlanmışlardır ve çağları basit bir yöntem olan; Yontma Taş Çağı, Cilalı Taş Çağı,
Bakır, Bronz ve Demir Çağları olarak sınıflandırmışlardır. Bu devrelerin kimi kez yan yana
yer aldığı düşünülebileceği gibi ikinci tekniğin birinci tekniği tamken gölgede bıraktığı
veya ortadan kaldırdığı da düşünülebilir. Sadece paleolitik denen Yontma Taş Çağı ele
alındığında bile, söz konusu yontma tekniğinin farklı biçimlerinin -sırasıyla “çekirdek”,
“kopuntu” ve “kesici” işleyimleri niteleyen – aşağı paleolitik, orta paleolitik, yukarı
paleolitik diye adlandırılan üç aşamalı bir tarihsel ilerlemeye denk düştüğü düşünülür
(1997: 33–34).
Cilali taş dönemi bir anlamda bugünkü güzel sanatların başlangıcı olarak kabul
edilebilir. İnsanların, cilali taştan aletler, topraktan çanak çömlek yapmaları hem gündelik
ihtiyaçlarını karşılamada kullanılan birer araç edinmelerini sağlamış hem de bu aletleri
kullanışlı ve gösterişli kılma uğraşları sanatın felsefesi açısından bugünkü sanatların
kaynağını teşkil etmiştir.
4.1.1.4. Ders Kitaplarında Tarih İlmi
Ali Reşat 1929 yılı Devlet Matbaası ve Kanaat Kütüphanesine ait tarih ders kitabında
“Methal” adlı bir bölüm ile tarih konularına giriş yapar. Ali Reşat bu bölümde; “Tarihin
başlangıcı – Tarihten evvelki ve tarihi devirler” adlı konularla “Methal” bölümünü
tamamlar. Ali Reşat kitabının bu bölümünde tarihe ait hiçbir bilgi vermezken tarihin
başlangıcıyla ilgili olarak şunları yazar:
157
İlk insanların arz üzerinde ne vakit ve nerede zuhur ettiği malum değildir.
Yalnız çok eski zamanlarda yeryüzünde insanların bulunmuş oldukları
muhakkaktır. Şimdiye kadar hiç kazılmamış toprak ve taş tabakalarında bulunan
insan kemikleri, taştan yapılmış muhtelif aletler, silahlar bunu ispat ediyorJeoloji
alimleri arzın muhtelif tabakalrını birinci, ikinci, üçüncü… v.s. devirler diye
muhtelif devirlere ayırmışlar ve her devrin zamanını tahmini olara tayin
etmişlerdir. Bu tahmini hesaplara göre insan dördüncü devrin ibridasında, yani
milattan yüz bin sene evvel mevcut idi”(1929a: 5)
Ali Reşat “Devlet Matbaası”na ait tarih ders kitabına ise “Tarihin Tarifi”ni, “Tarihin
Ehemmiyeti”ni, “Tarihin membaları”nı, “Tarihin Diğer İlimlerle Münasebetleri”ni ve
“Tarihin İnşa ve Tahriri” hakkında ki bilgilerle giriş yapar. Ali Reşat bu kitabında “Tarihin
Tarifini; “Tarih, insanların geçmiş zamanlardaki hallerini, vak’alarını sahih bir suretle
hikâye ve tetkik eden bir fendir. Başka bir tabirle: tarih, insanların muhtelif devirlerde
medeniytçe yavaş yavaş nasıl terakki ettiklerin nakleder” ifadeleri ile tanımlar (1929: 1)
Tarihin tanımının bu şekilde yapan Ali Reşat Tarihin önemini ise şu şekilde belirtir:
… geçmiş zamanlarda hükümetlerin nası teessüs ettiklerini, yükseldiklerini,
sonra nasıl sukut etlediklerini görerek milletlerin hangi faziletler sayesinde
büyüdüklerini ve negibi fenalıklar sebebile mahvolduklarını öğreniriz. Yani
dünyada gelip geçen pek uzun süren tecrübelerinden istifade ederiz:
Tarih insanın necip, yüksek duygularını artırır; vazife muhabbetin, vatan
aşkını kuvvetlendirir.
Tarih bilenler, asırlardanberi yaşıyormuş gibi, insanların pek eski zamanlara
ait hallerin i öğrenirler. Bundan daha mühim, daha faydalı ne olabilir? (1929: 1)
Tarihin membalarını üçe ayıran Ali Reşat bunları şöyle sıralandırmıştır:
1-Nakledilen eserler
2- Eski eserler
3-Zaptedilmiş eserleri
Ali Reşat (1929-Ib:1)
“Nakledilen eserler”, İnsanlar pek çok zaman fikri terakkiden mahrum kaldıkaları
için, ilkönce, geçmiş zamanlardaki vak’aların hatırasını ancak babadan evlada, ağızdan
ağıza naklonulan hikâyelerle muhafaza edebilmişlerdir. İşte, bu yoldaki rivayetlere,
158
hikâyelere, manzumelere, masallara nakledilen eserler denilir” diyerek tanımlanmıştır(Ali
Reşat, 1929-Ib:1).
Ali Reşat Bey “eski eserleri” ise “abide”ler olarak belirtir (1929: 2). “Eski eserler”
ile verilen bilgilerle öğrenci, İnsanların bazı önemli olayların gerçeğini yaptıkları eserlerin
tanıklığıyla ispat etmek için o olayların oldukları yerlere taşlar, sütunlar diktiklerini ve
buralara da büyük ve küçük yapılar oluşturduklarını öğrenir. Böylece öğrenci, asırlardan
beri duran ve “abide” olarak adlandırılan bu eserler üzerine yapılan resimler, yazılan
isimlerlerle olayların nasıl olduğunu ve ne zaman olduklarını bilincine ulaşır. Ayrıca taşlar
ve sütunlar üzerine işlenen bu bilgiler sonraki insanlara birer tarihi kaynak olarak da kalır.
Ahmet Refik’te Lise –I. sınıf kitabına Ali Reşat gibi “Methal” ile başlar. Ali Reşat’ta
olduğu gibi “Methal” kısmında Ahmet Refik’de “Tarihin Tarifi”ni, “Tarihin
Ehemmiyeti”ni, Tarihin Membaları”nı ve “Tarihin inşa ve tahriri”ni açıklar.
Ahmet Refik’e göre Tarih; ‘İnsanlar arasında geçen önemli olayları inceler ve hikâye
eder. Ayrıca tarih, zaman içinde olan ve değişikliğe uğrayan veya başka şekillere giren
olayları insanlara bildirir. İnsanları eski zamanlarda haberdar eder (1929:1). Yani tarih,
milletlerin nasıl oluştuklarını nasıl ilerlediklerini ve nasıl felaketlere uğradıklarını,
milletlerin komşuluk ilişkilerini, komşularının geçmiş zamanlardaki durumlarını açıklayıcı
bilgiler verir. Böylece tarih, insanlarda vatan sevgisi, milliyet aşkı ve görev bilinci
oluşturur. Böylece tarihin disiplin içi amacında çok disiplin dışı amacı ön planda tutulur,
Tarih vatan sevgisi kazandırmada ve milli bir ruh oluşturmada kullanılan bir eğitim aracı
olur.
Ahmet Refik tarihin önemini ise şöyle belirtir:
“Tarih, beşeriyetin bütün hadiselerini birbirine bağlayarak tam bir uzuv
haline koyar. Milletler, geçmiş zamanlardaki hatalarını tarih vasıtasile anlarlar,
kusurlarını tasih ve faziletlerini takviye ederler. Beşeriyetin zekâsı, ibdaatı, efali
tarih vasıtasile öğrenilir. Onları ancak tarih hıfzeder. İnsaniyeti tarih yaşatır,
ahlakı fikirleri, itikatları, ihtirasları, kanunları, nizamları muhafaza ve kaydeden
tarihtir.
159
Tarih, bütün hadiselerin sebeplerini anlatır, neticelerini hikâye eder.
İnsanlarda kötülükten ictinap ve fazilete temayül hislerini uyandırır. Meşum
sebeplerin aci akıbetlerini bütün teferrüalite tasvir eder. Tarihin gayesi, insanları
fazilete, terakkiye tekâmüle sevketmektedir”.
Tarihin kaynaklarını; Müstehaseler, mağaralarda çıkan resimler ve aletler, mukaddes
kitaplar, resmi vesikalar ve kitaplar olarak belirten Ahmet Refik, Ali Reşat’ın belirttiği
tarihi kaynaklardan farklı olarak Kutsal Kitapları tarihi kaynaklarından sayar(1929: 1–2).
Böylece Ahmet Refik Tarihin sadece beşeri müesseselerin bir ürünü olarak ortaya
çıkmadığını tarihi oluşumunda İlahi kudretinde etkili olduğunu vurgular ve teokratik bir
tarih anlayışı sergiler.
Ahmet Refik tarih yapma ve yazma için muhtelif ilimlere ihtiyaç olduğunu açıklar bu
ilimleri de; “Asari atika ilmi, lisaniyat, meskükat ilmi, kitabe ilmi ve coğrafya” olarak
sıralar (1929: 2). Ahmet Refik, Ali Reşat’ın aksine; “Tarihin diğer İlimlerle Münasebeti”ni
bir bölüm halinde belirtmez bunu “Tarihin inşa ve tahriri” bölümünde belirtir. Ahmet
Refik’te, Ali Reşat gibi bütün bilimlerin tarih ile ilişkisinin olduğunu belirtir.
Ali Reşat ile Ahmet Refik’in aksine, Ahmet Hamit&Mustafa Muhsin ise Lise-III.
sınıflarda okutulan kitaplarına “Mukaddime” bölümünden sonra tarih ile ilgili hiçbir
açıklama yapmadan “ Osmanlı İmparatorluğunun itila devri” ne giriş yapar. Ahmet Hamit
& Mustafa Muhsin’in kitaplarında tarih ilmine dair herhangi bir açıklama yapmada hemen
konuya geçmelerinin sebebi müfredat ile ilgili olduğu düşünülebilir. Çünkü, “Tarihin
başlangıcı ve tarihi devirler”e Lise-I. sınıfların müfredatında yer verilir. Ancak Bu
yazarlara ait okullarda okutulan bu döneme ait bir kitap olmadığı için bu yazarların en
azında kitaplarının “Mukaddime” kısmında, tarihe ve tarih ilmine dair verecekleri bilgi,
kitaptaki konuların konu bütünlüğü içerisindeki tutarlılıklarını değerlendirme açısında
olumlu bir katkı sağlayabileceği düşünülebilir.
Kitaplarının “başlangıc”ında tarih ve tarih ilmine yer vermeyen Ahmet Hamit &
Mustafa Muhsin, kitaplarının “Yedinci kısım” “Osmanlı Türk medeniyeti” bölümünde,
160
“Tarih ve Müverrihler” adlı konuda sadece Osmanlı Tarihi ve Tarihçileri hakkında şu
bilgileri verirler:
İlk zamanlarda Osmanlı padişahlarınca vakayiin zaptına ehemmiyet
verilmemişti. Bu sebeple İkinci Bayazıt zamanına kadar ilk devre ait tarih
yazanlar pek nadirdir. Birkaçı geçmeyen bu devir müverrihlerinin en marufu
(Aşık Paşazade) dir. Bu zatın iki asır vukuatını ihtiva eden tarihinden sonra, İkinci
Bayazıdın emri ile Osmanlı tarihi yazan Neşri Mehmet Efendinin de sade ve selis
bir Türkçe ile kaleme aldığı (Cihannüma) namındaki eseri zikrolunabilir. Ayni
devirde yaşıyan (İdrisi Bitlisi) tarafından da acemce bir Osmanlı tarihi yazılıp
padişaha takdim edilmişti. Birinci Selime kadar ilk sekiz padişahın zamanını
ihtiva ettiği için ( Heşt Behişt) namını taşıyan bu eser, edebi ve mustalah bir
lisanla yazılmıştır; edebi şekil ve mahiyette bir tarih numunesidir diyebiliriz.
Bundan sonra Birinci Selim, Kanuni Süleyman ve İkinci Selim zamanlarına ait
olmak üzere hususi surette yazılan tarihler, manzum ve şehname tarzındadır.
Bunlara ait oldukları padişahlara nisbetle Selimname ve Süleymanname derler.
Mamafih bunlardan başka Kanuni Süleyman zamanında hazır bulundukları
vukuatı ve yaşadıkları zamanı yazan bazı müverrihler vardır
Bundan sonra ( vak’anüvis) dediğimiz ve padişahlar tarafından vakayii
zabıtı kayde memur olan müverrihler gelir. Bunların birincisi Şeyhülislam Hoca
Sadettin Efendidir. ( Tacüt-tevarih) ismini yaşıyan eseri, eski mustahsal bir uslüp
ile yazılmıştır. Osmanlı Devleti bidayetinden İkinci Selim nihayetine kadar olan
vukuatı camidir.
Hicri 1000 senesinden 1070 senesine kadar olan vakayii iktiva eden Naima
Mustafa Efendinin tarihi vak’anüvis tarihlerinin ifade ve görüş itibari ile en
mükemmelidir. Bundan sonra vak’anüvislerin en mühimleri sırası ile Raşit
Mehmet Suphi, İzzi Süleyman, Vasıf Ahmet Efendiler. Cevdet Paşa, Lütfi Ahmet
Efendilerdir. Bunlardan başka vak’anüvis olmadıkları halde mühim tarihi eserler
yazanlar vardır: Peçevi İbrahim, Selanikli Mustafa, Ali Efendiler, Kâtip Çelebi,
Müneccimbaşı bunların en meşhurlarındandır. Zikredilen müverrihlerin mehaz
vazifesini gören eserlerinden başka mücmel birtakım tarihler, teracimi ahval
kitapları, edebiyat tarihimiz ve şairler hakkında bir fikir veren tezkereler ile
risaleler mevcuttur. Bunlardan arasında Mustafa Paşa’nın (Netayicülvukuat) ı, Ata
Beyin ( Enderun Tarihi), Ali Efendinin ( Menakıbı Hünerveran ) ise Türk
san’atkarları hakkında malumat veren mehazlerdendir. Devletin esbabı inhitatını
oldukça iyi görmek itibar ile Koçi Bey risalesi de çok meşhurdur. Şayanı dikkattir
ki Osmanlı müverrihlerinin çoğu yalnız Osmanlı tarihi ile meşgul olmuşlar,
umumi tarihi işgal etmişlerdir. Osmanlı tarihlerinin hemen kaffesi padişahların
saltanat devirlerinin çerçevesi dahilinde yazılmışlardır. Terkip ve tenkit itibarı ile
ehemmyeti haiz eserler çok azdır. Hemen kaffesi vakayii bir uslübu edebi ile ve
hemen daima sarayı kollıyarak kaydetmiştir (564–566).
161
4.1.1.5. Tarihin Diğer Bilimlerle İlişkisi
Dönem içerisinde kullanılan ders kitaplarında tarihi olayların işlenmesi sırasında
coğrafya sosyoloji, etnografya, hukuk, iktisat, felsefe arkeoloji, paleografya, antropoloji
ilimlerden ağırlıklı olarak faydalandıkları görülür.
Tarih – Coğrafya İlişkisi
Ahmet Refik’in “…coğrafya, tarihi tetkik edilen milletin yaşadığı yerleri öğretir”
(1929: 2) ve Ali Reşat Bey’in “…her milletin oturduğu memleketin, kıt’anın ahvalinden
bahseden coğrafyanın…”(1929: 2) tanımları dışında kitaplarda coğrafyanın tanımı,
özellikleri ve coğrafyanın türleri hakkında hiçbir bilgi verilmez. Kitaplarda tarih-coğrafya
ilişkisi, daha çok coğrafyanın devletlerin siyasi ve sosyal tarihlerine etkisi şeklinde
belirginleşir. Ahmet Refik’in coğrafyanın, Yunan tarihine etkisini şu şekilde belirtir:
Yunanistan ile Yunan âleminin coğrafyasında başlıca iki mümtaz mahiyet
vardır. Yunanistan, yüksek dağlar, dar vadiler ve ufak ovalarla örtülü bir
memlekettir. Dağlar, vadilerle ovalar arasında muvasata manidir. Bu sebepten her
vadide ve her ovada birbirinden ayrı içtimai hey’etler teşekkül etmiştir. Daha
sonra beldeler, aralarında hiçbir siyasi rabıta olmıyarak kalmışardır. Yunanlıların
müttahit bir devlet teşkil etmeleri mümkün olmamıştır. Eski Yunanistan,
birbirinden ayrı ufak ufak parçaların mecmuundan ve daima birbirine karşı
emniyetsiz, hatta bazen düşman bir takım Beldeler grubundan ibaret kalmışlardır”
(1929:2)
Yunanistan’ın yüksek dağlar, dar vadiler ve ufak ovalarla örtülü bir memleket olması
ulaşım için bir engel olarak görülür. Dolayısıyla da her vadi ve her ovadan birbirinde
bağımsız sosyal gruplar oluşmaması coğrafi engellere bağlanır. Coğrafi engeller sonucu bu
sosyal gruplar arasında coğrafyanın etkisinden dolayı hiçbir siyasi bağ oluşmaz.
Yunanistan’da siyasi birlik sağlanamaz bu topluluklar arasında güvensiz hata düşmanca bir
tutumun oluşmasına yol açar betimlemeleriyle coğrafyanın tarih üzerindeki etkisi öğrenciye
örneklerle ispatlanmaya çalışılır.
162
Kitaplarda devletlerin, “Anadolu’da Hititlerin oturdukları mıntıka Kızılırmak (Halis)
ile Fırat nehirleri arasında idi” ( Ahmet Refik,1929: 2), bölgelerin, “Anadolu müstakil
şekilde geniş bir yarımadadır. Cenuben Akdeniz, garben Adalardenizi, şimalen dağlarla
İran yaylasın ayaklaşır. Anadolu’nun cenup kısmında Toros dağları vardır…”( Ahmet
Refik, 1929: 63) ülkelerin, “Cenupta Nil vadisi ile şarkta Dicle ileFırat havzası arasında ve
Akdeniz yakininde, arızalı, mahsüllü ve zengin bir memlekt vardır. Bu memleketin şimali
Suriye, cenubu Filistin’dir Filisrin şimalen Libnan dağları, şarkan ve cenuben Arabistan
çölleri, garben de Akdeniz ile çevrilidir” (Ahmet Refik,1929: 55), nehirlerin, “ Dicle ve
Fırat havzası…iri dağ kütleleri, cenuben Arabistan çölü cenubu şarkıden Basra körfezi,
şarkan İran yaylasının ilk meyilleriyle mahduttur” ( Ahmet Refik,1929: 2) ve coğrafi
alanların, “Keldaniye ve Asuriye eski şark milletleri tarihinde (Asie Anterieure) denilen
garbi Asyanın merkezindeydi. Bahri- Ahmerden Basra körfezine kadar büyük Arabistan
yaylası imtidat eder. Bu yaylanı ortası, hiç yağmur yağmadığı için, susuz bir çöldür. Denize
yakın yerlerde toprağa lazım olan rutubet kafi derecede mevcuttur. Buralarda mer’alar,
mümbit arazi bulunur. Şimalde, Arabistan dağlara doğru uzanır. Bu dağlardan çıkan
nehirler mümbit araziden müteşekkil bir hilal vücude getirirler” ( Ali Reşat,1929: 27)
şeklinde ki örneklerde de görüldüğü gibi “coğrafik detaylara ilişkin bilgiler” de tarihin
coğrafi kaynakları olarak savlandığı öne sürülebilir.
Kitaplarda coğrafya da ayrıca, ülkelerin iklimi, arazi yapısı, bitki örtüsü ve hayvan
türleri ile bazı yer adlarının konulmasında da yararlanılır:
Ali Reşat Bey kitabında Filistin’in arazı yapısı ile ilgili görüşleri şu şekildedir:
Fıratın garbindeki kum çölüne kadar uzanmış dağlık bir memleket vardır.
Lübnan ve Antilübnan ismindeki iki dağ silsileleri arasında bulunan kısım
Suriyedir. Dağların daha alçak olan cenup tarafı Filstindir.
Deniz tarafından gelindiği zaman haylice dar bir ovadan geçildikten sonra
gayet meyilli fena yollardan dağlık araziye çıkılır. Burası taşlık bir memlekettir.
Ötede beride zirveleri adeta yuvarlak bir şekilde tepeler görülür. Tepelerin sarp
yamaçlarında az miktar küçük ağaçlardan maada nebat bulunmaz. Bu tepeleri
teşkil eden tebeşirli kayaların arasında tabii mağaralar bulunur ki yerliler ölülerini
buralarda gömerler.
163
Köy ve şehirler tepelerin üzerindedir. Sakıflarıda düzdür. Bu haneler
haricen beyaz taştan mikâplara benzer…
Şark tarafındaki dağlar birenbire adeta bir duvar şeklinde nihayet bulur. Alt
taraftan Erden vadisi ile Lut denizinin bulunduğu gayet açık arazi uzanır.
Buralarda süratle akan seller bire şelale gibi vadiye iner. Bunların en büyüğü
Kedrron şelalesidir ki Kudüsün bulunduğu dağın eteğinden geçer
Memleketin her tarafında çakıl taş ile dolu, dar sel yatakları bulunur.
…Bugün memleket, kurak çıplak ve çoraktır”( 1929: 54–55)
Ali Reşat Bey Mısır’ın bitki ve hayvan türleri ile ilgili şu değerlendirmelerde
bulunur:
Mısırın servetini ziraat teşkil eder. Nehrin taşması Mısırın ormanlık bir
memleket olmasına msanidir. Burada ancak fir’avun incir ağacı, hurma, akasya
gibi ağaçlar bulunur. Buna mukabil pairüs ve lotüs gibi su içinde yetişen nebatat
pek boldur.
Bu nebatatın kök ve sapları Mısırlılar için bitmez tükenmez bir gıd aidi.
Bundan başka papirüsün kurutulmuş elyafı uzun şeritler halinde yan yana
yapıştırılarak yazı için bir nevi kağı yapılırdı. Asyadan ithal edilen buğday, arpa,
darı mümbir balçıkta bol bol yetişir, bahçelerde asma ve incir bulunurdu.
Nil vadisinde büyük vahşi hayvanlar, insanlardan korkarak çöllere
kaçmışlardı. Fakat toprak yılanlar, akrepler ile dolu idi. Bataklıklarda suaygırı ve
timsah bulunurdu. Bu tehlikeli hayvanlar öküz, koyun ve keçi gibi hayvan
sürülerinin çoğalmasına mani olmazlardı. Mısırlılar yük hayvanı olmak üzere
yalnız merkebi kullanırlardı. Deve yalnız çöldeki göçebeler arasında ulunurdu.
Beygir Mısıra ancak milattan evvel 1600 senesinden sonra ithal edilmiştir. Kaz,
ördek pek çok idi. Nil sularında balık boldu ( 1929: 5).
Ali Reşat Bey’in coğrafyadan yararlanarak aktardığı iklim’e ait görüşleri ise şu
şekilde betimler:
Filistinden ancak iki mevsim vardır: kış ve yaz. Teşrinievel sonlarına doğru
yağmur mevsimi başlar; sel yatakları su ile dolar. Ozaman soğuk oldukça
şiddetlidir. Ekseriya geceleri dağlar üzerinde sular donar. Fakat nadiren kar yağar.
Mart sonlarına doğru yağmurlar kesilir, bazan birçok ay bir damla bile yağmur
yağmaz. Birkaç gün zarfında toprak ot ve çiçeklerle süsülenir: hatta arazisi
kumdan ibaret olan yerlerde türlü nebatat yetişir.
Mayıs sonlarına doğru çöl tarafından esen gayet sıcak şark rüzgârı her şeyi
yakar kavurur. Ozaman memleket kül renginde görülür. Artık ottan, çiçiekten eser
kalmamıştır. Küçük ağaçlar toz ile örtülüdür. Gündüz şiddetli bir sıcak hüküm
164
sürer. Gece çiğ düşer: hersabah bu çiğ tebahhur ederek kesif bir sis hâsıl olur
(1929: 54–55).
Kitaplarda coğrafya –tarih ilişkisinde bazen de yer adlarının verilmesinde rastlanır:
“Fenikelilerce Çidon ( Balık yatağı ) bugün sayda denilen “Sidon” şehri sahil ile kaya
sıralaması arasında bir burnun eteğindedir Sidon civarında gayet sulak ve bahçelik bir ova
vardır. Sidon şehrinin kapısına gelmeden önce bu bu ovadan geçilir bu ovanın çiçeklele
süsülüp olmasından dolayı Sidon’a “Çiçekli Sidon” denilir” örneğinde bu rahatlıkla
görülebilir (Ahmet Refik’in, 1929: 42).
Alıntılarda da görüldüğü gibi kitaplarda coğrafya- tarih ilişkisi; bazen yarım sayfa
boyutunda bazen bir sayfayı kapsayacak şekilde herhangi bir devlet tanıtlmaya çalışılırken
daha çok o devletin veya milletin ya da o devletle ilgili bölgenin bulundukları yerin
tanıtılmasında bölgenin iklimi, yer yapısını, bitki ve hayvan türlerini belirme ve açıklama
şeklindeki değerlendirmelerde oluşur.
Kitaplarda coğrafya –tarih ilişkisi, konularda benzer betimleme ve açıklamalarla yer
alır.
Tarih belirli bir arazi üzerinde cereyan eder. Tarihi olaylar, Özey’in de belirttiği gibi
“bir mekân üzerinde olurr. İnsanoğlu yaratılışından beri içinde yaşadığı çevreyi tanıma
ihtiyacı duymuş ve bu ortam dâhilinde gelip gittiği güzargahı, yaşamını sürdüğü yerleri
öğrenip…” buna göre yön tayin etmiştir(1998: 341). Özey’e göre coğrafi faktörler tarihin
en eski devirlerinden beri “insan topluluklarının sosyal, siyasal, ekonomik, dini, kültürel
yaşantılarını değişik şekillerde etkilemiştir. Tarihin gelişimine yön vermiştir” denilebilir
(1998:327).
Tarih – Sosyoloji İlişkisi
Bir devletin genişlemesi ve büyümesinde, kuruluş yerinin coğrafyası büyük önem
taşır. Dünya tarihinde yer almış olan bütün devletlerin kuruluş yerinin coğrafi özellikleri
165
incelendiğinde, bu önem daha iyi anlaşılır. Tarihte çok sayıda devlet, kuruluş yerinin
müsait olmayışından ötürü, ya kurulduktan az bir zaman sonra yıkılmış; ya da pek
gelişemeden varlığını sürdürmüştür. Öte yandan bazı devletler de, müsait bir coğrafyada
kurulmanın avantajını kullanarak, kısa sürede genişleyerek büyük devlet olmuşlar ve uzun
yıllar varlıklarını korumuşlardır.
Tarih oluşturucuların en güçlüsü insan olarak kabul edilir. Dolayısıyla tarihin
“yeryüzünü inceleyen bilim” olan coğrafya ve “toplum ilişkilerini inceleyen bilim
sosyolojiden çokça yararlanması doğal karşılanmalıdır. Dönem kitapları en fazla bu iki
bilim dalında yararlanırlar. Ama dönem kitapları içinde ne coğrafya tam anlamıyla
açıklanmış ne de sosyoloji açıklanmıştır. İlk olarak Auguste Comte tarafından kullanılan
Sosyoloji (içtimaitay) kelimesi, genel olarak “toplumsal olayların ilmi”(İçtimaiyat
Desleri,1998: 1) ilmi anlamına gelir. Tarihin konusunu oluşturan olaylar bir defalıktır.
Tarihi olayalarda sosyolojik olaylar gibi bir zaman ve mekânda meydana gelirler.
Ahmet Refik Umumi Tarih bir kitabında, Yunanistan halkını tarife çalışırken zaman
ve mekânda yararlanır. Ahmet Refik’e göre Yunan Halkı; Yunanistan ile etrafındaki
denizlerde cereyan etmiştir. Yunanistan, güney Avrupa’nın yarımadalarından biridir. Üç
bölüme ayrılır: Kuzey Yunanistan, Merkezi Yunanistan, Peloponnisos. Yunanistan’ın
doğusunda Adalardenizi, batısında Yunandenizi vardır. Yunanlılar kendilerini Zefkalion’un
oğlu Helen namında bir kahramandan zuhur etmiş zannederdi. Hatta Yunanistan
toprağından yetişmiş olduklarına da inanırlar. Yunanlıların ataları Pelaskuslardı. Bunlar
Hindü – Avrupalıdırlar. Yunanistan’a karadan ve denizden gelmişler ve birçok kabilelere
ayrılmışlardır (1929: 77).
Ahmet Refik kitabında Yunanistan ve Yunan halkı hakkında bilgi verirken sosyolojik
çıkarsamalarda da bulunur. Fakat olayları tek tek ele almaz genel bir değerlendirmeler ile
fikirlerini ifade eder. Zaten, Tarih ile sosyoloji arasındaki fark, tarih olay ve olguları,
zaman ve mekan boyutları içinde somut bir tarzda tespit ettiği halde, sosyoloji bu tarihi
olayları, zaman ve mekanda soyutlamak suretiyle yorumlamaya çalışır. Dolayısıyla tarihin
166
konusunu, tek tek olaylar oluştururken, sosyolojinin konusunu değişmez benzerlikler
gösteren kurumlar meydana getirir( Aslantürk, 1999: 35)
Ders kitaplarında sosyolojik bulgulara sosyal sınıflar, devlet yapısı ve devlet idaresi
ilke ilgili konularda da rastlanılır. Ders kitabı yazarı Ahmet Refik, Atina’nın idaresi
hakkında bilgi verirken; Atina’nın önce krallar tarafından idare edildiğini söyler. Sonra
idarenin “Soylular”ın eline geçtiğini belirtir.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
Atina ahalisi üç sınıfa ayrılmıştı: Zadegân, san’at adamları, çiftçiler.
Çiftçiler, zadegânın arazisini işleyenlerdi. Bunlar arazi sahibi değillerdi. San’at
adamları en ziyade Atina’da ve bilhassa nüfusu çok yerlerde yaşarlardı. Zadegan,
san’at adamları ile çiftçileri tutmak için ellerinden gelen gayreti sarfettiler… borç
harç içinde kalan çiftçilere karşı gayet zalimane davrandılar. Çiftçilerin borçlarını
gününde ödeyemedikler zaman onlar esir ettiler. Binaenaleyh Attik’te içtimai
mütavatsızlık pek bariz bir hale geldi (1929: 98)
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, Sosyoloji sosyal olayların sebep ve neticeleri
üzerinde durduğu için tarihten faydalanır ve etkileşim içinde bulunur. Tarih ile sosyoloji
arasındaki bu etkileşim karşılıklı olur.
Sosyal olaylar ve sosyal teşekküller birer tarihi gerçektir. Belirli bir tarih döneminde
ortaya çıkarlar, o dönemin izlerini taşırlar ve çeşitli de işiklikler gösterirler. Ali Reşat Bey’e
göre; Atinalıların çoğu köylerde bir malikâneye yahut bir eve sahiptiler. Bazılarının bir
sürü esirleri vardı. Ona göre; “bu esirler bir imalat haneye adeta hapsedilirler. Orada anacak
çömlek, silahlar, meşin ve saire gibi eşyalar yaparlar. Bununla beraber Atina’da dülger,
duvarcı, demirci, çömlekçi, tabak, marangoz, silahçı, arabacı, hırdavatçı gibi san’atlar ile
geçinen vatandaşlarda vardır. Bunlar başka vatandaşlar gibi umumi meclise gelirler;
hakimleri, memurları intihap ederler hüküm verirler. O zamana kadar şehirlerin emlak ve
arazi sahipleri tarafından idare edildiğini görmüş olan Yunanlıların nazarında bu gibi esnaf
ve san’atkarların hükümet idaresine iştirakleri büsbütün birşeydir” değerlendirmeleriyle
sosyal tarihe sosyolojik katkılarda bulunur (1929: 164–165).
167
Diğer bir ders kitabı yazarı, Ahmet Refik’in Atinanıların sosyal yapıları hakkında ki
sosyolojik çıkarsamaları ise: “Atinalılar zamanlarını özel ve genel hayata
bölüştürmüşlerdir. Atinalılar için toplum (genel) hayat daha önemlidir. Her vatandaş Halk
meclisinde bulunmakta, mahkemelerde oturarak davaları dinlemekten zevk alır. Keza,
büyük dini ayinler esnasında mabetler civarında hazır bulunmakta hoşuna gider. Halk
meclisi Pniks civarında sabahleyin toplanır. Meclis dini bir ayinle açılır, hatiplerin dini
nutukları ile bilgilenirler. Mahkemeler Agora civarında toplanır. İçtimalar umumidir.
Atinalılar ya hâkimlik, ya Samilik ederler. Davacılar avukat tutmazlar. Davaları
muallimlere yazdırırlar” şeklindedir (1929: 129–132).
Yine Ahmet Refik’e Romalıların zaferlerinden bahsederken zaferlerin sosyal yapıya
etkilerini özetler şu sosyolojik çıkarsamalarda bulunur: Zaferlerin Roma halkının sosyal
hayatında önemli değişimler meydana getirir. Roma’nın ilk halkı üç sınıfa ayrılmıştır:
Patriçiler, Kliyanlar, Plepler. Patriçiler, soylular ailesidir. Kliyanlar bu ailelere dâhil azatlı
esirlerdir. Plepler, halk sınıfıdır. Zaferler sonucu Orta sınıf kalkar. Soylular iki sınıfa
ayrıldı: Senatörler sınıfı, bir de soylular. Plepler, Roma’da yaşayan fakirler kütlesinden
ibaret olur. Bunlar, malları harap olmuş eski çiftçiler, azatlılar ve her milletten Romaya
gelen serserilerdir. Ayni zamanda, ufak ve orta arazi de, büyük malikânelere dahil edilir..
İtalya’da hububat ekmekten vazgeçilir, bağ, zeytin ağacı yetiştirilir. İşçilikte yalnız esirler
kullanılır. Serbest işçilik bozguna uğrar. Roma’da, zaferden sonra, siyasi kurum ve
kuruluşlar hiçbir değişime uğramaz; fakat halk meclisi soylular tarafından ifsat edilir.
Bütün memurluklar soyluların elin egeçer. Senato’ya yalnız onlar girebildiler. Devlete
onlar hâkim oldular. Her eyalette bir vali bulunurdu. Valiler konsullarla pretorlardan
seçilirler. Eyaletler onlar için büyük bir servet kaynağıdır. Eyalet halkı Romaya vergi
verirlerdi. Bu vergiler mali şirketler tarafından tahsil olunur. Bu şirketlerin memurlarına
Publiken derler. Bunlar, valilerle beraber, ahaliye zulmederler 1929: 214–216 ).
Yukarıdaki tümcelerde de görüldüğü gibi, bir sosyal bilim olarak tarih, sosyal
olayların sebep ve neticeleri üzerinde sosyoloji gibi durmaz. Sosyal olayların sebep ve
neticelerini araştırmak ve onların kanunlarını bulmak tarihin ve sosyolojinin ortak görevi
168
ise de, sosyolojinin toplumlar için geçerli teoriler geliştirme görevi, onu tarihten farklı bir
bilim yapar. (Erkal, 1983: 35)
Sosyoloji , “toplumlar için geçerli teoriler geliştirme görevi” olması ve bu yanı ile
tarihten ayrılmasına rağmen yine Asalntürk’ün ( 1999: 36) belirttiği gibi, tarih sosyoloji
için bir laboratuar konumundadır. Bir zaman boyutuna ihtiyaç duyan olay ve olguların
oluşumlarından önce ve sonra bu durum devam eder. Sosyologların bütün sosyal olayları
oluş anında gözlemesi, değerlendirmesi ve yasalarını bulması zordur. Sosyal olaylar oluş
anından itibaren geçmiş olurlar ve tarihin malı olurlar. Sosyolog tarihin kaydettiği
belgelerden alarak kullanır. Dönem kitapları hazırlandığı zaman “Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti” sınırları içinde Ziya Gökalp ve Prens Sabahaddin öncülüğünde iki
farklı –Ziya Gökalp Durkheimci anlayışı temsil etmektedir (İçtimaiyat Desleri,1998: VII).
Prens Sabahaddin ise, Le Play’ın ekolüne bağlıdır ( Aslantürk; 1999:117).- anlayışta
gelişmektedir ve henüz emekleme aşamasındadır. O dönem olduğu gibi bugün bile bilim
olup olmadığı bazı çevrelerce tartışılan sosyolojinin dönem kitaplarında –yukarıda verilen
birkaç benzeri örnek dışında- varlığını ve mahiyetini tam anlamıyla kavrayıp tarih –
sosyoloji ilişkisini net bir şekilde ortaya koymak pek mümkün değildir. Zaten kitaplarda
direk sosyoloji olarak bir kelime geçmemekte bunun yerine “toplum olaylarının ilmi”
anlamını içeren yani sosyoloji ile aynı anlamı taşıyan “içtimaiyat” terimi kullanılır. Gerek
Ali Reşat Bey, gerek Ahmet Refik, gerekse Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin kitaplarında
içtimaiyat ilmini dikkate alan açıklamalarda bulunmazlar.
Tarih - Arkeoloji ilişkisi
Arkeoloji insan elinden çıkan her türlü eşyayı inceleyen bilim dalı olarak kabul edilir.
Özellikle Öztürk’e göre yazılı belgelerin bulunmadığı devirler için arkeoloji önem kazanır
(2001: 72). Kütükoğlu ise, arkeolojik buluntuların özellikle yazılı kaynakların bulunmadığı
devirler için kültür ve medeniyet tarihi açısından büyük önem taşıdığını ifade ederek, bazen
yazılı kaynakların ikinci plana düşebileceği görüşündedir (1990: 13)
169
Tarih için bu kadar önemli olan arkeoloji –tarih ilişkisine dönemin tarih ders
kitaplarında da rastlanılmaktadır.
Ahmet Refik, Mısırlılar konusunda Mısır mezarlarını işlerken arkeolojide
yararlandığı görülebilir.
Ahmet Refik’ göre Mısır mezarları;
Mısırlıların en eski mezarları ehram şeklindedir. Bu sebepten Cize’deki
büyük ehramlar, Keops, Kefren ve Mikerinos’un mezarlarıdır… dört köşe veya
müstatil bir kuyuda asıl mezara inilirdi. İşte mumyayı havi lahit buraya
konulurdu. Daha sonra Mısır’da başka biçimde mezarlar da yapıldı. Bunlar sun’i
mağaralar gibi kaya içine oyulan mezarlar, hypoje’lerdir. Temaşaya en ziyade
değen kaya mezarları Tep civarında keşfedilmiştir. Bu mezarlar şöyledir: Az çok
meyilli bir koridor, derin bir surette dağın içine girer, mesafe darlaşır. Her daralış
bir kapı ile kapanır. Bu uzun dehlizin nihayetinde direkli bir salona gelinir, lahit
burada bulunur (1929: 17–18)
Ahmet Refik’in yukarıdaki açıklamalarına göre; Piramit şeklinde yapılan Mısır
mezarlarının en önemlileri, Keops, Kefren ve Mikerinos’dur. Yeraltına yapılan bu
mezarların arkeolojik kazılar sonucu gün ışığına çıkarıldığı ve tarihin faydasına sunulduğu
anlaşılmaktadır.
Ali Reşat Bey’e göre ise Mısır mezarları ve özellikleri şöyledir:
Ehramlar ve mezarlar Oziris ayinlerini tatbik ve icraya müsait bir şekilde
yapılırdı. Bunaltr kayalar ile örülmüş büyük mikap şeklinde yığınlardı. Bu
mikapın içinde şunlar bulunurdu: 1-Mumyanın ebediyen bozulmıyarak
bulunacağı mahzene kadar inen bir kuyu; 2- İstatülerin içinde yaşadıkları bir dar
oda; 3- Dirilmiş olan müteveffanın muhafazai hayatı için ailesi tarafından
getirilen şeylerin konmasına mahsus bir mahal. Duvarlarda mezar sahibinin
yeniden başlayacak olan hayatının teferruatın ait resimler görülür. Ekmek, bira,
şarabın sureti istihsalini, hayvan yetiştirilmesini, elbise, ev eşyası, mücevherat,
müteveffanın müstakbel hayatı için lazım olan şeylerin resimleri mevcuttur (1929:
14).
170
Arkeolojik araştırmalar sonucu elde edilen bu vesiklar, Tarihçi ve öğrenci için Mısır
Medeniyetini anlama ve Mısır Medeniyeti’nin doğrularına ulaşmak açısından önem
arzeder. Doğaya uygun ve anlamlı yapılan bu eserler eski imparatorluk devrinde yaşamış
olan Mısırlıların hakiki simalarını gösterir.
Medeniyetlerin sanayide ve ticarette kullandıkları maden ve aletlere de arkeolojik
buluntular sonucu ulaşılabileceği görülür.
Ahmet Refik Asurîlerde sanayi ve ticaret konusuna değinirken şöyle der:
Asurîlerin başlıca sanayi: Kumaş dokumak, maden işlemek, çini kaplar
ekseriya parlak renkelere boyanır ve harikulade bir tarzda işlemeli yapılırdı…
Asurîlerin işledikleri madenler, tunç, gümüş ve altındı. Bunları, sarayları ve
eşyaları süslemek için kullanırlardı. Asuriyer kuyumculuğu pek meşhurdu.
Asurîlerin çiniciliklerine gelince, bunun ne derece ileri olduğu Khorsabat’ta,
Musul’da ve Nemrut’ta bulunan mineli tuğlardan anlaşılır. Bu tuğlalar birbirlerine
birleştirilerek parlak renkli hakiki levhalar vücude getirilirdi. Büyük binaların
duvarları hep bu tuğlalarla kaplanırdı (1929: 32)
Asurlulardan kalma ve arkeolojik çalışmalar sonucunda ortaya çıkan saraylar
hakkında ise, Ali Reşat Bey şöyle der:
Musul civarında Asuri hükümdarlarından yedi sekizinin saray harabeleri
bulunmuştur. Bunarlın içinde en iyi muhafaza edilmişi Husrevabatta keşfedilen
Sargonun sarayı harabesidir. Saray on hektar sathında bir büyük murabba üzerine
inşa edilmişti… üzeri kubbeli, yanlarında mazgallı iki kule bir kapı görülürdü.
Kapının kenarlarında, dış tarafta insan başlı, büyük kanatlı boğa heykelleri yüzleri
kapıya doğru bir halde bulunurdu… Kapıyı geçince gayet büyük bir avluya
girilirdi. Resmikabuller burada yapılırdı… Duvarlar alçıdan sıva ile kaplanmıştı.
Üzerlerinde hükümdarların ef’al ve hareketini gösteren kabartma resimler vardı.
Maiyet halkı bu odalarda otururlar, misafirleri buralarda kabul ederlerdi (1929:
49)
Arkeolojik bulgular neticesinde hükümdarların saraylarının özellikleri hakkında bilgi
edinilebileceği gibi sanatsal özelliklerinin verileri hakkında da bilgi bulma mümkün
olmaktadır. Ayrıca, Kitaplarda öğrenci, arkeoloji-tarih ilişkisiyle medeniyetlerin
birbirlerinde etkiledikleri ve birbirlerinin taşıyıcısı olduğu sonucuna ulaşabilir.
171
Ahmet Refik; “Anadolu’da Hitit abidelerinin en çok bulunduğu yerler: İbriz, Karabel,
Nif, Zincirli ve Boğazköy’dür. Hitit abideleri Suriye’nin şimali ile Kapadokya’dan Sarta
giden yollar üzerindedir. Keldaniyeyi Anadoluya yayan Hititlerdir” değerlendirmesinde
bulunur (1929: 53).
Tarihin arkeolojide yararlanacağı sonuçlardan biride, devletlerin kök(en)lerine dair
haklılık oluşturacak ve sahiplenme tezlerini güçlendirecek kalıntılarına nesnel bir gerçeklik
oluşturmasıdır. “Türk Tarih Tezi”nin savunduğu Etrüsklerin Türk olduğu tezini
destekleyecek dayanaklardan en önemli ve en az tartışma götürecek sonuçları verecek
arkeolojik buluntuların ders kitaplarında “Tez”i destekleyecek şekilde verilmediği görülür.
Çünkü Etrüsklerin gerek mimari özellikleri, gerek mezar süslemeleri Türkler ile benzerlik
göstermedikleri söylenebilir. Ayrıca Etrüsklerin sanat ilişkileri ve sanat eserlerini de
Türkler ile değil Yunanlılar veya İtalyanlar aldıkları ile sağladıkları anlaşılır.
Ahmet Refik arkeolojik verilere dayalı Etrüsk Medeniyetine ait şu bilgileri verir:
Vakıa Etrüsk devleti diye bir devlet yoktu; fakat yüksek bir Etrüsk
medeniyeti vardı… Etrüskler, bugün batak ve gayrisıhhi bir halde bulunan
Toskana sahilini bu hale getirdiler. Mimaride kubbe inşasını icat ettiler.
Mezarları, boyalı resimlerle müzeyyen ve san’at eserile dolu, hakiki birer yer altı
abideleriydi. Etrüsklerin ssan’at eserlerinden en ziyade merakı calip olanlar,
Yuanistan’dan veya cenubi İtalya’dan satın alınan boyalı vazolardı (1929:173–
174).
Kitaplarda Türklere ait arkeoloji çalışmalara pek değinilmez. Az da olsa satır
aralarına sıkıştırılan arkeolojik değerler ne yazık ki Türkler’e ait çok küçümseyici ve
aşağılayıcı ifadeler ile sunulur.
Ali Reşat Bey “Eski Türkler”ünitesinde “Türklerin Ayırıcı Özellikleri” kısmında şu
değerlendirmelerde bulunur:
172
Hönler, Türkler, Mogollar boyunlarını omuzlarının içine girmiş gibi
gösteren milli zırhları, bunun altında kalan pamuklu espapları, fena dibagat
edilmiş hayvan derileri içinde, ağır tulgaları, miğferleri veya kürklü serpuşları ile,
dar ve kısa eğerleri üzerinde Avrupa’ya akın ettikleri zaman herkesi dehşet içinde
bırakmışlar; ince ve narin Avrupalılar korkularından bunları korkunç, çirkin
cücelere benzetmişlerdi. Hön Türk, Mogol akıncılarını muharebeden yıpranmış
espapları ile gece gündüz hayvanları üzerinde görenler bunlar hakkında birçok
hayali rivayetler, efsaneler uydurmuşlardır (1929: 99)
Ahmet Refik ise kitabında Türkler hakkında Ali Reşat Bey’ oranla daha olumlu
ifadeler kullanır. Ahmet Refik Türklerin Güzel san’atlarına değinirken Türklerin güzel
san’atlardaki başarılarını gösterdikleri Turfan’dan hafriyatta ortaya çıkan arkeolojik eserleri
sıralar. Ahmet Refik bu konuda şunları yazar:
Turfan hafriyatı pek çok nefis eserler meydan çıkardı. Zarif heykeller,
minyatürler, çiniler, kumaş parçaları ortaya çıktı. Kağıt ve deri üzerine yazılmış
türlü türlü renklerle müzeyyen kitaplar keşfedildi. Türklerin güzel sanatlarda ne
kadar ileri gittikleri görüldü. Türkler Orta Asya’da müterakki eserleri ortaya
koydukları gibi, muhaceretlerinden sonra Şarki Avrupa’da da ayni meslekte
devam ettiler. Macaristan’da Hunlardan kalma mühim san’at eserleri meydana
çıktı. “Atilla definesi” denilen bu definede halis altından yirmi üç vazo vardı.
Vazoları yapanlar hep Türk san’atkarlardır. Üzerlerinde Çin ejder resimleri,
hayvan kavgalarını gösterir resimler mevcuttur. Vazolarda tezniyata müteallik
şekiller mükemmeldir. Bu eserlerin çoğu Avrupa müzelerindedir (1929:449–450).
Turfan kazılarında Türklerin sanatlarına ait çok sayıda arkeolojik bulguya ulaşılmış
ve bu arkeolojik buluntular, Orta Asya da yaşayan Türklerin sanatları ve sanatçılıkları
hakkında önemli bilgiler içermektedir. Fakat arkeolojik bulguların Türk müzelerinde
bulunmaması önemli bir kayıp olarak değerlendirilebilir. Tarihçi ve öğrenci müzelerde
gördüğü ve göreceği arkeolojik eserleri inceleyerek o zamanda yaşayan insanları tanır ve
anlamaya çalışır. Sosyal tarih anlayışı gereği, insanları tanıma ve tanıtmanın bir ölçütü de,
özellikle arkeolojik kazılarda elde edilecek günlük hayatta kullanılan insan eli değmiş her
alet ve eşyanın incelenmesidir. Öğün’e göre, Yakın zamana değin görevi esas itibariyle
san’at eserlerini incelemek şeklinde yorumlanan Türk san’atı üzerinde çalışan sanat
tarihçileri yapmakta oldukları kazılarda buldukları insan elinden çıkan her türlü eşyayı bir
arkeolog gibi, arkeolojinin metoduyla incelemektedirler. Türk Tarihi araştırılırken göz
önünde bulundurulması gereken en önemli konulardan birsi bu arkeolojik buluntulardır.
173
Çünkü ancak o zaman Yalnız İslam devirlerinden önceki Türk kültürleri değil, daha sonraki
dönem kültürleri içinde daha özel, daha sağlam bilgiler edinilebilir (1990: 56).Dolayısıyla
tarih araştırmaları arkeolojik bulgulara dayandığı zaman, daha sağlam bir zemine
oturtulmuş olurlar.
Tarih – Paleografya ilişkisi
Paleografya, eski yazıları inceleyen bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Yazı tarih
açısında en sağlam delilerden birisi olarak görülebilir. İnsanlığın en sağlam tarihi yazıyla
kayıt altına alınmıştır. Yazının iletişim ve tarih açısından önemli Tarihin yazıya ve yazılı
kaynaklara duyduğu ve/veya duyacağı ihtiyacı aslı unsur olarak belirginleştirmektedir.
Ders kitaplarında Yazının tarihine veya Tarih – paleografya ilişkisine paleografyanın farklı
özellikleri gözetilerek yer verildiği görülür.
Ali Reşat Bey kitabında, Mısırlıların yazılarına neden hiyeroglifler adını verdiklerini
sorgular ve bu yazılarda kullandıkları işaretlere göre hiyeroglif yazıların tasviri fikri ve
etimolojik anlamlar içerdiklerini açıklar.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Eski Yunanlılar resimlerin dini fikirleri ifade ettiğine -yanlı olarak- zahip
oldukları için Mısırlıların yazılarına mukaddes işaretler manasına olmak üzere
hiyeroglif namını vermişlerdi. Hakikati halde ise bu işaretlerin üç türlü manası
vardır. Bunlardan biri, birbirine bağlanmış iki odun parçası olup tarlarda toprağı
bellemek için kullanılan iki dişli bel resmidir. Bu işaret evvela, bel manasına
gelir; saniyen, rabıta fikrine, merbutiyete, muhabbete delalet eder; salisen, bel
kelimesinin esnayı telaffuzdaki savtın ifade ettiği deniz kelimesini gösterir, yani
nerede deniz kelimesi geçerse orada da bel işareti kullanılır. Birinci halde
hiyeroglif tasviri bir yazıdır; ikinci halde fikri bir işarettir; üçüncü halde savti bir
işarettir(1929: 6).
Ahmet Refik ise Mısır yazılarının varoluşlarına ve harflerin işaret ettikleri resimler
hakkında şu bilgileri verir:
174
Heykellerle kabartmaların üzerine, hatta boyalı resimlerin arasına,
Mısırlılar ekseriya gayet uzun yazıları kazarlar ve bazan da boya ile resim
yaparlardı. Bu yazılar hiyeroglif denilen harflerdir… Hiyerogliflerin bazıları kuş,
balık, böcek, ayakta bir adam, ağaç ve nebat gibi hakiki birer resimdir. Bazıları da
müstakim, münkesir veya muhaddep, gayet basit çizgilerden ibarettir.
Hiyeroglifler iki nevidir: bir kısmı harfler, bir kısmı da heceler veya harfler
mecmuasıdır (1929: 19).
Açıklamalarda ortaya çıkan sonuçlara göre, Mısır hiyeroglifleri hayatın içinde
oluşmuş ses sembolleridir. Bu sesler bazen bir hayvan resmi olarak işaretlendirilebilinirken
bazen bir tarım aracı olabilmekte, bazen de bir insan veya bir bitki tasviriyle sese
dönüşebilmektedir. Hayatın içinde olan bu değerler tarih ders kitabının muhatabı öğrenci
için zaman ve mekân boyutuyla iyi birer somut güç öğesi olarak durur.
Mısırlılar gibi Asurîlerin ve Keldanilerin de kendilerine göre yazıları vardır. Asurîler
ve Keldaniler ilk önce, Mısırlılar gibi eşyayı resimler ile göstermişlerdir. Sonra ise bu
yazıyı sadeleştirmişlerdir. Onlar her sesi, her harfi veya harfler grubunu bir işaret veya
işaret grubu ile göstermişlerdir.
Ahmet Refik Asurîler ve Keldanilerin kullandıkları yazıya neden Mihi yazısı
denildiği ve yazının yazımının uygunluğu hakkında şöyle der:
Yazıların başlıca unsuru, köşeye veya çiviye bir çizgiden ibaretti. Bu
sebepten, bu yazıya mihi yazı (mismari yazı) derler. Mihi harfler taze kil üzerine
üç köşeli bir bizle pek kolay yazılırdı. Kil pişer pişmez üzerindeki yazıyı tıpkı
tıpkısına muhafaza ederdi (1929: 39)
Ali Reşat Bey ise Mihi yazısı Ahmet Refik’e paralel düşünceler öne sürer. O bu
konuda şöyle der:
Sümerlerin bu yazısı, Mısırlıların hiyeroglifisi gibi, tasviridir; fakat
Sümerliler yumuşak tuğla üzerine yazarlar, bunun için ucu sivri bir bıçak
kullanırlar, bu bıçakla muhtelif şekil ve vaziyette işaretler çizerlerdi. (Mihi veya
mismari yazısı çivi yazısı manasındadır.) Bu işaretler düz ve doğrudur, münhani
şekiller yoktur. İlk yazılardaki hayvan veya eşya resimleri tanınmaz bir hale
175
gelmiş; yazı Mısırlıların işaretlerinden büsbütün farklı olmak üzere itibari bir
mahiyet almıştır(1929: 29)
Yazı veya yazının sonuçları sadece bir milleti ilgilendirmemektedir. Yazı genel
anlamda evrensel bir olgudur. Hiçbir zaman hiçbir yazı tek bir ulusun malı olmamıştır.
Etimolojik olarak bir yazı bir yerde oluşmasına rağmen bir canlı gibi merkezden çevreye
doğru bir hareket halinde başka yazıları etkilemekte ve etkilenmekte sonuçta yeni ve
zenginleştirlmiş sembol veya sembollerle ifade yetisine güç kazandırılmaktadır. Bu bilgiler
dönemin ders kitaplarında işlenen Fenike alfabesine ait bilgiler ile eşlendiğinde daha
anlamlı hale gelir.
Fenikelilerin dünyaya en büyük hizmetleri alfabeyi icat etmeleridir. Fenikleilerden
önce, Mısırlıların hiyerogliflerinden ve Asurîlerle Keldanilerin mihi yazılarından başka
yazı yoktur. Bu yazılardaki birçok işaretler vardı ki, her biri ya bir kelimeye veya bir
heceye delalet eder. Fenikeliler ise, her biri bir sesi göstermek üzere, yirmi iki harften
oluşan bir alfabe icat etiler. Bu harflerin birleştirilmesi heceleri ve kelimeleri meydana
getirir. Bugünkü Avrupa ve pek çok ülkenin kullandıkları alfabenin çıkışı da buraya
dayanmaktadır (Ahmet Refik,1929: 47)
Ahmet Refik Fenikelilerin alfabesi ile ilgili düşüncelerini şöyle betimler:
Fenike gemicileri hangi memleketlere çıktılarsa, bu alfabeyi oralarda tamim
ettiler. Yunan alfabesi doğrudan doğruya buradan alınmadır. İtalya da kullanılan
alfabeler ve bilhassa Etrüsk ve Latin alfabeleri de Yuann alfabesinde alınmadır.
Fenikeliler alfabeyi icat ederek dünyaya yazı yazmayı öğretiler, derler ki, pek
doğrudur (1929: 47).
Ali Reşat Bey’de kitabında alfabe yerine elifba tabirini kullanır ve yazı yazmamızı ve
düşüncelerimizi başkalarına aktarmaya vasıta olan elifbayı Fenikelilere borçlu olduğumuzu
vurgulayarak öğrencide duygusal dürtüleri harekete geçirerek minnet duygusu oluşturmayı
betimlemeye çalışır. Ona göre, Fenikeli tüccarların Avrupa’ya götürdükleri Doğunun
hammadde ve ürünleri içinde hiçbiri kıymet ve önem açısından elifba ile kıyaslanamaz.
Fenikelilerin harfleri nasıl oluştukları hakkında ise Fenikelilerin mucit olmadıkları
hakkında olumsuz bir görüş belirterek, alfabeye Fenikelilerin katkısını küçümser ve
176
alfabeyi Fenikelilerin icat etmediklerine dair hipotezler geliştirme uğraşı verir ve bu
konuda kendi ile çelişen fikirler öne sürer.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Fenikeliler mucit değildirler; yalnız komşularının yazılarında en basit
şekiller hangileri olduklarını bulmuşlar, onları almışlardır. Fenikelilerin Mısır
Hiyeratik denilen ihtisar edilmiş, sadeleştirilmiş yazısı içinde alfabeyi aldıkları
zannolunmuş ise de bu, tarihçe sabit olmuş bir hakikat değildir. Son zamanlara
kadar, harflerle yazılmış en eski kitabenin yukarıda söylediğimiz gibi Hükümdar
Meza sütunu olduğu zannediliyordu. Hâlbuki ahiren Biblos’ta bundan çok eski bir
kitabe bulunmuştur. Binaenaleyh Fenike alfabesi milattan evvel üçüncü asra kadar
çıkarılabilir ve belki de Mısır yazısının taklidi değildir. Alfabe, ilkönce,
Fenikeliler, Aramiler, İbranilerin lehçelerini yazmak için kullanılmıştır.
Yunanlılar Fenikelilerden, Latinler Yunanlılardan, diğer Avrupalılar Latinlerden
aldılar (1929: 75–76).
Bugün insanların çoğu Fenikelilerin oluşturdukları alfabeyi küçük değişiklikler ile
kullanmaktadırlar. Ders kitaplarında “Elifba” tabirinin de Fenikelilerde alındığı
anlaşılmaktadır. Çünkü Ali Reşat Bey’e göre, Fenikeliler elifbanın birinci ve ikinci
harflerine Alet, Bet derlerdi açıklamasında bulunur (1929: 76). Kitaplardaki bu bilgiler ile
karşılaşan öğrenci “Elifba”nın icadının insanlığın düşünce yapısının değişiminde ne kadar
önemli bir rol oynadığını görür. Geçmişte yapılıp bugün ilmi ve fikri işleri kolaylaştıran
bir buluş için şükran duyguları besler. Ayrıca, evrensel olgulara katkının mimarlarına,
toplumlararası ilişkilerde öğrencini barışçıl duygular ile yaklaşacağı öne sürülebilir.
Ders kitapları da adı geçen bütün ulusların az veya çok kullandıkları yazıya, yazının
özelliklerine ve kullandıkları alfabeye değinildiği halde Orta Asya da yaşayan Türklerin
kullandıkları yazı ve alfabeye ilgili olarak çok az değerlendirme yapıldığı görülür. Ali
Reşat Bey ‘in konu ile ilgili olumsuz değerlendirmelerine daha önece yer verildiğinden
burada tekrar değinilmemiştir. Konu ile ilgili olarak Ahmet Refik ise şöyle der:
Türklerin en esaslı yazıları Orhun abidelerindedir. Bu yazı otuz sekiz
harften mürekkeptir. Sağdan sola ve yukarıdan aşağıya yazılır. Kırgızlar ile
Tukiuler ve Uygurlar, Uygur yazısının intişarına kadar, hep bu yazıyı kullandılar.
177
Uygurlar yazılarını Nesturi alfabesinden iktibas ettiler. Bu yazı ön dört harften
mürekkepti. Fakat Orhun yazısı kadar elverişli değildi. Bununla beraber bu yazı
ile Türkler birçok eserler vücude getirdiler. Orta Asya’da hicretin sekizinci asrın
sonlarına kadar hep Uygur yazısı kullandılar. Bununla beraber, muhtelif
milletlerle temas neticesi olarak hıdu, pehlevi, Harezmi, soğdi yazıları da
kullanmaktan geri durmadılar. Hicretin altıncı asrında İbrani ve Latin alfabelerini
kabul eylediler. İncil’i Türkçeye tercüme ettiler. Bununla beraber öz dillerini
daima muhafaza eylediler (1929: 449)
Orta Asya Türkleri’nin paleografyasına, Türk öğrencileri için hazırlanmış bir ders
kitaplarında yarım sayfadan az yer verilmesi Türklerin kullandıkları yazının etimolojik
özelliklerin ait hiçbir bilginin verilmemesi, kullandıkları yazılar ile oluşturdukları
eserlerden sadece Orhun abideleri belirtilmesi ve Orta Asya Türklerinin kullandıkları
alfabelerin tamamının sayılmaması ders kitaplarının ne kadar milli unsurlardan uzak ve
Batı eksenli olduklarının kitapsal delilleri olarak öne sürülebilir.
Tarih – Hukuk ilişkisi
Tarih, insanların devlet ve millet hayatının tümünü zaman ve mekân ve sebep ve
sonuç ilişkileri içinde bütün cepheleriyle içine alan bir çerçevedir. Hukuk düzeni
olmaksızın devletten bahsetmek mümkün değildir. Devletin hukuka duyduğu ihtiyaç
dönemin ders kitaplarında Ali Reşat Bey’in Asurîler ve Keldaniler ünitesinde
Hamurabi’den söz ederken görülebilir. Ali Reşat Bey Hamurabi ile ilgili düşüncelerini
keşfedilen bazı mektuplara dayanarak övücü sözler iler belirtir. Ona göre, Hamurabi
ülkesini iyi bir şekilde idare etmek için sosyal, askeri ve ekonomik işlerinin düzenlemek
adına oldukça akıllı ve hayırlı bir teşkilat oluşturur.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Babil’deki Amuru sülalesinde pek büyük bir hükümdar yetişti. Bu
hükümdar Hamurabidir. (2,123 – 2,081). Hamurabinin hükümeti Elam kıt’asına
ve mümbit arazi hilalinin her tarafına tevessü etti. Keşfedilen bazı mektupları
gösteriyor ki bu muharip hükümdar bizzat memurları ile birlikte çalışarak iyi bir
idare adamıydı; içtimai mes’eleleri, orduya, ziraat, mahkemelere ait işleri zeka ve
178
fetanet ile tetkik ederdi. Şark âlemi onun zamanında akılane ve hayırhane bir
teşkilata mazhar olmuştu. Habumurabinin en büyük eseri bir sütun üzerin hak
edilmiş olan “kanunlar mecmuasıdır”. Hamurabi bu kanunlarla imparatorluğu
dâhilindeki birbirine yabancı kavmleri bir hükümet idaresi altında birleştirmeğe
çalıştı (1929: 33)
Devlet bir teşkilat, beşeri, sosyal, ekonomik, askeri ve kültürel nitelikli bir
organizasyondur. Bu organizasyonun temel dokusunu oluşturan disiplin hukuktur. Diğer
taraftan devlet hayatında çeşitli devirlerde ve yerlerde cereyan eden, çeşitli cephe ve
nitelikleri olan olaylar, mevcut hukuki düzeni kısmen veya tamamen değiştirilebilirler.
Ahmet Refik kitabında, Yunanlılar ünitesinde Atina’da idare usulü ile ilgili olarak
Atinanın önceleri krallar tarafından idare edildiğini belirtir. Sonrasında ise idare soyluların
eline geçer. Kralların yerine Arhontlar ile daima soylular arasından seçilen memurlar
görevlendirilir. Devlet hayatında meydana gelen çeşitli olaylar yeni oluşum ile birlikte yeni
kanunlar ve ıslahatların yapılmasına yol açar. Bu ıslahatların öncüsü Solon’dur.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
içitmai, iktisadi ve siyasi ıslahat yapıldıktan sonra, Solon aile teşkilatın ave
ferdi ayata dair kanunlar vazetti. Daima şu noktayı göz önünde tuttu: “Her
vatandaş hür olmalıdır; her kesin hakkı ve vazifesi bulunmalıdır”. Bunun için
Atinalılara ailevi ve içtimai vazifeleri ile uygun olabilecek bütün hürriyetleri
temine çalıştı. Aile reisinin eskiden mutlakıyeti haiz olan nüfuzunu tahdit ve
çocukların hukukunu tayin etti. Evvelce memnu olan vasiyetname usulüne
müsaade verdi. Her Atinalının istediği tarzda mülklerine ve mallarına tasarruf
edebileceğini ilan etti; fakat her vatandaştan hükümet işlerile alakadar olmasını
istedi. Ağır vazifelerde kaçınacak olanların suçlu olacaklarını ilan etti. Ziraate,
sanayie ve ticarete dair de tedbirler aldı… (1929: 100–101)
Alıntıda da görülebileceği gibi tarih; bir bakıma çeşitli olayların, değişikliklerin
sebep ve sonuç ilişkisi içinde kronolojik izahı olarak düşünülebilir. Yine tarih, toplumların
bünyesine, ihtiyaçlarına daha uygun bir hukuk düzeni yaratılmasında gerekli verileri
insanlığın emrine arz eden bir sosyal laboratuardır.
179
Ahmet Refik “Romalılar” ünitesinde Roma’da krallıktan sonra Cumhuriyet ilan
edildiğini belirtir. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte devleti iki konsul idare eder. Fakat tehlike
zamanında fevkalade yetkiye sahip bir diktatör seçilebilecektir. Roma’da Üç meclis vardır:
Senato, Kuri meclisi, Çenturi meclisi. Bu meclislerde çoğunluğu patriçiler oluşturur.
Cumhuriyet hükümeti, Etrüskler ve Latinlerle savaşır. Bu savaşlar sırasında plepler sefalete
duçar olurlar, ağır borçlara girerler ve Konsulların zulümlerine uğrarlar. Sonuçta plepler
isyan ederler. Roma’dan çıkarlar, yeni bir şehir tesisine karar verirler. Bunun üzerine
Patriçiler telaşa düşerler ve plepler ile uzlaşmaya razı olurlar. Pleplerin borçları kısmen
affolunur. Plep tribunları diye yeni bir memuriyet ihdas edilir. Plep tribunlarının görevi
plepleri himaye etmektir. Bu sebepten, plepleri müdafaa için konsullarla patriçilere daima
karşı dururlar. Plep tribunları, plepler için de medeni ve siyasi eşitlik isterler. Roma
kanunlarının yazılmasını, istekleri her kesin bu kanunları bilmesidir. O zamana kadar bu
kanunları yalnız patriçiler bilir. Nihayet bu kanunları yazmaya Deçemvirler( On kişi) tayin
olunur. Bunların yazdıkları kanun on iki tunç levha üzerine kazılır ve On iki levha
kanunları adını alır değerlendirmesinde bulunur. Böylece bugünkü doğal hukukun kaynağı
ve çıkış yeri olan Roma hukukunun oluşumuna dair sosyal değerlendirmeler yapılarak
öğrenci bilgilendirilmeye çalışılır (1929: 178–183)
On iki levha konusunda Ahmet Refik şöyle der:
İlk önceleri, on iki tunç levha üzerine hak edilmiş olmalarının hatırası
olmak üzre, Deçemvirler tarafından yazılan kanunlara “On iki levha kanunları”
denildi. Bu kanunların neşri Roma tarihin de gayet mühim bir hadise oldu:
Evvela: Konsullar bundan böyle kanunnameye göre adalet icrasına mecburdular.
Saniyen: Bu kanunlar Forum’a asılı bulunacakları için her vatandaş bunları
öğrenebilecekti. Bu nedenle kanuna patriçiler gibi plepler de vakıf olacaklardı.
Salisen: Adalet hususunda ayni hak bütün vatandaşlara tatbik olunacaktı. Kanun
nazarında müsavat esası kat’i surette ilan edilmişti. Rabian: Bu kanunların
birçoğu Roma devletinin siyasi teşkilatına aitti. İçlerinde en mühim iki kanun
vardı ki, en son çara olmak üzere Çenturi meclisi’ne teşrii salahiyet ile herhangi
bir vatandaşın hayat ve hürriyeti hakkında hüküm vermek hakkını bahşediyordu.
Diğer kanunlar da patriçilerle pleplerde aile teşkilatına, aile ibadetine, devlet
dinine, borçlara ve murabahaya, cenaze adetlerine aitti. On iki levha kanunları
Roma’da mevcut kanunların en eskisi telakki edilmektedir (1929: 182–183).
180
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, hukuk toplum hayatının zorunlu bir sonucu
olarak ortaya çıkar. Devlet içindeki en büyük düzen sağlayıcı güçtür. Dolayısıyla hukukun
genel amacı Öztürk’ün de ifade ettiği gibi; “toplum hayatında adaleti gerçekleştirmek,
fertler ve toplum arasındaki hak ve borçlar dengesini sağlamak, koyduğu hukuk kuralarıyla
kişi ve toplumun yararını sağlamaktadır”(2001: 69).
Ders kitaplarında Türklerin hukuk yapısıyla ilgili olarak sadece Ali Reşat Bey’in
kitabında “Tukiyular” hakkında bilgi verilirken rastlanılır. Ali Reşat Bey bu bölümde
Türkler ile ilgili oldukça olumsuz ifadeler kullanır. Ona göre; Tukiyular göçebedir,
avlanarak beslenirler ve çadırlarda yaşarlar. Kaba ve sert oldukları için yaşlılara önem
vermezler. Herhangi bir yazılı kanunları olmadığı gibi adalet anlayışları keyfiyete dayanır.
Ali Reşat Bey’in kitabının bu bölümünde, dünya üzerinde istisnalar ile gösterilebilecek
anne üvey oğul evliliği gibi aile içi evliliklerin Tukiyularda zorunlu olduğunun
vurgulandığı da görülür.
Ali Reşat Bey Türklerin karakteri ve hukukları ile ilgili şöyle der:
Tukiyular göçebe halinde yaşarlar, hayvan beslerler, bilhassa av hayvanları
ile geçinirler. Çadırları keçedendir… Sert ve kaba olduklarından ihtiyarlara asla
ehemiyet vermezler, yalnız kuvvetli kimselere itibar ederler… Hükümdarlarını
intibap edecekleri zaman dokuz defa bir keçe üzerinde kaldırırlar ve kendisine
sadakat yemini ederler Ne yazılı kanunları ne de muntazam muhakeme usulleri
vardır. Keyfi olarak, adet ve teamüle bakılarak adalet icra olunur. Hükümdarın
hayatına kastetmenin, isyanın, adam öldürmenin, evli bir kadına taarruzun cezası
idamdır. Bir genç kızı aldatan tazminat vermeğe ve onunla evlenmeğe mecburdur.
Birini yaralıyan kimseden tazminat alınır. Hırsız çaldığı eşyanın veya hayvanların
on mislini aynen bedelen vermeğe mahkum olur. Kibar aileden olan kadınlar daha
aşağı bir derecedeki erkekle evlenmezler. Ana baba akranı olan delikanlıya, talep
vukuunda, kızlarını vermekten imtina edemezler, adet ve teamül böyledir. Üvey
oğul babasının vefatından dul kalan üvey anası ile küçük erkek kardeş büyüğünü
nve yeğen ailesinin dul zevcesi ile evlenmeğe mecburdur. her ne kadar göçebe
iselerde her bir Tukiyu bir parça araziye sahiptir (1929: 102)
Türklerin; karakterleri, hukukları, adalete bakışları, cinsel yönden kadının istismarı
ve aile içinde dul kalan kadınların durumu ile ilgili yargılar adeta tarih kitaplarında kendi
kökenleri hakkında bilgi edinmek isteyen öğrenciye kendi tarihi ile ilgili kin ve nefret
181
tohumları ekmektedir. Bu yargılar bu haliyle Türk Tarih Tezi’nin anti tezine dayanak
oluşturmak için hazırlanmışlar gibidir. Ali Reşat Bey kitabında, Türkler ve Türklerin
hukukları ile hiçbir dayanak belirtmeden bu kadar küçümseyici ve aşağılayıcı yargılarda
bulunmasının ne tarihe ne bilime ne de insanlığa bir faydası olur. Çünkü bu bilgiler bu
haliyle nesnellik ve bilimsellikte oldukça uzaktır. Oysa Gedikliye göre; Türklerin
İslamiyet’ten evvel kurdukları Hun ve Göktürk devletlerinin hukuk yapıları hakkında
yeterli kaynak yoktur. Eldeki mevcut malzemede komşu devletler Çinliler ve Farslardan
gelen kaynakların yanı sıra tarihi mezar taşları ve kitabelerden oluşmaktadır. Ancak Fars ve
Çin kaynakları, hukukçular tarafından yazılmadığı ve Çin alfabesinin okunması güç olduğu
için bazı problemler ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla güvenilir bilgiler değillerdir (2004:
223).
Tarih, toplumsal ilişkiler ve olayların sebep ve sonuçlarına oluşacak ihtiyaçlara
uygun bir hukuk düzeni oluşturulması için gerekli verilerin hazırlayıcısı olarak düşünülür
ve Cin’in ifade ettiği gibi; “hukuk ve tarih bu ilişki ve anlayış içinde incelenir ve yazılırsa
hal ve gelecek daha sağlam ve insan toplumlarının ihtiyaçlarına uygun biçimde düzenlenip
inşa edilebilir. Hukuki incelemeler ve araştırmalar daima objektiflik ister. Objektiflik, şahsi
temayül ve duygulardan uzak olmak, bilhassa hukukun yargı organlarınca uygulanmasına
kaçınılmaz bir zarurettir. Şahsi düşünce ve duyguların karşıtlığı yargılama ve adaleti
bulamaz (1990: 94–95)
4.1.1.6. Kitaplarda Sınıflandırma
İlk insandan modern insana kadar geçen zaman içinde insanın tarihi süreklidir ve
devamlılık içinde bütünlük teşkil etmektedir. Bu sürekliliği (d)evrelere bölmek, incelemek,
öğrenmek ve öğrenmek için hazır hale getirmek sınıflandırma ile imkânlı kılınmaktadır.
Sınıflandırma; zamana göre (çağ), mekana (coğrafi)göre, konuya göre uygulanmaktadır.
Zamana göre sınıflama; inceleme öğrenme ve öğretmede kolaylık sağlama amaçlıdır.
Olayların başlangıç ve bitişlerinde beynelmilel sonuçlara göre tarihi sınıflandırmak ilk kez,
Donuk ve Kafesoğlu’nun belirttiğine göre 17. yüzyılda gündeme gelmiş ve bu yüzyılın
182
sonunda bir Alman tarihçisi Ch. Cellarius Avrupa Tarihi’ni göz önüne alarak, ilkçağ,
ortaçağ ve yeniçağ şeklinde tarihi (d)evrelere ayırmıştır(1990: 17).
Mekâna göre (coğrafi) sınıflama; Yere bağlılık kalarak, kıta ülke bölge, şehir vb.
toprak parçalarının tarihi söz konusudur.
Konuya göre sınıflama ise; yönetim yapısı ekonomi, askeri, sosyal, kültürel vb. gibi
toplumsal dinamikler kendi konu bütünlükleri içinde detaylı bir şekilde inceleme ön
plandadır.
Sınıflandırma bu şekilde adlandırılsa ve bölüşülse bile bu bölüşümü öncelik olarak
algılama gereklidir. Yani konuya göre sınıflandırmanın yapıldığı bir tarih kitabında zaman
göre ve mekâna göre sınıflandırma kolaylığında da yararlanılmaktadır. Konuya göre
sınıflandırmada yararlanma ise daha çoktur.
1923–1930 Dönemi tarih ders kitapları incelendiğinde kitaplarda daha çok zamana
(çağ) göre sınıflandırma gerçekleşmiştir. Lise-I ve Lise II tarih kitaplarında zaman
sınıflandırılmasında çağ belirleyici olmuştur. Lise III tarih kitabında ise yüzyıllara dayanan
bir tarih sınıflandırılması kullanılmıştır. Zamana göre sınıflandırmanın yanın da kitaplarda
mekâna göre sınıflandırma ve konuya göre sınıflandırma da yapılmıştır.
Tarihte nedensellik ilişkilerinin kurulmasında olguların zaman içinde sıralanmasının
önemi açıktır. Zaman homojendir, doğrusal ve sıralanmış bir şekilde akıp gitmektedir.
Kapalı dairesel ya da bir birini kesmeyen halkalar şeklinde bir helisoidal zaman anlayışı
toplumsal yaşamdan olanaksızdır. Tarihte kullanılan takvim zamanı homojen, doğrusal
olarak akıp giden sınırlanmış bir zamandır. Tarihte eş- zamanlılığı saptamakta olgular
dizisini yeniden kurmakta, dolayısıyla nedensellik ilişkilerini ortaya çıkarmakta önemli rol
oynar. Tarihin zaman kavramı ilişkisi sadece eş zamanlılığı saptamak ve olayların
sıralamasının elde edilmesiyle bitmez. Tarihin ilgilendiği olgularla tutarlı bir zaman
derinliği saptama sorunu vardır. Tarihin toplumsal değişmeyi kavrayışında olgulara
değişik ölçeklerle yaklaşması söz konusudur. Makro ya da mikro düzeyde yaklaşması gibi.
Eğer toplumsal gelişmedeki büyük değişmelerle ilgileniyorsa, tarihçinin uzu tarihsel
183
dönemlerle çalışması gerekecektir. Oysa ayrıntıdaki değişikliklerle ilgileniliyorsa, tarihçi
ilgilendiği zaman dilimini çok daha kısa süreli dönemlere ayırmak zorundadır. Tarihçinin
ilgilendiği zaman dilimini incelemek istediği değişmelerin büyüklüğüyle tutarlı dönemlere
ayırması, kuracağı nedensellik ilişkilerinde kullanabileceği açıklayıcı değişkenlerin neler
olması gerektiğini de belirler (Tekeli, 1998: 42–45).
4.1.1.7. Kitaplarda Medeniyetlere Bakış
Duralı’ya göre; “Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vasii mekan
Avrasya anakarasıdır. Afrika ve Amerikanın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafi bakımdan
birbirinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden, sadece, sinelerinde
teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşeri ilişkiler yumağı
ile zihniyetlerin derin farklılıklardan ötürü ayrılmışlardır (2000: 21).
Ders kitaplarında yukarıda sıralanan medeniyet tanımlarına ve medeniyet
sınıflandırmalarına paralel bir sınıflandırmanın yapıldığı görülmektedir. Dönem için de
kullanılan Ali Reşat Bey ve Ahmet Refik ‘e ait Umumi Tarih-I ders kitaplarında;
Medeniyetler sınıflandırılırken dikkat çekici bir husus; Anadolu coğrafyasının belirleyici
olmasıdır. Tarihinde Anadolu ile ilişkisi olmayan hiçbir medeniyete yer verilmemiştir. İlk
zamanlarda Hindistan ve Çin gibi medeniyetlerin Anadolu ile ilişkilerinin olmaması veya
az olması bu medeniyetlerin de ders kitaplarında işlenmemesine neden olduğu
düşünülebilir. Kitaplar tamamen Avrasya eksenlidir. Yani Avrupa ve Asya kıtası dışında
yalnızca Mısır medeniyetine yer verilmiştir. Mısır medeniyetine yer verilmesinin sebebi de
Mısır medeniyetinin kaynaklarının ve Mısır medeniyetini kuranların Asyalılar ve
Avrupalılar olduğundan dolayı olabileceği öne sürülebilir.
Ders kitapların da medeniyetler işlenirken öne çıkan en önemli unsur, Medeniyetlerin
tamamen erkek egemenliği üzerine kurulması ve hükümdarların ve/veya kralların
medeniyetlerin aslı unsurlarıymış gibi gösterilmesidir. Bu özelliklerinde dolayı Umumi
Tarih-I kitapları; “Erkek egemenliğine dayalı Anadolu’nun siyasi tarihinde Aristokratların
184
yönetimi” şeklinde başlıklandırılabilir. Konular incelendiğinde kitaplara uygun görülen bu
başlık daha da anlam kazanır.
Müfredata uygun olarak ders kitaplarında ilk işlenen medeniyetler “Şark Milletleri”
olarak adlandırılan medeniyetlerdir. Şark milletleri ünitesinde sırasıyla; Mısırlılar, Asurîler
ve Keldaniler, Fenikeliler, Hititler, İbraniler ve İranlılar gibi tarihlerinin bir bölümü
Anadolu toprakları üzerinde geçmiş devletlere yer verilmiştir. Kitaplarda işlenen ilk
medeniyet ise “Mısırlılar’dır.
Dönem içerisinde kullanılan Ali Reşat Bey ve Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih-I
kitabında “Şark Milletleri” ne ayrılan sayfa sayıları, sayfa sayılarının ünitelere konulara
göre ağırlık ortalamaları aşağıdaki tabloda belirtildiği gibidir:
Tablo 4.8. Şark Milletlerine Ayrılan Sayfa Sayılarının Ünitelere ve Ünite
İçindeki Konulara Göre Ağırlıkları
ŞARK MİLLETLERİ
DEVLETLER SAYFA SAYISI
YÜZDE ORANI
(Ünitelere Göre)
YÜZDE ORANI( Ünite
İçindeki Konulara
Göre)
1* 2** 1* 2** 1* 2**
Mısırlılar 23 19 6,85 4,21 25,27 25,68
Asuriler ve
Keldaniler
30 19 8,93 4,21 32,97 25,68
Fenileliler 11 8 3,27 1,77 12,09 10,81
Hititler 5 6 1,49 1,33 5,49 8,11
İbraniler 12 8 3,57 1,77 13,19 10,81
İranlılar 13 14 3,87 3,1 14,29 18,92
185
1* = Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-I kitabı
2** = Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I kitabı
Tabloda da görüleceği gibi;1- Ali Reşat Bey’in kitabında “Şark Miletleri” ünitesi
içinde kitapta en fazla yer verilen medeniyet, 30 sayfa ve %8.93 ağırlık oranı ile Asurîler
ve Keldanilerdir. En az yer verilen medeniyet ise, 5 sayfa ve %1,49 ağırlık oranı ile
Hititlerdir.
2-Ahmet Refik’in kitabında “Şark Milletleri” ünitesi içinde kitapta en fazla yer
verilen medeniyet, 19 sayfa ve %25,68 ağırlık ortalaması ile Mısırlılar ile Asurîler ve
Keldanilerdir. En az yer verilen medeniyet ise 6 sayfa ve %1,33 ağırlık oranı ile Hititlerdir.
3. Ali Reşat Bey’in kitabında Şark ünitesi içinde; en fazla yer verilen medeniyet 30
sayfa ve %32,97 ağırlık oranı ile Asurîler ve Keldanilerdir. En az yer verilen medeniyet ise,
5 sayfa ve % 5, 49 oran ile Hititlerdir.
4. Ahmet Refik’in kitabında “Şark Milletleri” ünitesi içinde ene fazla yer verilen
medeniyetler 19 sayfa ve % 25,68 ağırlık oranı ile Mısırlılar ile Asurîler ve Keldanilerdir.
Enaz yer verilen medeniyet ise 6 sayfa ve %8,11 ağırlık oranı ile Hititlerdir.
Ders kitaplarında Şark Miletleri ünitesinde en fazla yer verilen medeniyetin Asurîler
ve Keldaniler olması her iki devletinde varlıklarının büyük bölümlerini Anadolu
topraklarında sağlamış olmaları olarak görülebilir. Kitaplarda Hititlere en az yer verilmesi
ise yazarların bu medeniyete bakış açılarının bir sonucudur.
Mısırlılar Tarihi
Ders kitaplarında “Mısırlılar ile ilgili konular ve kullanılan görsel materyaller ve
adetleri aşağıdaki tabloda görüldüğü gibidir.
186
Tablo 4.9. Mısırlılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve Adetleri
MISIRLILAR
KONULAR
Resi
m
Harit
alar
1* 2**
1
*
2
**
1
*
2
**
Mısırlılar: I.
Mısır ve Nil, II.
Mısır Tarihinin
Membaları, III.
Mısır Tarihi ve
Taksimatı
Mısırlılar: I.
Mısır, II. Mısır
Halkı, III. Mısır
Tarihi, IV. Sayis
Devri
4 8 1
En Eski
Zamanlar ve Eski
Menfis
İmparatorluğu: En
Eski Zamanlar:
Tinis Sülaleleri, II.
Eski Menfis
İmparatorluğu
Mısır
Medeniyeti: I.
Mısır'da Muhtelif
sınıflar: rahipler,
askerler, katipler, 2.
Mısır Hikimet
İdaresi, III.Ziraat,
IV. Mısırlılarda din,
mabutlar, V. Mısır
abideleri, mabetler,
VI. Mısır'da san'at,
heykeltıraşlık,
resim
Tep
İmparatorluğu: Orta
Tep İmparatorluğu,
Yeni Tep
İmparatorluğu, III.
Yeni İmparatorluk
187
1* = Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-I kitabı
2** = Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I kitabı
Ali Reşat Bey kitabında “Mısırlılar”ı; 1- Mısırlılar, 2- En Eski Zamanlar ve Eski
Menfis İmparatorluğu, 3-Tep İmparatorluğu, 4-Ecnebi Nüfuzları ve Mıskın Sonu başlıkları
altında dört bölüme ayırarak incelemiş, görsel materyal olarak, bir harita, dört resim
kullanmıştır. Ahmet Refik ise “Mısırlılar”ı; 1-Mısırlılar, 2-Mısır Medeniyeti başlıkları
altında iki bölüme ayırarak incelemiş görsel materyal olarak, 8 resim kullanmış fakat
Mısırlılar ile ilgili hiçbir haritaya yer vermemiştir. “Mısırlılar” ile ilgili başlıklar ve görsel
materyaller incelendiği zaman Ahmet Refik’in Umumi Tarih-I adlı ders kitabı eğitim
açısından daha uygun olduğu söylenebilir. Ahmet Refik hem görsel materyal daha fazla
kullanmış hem de Mısır Tarihini, siyasi tarih ve kültür tarihi olarak ikiye ayırması kavram
haritası oluşturma açısında öğrenci açısında daha elverişlilik oluşturmaktadır. Ali Reşat
Bey’ ise kitabında daha az görsel materyal kullanmış ve kullandıkları başlıklar kavram
haritası açısında öğrenciye önemli bir kolaylık sağlamamaktadır. Başlıklar kronolojik
zamanlama dışında herhangi bir kural gözetilmeden sıralanmıştır.
Devrinde
Medeniyet,
Ecnebi
Nüfuzları ve Mıskın
Sonu: I. Libyalılar,
Habeşiler ve
Asuriler Arasında
Mısır, II. Sayis
Devletinin
Kuvvetlenmesi,
188
Ahmet Refik ders kitabı Mısır’ın coğrafi konumu, Nil Nehri ve Mısır tarımı
hakkında özetle şu bilgileri verir: Mısır, Nil’in aşağı vadisinden teşekkül etmiştir. Bu vadi,
kuzeyde Delta tabir olunan geniş bir ova ile sınırlıdır. Nil, orta Afrika dağlarında çıkan
büyük bir nehirdir. Suları her sene taşar ve Mısır’ı basar. Nil’in kabarması sayesinde Mısır
toprağının bereketi artar. Eski Mısırlılar bu toprağa hububat ekerler, sebze dikerler ve
sürüleri beslerler. Mısır’da hurma ağacı ile papirüs ve lotus bol yetişir. Nehrin sahillerinde
ve sularında muhtelif hayvanlar yaşar (1929: 3–5). Ders kitaplarında bu bölümde dikkati
çeken özelliklerden birisi yazarların kitaplarında birbirlerini aynısı sayılabilecek cümleler
ve yargılarda bulunmasıdır. Her iki kitapta alınan aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı
gibi bu kitapların telif bir eserden öteye, literatür kısmından da işlendiği gibi, Fransız okul
kitaplarının tercümesi olduğu tezini güçlendirmektedir.
Mısır Nil vadisinden ibarettir. Cenuptan şimale doğru 6,200 kilometre
uzunluğunda olan bu nehir… (Ali Reşat, 1929: 4).
Mısır, Nil vadisinden müteşekkildir. Cenuptan şimale doğru uzanan bu
vadi… (Ahmet Refik,1929: 3)
Bu halk şarki Asyanın Sami kavimlerini ihtiva eder. Sonra, kafatasları
yuvarlak dağlılar geldiler. Aradaki ihtilattan uzun boylu, geniş omuzlu, ablak
çehreli bir ırk meydana geldi. Bunların derileri beyazdır, fakat güneşin tesirile
esmerleşmiştir. Saçları kıvırcık değildir. Bu ırk saç ve sakallarını tıraş ederdi.
Mısırlılar zencilerle Araplardan ayrı bir ırk olup Afrikalılardan ziyade
Avrupalılara daha yakın idiler (Ali Reşat,1929: 5).
Asya’dan gelen Samiler ve dağlılar geldiler. Bu iki kavmin birleşmesinden
uzun boylu, narin, geniş omuzlu, güneşten esmeleşmiş, saçları kıvırcık olmamakla
beraber düzdür. Bu sebepten Mısırlılar Zencilerden ve Araplardan büsbütün ayrı
ve Afrikalılardan ziyade Avrupalılara yakın bir kavmdir (Ahmet Refik,1929: 6)
Mısır halkı ile örnekte verilen bilgilere ek olarak Ali Reşat Bey kitabında Mısır
halkını kafa yapısına göre sınıflandırmakta ve “Mısırın ilk ahalisi kafatasları uzun
189
Akdeniz halkıdır”(1929: 5) betimlemesiyle insanları kafataslarına göre sınıflandıran
Avrupalı antropologlar gibi düşünmektedir. Ahmet Refik ise olumlu bir ifade ile
örnekteki bilgilere ek olarak Mısırlıların tabiatlarının halim ve sakin olduklarını betimler
(1929: 6).
Mısır tarihini her iki yazarda; Menfis Devri, Tep Devri, Sayis Devri olmak üzere
üç devreye ayırır. Yazarlara göre, Menfis Devrinde büyük ehramlar inşa edilir, zaferler
başlar. Bu devrin en meşhur Firavunları: Menes, Keops ve Mikerinos olarak kabul edilir.
Tep devrinde Mısır’ın gücü artar. Möris gölü ile Labirent b devirde inşa edilir. Mısır, bu
devirde, Asya’dan gelen Hiksosların istilasına uğrar. Bunlar Delta’ya yerleşirler.
Hâkimiyetleri birkaç asır sürer. Daha sonra yerli prensler tarafından kovulurlar.
Hiksoslardan sonra ikinci Tep devri başlar. Bu devirde Mısırlılar Suriye ile Habeşistanı
alırlar, bütün düşmanlarına karşı imparatorluğu müdafaa ederler, Mısır’da muazzam
abideler yaparlar ve Mısır’ın refahını artırdıkları değerlendirmesinde bulunurlar.
Sonuçta, Mısır da çöküş dönemi başlar. Delta’daki şehirler tefevvuk Sayis şehrinde
kalır. Fakat Sayis Devri de çok sürmez. Mısır, önce İranlıların, daha sonra Yunanlıların
idaresi altına girer (Ahmet Refik,1929:6–9, Ali Reşat,1929: 5–17).
Ders kitapları, yukarıda sıralanan benzer yargıların dışında tek farklılık ise Ali
Reşat Bey’in, teokratik tarih anlayışına uygun olarak, kaynaklarını Yunanlı tarihçilerin,
Hıristiyan tarihçilerin ve Tevrat’ın oluşturduğu Mısır tarihine ait bilgi vermesidir.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Mıısrlılar bize taş veya papirus üzerinde pek çok kitabeler bırakmışlardır.
Fakat dördüncü asırdan beri yazıları okunmamağa başlanmış, bunu anlayan hiç
kimse kalmamıştı. Ondokuzuncu asra kadar Mısır tarihini membaları milattan 450
sene evvele doğru memleketi ziyaret etmiş olan Herodot ile milattan birkaç sene
evvel Mısır’a gitmiş olan Diyodor ve Istrabon ismindeki Yunan müverrihlerinin
eserlerinden ibarettir. Bu eserlere ilaveten bir de Maneton isminde bir Mısır rahibi
tarafından milattan evvel 250 tarihine göre miladın ilk asırlarında hıritiyan
müverrihlerin yazdıkları hükümdar sülaleri listeleri mevcut idi. Tevrat,
Beniisrailin Delta ikameti münasebetile Mısırdan bahseder (1929: 5–6).
190
Ahmet Refik’e göre, Mısır’ın sosyal yapısı çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Bunlar;
Rahipler, askerler, kâtiplerdir. Bu sosyal grupların içinde en önemlisi rahiplerdir. Ahmet
Refik, rahipler ile ilgili oldukça övücü sözler söyler, onları önemli ilimlerin öncüleri kabul
eder ve peygamber olarak vasıflandıklarını vurgular.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
Rahiplerin çoğu alim kimselerdi. Mısır’ın tarihini çok iyi bilirlerdi. Mısır’da
riyaziye, hey’et hep bunlar vasıtasile ilerlerdi. Hatta kendilerine Peygamber
derlerdi; çünki bir vazifeleri de hizmet ettikleri mabuda sual sormak ve
sabırsızlıkla bekleyen halka onların cevaplarını anlatmaktı. Bu sebepten, Mısır’da
rahiplerin çok sözü vardı (1929: 11)
Kabapınar’ın belittiği gibi olayları dinsel öğeler ile açıklama ve ideolojik anlamda
bazı kişilere sahip çıkıp putlaştırma ile geçmişe özlem istekleri ve eleştiriden geçmeyen
duygusal bir tarih, lise tarih kitaplarının bu açıdan genel özellikleri olmuştur (1992: 284).
Ali Reşat Bey kitabında “Yen i İmparatorluk devrinde medeniyet” konusunu işlerken
Mutlak yetkiye sahip Mısır Firavunlarının ülkeyi adil bir şekilde yönettiklerini söyler ve
hükümdarın adil olamsı konusunda halkında kendisine uyarılarda bulunduğunu halk
masalında geçen bir diyolog ile belirtir.
Tep Fir’avunların kendi kuvvet ve hükümetlerini rahiplerin ve zadeganın
feodalitesi esasın istinat ettirdiler ve mutlakiyet usulünü son dereceye isal ettiler.
Fakat hükümdar Allah ve rahipler huzurunda mes’ul olduğuna kani idi; artık
devleti keyfin eve arzusuna idare etmiyor, adilane kanunları tatbik ediyordu. XII.
Sülale zamanında kalma bir halk masalında bir köylü Fir’avuna şu sözleri
söylemeye cüret ediyor: “Adalete hakim olan Allah gibi adaleti icra et. Çünkü
adalet ebedidir; onu icra edenle birlikte ahirete gider. Sırkatin önünü al, fakiri
himaye et (1929: 19).
191
Bu bilgiler öğrenci açısından iki açıdan önemli olabilir. Birincisi, her ne kadar
anlatılanlar bir halk masalından alınmışsa da, masalların da içinde çıktıkları toplumun bir
ürünü olduğu düşünüldüğünde mutlakıyetle yönetilen bir devletteki düşünceyi açıklama
açısında halk özgürlüğünün bir üst sınırının olmadığının veya olmamasının görülmesidir.
İkincisi ise, “bilgi”nin öğrenen ile öğretenin statülerine bağlı bir olgu olmadığının öğrenci
tarafından keşfedilmesi gereken izleridir.
Ahmet Refik kitabında, “Vilayetlerin idaresini” incelerken Mısırlıların dayak ile
terbiye edildiklerini, dayak yemeyen Mısırlının memurlara itaat etmediklerini ve her
Mısırlının en az bir kere dayak veya sopa yediğini Mısırlılara ait deyim ile ispatlamaya
çalışır.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
Mısırlılar, memurların emirlerine itaat etmezlerse dayak yerlerdi. Sopa ve
dayak, Mısır’ın idaresinde büyük bir vazife ifa ederdi. Hatta, Mısırlılarda meşhur
sözdü: “İnsanın bir sırtı vardır; dayak yerse itaat eder… Bir Mısırlının, hayatında
bir defa olsun dayak yememiş olması mümkün değildir (1929: 13)
Ahmet Refik ve Ali Reşat Bey kitaplarında, Mısırlılar’ın; dilleri, dinleri ve ırkları
hakkında küçümseyici ve aşağılayıcı hemen hemen hiçbir bir bilgiye yer vermemeleri
olumlu bir gösterge sayılabilir. Fakat özellikle Ali Reşat Bey’in kitabında Mısır
hükümdarlarının Mısır tarihinin aslı unsurlarıymış gibi, konunun bütününü bunlar
üzerinden incelenmesi tarihin disiplin içi amaçlarına uymadığı öne sürülebilir.
Asurîler ve Keldaniler Tarihi
Ders kitaplarında; Asurîler ve Keldanilere Fırat ve Dicle nehirlerini suladıkları
alanların beşiklik ettikleri görülür.
192
Ahmet Refik Kitabında Asuriye’nin neresi olduğunu şu şekilde belirtir:
Fırat ve Dicle nehirlerinin membalarından denize döküldükleri yere kadar
geçtikleri geniş havali birbirinden ayrı üç parçadan ibarettir: İki nehrin tekmil
yukarı havzasını ve bilhassa Asuriye’yi ihtiva eden şimal kısmı;
Mezopotamya’dan teşekkül ederek Dicle ile Fırat’ın orta vadileri arasına uzanan
orta kısmı; öbürü de, cenubi kısım. Bu kısımda asıl Keldaniye ile Elam memleketi
vardır. Asuriye esasen Dicle vadisindedir. Şimalen Van havalisi, şarken Medya,
cenuben ve garben Mezopotamya ile mahduttur (1929: 22–23).
Asuriyenin alanlarını Ahmet Refik’e paralel düşüncelerle ifade eden Ali Reşat
kitabında göçebe bir topluluk olarak nitelediği Keldanilerin vatanlarının neresi olduğun ait
şu bilgileri verir:
Göçebe Samilerin ilk defa işgal ettikleri kıt’a eski Yunanlıların “iki nehir
arasında memleket” manasına gelen Mezopotamya ve Arapların “Elcezire” adını
verdikleri Frat ve Dicle nehirleri arasıdır. Şarkı Anadolunun yüksek dağlarından
inen bu nehirler Arabistan çölünün imtidadı hükmünde bulunan çorak yaylada
geniş mecralar açarak cenuba doğru akarlar, feyezanlarile toprağa kuvvei
imbatıye bahşederler, mümbit arazi hilalinin şark tarafını vücude getirirler. Asıl
Mezopotamya bunların mecralarının orta kısmıdır; birleştikleri noktaya
yaklaşırken geniş bir ovayı iki taraftan sararlar ve taşıdıkları topraklrda
müteşekkil arazi lahkiye “Alluvions” Sinear veya Keldaniyeyi vücude getirirler
(1929: 30).
Ali Reşat Bey’in Sinear hakkında bilgi verirken Sinear’ın Nil’in deltası gibi olduğunu
söyler ve nehirlerin hediyesi olduğunu kabul eder. Fakat aynı paragraf içinde verdiği şu
bilgi öğrenci açısından nesnelerin tarihini sürmesi açısında uygun olma ihtimaline karşı bir
çıkmaz oluşturur: “Toprağın her tarafı gayet mümbit balçıktır. Arpa, buğday, darı burada
yetişir. Bu hububat ilk defa bu ovada ekilmiş, oradan Mısra ve Avrupa’ya geçmiştir”
derken hangi bitkiyi kastettiği tam anlaşılmaz (1929: 30).
Ali Reşat Bey Asurîler ve Keldaniler” bölümünde en dikkat çekici nokta Elamlılar ve
Sümerlileri incelerken, Sümerlerin Türkler ile aynı ırktan olabileceğine ait
değerlendirmedir.
193
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Ovada Sümerliler yaşamakta idi. Kısa boyu, geniş yüzlü, sakal ve saçları
tıraş edilmiş, uzun yün espaplar giyen Sümeriler ne Sami, ne de Ari idiler.
Dillerinin komşu milletlerin dillerinden hiçbiri ile karabeti yoktu. İhtimal ki
meçhul bir zamanda İran tariki ile Türkistandan Sineara gelmişlerdi. Türklerin
mensup oldukları ırktan oldukları pek muhtemeldir (1929: 31).
Ali Reşat Bey kitabında; Sümerlerin, fiziki özelliklerinde kültürel özelliklerine kadar
bir sürü açıklamalarda bulunmasına rağmen Sümerlerin Türklüklerine delil olabilecek
özellikler üzerinde durmaması ve iki toplumun benzer kültürel özelliklerini
karşılaştırmaması Sümerlerin Türk olma ihtimali ile ilgili tezi oldukça yaban bırakır.
Ahmet Refik de kitabında, Ali Reşat gibi Sümerlerin; Sami ve Ari kavmi
olmadıklarını meçhul bir zamanda İran’dan geçerek Türkistan’dan buraya geldiklerini
vurgular. O da direkt olmasa bile dolaylı olarak Sümerlerin Türk olduğuna vurgu yapar.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
Dicle ile Fırat havzasında tarihin idrak eylediği en eksi kavimlerden,
Sumerliler cenupta, Akkatlılarda şimalde otururlardı. Akkatlıların merkezi Agade
şehri idi. Akkatlılar sami kavmlerdendi. Sumerliler ise ne sami, ne de ari
kavmlerdendi. Bunlar mechul bir zamanda İran’dan geçerek Türkistan’dan
buralara gelmişlerdir (1929: 23).
Asurîler ve Keldanilerin, medeniyetlerinin birçok noktalarda birbirine benzeyen,
fakat bazı yönlerden birbirlerinden ayrılan iki topluluk olduklarını söyleyen Ahmet Refik’e
göre; hükümdarlar yetkileri itibari ile diktatördüler. Hükümdarlar, siyasi otoritenin başı
oldukları gibi sosyal, askeri ve dini hayatında en büyük uygulayıcılarıdır
Ahmet Refik bu konuda şu bilgileri verir:
Asuriler ile Keldaniler, medeniyetlerinin birçok notalarında birbirine
benziyen, fakat bazı cihetlerde yekdiğerinden ayrılan iki kavm teşkil ederlerdi.
Ninva’da ve Babil’de siyasi müessesler hep birbirinin aynı idi. Hükümdarın
selahiyeti müstebidane idi. Hükümdarlar aynı zamanda dinin başrahibi, ordunun
başkumandanı, tebaanın da hakimi mutlakı idiler (1929: 31)
194
Ali Reşat Bey ve Ahmet Refik, Dicle ve Fırat havzasının bilinen olan en eski ahalisi
Sümerliler ile Akatlılar olduğu konusunda hem fikirdirler. Daha sonra memlekete Sami
kabileler gelirler, bu muhtelif kabileler birbirine karışarak Keldaniye ve Asuriye halkını
oluşturlar. Keldaniye’nin ilk halkı, setler ve kanallar aracılığıyla nehrin akışını düzenlerler.
Birçok şehirler tesis ederler ki, en kudretlisi Babil’dir. Babil onların zamanında dünyanın
en meşhur başkentlerinden biri olur şeklindeki değerlendirmeleriyle siyasi tarih dışında
şehir tarihi ile ilgilide öğrenciye bilgi verirler (Ali Reşat, 1929: 34–38, Ahmet Refik,1929:
22–29).
Ahmet Refik kitabında, çok az başvurdukları olaylara tanık gösterme
yöntemini de kullanarak Babil hakkında şöyle der:
Babil esasen büyük bir şehirdi. Asuriye hükümdarlarından bazıları orada
mabetler ve saraylar yaptırmışlardı. Fakat Buhtunnasır eski beldeyi kamilen başka
bir şekle soktu. Yaptığı eserler o kadar çok ve o derece büyüktü ki, pek çok
zamanlar şehrin banisi o zannedildi. Herodot, beşinci asırda, yani Buhtunnasır
tarafından tezyin edildikten sonra Babil’i gezmiş. Diyor ki: Bildiğim şehirlerin
hiçbiri Babil kadar zarif değildir (1929: 29).
Ali Reşat Bey de Babil över ve Herodot’un Babil’i gördüğünü ve Babil hakkında
çokça bilgi bıraktığını söyler. O, Babil hakkında şöyle der:
Birçok defalar yağma ve tahrip edilmiş olan Babil yeniden yapıldı, büyük
ve mamurbir şehir oldu. Rahipleri Tep ve Ninva artık mevcut olmadığından
Babil cihanın en büyük şehri idi. Herodot bu şehri görmüş ve bize Babil
hakkında çok tafsilat bırakmıştır(1929: 40)
Kitaplarda sosyal, siyasi ve ekonomik olarak adeta birbirlerinin tamamlayıcısı olan
Asurîlerler ve Keldanilerin ahlaki bakımdan ise birbirlerinden farklı oldukları vurgulanır.
Ayrıca ders kitaplarında Asurîlerin ahlaki karakterleri için oldukça aşağılayıcı ifadeler
kullanılır. Onların; yağmacı, işkenceci, teşhirci, vahşi, imhacı, savaşçı, zalim ve kana
doymaz bir kavim oldukları betimlenir. Ali Reşat Bey’e göre, Asurîler bu özelliklerini
195
yeryüzünde varolan canlı ve cansız bütün varlıklar ve hatta ölüler için bile kullanmaktan
geri durmazlar.
Ali Reşat Bey Asurî hükümdarları ile ilgili şöyle der:
Asurîlerin hâkimiyeti pek az devam etti. Bunun sebebi kendilerinin
beyhude yere kan dökmeleri ile idare tarzlarıdır. Asuri hükümdarları yağma,
işkence, mağlup milletleri imha hususunda emsalsiz idiler. Bu hükümdarlar
zamanımıza kadar gelen kitabelerde okunduğu üzre, maktullerin başlarını kesip
saraylarının duvarlarında teşhir etmekle iftihar ediyorlar; canlı esirlerin ellerini,
ayaklarını, dillerini keserlerdi; düşman reislerinin derilerini canlı iken
soydururlar, bunları zafer nişanesi gibi teşhir ederlerdi; yüzlerce mağlupları diri
diri kazığa vurdururlar, esirleri duvarlar kapayarak öldürürlerdi; kesilmiş
başlardan ehramlar yaparlardı. Şehirlerin yakılması, ağaçların kesilmesi,
tarlaların tahribi, mahsulatın imhası, hulasa hertürlü mezruat ve san’at
mahsulatının bir usul ve kaide altında yok edilmesi zaptolunan memleketlerde
her vakit tatbik edilen bir muamele idi. Ölüler bile Asurilerin zulüm ve
vahşetlerinden kurtulamamıştır. Asurbanipal Elam hükümdarlarının mezarlarını
açtırmış, ahrette sükun ve rahattan mahrum kalmaları için kemiklerini alıp
götürmüştü.
Bu derece zulüm ve vahşet, tabii mağlup milletlerde teskini kabil olmayan
bir intikam hissi uyandırdı. Asuriye ordusu zaptettiği bir memleketten gider
gitmez mağlup kavm isyan ederdi.Bunun için Asuriye hükümdarları mağlup
kavmleri büyük kafilelerle başka memleketlere götürmeğe başladılar. Aralarında
askerlik pek üstün gitmişti. Şehirlere hücum ve şehirler zaptetmeyi bilirlerdi.
Mağluplara, esirlere en vahşiyane mücazatalar tatbik ederlerdi. Aslan, yabani
boğa gibi vahşi hayvanlar avlanmaktan zevk alırlardı(1929: 38).
Ali Reşat Bey’in kitabında Asurîler için kullanılan bu olumsuz ifadelerin benzeri
Ahmet Refik’in kitabında da kullanılır. Ahmet Refik Asurîler ile ilgili söylediklerini kendi
fikri olarak değil, Lönorman’dan alıntılayarak aktarır. Ayrıca, Asurîlerin bu davranışlarını
sebebe bağlayarak Ali Reşat Bey’den farklı davranır
Ahmet Refik Asurîlerin ahlaki karakterleri için şöyle der:
Eski Asya’nın Romalıları denilen Asurîler haddi zatinde kaba ve cenkçi bir
kavimdi. Muharebelerde çevik, fakat sonderece vahşi, kana ve yağmaya düşkün,
hükümdarlarına sadık, harikulade mağrur, mahrumiyetlere dayanıklı, hileye ve
ihanete meyyal, tehakküm hissine bilhassa müstait, faal ve sebatlı idiler.
(Lönorman). Bu Haşim ve azimkârane tabiat belki Asuriye ikliminin sertliğinden
ve memleket ahalisinin tabiate ve vahşi hayvanlara karşı daimi bir mücadelede
bulunmasından ileri geliyordu. Asurîlerin bu tabiatleri bilhassa kendilerinin askeri
196
evsafında, düşmanlarına karşı yaptıkları zulümlerde ve büyük av için gösterdikleri
iptilalarda görülür 1929: 31).
Ders kitaplarında Asurîler için kullanılan olumsuz ifadeler Keldaniler için
kullanılmaz. Ahmet Refik’e göre sınıflara bölünmüş sosyal yapıları için Rahiplerin en
önemli sınıfını oluşturduğu Keldaniler, Asurilerden daha fazla barışı sever, halim ve alim
insanlardır. Ahmet Refik’e göre onların hayatlarında da savaşlar olsa dahi savaş onların asli
işi değildir Onlar daha çok bilim ve ticaret ile uğraşırlar
Ahmet Refik Keldaniler ile ilgili şöyle der:
Keldanilerin tabiatleri Asurîlerinki kadar kaba ve zalimane değildi. Nil’in
aşağı vadisini andıran sıcak ve mahsüllü bir ovada oturan Keldaniler, Asurîlerden
ziyade sulh işleri ile meşgul olurlardı. Vakıa onlar da harbederler, onlar da iyi bir
asker oldukalarını gösterirlerdi; fakat harp onların en sevdikleri meşguliyetlerden
değildi. Medeniyetleri Asurîlerinkinden daha ziyade debdebeye ve zevke mevki
verirdi. Keldaniye hey’eti ilmi sınıflara ayrılmıştı. Babil’de tacir ve sanatkâr
sınıfları mevcuttu. Köylerde çiftçi ve balıkçı sınıfları yaşardı. Keldaniye’deki
sınıfların en birincisi ve en nüfuzlusu rahipler sınıfı idi. Rahipler âlim adamlardı.
İlim onların mesaisi sayesinde Babil’de çok ileri gitmiştir(1929: 33)
Keldaniyelilerin ilimleri ile ilgili ders kitaplarında şu bilgilere ulaşılır: “Rahipler,
Babil halkının en eskileridir. Bunlar devlet içinde Mısır’da rahiplere eşit bir sınıf teşkil
ederler. Mabutlara ibadet görevi ile sorumlu oldukları için, bütün ömürlerini felsefe ye
ayırırlar. Bundan dolayı bilgecilikte büyük bir şöhret kazanmışlardır. Bilhassa falcılıkla
uğraştıkları için geleceği önceden bilebilmektedirler. Keldanilere göre dünya doğal olarak
ebedidir. Öncesi olmadığı gibi sonrası da yoktur. Onların felsefesine göre maddenin düzen
ve uyumu ilahi bir kudretin denetimindedir. Her şey mabutların hâkim ve değişmeyen
arzuları ile meydana gelir. Keldaniler pek eski zamanlardan beri yıldızlar ile ilgilendikleri
için, onların seyirlerini oldukça doğru bilirler. Dolayısıyla “hey’et” Keldanilerin en
sevdikleri ilimdir. Keldaniler ay ve güneşin hareketlerini takip ederek yıldızların
gezegenler içindeki farkını anlamışlardır. Zühre, Merit, Utarit, Müşteri, Zühal gibi beş
gezegeni keşfetmişlerdir. Her senenin başında sonuna kadar güneşin aralarında geçiyor gibi
göründüğü on iki burcu saptamışlar. Bu on iki burç ile Burçlar çerçevesini meydana
getirdiler. Keldanilerde “hey’et” ile birlikte matematikte gelişmiştir. Keldaniler birçok
197
matematik kitabı yazmışlardır. Bunların bazı parçaları Ninva’da, Assurbanipal’in
sarayındaki tuğla levhalar üzerinde görülmüştür. Pisagor’un “çarpım tablosu”nu bunlarda
aldığı ihtimal dâhilindedir (Ali Reşat, 1929: 42,Ahmet Refik,1929: 33–34).
Asurîlerde ve Keldanilerde devlet yönetimi ile ilgili Ali Reşat Bey kitabında, devletin
birinci görevinin verimli Mezopotamya toprağının düzenli bir şekilde ekilip biçilmesini
sağlamaktır (1929: 46). Devletin bu görevi, öğrenci bakış açısına göre yorumlanırsa,
temel üretimin tarım olduğu bir toplumda devletin böyle bir görevi kendisine ilke edinmesi
tarihin milli unsurlara destek olarak kullanılması olarak nitelendirilebilir. Öğrenci,
devletin toplumun başat güçlerini görevi bilmesi, üretimde süreklilik ve düzen sağladığını
görmesine milli unsurları koruma adınaa olumlu bir etki sağlayacağı düşünülebilir.
Mezopotamya örneği bu açıdan değerlendirildiğinden neticeler daha anlamlı olur. Zaten
konunun devamında durum daha netleşir. Ders kitapları yazarlarına göre, Asurîler ve
Keldanilerde hükümdar ziraate, toprağı sulamak için kanallar açılmasına, bunların iyi
korunmasıyla yakından ilgilidir. Babil salnamelerinde bir hükümdarın şan ve şerefi açtığı
veya iyi bir halde koruduğu kanallar adedi ile ölçülür. Hasattan sonra ürün ya memleket
dâhilindeki istiklak yahut bazı sanayide başka şekle tahvil etmek komşu veya yabancı
kavimlere satmak sureti ile iyi idare önem kazanır. Samiler bu konularda uzmandırlar.
Yazarlar bu betimlemeleriyle lider eksenli bi siyasi tarihi yüceltirler
Ali Reşat Bey kitabında, Samileri hileci ve tamahkâr olarak niteler ise de övücü
ifadeler ile bu konuda şöyle der:
Bir memleketin tabii membalarından istifade eylemek, mahsulât ve
mamulâtı trampa etmek veya başka yerlere götürmek Samilerin en ziyade meşgul
oldukları bir iş idi. Bunun için bir metot dâhilinde iş görmek, sabretmek,
alışverişte mahir olmak, iyi hesap etmek, bazan hile ve tamahkârlığa kadar ileriye
varmak bunların en ziyade tekâmül etmiş vasıflarıydı. Zamanımızda olduğu gibi
eski zamanlarda da Samiler cihanın en mahir ve kuvvetli tacirleri olmuşlardır
(1929: 47).
Samiler örneğinde olduğu gibi, belli bir toplumun belli bir coğrafya ve belli bir
zaman boyutunda sahip olduğu kimlik, ürettiği değerler dünyasına dayalı psikolojik,
198
sosyolojik, siyasi ve ekonomik yapı taşlarından oluşan kültür, bir ülkenin tarihsel güç
verilerini sağlayan önemli unsurlardan olduğu düşünülebilir
Fenikeliler Tarihi
Şark milletleri içinde incelenen devletlerin hepsinde coğrafi olarak karalar önemli bir
yer işgal etmesine rağmen Fenikeliler’in tarihinde denizler daha önemli bir rol oynar.
Ali Reşat Bey kitabında Fenikelilrin kim olduklarını incelerken onların Basra
körfezinden Akdenize gelmiş gemiciler olduklarını Yunan tarihçi ve coğrafyacılarının
beyanları ile vurgular. Ona göre Fenikeliler göçler yolu ile bu bölgeye geldikleri için saf bir
ırk değillerdir. Çeşitli ırkların karışımıdır diyerek coğrafi etkenlerin ırklar üzerindeki
etkisini betimler.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Fenikeliler lisan ve din itibari ile Sami kavmlerdendir. Yunan
müelliflerinden Herodot ile Istrabon bunların birçok kavmlerin muhaceretleri
sırasında Basra körfezinden Akdeniz kenarlarına doğru gelmiş gemiciler
olduğunu beyan ediyorlar. Bu hicretin Aramilerin Suriyeye geldikleri tarihe
rasgelmesi muhtemeldir. Sami muhacirler Akdeniz kenarlarında başka ırklara
mensup kimseler buldular. Daha sonra, denizden gelen başka kavmler de Suriye
sahillerini işgal ettiler. Bunun için Fenikeliler dediğimiz kavm ırk itibarile çok
karışıktır (1929: 66).
Ahmet Refik kitabında, Fenikelilerin coğrafi konumlarını açılarken; Suriye sahiline
zamanında Fenike dendiğini belirtir. Ona göre, Fenike, Akdeniz ile Lübnan dağları
arasında sıkışmış uzun bir arazi parçasıdır. O Fenikelilerin ziraate kabiliyetli olmadıklarını
söyler. Ona göre Fenikeliler Lübnan dağlarında gemi yapmaya yarayan keresteyi bol bol
bulmaktalar. Bunun için Fenike doğanın gereği olarak, gemici ve tacir memleketi olmaya
layıktır. Dolayısıyla varlıklarını devam ettirmek için doğa da kendilerine başka iş alanı
oluştururlar ve oldukça iyi limanlar yaparlar gibi aktarımları ile neden denizcilikte
ilerlediklerini örneklendirmeye çalışır (1929: 41).
199
Fenikelilerin tarihinde toprağa bağımlılığın olmaması ve limanların önem kazanması
onların limanlara yakın yerlerde İlk Çağ tarım toplumlarından farklı olarak şehirler
kurmalarını sağlar. Her toplum tarih içinde farklı bir özelliği ile devamlı olarak hafızalarda
yer ederler. Fenikelerden hafızalara yer eden izdüşüm ise denize olan bağımlılıkları ve
kurdukları şehirlerdir. Öğrenci bu farklı izdüşümler ile medeniyetleri belleklerine kodlar.
Kodlamanın iyi ve kalıcı olması için medeniyetler ait “öz” değerlerin ve/veya oluşumların
farklılık oluşturacak şekilde aşağılayıcı ve küçümseyici ifadelerden arındırılarak
işlenmesidir. 1923–1930 yıllarında ki tarih ders kitaplarında bu “öz” değerlerin
işlenmesinde öznellikler ön plana çıkmasına rağmen dönemin milliyetçi söylemi, sosyal ve
siyasal şartları göz önünde tutulduğunda ve kendinden olmayana karşı tavır belirleme
duygusallığı ile ölçüldüğünde makul karşılanılabilir.
Fenike şehirleri ile ilgili Ahmet Refik şöyle der:
Fenike şehirlerinin bir kısmı sahile yakın adacıklar üzerine bina olunmuştu.
Limanları, adacığı kara kısmından ayıran bir cetvel vasıtasile teşkil edilmişti. Bir
kısmı da, denizlere doğru ilerliyen burunların eteğine ve yüksek denizlere karşı bu
burunlarla muhafaza olunan ufak bir koyun nihayetine yapılmıştı. Şimalden
cenuba doğru Fenike’nin başlıca şehirleri şunlardı: Cebel, Sidon, Tir. Bu
şehirlerin her biri, kanunları ile kanunu esasileri ve hükümet tarzları ayrı ve
müstekil birer ufak devletti. Fenike tarihinin ilk zamanlarında bu şehirlerin en
kudretlisi Cedel’di. Fakat Sidon ile Tir, sair Fenike şehirlerin bir çoğuna tefevvuk
ettiler, ve Feniken’nin hakiki merkezleri oldular (1929: 41)
Tarihte Fenikelilere deniz göçebeleri de denildikleri görülür. Aramiler ile
Beniisrailin Kum denizinden yaptıkları ticareti Fenikeliler denizde yaparlar; çölde İrandan
Mısıra doğru giden deve ve eşek kervanları yerine gemilerle doğunun mallarını, insanlarını,
inançlarını Akdeniz’in bir tarafından diğer tarafına götürerek insanlık ortak mirasına
katkıda bulunurlar. Fenikelilerin insanlığın ortak mirasına katkıları yalnızca bunlar
olmadığı ders kitapları incelendiğinde görülür. Fenikeliler iplik yapmak, kumaş dokumak
ve boyamak, çanak çömlek, cam imal etmek san’’atlarını Mısırlılardan öğrenmiş
olmalarına rağmen bu san’atları ilerletirler. Şeffaf cam Fenikeliler tarafından icat edilir
(Ali Reşat, 1929: 68). Fenikelilerin buluşları ve mevcut san’atlara katkılarının öğrenciye
sağlayacağı eğitimsel fayda, bilimler ve sanatların her hangi bir ulusun malı olmadığı
bunların çeşitli uluslar ve kişilerin katkılarıyla geliştikleridir. Ayrıca sosyal ve siyasal
200
şartlar gibi coğrafi şartlarda insan zekâsında farklı san’atların ve uğraşların oluşmasına ve
olgunlaşmasına sebep olduğu gerçeğidir.
Ali Reşat Bey kitabında Fenikelilerin çokça buluşlarını sıralamasına rağmen
Fenikelilerin mucit değil tacir olduklarını belirterek insanlık medeniyetine katkılarını
küçümser bir tavır sergiler ve kendi düşünceleri ile çelişen ifadeler kullanır ve zorlama
çıkarsamalarda bulunur. “Elifbanın icadı ve tamimi” konusunun giriş paragrafında
Fenikelileri övücü açılmalar da bulunurken konunun diğer paragraflarında Fenikelilerin
taklitçi olduğunu belirtir.
Ali Reşat Bey “Elifbanın İcat ve Tamimi” konusunun giriş paragrafında Fenikeliler
ile ilgili şöyle der:
…yazı yazmamıza ve düşüncelerimizi başkalarına tebliğe vasıta olan
elifbayı Fenikelilere medyunuz. Fenike tacirlerinin Avrupaya götürdükleri şark
mahsulât ve mamulâtından hiçbiri kıymet ve ehemmiyet itibarile elifba ile kıyas
olunmaz (1929: 75).
Ali Reşat Bey’in bu düşünceleriyle çelişen aynı sayfa içindeki Fenikeliler ile ilgili
diğer düşüncesi ise şöyledir:
… Fenikliler mucit değildirler; yalnız komşularının yazılarında en basit
şekler hangileri olduğunu bulmuşlar, onları almışlardır. Fenikelilerin Mısırın
Hiyeratik denilen ihtisar edilmiş, sadeleştirilmiş yazısı içinden alfabeyi aldıkları
zannolunmuş ise de bu, tarihçe sabit olmuş bir hakikat değildir (1929: 75).
Ali Reşat Bey’in Fenikelilerin mucit olmadıkların ait sebepleri hakkındaki düşüncesi
ise şöyledir:
Fenikeliler ticaret âleminde çok terakki etmekle beraber Mısır, Keldaniye,
Yunanistan gibi orijinal medeniyetler yaratan büyük memleketler ile Akdenizdeki
müşterileri arasında vasıtada ibarettiler. Sanayii nefisede hiçbir şey icat etmediler;
bununlaberaber Fenike atelyeleri Mısırda, Keldaniyede imal olunan en güzel
şeyleri taklide ve bunları Adalar denizi, Yunanistan, İtalyadaki alıcıların
zevklerine göre değiştirmekte çok mahir idiler. Muhtelif eşyanın tarzı imalini
terakki ve tekemmül ettirmişlerdir (1929: 72).
201
Ali Reşat, Fenike “Medeniyeti” bölümünde Fenikeliler ilgili mucit olmadıklarına ait
düşünceleri, “ Milletler Arasında Deniz Ticareti” konusundaki bilgiler ile eşleştirildiğinde
tekrar çelişen düşünceler oldukları görülür.
Ali Reşat Bey Fenikelilerin buluşları ile ilgili şöyle der:
Mısırlılar sun’i inci ve küçük mücevherler yapmak için gayrişeffaf cam
yapmağı, kezalik üfliyerek vazolar ve saire pek çok zamandan bilirlerdi. Fakat
şeffaf cam Fenikeliler tarafından icat edilmişti (1929: 68).
Tarihçi, tarihsel olayları anlatırken duygusallık ve öznellik anaforuna kendini fazlaca
kaptırdığında, tarihsel realite olarak peşine düşülen olaylar, karşı tarafın daima haksız,
düşünce ve eylemlerinin yanlış olduğu şeklindeki önyargılılık öğrenci açısndan açıklanması
zor bir paradoks oluşturarbileceği söylenebilir.
İbrani Devleti Tarihi
Filistin’in neresi olduğunu Ali Reşat Bey kitabında yön haritasında yararlanarak şu
şekilde belirtir:
Küçük Asya ile Mısır arasında şimalden cenuba doğru hemen bir müstekim
hat istikametinde uzanan sahilin arkasında Fratın garbindeki kum çölüne kadar
uzanmış dağlık bir memlekt vardır. Lübnan ve Antilübnan ismindeki iki yüksek
dağ silsileleri arasında bulunan kısmı Suriyedir. Dağların daha alçak olan tarafı
Filistindir (1929: 54).
Ahmet Refik’te benzer yöntem ile Filistin’in coğrafi konumu hakkında bilgi verir.
Ona göre, Filistin halkı çeşitli ırka mensup kavimlerden oluşur. Ahmet Refik, buraya
sonradan yerleşen İbranileri zorbacı bir kavim olarak gösterir.
Ahmet Refik bu konuda şöyle der:
Filistin ahalisi muhtelif ırka mensup kavmlerden müteşekkildi. Sahilde
Filistinliler cenupta, Fenikeliler de şimalde otururlardı. Akdenizle Yurden nehri
arasındaki Arzıkenan yerli ve çiftçi kavmlerde meskûndu. Bunlara Kelaniler
denirdi. Yurden nehrinin şarkı ile cenubunda göçebe kavmler otururdu. Bunlar
ekseriya Arzıkenan’a hücum ederler, oradan zengin ganimetler alırlardı. Filistinde
202
en mühim vazife ifa eden kavm, İbranilerdir. İbraniler Filistin’e sair kavmlerden
sonra geldiler, oraya zorla yerleştiler (1929: 56).
Ali Reşat Bey Kenanilerin ve İbranilerin kim olduklarını açıklarken Kenaniler
hakkındaki Tevrat’taki rivayetleri kabul etmez fakat geçerli bir delil de öne sürmez. İstilacı
olduklarını nitelediği İbranilerin ise Beniisrailler olduklarını belirtir.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Filistinde Kenaniler adile maruf olan Samiler sakin idi. Tevratın rivayetine
göre güya bunlar Hamın evladından Kenanın neslinden türedikleri için
kendilerine bu nam verilmiş, memleketlerine de Kenaneli denilmişti. Hâlbuki
Kenanliler öteki Samiler gibi ilkönce Basra körfezi kenarlarında sakin iken pek
eski zamanlarda Filistine hicret etmişlerdi… Tarihin layıkıyle tayin edemediği bir
zamanda, milattan evvel bir zamanda, milatan evvel 1,400 ile 1,5000 arasında
şarktan gelen bir göçebe kavm Filistini istila etti. Bunlar erden nehrinin öte
tarafından geldikleri için Kenaniler kendilerine “karşı taraf adamları” manasına
“İberiler – İbraniler Hebreux” namını verdiler. Asıl kavm kendisine Beniisrail
adını vermekte idi (1929: 55).
Ali Reşat Bey, Beniisrail tarihinin kaynaklarını açıklarken bu kavmin yazgı’ları
itibari ile zayıf ve önemsiz olduklarını belirtir. Fakat sözlerinin devamında onlar için övücü
ifadeler kullanır ve onların Allah tarafından seçilmiş ve üstün bir ırk olarak yaratıldıkları
Tevrataki rivayetlere dayanarak belirtir. Ancak daha sonra Beniisraillerin birinci kaynakları
olan Tevrattaki yazılı olayların doğru olmadıklarının âlimlerce ispatlandığını söyler
Kutsal kitap Tevratı, insanların rivayetler ile oluşturduğu kitap olarak belirten Ali
Reşat Bey Beniisrail kaynakları hakkında şöyle der:
Bu küçük kavm pek zayıf ve ehemmiyetsizdir. Fakat şark âleminde
medeniyet ve bilhassa din noktai nazarından oynadığı rol pek mühimdir. Tenha
derin tefekkür ve müteleaya müsait çöl hayatının tevlit ettiği evsafa malik olan
İbraniler sade hayata, ailevi faziletlere, istiklallerine merbut idiler, komşularına
karışmamışlardı… Başka kavmler Allahı tanımıyorlardı; onun için Allah bütün
kavmler arasından İbranileri ayırmış, kendisinin müntehap kavmi yapmış ve
insanların arasında hakiki Allah fikrinin neşrine memur etmişti… İbranilerin
gölde, Filistinde geçirdikleri hayata ait vak’aların hepsi Allah tarafından
kendilerine verilmiş olan vazifenin, memuriyetin icabatından addolunmuştur.
Nihayet bütün bu rivayetler, pek çok zaman sonra, Tevrat namı ile bir kitapta
toplanmıştır. Bu sayede ne Mısriler, ne de Keldaniler için mevcut olmıyan bir şey,
203
yani bir kavmin kendi tarihini bizzat yazması İbraniler için mümkün olmuştur.
Filhakika Tevrat Beniisrail tarihinin birinci derecede membaıdır. Fakat bu kitapta
yazılı olan vak’alar bitmez tükenmez münakaşalara sebep olmuştur. Âlimler
Beniisrailin tarihi Tevratta yazılı olduğu gibi değil, büsbütün başka türlü
olduğunu ispat etmişlerdi; Tevratın rivayetlerine doğru olmadı, hele Tevrat
muharrirlerinin tarihi vak’aları tasnifte çok yanıldıklarını koymuşlardır (1929: 56)
Ahmet Refik’te kitabında, Tevratın Beniisrailler tarafından yazıldığını ve kitaba
Mukaddeslik sıfatının onlar tarafından verildiğini belirtir. Birbirinin devamı olan
kitaplardan oluşan Tevratı, O da Ali Reşat Bey gibi İbranilerin en önemli kaynağı olarak
kabul eder:
Ahmet Refik Tevrat hakkında şöyle der:
İbranilerin tarihi, dünyanın yaradılışından itibaren, gene kendileri
tarafından, naklolunur. İbranilrin tarihi, kendilerinin Mukkades kitap dedikleri
Bibl’de yazılıdır. Mukaddes kitap iki kısımdan mürekkeptir: Ahdi atik, ahdi cedit.
Ahdi atik, Tevrat, Ahdi cedit İncil’dir. Tevrat mütaaddit kitaplardan mürekkeptir
(1929: 56).
Ali Reşat ve Ahmet Refik’in ders kitaplarında İbraniler hakkında dikkat çekici
bir notada kendisine Allah tarafında dört büyük kitaptan biri vahyedilerek peygamberlikle
görevlendirilen Hz. Davut ve yine ismi Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de
geçen ve Müslümanlarca kendisine kudsiyet atfedilen Hz. Süleyman’dan bahsedilirken
sırada insanlarmış gibi bahsedilmesidir
Ali Reşat Bey Hz. Davut ve Hz. Süleyman için şöyle der:
Nihayet, Beniisrail Filistinlere karşı ittihat etmek lüzumunu takdir ettiler;
Taludu hükümdar intihap eylediler. Talut Filistinilere galebe ettise de kendisi de
bir muharabede maktul düştü. Bundan sonra Beniisrailin bir kısmı Talutun
oğlunu, öteki kısmı Davudu hükümdar tanıdılar. İkisi arasında birkaç muharebe
oldu; nihayet bütün Beniisrail Davudun saltanatını kabul ettiler… Süleyman
Beniisrail hükümdarlarının en zengini ve en kuvvetlisi idi. Saltanatı zamanında
muharebe olmamaış ve Beniisrail emniyet altında bulunarak herkes “kendi
asması ve incir ağacı altında” rahatça yaşamıştır (1929: 58–59)
204
Ahmet Refik Hz. Davut ve Hz. Süleyman için şöyle der:
Talut öldükten sonra bütün İsrail Davut’u Melik tanıdı. Beni İsrail,
Davut’un zamanında, ikbalinin en yüksek mertebesine vasıl oldu. Ozamana kadar
Beni İsrail payıtahtları yoktu. Davut iyi bir payıtaht tesis etmek için, Kenanilerin
Yebuz şehrini zaptetti. Adını Sabyun (Kudüs) koydu… Davut’un son seneleri
matemler ve dâhili harpler ile geçti. Sevgili oğlunu kaybetti. Diğer bir oğlu da
kendisini tahtından indirmek için ayaklandı. Nihayet Davut vefat etti. Beni İsrail
Davut’un yerine başka bir oğlunu, Süleymanı intihap ettiler
Süleyman babasının yerine geçtikten sonra, kavminin idaresine çalıştı.
Süleyman yalnız hâkim ve adil bir Melik değildi, ayni zamanda bir idare adamı
idi. Beni İsrail onun zamanında olduğu kadar hiçbir zaman refah ve servet yüzü
görmedi. Zamanında hiç harp olmadı 1929: 59–60).
Tarihçi içinde yaşadığı kültürün bir parçasıdır. Bilimin en önemli özelliklerinde birisi
nesnel olmasıdır. Bilim için nesnellik, kültürel değerlerin işlenişinde tarihçinin nesnelliği
değildir. Tarihçi farklı değerler karşısında tarafsız düşünebilir ve düşünmelidir. Ama
nesnellik adına tarafsız olununca asıl nesnel olan kültürel değerlerin uygulayıcısı bireylerin
duygularının hiçlenme tehlikesi oluşur. Kültürel değerler, bu değerlerin uygulayıcısı
bireylerin sempatisi ve saygısıyla tarihleşirler. Kültür dışı bireyler ise kültüre karşı empati
güçlerini kullanarak kültürün tarih olmasına katkı sağlarlar. Tarihçinin kültürel değerleri,
doğa nesnesi gibi ele almaları kültürel nesnelliklerini sınırlar ve tarihçiyi nesnellikten
uzaklaştırır ve tarihçi adına en büyük sorun olan güvensizlik doğar.
205
Yunanlılar Tarihi
Ders kitaplarında “Yunanlılar” ile ilgili konular ve kullanılan görsel materyaller ve
adetleri aşağıdaki tabloda görüldüğü gibidir.
Tablo 4.10. Yunalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri
YUNANLILAR
KONULAR Resimler Haritalar
1* 2**
1
*
2
**
1*
2
**
I. Coğrafi Muhit
1. Yunanistan,
eski devirler
25 33 3 1
II. Adalar Denizi
Medeniyeti
2.Esatir:
Mabutlar,
Kahramanlar
III. İlahlar
ve Kahramanlar
3. Isparta,
ahali, terbiye, ve
müessesat
IV. Isparta
4.Atina, Atina'nın
ilk devirleri
V. Tiranlar
5. Yunan
Müstemlekeleri
VI.
Atinanın İlk
Devirleri
6. Beşinci asırda
Yunan mrdeniyeti
VII. Yunan
Müstemlekeleri
7. Medya
Harpleri
VIII.
Milattan Evvel
Beşinci Asra
Kadar Yunan
8. Atina
Demokrasisi
Periklis asrı
206
Medeniyeti
IX. Medya
Harpleri
9. Atina'da hususi
hayat, san'at ve
edebiyat
X. Atina
İmparatorluğu
10.
Peloponnisos
harbi. Isparta ile
Tive'nin
tefevvuku
XI. Atina
Demokrasisi
11.
Makedonya
hakimiyeti.
İskender ve
seferleri
XII.
Pelopones
Muharebeleri
12. Yunan
krallıklarının
teesüsü. Şarkta
Yunan
medeniyeti.
XIII.
Ispartanın
Tefevvuku
13.
Yunanistan'da son
mücadeleler,
ittifaklar ve
fütuhat
XIV. Tebin
Tefevvuku
XV.
Makedonyanın
Tefevvuku
207
XVI.Yunan
Krallıklarının
Tesisi
XVII.
Yunanistanda Son
Mücadeleler
1* = Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-I kitabı
2** = Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I kitabı
Ali Reşat Bey kitabında “Yunanlıları”ı; On yedi başlık altında incelemiştir. Görsel
materyal olarak, üç harita, yirmi beş resim kullanmıştır. Ahmet Refik ise kitabında
“Yunanlılar”ı; on üç başlık altında incelemiştir. Ahmet Refik Yunanlılar ünitesini işlerken,
Ali Reşat Bey’den farklı olarak Yunan coğrafyasını birinci başlık altında incelemesi ve Ali
Reşat Bey’in “ İlahlar ve Kahramanlar”başlığıyla işlediği konuyu O’nun “Esatir: Mabutlar
ve Kahramanlar” başlığı altında işlemesidir. Ayrıca Ahmet Refik, Ali Reşat Bey’in ayrı
başlıklar altında işlediği; “Ispartanın Tefevvuku” ve “Tebin Tefevvuku” konularını, O,
“Peloponnisos harbi. Isparta ile Tive'nin tefevvuku” başlıkları ile birleştirerek işler. Yalnız
Ahmet Refik, Teb yerine Tive der. Yine O, Ali Reşat Bey’den farklı olarak
“Tiranlar”konusuna ayrı başlık ayırmaz. Tiranları “Isparta, ahali, terbiye ve müessesat”
başlığı altında inceler. Ahmet Refik ünite ile ilgili görsel materyal olarak, otuz üç resim
kullanmış yalnızca bir haritaya yer vermemiştir. Oysa Ali Reşat aynı bölüm için üç harita
kullanmıştır “Yunanlılar” ile ilgili görsel materyaller incelendiği zaman Ahmet Refik’in
Umumi Tarih-I adlı ders kitabı eğitim açısından daha görsellik oluşturduğu söylenebilir.
Avrupa kıtasının Doğu kısmında olan Yunanistan küçük bir ülkedir. Ali Reşat Bey
kitabında Yunanistan coğrafi konumu hakkında bilgi verirken bu özelliklerini belirtir ve
coğrafya yapının sosyal hayata etkisini öğrencinin dikkatine sunar.
Ali Reşat Bey Yunanistan’ın coğrafi konumunu edebi bir dille şu şekilde betimler.
Avrupanın şark müntehasında Akdenizin mavi sularına doğru ilerlemiş bir
yarım ada vardır. Burası eski Yunalıların Ellat (Hellade) dedikleri Yunanistandır.
208
Yunanistan pek küçük bir memlekettir. Memleketin büyüklüğüne göre pek yüksek
görünen dağlarla örtülüdür. Deniz hertaraftan içeriye doğru girmiş; hesapsız
körfezler, burunlar vücude getirmiştir. Yunanistan dağlık, deniz kıyıları çok bir
memleket oldukları için ahalisinden bir kısmı dağlarda yaşamağa alışmış, bir
kısmı gemici olmuştur (1929: 120)
Yunan coğrafi yapısının Yunan tarihin etkisini, Ahmet Refik’te kitabında işler. O’da
Ali Reşat Bey gibi coğrafi yapının, sosyal yapıyı etkilediğini kitabında öğrenciye iletir.
Ona göre, Yunan coğrafyasının dağlar ile kaplı olması vadiler ve ovalar arasında ulaşımı
engeller. Dolayısıyla her vadiden ve her ovadan bir birinden farklı sosyal yapılar oluşur. Bu
da Beldeler arasındaki siyasi bağı ortadan kaldırdığından Yunanistan tarihinin ilk devirlerin
de Yunanlıların bütününü kapsayacak bir devlet kuramaz. Sonuçta Yunanistan, birbirinden
ayrı ufak ufak parçalardan oluşur ve daima da birbirlerine karşı güvensiz, hata bazen
düşman bir takım Beldeler halinde kalır (1929: 78–79).
Yunanlıların coğrafyası hakkında yukarıdaki bilgileri veren Ahmet Refik Yunalıların
asıllarına ait ve niçin kendilerine “Hellen” ismini verdiklerini ise Yunan efsanelere
dayandırarak açıklar. Fakat daha sonraki yapılan ilmi çalışmaların bu efsanelerin bazı
bölümlerin doğru olmadıklarını ispat ettiğini söyler. Böylece, öğrenci Ahmet Refik’in
açıklamalarında dolaylı da olsa, bilimsel çalışmaların bütün bilimler de olduğu gibi tarihsel
çalışmalar açısından da önemli ve gerekli olduğunu kavrayabilir.
Ahmet Refik’in Yunanlıların asıllarına dair efsaneler ile ilgili şöyle der:
Yunanlılar ne asıllarını, ne de ilk devirlere ait tarihlerini ta ve doğru olarak
bilirler. İlk cetlerine dair naklettikleri, hep efsanelerdir. Onların itikadına göre,
insanları yaratan mabut, Prometefs’tir. Diğer mabutlar onu kıskanmışlar. Yarattığı
insanları mahvetmek istemişler. Tufan zuhur etmiş. Prometefs’in oğlu Zefkalion
Tufan’dan insanları kurtarmış. Zefkalion’un oğlu Hellen bunlara reis olmuş. Bu
sebepten Yunanlılar kendilerine Hellen (Elinoz), memleketlerine de Hellada
derler. Bütün bu vak’alar hep Yunanistan’da geçmiş. Onun için Yunanlılar
kendilerini asıl Yunan topraklarından yetişme adederler. Yakınzamanlar ilmine
nazaran yapılan keşifler bu efsanelerin yerine tarihi hakikatleri meydana
çıkrmıştır. Evvela, şurası muhakkaktır ki, Pelaskuslar ile Yunanlılar aynı ırka
mensuplardı. Peluskuslar devri, Yunan tarihini en eski devridir. Saniyen,
209
Yunanlıların otohton, yani bulundukları topraktan yetişme olmaları doğru
değilidir (1929: 79).
Ahmet Refik’in kitabındaki bilgilere göre, Yunanlılar medeniyet tohumlarını en fazla
Doğu’dan alırlar. O zaman Fenike gemicileri Adalar denizi’nde en fazla güce sahiptir.
Girit, Adalar Denizi medeniyetinin beşiği durumundadır. Bu dönemde Yunalıların
medeniyeti Fenikelilerin etkisinde gelişir.
Ahmet Refik Yunalıların medeniyetine Fenikelilerin etkileri hakkında şöyle der:
Yunaistan alfabeyi Fenikelilerden aldı. Bununla beraber, Yunan dili kendi
harfleini muhafaza etti ve ikbali de Fenike lehçesinin ikbalinden daha parlak oldu.
Aynı suretle, san’at v emedeniyetin geniş sahasında, Yunanlılar Fenikelilerden bir
çok esaslar iktibas eylediler; fakat bu esaslardan daha mebzul ve daha ibdakarane
semereler elde ettiler. Yunan tarihinin bu devrinde medeniyet en ziyade Girit’te,
Argolis’te kâin Mikine ve Tirint şehirlerinde ilerlerdi (1929: 81–82)
Ahmet Refik kitabında, Adalar Denizi’nin coğrafi konumu ile ilgili hiçbir bilgi
vermez. Ali Reşat Bey ise Adalar Denizi’ni; içinde birçok adanın bulunduğu ve
Yunanistan’ın etrafını kuşatan deniz olarak betimler (1929: 122). Ali Reşat Bey’in bu
bölümde en dikkat çekici bilgileri ise kitabın yazıldığı dönemde, Quchy Antlaşması ile
tartışmalı konuma düşen Adalar denizindeki “Adalar”ın (on iki ada) bunların “Anadoluda
ayrılmış birer parça gibi” olmalarını belirtmesine rağmen bu adaların Yunanlılar tarafından
tesis edildiğine ait verdiği bilgilerdir.
Ali Reşat Bey Adalar Denizindeki adalar ile ilgili şöyle der:
Yunalılar Midilli (Leshos), Sakız (Chios), Sisam (Samos), gibi Anadolu
sahillrinden ayrılmış birer parça gibi olan adaalrdaki şehirlerden maada Milas (
Milet), Ayasoluk (Ephese), Foça ( Phocee), Rodos (Rhodes); şehirlerini tesisi
etmişlerdir (1929: 123).
Ders kitaplarında işlenen Ispartalıların terbiyesi, demokrasinin temellerinin atıldığı
Yunan tarihinin önemi açısında ilginç bir durum oluşturur. Çünkü Ders kitaplarında çıkan
210
sonuca göre; Ispartalılar devletin malıdır. Devlet onlar üzerin de her türlü yaptırım gücüne
sahiptir. Öte yandan devlet onlar için onur kırıcı bir güçtür. Oysa demokrasi insan
onurunun iadesidir. Bu onur; özgürlüktür, eşitliktir ve yönetime ortak olmaktır. İnsanlığın
vaktiyle elinde alınan bu değerler, demokrasi ile tamamen olmasa da en azından toplum
yararının dışındakiler insanın eline geçer. Demokrasi, modern toplumların yönetim
alanındaki en önemli değerlerindedir. Toplumlar demokratik değerleri yeni yetişen nesile
en doğru ve en uygun olarak okullardaki eğitim yoluyla aktarmaya çalışırlar.
Kabapınar’ında ifade ettiği gibi birey için, demokratik davranış ve düşüncenin yaşamın bir
parçası niteliğine dönüştürülmesinde eğitimin işlevi tartışılmaz bir gerçektir. Demokrasinin
yaşama geçirilmesinde öğrencinin karşısına çıkan engeller aile içi eğitimden, eğitim
kurumlarına dek uzanan aşamalardaki eksikliklerin doğal bir sonucudur. Demokrasi eğitimi
ailede başlar ve okulda işlevi ve kapsamı genişleyerek devam eder. Bu ilk toplumsallaşma
sırasında öğrenilenlerin daha sonraki öğrenmeleri biçimlendirdiği ve ilk öğrenilenlerin
değişime en dirençli öğrenmeler olduğu yönündeki eğitsel ve psikolojik saptamalar aile içi
eğitimin önemini gösterir (1992: 228).
Ders kitaplarında aktarılanlara göre o dönemki Ispartalılar için insandan ve onun
onurundan ve de demokrasiden bahsetmek oldukça güçtür. Ahmet Refik, Bir Ispartalının
doğar doğmaz devletin malı olduğunu açıklar. Ona göre bir çocuk doğduğun da beden
yapısı kötü ve zayıfsa babası onu Taygesot dağında teşhire mecburdur. Çocuk sağlam ve
iyi yapılı ise, yedi yaşına gelinceye kadar anasına bırakılır. Daha sonra devlet alır, askeri
terbiyesine bakar. Çocuğun vücudu havanın bütün şiddetine alıştırılır, daima idman ve
talimler ile atik ve çevik bir hale getirilir. Isparta gençleri vücutlarına uygulanacak en kötü
eziyetlere alışmayı öğrenirler. Ispartalılarda önemli olanın savaşlarda başarı
gösterilmesidir. İnsan zekâsının o kadar öneminin olmadığı görülür (1929: 94).
Aslında Yunanlılar yalnızca “insan”ın elindeki onuru almazlar. Kurdukları
sömürgeler ile diğer devletlerin de onurlarını ellerinde aldıkları görülür. Milattan önce on
ikinci asırda Kuzey Yunanistan ile merkezi Yunanistan’da birçok kabileler yerlerini
değiştirirler. Bu hareketlenmeye Doroslar da kapılırlar, güneye doğru yürüyerek
Peloponnisos’a girerler ve buralara hâkim olurlar. Ders kitaplarında Yunanlıların sömürge
211
faaliyetleri normal bir durum olarak gösterilir hatta bu yola Yunanlıların gittikleri yerlerin
tarihlerine katkıları övücü ifadeler ile dile getirilir.
Ali Reşat Yunan müstemlekeleri ile ilgili şöyle der:
Yunanlılar ilkönce Yunanistanla Adalar denizindeki adalarda sakin
olmuşlardı. Sonra, milattan evvel dokuzuncudan beşinci asra kadar geçen zaman
zarfında, mutelif Yunan şehirlerinden hareket eden müstamirler denizden
varabildikleri ve yerleşebildikleri memleketlerin hepsinde yeni şehirler tesis
ettiler. Bu müstemlekeler – zamanımızdaki Avrupa müstemlekeleri gibi- muhtelif
yerlerden birer birer gelen şahısların peyderpey vürutlarile yavaş yavaş teessüs
etmemişti (1929: 139)
Yunan sömürgeleri ile ilgili olarak Ahmet Refik ise, Yunanlıların üç istikametten göç
ettiklerini belirtir. Ona göre, Kuzeyden kalkan Eoloslar, Anadolu’da Truva civarı ile
adalara yerleşirler. Merkezden kalkan Yonlar, Hermus ile Meandros suları arasındaki sahil
ile sakız ve sisima adarlına yerleşirler. Güneyde Peloponnisos’tan kalkan Doroslar Girit ve
Rodos adaları ile Halikarnassos’a yerleşirler. Dolayısıyla Anadolu’nun bütün batı sahilleri
Yunanlılar tarafından işgal edilir. Ahmet Refik’e göre, Yunalılar Anadolu sahilinde İzmir,
Foça, Miletos, Hlikarnasssos gibi birçok beldeler tesis ederler. Bu Belde’ler pek çabuk
ilerlerler. Bu beldeler gemicilik ve ticaretle uğraşırlar. Adalardenizi adeta bir Yunan deniz
olur. Yunanlılar, çok geçmeden, Adalardenizi’nden çıkarlar, Akdeniz’in hemen her
tarafından sömürgeler oluştururlar. Ahmet Refik’e göre bu yayılmanın başlıca sebepleri
olarak öğrenciye özetle şunları aktarır: Yunan ticaretinin ilerlemesi, mağlup fırkaların
siyasi mücadeleler neticesinde memleketlerini terke mecbur olmaları, birkaç kardaş
arasında mirasın paylaşılmasına emlak tasarrufu konumunun mani olmasıdır diyerek
sömürgeciliğe haklılık payı oluşturur (1929: 103–104).
Ders kitaplarında Yunan tarihinde en güzel noktayı kuşkusuz Periklis Asrı işlenirken
demokrasinin tarihi sürecinin ilk bilgilerinin öğrenciye verilmesidir. Demokrasinin gelişim
süreci Ali Reşat’a göre şöyle gelişir: “Medya savaşlarından önce Atina da vatandaş
hukukuna sahip olanlar Solon tarafından konan dört sınıftan üçü öncesine ait olan emlak ve
arazi sahiplerinden ibarettir. Yalnız bunlara umumi hizmetlere tayin edilebilirler Dördüncü
sınıfı oluşturan Tetler orduya giremezler, hiçbir memuriyette bulunamazlar. Medya
212
savaşları sırasında Tetler savaş gemilerine tayfa sıfatı ile alınırlar ve vatandaşın müdafaası
uğrunda diğer Atinalılar gibi savaşırlar. Bunun için bunları öteki sınıflar derecesine
çıkarmak gerekir. Atinalılar bütün vatandaşlara aynı hukukun verilmesini içeren bir kanunu
kabul ederler. Diğer taraftan Atina’nın eski soylu aileleri tarafından yönetilen Areopanğın
hüküm ve nüfuzu kalmaz. O zamandan itibaren hükümetin gerçek liderleri her yıl halk
tarafından seçilen on “Istratej” olur. Bunlar eskisi gibi yalnız askeri kumanda etmek,
seferlere hazırlamak ile kalmazlar, devletin genel siyasetini de yönetirler”. Halk kendi
yöneticilerini seçerek halk egemenliğine geçiş başlar. Ali Reşat Bey’in bu aktarımlarıyla
öğrenci demokrasinin kökenlerine dair tarihsel bakış açısı oluşturabilir (1929: 163).
Ali Reşat Bey’in kitabında bu bölüm aktarılırken öğrenci, dünya demokrasi tarihinin
ilk örneğini veya temelinin atan Atinalıların en önemli demokrasi partisi Periklis
zamanında kurulduğunu görür ve Periklis’in Atina demokrasisinin ve dünya
demokrasisinin ilk uygulayıcısı olarak tarihe mal olduğunu kavrayabilir.
Ahmet Refik ise övgü dolu ifadeler ile Periklis hakkında şöyle der:
Atina’da demokrasinin kat’i surette tesisi Periklis’e müyesser oldu. Periklis
koyu zadegân sınıfına mensuptu. Fakat demokrasiye pek ziyade müsait göründü.
Kimon’a, düşman kesilerek hakkında Ostrakizmos tatbik ettirdi. Periklis gayet
nafiz ve pek ziyade uyanık, siyasi bir zekâya malik bir devlet adamıydı. Mahir,
azimkâr ve soğuk kanlı idi. O derecede ki, dehasının ve belagatinin tesirile
Atina’nın dâhili ve harici siyasetini otuz sene idare etti. Birçok defalar
diplomaside büyük maharetler gösterdi. Rakipleri kendisine çok defa hücum
ettiler; fakat nüfuzunu sarsmaya muvaffak olmadılar. Periklis, ömrünün sonuna
kadar Devletin birinci vatandaşı olarak kaldı (1929: 123)
Periklis zamanında Atina demokrasisi en yüksek noktasına ulaşır. Fakat bu
demokrasinin faydalı yanlarının olduğu gibi, ağır kusurlarının olduğu da ders kitaplarında
öğrenciye sunulur. Böylece olaylar iyi ve kötü yanları ile birlikte aktarılarak öğrenci için
karşılaştırma yapma ve yorumlama tercihi bırakılır.
Ders kitaplarında demokrasinin iyi ve kötü yanları Ahmet Refik tarafından öğrenciye
şöyle aktarılır:
213
Periklis zamanında Atina demokrasisi en yüksek mertebesine vasıl oldu.
Fakat bu demokrasinin büyük faydaları olduğu gibi, ağır kusurları da vardır.
Faydaları şunlardı: Zadegan ile para kuvvetini mümkün mertebe ortadan
kaldırmak, bütün vatandaşları Devlet işlerile alakadar olmaya alıştırmak, aşağı
tabakaya mensup ahlak sahibi kimselerin Devlet işlerinde en büyük mertebelere
yükselmelerini temin eylemek. Başlıca kusurları da şunlardı: Devlet işlerinde
kuraya ve hitabet maharetine büyük bir mevki vermek. Halbuki, kura ekseriya
körkörüne bir netice hasıl eder. Cümhuriyeti idare için yalnız namuslu bir adam
olmak kafi olmadığı gibi, en hatip insanlar da daima mahir, bitaraf ve sırf
umumun refahile meşgul insanlar olamazlar. Periklis’in vefatından sonra halk
Kleon ve Alkibyadis gibi adamları intihap ettiği zaman, Atina bu kusurları
tamamile anlamıştır (1929: 127).
Yunanlılar ünitesinde öğrencinin dikkatini çekecek ve öğrencide farklı düşünceler
oluşumuna sebep olabilecek aktarımlardan biride felsefe ve felsefecilere ait bilgilere yer
verilmesidir. Kitapalrdaki bu aktarımlar ile öğrenci tarih kitapalrının bir savaşlar, krallar,
hükümdarlar ve soylular kitabı olmadığını görebilir.
Ali Reşat Bey felsefe ve felsefeciler ile ilgili şöyle der:
Milattan evvel dördüncü asırda felsefe merkezi Atina idi. Sokratın bu
şehirleri de yetiştirdiği şakirtler –üstatları gibi- bilhassa insanın tabiat ve ahlakı ile
meşgul oldular. Yine üstatları gibi hâkim unvanını almıyarak kendilerine
“felsefeyi seven” manasına feylesof dediler. Bunların en meşhuru Eflatun ile
Aristodur.
İskenderin vefatından sonra Mısır ve Asya hükümetlerinin teşekkülü
üzerine ilim ve güzel san’atler merkezleri de değişti. Milattan evvel üçüncü asırda
felsefede iki büyük mektep müessisi olan Epikür ile Zenon Atinada ders vermekle
meşgul oldular. Bu asırdan itibaren Yunanlılar bütün ilimleri birden tahsil
edeceklerine yalnız bir ilme hayatlarını vakfetmeğe başladılar. Bundan sonra
yalnız feylesof değil, birçok riyazîler ve coğrafya âlimleri de yetişti. Bunların
çoğu çalışmak için icap eden kolaylıkları İskenderiye de bulduklarından orada
ikamet ettiler.
En meşhur coğrafya alimleri bir derecelik nısfı Nehar kavsinin uzunluğunu
hesap eden Eratosten ile bundan üç asır sonra arzın haritasını yapan Batlamyostur.
En meşhur riyaziler de üçüncü asırda İskenderiyede yaşıyan ve en eski hendese
kitabını yazan Öklit ile mihanik fenninin esaslarını keşfeden ve vatanını
Romalılara karşı müdafa ederken telef olan Siragozalı Arşimettir (1929: 180).
214
Ahmet Refik ise Yunan felsefesinin temel taşlarından biri olan ve insan için hakiki
ilimin insanın nefsini bilmek olduğunu söyleyen Sokrates’in felsefesi ile ilgili olarak şöyle
der:
Ozamanlar Atina’da ve tekmil Yunanistan’da en ziyade rağbet kazanana
filosoflar, Sofistlerdi. Bunların mesleki, dünyanın menşei ne olduğunu ve eşyanın
nasıl zuhur eylediğini, insanların her şeyi taharri etmemelerini ve her şeyi olduğu
gibi telakki eylemelerini talim eylemekti. Sokratis, sofistlerle mücadele etti.
Mamafi, kendi de, bir dereceye kadar, sofistleri taklit eyledi. Felsefeyi beşerin
tetkikine hasretti. Sokratis şu fikirde idi: İnsan için hakiki ilim, nefsini bilmektir.
“Kendini bil!” İşte Sokratis’in en mergup düsturu. Onun fikrince, insanlar fenalığı
cehalet yüzünden işlerler, kendilerini ne kadar bilirlerse o kadar faziletli olurlar.
Haksız veya kötü hareket eden bir kimse kendine zarar verir ve kendini betbaht
eder. Hâlbuki bunu kimse istemez Her insan daima rahat ve mes’ut olmak ister.
Bir insan ancak iyiliğin ne olduğunu bilmezse, ozaman kötü hareket eder. Onun
için herkes doğruluk, itaat, vatan sevkisi ne dir, bunu bilmelidir. İyiliği ve fazileti
yaşar. Onun göğsündeki ilahi cevheri, vicdani onu daima bu cihete seveder.
Hakiki fazilet en muazzam bir servetten, hatta hayattan da kıymetlidir. En yüksek
faziletlerden biri de, canını feda edecek derecede Devletin kanununa ittiat
etmektir.
Sokratis, bir vatandaş sıfatile Atina dinine karşı daima hürmetkâr davrandı;
fakat fizozof olmak itibarile ülûhiyet daha asil ve daha ulvi idrak etmek
mertebesien yükseldi. Dünyanın tek bir mabut tarafından yaratıldığını ve idare
olunduğunu anladı, ve daima bu fikri talim etti (1929: 145).
Kitaplarda; felsefe hakkında bu bilgilerin verilmesi, öğrencinin kendini tanıması
hakkında soru sormasına sebep olacağı düşünülebilir. Soru sormaya başlayan öğrenci,
iradesini kullanarak sorularını cevaplarını bulmak için düşünür ve araştırır. Dolayısıyla da
bilgi karşısında pasif durumdan aktif duruma geçer. Düşünmenin yolu netleşir ve
düşünmeyi felsefe başlatır. Bu durum Yunanlıların felsefeye katkılarını daha anlamlı kılar.
Felsefe dışında, tarihi yazanların da tarihe girmesi tarih kitabının tarihe bakış ve tarih
anlayışı hakkında öğrenciye konulara bakış zenginliği oluşturur. Yunan felsefesi ve
Sokratis hakkında yukarıdaki bilgileri veren Ahmet Refik Yunanlıların tarihlerini hangi
tarihçilerden öğrendiklerini bu tarihçilerini birbirleri ile karşılaştırarak belirtir:
Yunanlıların içinde bulunmadıkları muazzam vak’aların hikâyesini iki
büyük müverrihin eserlerinden okudular. Kresüs’ten Serhas’e gelinceye kadar
Yunanlıların İranlılarla mücadelesini nakleden Herodot, temiz kalbi,
safderunluğu, malumatının çokluğu, Yunanistan’a karşı samimi muhabbeti,
üslubun letafet ve sühuletile Yunanlıların pek hoşlarına gitti. Herodot’tan yirmi
215
sene sonra gelen Tukididis zamanının tarihinde mühim bir rol oynadı. Devrinin en
muazzam hadisesini, Peloponnisos harbini hikâye etti. Bu harbin sebeplerini
teşhir etmeye ve bu harpten alınacak dersleri göstermeye çalıştı. Eseri,
Herodot’un eserinden bambaşkadır, tenkidi ve siyasi bir tarihtir (1929: 139–140)
Romalılar Tarihi
Ders kitapalrında “Romalılar ile ilgili konular ve kullanılan görsel materyaller
tablodaki gibidir:
Tablo 4.11. Romalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve
Adetleri
ROMALILAR
KONULAR
Resi
mler
Harit
alar
1* 2**
1
*
2**
1
*
2**
1. İtalya
ve Eski
Ahalisi.
1. İtalya
Hakkında
Coğrafi
Malumat. Eski
Ahali
1
6
48 1
2.
Romanın ilk
Zamanları
2. Roma'nın İlk
Zamanları.
Krallık.
Cümhuriyet
3.
Kanunlar ve
Müesseseler
3. Roma Dini,
Mabutları.
İbadet.
Rahipler
4. Roma
Ordusu
4. Roma
Ordusu. İtalya
Fütuhatı.
216
İtalya'da
Tenkisat
5. İtalya
Fütuhatı;
Yollar
5.
Akdeniz
Havzasının
Fethi. Kartaca,
İspanya,
Makedonya ve
Şark
6.
Akdeniz
Havzasının
Fethi
6.
Fütuhatın
Neticeleri.
Yunan ve Şark
Tesiri. İçtimai
ve Siyasi
Buhran. Arazi
Kanunları
7.
Fütuhatın
Neticeleri
7. Marius ve
Sulla. İçtimai
Harpler. Sulla
Kanunları
8. Ahlak
ve Adatın
Değişmesi
8.
Pompeius,
Spartakos,
Şark Harpleri.
Katilina,
Yulius Çezar.
Cümhuriyetin
Sonu
9. İçtimai
Değişiklikler
9.
İmparatorluk.
217
Augustus.
İmparatorluk
Teşkilatı
10.
Siyasi Hayat
10.
Augustus'un
Halefleri.
Flaviuslar.
Antoninuslar.
Asker
İmparatorlar
11.Brakh
üsler
11.
İmparatorluk
Devrinde
Umumi ve
Hususi hayat.
Edebiyat ve
San'at
12.
Marius ve
Silla
12.
İmparatorluğun
Son Zamanları
13.
Pompe
14. Sezar
15.
Cümhuriyetin
Nihayeti
16.
Avgust
17.
İmparatorlar,
Hükümet,
218
Vilayetler
18.
Üçüncü Asırda
Roma
İmparatorluğu
19.
İmparatorluk
Zamanında
Roma
Medeniyeti
20
Hıristiyanlık
21.
İmparatorluğun
Son Zamanları
1* = Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-I kitabı
2** = Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I kitabı
Ali Reşat Bey kitabında “Romalılar”ı; Yirmi birbaşlık altında incelemiştir. Görsel
materyal olarak, on altı resim kullanır. Fakat Romalılar ile ilgili hiçbir haritaya yer vermez.
Ahmet Refik ise kitabında “Romalılar”ı; on iki başlık altında inceler. Bu bölümde Ahmet
Refik Romalılar ile ilgili kırk sekiz resim bir harita kullanır. Görsellik olarak Ahmet
Refik’in kitabı Ali Reşat Bey’in kitabına oranla daha zengindir.
Romalılar Ünitesin de her iki yazarda Romalılar ile ilgili aynı konuları inceler.
Yalnız; Ahmet Refik’in birinci bölümde, İtalya’nın etnografyasına ve Latinlere yer
verirken, Ali Reşat İtalya’nın etnografyasına yer vermezken Latinleri Etrüskleri incelerken
değinir.
219
Ahmet Refik’in ikinci bölümde; “Roma Dini, Mabutları. İbadet. Rahipler” başlığı
altında işlediği konuyu, Ali Reşat Bey, “Kanunlar ve müesseseler” başlığı altında inceler.
Ahmet Refik’in “Roma Ordusu. İtalya Fütuhatı. İtalya'da Tenkisat” bölümünü Ali
Reşat Bey, “Roma Ordusu”, “İtalya Fütuhatı; Yollar” olarak iki başlık altında inceler. Ali
Reşat Bey’in, “Ahlak ve Adatın Değişmesi”, “İçtimai Değişiklikler”, “Siyasi Hayat”,
“Brakhüsler” başlıkları altındaki incelediği konuları, Ahmet Refik, “Roma'nın İlk
Zamanları. Krallık. Cümhuriyet” başlıklı konu altında inceler. Ali Reşat Bey’in, “Sezar” ve
“Cümhuriyet’in Nihayeti” adı altında iki başlı şeklinde incelediği konuyu Ahmet Refik, “
Pompeius, Spartakos, Şark Harpleri. Katilina, Yulius Çezar. Cümhuriyetin Sonu” başlığı
altında inceler. Ali Reşat Bey’in “İmparatorlar, Hükümet, Vilayetler”, “Üçüncü Asırda
Roma İmparatorluğu”, “İmparatorluk Zamanında Roma Medeniyeti” , “Hıristiyanlık”
olarak ayrı başlıklar altında ele aldığı konuları Ahmet Refik Pompeius, Spartakos, Şark
Harpleri. Katilina, Yulius Çezar. Cümhuriyetin Sonu” başlığı altında inceler.
Ali Reşat Bey’e göre, İtalya adı eskiden şimdiki İtalya’nın yalnız bir kısmına verilir.
İtalya güney Avrupa yarımadalarında biridir. Ali Reşat Bey’e göre İtalya üç kısıma ayrılır:
Kara İtalyası, yani Po ovası; Yarımada İtalyası, yani Tireniyen denizi ile Adriyatik denizi
içindeki arazi; ve Sicilya ile Sardenya’dan oluşan İtalya adaları.
İtalya’nın coğrafi durumu ile ilgili olarak Ali Reşat Bey şöyle der:
İtalya yarım adası şimaligarbiden cenubuşarki istikametinde mailen
Akdenize doğru uzanır ve bu denizi birbirine musavi olmayan iki havzaya ayırır.
Üç tarafı denizdir: Şimalişarkide derin bir körfezden başka bir şey olmıyan
Adriyatik Denizi, cenubuşarkide Yunanistan ve şarka doğru açılmış olan İyoniyen
Denizi, garpte Korsika, Sardenya, Sicilya adaları arasında mahsur buluna
Tireniyen Denizi. Şimalde yarım daire şeklinde Avrupanın diğer
memleketlerinden ayıran Alp silsilesi bulunur.
Alp dağlarile bu silsilenin cenuba doğru uzanmış kısmı olan Apenin dağları
İtalya yaımadasına bir hususi şekil vermiştir. Şimalde Po vadisi olan büyük bir
ova vardır. Şimalden İtalyayı istila eden ordular daima buradan geçmiştir. Nehrin
Adriyatik Denizindeki ağızlarında daima büyük bir bahri faaliyet gösteren şehirler
bulunmuştur. Eski zamanlarda Ariya, şimdiki Venedik. Fakat Romalılar burasını
İtalya saymazlar, Galya Çizalpina namile yadederlerdi. Asıl İtalya bu ovanın
220
cenubundan, Cineveden Adriyatike kadar yarımadayı mailen kapayan Apein
dağlarından başlardı (1929: 183).
Ahmet Refik’e göre, İtalya’nın coğrafyası, Yunanistan coğrafyasının Yunan tarihine
etkisi kadar olmasa da İtalya’nın sosyal ve siyasi yapısı üzerinde etkili olur.
İtalya’nın tarihine coğrafyanın etkisini Ahmet Refik şu şekilde açıklar:
İtalya, Akdeniz havzasındaki merkezi vaziyetinden dolayı Yunanistan’dan
ziyade Akdeniz’in bütün sahillerinden hâkimiyetini temerküz ettirmeye
kabiliyetliydi. Çünki İtalya, şimalen Avrupaya merbuttur. Cenuba doğru hemen
hemen Afrikaya yanaşıyor gibidir. Tarant körfezi sahilleri ise hem Yunanistan’a
hem de şarka dönüktür. Diğer cihetten İtalya, Yunanistan kadar parçalara
ayrılmamıştır. İtalya’da muvasalat hiçbir zaman müşkül değildir. Eski İtalya’da
siyasi vahdet, Yunanistan’da olduğu kadar manilere tesadüf etmemiştir, tek bir
İtalyan beldesi tarafından tesis edilivermiştir. Yunanistan’da ise yabancılar
tarafından zorla tesis edilmiştir (1929: 171).
Ders kitaplarında İtalya halkının etnografyası ile ilgili olarak Eski İtalya halkalarının
çeşitliliğinden bahsedilir. İtalyanlar İtalya’ya çeşitli tarihlerde ve ayrı ayrı yollardan
gelirler. İtalya’nın en eski halkının pek bilinmediği belirtilir. Ahmet Refik kitabında Eski
İtalya’nın başlıca kaviminin İtalyanlar olduğunu belirtir. Ona göre İtalyanlar Hindü –
Avrupai ırka mensupturlar. İki kola ayrılmışlardır: Latinler, Ombro – Sabelle (1929: 171).
Ahmet Refik gibi Ali Reşat Bey’de İtalyan halkının çeşitli halklardan oluştuğunu
söyler. Ali Reşat Bey etnografik kökenlere ait bilgi verirken İtalyan kavminin
zanaatçılığından söz eder. Diğer kavimler ile sosyal ilişkilerini betimler. Çeşitli
kavimlerden oluşan İtalya halkının, Etrüsk medeniyetinin de meydana getiricisi olduğunu
söyler. Böylece o dönemde bir anlamda Etrüsklerin Türk olabileceğini savunan “Türk
Tarih Tezi”ne muhalif bir tutum sergiler. Fakat bunların geldikleri yerin tam bilinmediğini
belirtmesi ve bunların Küçük Asya’dan da gelmiş olabileceklerine dair ihtimali Türk Tarih
Tezi’için Etrüsklerin Türk olduğunu da ortadan kaldırmaz.
Ali Reşat Bey İtalyanların etnografyası, meslekleri ve İtalyan halklarının
oluşturduğunu söylediği Etrüskler hakkında şöyle der:
221
İtalyada sakin ahali henüz cilali taş devrinde iken başka kavmler şimalden
cenuba doğru indiler. Başka ırklar mensup olan (Hindu – Avrupai), Yunanlılarla
Keltlere, Golvalara karabetleri bulunan bu kavmler bakır, daha sonra daha sonra
sert maden olan tunç silahlara malik olduklarından daha kuvvetli idiler.
Dokumacılığı bilirlerdi; çanak çömlek imali san’atini ileriye götürmüşlerdi.
Bunların Ombiryalılar şimdi Apenin dağlarını, Osklar (Samnitler, Sabinler) deniz
kenarındaki ovalara kadar bütün cenubi İtalyayı işgal ettiler. Bu kavmlerin
lehçeleri birbirine yakındı ve Latinceye benzerdi.
İtalya ahalisi tarihten evvelki zamanların hitamında evvel Misen âlemi ile
münasebatta bulundular ve demiri işlemeği öğrendiler. Sonra, Fenikeliler
kıyılardaki burunlar ve adacıklar üzerinde, bilhassa Sicilya ticaret yerleri tesis
ettiler. Nihayet, yarımadada iki medeniyet kendini gösterdi: Yunan medeniyeti,
Etrüsk medeniyeti… İtalya yarımadasının şimaligarbisinde, Apenin dağlarile
deniz arasındaki memlekete Etrürya denilirdi. Şimali Toskananın en büyük
kısmını teşkil eden bu memlekette ikamet eden ve komşu kavmlerden hiçbirine
benzemiyen bir kavme Romalılar Etrüsk adını vermişlerdi. Bunlara Tireniyen de
denilirdi. Etrüsk dili İtalyada söylenilen başka dillerin hepsinden çok farklıydı.
Etrüsklerin şimali Alp dağlarından mı yoksa küçük Asyadan veya Adalar
Denizinin şimal adalarından mı geldikleri belli değildi (1929: 184–185)
Ahmet Refik ise, Eski İtalya tarihinde en önemli rolü oynayanın Etrüskler olduğu
görüşündedir. Ona göre de; Etrüsklerin etnik kaynağı belirsizdir. Fakat O, kitabında ismini
belirtmediği bazı tarihçilerin aksine Etrüsklerin İtalya’ya Anadolu’dan gitmiş oldukları
görüşündedir. Böylece Ali Reşat Bey ‘in aksine Türk Tarih Tezine yakın görüş belirtir.
Ahmet Refik, Ali Reşat’ın kitabında tam olarak belirtmediği Etrüskler Anadolu’dan mı
yoksan Alp dağlarından mı İtalya’ya gittikleri sorusuna ‘Anadolu da gitmişler’dir diye net
bir cevap verir. Ahmet Refik’e göre, Etrüskler Tiber ile Arno kaynakları arasında karaya
çıkmışlardır. Buradan bütün Kuzey İtalya’ya yayılmışlar. Ahmet Refik sözlerinin
devamında, Etrüsklerin hiçbir zaman tam olarak bir bütün halinde bir devlet
oluşturamadıklarını devamlı parçalı devletler halinde yaşadıkların belirtir. Ahmet Refik
aslında, Etrüsk diye bir devletin olmadığı görüşündedir. Fakat yüksek bir Etrüsk
medeniyetinin var olduğundan söz eder. Bu medeniyetin parlak bir medeniyet olduğunu
geriye pek çok eserler bıraktıklarını belirtir. Ona göre Etrüskler, bugün batak ve atıl bir
durumda bulunan Toskana sahilini kullanır bir hale getirirler. Mimaride kubbe inşasını icat
ederler. Mezarlarının boyalı resimlerle süslü sanat eserleriyle dolu hakiki birer yeraltı
abideleri olarak görür. Ahmet Refik kitabında; Etrüsk medeniyetinin mimarisi ve sanatını
övmesine rağmen dinleri için olumsuz ifadeler kullanır. Ona göre Etrüsklerin dini vahşice
222
ve korkunçtur. Etrüskler müthiş devler ile dolu bir cehennemin mevcudiyetine inanırlar
diye görüş belirtir (1929: 172–174).
Her iki kitapta da Romalılara ait bilgiler efsanelere dayandırılır. Böylece pozitivist
anlayış ile yazılan kitaplarda bu anlayışın dışına çıkılır. Bu efsanelere göre Roma, ilkönce,
240 yıl kadar krallar tarafından idare edilir. Bu dönemde yedi kral sayılır. Romalılar her
bir kral için bir efsane anlattıkları belirtilir. Ahmet Refik’e göre efsaneye dayalı “bu
menkıbeleri bilmek lazımdır; çünkü bunların her birinde birer hakikat esası mevcuttur”der
(1929: 176) Krallardan birincisi, Romanın kurucusu sayılan Romülüstür. Ali Reşat Bey
Romülüs’ün “muhayyel bir şahıs, bir yarım mabut olduğu”nu ve bunda şüphe olmadığını
belirterek Roma efsaneleri gibi düşünür. Ona göre Romülüs’ün adı bile Roma isminden
alınmıştır. Ali Reşat Bey’in bu bölümde betimlediği en önemli açıklama ise; kralların
çeşitli ailelere mensup kişiler olduğu ve krallığın babadan oğula geçmediğidir (1929: 187).
Bu bilgi ile birlikte öğrenci, bütün krallıkların aslında bir saltanat sistemi olmadığını bir
devletin krallıkla yönetilse bile yöneticilerinin tahta çıkışlarında saltanat dışında da bir
usulün uygulandığını görür. Fakat Ali Reşat Bey’in; saltanat, geleneğinin uygulanmadığı
bu sistemde, Roma krallarını nasıl kral olduklarına dair herhangi bir bilgi vermemesi
öğrencinin konuyu değerlendirmesi açısından kapalılık oluşturur.
Ders kitaplarında “Romalılar” ünitesinde; öğrenci Roma halkının çeşitli sınıflara
ayrıldığını görerek empati kuracağı düşünülür. Empati neticesinde öğrenci, içinde yaşadığı
toplumda ayrımcılığa dayalı herhangi bir sosyal yapının bulunmamasının sosyal eşitlik
açısından önemini kavrar ve toplumuna karşı sempatisi çoğalır. Dolayısıyla tarihin milli
amaçlar için kullanılmasının pragmatist önemi değer kazanır. Ders kitaplarında ki bilgilere
göre; Roma halkı: Patriçiler ( Roma halkına ait bu ilk sınıfı; Ahmet Refik’in kitabında
patriçiler olarak yazılırken, Ali Reşat Bey’in kitabında patrisiyenler olarak yazıldığı
görülür.), Kliyanlar, Plepler olmak üzere üç sınıfa ayrılır Patriçiler, soylular ailesidir.
Kliyanlar bu ailelere dâhil azatlı esirlerdir. Plepler, halk sınıfıdır. Sınıfsal farklılıklar
beraberinde hukuksal eşitsizlikleri doğurur. Ali Reşat Bey’e göre; Roma’da krallar
zamanında olduğu gibi konsüller zamanında da Patriçiler ile plepler arasındaki hukuki
eşitsizlikler devam eder. Konsül veya senato azası olma hakkı eskiden beri Roma da
hükümeti idare etmiş eski ailelerin torunları olan Patriçilerin hakkıdır. Bunun bir sebebi de
223
genel meclisin toplanması için yapılması zorunlu olan dini ayinleri yerine getirme hakkının
ancak soylular sınıfına ait olmasıdır (1929:188).
Ali Reşat Bey’in ifadesine göre, Plebler bu ayinlerde hazır bulunma hakkında sahip
olmadıkları için Roma soyluları plepleri kendilerinden kabul etmezler onları “yabancı”lar
olarak görürler. Ali Reşat Bey ilgili bölümde önce Pleplerin içinde bulundukları olumsuz
sosyal koşuları betimler. Sözlerinin devamında ise; Roma soyluları gibi düşünür. Çünkü
Ali Reşat Bey’ göre de plepler muhtemelen “yabancı”lardır.
Ali Reşat Bey plepler ile ilgili Romalıların ve kendi bakış açısını belirtikten sonra,
pleplerin eşitlik ve özgürlükleri adına yaptıkları hukuk mücadelesi, öğrenciler için
hayatlarını ikame ederken karşılaşacakları hukuksuzlukla ve keyfi uygulamalar ile
mücadele açısından iyi bir örnek teşkil eder.
Ali Reşat Bey bu konuda şöyle der:
Plebler dini ayinlerde hazır bulunmak hakkından mahrum oldukları için
adeta ecnebi addedilirler; senatoya, devlet memuriyetlerine kabul olunmazlardı.
Patrisyen aileleri efradile izdivaç edemezlerdi. Çünki nikaha müteallik dini
merasim ancak patrisiyenlere mahsustu. Plebler, hatta haklarını istihsal
salahiyetinden bile mahrumdular. Zira mahkemelerde takbih edilen eski
kanunları, kaideleri yalnız patrisiyenler bilirdi.
Pleblerin hemen hepsinin ecnebi neslinden olmaları muhtemeldir. Roma,
civarındaki şehirleri zaptettiği zaman bunların ahalisin de ilhak ederdi. Fakat bu
ahali roma tebaası olmakla patrisiyen olamazlar; kendileri, evlatları, torunları plep
kalırlar ve asıl Romalıların nesnilden gelenlere rağmen aşağı bir mevkide
bulunurlar… Aşağı bir mevkide kalmaktan memnun olmıyan plepler
patrisyenlerin haiz oldukları hukukun kendilerine de verilmesini istediler.
Hükümeti yalnız başlarına idare etmeğe alışmış olan patrisiyenler buna razı
olmadılar; kanunları değiştiremeyeceklerini söylediler. Fakat pleplerde kalabalık
olduklarından patrisiyenleri istedikleri hukuku birer birer vermeğe mecbur ettiler.
Bu hukuku tamamen alıncaya kadar iki asra yakın bir müddet çalıştılar. İşte buna
“ahali sınıfları arasında hukuk kavgaları” denilmişitr” (1929: 188)
Hukuk kavgaları sırasında Romalılar yavaş yavaş siyasi yapılarını oluştururlar.
Cümhuriyetin sonuna kadar devam eden kuruluşlar bu zamanda yapılır. Romanın ilk
başkanı kral başkanlık sistemi krallıktır. Krallık rejiminin ile idare edilen devlette ayrıca;
224
Senato ve Kuri meclisi olmak üzere iki de meclis vardır. Bu meclislere hep patriçiler
seçilirler ve kralın yetkisini kullanırlar. Roma’nın son üç kralı Etrüsklerdendir. Bunlar
Roma’yı büyütürler ve yapılandırırlar. Devletin içyapısında ıslahat yaparlar. Pleplerin
hukukunu tanırlar. Bu ıslahat patriçilerin işlerine gelmez. Nihayet isyan başlar ve krallık
devrilir. Roma’da cumhuriyet ilan edilir (Ahmet Refik,1929: 179–180, Ali Reşat, 1929:
187–190). Kitaplardaki bu bilgiler cumhuriyet yönetimine ait ilk tarihi izleri oluşturur. Bu
dersin muhatabı olan öğrencinin ülkesinde böyle bir halk devrimini bu kez plepler değil
tamamen özgür insanlar yaparlar. Mustafa Kemal önderliğinde Türk insanını; özgür
iradesi ve özgür yapısını daha güçlendirecek ve güvence altına alacak olan “halkın
değerler abidesi”ni inşa ederler. İlk kez Romalılar döneminde filizlenen bu “halkın değerler
abidesi” yani Cumhuriyet daha da çağcıl bir biçimde Türk insanının ebedi yönetim biçimi
olarak tesis edilir. Cumhuriyet’in 29 Ekim 1923’te ilan edilmesiyle Cumhuriyet ile
yönetilmeye başlanan ülkede ders kitaplarında öğrencinin, cumhuriyetin tarih izleri ile
karşılaşması olumlu bir durum oluşturur. Fakat ders kitaplarında cumhuriyet yönetiminin
üstünlüklerinden hiç söz edilmemesi aksine Roma’da cumhuriyet yönetimine geçilmesiyle
oluşan iç huzursuzlukların anlatılması manidardır.
Ahmet Refik Roma’da cumhuriyetin ilanı ile oluşan iç durumu hakkında verdikleri
bilgiler kitapta verilen daha önce ki bilgiler ile çelişir.
Ahmet Refik bu konu ile ilgili şöyle der:
Cumhuriyetin dahil vaziyeti nihayet gayet şiddetli ihtilaflara sebebiyet
verdi. Plepler, dini ve içtimai noktai nazardan patriçilerden daima uzak
tutulurlardı. Siyaset sahnesinde ise pleplerin ne Senato’ya, ne Kurilere, ne de
konsulluğa yanaştırldıkları yoktu. Çenturi meclisinde ise ekaliyeti haizdiler. Adil
hususatta da patriçilere tabiidiler. Çünki kanuna yalnız onlar vakıf odluları için
hakimlik te yalnız onlara munhasırdı. Bu suretle Roma’da iki çeşit halk vardı. Bir
her şeye hakim olan patriçiler, öbürü de şikayetlerini dinletmeye ve arzularını bile
ifade etmeye muktedir olmayan plepler (1929: 180).
Ahmet Refik burada cumhuriyetin dahili durumu ile ilgili verdiği bilgiler
cumhuriyetin Roma da nasıl ilan edildiğine dair yine kitaplara dayanarak verilen bilgiler ile
çelişmektedir. Çünkü yukarıdaki bilgilerde görüleceği üzere Roma da cumhuriyetin ilanını
225
zorunlu kılan sebep pleplere uygulanan hukuki eşitsizliktir. Bunun üzerine plepler isyan
eder ve Roma’da Cumhuriyet ilan edilir. Oysa Ahmet Refik’e göre bu durum
Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle oluşmuş bir durumdur
“Romalılar” ile ilgili bölümde, öğrencinin muhakeme gücünü geliştirecek bir durum
devletlerin ülkelerin koruması için geliştirecekleri strateji yöntemidir. Çünkü bir devletin
güçlü olması yalnızca; siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik olarak güçlü olması ile
tamamlanmamaktadır. Devletlerin güçlü olmasının bir yolu da sahip oldukları coğrafyanın
özelliğine göre strateji geliştirmektir. Bu durumu örnekleyecek bilgiye ders kitaplarında
Romalıların Akdeniz havzasının fethi sonrasında yaşanan güvenlik sorununda görülür.
Ahmet Refik’e göre; Roma karada kuvvetli bir devlettir. Fakat karadaki kuvvetini
korumak için, denizde de kuvvetli olması gerekir. Roma, bütün İtalya yarımadasının fethini
bitirdikten sonra zorunlu olarak bir Akdeniz’in güvenliği için bir siyaset takip eder. Çünkü
karşılarında denizlerdeki en güçlü rakibi Kartacalılar vardır. Kartacalılara karşı denizlerde
güçlü olmak için yeni bir strateji yöntemine ihtiyaç vardır. Çünkü Kartacalılar, Sicilya’nın
batısına yerleşirler. Bu Roma için bir tehlikedir. Bu sebepten Romalılar Sicilya’yı ele
geçirmek isterler (1929: 204–205).
Birinci Pun savaşı ile ilgili Ahmet Refik şöyle der:
Romalıların henüz donanmaları yoktu; fakat kahraman bir orduları vardı.
Kaartacalılarda bunun aksi idi. Bu sebepten, her muharebe, karada Romalılar,
denizde de Kartacalılar kazandılar. Romalıların sahil şehirlerinden hiçbiri
Punlar’ın (Kartacalıların) hücumundan kurtulamadı. Kartacanın harp filosu bir
öteye bir beriye yanaşıyor, köyleri ve şehirleri yağma ediyordu. Roma askerleri
imdada gelir gelmez, Punlar ganimetlerini alıp gözden nihan oluyorlardı.
Romalılar, kendileri de bir harp filosu yapmaya karar verdiler. Ne kadar para
lazımsa sarfettiler, ateş gibi çalışarak bir donanma yaptılar. Numune olarak ta,
karaya vurmuş bir Kartaca gemisini kabul ettiler. Önceleri Kartacalılara galebe
çaldılar; fakat Sicilya’da Kartacanın meşhur serdarı Hamilkar Barka’ya (Şimşek)
galebe çalmadıkları gibi, denizde de mağlup oldula.
Romalılar bu felaketten yılmadılar. Birçok vatandaşlar, bedelini
keselerinden vererek, bir donanma vücude getirdiler. Kartacalıları Egat adaları
önünde bozuldular, Kartacalılardan Sicilya’yı aldılar (1929: 205).
226
Kartaca Savaşları’nda da görüldüğü gibi devletlerin güçlerini bir noktaya yığmaları
ülke güvenliği için yeterli olmamaktadır. Karataca Savaşları’nın bu özelliklerinden bir
benzeri Türk öğrencisi için I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nde görülür. Çünkü
Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletleri’ne karşı deniz de verilen mücadelelerden
üstün gelmenin bir yolu da İtilaf Devletleri’nin kara çıkarmalarına da engel olmakla
başarılır. Yine, Kartaca Savaşları’nda Romalıların birlik ve beraberliklerinin önemi,
Kurtuluş Savaşı ile bire bir örtüşmesi Türk öğrencisi için birlik ve beraberliğin önemini
pekiştirir. Kurtuluş Savaşı’ndaki Türk halkının birlik ve beraberliği, dört bir yanı İtilaf
Devletlerince kuşatılmış olan Türk topraklarının savunması sırasında Türk halkının birlik
ve beraberliği karşısında nasıl sonuçsuz kaldığına tarihi bir örnektir.
Garp Kurun-u Vusta Tarihi
Ders Kitaplarında Garp Kurun-u Vustası ile ilgili konular ve kullanılan Görsel
materyaller ve adetleri tablodaki gibidir.
Tablo 4.12. Romalılar ile İlgili Konular ve Kullanılan Görsel Materyaller ve Adetleri
UMUMİ MUHACERET VE GARP KURUNU
VUSTASI
KONULAR Resimler Haritalar
1* 2**
1
*
2**
1
*
2**
1. Umumi
Muhaceret ve
Garp Kurunu
Vustası
1.ORTAZAMANL
ARDA GARP: 1. Umumi
muhaaceretler.
Cetrmenler, Gotlar,
Franklar, Vandallar,
Hunlar. 2. Franklar ve
Frank krallığı, İtalya ve
papalık 3. İmparatorluğun
tesisi. Şarlman.
İmparatorluğun inkısamı.
Norman istilası
60 1 4
227
2. Şarlman
İmparatorluğu
2.ORTAZAMANL
ARDA AVRUPA
DEVLETLERİ: 1. Fransa.
Kapet hanedanı 2.
İngiltere. Norman istilası.
Büyük Ferman,
Parlamento. 3. Almanya.
Papa ve imparatorluk
mücadelesinin sonu. 4.
Roma Şark
imparatorluğu. Bizans
medeniyeti. 5. Ehlisalip
harpleri. Sebepleri ve
neticeleri. 6. Yüz sene
harbi. Sebepleri ve
neticeleri
3.
Almanya; Papa
ve İmparatorluk
Mücadeleleri
3.
ORTAZAMANLARDA
GARP MEDENİYETİ: 1.
Derebeylik, İçtimai
sınıflar. 2.
Ortazamanlarda kilise. 3.
Ortazamanalrda ilim,
edebiyat
4.Fransa
5.
İngiltere, Büyük
Şart ve
Parlamento
6. Bizans
7. İtalya
228
Cümhuriyetleri
8.
Ehlisalip
Seferleri
9.
Ortazamanlarda
Avrupa
Medeniyeti
1* = Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-I kitabı
2** = Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih –I kitabı
Ali Reşat Bey kitabında “Umumi Muhaceret Ve Garp Kurunu Vustası”nı; Dokuz
başlık altında incelemiştir. Görsel materyal olarak, yalnızca bir harita kullandığı, hiçbir
resim kullanmadığı görülür. Ahmet Refik ise kitabında “Umumi Muhaceret Ve Garp
Kurunu Vustasını; 1.Ortazamanlarda Garp, 2.Ortazamanlarda Avrupa Devletleri, 3.
Ortazamanlarda Garp Medeniyeti olmak üzere üç bölüm ve on iki başlık altında inceler. Bu
bölümde Ahmet Refik “Umumi Muhaceret Ve Garp Kurunu Vustası” ile ilgili altmış resim
dört harita kullanır. Görsellik olarak Ahmet Refik’in kitabı Ali Reşat Bey’in kitabına oranla
oldukça zengin olduğu görülür.
“Umumi Muhaceret Ve Garp Kurunu Vustası” ünitesi ile ilgili konular
incelendiğinde her iki yazarında aynı konuları inceledikleri anlaşılır. Kitaplarda incelenen
konuların müfredat ile uygun olduğu görülür. Yalnız; Ahmet Refik konuları üç bölüme
ayırır. İlk bölümde Orta zamanlar’ın garp’ını genel olarak inceler. Sonra Orta
zamanlardaki devletleri inceler ve son olarak ise Orta zamanlara ait garp medeniyetini
inceler. Ali Reşat Bey ise üniteye ait konuları daha çok ülke ve olaylar üzerine kurarak
inceler.
Ders kitaplarında “Kavimler Göçü” konusu işlenirken Ahmet Refik, Miladın IV. asrı
sonlarına doğru, Asya’da oturan Hunların Batı Avrupa’da görünmeleri üzerine, bütün
Cermen kavimler Roma arazisine kuşatırlar. İşte o zamanlar umumi (genel) göçler başlar
229
ve bütün V. asır boyunca devam eder. Batı’ya yapılan başlıca göçler: Alarik öncülüğünde
Gotların, Radages tarafından idare edilen büyük göçler, Afrikanın Vandallar tarafından
kuşatılması ve Atilla’nın öncülüğünde Hunların istilalarıdır değerlendirmesinde bulunur
Ahmet Refik, Kavimlerin Göçünün sebeplerini Roma topraklarını verimli oluşu,
ikliminin müsaitliği ve şehirlerinin zenginliğine bağlayarak konu ile ilgili şöyle der:
Romanın komşuları, ötedenberi imparatorluk arazisine yerleşmek isterlerdi.
İmparatorluk arazisinin mahsuldar oluşu, ikliminin letafeti, şehirlerinin zenginliği
onları cezp ederdi. Roma imparatorları Rayn ve Tuna’yı geçmeye çalışan bu
kavmlerle daima uğraştılar. Üçüncü asırda Rayn hududu fasılasız muharebelere
sahne teşkil etti. Faakt bu tarihten sonra imparatorluk za’fa uğradı. Roma
ordusuna Barbarlar da kabul edildi. Lejyonlar Cermen ırkından emektarlar ve
askerler ile doldu. Roma topraklarına birçok Cermen muhacirleri yığıldı. Daha
sonra imparatorlar, hudutlarda nüfusu azalan eyaletleri Cermenlerin işgal
etmelerien müsaade verdiler. İşte o zaamn Gotlar, imparatorluğun müttefiki
sıfatile Trakya ve Makedonya’ya yerleştiler. Franklar da, gene ayni unvanla, Rayn
nehrinin aşağı vadisini işgal eylediler. Bu suretle, tamam iki asır müddet, birçok
kavmler şimalden ve şarktan cenuba ve garba doğru ağır ve mütemadi bir
muhacerette bulundular. Bu sebepten Almanlar bu muhaceretlere Barbarların
istilası demezler, Kavmlerin muhaceretleri derler (1929: 291–292).
Ali Reşat Bey ise Kavimlerin göçünü Ahmet Refik’ten farklı değerlendirir. Ali Reşat
Bey konu hakkında şöyle der:
Romalılar imparatorluk haricinde yaşıyan bütün kavmlere “Barbar” ve
bilhassa Ren ve Tuan nehirlerinin öte tarafında ikamet edenlere de “Cermen”
namını vermişlerdi. İkinci ile dördüncü asır arasında bu kavmlerden
imparatorluğa en uzak olanlar, yani Elbe ile Vistil arasında ikamet eden Gotlar,
Vandallar, Borgontlar memleketlerini bırakarak Tuna boyundaki büyük ovalarda
yerleştiler. Cermanyanın imparatorluğa yakın yerlerdeki küçük kavmler de
birleşerek yeni isimlerle yadedilen yeni kavmler vücude getirdiler: Ren kısmının
aşağı kısmında sakin Franklar, Şimal denizi sahilinde sakin Saksonlar, Ren
nehrinin aşağı kısmında sakin Alamanlar
Mariyosun Semblerle Tötonların püskürttüğü zamandan beri pek çok
Cermeanlar imparatorluk memlektlerine girmeğe çalışmışlardı. Fakat dördüncü
asra kadar girenlerin hepsi tart ve ihraç veya katil ve ifna edildiler. Dördüncü
asrın sonlarile beşinci asır ise bilakis müteaddit kavmler Roma imparatorluğunda
kat’i surette yerleştiler. İşte buna “barbaralrın istilası”; yahut “umumi muhaceret”
veya mıhacereti akvam” denilir. İstila veya muhaceretler takriben iki asır sürdü
(1929: 279).
230
Göç eden kavimler içinde en güçlüsü Cermenlerdir. Cermenler askeri bir hayat
yaşaralar. Her hür insan, askerdir. Ahmet Refik’e göre, Cermenler savaşa karar verdikleri
zaman bir kumandan seçerler. Kendileri bu kumandanın arkadaşları ve askerleri olurlar.
Ona son derece itikat ederler. Uğrunda canlarını feda etmekten çekinmezler. Savaştan sonra
kumandanın arkadaşları olarak sofrasında yemek yerler, onun ev işlerini görmeyi bile şeref
sayarlar. Cermenler yalnızca askerlik san’at ile yaşarlar (1929: 293).
Asker ve savaşçı bir kavim olarak gösterdiği Cermenler savaşçılıkları ile ilgili Ahmet
Refik şöyle der:
Hür bir Cemreni hemen her şeye harbe mecbur ederdi: Gençse doğduğunu
şerefine bir düşman öldürmeye mecburdu. Askerse kendisine tabi olduğu
kumandanın peşinden hiçbir yerde ayrılmazdı. Kumandan da bahadırlığına
mükafaten, ona sofrasında bir yer, bir cenk atı, ve bir de iftihar mızrağı verirdi.
Mabut Vodan’ın sarayına en çok muharebe meydanında ölen kahraman
girebilirdi. Orada bütün gün muharebe etmek, bütün gece mağlup düşmanalrının
kafatasile bira ve balşerbeti içmek şerefine ancak o nail olabilirdi (1929: 293).
Ali Reşat Bey’e göre, Kavimler göçüne sebep olan diğer bir kavimde Hunlar’dır.
Orta Asya da 350 tarihlerine doğru Mançuların baskısı üzerine yurtlarında ayrılan Hunlar
Grasiyen zamanında Avrupa’ya ayak basar. Bunların önünde kaçan diğer kavimler Roma
imparatorluğu arazisine girmekten başka çare bulamazlar. 378’de Vizigotlardan itibaren
406’da meydan gelen büyük istilaya kadar bütün istilalar Hunların diğer kavimler üzerinde
saldırmaları neticesinde olur (1929: 283).
Hunları vatanlarında göçü etmesini Ali Reşat ile aynı sebebe bağlayan Ahmet Refik
Hunluların göçebe bir topluluk olduğunu ve at üstünde bir hayat geçirdiklerini belirtir.
Atilla ile ilgili ise olumlu ve olumsuz ifadeleri bir arada kullanarak tarafsız davranmaya
çalışır.
231
Ahmet Refik Hunlular ve Atilla ile ilgili şöyle der:
Hunlar, Orta Asya’da yaşayan Garp Türkleri idi. Mançuların tecavüzü
üzerine garba doğru ilerlemişlerdi. Hunlar göçebe halde yaşarlardı. Soğuğa, açlığa
ve susuzluğa daha çocukluklarında alışırlardı. Arkalarına yün esvap, başlarına
deriden kalpak giyerler, ömürlerini ufak ve sür’atli atlar üzerinde geçirirlerdi.
Ozamanlar Hunların reisi Attila idi. Attila kısa boylu, tıknaz vücutlu, gayet
sağlam bünyeli idi. Geniş alınlı, yassı burunlu, seyrek sakallı idi. Tavırları
mağrurane olduğu gibi, kendisine de fevkalade emindi. Attila, tahripkâr olmakla
beraber, yüksek bir siyasi maharete de malikti. Roma içlilerini kaç defalar hileler
ve hud’alarla aldatmıştı (1929: 296).
Ahmet Refik’in Attila için kullandığı; tıknaz, kısa boylu hilekâr, tahripkâr vb.
olumsuz ifadeleri Ali Reşat Bey, daha genelleştirir ve daha da ağır ifadeler ekleyerek
Hunluların tamamı için kullanır. Yalnız Ahmet Refik’in, Attila ve Hunlular ile ilgili
düşünceleri kendine aitken Ali Reşat Bey kullandığı bu ifadelerden Hunluların fiziki
yapılarına ait değerlendirmeleri Avrupalı yazarların referansına bağlaması da ayrıca
manidardır. Ali Reşat Bey Hunluları evsiz barksız göstermekle kalmaz, Hunluları; Ahmet
Refik gibi at sırtında bir hayat geçirdiklerini belirtir. Giydikleri mantoları çürüyene kadar
üstlerinde çıkarmadıklarını belirttiği Hunluların, yemek kültürünü de olumsuz ifadeler ile
eleştiren Ali Reşat Bey; onların sütlü şeyler, yabani kökler, et, ekseriya beygir eti
yediklerini, ateş yakma için odun bulamadıkları zaman etleri beygirin eğeri altına koyarak
ısıtıp sonrada çiğ çiğ yediklerini betimler. Ayrıca Hunluların piyade harbini bilmediklerini
en iyi bildikleri savaş yönteminin meydan savaşı olduğunu bu alanda da uzun süre
savaşmayı beceremediklerini ve en iyi yapabildikleri silahların kılıç ile ok gibi en ilkel
toplumlarda bile görülen silahlar olduklarını betimler. Böylece, mantık ilkeleri ile açıkça
çelişen ifadeler ile Hunluları küçümsemeye ve aşağılamaya devam eder (1929: 283–284).
Ali Reşat Bey Hunlular hakkında şöyle der:
Ozaman Avrupalı müelliflerin yazdıklarına göre Hünler kısa boylu, çene
kemikleri çıkık, küçük siyah gözlü, sakalsız, büyük başlı adamlar idi. Ketenden
bir nevi gömlek ile üzerine hayvan derilerinin birbirine dikilmesinden ibaret olan
bir manto giyerlerdi. Rivayete nazaran bu espabı bir kere giyince hiç
değiştirmezler, çürüyüp dökülmesini beklerlerdi.
Evleri, hatta kulübeleri bile yoktu. Kadınların, ailelerini, bütün eşyalarını
araba ile istedikleri yere götürürler; fakat hiçbir yerde yerleşik kalmazlardı.
232
Daima beygir üzerinde görülürlerdi. Bir yerde toplandıkları, bir şey müzakere
ettikleri zaman beygir üzerinde bulunurlar, beygir üzerinde alışveriş ederler,
beygir üzerinde yerler, içerlerdi. Hatta hayvanın omuzlarına doğru uzanarak
beygir üzerinde uyudukları da rivayet edilirdi.
Sütlü şeyler, yabani kökler, et, ekseriya, beygir eti yerlerdi. Ateş yakmak,
için odun bulamadıkları zaman etleri beygirin eğeri altına korlar, sonra çiğ olarak
yerlerdi.
Piyade olarak harp etmeği bilmezlerdi. Çirkin fakat gayet sağlam, küçük
beygirlerine ebediyen bağlanmış gibi hiç yere inmezlerdi. Başlarında meşinden
mamul bir miğfer bulunduğu halde beygir üzerinde muharebe ederlerdi. Silahları
kılıç ve ok idi. Düşman üzerine dörtnal hücum ederler, müthiş bir surette nara
atarlar, ucunda sivri kemik buluna okları istimal ederlerdi. Şayet bu hücuma
mukavemet edilirse yine dörtnal geri dönerler, badehu ayni suretle hücuma
başlarlardı. Düşmanı daima ansızın bastırmak isterler idi. Düşmana takarrüp
ettikleri zaman bir ellerinde kılıç, diğer ellerinde bir kement bulunurdu. Kemendi
düşman üzerine atıp birdenbire yere düşürmeğe çalışırlar idi.
Yalnız meydan muharebesini bilirler idi. Bir mevkii muhasara etmeği
müstahkem bir ordugâh ile uzun müddet uğraşmağı bilmezler idi. Fakat esnayı
harpte müthiş idiler Bütün muharipleri katlederler, bütün ahaliyi esir olarak
götürüler idi. Elhasıl kendilerini görenler havf ve dehşet içinde kalırlar idi (1929:
283–284).
Hunlular için yukarıdaki olumsuz ifadeleri kullanan Ali Reşat Bey, “Umumi
Göçler”in sonuçlarını değerlendirirken bu göçlerin ilkönce Batı Roma İmparatorluğu’nun
çöküşüne sebep olduğunu belirtir. Göçlerin ikinci sonucu olarak ise; Avrupa’da
Barbarların Hıristiyanlığı kabul etmelerini gösterir. Ona göre, Roma imparatorluğunun
çöküşünde sonra tek kuvvet olarak başkent kalan Roma kilisesi barbarlar karşısında
eskiden imparatorluğu oynadığı rolü oynar. Kilise Barbarlara yardım eder; fakat bu yardımı
yalnız Roma kilisesi itikadını muhafaza edenlere sağlar. Sonuçta Piskoposlar ve bilhassa
Roma Piskoposu olan Papa hiçbir devirde ve hiçbir sosyal yapıda görülmemiş derecede
büyük bir kuvvet sahibi olur (1929: 279–280). Ders kitaplarında aktarılan Kilise’nin ve
Papa’nın gücüne benzer bilgiler “Siyasi Tarih” kitabı yazarı Oral Sander’in ifadelerinde de
rastlanır. Kilise’nin ve Papa’nın gücü Sander’ göre, “Hıristıyanlığın başlangıç dönemi, bir
yanda Nezaretli İsa’nın gerçek öğesi ile öte yanda kendisini izleyen ve öğretisini yaymak
isteyen ama onun kadar yeteenkli olmayanların yanlış anlamaları ve abartmaları arasındaki
mücadelelerin öyküsüdür. Ancak Roma İmparatorluğu’nun ekonomik koşulları bozuldukça
özellikle kentlerde Hıristiyan dinini kabul edenler hızla çoğalır. Özellikle IV. Yılın
başlarında İmparator Kostantin yeni dini kabul edince Hıristiyanlar, bir kurum olarak
Hıristiyanlık ve onun başına geçecek olan “Papa” hesaba katılması gereken güç olurlar.
233
Bundan sonra, dünyevi monarklarla ruhani Papalık, yani Kilise ile devlet arasında yetki
mücadelesi başlar. Bununla birlikte, Roma “Kavimler Göçü” karşısında çökünce, geniş
mülkleri ve yaygın etkisiyle klasik geleneği koruyan ve Avrupayı olduğu kadar
Hıristıyanlığı da yeni bir çağa götüren, Kilise olur” değerlendirmesinde bulunur (2000: 42).
Doğu Roma İmparatorluğu
Batı Roma İmparatorluğu Teodosius’tan sonra seksen yıl yaşar. Doğu Roma
İmparatorluğu ise, Türker’in İstanbul’u almasına kadar on asır başkent kalır. Ali Reşat
Bey’e göre Bizans İmparatorları yaklaşık bin yıl, 1453 tarihine, İstanbul’un Osmanlı
Türkleri tarafından fethine kadar hükümetlerini korurular (1929: 304). Ali Reşat Bey,
Osmanlılar için Osmanlı Türkleri tabirini kullanarak milliyetçi bir söylemde bulunur.
Ahmet Refik ise İstanbul demez onun yerine Bizanssızların kullandıkları Konstantinopolis
adını kullanır. Ayrıca İstanbul’u fethetmek isteyen Bulgarları, Avarları, İranlıları, Arapları
ve Türkerli tecavüzcü (saldırgan) olarak gösterir. Dolayısıyla Ahmet Refik kendi kültürüne
karşı Batılılar gibi davranır. Yine Ahmet Refik, aynı ünite içinde “Haraklius hanedanını”
incelerken “O sırada Muhammed, Hicaz’da islamiyeti neşrediyordu” der Böylece Hz.
Peygamberimizden normal bir insanmış gibi bahsederek pozitivizm adına kendi kültürüne
karşı sorumsuz ve uygunsuz davranır. Bir anlamda kültür düşmanlığı yaptığı söylenebilir
(1929: 354–358).
Ahmet Refik İstanbul ve Bizans Medeniyeti için şöyle der:
Konstantinopolis, eski Yunan müstemlekelerinden Bizans (Vizantion)
şehrinin bulunduğu mahalde bina olunmuştu. Bundan başka, Atina ve İskenderiye
Arapların ve Türklerin darbeleri altında sukut ettiği zaman, bu iki Yunan
medeniyeti ocağının edebiyata ve san’ate ait bütün mirasını toplamaya Bizans
muvaffak olmuştu. Bu sebepten Roma Şark İmparatorluğuna Bizans
İmparatorluğu ve bu imparatorlukta tekemmül eden medeniyete de Bizans
medeniyeti dereler (1929: 354).
Ahmet Refik, Bizans İmparatorluğunun uzun süre yaşamasını; İstanbul’un coğrafi
durumuna, imparatorluk idaresini o zaman var olan barbar krallıklarına üstünlüğüne ve bazı
imparatorların azim ve sebatlılıkları olmak üzere üç sebebe bağlar. Böylece öğrenci için bir
234
anlamda bir devletin uzun ömürlü olması için; coğrafyasının, yönetim yapısının üstünlüğü
ve yöneticilerini azimli ve kararlı oluşlarının ne kadar önemli oldukları kavratılmaya
çalışılır. Fakat Ahmet Refik’in, yönetim güçlerinin etraftaki diğer yönetim güçlerine üstün
olduğunu söylediği ve bazı liderlerinin azimli ve sebatlı olduklarını vurguladığı Bizans
devleti için Ali Reşat Bey anlattıklarına bakılırsa hiçte öyle üstün bir yönetim gücünün,
azimli ve sebatlı yöneticilerin olamadığı görülür. Ali Reşat Bey bu konuda Ahmet
Refik’ten tamamen daha değişik şeyler söyler.
Ali Reşat Bey Bizans hükümdarları ve Bizans yönetim yapısı ile olarak biraz da
küçümseyici ifadeler ile şöyle der:
Sekizinci asırda devlettin her hal ve tavrı yunanlaştığından imparatorlar
kadim şark hükümdarlarının unvanı olan “Vasileos-Vasileus” yanı kıral ve
“Despote” yani hâkim unvanını aldılar… İmparator amir mutlak idi.
İmparatorluğun vefatında hükümet oğluna intikal ederdi. Fakat imparatorların
erkek evlat bırakmadan vefat ettiler veya haloldular… 395’ten 1453 senesine
kadar tahtı hükümdariye geçen 109 imparatordan yalnız otuz dördünün
imparatorken vefat ettiği, on ikisinin istifaya mecbur olduğu, on sekizinin
hapishanede telef olduğu, on sekizinin el ve burunlarının kesildiği, yirmisinin
ihnak ve temsin edildiği hesap edilmiştir. İmparatorluğa irtika için zadegândan
olmağa lüzum yoktu. Birçok hükümdaralar hidematı süfliyeden hükümdarlığa
kadar yükselmişlerdi. Ezcümle Birinci “Anaştaş” saray hademesi, Birinci
“Jüstinos” domuz çobanı, “Fokas” adi nefer idi.
Ali Reşat Bey’in burada, Bizans hükümdarları için kullandıkları olumsuz ifadelerin
daha ağırını, Ahmet Refik, İstanbul’daki sosyal yaşamı anlatırken kullanır. Bu bölümde
Bizanssızlar sadist ve vahşiyane tavırlar sergileyen insanlar olarak aktarılır.
Ahmet Refik konu ile ilgili olarak şöyle der:
İmparatorluğun payıtahtı, yalnız Beldeler Melikesi değildi, İranlıların
Hitezifon’undan, Arapların Bagdad’ından, Babil’den ve Ninva’dan daha şaşaalı
idi. Roma’nın planı, İskenderiye’nin sarnıçları, burada da vardı. Şehrin kalbi
Hippodrom’du. Orada mermer basamaklar üzerinde, kadın erkek, ipeklere
müstağrak, 100,000 seyirci otururdu. Bunlar mavi arabacıları gah alkışılar, gah
yuha bağırırlardı. Bizans halkı bütün zulümleri, mahkûmların etlerine kızgın
demir vurulduğunu, güzlerinin oyulduğunu, burunlarını kesildiğini, kafalarının
kesildiğini hep buralarda seyrederlerdi… (1929: 364–365).
235
Ahmet Refik’in Bizansızlar hakkınadaki olumsuz ifadelerine karşın Alâeddin Şenel
Siyasal Düşünceler Tarihi” adlı kitabında, Bizans impartorları ile ilgili oldukça olumlu
ifadeler kullanır. Şenel’e göre; “Batı Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, merkezi
otoritenin bulunmamasından dolayı, toprakları üzerinde siyasal birimler olarak binlerce
prensliğin kurlmasına karşılık, Bizans’da merkezi otoritenin varlılığını sürdürmesi iki
kesimin siyasal yapıları arasındaki en önemli farklılığı oluşturmuştur. Bizans imparatorları
oluşturulan ve unvanlarından başka güçleri olmayan Kutsal Roma imparatorlarına göre
gerçekten siyasal erkk sahibi olan, en yüksek siyasi erki ellerinde tutan kimselerdi. Bu
nedenle Batı’da görülen papa-imparator çatışmaları Bizans’da görülmemiştir. İmparatorlar
her zaman patriklerden üstün, patrikler imparatora bağımlı durumda olmuşlardır”
değerlendirmesiyle Bizans imparatorları hakkındaki görüşlerini aktarır (1998: 266).
Haçlı Savaşları
Haçlı Seferleri(Ehlisalip Seferleri), görünürdeki sebep olarak, Müslümanların elinde
bulunan Kudüs’ü ele geçirmek için XI., XII., XIII. Asırlarda Batı Avrupa Hıristiyanları
tarafından başlatılan seferler olarak kabul edilir. Her iki ders kitabında da; Haçlı
seferlerinin Hıristiyanların, Müslümanların elinde bulunan Kudüsü ele geçirmek için
başlatıldığını söylenir. Yazarlar bu savaşlara Ehli Salip Seferleri adının verilmesini;
“savaşa giden Hıristiyanların elbiselerinin üstüne haç diktirerek onun uğrunda savaşa
gittiklerini göstermiş olduklarından dolayı verildiği betimlenir ve dolayısıyla Müslüman
Doğulular ile Hıristiyan Batılılar arasında ki bu savaşın bir din savaşı olduğu vurgulanır
(Ahmet Refik,1929: 371, Ali Reşat, 1929: 313).
Her iki ders kitabında da Haçlı Seferleri’nin sekiz sefer olarak düzenlendiği belirtilir.
Bunlardan birincisi ile dördüncüsüne kralların katılmadıklarına, diğerlerinin hükümdarlar
tarafından yönetildiği söylenir (Ahmet Refik,1929: 371, Ali Reşat, 1929: 313).
Birinci ve ikinci Haçlı seferlerini sebeplerini Ali Reşat Bey şöyle belirtir:
236
Ehlisalip seferlerinin birinci sebebi hicretin dördüncü ve beşinci asırlarında
Abbasiye, Fatimiye, Selçukiye Devletlerinin lâyenkati sevkıyatı askeriyelerinden
dolayı huzur ve rahat yüzü görmeyen Suriye biladındaki karışıklıklar sebebile
Kudüse gelen Avrupa züvvarının tazyikata duçar olmalarıdır… Orta zamanlarda
Avrupa hıristiyanlarının Kudüsteki makamatı nesihiyeyi ziyaret veya Hazreti İsa
için nefeslerini tazip ederler ise bütün günahlarının affedileceğine ve öldükten
sonra ebedi saate nail olacaklarına mutekit idiler. Kudüs ziyaretinden kendilerini
menetmek – onlar için- cennet kapısını kapamak demekti. Hazreti İsa için ölen
cennete girerdi. İşte Ehlisalip seferlerinin ikinci sebebi bu taassuptur. Taassup o
derece idi ki Harbetmeğe muktedir olmıyan, esnayi seferde ölecekleri muhakkak
olan çocuk, ihtiyar, kadın ve erkek gibi pek çok aceze ve zuafa mahza Hazreti
Mesih namına fedayı hayat için salibiyun seferine iştirak etmişlerdir (1929: 313–
314).
Ali Reşat Bey, Haçlı Seferlerinin temel sebebinin “din” olduğu görüşündedir. Ali
Reşat Bey Birinci Haçlı Serfinin çıkış sebebi olarak; Abbasi, Fatimi ve Selçuklu Devleti
topraklarında yaşayan Hıristiyanların gördükleri baskılar yüzünden kaynaklandığı görüşünü
betimler. Dolayısıyla Arapları ve Türkleri baskıcı olarak niteler. İkinci Haçlı seferinin
sebebini ise; Hıristiyanlarca Kutsal kabul edilen Kudüs’e gidişlerinin Müslümanlarca
engellenmesine bağlar. Oysa böyle bir şeyin olup olamadığını, hakikatte Hıristiyanların
böyle bir baskı ile karşılaşıp karşılaşmadıklarını karşılaşıyorlarsa neden asırlar sonra
Kudüs’e daha rahat gidip gelmek için böyle bir sefere giriştiklerini sorgulamadığı görülür.
Ali Reşat Bey kitabında; Türkleri Hıristiyanlara karşı baskıcı Ahmet Refik ise istilacı
olarak niteler ve Haçlı Seferlerinin Türklerin bu Hıristiyanlara karşı uyguladıkları bu
“dehşetli istilalar” sonucu oluştuğunu söyler. Dolayısıyla Türkler saldırgan ve tecavüzcü,
Hıristıyanlar ise nefsi müdafacıdırlar. Ahmet Refik’e göre; “On birinci asırda, bütün Batı
Asya ile Kuzey Avrupa ve Güney İspanya Müslümanların elindedir. Anadolu’da büyük bir
imparatorluk kuran Selçuklulardır. Selçuklu sultanlarından Melikşah bütün Batı Asya’yı,
Çin sınırına kadar bütün ülkeleri fetheder. Melikşah’ın ölümünden sonra ülke beş müstakil
idareye ayrılır. Bu idarelerin merkezlerini İznik, İran, Kirman, Halep ve Şam halkları
oluşturur. Bu bölünme Selçukluların kuvvetlerini azaltır. Fakat Hıristıyanlara karşı
verdikleri dehşet baki kalır. Bu devirde Avrupa’yı Türklerin dehşetli istilalarına karşı
koruyacak olan, Bizans imparatorluğudur. Fakat Bizans imparatorluğunun ülkelerini
müdafaa edebilecek ne ordusu, ne donanması, ne de parası vardır. Bundan dolayı, Türklerin
tecavüzlerine Hıristiyanlar Avrupa’dan yardım isterler. Bilhassa, o zamanlar papanın
237
idaresinde pek çok kudret sahibi olan Latin Kilisesine müracaat ederler. Papa bütün
Avrupa’yı Müslümanlara karşı savaşa teşvik eder ve Haçlı Savaşları başlar” şeklinde
değerlendirmede bulunur (1929: 371).
Ders kitaplarında “din” yüzünden çıktığı söylenen Haçlı Savaşları’nın nedense
siyasi, ekonomik ve sosyal sebeplerine pek değinilmez. Yalnızca, Ali Reşat Bey bu konuda
kısa bir açıklama yapar ve din dışındaki sebepleri tali sebepler olarak görür.
Ali Reşat Bey, I. ve II. Haçlı Seferlerinin temel sebeplerini “din” olarak belirtir.
“Din” dışındaki sebepleri ise şöyle açıklar:
Bu iki sebepten maada ikinci derecede haizi ehemmiyet daha birtakım ahval
garbi Avrupanın Ehlisalip seferlerini icra etmesine sebep olmuştur. Evvela, kıtaatı
meçhule seyahat etmek, garip sergüzeştler aramak merakı; saniyen, (şövalye)ler
nezdinde harbetmek hevesinin şedit bir ihtiras halini alması; salisen, dünyanın en
zengin memleketi olmak üzre şöhret bulan şarkta maili servet ve saman olmak
ümidi seferlerin esbabı taliyesidir. Pek çok kimseler arazi sahibi olmak, rahatça
yaşamak hayalile salibiyuna iltihak eylemişlerdir. Büyük zadegân bir prenslik
elde etmek, köylüler serbestçe işleyecekleri bir tarla bulmak ümidile, fakat
cümlesi bütün günahlarının affolunacağı kanaatile şarka gelmişlerdir (1929: 314).
Ders kitaplarında en önemli Haçlı Seferi’nin, İkinci Haçlı Seferi olduğu görülür.
Çünkü İkinci Haçlı Seferi’nden sonra Kudüs Salahaddin Eyyubî tarafından fethedilerek
Hıristıyanların elinden alınır. Ali Reşat Bey Salahaddin Eyyubî ve O’nun Haçlılara karşı
mücadelesi hakkında şöyle der:
Sicilyayı Fatımiyundan istirdat etmiş olan Kıral Rujenin oğlu büyük bir
donanma ile 1146 senesinde Afrika’ya hücum etmiş ve Trablusgarbı, Mehdiyeyi
aldıktan sonra İskenderiye önüne gelerek Mısri tehdide başlamıştı. Ozaman
Fatimiye Devleti pek zayıf idi. Bundan cüret alan Kudüs Kıralı Üçüncü Boduen
Mısrı almak için Askılanı zaptteti. Bunun halefi ve biraderi (Amuri Amoury)
Mısra girerek Kahireyi tahtı muhasaraya aldı. Fatimiye Devleti nakti tazminat
itasile Mısrın tahliyesi için kıral ile müzakereye girişmişti. O sırada Sultan
Nurettin bin Zengi tarafından Seraskeri (Şiriguh) maiyetile gönderilen ordu
imdada geldi. (Şiriguh) ve maiyetinde bulunan biraderzadesi (Salahattini Eyyubi)
Dimyat muharebesinde Ehlisalibi mağlup ettiler ve bunları kâmilen Mısırdan
çıkardılar.
(Salahattini Eyyubi) Mısır ve Şamı zapt ve kuvvetli bir hükümet teşkil
ettikten sonra salibiyun ile uğraşmağa başladı; (Taberiye) civarında vukua gelen
bir muharebe Kudüs kıralı (Gı dö Luzinyan Guy de Lusignan)ı ümerasile birlikte
238
esir tuttu. Mekarimi ahlakıyesine bütün Frenkleri meftun etti. Sonra Akka, Sayda
ve Barut şehirlerini on üç gün muhasaradan sonra Kudüsü istirdada muvaffak
oldu (1929: 317–318).
Kitapalrdaki bilgilere göre, Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesi Avrupay’ı
dehşet içinde bırakır. Papa üçüncü Urban kederinden ölür. Sur peskoposu, yeni bir Haçlı
Seferi için seferi için girişimde bulunur. Üçüncü Haçlı Seferi başlar. Devamında beş Haçlı
Seferi daha olur. Haçlı Seferlerinde Hırstıyanlar umduklarını bulamazlar. Çok istedikleri
Kudüs daima Müslümanların elinde kalır. Ders kitaplarında işlenen bu seferlerin öğrenciler
açısından önemi öğrencinin bu seferler sonunda Orta Çağ Avrupa medeniyetinin üzerindeki
Müslümanların dolayısıyla kendi atalarının etkilerini görmesi olarak değerlendirilebilir.
Ali Reşat Bey ile Ahmet Refik yaptıkları değerlendirmeler ile Haçlı Serfleri
Avrupa’nın siyasi ve sosyal hayatı üzerinde büyük değişimlere sebep olduğunu belirtirler.
Onlara göre Avrupa’da sanayi ve ticaret Haçlı Seferleri ile birlikte ilerler. Bu tespit ile
yazarlar binlerce insanın ölümüne sebep olan savaşları bir ilerleme aracı olarak görür ve bu
görüşlerini öğrenciye aktarırlar. Yazarlar Haçlı Seferleri’nin Avrupa üzerindeki faydalarını
aktarmaya devam ederlerken bu faydaları şöyle sıralandırlar; Edebiyat ve sanatta bir uyanış
yaşanır. Haçlı Seferleri köylü sınıfının esaretten kurtulmasını sağlar ve komünlerin serbest
kalmalarına yardım eder. Avrupa Haçlı seferleri ile birlikte ziraatta ilerlemeler kaydeder.
Avrupa’ya Mısır, karabuğday, sarımsak, enginar, ıspanak, tarhun, patlıcan bu seferler ile
girer. Avrupa edebiyatında, mimarisinde ve iliminde en fazla ilerleme bu dönemde görülür
(Ahmet Refik,1929: 379–380, Ali Reşat, 1929: 323–324).
Ali Reşat Bey Haçlı Seferlerinin sonuçarı ile ilgili şöyle der:
…Ehlisalip seferleri Avrupa için birçok faideler temin etmiştir… O tarihte
gerek memaliki islamiyenin, gerek şark imparatorluğunun medeniyeti Avrupa
medeniyetine faik idi. Ehli İslam sanayi ve ziraatte Frenklerin pek çok fevkınde
idiler. İşte salibiyun şarkta gördükleri şeyleri memleketlerine ithal ettiler…
Ehlisalip seferleri Avrupanın idarei mülkiye ve siyasiyesine dahi tesir etti. Bu
seferde binlerce derebeyler telef oldukları ve berhayat kalanlar dahi
mameleklerini kaybettikleri için derebeylik kuvvetine halel geldi… feodalite
imtiyazatının lağvı ve müsavatı hukuk fikirlerinin uyanması Ehlisalip seferleri
devrinden bededer… Salibiyun seferlerinden evvel Avrupa milletleri birbirlerini
tanımazlar, sevmezlerdi. Bir ırka mensup olanlar arasında bile husumet ve nefret
239
cari idi. İşte, Ehlisalip seferleri behanesile Avrupa milletleri yekdiğeri ile ülfet ve
ünsiyet peyda ettieler… Salibiyun seferlerinin ilmi ve içtimai neticeleri mühimdir.
Ehlisalip müslümanları kendilerinden daha mütemeddin, maişet ve idarei
hükümetçe daha müterakki gördüler; ehli İslam hakkındaki yanlış, cahilane
fikirlerini düzelttiler. Fenni mimaride arabesk denilen tezyinat tazını görerek
Avrupa’da inşa olunan büyük kiliselerde ve sair ebniyelerde tatbikata başladılar.
Şark şiir ve edebiyatı garp üdebası üzerinde şayanı dikkat bir tesir hasıl eyledi.
Şark saraylarının ihtişamı, adap ve merasimi derebeylerin kabalığını izaleye
yardım etti (1929: 323–324).
1923–1930 dönemi ders kitapalrında medeniyetler ile alıntılar ile örneklendirlmeye
çalışılan ifadeler ve ifadelere benzer düşünceler ile değerlendirmeye tabii tutulur. Asında
Medeniyet terimi, 18. yüzyılda ortaya çıktığında, çok yüksek ahlaklı ve entelektüel değer,
şeklinde anlamlandırılmıştır. Şimdilerde bu anlamını kaybetmiştir (Braudel, 1996: 31).
Yeni anlamı, Fransızca ve İngilizcede egemen olmayı sürdürmektir ( Braudel, 1996: 30).
Egemen olmak ise, kültürel düzende ortaya çıkan değerler ve devlet aracılığıyla mümkün
olmaktadır. Braudel, medeniyetleri kavramak için, medeniyetin kurulduğu mekâna, onu
kuran topluma, toplumun iktisadi yapısına ve medeniyeti kuran toplumun zihniyetine
bakmak gerektiği fikrindedir (1996: 33–47). Medeniyetler bir coğrafya üzerinde kurulurlar.
Bu bölgeler yüzyılar veya bin yıllarca insanlar tarafından yaşanmak için düzenlenirler.
Düzenlenme çalışmaları medeniyet kuran toplumların sermayeleridir. Braudel’e göre
medeniyetlerden söz etmek, mekânlardan, topraklardan, engebelerden, bitki örtülerinden,
hayvan türlerinden, hazır ve kazanılmış avantajlardan söz etmektir (1996: 34). Braudel’e
göre, “Her medeniyet esas ışığını, benimsediği dünya vizyonundan alır. Oysa bu dünya
vizyonu, her seferinde egemen toplumsal gerilimlerin aktarımlarının sonucundan başka bir
şey değildir” (1996. 40). Medeniyetler Bıçak’a göre; kuruluş, olgunluk ve çöküş
aşamalarında, tarihi çok önemli bir unsur oalrak kullanırlar. Kuruluş aşamasında, insanları
sürece dahil etmek ve eylemin meşruluğunu göstermek için tarihe başvururlar. Yeni
değerlerin benimsenmesinde, kurumların oluşturulmasında geçmişten seçilen bazı değerler
neden olarak gösterilir. Medeniyet, olgunluk aşamasında, kendi üstünlüğünü göstermek ve
yayılmayı sağlamak için yine tarihe başvurur. Son aşamada, çöküşten kurtulmak için, hem
geçmiş başarılarını canlı tutarak varlığını sürdürmeye çalışır, hem de karşılaştığı büyük
sorunların nedenlerini anlamak ve onları çözmek için tarihi kullanır (2004: 123–124).
240
Duralı’nın ifadesine göre, “az yahut çok benzer ‘değer örgüleri’ni kuşatan,
sınırlandıran toprak parçasına yani bir yurda yerleşen toplumlar, başta tarım olmak üzere
üretime geçtiler. Böylelikle, iktisat denilen olayı yürürlüğe koydular. En üst teşkilatlanma
seviyesini temsil eden devlet kurma becerisini gösterebilmiş toplumların ‘kültür-üstükültür’
şeklinde nitelendiren ve geçmişin en eski devirlerinden bu yana istinasız topluluklar
ile toplumların tamamı, mutlaka kültür denilen düzene sahip olmalarına karşı, tarihte bütün
toplulukların medeniyet kur(a)madıklarını da belirttikten sonra medeniyetleri şöyle
sınıflandırır:
Yüksek gelişmişlik erişmiş olan ile olamayan medeniyetler. Yüksek bir
gelişmişlik gösteren medeniyetleri tarihte Avrasya denilen kıtalar blokunda
görüyoruz. Buradaki Medeniyetler ise, iki ana kümede öbeklendirebiliriz: Sulu
pirinç tarımına geçen ‘Doğu ile Güney doğu Asya medeniyet beşiğ’inden neşet
etmiş Doğu medeniyetleri camiası ile Mesopotamyanın güneyinde Zağros
dağlarının güney batı etekleri ile Basra Körfezi arasında kalan dar şeridin ve onun
bitişiğinde dümdüz uzanan Şattülarabın münbit arazilerinde buğday ile arpa eken
‘Güney batı Asya medeniyet beşiği’nden çıkıp Mesopotamyanın tamamına, Mısır,
Anadoluya, Arabistana, Akdeniz ile Adalardenizi( Ege) havzalarına ve bütün
Avrupaya yayılmış ‘Batı medeniyetleri camiası’(2000: 35–36).
Medeniyetler, Şenel’e göre ise; iki bölüm halinde incelenmelidir. Bunlar, Yunan
öncesi ve Yunan çağdaşı şeklindedir. Buna rağmen Şenel, pedagojik açıdan konunu
bütünlüğünü sağlamak için ‘Batı düşünüş tarihinin başlangıç noktası sayılan Yunan
düşünüşü ile onun beslediği Yunan öncesi düşünüşü ve ondan farklı yönlerden gelişebilen
Yunan’ın çağdaşı düşünüşleri karşılaştırabilmek amacıyla sınıflamanın Yunan öncesi,
Yunan çağdaşı ve Yunan sonrası uygarlıklar olarak belirlenmesini bağışlanabilir bir
mazeret oluşturduğu görüşündedir ( 1998: 54).
Tarihin başlangıcı olarak kabul edilen M.Ö.5000’lerden bugüne kadar geçen 7000
yıllık süre içinde tarihin önemli olaylarını etkileyen olayları biçimlendiren bir bakıma tarih
akış çizgisini saptayan tarihi, Sander “Tarih, bugünü ve geleceği anlamak için elimizdeki
tek anahtardı” görüşü ile açıklar. Ona göre, uygarlıkları üç başlık altında incelenmelidir.
Bunlardan birincisi; Tarıma dayalı uygarlıklar, ikincisi; uygarlığın Global nitelik almaya
241
başlanması, üçüncüsü ise; Modern ve global dünyaya geçiş( Batı egemenliği dönemi )
şeklindedir (2000:29–62).
4.1.1.8. Tarih Ders Kitaplarında Sosyal Tarih Unsurları
Din
Prehistorik dönemlerin arkaik toplumlarının aksine, tarihlerin antik toplumlarında din
konusundaki bilgiler çok daha nettir. Hatta Antik toplumlarda din konusundaki bilgilerin
aslında, hiç değilse bir ölçüde, daha önceki arkaik dönemlerdeki durumunun bir uzantısını
bize yansıttığına da şüphe yoktur. Ders kitaplarında yazarların aktardıklarına göre İlk Çağ
Medeniyetleri, Türkler ve Orta Çağ Medeniyetlerinde ve orada vücut bulumuş olan
müesseselerle ilgili olarak anlattıklarından, bu toplumların hayatında dini inançlar
düşünceler ve meşgalelerin büyük bir yer tuttukları görülür.
1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında Kurunu Kadime ve Kurunu Vusta
bölümünde işlenen bütün devletlerin dinleri hakkında bilgi verilir
Kitaplarda Mısırlıların Dinleri işlenirken; Mısırlılar dindar bir kavim olarak gösterilir.
Onların birçok mabutlara ve en fazla da güneşe taptıkları belirtilir. Mabutların insanlara
hayvan şeklinde göründüklerine inandıkları belirtilerek totem bir inancın olduğu
betimlenir. Mısırlıların dinindeki Mukaddes hayvanların en önemlisi Apis öküzüdür.
Böylece öğrenci totem dinlerde her şeyin mabut olabileceği fikrini edinir. Ders kitabı
yazarları Mısırlılarda sosyal yapıdaki sınıfsal farklılıkların dinlerinde de görüldüklerinin
dolaylı da olsa vurgulamaları öğrencinin toplum tahlili yaparken bir yerde yaşanan olumsuz
bir durumun birbirleri ile iç içe geçmiş sosyal unsurların tamamına domino taşları etkisi
yapacağını görmesi açısından önem arz eder (Ali Reşat,1929: 12–13).
Günay’ın aktardığına göre; “Yunanlı tarihçi Herodot, mesela eski Mısırlıların sosyal
organizasyonunun her şeyden önce dini bir temele dayandığı bize haber verir. Çünkü orada
insanların oluştuğu sosyal hiyerarşi ilahların hiyerarşisine tekabül etmektedir. İlahlar
dünyasıyla insanlar dünyası arasında aracı olarak bilinen Mısır Firavununun, aynı zamanda
bir ölümden sonraki hayat yeryüzü hayatının bir devamı olup, orada maddi hayat
242
özelliklerinin devam ettiği telakkisi yaygındır. Nitekim mezarların yani ehramların
cesameti, mumyalama, öbür dünya hayatıyla ilgili olarak yapılan tüm faaliyetler, eski Mısır
toplumlarının sosyal hayatları içerisinde dini inançlar ve uygulamaların ne derece büyük bir
yer tuttuğunu ortaya koymaktadır (1998: 87).
Ahmet Refik’e göre, Birçok dinler gibi Mısır dini de ölümle meşgul olur ve insanlara
yeryüzünden çekildikten sonra ne olacaklarını öğretir. Mısırlılar insanın bir ruha sahip
olduğuna ve bu ruhun ölmeyeceğine inanırlar. Yeraltı âleminde geçen çok uzun zamandan
sonra, ruhun tekrar gelip terk ettiği dirilteceğini kabul ederler. Onun için, ruhun bu cesedi
tam olarak bulması lazımdır. Bundan dolayı Mısırlılar naşi her türlü kötülükten ve
saygısızlıktan korumak için cesedin dağılmamasına son derece özen gösterirler Bunun
içinde cesedi mumyalarlar (1929: 16).
Tıp ilminin kurulmasına ön ayak olan Mısır’ın ölüleri mumyalamasını Ahmet Refik
tarihe tarihçiyi tanık göstererek şöyle açıklar:
Mısırlılar mumyacılıkta büyük bir maharet gösterdiler. Birinci sınıf bir
mumyalamayı Herodot şöyle anlatıyor: “Evvela mumyacı, eğri bir demirle beyni
burun deliklerinde çıkarır. Sonra keskin bir taşla nasin böğrünü açar, bütün
barsakları çıkarır, karnın içini hurma şarabı ile yıkar, ezilmiş kokularla kokular.
Nihayet içini dövülmüş saf zamk, tarçın ve daha sair kokularla doldurduktan
sonra tekrar diker, badehu cesedi soda banyosuna yatırır, burada yetmiş gün
bırakır. Bu müddetin hitamında cesedi tekrar yıkar, zamka batırılmış gayet ince
ketensargılarla sarar…” İkinci ve üçüncü sınıf mumyalara ise bu derece itina
edilmezdi. Mumyalama bittikten sonra, onu kazadan ve tahripten vikaye ederler,
bu suretle cesedi hiç çürümeden muhafaza eylerlerdi(1929: 16).
Mısır, sosyal hayatındaki sınıfsal farklılar mumyalamada da kendini gösterir. Sosyal
hayat dini etkilediği gibi dinde sosyal hayatı etkiler. Dini inanışın etkisinden dolayı
Mısırlılar birçok abideler, mabetler ve mezarlar inşa ederler. Ders kitaplarında dinin sosyal
hayat üzerine etkilerine Asurîler ve Keldaniler ünitesi işlenirken de rastlanır. Günay’ın da
ifade ettiği gibi; “Sümer şehirlerinde din, toplum hayatının pek çok veçhesine damgasını
vurmuş bulunur. Nitekim hayatın temel ritmi buna göre düzenlenmiş görünür. Şehir bir
tapınağın çerçevesinde kurulmuş olmakla, bir “tapınak- şehir” hüviyetine sahiptir. Semavi
ulûhiyet kavramı mevcuttur ve Sümer inançları öte dünya, cennet, cehennem, yaratılış,
243
tufan, ölümsüzlük arayışı… gibi bir çok gelişme dini kavramların kendi çapındaki
prototiplerini bize sunmaktan geri duramazlar. Krallın belli bir kutsiyeti mevcuttur. Ön
Asya’da “tapınak- site” tipinden “site-devlet” ve “imparatorluk” tiplerine geçiş, din ve
toplum ilişkileri bakımından önemli değişimleri” beraberinde getirmiş bulunur (1998: 87).
İlk Çağ toplumlarının sosyal hayatlarında din hâkim bir durumda olup, topluma
önemli etkilerde bulunur. İlk Çağ toplumları dinin toplum anlayışları ve felsefelerinde yeri
ve fonksiyonları sorunu üzerinde de düşündükleri öne sürülebilir.
Ahmet Refik’e göre; Müstemlekelerdeki Yunanlıları ana vatana bağlayan rabıta,
dindir. Yunalıların en mühim müesseseleri de dinidir. Yunanlılar istikbali mabutlardan
sormayı severler. Yunanistan’ın en önemli kâhini, Delfi’deki Pitia veya Appollon
rahibesidir. Bu rahibeye danışmak için yalnız Yunanlılar değil, yabancılarda gelirler (1929:
109).
Ahmet Refik Yunan Medeniyetinde dinin oynadığı rol hakkında şöyle der:
En uzak müstemlekelerdeki Yunanlılar ile ana vatandaki Yunalıları
yekdiğerine birleştiren rabıta esasen din idi. Şüphesiz dil birliğinin ve başka
kavmlerin hiç bilmedikleri bir dili konuşmak hadisesinin de Yunan âleminde milli
birliği tesis ve idameye en çok yardımı oldu; fakat Yunanistan’ın yegâne tanıdığı
milli müesseseler dini olanlarıydı.
Yunanistanda dini müesseseler ihtas edildikten sonra, bazı ibadetler milli
mahiyetleri sayesinde daha fazla taammüm etti. Vakıa Yunan mabutlarının
çoğuna tekmil Yunalılar ibadet ederlerdi; fakat asıl büyük Yunan ibadetleri:
Zefs’e, Apollon’a ve Possidon’a yapılanları idi. Bu ibadetler yalnız nefsi
Yunanistan’da değil, Anadolu sahillerinde, nerede bir Yunan müstemlekesi
edilmişse, orada cariydi(1929: 109).
Ders kitaplarındaki yansıtılan bilgilere göre, Yunan dünyasında Sofistler olarak
bilinen filozoflar grubu, sosyal konularda fikir yürütmüş düşünürler olarak dikkati çekerler.
Günay’ın ifade ettiği gibi; “Esasen eski Yunan siteleri ( şehir devleti)nin sosyal
hayatlarında da dini inançların mutlak surette hâkim oluşunun o devir düşünür ve
filozofların dinin sosyal fonksiyonu üzerinde düşünmeye sevk ettiğine şüphe yoktur.
Ksenophanes, zamanın politeist dininin inançlarını ilim gözüyle incelemiş ve tenkit
244
etmiştir. Heraklit ise, ibadet ve dini ayinler üzerinde durmuştur. Heraklit ise, ibadet ve dini
ayinler üzerinde durmuştur. Ksenophanes’in dikkatini, zamanındaki dinlerin, ilahların ve
bunlara tapanların çeşitliliği ve çoğu zamanda zıtlığı noktasına yönelttiği ve bu inançların
hakiki din ve tanrı anlayışlarına aykırı olduğunu ifade ederek, monoteizmi savunduğu
görülmektedir (1998: 89).
Yunanlılar da olduğu gibi Romalılarda da din genel ve özel hayatta büyük bir yer
işgal eder. Roma imparatorluğunun fetihleri, birbirlerinden oldukça uzak halkların
kültürleri, inançları ve kurumlarının temasa gelmesine imkân verir. Üstelik fetihler ve
böylede oluşan geniş imparatorluk düzeni, antik sitenin kendi sınırları içerisindeki
tekelciliğe dayalı dini, kültürel ve toplumsal yapılar ve ilişkilerde ve böylece insanlığın
genel durumunda eskiye oranla önemli değişmeleri beraberinde getirir. Aynı dönmede uzak
Doğu’da vücud bulmuş olan Çin İmparatorluğu gibi, Roma’nın da Çiçeron ve Seneka gibi
iyi ahlakçıların yetişmesine ortam hazırlamış olmasının yanı sıra ayrıca daha sonra modern
hukuka da temel teşkil edecek olan bir hukuk sisteminin oluşumun imkân vermiş olması da
kayda değerdir (Ali Reşat,1929: 208–240).
Ahmet Refik dinin Roma medeniyeti açısından önemini ve Roma dininin evreleri
hakkında şöyle der:
Roma’da din, umumi ve hususi hayatta gayet mühim bir mevki işgal ederdi.
Din karışmadan ne devlette, ne aile içinde hiçbir şey yapılmazdı. Halk meclisi’nin
her toplanışında, Sanato içtimalarının her başlangıcında daima mabutlar yad
edilirdi. Majistralar, umumi ibadetin ahkâmına vakıf olmadan, mükellef oldukları
vazifeleri ifa edemezlerdi. Bir konsul, dini bir ayın icra etmeden memuriyete dahil
olamaz, ordu kumandalığı deruhte edemez, düşmanlar ile muharebe etmek için
Roma’da ayrılamazdı.
Roma’da vakıa mülki ve askeri memurluklardan ayrı olarak rahipler sınıfı
vardı; fakat mülki ve askeri memurlar bile daima rahip mahiyetine haizdiler.
Çünki muhtelif vesilelerle, memurlar kurban ayinlerine, mabutlar namına yapılan
dualara ve ayinlere riyaset ederlerdi.
Ayni suretle, hususi hayatta, ferdi veya maşeri bütün efalde, uğurlu uğursuz
bütün hadiselerde, mabutların iştiraki vardı. Mesela: Tevellütlerde, çocukların
terbiyesinde, izdivaçta, vefat vukuunda, hatta her günkü taamda.
Roma dini daima ayni tarzda kalmadı. Zamanla değişti. Önceleri sırf
İtalya’ya hastı. Menşei Latin ve Sabin’di. Bu iki şekilde Roma dini çobanların ve
245
çiftçilerin dini idi. Bu devirde ibadet edilen mabutlar, bilhassa kır, orman ve sürü
mabutlarıydı.
İkinci devir, Tarkiniuslar zamanında tesadüf eder. Bu devirde ibadet gayet
muhteşemdi. En ziyade ehemmiyeti haiz mabutlar, Kapitol mabutlarıydı. Daha
sonra, Yunan esatirile Yunan zihniyeti Roma dinine yeni bir mahiyet bahşetti.
Roma evvela cenubi İtalya’daki Yunan beldelerinin tesirine uğradı. Yunanistan ile
Şark’ın zaptından sonra, Yunan ve Şark esatiri Roma’ya doldu. Frikya, Suriye ve
Mısır mabutlarının karşısında eki din ricata başladı(1929: 188).
Ders kitaplarındaki ifadelere göre, Eski toplumların sosyal yaşamlarında ve
felsefelerinde dini inançların büyük bir payının bulunduğu anlaşılır. Yukarıda belirtilen
toplumlarda olduğu gibi, toplum felsefesi ve hayat anlayışı da dini inançlardan kaynaklanır.
Efsaneler, mitolojiler, destanlar, vs. ile dopdolu olan Yunanlıların veya Romalıların ilahiyat
sistemi, bu toplumun sosyal yapısı, teşkilatı ve realiteleri içerisinde en başta gelen bir yeri
işgal eder.
Ekonomik ve Sosyal Uğraşılar
Çeşitli tarihi olayların temelinde ekonomik faktörler yatar. Kütükoğlu’na göre bu
olayların kanunları, iktisat ilmince ortaya konur. Tarih ise onların tasviri ve
yorumlanmasıyla uğraşır (1990: 11). Ders kitaplarında toplumların, sosyo-ekonomik
faktörleri yapılan etkinlik ve etkinliğin toplumsal ihtiyaçlarına ne şekilde katkıda
bulunduğu belirtilmeye çalışılır.
Mısırlılar ünitesi işlenirken; Mısır’da ziraat, sanayi ve ticaret gayet ileri olduğu
belirtilir. Temel ekonomisi tarıma dayanan Mısır’da tarlalar birçok köylüler tarafından
ekilir. Temel ekonomik uğraş ve temel üretim tarıma dayandığı için Mısır bir tarım
toplumudur. Tarımın temel belirleyicisi ise, Nil Nehri olduğu genel kabul görür.
Ahmet Refik, Mısırlıların tarımına yön veren dolayısıyla Mısır ekonomisine en
büyük kaynak oluşturan Nil hakkında şöyle der:
Mısır’ın hayatı Nil ile kaimdir. Mısır Nil’siz yaşıyamaz. Nil olmasıydı,
Sahrayıkebir bilafasıla Bahriahmere kadar uzanır giderdi (1929: 3).
246
Ahmet Refik gibi Ali Reşat Bey’de Nil’in Mısır ve Mısır tarımı için hayati önem
taşıdığını belirtir ve Herodot’tan naklettiği çarpıcı ifadeler ile Nil’in Mısır’a ve Mısır
tarımına katkısını şöyle belirtir:
Bu uzun vadi çok mümbittir. Nil… Ortaafrikanın kış yağmurları ve
Habeşistan dağlarındaki kararın erimesile kabarır, taşar, dar vadiyi, yani Mısırı 10
metre yüksekliğinde suya garkeder.
Kanunuevvelde sular çekildiği zaman mütebaki arazi birçok setler, bentler,
kanallar yapılmış olan insanların mesaisi sayesinde sulanır. Dört ayda toprak
mahsülünü yetiştirir, sonra, şiddetli sıcak etrafı kavurur; fakat biraz sonra yine
taşmağa başlar ve vadinin her tarafına su ve imbat kuvveti verir. Herodotun Mısır
rahiplerinden naklen dediği gibi “Mısır, Nilin bir hediyesidir” kızgın güneşin
tesiri altında bu rutubetli toprak fevkalede mümbittir. Binaenaleyh güneş, Nil ile
birlikte Mısırı ihya eder (1929: 4–5).
Kitaplarda ekonominin yalnızca iktisadi boyutları vurgulanmaz. Ekonomik
etkinliklerin sosyal ilişkilere ve siyasi ilişkilere katkısı dolaylı da olsa vurgulanır. Ahmet
Refik’e göre Mısırlılar; kıymetli madenlerini yabancı memleketlerde getirirler. Kendileri de
mücevherler, mineli çömlekler, cam işleri ve kâğıt yapraklar, yaparak bunları uzak yerlere
gidip satarlar (1929: 14).
Ahmet Refik Mısır toplumunu dış ilişkilerine sebep olan sanayi ve ticaretini şöyle
betimler:
Eski Mısır gibi çok nüfuslu, çalışkan ve zengin bir memlekette, sanayinin ve
ticaretin de ilerilemiş olması lazımdır.
Odevirde Mısır’ın başlıca sanayi şunlardır: Dokumacılık ve kumaş
boyacılığı, kuyumculuk ve cevahircilik, mineli çömlek ve cam imali. Mısır,
sanayi mahsulâtını ecnebi memleketelere de gönderirdi. Kendisinde bulunmıyan
iptidai maddeleri, ezcümle kıymetli ağaçlarla madenleri Asya’dan getirirdi.
Kokuları, kıymetli taşları, baharatı Arabistan’dan tedarik ederdi. Mısır’ın harici
ticareti gayet vâsidi. Gerek Mısırdaki mezarlarda, gerek Mısır haricinde, mesela
Kartaca’da, Mısır san’atini gösteren işlemeli ve sırmalı kumaşlar, gayet ince ve
şeffaf muslinler, dakik bir san’at ve temiz bir zevki selim ile yapılmış
mücevherler, üzerlerine mavi bir verni sürülmüş çömlekeler ve ufak heykeller
bulunmuştur (1929: 13–14).
247
Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi toplumların ekonomik etkinlikleri; dış
ilişkilerde yalnızca siyasi sonuçlar doğurmamakla kalmayıp ayrıca, toplumlar birbirleriyle
ilişkilerinde sanat türleri öğrenmekte ve sanat zevkleri de edinmektedirler.
Ekonomik etkinlikler dış siyasi ilişkilere destek sağladığı gibi, bazen de devletlerin
kendi iç siyasetlerinde önceliklerini belirleme açısından da önem taşır. Kitaplar da, tarıma
dayalı toplumlarda devletin aslı görevinin bu toprakların üretiminde devamlılığını
sağlamak olarak betimlenir ve devletin siyasetteki önceliği vurgulanır. Bu öncelik
hükümdarların toplum içindeki şan ve şereflerinin de belirleyicisi olur.
Ali Reşat Bey, Asurîler ve Keldaniler bölümünü incelerken bu konu ile ilgili olarak
Samileri över ve şöyle der:
Devletin birinci vazifesi mümbit Mezopotamya toprağının muntazam
surette ekilip biçilmesini temin etmekti. Bunun için hükümdar ziraate, toprağı
sulamak için kanalar açılmasına, bunları iyi muhafaza edilmesine yakından
nezaret ederlerdi. Babil salnamelerinde bir hükümdarın şan ve şerefi açtığı veya
iyi halde muhafaza ettiği kanallar adedile mütenasip gösteriliyor. Hasattan sonra
mahsulatı ya memleket dâhilinde istihlak yahut bazı sanayide başka şekle tahvil
etmek veya komşu yahut yabancı kavmlere satmak suretile iyi idare edilmek
lazımdı. Bunun için hükümdar san’atlere, gemiler veya kervanlar vasıtasile
ticarete sureti mahsusa da ehemmiyet verir idi. Bir memleketin tabii
membalarından istifade eylemek, mahsulât ve mamulatı trampa etmek veya başka
yerlere götürmek Samilerin en ziyade meşgul oldukları bir iş idi. Bunun için bir
metot dâhilinde iş görmek, sabretmek, alışverişte mahir olmak, iyi hesap etmek,
bazen hile ve tamahkarlığa kadar ileriye varmak bunların en ziyade tekamül etmiş
vasıflarıydı. Zamanımızda olduğu gibi eski zamanlarda da Samiler cihanın en
mahir ve kuvvetli tacirleri olmuşalrdır (1929: 46–47).
Ders kitaplarında Samilerin ticaret anlayışları övülürken, Fenikelilerin sanayi ve
ticareti incelendiğinde, Fenikeliler sömürgeci ve bencil bir toplum olarak gösterilir.
Kitaplarda; Fenikeliler mücevherat ile erguvani kumaş imal ettikleri belirtilir. Sanayilerinin
ürünlerini ihraç ettiklerini, Eski zamanların başlıca ürünlerinin, özellikle bakır, kalay ve
altın gibi madenleri Akdeniz’in bir ucundan öbür ucuna taşıdıkları belirtilir. Sonuçta,
Fenikeliler ticaretlerini kolaylaştırmak için birçok ticaretgâhlar ile sömürgeler kurdukları
belirtilir (Ahmet Refik, 1929: 44, Ali Reşat, 1929: 68)
248
Ahmet Refik Fenikelilerin sömürgeciliği ile ilgili şöyle der:
Fenikelilerin hakiki malikâneleri, denizdi. Fenikeliler Karadeniz
(Pontökzen) nihayetinden Septe boğazı (Herkül sütunları) na kadar bütün
Akdeniz’i dolaştılar. Her burunun eteğine, her limanın içlerine, ve her adanın
sahillerine yanaştılar. Akdeniz, daha Yunan deniz olmadan, bir Fenike denizi
oldu. Fenikeliler Akdeniz’in yalnız her tarafını dolaşmakla kanaat etmediler,
orada birçok müstemlekeler de tesis eylediler. Bu müstemlekelerin bazıları sadece
bir ticaret müessesi idi. Buraların henüz vahşet halinde buluna halkı,
memleketlerinin tabii mahsüllerini bu müstemlekelere taşırlar, Fenikelilerin
getirdikleri yapılmış eşyayı kendi masullerile değiştirip giderlerdi. Bu
müstemlekelerden bazıları, mahsüldar mıntıkalarda veya zengin maden ocakları
civarında tesis edilmiş gayet mühim müesseselerdir (1929: 44).
Ahmet Refik’in sömürge faaliyetlerini betimlediği Fenikelilerin, bencillikleri
hakkında ise Ali Reşat Bey şöyle der:
Fenikeliler başka kavmlerin kendilerine rekabet etmelerini istemezlerdi.
Kasiterit adalarının nerede bulunduğunu bilmezlerdi. Fenikeliler birkaç asırdan
beri İspanya ile münasebatta bulundukları halde Yunanlılar daha İspanyanın
vücudünden bile haberdar değildiler. Bir Yunan gemisi İspanyayı tesadüfen
keşfeylemiştir (1929: 69).
Ders kitaplarının muhatabı olan öğrenciler, ders kitapların ilgili devletlerin iktisadi
hayatlarına ait değerler işlenirken iktisadın toplumların her türlü sosyal hayatı üzerinde
etkili olduklarını görür. Bu durumu pekiştirecek örnekler Yunanlılar ünitesinde de görülür.
Atina’da ordu ve donanma masrafı büyük bir yekün tuttuğundan. Atina da maliyecilik
büyük önem taşır. Taşıdığı önemden dolayı Atina’da maliye memurları Halk Meclisi
tarafından seçildiği görülür. Toprakları ürün yetiştirmek için, uygun olmayan Atina,
kendisine lazım olan hububat ile gerekli maddeleri dış alım yoluyla elde eder. Dış satımı
ise sanayi ve san’at ürünleridir. Başlıca sanayi tabaklık ve saraçlık, gemi işleri; en mühim
san’at işleri de heykelcilik, porsölencilik ve kuyumculuktur (Ahmet Refk,1929: 126).
Atina’nın sanayisi ve ticareti ile yukarıdaki tümceler ile karşılaşan öğrenciler, Atina da
iktisadi zorunluluk olarak kurumların nasıl ortaya çıktığını ve Atina’nın dış alım açığını
kapatmak için sanayi ve san’at dallarının nasıl oluştuğunu kavrayacağı düşünülür.
249
İnsanlık tarih tekdüze bir gelime göstermemiş, sürekli değişme ve gelişmelere sahne
olmuştur. Geçmişte ortaya çıkan bazı önemli gelişme ve değişmeler tarihte bir dönemin
başlangıcı, başka bir dönemin sonu olarak görülmüş ve kabul edilmiştir. Geçmişin
incelenmesi yapılırken esas alınan bu alt dönemlerin tesbit konusunda çeşitli kriterler
uygulanır.
Tarih ders kitaplarında iktisadi ilerlemenin bir yeri dünyanın cazibe merkezi haline
getirişinin en güzel örneğine Roma tarihin de rastlanır. Roma ekonomisindeki ilerleme bir
anlamada Roma tarihinin başlangıcı olur. Öğrenci, Roma’yı cazibe merkezi haline getiren
iktisadi gelişmelerin izinde, içinde yaşadığı toplumun sanayi ve ekonomisi için çözüm
yolları üretme uğraşı içine girmesi adına alternatif oluşturur.
Ahmet Refik bu konu ile ilgili şöyle der:
Roma âlemi, iki asırdan fazla bir müddet zarfında, en yüksek bir iktisadi
refaha nail oldu. Ziraat, İtalya’dan ziyade, eyaletlerde ileriledi. Evvelce ekilmemiş
bir halde kalan geniş sahalar Gol’de, Britanya’da, İspanya’da, Afrika’da hep
sürüldü ve ekildi. Bir tarafta ormanların yerine bağlar ve buğday tarlaları kaim
oldu; öbür taraftan bataklıklar kurtuldu. Diğer tarafta da, suların nisbetsiz bir
halde olmasından hâsıl olacak mahzurları izale için, sumakinleri, bentler, kanallar,
sarnıçlar, suhazineleri yapıldı. Buğday, hububat, üzüm, zeytin, imparatorluğun en
münteşir ziraatinden mabut oldu. Eyaletlerdeki çiftçiler payıtahtı ahalisine muhtaç
olduğu zahirlerin kaffesini temin edebilirler. Sanayi işleri de büyük bir faaliyet
kesbetti. Numidya’nın ve Yunanistan’ın mermerleri, Mısır’ın porfirleri,
Dalmaçya’nın ve Daçya’nın kıymetli madenleri, Rusya’nın derileri, Baltık’ın
kehrubası, orta Afrika’nın fildişisi gibi iptidai maddele rbirçok tezgâhlarda gayet
mahirane işlendi. İmparatorluk adeta cesim bir arı kovanını andırdı.
İmparatorlukta ticaret te inkışaf etti. Hint okyanusu’nda şiddetli bir surette
esen muson denilen rüzgârların keşfi, Mısır, Hindistan ve Uzak Şark’la doğrudan
doğruya muvasalatı kolaylaştırdı. Roma gemicileri cenuba doğru çok uzaklara,
Afrika’nın şark sahili boyunca ilerledi.
Akdeniz, tüccar gemicilerle doldu. İmparatorluk bütün eski dünyanın cazibe
merkezi oldu (1929: 281–282).
Ekonomik etkinlikler, Roma’yı cazibe merkezi haline getirmesinin yanında aynı
zamanda Roma’nın, yönetimi altına aldığı kavimleri birbirleriyle savaşmalarını önlemek
içinde bir barış unsuru olarak da kullanır. İmparatorluk bunun için geniş alanlara yayılan
250
toprakları arasında büyük bir ticaret ağı oluşturur ve toplumsal barışa katkıda bulunur (Ali
Reşat,1929: 250).
Umumi Tarih-I kitaplarında her devletin ekonomisi ve ticaretine yukarıda belirlenen
yargılar doğrultusunda değinilir ve ülkelerin siyasi tarihleri ile birlikte sosyal tarih unsurları
da verilmeye çalışılır. Yalnız kitapların genelinde olduğu gibi ekonomi ve ticaret
konusunda da gelişmeler devletler veya o devletin elit tabakası etrafında gelişir. Halka ait
sosyal tarih unsurları devletlerin ve hükümdarların gücü pekiştirilmek için kullanılır.
Oyunlar
Gündelik hayatın, halkın ve halka ait değerlerin tarih ders kitaplarına girdikleri en
fazla konu ise; genelde halkı özelde ise kralları eğlendirmek için organize edilen ve bazen
bir eğlenceden çok birer vahşete dönüşen Romalılar ve Yunanlıların tarihlerinde görülen
“oyunlar”da rastlanılır.
Yunalılar her dört yılda bir beş gün devam etmek üzere Zeus’un şerefine yapılan
oyunlarda hazır bulunmak için Olimpiya’da toplanırlar. Yunan vatandaşlarında çok sayıda
kişi Olimpiya’ya gelirler. Kırlar çadır ve barakalarla dolar. Oyunlara sabahın erken
saatlerinde Zeus’a kurban kesildikten sonra başlanılır. Bugünkü Olimpiyat oyunlarının
başlangıcını oluşturan bu oyunların çıkış zamanında rastlanan en dikkat çekici nokta:
“Yarışa girenlerin Yunanlı ve hür olması lazımdı. Esirler ve barbarlar kabul edilmezdi”
şartıdır (Ali Reşat, 1929: 152). Bugün bütün dünya halklarının hiçbir sınırlamaya (dil, din
ve ırk olarak) tabi tutulmadan katıldığı ve kültürler arası ilişkilerin ve dayanışmanın
gelişmesine en fazla hizmet ettiği düşünülen spor dalarında olan Olimpiyat oyunlarının
tarihi ve değişim süreçleri öğrenci için ilginç bir hal oluşturur.
Yunan oyunlarında olduğu gibi Roma oyunları da mabutlar adına yapılır. Yalnız
Yunan Olimpiyat oyunların da bireysel ve kolektif spor müsabakaları ön planda olduğunu
gören öğrenci için aynı şeyleri Roma oyunlarında görmesi mümkün değildir Roma oyunları
işlenirken karşılaşılan her sahne normal olan her insanın kanını donduracak cinstendir.
Çünkü öğrenci bu bölümde her türden sadistliğin, insanlara ve hayvanlara uygulanabilecek
en vahşice davranış biçimlerinin içine bırakılır.
251
Romalıların oyunları için Ali Reşat Bey şöyle der:
Roma’da mabutlar şerefine şenlikler yapıldığı zaman oyun vermek kadim
bir adet idi. Her oyun günlerce devam eder ve birçok umumi temaşalardan
mürekkep olurdu… Anfiteatr muhtelif oyunlara mahsus bir mahaldi. Bu oyunların
başlıcası gladiyatörlerin kavgası idi. Kılıç ile müsellah kimseler (gladiyatör
gladiuz, yani kılıç kelimesinden gelir) seyircileri eğlendirmek için birbirlerini
öldürünciye kadar dövüşürlerdi. Bu gayet eski, belki de Etrüsklere mahsus bir
oyundu. Esası vefat eden bir kimsenin şerefine insan kurban etmekten ibaretti…
Oyun günü gladiyatörler imparatoru selamlıyarak oyun mahallinden geçerler ve :
“Allaha ısmarladık Sezar, şimdi ölecek olanlar seni selamlıyorlar” derlerdi.
Badehu boru ve trampet sesleri arasında alelade iki kişi karşı karşıya, bazan da
birçok kimseler birbirlerile muharebe ederlerdi. Bu mübarezede iki muharip
daima aynı esliha ile mücehhez bulunmazdı. Hımsını bir ağ içinde sarmağa
çalışan yarı çıplak ve elinde yalnız bir ağ bulunan gladiyatör (Retiaire) envaı
esliha ile müsellah bir samnit büyük bir kılıç küçük bir kalkanla müsellah bir
Traklıya karşı harbederdi. Muhariplerden bir yere düştüğü zaman öldürülmesi
veya affedilmesi lazımgeleceği seyirciler kararlaştırırlardı. Badehu uşaklar oyun
mahallinde kalan naışları iplerle çekip bir salona götürürlerdi. Orada naışlar
muayene olunur; Merkur kıyafetinde bir adam naışın henüz berhayat olup
olmadığını anlamak için kızgın demirle dokunur; Şaron kıyafetinde diğer bir şahıs
ta iyileşmesi mümkün olmayan mecruhine bir sopa ile vurarak vefatlarını tesri
eder; diğer yaralılar tedavi edilirdi…
Anfiteatrda av oyunları da icra edilirdi. Oyun meydanında aslan, kaplan,
pars, ayı, yabandomuzu, fil, manda, geyik, boğa, devekuşu gibi hayvanatı vahşiye
bırakılırdı. Pompe ve Sezar suaygırı, zürafa ve timsah gibi Romalıların yeni
gördükleri hayvanatı da anfiteatra çıkardılar. Ok ve yay, harbe, mızrak ile
müsellah avcılar bu hayvanatı itlaf ederlerdi. Hayvanları da biribirlerile, mesela
bir ayıyı bir manda, bir boğayı bir fil ile dövüştürürlerdi. Yalnız bir mızrak veya
kılıç ile müsellah, zırhsız ve kalkansız bir adama karşı bir aslan veya bir ayı
çıkarılır idi.
Nihayet hayvanatı vahşiyeyi çıplak ve bir direğe zincirle bağlı adamlar
üzerine salıvermek daha şayanı temaşa bir manzara addedildi. Bu oyunun zevki
biçare insanların hayvanat tarafından parçalandıklarını, eklonunduklarını
görmekten ibaretti. İdama mahkum olan erkek ve kadınlar bu oyunlara tahsis
edilirlerdi. Bu suretle cezayı idam umumi bir eğlence halini alırdı (1929: 260–
262)
Edebiyat ve Sanat
Toplumların ürettikleri en yegâne ve en temel unsurlar olarak, onların edebiyatları ve
sanatlarının oldukları düşünülür. Çünkü toplumun siyasi sosyal ekonomik kültürel vb.
252
bütün alanlarına bu çalışmalar yön verir. Toplumun bütün sosyal unsurları bu çalışmalar ile
şekillenir. Toplumu şekillendiren bu çalışmalar yine kendilerinin ürünü olarak ortaya çıkan
sosyal unsurlardan etkilenir ve şekillenirler. Tarih ders kitaplarında her iki yazar da az da
olsa ( ki bu bir öznel çıkarsamadır) bütün medeniyetlerin, edebiyat ve san’at çalışmalarına
yer vermişlerdir. Yalnız bu çalışmalar açıklanırken genellikle bunların çıkışlarına sebep
olan düşünceler daha reel düşünceler ve tanıklar ile açıklanması yerine rivayetlere ve
efsanelere dayandırılır. Ancak yer yer Herodot, Thukiyides gibi tarihçilerin referanslarına
başvurulduğu görülür.
Kitaplarda, Mısırlıların edebiyat ve bilim konusu incelenirken; Mısırlıların
edebiyatına yön veren sosyal olgunun din olduğu belirtilir. Yine Mısır coğrafyasının
kendine has ürünü papirüslerin etkisi betimlenir.
Ali Reşat Bey göre, Mısırlıların edebiyatı en çok dini inançlarda ilham almıştır. Ona
göre, Mısır edebiyatı; özellikle papirüs üzerine yazılmış veya mabetlerin duvarlarına
işlenmiş ilahilerden, mitolojik efsanelerden, sihirli cümlelerden ve dualardan oluşur.
Mumyalar üzerine ölülerin öteki dünyada okuyabilecekleri kitaplar, muaşeret adabına,
ahlaki hikâyelere, seyahat menkıbelerine ait eserler konur. Bunların çoğuna mabutların
ilhamı olarak ile bakılır (1929: 22). Mısırlıların ilerlemeleri ve insanlık ortak mirasına
katkıları edebiyat ile sınırlı olmadığı görülür. Ali Reşat Bey’in ifadesine göre, Mısır
kütüphanelerini, Tıp ve matematik kitapları süsler Ali Reşat Bey, Mısırlıların bilimde
ilerlediğinin en önemli kanıtı olarak ise kullandıkları takvimi görür. Ayrıca, Mısırlıların
geometride ilerlediklerini en önemli göstergesine ise, Geometri ilminin yardımı ile
yaptıkları oldukça büyük abidelerin orantıları, iyi muhafazaları, insanı hayrete düşürecek
derecede sağlamlılıklarını delil gösterir (1929: 22). Ahmet Refik ise; Mısırlıların abideleri
ile mabetleri ve mezarlarının, sayısız heykeltıraşı ve yağlıboya ile süslü olduklarını
belirttikten bu heykellerle resimlerin bir tarihçi için önemli olduğunu vurgular (1929: 18).
Ders kitaplarında öğrenciye sunulan bilgilerde San’atın özellikle Asurîlerde çok
ilerlemiş olduğu görülür. Bu bilgiler arasında, Asurî’ye saraylarının nefis helkeltıraşi
eserler ile süslendiği betimlenir. Bölümün satır ararlında Asur süsleme sanatını incelikleri
aktarılır. Süsleme sanatına ait incelikler aktarırken; Büyük kapıların yanlarına insan yüzlü
253
iri boğa heykelleri konulduğu söylenir. Duvarlar, muharebe ve av sahneleri ile çeşitli
olayları gösteren kabartmalarla kaplandığı betimlenir. Binaları boyalı çiçek resimleri veya
levhalar teşkil eden mineli tuğlalarla süslendiği vurgulanır( Ahmet Refik, 1929: 36–37, Ali
Reşat, 1929: 47–48).
Keldaniler ve Asurîler birçok abideler yapmışlar. Bugün bile Fırat ve Dicle Nehirleri
bunların yaptıkalrı büyük harabeler ile dolu olduğu görülür. Ordaki abideler ile yüzleşecek
öğrencinin göreceği gerçeklerden biriis de san’at üzerinde coğrafyanın etkisidir.
Ali Reşat Bey Keldani ve Asuri san’atı ve san’at üzerind eetkil olan coğrafi etkiyi
şöyle açıklar:
Keldaniye mimarları bina yapmak için taş bulamadıkları cihetle yapışkan
toprağı su ile yoğurduktan sonra kalıba sokaralr ve ateşte pişirirlerdi; bu suretle
tuğla yaparlardı. Tuğla pişince kızarırve gayet sertleşirdi. Bir nevi tuğlayı da
güneşte kurutarak yaparalrdı. Buna kerpiç denirdi. Rengi beyazımsıdır. Az
zamanda dağılır Bunarlı setler ve dış duvarlar için kullanırdı… Asuri mimarları,
Asuriye dağlrında taş bulmakla beraber, ,aynı mimari usulünü takip ettiler. Taşı
yalnız temeller ve döşeme için kullandılar(1929: 48).
Ahmet Refik ise Asurîlerin Astronomi ilmi ile ilgili Herodot’u referans göstererek
şöyle der:
Yıldızlara ibadet, nihayet nücum ilmini ortaya çıkardı. Asurilerle
Keldaniler, insanların doğuşları ve kısmetleri üzerinde yıldızların büyük bir tesiri
olduğuna itikat ederlerdi. Rahipler bile bu itikatleri rededemezler, istikbali
yıldızlardan anlamaya çalışırlardı. Yunan müverrihi Diyodor diyor ki: “Bunların
fikrince, mahir rasıtalar yıldızların doğuşundan, batışından ve renginden tefe’ül
etmeyi bilirler, keza, şiddetli sıcakları, yağmurları ve fırtınaları da haber verirler.
Kuyruklu yıldızların görünüşü, ayın ve güneşin tutulması, havada vukua gelen
değişiklikler, krallar ve ahali için olduğu gibi, memleketler ve milletler için de
saadet ve felaket alametleridir. Keldaniler bu suretle krallara birçok tefe’üllerde
bulunmuşlardır ki bunların hemen kaffesi zuhur etmiştir” (1929: 36).
Yunan sömürgeleri içinde en çok Anadolu’da ve Büyük Yunanistan’da san’at hayatı
uyanır. Mimarlık ve heykeltıraşlık, ilk şaheserlerini oralarda ortaya koyarlar. Agrigent’te,
Sirakuse’de nefis mabeteler yaparlar. İlk heykeltıraşlık okulu Anadoludaki Yunan
254
şehirlerinde ve özellikle Sisam ve Sakız da kendini gösterir. Yunalıların en eski mimari
tarzında sayılan doros tarzı ile yon tarzı, ilk önce Anadolu Dorosları ile Anadolu Yonları
tarafından kullanılır. Yunalıların san’at faaliyetlerinin temelinde öğrencinin göreceği
temel gerçek san’atın çıkışını sağlayan belirleyici temel etkenin “ihtiyaçlar” olduğudur.
İhtiyaç’ın temel belirleyici olduğu sanatta estetik ikinci planda tutulur veya estetik kaygılar
hiç dikkate alınmaz. Estetiğin olmadığı eseler, bazen toplumların san’at anlayışlarını
yansıtma gücünde yoksun olabilirler. Çünkü ihtiyaç için yapılan eserlerin yapısında
ihtiyacın şekilleri belirleyici olmaktadır. Oysa estetik anlayışın ürününde soyut aklın
somutlaşması söz konusudur. Dolayısıyla ihtiyaçtan öte bir çizgi üstülük söz konu olur.
Yunanlılar ihtiyaç duydukları eşyayı yapmak için önceleri yalnız taş kullanırlarken bunları
kemikten yapmayı da öğrenirler. Ahmet Refik’e göre, Yunalılar bu maddelerin dışında
Bakır kalay gibi madenlerden yararlanırlar. Bunlardan çivi, bıçak namlusu ve yüzük imal
ederler. Pişmiş topraktan kaba vazolar yapmaya başlarlar. Bu medeniyetin en önemli
eserleri Truva (Trio) şehrinin olduğu mahalde bulunduğu için Yunan tarihin bu en eski
devrine Truva devri derler (1929: 80). Yunalılara ait san’at eserleri yalnızca Truva’da
bulunmaz. Yunalıların yerleşik oldukları heryerde Yunalılara ait eserlere rastlamak
mümkündür.
Ali Reşat Bey biraz da taklit unsuru olarak göstermeye çalıştığı Yunan san’at
eserlerini bulundukları yerler ve ilerledikleri san’at alanlar hakkında şöyle der:
(Pelopones) ve (Girit)’in eski kralları zamanında bile Yunanistan ile
adalarda sanayi nefise mevcut idi. (Misen) ve (Knosos) ta büyük saraylar,
heykeller, nakışlar, tunç müzeyyenat, altın mücevherat bulunmuştur. Bütün bu
eşya Mısır ve Keldanistan mamulatına benziyordu. Eşyayı mezkurenin hatırası (
Omiros)un eş’arı il epayıdaar olmuştur. Fakat Yunanlılar, bilahare, elyevm
“Misen asar” dediğimiz bu asarı sınaiyeyi imalden vazgeçmişlerdir. Ancak birçok
asır sonra Asyada mukim Yunanlılar komşuları olan Frikyalıların, Lidyelilerin,
Likiyalıların sanayini taklide başladılar. Fakat bu istinsah ile iktifa etmiyerek bir
çok yeni şeyler icat ettiler (1929: 45).
Yunanlıların ait bu devrin sosyal yapısı Homer’in iki büyük kasidesinde, İlyada ile
Odise’de tasvir edilmiştir. Bu bilgini öğrenci açısından önemi Homer’in kasidelerinin
Anadolu’da yazılmasında gizlidir. Öğrenci ile aynı coğrafyanın paylaşılaması bilgiye
mekansal yakınlık sağladığı için kabullenme dürtüsü oluşturacağı düşünülür.
255
Ahmet Refik İlyada ve Odise’nin konuları ile ilgili şöyle der:
… İlyas’da Truva harbinin en heyecanlı menkıbelerinden birine şahit
oluyoruz. O da çadırına çekilen ve Truvalılar ile Hektor’un Yunan ordugâhına
girmelerine evvela müsaade ederek, dostu Petrokl’ün ölümünden sonra yeniden
harbe girişen Ahilefs’in hiddetidir. İlyas, parlak bir surette tasvir edilmiş
muharebe sahneleri ile doludur. Beşeri ihtiraslar bu sahifelerde samimi ve hakiki
bir heyecanla tasvir olunmuştur. Olimbos mabutlarile mabudelerinin iştiraki ise
bu tasvirlere muhteşem ve daima şayanı istifade bir harıküladelik bahşeder.
Odisia, Ulis’in İtaki’ye geçmezden evel geçirdiği sergüzeştlerin hikâyesidir.
Yazılışı İlyas’ta biraz farklıdır. İhtimalki bu, daha yeni bir eserdir. Tasvirlerde
mevkilere ve eşyaya daha vasi ve daha vazıh bir vukuf vardır (1929: 91).
Bir yerde san’atın ilerlemesini sağlayacak güçlerden birisi de ekonomik yeterliliktir.
Ekonmik yeterliliklerini sağlamış bireyler ve/veya toplumların san’ate daha fazla zaman
ayıracakları ve değer verecekleri bir gerçektir. Öğrenci bunun en güzel örneklerini
Atinalılarda görür ve Atinalılar da insanlığın ortak mirasına katkı bulunanları tanıma fırsatı
elde eder. Atina’da ekonomik refah sayesinde san’at harikulade iler. Atina, bütün dünyaya
Akropolis’in nefis abidelerini gösterir. Propile, Zafer mabedi, Partenon, olağanüstü bir
güzelliği sahiptir. Atinalılar heykeltıraşlıkta da ilerler. Bu dönemin en önemli heykeltıraşı,
Fidias’tır. Bu devirde binalar boyalı kabartmalarla süslenir. En meşhur ressam,
Polignot’tur. Boyalı kap yapmak, hakiki bir san’at haline gelir. Bu san’atte Atina diğer
Yunan Beldelerin hepsinden ileri gider (Ahmet Refik,1929: 137–138).
Edebiyatta, san’ât gibi bu dönmede oldukça ilerler. Dram şiirinde Eshilos, Evripidis,
komedi de Aristofanidis’le önemli eserler ortaya koyarlar. Hitabet, Periklis’le en yüksek
mertebesine ulaşır. O zamana kadar Herodot’ta pek yüzüysel olan tarih, Tukididis’te daha
derin bir şekil alır. Bu bölümde öğrenci okuduğu tarih kitabının temel taşı sayılabilecek
tarihçileri tanır ve tarihin tarihi hakkında bilgi edinerek tarih ilminin tarihsel gelişim
aşamalarını takip etme isteği duyabilir.
Ahmet Refik kendisininde pek çok kez bilgisine başvurduğu ve tarih ilminin
kurucusu sayılan Herodot veTukidides hakkında ve onların Yunan tarihi açısında önmeleri
hakkında şöyle der:
256
Yunanlılar içinde bulunmadıkları muazzam vak’aların hikâyesini iki büyük
müverrihin eserlerinde okudular. Kresüs’ten Serhas’a gelinceye kadar
Yunanlıların İranlılarla mücadelesini naleden Herodot, temiz kalbi, safderunluğu,
malumatın çokluğu, Yunanistan’a karşı samimi muhabbeti, üslubunun letafet ve
sühuletile Yunanlıların pek hoşlarına gitti. Herodot’un yirmi sene kadar sonra
gelen Tukididis zamanının tarihinde mühim bir rol oynadı. Devrinin en muazzam
hadisesini, Peloponnisos harbini hikâye etti. Bu harbin sebeplerin i teşhir etmeye
ve bu harpten alınacak desleri göstermeye çalıştı. Eseri, Herodot’un eserinden
başkadır, tenkidi ve siyasi bir tarihtir (1929: 139–140).
Kitaplarda vurgulanan noktalardan birisi de, Din ve san’at gibi edebiyatında zamanla
değişebileceğidir. Eskiden Yunanlıların irfan merkezi olan Atina yerini İskenderiye’ye
bırakır. İskenderiye’nin ilim ve irfan yuvası olması Makedonya kralı İskender’den
dolayıdır. İskender’in tarih açısından önemini Ahmet Refik şöyle belirtir:
İskender, bütün seferlerinde zamanının âlimlerini de beraber götürürdü.
Bunlar mesafeleri ölçerler ve ozamana kadar hiçbir Yunanlının bilmediği
memleketlerin haritasını alırlardı. Hocası Aristotelis için de, kendilerince malum
olmayan nebatları ve hayvanları tetkik ve tasvir ettirirdi. Sonra onları toplatır ve
mümkün olanlarını alıp götürürdü. Binaenaleyh, Şark, İskender sayesinde garbe
malum olabilmiştir. İskender terbiye ve düşünce itibarile Bir Yunanlı idi.
Kendisinin Sint nehri kıyılarına kadar yaptığı zafer, adeta Yunan harsinin zaferi
olmuştur. Yunan san’at ve ilmini Şark’ın en uzak ülkelerine kadar yayan,
İskender’dir. Teşkil eylediği Cihan imparatorluğunda yaşıyan halk, kendi âdetini
Yunan adetile mezcetmeye mecburdu. Keza Yunan lisanı, İskender sayesinde
Şarkın en uzak memleketlerine yayılmış ve umumi lisan haline gelmiştir. İncil’’in
Yunancaya tercüme edilmesi üzerine hıristıyanlık ta pek çabuk intişar etmiş,
binaenaleyh İskender hıristıyanlığın intişarına da yol açmıştır. İskender
seferlerinin en mühim bir neticesi de, yeni bir medeniyet yaratmaktan ibaret
olmuştur ki, o medeniyet te, Elenistik medeniyettir (1929: 161–162).
Bu devrin edebiyat merkezi Atina’da ziyade İskenderiye’dir. Batlamyoslar burada
oldukça önemli bir kütüphane ile bir müze kurarlar. İskenderiye âlimlerle dolar.
Dolayısıyla İskenderiye medeniyeti Eski zamanlar tarihinde gayet önemlidir. Bu medeniyet
Yunan fikri ile Doğu medeniyetlerinin karışık birleşmesinde meydana gelir. Romalıların en
çok bildikleri ve bütün imparatorluklarından yaydıkları bu medeniyettir.
257
4.1.1.9. Eski Türkler ve Orta Asya
Ders kitaplarında Türklerin Anayurt’u kabul edilen Orta Asya ve Türkler konusuna
sayfa sayısı olarak farklı ağırlık oranlarında yer verilir. Ali Reşat Bey’in kitabında Orta
Asya ve Türkler konusuna 14 sayfa da yer verilir. 336 sayfalık bir kitapta bu alan yaklaşık
%7.14’lük bir oran oluşturur. Bu oran Ali Reşat Bey on bir bölüm olarak hazırladığı kitapta
5.sırayı oluşturur. Ali Reşat Bey kitabında Türkler ünitesini şu başlıklar altında inceler:
I. Memleket ve Menşe
Ortaasya Yaylası hakkında coğrafi malumat,
Türk Milletinin Tarihte Ehemmiyeti ve Eskiliği, Dillerin Tasnifi,
Harici Mümeyyiz Vasıflar, Eski Türk Kavmleri
Pelu, Nanlu,
Hiyungular,
Göçebelik,
Tukiyular,
II. Türklerin İçtimai Hlleri,
Türklerin Dinleri,
Eski Türklerin efsaneleri, Oğuz Destanı,
Tukiyu Destanı; Ergenekon
Türk Abideleri, Çinlilerle Türklerin Eski Muharebeleri,
Pançao ve Türkler,
Türklerin Garbe Doğru Hareketleri, İran ve Turan; İranilerle Türkler arasında
Muharebeler,
Çin İmparatorluğunda karışıklıklar,
Çin ile Şarkı Roma arasında Türkler; İlhan Mokan konularına yer verir.
Ali Reşat Bey ayrıca kitabında görsel materyal olarakta Türkler ünitesinde; Milattan
evvel üçüncü asırda Asyada Türkler”, “Şark Milletleri”, “Miladi 6–8 asırlarda türk
zümreleri” olarak adlandırdığı üçte harita kullanır.
258
Ahmet Refik ise, 1924 müfredat programının bir gereği olarak kitabının sonuna
eklediği “Türkler” ünitesine 12 sayfa yer ayırır. 451 sayfalık kitapta bu sayfa sayısı % 2.66
gibi çok az bir oranı oluşturmaktadır. Bu oran diğer üniteler içindeki ağırlık ortalaması
olarak 5. sırayı oluşturur.
“Tufan mabetlerindeki duvar resimlerinden”, “Uygur kadını”, “Bir Türk miğferi”,
“Tufan’dan bulunan resimlerden”, “Tufan’dan bulunan resimlerden “- bu resimde
Türklerin o zamanlar hayvan resimlerini nasıl yaptıklarını gösterir diye bir açıklama
yapılmıştır.- adlı beş resmin kullanıldığı Türkler ünitesinde konu başlıkları ise şunlardır:
Orta Asya’da Türk Devletleri
1. Orta Asya,
Orta Asya arazisi,
Orta Asya’nın iklimi, Orta Asyanın mahsulâtı,
2. Hiungnular, Yüeşiler,
Ak Hunlar,
Avrupa’da Hunlar,
Türklerin Asya medeniyetindeki rolleri
3. Tukiular,
Tukiuların inkısamı
4. Uygur Devleti,
5. Şarki Avrupa’da Türkler
Hazarlar,
2. Türklerin Müslüman Olmazdan Evvelki Medeniyetleri
1. Türklerde Din
Aile Teşkilatı,
Adetler,
2. Devlet Teşkilatı
3. Fikir hayatı, yazı,
259
Şiir ve Musiki
Güzel san’atler, Milli Destanlar.
Kitaplar karşılaştırıldığında Ali Reşat Bey’in Türkler’e daha fazla yer ayırdıkları
görülür. Ali Reşat Bey’in kitabında Türklere 336 sayfa içinde 24 sayfa yer verir. Bu oran
kitapta genel olarak %7.14’lik bir oran oluşturur. Oysa bu rakam Ahmet Refik’in kitabında
yalnızca 12 sayfa ve %2.26 bir kısım oluşturur. Ayrıca Ahmet Refik ile Ali Reşat Bey’in
kitaplarındaki harf büyüklükleri de karşılaştırıldığında Ahmet Refik’in harf puntoları daha
büyüktür. Harf karakterleri eşitlendiğinde Ali Reşat Bey’in kitabında Türklere ayrılan sayfa
sayısı Ahmet Refik’in kitabında Türklere ayrılan sayfa sayısından daha da fazla yer tutar.
Yine Ali Reşat Bey “Umumi Muhaceretler ve Garp Kurunu Vustası” ünitesinde de
Hunlular ve Hun Hükümdarı Atila’ya iki bir buçuk sayfa yer ayırır. Bunlar da Türkler
ünitesine eklendiğinde Ali Reşat Bey’in kitabında Türklere ayrılan sayfa sayısı 25,5’a kitap
genelindeki ağırlık oranı ise, %7.58’e çıkar. Buna karşın görsel materyal kullanımı ise aynı
ünite içinde Ahmet Refik’in kitabında daha fazladır. Ahmet Refik kitabında 5 adet resim
kullanır ancak harita kullanmaz. Oysa bir arazi parçası tanıtılırken haritada yararlanılması
öğrencinin görsellik ile birlikte algılamada kolaylık sağlamasına sebep olacağı
düşünülebilir.
Kitaplar da Türklerin anavatanı olarak Orta Asya gösterilir. Ali Reşat Bey Türklerin
burada, “Hingnular, Yueşiler, Tukiular, Oğuzlar, Uygurlar, Hazerler, Türkmenler,
Kumanlar, Uzmanlar”… gibi devletler kurdukları belirtilmiştir Ahmet Refik ise bunlardan
farklı olarak Türklerin Ak Hunları belirtilir. ( Ahmet Refik, 1929:445).
Ayrıca Doğu Avrupa’daki Türkler olarak ta, Avarlar, Bulgarlar, Peçenekler ve
Hazarları belirtilir ( Ahmet Refik, 1929:445). Birçok zamanlar eski Türk kavimlerinin
faaliyetine merkez olan Orta Asya’nın neresi olduğu Ali Reşat Bey’in ders kitabında şu
şekilde betimlenir:
Eski Türklerin vatanı Ortaasyadır. Sibiryanın cenubundan Himalaya
dağlarına, Ural nehrinden Baykal gölüne, Hazer denizinden Çine kadar uzanır…
(1929: 95).
260
Ali Reşat Bey, Orta Asya sınırlarını bu şekilde çizilir. Ahmet Refik ise, Ali Reşat
Bey’in belirlediği sınırlarla hemen hemen örtüşen bir Orta Asya sınırı çizer:
Türklerin ilk vatanı Orta Asya’dır. Orta Asya’da Türklerin oturdukları
mıntıka şarkan Mançuri, garban İrtiş havalisi, Şimalen Baykal gölü ve Altay
dağları, cenuben Çin’in Şensi eyaletile mahduttur. Türkler etrafa hep bu
mıntıkada yayıldılar. Osuretle ki, Türklerin oturdukları geniş sah Ural nehrinden
Baykal gölüne, Hazer (Kuzgun) denizin’den Çin hududuna, Sibirya’nın cenup
eteklerinden Himalaya dağlarına kadar büyüdü (1932: 26).
Bu sınırların Ali Reşat Bey’in ders kitabındaki sınırlardan farkı sınırların bütün
yönlerinin belirtilmesidir. Ali Reşat Bey ise yön olarak sadece ‘güney’ yönüne dair bir
belirlemede bulunur.
Sınırları bu şekilde çizilen Orta Asya’nı arazisi hakkında ise Ahmer Refik şu şekilde
betimlenir:
Dağlarında ise demir, kömür, bakır, altın, simli kurşun madenleri ile zümrüt,
elmas ve firuze taşlar bulunur. Orta Asya arazisi geniş bozkırlar, kızgın çöller ve
yeşil vahlardan müteşekkildir. Blakaş gölünün şark sahilinden Pamir yayalasına
kadar, şimali şarkiden cenubi garbiye doğru uzun bir dağ silsilesi bu havaliyi iki
havzaya ayırır. Şarki havza, garbi havza (1929:439).
Ali Reşat Bey, Doğu havzasının; nehir yatakları arasında hendeklerin, dağ
yamaçlarında balçık ile kaplı kumlu, tuzlu, çakıllı araziden ibaret olduğunu belirttikten
sonra, Batı havzasının ise; ötesinden berisinden Barkan denilen dalgalı ve hareket eden
kum yığınlarının bulunduğu, Hazar denizinden Baykal Gölü’ne, Çin’deki Sarı Nehre kadar
uzanan denizin bırakmış olduğu tuzlu maddeler toprak ile çeşitli miktarlarda karışmış
olduğu belirtilir. Toprağı tuz tortulları ile kaplı olduğu ve tarıma elverişli olmayan yerlere
Takır, çukur yerlerde su ve çamur birikintisine Batak adı verildiği ve ovaların diğer
kısımlarının ise tarıma ve ağaçlanmaya uygun olduğu vurgulanır (1929: 96).
Orta Asyanın en çok ürün yetiştirilen yerleri nehir havzalarıdır. Nehir havzalarında
suların taşması Toprağın kuvvetini artırmaktadır. Bölgede yaşayan halk toprağa son derece
261
bağlıdır. Bu verimli topraklarda, Ahmet Refik’in(1929:440) belirttiği gibi en çok buğday,
darı, asma, dut ve zerdali yetiştilir.
Dağların da çıkarılan madenler ise, Ahmet Refik’e göre şunlardır:
Dağlarında ise demir, kömür, bakır, altın, simli kurşun madenleri ile
zümrüt, elmas ve firuze taşlar bulunur (1929: 440).
Bugün için bile çok değerli ve önemli olan bu tarım ürünleri ve madenlerin o dönem
için Türk Toplumuna ve Türklere temel üretimin tarıma dayandığı düşünülürse çok önemli
bir avantaj kazandırdığı düşünülebilir. Tabakoğlu’nun da belirttiğ (2004: 288) Asya kıtasını
coğrafya ve üretim imkânları bakımında iki bölümde ele alınabilir. Bunalar sulanabilir
ovalar ile bozkır çöllerdir. Orta Asya’nın büyük bölümünü oluşturan bozkırlar çöller ve
dağlar hem hayvancılık hem de tarımın oluşmasına temel kaynak olan coğrafyadır. Ayrıca,
çıkarılan madenler ve bu madenlerin işlemesi ise öğrencinin, Türklerin teknolojisi hakkında
da bilgi edinmesini sağlayabilir.
Orta Asya’nın hayvan türlerini ise, Ali Reşat Bey’e göre şöyledir:
Ortaasyanın muhtelif yerlerinde sürülerle ahular, yabani atlar, parslar,
vadilerde, göl kenarlarında maral denilen büyük geyikler gezer. Pamirin nisbeten
alçak yaylaklarında maral denilen büyük geyikler gezer. Pamirin nispeten alçak
yaylalarında yak namındaki yabani deve, Tibet yaylasından gelen boynuzları
burmalı argali koyunu bulunur (1929: 96).
Yazın çok sıcak, kışın da bir o kadar soğuk olduğu ve yazın haftalarca yağmurun
düşmediği Orta Asyanın iklimini Ali Reşat Bey şöyle betimler:
Geceleri don olur; gündüzleri bile havadaki değişiklikler pek dehşetlidir. Bir
günde termometronun yirmi otuz derece fark ettiği olu (1929: 97).
Türklerin anayurdunun neresi olduğu konusu Salman’ın da belirttiği gibi, Türk
tarihinin ilk dönemleri üzerine çalışan bilim adamları için çok hassas bir çalışma alanı
262
olagelir. Bunun sebebi, ileri sürülen görüşlerin genellikle tarihi belgelerden ziyade
arkeolojik buluntulara ve dil bakiyelerine dayandırılır (2004: 3).
Sümerlerin Türklüğü
Sümerlerin Türk olup olmadığı tartışmaları günümüze kadar devam etmiştir. Bu
konudaki belirsizlikler tam bir netliğe ulaşamamıştır. Bu konunun ders kitaplarına
yansıması incelenecek olursa; Ali Reşat Bey’nin kitabında, Sümerler ile ilgili şu bilgiler yer
alır:
Türkler Asya kıt’asında vukuagelen büyük tebeddüllerin, tahavvüllerin
başlıca amilidirler. Çünkü hem çok kalabalık, hem de faal ve cevval idiler. Çok
eski zamanlarda sebepleri bizce bilinmeyen muhaceretler neticesinde Asyanın
muhtelif memleketlerine dağılmışlar, buralarda muhtelif devletler tesis etmişler,
medeniyetin Asya gibi çok büyük bir kıt’anın hertarafına yayılmasına hizmet
eylemişlerdir. Keldaniyede ilk medeniyetin temellerini kuran Sümerilerin, en eski
zamanlarda Anadoluda hükümet tesis eden Komanların türk cinsinden olmaları
pek muhtemeldir. Elhasıl, türk milletinin vatanı Ortaasya olmakla beraber hareket
eden ve faaliyet sahası çok geniştir(1929:97)
Aslında Sümerlerin Türklüğü 1930’lardan sonra tartışılmaya başlanan bir tez
önermesidir. Fakat bu tarihten önce böyle bir konunun tarih ders kitabı içinde kendine yer
etmesi geleceğin alt yapısına temel oluşturacak tarzdadır.
1930 sonrası ders kitabı yazarlarından olan Mansel ve arkadaşlarının yazdığı tarih
kitabında, Sümerlerin Türk olduğuna dair görüşler sıklıkla ifade edilirken kanıt olarak dil
unsuru kullanılır. Sümerlerin Türk olduğunu ispat etmede de dilbilimsel bir yöntemin
verileri ve bulgularının kanıt olarak ileri sürüldüğüne dair örnekler göstermek mümkündür:
Çivi yazısıyla yazılmış levhalar sayesinde Sümer dili hakkında bir fikir
edinebiliyoruz. Bu dil Türk dilleri gibi önekler ve sonekler kullanmakta ve Türkçe
kelimelere benzeyen birçok kelimelere sahip bulunmaktadır. Mesela Tanrı gibi
önemli bir kelimeye Sümercede “dingir” şeklinde rastlanması Sümerlerin
Ortaasyalı bir Türk kavmi olduklarını açıkça gösterir (1942: 44).
263
F.Sümer - Y.Turhal’ın yazdığı Tarih lise I ders kitabında yer alan “Asyalı olan
Sümerlerin ... geldikleri yerin Hazar Denizinin ötesinde aranılması... Onların dilleri
Türklerinki gibi sonu eklemeli diller grubuna girmektedir” (1986: 42) ifadesi bu ispat
çabalarına bir diğer örnek olarak verilebilir. A. Mumcu’nun yazdığı ders kitabında
“Sümerlerin İran yoluyla Ortaasyadan geldikleri ve bundan dolayı Türklerle akraba
olacakları bilim dünyasından ileri sürülebilmektedir” (1990: 35) görüşüne yer verilmiştir.
Benzer şekilde Sümerlerin Türk olduğu iddiası günümüz ders kitaplarında devam eder. Zira
O.Üçler Bulduk - A.Gündoğdu’nun yazdığı tarih ders kitabında ifade edilen “Sümerlerin
Asyalı kavimlerden oldukları bilinmektedir. Asya bozkırlarından gelip Aşağı
Mezopotamya’ya yerleşen Sümerler...” (2000: 39) örneğinde görüldüğü gibi örtük veya
dolaylı bir şekilde Sümerlerin Türk olduğu iddiası ders kitaplarında yer bulmaya devam
eder.
“Sümerler’in kullandıkları dil Hitit dilleri- Hint Avrupa ailesinden olmadığına göre
Türk diliyle akraba olabilir” önkabulü bu bağlantıyı kurma çalışmalarının hareket noktasını
oluşturur. Aydın Sümerlere Türk diye sahip çıkılma amacının, “Barbar Türk imajını
yıkmaya ve Türklere uygarlı tarihi içinde bir yer arama çabalarına” yönelik olduğunu
söyler (2001: 42). Yine Aydın’ın belirttiği gibi savunulan bu tez sadece ders kitaplarında
kalmaz. 1925 yılında kurulan “Sanayi ve Maadin Bankası” isim değiştirerek 1933’te
Sümerbank adını alır.
Sümerler ile ilgili yapılan araştırmalarda yaşanan belirsizlikleri Kramer kitabında şu
şekilde dile getirilir : “Sümer tarihinin yeniden kurulmasının rahatsızlık verici bir yönü
vardır ki, okuyucu bu konuda önceden uyarılmalıdır: İlgili kaynak malzemesi zayıf, ele
geçmesi zor, yetersiz ve bütünlükten yoksundur” (2002:52). Bu belirsizlikler içinde
1852’de Rawlinson’un Koyuncuktaki kazılarda elde ettiği hece alfabelerini inceledikten
sonra varmış olduğu sonucu Kramer : “Bu hece alfabeleri[nin] iki dilli [olduğunu] ve
bunlarda yer alan Sami kökenli Babilce sözcükler[in], tümüyle yeni olup ‘Akadça’ olarak
adlandırdığı[nı] ve ‘İskit ya da Turan’ kökenli olduğunu düşündüğünü, o zamana kadar
bilinmeyen bir dildeki karşılıkları olan sözcükler” olduğu şeklinde özetlemektedir (2002:
33). Böylece Rawlinson, Sami kökenli olmayan bir dil niteliği taşıdığını öne sürer. Türk
264
olan Babil İskitleri ile bağlantısını kurar. Fakat çalışmasının diğer bölümünde dil üzerinde
iki dilli metinlerden yola çıkarak yaptığı incelemelerin sonucu ile ilgili olarak Kramer
şunları aktarır:
Bu ilkel dille çağdaş zamana ait mevcut lehçelerden biri arasında herhangi
bir dilsel yakınlık ortaya çıkarılıp çıkarılamayacağı çok kuşkuludur. Zamir sistem,
Turan ailesinin başka herhangi bir kolundan çok, Moğol ve Mançur türüne daha
çok yakınlık göstermekteyse de sözcük dağarcığı yönünden benzerlik pek azdır ya
da hiç yoktur (2002: 33).
Rawlinson Sümerleri ve dillerini keşfettikten sonra bunları yanlış olarak önce Babil
İskitlerine benzetmiştir. Onları ülkenin Samiler için şimdi kullanılan terimle “Akadlı”
olarak adlandırmıştır. Kramer’den öğrenildiğine göre, Sümerler üzerine yapılan
çalışmalarda çivi yazısını icat eden halkın doğru olarak adlandırılması hususunu,
Asurolojinin tüm yönlerine ve özellikle de hece alfabelerinin incelenmesine büyük katkılar
sağlamış olan Jules Opert, verdiği bir konferansta “bu halkın ve dilinin Sümerce” olarak
adlandırılması gerektiği şeklinde dile getirmiştir. Hatta konferansta daha ileri giderek “bu
dilin Türkçe, Fince ve Macarcayla yakın benzerlik gösterdiği sonucuna ulaş”mıştır (2002:
34). Halevy 1870’lerden başlayarak sık sık yayınladığı makalelerle “Babil ülkesine
Samilerden başka hiçbir halkın sahip olmadığını ve sözde Sümer dilinin de ruhbani ve
batıni amaçlarla Samilerin kendilerinin tasarladığı yapay bir icattan başka birşey
olmadığını iddia” etmiştir (2002: 34). Kramer’e göre bu iddiadan kısa bir süre sonra Babil
ülkesinin güneyinde yapılan iki kazıyla elde edilen heykeller, dikilitaşlar, sayısız tablet ve
yazıtın keşfedilmesiyle Sümerler siyasal tarihleri, dinleri ve ekonomileri ile haritadaki
yerlerine yerleşeceklerdir (2002: 34–35). Ören yerlerinde yapılan bu kazı çalışmaları
günümüzde de devam etmektedir.
Sümer tarihi konusunda tam bir görüş birliği sağlanamadığı için çelişkiler halen
sürmektedir. Bununla birlikte ders kitaplarında bu tür çelişkiler göze çarpmamaktadır.
Tarih tezleri ile oluşan yapıyı mükemmelleştirmek için tarih tezlerinin doğruluğu dilbilimle
kanıtlanmaya çalışılmıştır. Bu şekilde bilimsel olduğu düşünülen bir yolla amaca ulaşılmak
istenmiştir. Kitapta sık sık bu yöntem (etimoloji) ile karşılaşılmaktadır. Kelimelerin
menşeine inilerek Türk dili ile bağlantı kurulmuştur. Türk dil bilimcilerin bu çalışmada esin
265
kaynağı Avrupa felsefesi olmuştur. Bu çalışmanın arka planında Platon felsefesine kadar
uzanan bir tartışma vardır. Bu tartışma Copeaux’nun belirttiği gibi “doğal ya da tanrı
tarafından verilmiş tek bir ilk dilin varlığına inanan tek-köktenciler (monogeniste) ile farklı
birçok dilin aynı anda doğuşu tezini savunan çok-köktenciler (polygeniste) arasındaki
tartışma”dır (2000: 50). Bu tartışmanın ana hatları Copeaux’ya göre, Ernest Renan
tarafından “De l’origine du language” adlı yapıtta çizilmiştir. 1850’lerden sonra bu çalışma
hızla gerilemiştir. Ancak ülkemizde 1920-1930’larda Türk dil bilimcilerinin artık itibar
edilmediği anlaşılan bir görüşten (monogeniste) beslenmeye çalışmaları ilgi çekicidir
(2000: 50).
I. Türk Tarih Kongresi’nde Fuat Köprülü Avrupa ve Orta Asya’da yapılmaya
başlanan araştırmaların çok yeni olduğunu ve ortaya çıkarılan ilmi eserlerin henüz büyük
bir kısmının tetkik edilemediğini söylemiştir. Fuat Köprülü dil konusunda “XIX. asırda
Türkçe ve Türkçeye benzeyen diller hakkında araştırmalar yapıldı. Ural-Altay dili
bulunduğunu Türklerin dahil olduğu bu dil ailesinin mevcudiyeti hakkında deliller yeterli
değildi” cümleleriyle yaşanan belirsizliği dile getirmiştir (1932: 42).
Hititlerin Türk Olduğu Tezi
Sahiplenme isteği çoğu zaman bilinç/belek boyutuyla alakalı bir olgu olmasına
rağmen bazen de sahiplenmenin duygusal kışkırtıcıları mevcuttur. Günümüzde okullarda
okutulan bazı ders kitaplarında “Türkiye Tarihi” Malazgirt Savaşı ile (Ortaokul Sosyal
Bilgiler Kitabı) başlatılmaktadır. Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerinin tam olarak zaman
sınırını belirlemenin olanak(sız)lığı Türklerin Anadolu’yu yurt olarak kabul etmelerini
faydacılık –delilcilik denkleminin uzak kriter taşları olarak değerlendirilebilir. Ulusal ve
Uluslararası bazı dayatma jakobenliği veya dışlanan sosyo-politik çıkarsamalarına karşı
genel olarak Tarihi bir delil, özel olarak ise psikolojik bir savunma refleksi olarak ortaya
atılmış ama üzerine bina edilecek yapının hemen travmalara düçar olacağı alenen bilinen
bir örnektir. Türklerin emperyal güçlere karşı aşağılan dünyaya emsal olan, olma
devamlılığını sürdüren İstiklal Savaşı’nın “zafer” psikolojisi üzerine inşa edilmek istenen
266
kurumsal inkılap teorilerinden biri olan Hititlerin Türklüğü bir sahiplenme talebinden
ötedir.
Dönemin ders kitaplarına göre, Hititler Anadolu’ya Türkler gibi Asya’dan
gelmişlerdir. Oturdukları arazi, Kızılırmak ile Fırat arasında ve Merkezleri Kargamış
şehridir. Hititler batı Anadolu’dan İzmir’e kadar yayılmış, Anadolu’nun her tarafında
abideler ortaya koyarak Anadolu’nun imarı yapısına katkıda bulunmuşlardır( Ahmet Refik,
1929: 49).
Dönem ders kitaplarında veya diğer kaynak eserlerdeki bilgilerle Hitit-Türk
akrabalığını kurmak veya kuramamak zorlama bir çıkarsım oluşturur. Çünkü sosyal,
siyasal, ırksal, mekânsal ve haklılık oluşturacak tarihi deliler yeterliliği yoruma açık bir
husustur. 1923–1930 dönemi Ahmet Refik ve Ali Reşat’ın ders kitaplarında, Hititlerin
yaşayan ama çözümlenemeyen bu konuya, en kesin ve en az tartışma götürecek ve
beynelmilel kabul doktrini oluşturacak yazılarının okunmadığından bahsedilir.
Ali Reşat Bey bu durumu şöyle açıklar:
Hititlerin namı altında yadedilen kavmin menşei henüz meçhuldür; lisani
henüz tasnif edilememiştir; tip Mısrilerin, Asurilerin veya bizzat Hititlerin
eserlerine göre değişiyor. Hititlerin yavaş yavaş, sulhen yerli ahali arasına
karışmış oldukları zannediliyor(1929: 77).
Hitit yazıları okunamadığından Anadolu’nun bu eski medeniyeti hakkında yeterli
bilgiye sahibi olamıyoruz denilerek bu medeniyet hakkındaki belirsizlikler dile getirilir.
Benzer görüşleri Ahmet Refik’in ders kitabında “Hititler”adlı bölümü içerisinde ise şu
varsayımlarla ortaya atılır:
Hititler Anadolu’ya Asya’dan geldiler. Kendileri bir zamanlar Ural-Altay
kavmlerinden zanediliyordu ve bu da yazılarının okunamamasından ileri
geliyordu. Hititlerin mihi yazılarından bir kısmı okundu ve bu kavimlere mensup
olmadıkları anlaşıldı. Hititlerin Anadolu’ya milattan iki bin sene evel geldiler. Az
zamanda etrafa yayılarak muhtelif milletlerle temasta bulundular. Hititlerin
temasta bulundukları kavmler: Mısırlılar, İbraniler ve Asuriler’dir. (1929: 49).
267
Ahmet Refik’e göre Hititler; Mısırlılar, İbraniler ve Asurîlerle ilişkilerde bulundular.
Mısırlılar Suriye’yi aldıkları zaman kendileri ile uzun süre savaştılar. Mısır’ın hâkimiyeti
altına girmemek için son derece uğraştılar. Nihayet İkinci Ramses’le bir ittifak antlaşması (
Kadeş Antlaşması- tarihte bilinen ilk yazılı antlaşma- araştırmacı) imzaladılar. (Ahmet
Refik,1929: 49–50)
1930’dan sonraki ders kitaplarında ise, Hititlerin Anadolu’ya göç eden Türkler
olduğu görüşü ortaya atılmıştır. TTTC Tarih I ders kitabında Hititler ile ilgili olarak şu
bilgilere rastlanır:
Etiler Anadoluya Hata adını vermişlerdir. Hata Çin Şimalindeki ülkelere
dahi öteden beri Türkler tarafından verilmiş olan isimdir. Etilerin Anadoluya
oralardan geldiği anlaşılıyor. Zamanımızda Anadoluya Küçükasya derler.
Bununla Anadolu yarımadasının Büyükasyaya bağlı olduğu işaret edilmektedir
(1932: 127).
Bu görüş; Dışsal ve İçsel dayatmacı jakobenlere ve sosyal psikolojik önermelere
Anadolu’yu tarih öncesinden itibaren bir Türk ülkesi olarak göstermek ve böylece Türkleri
burada işgalci sayan zihniyete karşılık tarihi bir delil ve daha sonraki nesillere de milliyetçi
bir miras oluşturmak amacı ile ortaya atılmış olduğu iddia edilebilir. Hititlerin Türk olduğu
tezinin, Anadolu’yu sahiplenmek için ortaya atıldığı kanısı Aydın tarafından da desteklenir.
Aydın’ın düşüncesine göre, “birilerinin çıkıp ‘siz buraya gelmeden önce buralar bizim
atalarımızın yurdu idi’ iddiasına karşılık, ‘hayır Anadolu en eskiden beri Türklerin
yurdu’ydu ” denilebilmesi için Anadolu’daki en eski devlet olan Hititlere sahip çıkılması
gerekiyordu (2001: 43). Aydın’ın belirttiği gibi “ilkokulların bazı yardımcı kitaplarında
hâlâ bu yanlış tezin savunulduğu” görülmektedir (2001: 44) . I. ve II. Türk Tarih
Kongrelerinde Reşit Galip’in savunduğu “Hititler Türk’tür” tezinin daha sonraki lise ders
kitaplarında terk edildiği anlaşılmaktadır. Bu veriden hareketle, bir savı kanıtlamaya
odaklanmış, marjinal ve zorlama bir tarih anlayışının yanlışlığının kısa zamanda algılandığı
ve bu yaklaşımdan vazgeçildiği ileri sürülebilir. Bununla birlikte Etilerle Türkler arasındaki
akrabalık argümanının, bu noktada sönüp gitmediği görülmektedir. Söz konusu durumun
nedeni Asya’dan göç eden bu grupların gerçekte Türk ırkına mensup olup olmadıkları
sorunsalıdır. Pittard bu konudaki belirsizliği şu şekilde dile getirmiştir: “gelecekte Küçük
268
Asya’da yapılacak araştırmalar belki de farklı oranlarda birbirine karışmış iki ırkın varlığını
gösterecektir. Bunu gerçekleştirmenin koşulu, araştırmanın geniş ölçekte yürütülmesidir”
(Copeaux, 1998: 34) .
Bir süre sonra, daha ziyade Yunan medeniyetine sahip çıkmaktan korkan Önasya
tarihçileri tarafından, yeni bir tarih tezinin ortaya atıldığına tanık olunur. Güngör’e göre bu
tez yine Hititleri atalarımız saymakla birlikte öncekinden tamamen farklı bir hareket
noktasına sahiptir. Buna göre, Türkler ve başka kavimler Anadolu’ya gelip yerleşerek ve
birbirleri ile kaynaşarak yeni bir millet ve medeniyet oluşturmuşlar; Türkler de burada
yaşayanlarla hem soy, hem kültür bakımından kaynaşmışlardır. Dolayısıyla Hitit
milliyetçisi olduğunu söyleyen birinin kanında Hitit, Lidyalı, Frigyalı, Romalı ve bu arada
belki Türk kanı bulunması tabiîdir (1984: 85).
İleri sürülen bu ve buna benzer tezler konjonktürel bağlamda analiz edildiğinde, arka
planda çeşitli ideolojik amaçları gerçekleştirme beklentisinin bulunduğu çıkarımı
yapılabilir. Tarihsel malzemenin bu doğrultuda kullanılması, çarpık ve gerçeklikten uzak
bir tarih algısının oluşmasına, tarihe karşı duyulan ilginin azalmasına veya tepkisel bir
tutumun ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. Öğrencilere sağlam bir tarih şuuru
verilebildiğini söylemek de güçtür. Güngör’ün ifade ettiği gibi “objektif tarih olaylarıyla
subjektif tarih anlayışını mümkün olduğu kadar birbirine yakınlaştırmaya çalışmak
gerekmektedir” (1984: 85). Şu halde, tarihin doğasında var olan belirsizlikler, şüpheler ve
boşlukların açıkça ortaya koyulabilmesi ve araştırmaların çok boyutlu olarak
gerçekleştirilmesinin tarih bilimine önemli katkılar sağlayacağı düşünülebilir. Tarihin belli
amaçlar doğrultusunda manipüle edilen bir disiplin olmaktan çıkarılması gerektiği öne
sürülebilir.
Ancak 1923–1930 dönemine ait kitaplarda bu bilgileri destekleyecek delillere
rastlanmamaktadır. Ali Reşat Bey’in kitabında Hititler hakkında şu açıklamalar yapılır:
Hititler asırlarca müddet, Samilerin tevsii hudut etmelerine mani
olmuşlardır. Sami kavimlerin Anadoluya girmek hususundaki mesaileri Hititlerin
mukavemetleri karşısında kırılmıştır. Çok eski zamanlarda Kapadukya yaylasında
269
yerleşmiş olan Sami müstamereleri kablelmilat yirminci asra doğru kaybolmuştur.
On ikinciasırdaki Asuriye fütuhatı ise Ninvanın sukutundan evvel oralarda
kuvvetli surette tesisi hâkimiyete vakit bulamamışlardır. Hititler yazılarını, dini
fikirlerini, ayinleri, dua ve efsunları Sumeriler ile Akatlardan almışlar ve Babil
sanayi nefisesile hali temasta bulunmuşlardır. Fakat bu sanayi Mısır ve
Adalardenizi sanayinin unsurlarını ilave ederek, kendilerine has bir şekle
koymuşlar; sonra, on beşinci asırdan evvel Zagros dağları eteğine kadar kendi
medeniyetlerini neşretmişler; Asuriyede Babil sanayiinin nüfuzu yerine kendi
san’atlerinin nüfuzunu ikame ve Sargonlar zamanında en yüksek mertebesine
varan Asuriye tarzı mimarisile sanayi nefisenin unsurlarını ithal eylemişlerdi.
Yeniden yeniye icra edilen hafriyatın neticelerine göre Hititler Yunana
medeniyetine, bilvasıta dahi Bizans ve arap medeniyetlerine çok mühim
unsurların nakline vasıta olmuşlardır. Hititlerin rolleri elli sene evvele gelinceye
kadar tamamile meçhul idi. Bundan sonra Hiyeroglif kitabeler okunur ve yeni
hafriyat ile vesikaların adedi artarsa belki de Hititlerin Sami kavmler alemile
yunan medeniyeti arasında en esaslı bir vasıta hizmetini görmüş oldukları
meydana çıkacaktır (1929: 78–79).
Ali Reşat Bey’in kitabında da Anadolu’ya en eski kültürü meydana getirenlerin Orta
Asya medeniyetine bağlı olan Hititler olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca Hitit hükümdarından
“Hatti hükümdarı” olarak söz etmektedir. “Hatti” Boğazköy olarak belirtilmiştir. Bu da
Hititlerin Türk olduğu tezini destekleme kaynağını tek başına karşılayacak argümandan
yetersizdir.
Fakat Ö. Arık “Proto-Etilere dair” başlığıyla sunduğu II. Türk Tarih Kongresindeki
bildiride Prehistuarda tanınan bir kitle ile münasebetini Proto-Etiler’in yazıyı kullanmayıp
“sembol ve önem merhalesinde kalışı şimal ve şarktan gelmiş olmalarını mümkün
kılmakta. Son olarak mezarlarda semboller arasındaki geyik motifi, güneş motiflerinin
bulunuşu bizi Asya’nın ortalarına götürmekte” diyerek Proto-Etiler’in köklerini Asya’da
aramak gerektiğine işaret etmiştir (1937: 874).
Oysa dönem kitaplarında tam da bunun tersi görüşler yer alır. Ali Reşat Bey’in
kitabında Hititlerin kullandıkları yazı ile ilgili şu bilgiler dikkat çekicidir:
…Hititlerin bulunduklarıyerlere hasolan Hiyeroglif kitabeleri bulunduğu
halde Boğazköyde hattı mıhi kitabelerini havi binlerce tabletten meydana
çıkarılmıştır.
270
Hattı mıhı kitabeleri sekiz lisana veya lehçeye ait unsurlarıhavidir. Bazıları
Babil lisanile, bazıları Hitit lisanile muharrerdir. Hititlerin bu işaretlerle eşya
isimlrini nasıl telaffuz ettikleri henüz meçhul olmakla beraber iki lisanda yazılı
kelimeler karşılaştırılark manaları taharri ediliyor. Hitit lisanının Hindu-Avrupai,
yahut Kafkasya lisanlarından birine kaabeti olup olmadığı da henüz bilinmiyor.
Muhakkak olan bir şey varsa bu lisana pek çok ecnebi unsurların karışmış
olmasıdır. Hiyeroglif şeklindeki Hitit kitabeleri hiç okunmamuştır.
Bununlaberaber iki lisanda yazılı bir mühür ile ayni yerde keşfedilmiş uzun
metinlerin yekdiğerile karşılaştırılması sayesinde bazı işaretlerin manaları
anlaşılabildiği ve esmai hassanın tecrit edildiği zannolunuyordu(1929: 80).
Dönem kitaplarında Hititlerin; memlektleri, asılları, siyasi ilişkileri ile dinleri, askeri
hayatları, sanat ve ticaretleri hakkında da ayrıntılı bir anlatım söz konusu olmuştur. Dikkati
çeken bir özellik de, Hititlerde olduğu gibi, birçok medeniyetten kalma tarihi eser,
ayrıntıları ile anlatılmasıdır. Bu tür metinlerle meşgul olmanın, öğrencilerin tarihsel
düşünme becerilerinin gelişmesine katkıda bulunacağı yorumu yapılabilir. Nitekim her biri
tarihi bir delil olan Anadolu’daki Hitit Abideleri, Ahmet Refik’in kitabında, okuyucunun
kılavuzluğunu yapmaktadır:
Anadolu’da Hitit abidelerinin en çok bulunduğu yerler: İbriz, Karabel, Nif,
Zincirlive Boğazköy’dür. Hitit abideleri Suriye’nin şimali ile Kapadokya’dan
Sart’a giden yollar üzerindedir. Keldaniye medeniyetini Anadolu’ya yayan,
Hititlerdir. Anadolu kavmleri arasında yazıyıda onlar tamim etmişlerdir. Hititlrin
yazıları hiyeroglif gibi şekillerden ibaretti. Ekserisi insan ve hayvan başları, el
ayak ve kılıç resimlerdi.
Hititlerin en kıymetli abideleri İstanbul’da Asari Atika müzesindedir. En
meşhurları da Hükümdar heykeli, Maraş aslanı ve Ebülhevl’dir (1929: 53).
Abidelerin okuyucunun empati kurabilmesini sağlayacak ve Hititler’in sanatsal
zekalarını yorumlayacak estetik özelliklerini ise Ali Reşat Bey şu şekilde belirtilir:
Hitit şehri arzın müsaade ettiği derecede daire şeklinde bir plan üzerinde
yapılmıştır. Şehri ihata eden surun hertarafı ayni surette inşa edilmemiştir; çünki
yerine göre en ucuz malzemei inşaiye kullanılmıştır. Kapılar azdır ve dar bir geçit
halindedir. Ekseriya kabartma hayvan resimleri veya heykelleri vardır. Bu
hayvanlar arasında da en ziyade ya yandan yahut cepheden yapılmış olan aslan
resimleri bulunur.
Saraylar ve mabetler eski Girit sarayları tarzındadır; etrafında müteaddit
odalar buluna müteaddit avlulardan mürekkeptir; cephedeki sütunlar ahşap ve
başlıksız; bir çifrt aslan veya İsfenks resminde kayalara istinat ettirilmiştir.
271
Asuriler kabartama resimleri Hititlerden almışlar ve onlaral saraylarını
süslemişlerdir. Fakat Asuriyede bu kabartma resimler ekseriya hükümdara
müteallik olduğu halde Hititlerde dini mevzulara aittir. Anadolu yaylasındaki
kabartma resimler ve heykeller milattan evvel yirminci asra doğru bir zamana
aittir ve eski Sümer-Akat tarzındadır. Suriyedekiler daha yenidir. . En yenilerinde
Ninva sanayi taklit edilmiştir(1929: 80).
Hititler ile ilgili bilgiler değerlendirildiğinde, Hititlerin Türk olduğunu söylemek
eldeki mevcut bilgilerle imkânsız bir durum oluşturmaktadır. Çünkü bilgiler arkeolojik ve
etnografik bilgilerle elde edilmiş delillerden daha ziyade siyasal argümanları haklılık
zeminine taşıyacak bilgilerdir. Bilgiler içerilerinde “korku” teorilerine karşı
geliştirilebilecek haklılık zekâsı taşımaktadır. Dolayısıyla tarih, Hititlerin Türklüğünden
öte bir argümanın peşinde olacak ve okuyucu zihinlerini gerçeğe taşıyacak araştırma
diyalogları oluşturacağı düşünülebilir.
Türk Irkı
Sosyal Bilimler Sözlüğünde “Irk” kavramı; Renk, boy, , ses, vücut yapısı vb. gibi
kalıtımla gelecek kuşaklara aktarılabilen özellikler bakımından benzeşen ve insan
topluluklarının dikey olarak sınıflandırılmasına imkân veren kategoriler olarak tarif edilir
(Demir, Acar,2002: 197).
1923–1930 dönemi ders kitaplarının hiçbirinde “Irk” kavramının tanımı
yapılamamıştır. Fakat Ali Reşat Bey’in kitabında Türk milletinin en eski milletlerden biri
olduğu ve Çinliler ile İranlılarla ilişkide bulundukları belirtir (1929: 97). Ali Reşat Bey,
Türk ırkının kökü hakkında ise “Oğuz Destanı”ndaki rivayetlere dayanılarak şu bilgileri
verir:
…Rivayetlere göre Nuhun evlatları her biri bir tarafa gittiği zaman Yafes ile
çocukları da Asya ya gitmişler. Sonra ikiye ayrılmışlar: Bir takımı şarka giderek
türk zümrelerini, birtakımı da garbe giderek Avrupa kavmlerini teşkil etmişler.
Yafes’in oğlu Türk “Isıgöl” taraflarında bir hükümet teşkiletmiş. Halefleri
amanında bu hükümet çok büyümüş. Hanlardan birinin adı Tatar, ötekinin Moğol
imiş. Hükümet Tatar ile Moğol Hanlar arasında taksim edilmiş (1929: 106)
272
Kitapta rivayet bile olsa Türk ırkının kökü Hz. Nuh’un çocuklarından Yafes’e
bağlanır ve Moğollar ile akrabalık bağı kurulur.
Ayrıca Ali Reşat Bey’in kitabında Çin ve İran abidelerinde ve eserlerinde Türk-Çin
ve Türk–İran ilişkilerin dair bilgiler bulunduğu yine İbranilerin kutsal kitapları Tevrat ta da
Türklerden bahsedildiği belirtilir (1929: 97).
Ali Reşat Bey’e göre, İranlıların ünlü destanları Şehname Turanilerin savaşlarına dair
rivayetlerle kaplıdır. Yine Ali Reşat’ın Turanîler ile ilgili kitabında belirttiği dipnot is
şöyledir:
Turan, İraniler tarafından İskitlerin memleketlerine, Öksüsün (Öksüs: Aral
ile Pamir arasında akan Ceyhun nehrine, Yunanlıların verdikleri ad.- Araştırmacı )
şimalindeki kıt’alara verilen isimdir, ki mukabilidir. Buralardaki kavmler de
Turani denilmiştir. Şuhalde Turani sözü müphem bir tabir olmakla beraber
Ortaasyanın garp cihetlerindeki kavmlere –Halis Türk olsun olmasın – alem
olmuş demektir (1929: 117).
Ali Reşat Bey göre Turan’ın “Türk Yurdu” olduğu ‘müphem’ yanı belirsiz olmasına
rağmen Ahmet Refik’e göre bu bölge de yaşayan halkın tamamı Türk olmasa dahi burası
Türk Yurdu olduğu ‘belli’dir. Ona göre Turan:
Orta Asya’da Türklerin oturdukları yerlere İranlılar Turan derlerdi. Bu
sebepten bu havalide yaşayan ahaliye Turanî veya Ural dağlarile Altay dağları
arasında oturdukları için Ural-Altay kavmleri denir. Bu kavmlerin kâffesi Türk
değildir. Turanî demek, ari ve sami kavmlerden gayri demektir. Bu kavmlerin
dillerin terkibi dillerdir (1929: 441).
Ali Reşat Bey kitabında Türklerin tarihteki önemini açıklarken şu cümlelere yer
verir:
Türkler Asya kıt’asında vuku gelen büyük tebeddüllerin, tahavvüllerin
başlıca amilidir. Çünki çok karabalık, hem de faal ve cevval idiler. Çok eski
zamanlarda sebepleri bizce bilinmeyen muhaceretler neticesinde Asyanın
muhtelif memleketlerine dağılmışlar, buralarda muhtelif devletler tesis etmişler,
273
medeniyetin Asya gibi çok büyük bir kıt’anın hertarafına yayılmasına hizmet
eylemişlerdir(1929: 97).
Ali Reşat Bey Türklerin Asya kıtasında meydana gelen büyük değişim ve
dönüşümlerin temelinde Türkleri görmüş ve yine Türklerin Asya’nın önemli bir medeniyet
taşıyıcısı ve yayıcısı olduğunu da belirtmiştir.
Ali Reşat Bey’in kitabında Türklerin vücut yapıları ve fiziksel özelliklerini olumsuz
ifadeler ile şöyle belirtilir:
İhtilatile nesil bozulmamış olduğu halde bunların hepsinde sima kemikli,
alın tarafı müstatil şeklinde ve faslı müştereki keskin, asıl yüz semiz, etli ve
şişkin, çene kuru, sivri ve müselles şeklindedir. Hepsinde saç kara ve sert; sakal
seyrek; deri mat, donuk, büyük benli, esmer; göz parlak, kara ve baş hizasında;
göz kapakları badem şeklinde, elmacık kemikleri üstünde, üst kapak alnın altına
girmiş gibi kısadır. Umumi heyetti itibariyle yuvarlak olan bu büyük baş kalın bir
boyun, büyük bir ense iki geniş omuz arasın abatmış gibidir. Bedenin harici
manzarsı ağır, bodur ve topludur. Bacaklar ince, hayatını at üzerinde geçiren
kavmlerde görüldüğü veçhile yaya gibi iğri, gövdeye nisbetle kısadır. Boy kısa,
ekseriya ortanın dununda, nadiren fevkındadır. Bütün dünyayı titreten muharipleri
kısa boylu kimselerdir (1929: 99).
Türklerin vücut yapıları ve fiziksel özellikleri hakkında bu bilgileri okuyan
öğrencinin muhtemelen yaşayacağı duygular şu olacağı düşünülebilir. Aynı batında olan
tek yumurta ikizlerin beden yapılarında bile birbirine benzemeyen farklı vücut özellikleri
olmasına rağmen Türk ırkı gibi geniş bir nüfus sayısına sahip olan böyle bir toplulukta
nasıl olurda bedensel özellikler bu kadar detaylı bir şekilde betimlenir? Bu özellikleri
ozaman için taşıyan birçok Türk olma ihtimaline rağmen bir ırkın vücut ölçüleri ve fiziksel
görünümleri için bu kadar ayrıntılı ve genellemeci bir betimlemenin yapılaması bir tarih
öğrencisine somut düşünceyi tahayyül etme becerisinde yanıltıcı izlek olacağı fikrine
ulaşabilir.
Ali Reşat Bey’in kitabın da bu bilgiler verilmesine rağmen Ahmet Refik’in kitabında
Türklerin vücut yapıları ve beden özelliklerine dair herhangi bir bilgi verilmemiştir.
274
Ali Reşat Bey’in kitabında “Şecerci Türkiye” isimli esere dayanarak verdiği bilgiye
göre: eski Türk kavimleri beş ulusa ayrılmıştır bunlar: Kıpçak, Uygur, Kanklı, Kalaç,
Karlıka. Kitapta Kıpçak, boş, çöl manasına bir heceli iki kelimeden oluşan bir at. Uygur ise
hem toplanmak, hem birleşmek, hem de bir nizama, inzıbata tabi olamk manasına bir
fiilden hâsıl olmuş bir sıfattır. Kıpçaklar çöl, bozkır sakinleri; Uygurlar birleşmiş,
toplanmış, bir kanuna tabi olmuş, şehirli medeni halktır tanımları yapılmıştır (1929: 99).
Ali Reşat Bey burada, Uygurlar için olumlu bir ifade de bulunurken Kırgızlar
özelliklede Kazaklar için olumsuz ifadelerde bulunması dikkat çeker. Ali Reşat Bey’in
Kırgızlar ve Kazaklar hakkındaki görüşlerini belirtirken şu ifadeleri kullanır:
…Kırgız Kazak adı birincisi avare, göçebe ve ikincisi milletten sürüden
ayrılmış iki Türkçe kelimeden müteşekkilidr. Sürüden kaçan hayvan, kabilesini
bırakıp giden insan kazaktır. Şu halde Kırgız kavmi göçebelerden, avarelerden
teşekkül etmiş demektir (1929: 101).
Sonuçta, Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğünde de belirtildiği gibi; İnsan türünün,
ortak atalara ve küme içinde soya çekim yolu ile gelen oldukça çok sayıda ve genellikle
gözle görülebilen beden özelliklerine sahip olma ayrılığını gösteren, büyük bir bölümü.
(Özelliklerin var ya da yok oluşundan çok bunların görünüş sıklığını belirtmek gerekir.
Çünkü her özelliği tüm topluluklarda görmek olanağı vardır. Kıvırcık saçlı birkaç
Hollandalıya ve kızıl saçlı bir zenciye rastlanabilir. Hiçbir özellik ırkları ayırmada ölçü
sayılamaz. İnsanlar derilerinin rengi yönünden değişik olabilir, ama “daha önemli” beden
özelliklerinden büyük ölçüden ayrılıklar gösterebilir. Şurası kesindir ki hiçbir insan, boy ya
da ulus arı ırkı sayılamaz, üstelik küçük ve coğrafya yönünden ayrı kalmış kümeler bile ırk
bakımından karışıktır. Hiçbir büyük toplum, beden özellikleri ya da ortak atalara sahip
olma bakımından, ırk tanımına hak verdirecek ölçüde türdeş değildir. Bu yüzden birçok
yetkili, ırk terimini gerçeğe aykırı bulmakta ve kullanmaktadır. Bunun yerine halkalar,
etnik kümeler ve çok kez de topluluklar terimlerini yeğlerler (Öncül, 2000: 575).
275
Aile
1923–1930 dönemin ders kitabı yazarlarından Ahmet Refik’in belirttiğine göre, Türk
toplumunda aile üyelerinin sayısı bakımında, “Geleneksel aile” tipinin; aile üyelerinin
hâkimiyeti bakımından ise, “anne egemenliği”ne dayanır. Evlilikte tek eşlilik (monogami)
sözkonusudur ( 1929: 447).
Ahmet Refik’e göre Türklerde aile teşkilatı şöyle oluşur:
Türk aşiretlerinde akrabalık ana cihetindendi. Klan reisi, ananın kardeşi
olurdu. Zevç, dayının nüfuzuna tabi idi. Her klanda fertler beyninde büyük bir
irtibat mevcuttu.
Türkler, birkaç aşiretten el teşkil eyledikleri zaman, yurt teşkilatı da vücude
geldi. Aile ocağı mühim bir vazife ifa etmeye başladı. Ocakta iki ruh vardı:
Ceddin ruhu, ceddenin ruhu. Her aile kendi ocağının ruhlarına ibadet eder, onlar
için yanan ateşin sönmesine dikkat edeylerdi. Ocağın sönmesi ailenin mahvı
demekti. Kadın, ailede mühim bir mevki işgal ederdi. Erkekler, bir kadınla
evlenirler, kadını idareye de iştirak ettirirlerdi( 1929: 447) .
Türklerde ailenin bütün fertlerinin arasında bir bağlılık olması ve aile ocağının ayakta
tutan iki ruhun erkek ve kadın erkek ayrımı yapılmadan bölüşülmesi, ayıca yönetime
kadının da ortak olmaya çalıştırılması bugün bile birçok çağcıl devletin başaramadıkları
sosyal gerçekliği olan bir sorunu teşkil eder.
Ahmet Refik’in “Türk aile teşkilatı”na dair aktardığı bu bilgilerde her ne kadar fertler
ve kadın-erkek arasında bir ayrımın olmadığı, paylaşımcı ve eşitlikçi bir yapının olduğu
vurgulansa da, diğer bir ders kitabı yazarı olan Ali Reşat Bey’in kitabında ise bu yapının
doğruluğuna delil oluşturacak bilgilere rastlanılmaz.
Ali Reşat Bey kitabın da, Türk aile yapısının temellerine dair bir bilgi vermezken,
sadece aile içindeki veraset sistemine değinir. Gerek veraset sistemindeki paylaşım gerekse
aile içinde gücün kontrolü açısından bakıldığında kitapta erkek egemenliğinin ön plana
çıktığı ve aile yapısının erkek merkezli olduğu gözlemlenir.
276
Ali Reşat Bey’in kötü bir şekilde süregeldiğini vurguladığı Türklerde ‘mirasta pay
sahibi olma’ ve ‘mirasçı’ hakkında aktardıkları şunlardır:
Mogol ve Türklerde makûs veraset usulü caridi. Asıl varis ve en küçük evlattı. Bir
babanın vefatında en küçük oğlu toprağa, babanın evine varis olurdu. Buna mogolca
otçekin, Türkçe ekin, yani baba evinin muhafızı denirdi. Büyük evlat menkul malları,
hayvan sürülerini alırdı( 1929: 103).
Ailenin yapısını belirleyen sosyal ekonomik, siyasi vb. bazı sosyal olgular
belirleyicidir. İslam öncesi Türklerin eski zamanlardan beri göçebe ve yerleşik hayat
ekonomisini beraber ve uyum içerisinde yaşamışlardır. Arslantürk’ün (1999:271)de
belirttiği gibi, hem bu sebep hem de değişik coğrafyalarda çeşitli medeniyetlerle karşı
karşıya kalmalarından dolayı Türk aile yapısında, aile tiplerinden birçoğu görülmektedir.
Aile toplumla ilgili en küçük sosyal birimdir. Ailenin yapısı ve fonksiyonları
toplumsal değişmeye bağlı olarak zaman içinde değişir. Dolayısıyla aile dinamik bir yapıya
sahiptir ve toplum yapısı gibi aile yapısı da zaman/mekân sürecinde hem nicel hem de
fonksiyonel bazı değişimlere uğramaktadır. Bugün nicel olarak toplumun genelinde
görülen “çekirdek aile” –ebeveyn ve evlenmemiş çocuklar- denilen ailedir. Fonksiyonel
olarak ise, bu ailelerde demokratik bir yapı söz konusudur. Kararlar anne veya babaya bağlı
değil karşılıklı fikir beyanları sonucu alınmaktadır ve aile üyeleri genellikle karar alımında
söz sahibi olabilme gücüne sahiptirler.
1923–1930 döneminde yazılan ders kitaplarında Sosyal yapının çekirdeğini oluşturan
“aile” sosyal yapıyı oluşturan teşekküller gibi, nicel olarak küçük olmasına rağmen nitel
olarak aynı fonksiyonları icra eder. Giddens’in (2000: 153) de belirttiği gibi, ‘Aileler, kendi
evdeki bireysel yükümlülükleri ile daha geniş toplumsal çevreyle olan bağlantılarını çok
çeşitli yollardan düzenlerler. Aile deki ilişkilerin yüz yüze olması ve ailenin yeni nesillerin
sosyalleştirilmesinde en önemli birim olması, bir aile ferdi olan öğrencinin aile ve ailenin
toplum içerisindeki konumunun daha somut bir şekilde farkına varacağı görüşündeyiz.
Fakat dönem içerisinde kullanılan ders kitaplarında aile ve ailenin toplum açısından
277
önemine her iki kitapta da yarım sayfada az yer verilmesi ve sosyolojik tanım ve verilerin
kullanılmaması kitaptaki olumsuz noktalar olarak ön plana çıkmaktadır. Buna karşın
geçmişten günümüze kadar devam eden Türk gelenek ve göreneklerinin köklerinin
geçmişte var olduğu gösterilmeye çalışılması eğitim açısından olumlu bir veriyi teşkil
etmektedir. Çünkü Aksoy’un (2004:256) da belirttiği gibi, Eski Türk toplumunda ilk
sosyal birlik olan aile bütün sosyal yapının çekirdeğini oluşturuyordu. Çok geniş
coğrafyalara yayılan Türk varlıklarını korumayı başarmaları, güçle aile yapıları sayesinde
mümkün olmuş ve varlığını günümüze kadar sürdürmüşlerdir.
Din
1923–1930 dönemi ders kitaplarında Orta Asya Türkleri’nin dini konusuna Ali Reşat
Bey iki sayfa ayırmıştır. Bu 24 sayfalık “Türkler” ünitesi içinde %8.33’lük bir bölümü
oluşturmaktadır. Diğer bir başka dönemin tarih ders kitabı yazarı Ahmet Refik ise, “Din”
konusuna yarım sayfadan daha az bir yer ayırmıştır.
Ahmet Refik kitabında, Türklerin aşiret halinde yaşadıklarını her aşiretin bir kutsal
hayvanı olduğunu belirtmiş ve o hayvanın etinin yenmediği vurgulanmıştır. Ahmet Refik’e
göre Türkler çocuklarına kutsal kabul ettikleri hayvanların adlarını verdiklerini belirtmiştir.
Ahmet Refik’in “Türklerde Din” başlığıyla Orta Asya Türkleri’nin dini hakkındaki
görüşleri şöyledir:
Türkler aşiret halinde yaşarlardı. Aşiretler, klanlardan mürekkepti. Her
klanda bir hayvan mukaddes sayılır, o hayvan o klanın totemi olurdu. Bu
hayvanın eti yenmezdi. Binaeualeyh, Mısırlılarda olduğu gibi, Totemizm cari idi
Türkler cetlerinin ruhuna da ibadet ederlerdi. Yılda bir kere cetlerinin
ruhuna, yerin ve göğün, cetlerinden saydıkları kutrun ve semanın ruhuna kurban
keserler, ayinler icra ederlerdi (1929: 448).
Türklerinin dininin totem dini olduğu ve fetişist özellikler içerdiği, dinin temel
öğelerinden olan, kurban kesme ve ayin gibi olgulara Türklerin totem dinlerinde de
rastlandığı aktarılmıştır.
278
Ahmet Refik’in kitabında Türklerin dinlerinin totem bir din olduğu ve fetişist
özellikler içerdiği açıklanmasına rağmen Ayhan’ın aktardığına göre Kafesoğlu’nun
geliştirdiği tez de ise, Türkler İslam dinine girmeden önce “Gök Tanrı Dini”ne
inanıyorlardı. Söz konusu olan bir tek tanrı idi. Türkler arasında totemciliğin izlerine
rastlanmaz. Kurt figürü totem ve fetiş değil, sadece kutsal bir semboldü. Bir çeşit tabiat dini
olan bu dinin bazı özellikleri, Türklerin İslamiyet’e geçişini kolaylaştırmıştır. Bu dinin
mabedi, peygamberi, din adamları olmaması, bu geçişi büsbütün kolay hale getirmiştir
denilebilir ( Ayhan,2004:320).
Ali Reşat Bey ise kitabında; Moğolar ve Türklerin dini meselelere pek ilgi
duymadıkları, Araplarda, İranilerde, Slavlarda din konusundaki yüksek hassasiyetin
Türklerde, Moğollarda ve Mançularda görülmediği aktarılır (1929:104).
Ali Reşat Bey’in kitabında, İslamiyet’ten önce Zerdüşt, Buda Mani, Hıristiyan
dinlerinin Türklerin arsına girdiğini görüyoruz. Musevilik de Hazar hakanları tarafından bir
ölçüde kabul edilerek bu bölgede yayılmıştır.
Ali Reşat Bey’in Eski Türklerin ahlak ve tabiatlarına en uygun dinin Buda dini
olduğunu açıkladıktan sonra Türklerin inandıkları dinleri şöyle sıralanır:
Eski Türklerin ahlak ve tabiatine en ziyade muvafık gelen din (Buda) dini
idi. Fakat Türkler bu dinden maada dinleri de kolayca kabul edip sırasile ateşe
tapmak dini, mazdeizm, mani ve Şamani, hıristıyanlığın Nesturi mezhepleri
Türkler arasında intişar etmiştir( 1929: 104).
Türkler üzerinde tarih ve kültür bakımından önemli etkisi olan dinlerden biriside
özellikle Uygurlar arsında yayılan Mani dini olur. Ali Reşat Bey Mani dinini ise şu şekilde
açıklar:
Mani dini üçüncü asır ortalarında İranda yaşamış olan Maninin icat ettiği bir
dindir. Mani hıristıyanlığı zerdüşt dini ahkâmı ile birleştirmeğe çalışmıştı. Tevrat
ve İncilin bazı kısımlarile parsi ve Budizm dinlerinin karıştırılmasından hâsıl olan
ve biri iyilik öteki fenalık membaı iki mabut tanıyan bu din İran, Hindistan, Tibet,
279
Çin ve Türkistanda intişar etmiştir. On birinci asırda Türkler arasında mani dinini
kabul edenler çoktur ( 1929:104).
Orta Asya da yaşayan Türkler çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları için yabancı Dini
inançların etkisi altına girerler. Bu dinlerden birisi de Şaman dinidir.
Ali Reşat Bey Şaman dini ile ilgili olarak şu açıklamaları yapar:
Sibiryada Samoyetler arasında, Moğolistanda intişar eden Şamanî dinine
gelince; bu gayet iptidai bir dindi. Esası tabiate ve tabiati idare eden cinlere
tapmaktan ibaretti. Mahiyetleri layıkile tarif edilemeyen bu cinler gökte, havada,
toprakta, daha başka şeylerde, hayvanların vücutlarında ikamet ederlerdi.
Bazıları iyilik, bazıları fenalık menbaı idiler. Fakat fenalık menbaı olanlar daha
çok idi. Hastalıklara, hertürlü müsübet ve belalara bunlar sebep olurlardı.
Bunlara ancak şaman denilen rahipler, sihirbazlar, kâhinler münasebatta
bulunabilirlerdi. Halk için cin ve meleklere ibadet etmek mümkün değildi.
Şamanîler bazı hayvanlara, ağaçlara da tapmışlardır. Şamanların vazifesi
hediyeler ve kurbanlarla meleklern yardımlarını temin etmek, afsunlarla cinleri
uzaklaştırmak, vafat eden kimselerin ruhlarına ahrete giderken himaye eylemek,
istikbalden haber vermekti. Bu ruhani vazifeler babadan evlada geçmekle
beraber tahsil ve mütaleayı müstelzim değildi. Bir takım meczuplar Şaman
vazifesini kendilerinden yapatrlardı. Şamanlar bir atkuyruğu takarlar ve cinleri
kovmak içi n boyunlarına davul asıp arasıra çalarlardı ( 1929:105).
Cumhuriyet’in yeni kurulduğu bu yıllarda ve laik bir devlet anlayışı oluşturmaya
çalışılan bir ülkede, en ilkel kabilelerde bile görülmeyecek kadar bilimsel verilerden uzak
ve hiç bir kaynak belirtilmeden Türklerin böyle bir dini mümessili gösterilmesi çok ağır ve
küçümseyici durum teşkil eder.
Ayrıca Ali Reşat Bey, Türklerin de tıpkı Çinlilerde olduğu gibi beş şahısta; ortada
Kinhan, yani Sarıhan, doğuda Gökhan, güneyde Kızılhan, batıda Akhan, kuzeyde Karahan
ile tecelli eden beş unsuru; toprak, ağaç, maden, ateş ve suyu kutsadıklarını belirtilir. Ali
Reşat Bey’e göre bu inanç hali, biri Tanrı gök, diğeri yer olmak üzere iki tanrı anlayışına
sebep olur (1929:105).
280
Yine Ali Reşat Bey’e göre Orta Asya da yaşayan Türklerin dinleri içinde en fazla
hürmet ettikleri unsurun maden olduğunu vurguladıktan sonra düşüncelerini şöyle
aktarmaktadır:
Bu eski dinlerde en ziyade hürmet edilen unsur maden, yani silah yapmağa
yarıyan demirdir. Eski Türklerin asıllarına taalük eden efsanelerin hepsinde
demire rasgelinier. Hönlerin demire ibadet etmiş oldukları muhtemeldir. Filhakika
Romalılar “Marsın kılıcı” adını verdikleri kılıç demirinin Hönler arasında mabut
addedildiğinde rivayet etmişlerdir. Altıncı asırda türk memleketi hududuna giden
Bizans elçileri yapılan dini merasimde kendilerine demir takdim edildiğini
nakletmişlerdir. Timur ve demirin arkadaşı manasına Timurtaş gibi eski milli türk
isimlerinde, şüphe yok ki, bu iktidarın eseri görülür. Atilanın macarca adı olan
Atzel demirci demektir. Cengiz Hanın demirci olduğu rivayet edilir (1929:105).
Dinin pek çok alanı kapsaması, fert ve toplum hayatıyla insanlık tarihinde dikey ve
yatay olarak çok derin ve karmaşık etkiler yapmış olması, toplum ihtiyacının ön planında
olan bazı araçların dini kabullerin referansı olması sürecini oluşturduğunu yukarıdaki
alıntıda da görülebilir. Zira din tabiatüstü ile ilişkiye dayalı olarak dünyanın ve hayatın
bütün yönlerini birleştirme güç ve etkinliğe sahiptir.
Türk Dili
Dil kelimesi Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan Türkçe Sözlük’te “İnsanların
düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimeler ve işaretlerle yaptıkları anlaşma,
lisan” olarak tanımlanmıştır (TDK, 1998: 86).
1923–1930 yılında tarih ders kitabında Ali Reşat Bey Türk dilinin çok geniş bir
coğrafya da kullanıldığı görüşündedir Ona göre, Beşinci asırda itibaren Doğu Avrupa’nın
bir kısmında Çin ve Hindistan da -Hinduçini müstesna olmak üzere- Asya da ari ve sami
dillerinin haricinde konuşulan bütün diller Türk Dili grubundandır. Bu dil grubu içinde bir
birine uzak ve birbirine benzemeyenler vardır. Bunlar Batı da; Fince ve Macarca, Doğu da
ise; Moğol ve Mançu dilleridir. Ali Reşat Bey’e göre bu diller arasında Hind-Avrupa dilleri
kadar akrabalık olmamasına rağmen bu dillerin aynı kaynaktan olduklarında şüphe yoktur.
Çünkü Ona göre, bu dillerin hepsinde hece esastır. Hepsi aynı kökten türeme dillerdendir.
Hepsinde fiil cümlenin sonundadır. O, bu dilerden biri ağır, diğeri hafif seslerin asla bir
araya gelmeyeceği görüşündedir( 1929: 97).Yani hepsinde “Büyük ve Küçük Sesli uyumu”
sözkonusudur.
281
Ali Reşat Bey bu dilin grupları ve lehçeleri ile ilgili görüşleri şu şekildedir:
Bu dil ailesi garpten şarka doğru Finuva-Oğru, Türk, Mogol, Mançu namile
dörde ayrılır. Finuva-Oğru kısmına Lâponyalıların, Fenlandyalıların, Macarların
lisanları, Ural ve Volga nehirleri arasında Çeremiş, Başkır, Vogol gibi oğru
lehçeleri, Kafkasyadaki eski Avar lisanından çıkan lehçeler, buzlu şimal
ovalarındaki Samoyetlerin dilleri dâhildir. Ası türk lisanı üç grupa ayrılır. Birinci
grup garp Türkçesi olup bizim Türkçemiz ve Azeri ile iran lehçeleri buna
dahilidr.. İkinci grup Uygurca olup şimdiki Çağatay, Özbek, Rusya ve
Siberyadaki tatar lehçeleri, Kaşgar, Türkmen, Kırgız, Altay, Tarançi, Litüanya ve
Kırımdaki Karaim veya Karain Musevilerin söyledikleri dil bu gruptandır.. Yakot
ile bundan çıkan diller üçüncü grupta dâhildir. Ajderhan, Kalmokçesi, Mogol,
Tonguz ve –ihmal ki- Kore lisanları Mançu şubelerine aittir(1929: 97–98).
Bu tasnifte, Türkler ile Türklere akraba diğer dillerin gerek dağınık gerek milli bir
yapı oluşturdukları ve bu yapı veya coğrafyanın çok geniş olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu
bölümde dikkat çekici iki nokta görülmektedir. Bunlardan biri, Türklerin dillerini
korumada gösterdikleri başarı diğeri ise, kurdukları veya kabul edip uyguladıkları sosyal
yapıdaki özgünlükleri şeklinde Türk diline yönelik övgü dolu ifadelerin yer almasıdır. Bu
durum Copeaux’nun belirttiği gibi, tarih tezlerinin savunucuları tezlerin doğruluğunu dil
bilimle kanıtlama çabası içerisinde “Güneş Dil Teorisi”ne yönelmişlerdir (2000: 49).
Ahmet Ağaoğlu da I. Türk Tarih Kongresinde Türk gençliğine ve halkına hitap ederek
“...dilinize sarılınız. Çünkü bu dil anadildir. En eski ve binaenaleyh rol oynamış dildir”
diyerek dile gereken önemin ve hassasiyetin gösterilmesini istemiştir. Esat Bey de aynı
kongrede Türk dilini, dünya medeniyetinin Orta Asya’dan ve Türkler’den diğer milletlere
geçtiği savına kuvvetli bir delil olarak göstermiş ve etimolojik tetkiklerden başka tarihi ve
coğrafi araştırmaların da Türk dilinin anadil niteliğini kanıtlayacak düzeyde olduğunu
vurgulamıştır (I.T.T.K., 1932: 262,7,40,42). Bu dönemde kullanılan ders kitapları bu yönde
hazırlanmamasına rağmen Ali Reşat Bey’in kitabında ileri sürülen fikirler Türk dilinin tüm
dillerin kaynağını ve esasını teşkil ettiği yolunda olmuştur. Türk ırkının, dilini ve kültürünü
bugüne kadar muhafaza etmiş büyük bir millet olduğu belirtilmiştir.
Ali Reşat Bey kitabında, Türk dilinin milli yapıyı güçlendirici ve milli benlik
içindeki rolüne ilişkin “Güneş Dil Teorisi Tezi”ni destekler nitelikteki görüşlerini şu
şekilde betimlemektedir:
282
Türkler, Finuvalar, Mogollar, Mançular ister galip, ister mağlup olsunlar,
hiçbir yerde, hiçbir zaman milli dillerini muhafazadan vazgeçmemişler, eski
ailelerinin hatırasını zihinlerinde çıkarmamışlardır. Mesela Selçukiler iki asırda -
biri800, diğeri 1000 senesinde- üç defa dinlerini değiştirdikleri, yani Şamanî
mezhebinden Nasturi mezhebine, Nasturi mezhebinden islamiyete geldikleri halde
dillerini değiştirmemişlerdi. Karain Musevileri mukkadees kitaplarını İbrani
harfler, fakat türk lisanı ile yazarlar. Kuvvetli, dinç bir kavm olan İsveçliler
asırlarca müddettenberi Baltık Finuvaları ile münasebette bulunarak ihtilat,
mezhep, terbiye ve adat tesirile bunları kendilerine o derce benzetmişlerdir ki
bugün iki kavmin sima hatlarında bile bir fark kalmamıştır. Fakat Finuva diline
halel gelmemiş, Finuva şairleri milli şarkılarını, destanlarını bu lisan ile
yazmaktan vazgeçmemişlerdir. Yalnız türk şubesine dâhil olan dillerin yazılması
için Arabî süryanı, İbrani, ermeni, çin harflerinin kullanıldığı fakat asıl dilin baki
kaldığı düşünülürse Türklerin dillerin muhafazadaki sebatlarının derecesi
anlaşılır(1929: 98).
Afet İnan, Ari denen bu dillerin temelinde Hintçe ve Persçe’den çok Türk dilinin
köklerini aramak gerektiği fikrindedir ve yapılan çalışmaların bunu kanıtlayacak düzeyde
olmasına gayret etmiştir. Ari kelimesi, Hint-Avrupa veya Hint Cermen ırkının ilk adı
olarak ileri sürülmektedir. Yalnız II. TTK’de Arilerin kimler olduğu ve bunlara niçin bu
ismin verildiği, Avrupa bilginlerince gösterilmemektedir. Orta Asya yaylası olduğu tahmini
bir suretle ileri sürülmüştür (1937: 89–91).
Türklerde Devlet Teşkilatı
Türk Dil Kurumu’na ait “Türkçe Sözlük”te, “Devlet: Toprak bütünlüğüne bağlı
olarak siyasi bakımdan teşkilatlanmış millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel
varlık” olarak tanımlanmıştır(TDK,1998:572). Tanımdan da anlaşılacağı bir devletin temel
öğeleri; yönetim gücü, millet ve toprak’tır.
1923–1930 dönemi içinde kullanılan ders kitaplarında devletin tanımı ve temel
öğelerine dair hiçbir bilgi verilmemiştir.
Kitabında “Türkler” ünitesine 24 sayfa yer ayıran Ali Reşat Bey Orta Asya da
kurulan Türk Devletlerinin teşkilatlanmasına dair hiçbir bilgi verilmezken kitabında
283
“Türkler” konusuna 12 sayfa yer ayıran Ahmet Refik ise, Türklerde Devlet teşkilatı
bölümüne yarım sayfa kadar yer ayırmıştır.
Ahmet Refik’e göre, Türkler devlet teşkilatı kurmadan önce aşiretler halinde
yaşamaktaydı. Her aşiretin bir başkanı( reisi) bulunmaktadır. Devlet yönetiminde kadın
erkek ortaklığı söz konusudur. Aşiret reisleri müstakil bulunurlar ve istedikleri ile savaş
yapmaktadırlar ( 1929: 448).
Bilgiler incelendiğinde Türklerin sistemli bir örgüt yapısı olmadığı devleti meydana
getiren gücün aşiretler olduğu ama bunların da milli bütünlük oluşturmadıkları görülür.
Bunların istedikleri ile savaş yapmalarının oluşturduğu argüman ise Türklerin savaşçı bir
millet olduğu tezini öğrenciye yükler. Kitapta bu kısımda Türkler ile ilgili tek olumlu
özellik ise, yönetimdeki kadın-erkek eşitliği gibi çağcıl söylemlere referans teşkil
etmesidir.
Devletin yönetim yapısının bu cümlelerle geçiştiren Ahmet Refik’in devletin en
önemli savunma gücünü oluşturan ‘ordu’ile ilgili düşünceleri ise şöyledir:
Hakan ordunun serdarlığını küçük oğluna, yani tekine verirdi. Tekinin
maiyetinde daima tecrübeli bir dindar bulunurdu. Ordu, sağ kol ve sol kol
namile ikiye ayrılırdı. Her kol on iki kısımdan ibaretti. Bu kısımlar memur
devlet erkanı, memuriyetlerini daima irsen oğulların bırakırlardı. Orduda
hakanın bayrağı kullanılırdı. Rengi turuncu idi. Tepesine bir kurt başı takarlardı.
Hakanın dokuz tuğu vardı. Tuğ yak denilen yak öküzün kıllarından yapılır ve
bir sırığın ucuna takılır (1929:448).
Devlet teşkilatı ile bu kısa açıklama ile kişi(nin) düşünce yapısı muğlâklaşacağı gibi,
Türklerin asker bir millet olduğu ve askerlerin tek bir otorite ( hakan ) tarafından
kullanıldığı alegorisi oluşmaktadır. Satırların muhatabının dimağı, bayrak rengi veya
yapımı ile doldurulmasından öte, bayrağın sembolik mantığının, duygu ve düşünceleri
kaplaması eğitim terbiyesi açısından daha müspet bir durum oluşturacağı açıktır.
284
4.1.1.10.Lise –I Tarih Ders Kitabında Kullanılan Resim ve Haritalar
Tablo 4.13. 1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı
Resimlerin konuları
Ali
Reşat
Bey
Ali
Reşat
Bey
Ahmet
Refk
Tarih Öncesi Devirlere ait eşyalar 3 4
Mimari Eserler (Sütun, Saray, Tapınak, Mezar,
Abide, Köprü...
10 15 32
Günlük İşlerde Kullanılan Araç ve Gereçler 2 1 2
Harabeler 8Şehir, Şato, Kale...) 2 1 2
Kral, Kraliçe, Hükümdar, Lider,
Padişah...resimleri
8 16 29
Askerler ve Askerlere ait Resimler 6 11 5
Dini Eserler (Cami, Kilise,Mabetler, Mabut ve
Mabude Resimleri
3 8 23
Hayvan Resimleri 2
Şehir Resimleri 1 2 1
Müze Resimleri
Yazıtlar 4 3
Heykeller 4 6 14
Paralar 1 1 10
Duvar Süslemeleri, Kabartmalar 3 8 12
Deniz Taşıtları 1 2 3
Vazo Fincan, Çini ve Şamdan ve Gerdanlık gibi
Kıymetli ev eşyaları
3 8 8
Kıyafet Resimleri 6 7 3
Koşu Arabaları 3 7 1
Aktör Resimleri 1 2
Savaş Resimleri 1 1 5
285
Ünlü Kişilere Ait Resimler (Düşünür, Tarihçi
Coğrafyacı , Siyasetçi...)
1 1 9
Mumya Resimleri 2 3 1
Köylü, İşçi ve çiftçi resimleri 1 3 3
Minyatürler 6 1
Bitki Resimleri 2 1
Şeytan Resimi 1
Nehir Resimleri 1 2
Mühürler 1
Kale Resimleri 1 2
Maskeler 1 2
Gladiyatör Resimleri 1
Okul ve Okul İle İlgili Resimler 2
TOPLAM 61 124 179
1923–1930 dönemi Lise –I Tarih kitapları içinde Ahmet Refik’in “umumi
Taih”kitabı görsel materyal olarak resimlerin en fazla yer kullanıldığı kitaptır. Ahmet
Refik’in kitabında 179 adet resim kullanıldığı görülmektedir. En fazla kullanılan resimler;
32 resim ile “Mimari Eserler” (Sütun, Saray, Tapınak, Mezar, Abide, Köprü...), 29 resim
ile Kral, Kraliçe, Hükümdar, Lider, Padişah...resimleri, 23 resim ile “Dini Eserler” (Cami,
Kilise, Mabetler, Mabut ve Mabude Resimler) ve 14 resim ile “Heykellerdir. Ahmet Refik
diğer ders kitabı yazarı Ali Reşat Bey’in kullandığı “Mühürler”, Şeytan Resimi” ve Tarih
Öncesi Devirlere ait Eşyalar” ait resimlere ise kitabında hiç yer vermemiştir.Ali Reşat Bey
ise; Biri Kanaat Kütüphanesine ait diğeri ise Devlet Matbaasına ait iki kitabı içinde en fazla
resime yer verdiğ kitabı 124 resim ile Kanaat Kütüphanesi’ne ait kitabıdır. Ali Reşat Bey
buu kitabında en fazla kullandığı resimler;16 resim ile “Kral, Kraliçe, Hükümdar, Lider,
Padişah..”.resimleri, 15 resim ile “Mimari Eserler” (Sütun, Saray, Tapınak, Mezar, Abide,
Köprü...) resimleri, 8 resim ile “Dini Eserler” (Cami, Kilise,Mabetler, Mabut ve Mabude)
resimleri, “Duvar Süslemeleri, Kabartmalar” ve “Vazo Fincan, Çini ve Şamdan ve
Gerdanlık gibi Kıymetli ev eşyaları” resimlerdir. Ali Reşat Bey Kanaat Kütüphanesi’ne ait
kitabında kullandığı fakat Devlet Matbaasında basılan kitabında kullanmadığı resimler ise;
286
“Minyatürler”, “Bitki Resimleri”, “Şeytan Resimi”, “Nehir Resimleri”, “Mühürler”, “Kale
Resimleri” ve “Maskeler”dir. Ali Reşat Bey bu kitabında Ahmet Refik’in kullandığı;
“Gladiyatör Resimleri” ve “Okul ve Okul İle İlgili Resimler”e ise kitabında yer
vermemeiştir. Ali Reşat Bey Kanaat Kütüphanesine ait kitabında görsel materyal olarak
124 resim kullanmasına rağmen Devlet Matbaasında basılan kitabında ise bu sayının yarısı
kadar bile resim kullanmamıştır. Ali Reşat Bey’in Devlet Matbaasına ait kitabında en fazla
kulanılan resimler; 10 resim ile “Mimari Eserler” (Sütun, Saray, Tapınak, Mezar, Abide,
Köprü...), 8 resim ile “Kral, Kraliçe, Hükümdar, Lider, Padişah...”resimleri, 6 resim ile
“Askerler ve Askerlere ait Resimleri” ve “Kıyafet Resimleri”dir. Ali Reşat Bey’in aynı
dönem için de aynı isim ile basılan fakat iki farklı basımevi tarafından yayınlanan
kitaplarında görsel materyal kullanımında bu kadar farklılığın olması dikkat çekicidir. Her
üç kitapta kulanılan resimlerin konularına gore karşılaştırıldıklarında aynı resimlerin
sıklıkla kullanıldıkları gözlemlenmektedir
Ders kitabında en fazla Batı medeniyetine ait resimlerin kullanıldıkları görülür. Bu
eserlerin büyük çoğunluğu Yunan ve Roma medeniyetine aittir. Her üç kitaptada da tabuta
konacak bir mumyanın hazırlanışı, iplik büken bir kadın, bir haykelin nakledilişi, esirlerin
gözlerini oyan Asur hükümdarı, Roma’da esirlerin hayatı, Roma ailesi ... vs gibi sosyal
gündelik hayata dönük çok sayıda ilginç resimler bulmak mümkündür. Kitaplardaki
resimlerin altında bazen bir cümle bazen birkaç cümleden oluşan açıklamalar ile resimler
öğrenciye açıklanmaya çalışılmaktadır. Kitapalrda kulanılan resimlerden bir kısmı
müzelerde bulunan eserlere ait resimler oldukları anlaşılmaktadır. Ahmet Refik resim altı
açıklamalarında müzelerede sergilenen resimlerin hangi müzede sergilendiğini belirterek bir
anlmada öğrenciye kılavuzluk yapmaktadır. Tamamı siyah – beyaz olan resimler dönemin
baskı teknolojisiyle karşılaşıtıldığında çokta kötü baskılar olmadığı söylenebilir.
Kitaplardaki resimlerin tamamı konu içerikleri ile alakalı olmasına rağmen resimlerin
herhangi bir sıraya göre dizilmediği ve sıralanmadığı söyleyebilmek mümkündür
Bütün bu resimlerde ve fotoğraflarda dikkat çekici olan ders kitabında öğrencinin
bunlardan faydalanmasını sağlayacak yönlendirmelerin ve çalışma sorularının olmamasıdır.
Ders kitabında, fotoğraflar ve görsel materyaller bir sahne dekoru gibi kullanılmıştır.
287
Tablo 4.14. 1923–1930 Dönemi Lise-I Tarih Ders Kitaplarında Haritaların Kitaplara
Göre Dağılımı
Üniteler Kullanılan Haritalar
Ali Reşat Bey Ali Reşat Bey
Ahmet
Refik
Şark Milletleri 5 8 1
Yunanlılar 1 3 1
Romalılar 1 3 1
Orta Zamanlarda Garp 1 4
Eski Türkler 3 2
TOPLAM 10 17 7
Adı geçen dönem içerisinde lise I tarih ders kitaplarında haritaların ünitelere göre
sayıları tabloda görüldüğü gibidir. En fazla harita Ali Reşat Bey’in Kanaat Kütüphanesine
ait kitabında kullanılmıştır. Ali Reşat Bey bu kitabında en fazla “Şark Milletlerine” ait
ünitede harita kullanmıştır. Ali Reşat Bey bu ünitede 8 adet harita kullanmıştır. Kitap
genelinde 17 harita kullanan Ali Reşat “Orta Zamanlarda Garp” ünitesinde ise yalnızca bir
harita kullanmıştır. Ali Reşat Bey bu kitabında “Eski Türklere” ait 2 adet harita
kulanmıştır. Ali Reşat Bey Devlet Matbaasında basılan kitabında ise kitap genelinde 10
harita kulanmıştır. Bu kitabında da diğer kitapta olduğu gib en fazla harita kullandığı ünite
5 harita ile “Şark Milletler” ünitesidir. Ali Reşat Bey bu kitabında diğer kitabında yalnızca
bir harita kullandığı “Orta Zamanlarda Garp” ünitesi ile ilgili hiçbir harita kulanmamıştır.
“Eski Türkler” ile ilgili ise diğer kitabından bir harita fazla kullanmıştır. Ahmet Refik ise
kitabının genelinde 7 harita kullanmıştır. Ahmet Refik en fazla haritayı Ali Reşat Bey’in
en az harita kulandığı ünite olan “Orta Zamanlarda Garp” ünitesinde kullanmıştır. Ahmet
Refik “Eski Türkler” ünitesi ile ilgili ise hiçbir harita kullanmamıştır.
1923 – 1930 dönemi tarih ders kitaplarında yer alan haritaların çoğu aynıdır.
Kitaplardaki haritaların çoğu ölçeksizdir ve Ali Reşat Bey’in kitabında kullandığı
haritaların çoğu el ile çizilmiş gibidir. Dolayısıyla bu haritalar harita olmaktan çok
288
yeryüzünü belirtmeye çalışan birer şekil gibidirler. Haritalarda hangi medeniyet
anlatılıyorsa haritada belirtilen alan çizilmiş o günkü dönem içerisinde komşularına ve
diğer medeniyetlere haritalarda çok az yer verilmiş ya da hiç yer verilmemiştir.
Haritalarda yön ve yer isimlerinin net olarak belirtilmemesi, haritaların kullanışlı olma
özelliğini olumsuz etkilemiştir.
4.2. 1923–1930 DÖNEMİ LİSE – II TARİH DERS KİTABI
Bu döneme ait olarak incelenen Lise-II Tarih Ders Kitabı Ali Reşat Bey’e ait olan
Umumi Tarih-II (Kurun-u Vusta) adlı kitaptır. Kitap , “Maarif Vekâletinin 26. 05. 1928
tarih ve 62 numaralı kararı ile bilumum ortamekteplerin ve liselerde birinci devrelerin
ikinci sınıfına kabul edilerek” okullarda okutulmaya başlanmıştır. Bu kitap II. Meşrutiyet
Döneminden itibaren okullarda okutulan kitaptır.
Umumi Tarih -II
Tablo 4.15. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih –I Ders Kitabının Tanıtım Fişi
Kitabın Adı Ali Reşat
Kitabın Yazarı Umumi Tarih - II
Kitabın Ait Olduğu Dönem 1929
Kitabın Okutulduğu Yıllar 1911–1930
Kitabın Sayfa Sayısı 352
289
Ali Reşat Bey’in (1929: 1–352) ders kitabı içeriği tablodaki gibidir.
Tablo 4.16. Lise –II Umumi Tarih (Kurun-u Vusta ) Ders Kitabı İçeriği
ÜN
İTLER
KONULAR
SAYFA
SAYISI
YÜZDE
ORANI
Kull
anıla
n
Resi
m
Kullanıla
n Harita
Tarih Müfredat Programı 3 0,85
Kurun-u Vusta 3 0,85
Arap Tarihi
129,5 36,79 27 4
İslamiyetten
Evvel Araplar
11,5 3,27 1 1
İslamiyetin
Zuhur ve İntişarı
12 3,41 3
Hulefai Raşidin
Devri
31 8,81 4
Emevi Devleti 25,5 7,24 3 1
Abbasiler 13 3,69 1
Emevi ve Abbasi
devrelerinde idare
tarzı içtimai hayat ve
medeniyet
13,5 3,84 3 1
İslam Feodalitesi 5 1,42 3
Endülüs 17 4,83 9 1
Türkler ve
İslamiyet
18 5,11
İlk Türk ve
İslam münesabatı
3,5 0,99
İslam
memleketlerinde
Türkler
1,5 0,43
290
İslam
Memleketlerinde İlk
Türk Hükümetler
2 0,57
Sananiler
Devrinde Türkler
1,5 0,43
Samaniler,
Karahanlılar ve
Gazneviler devrinde
teşkilat, medeniyet
9,5 2,7
Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti
20,5 5,82
Oğuz
Türklerininin garba
muhaceretleri
1 0,28
Oğuzların
İslamiyeti kabulleri
1,5 0,43
Selçukiler 7 1,99
Selçuki Devleti
zamanında medeniyet
8 2,27
Selçuk
vahdetinin inhilalinde
Türk - İslam
feodalitesi (Tevaifi
Mülük)
3 0,85
Son müfredat programlarına uygun olarak hazırlanan kitap; Arap Tarihi, Türkler ve
İslamiyet, Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti, Garp Orta zamanı, Anadolu’da Türkler,
Ortaasya, Timur ve İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin Yeniden Teessüsü ve Osmanlı
İmparatorluğu olmak üzere sekiz ünite 352 sayfa halinde düzenlenmiştir.
Tarih Müfredat Programı ile giriş yapılan kitapta en fazla yer verilen ünite, 129,5
sayfa ve % 36,79 ağırlık oranı ile “Arap Tarihi”dir. Arap Tarihi’ne kitabın 1/3’den daha
291
fazla yer verilerek kitap adeta bir Arap Tarihi görünümüne sokulmuştur. Kitaptaki ağırlık
oranlarına göre Arap Tarihini sırasıyla: 65 sayfa ve %18,47 ağırlık oranı ile “Anadolu’da
Türkler” ünitesi, 59 sayfa ve 16,76 ağırlık oranı ile “Osmanlı İmparatorluğu” ünitesi, 27
sayfa ve %7,67 ağırlık oranı ile “Garp Orta Zamanı, 20,5 sayfa ve % 5,82 ağırlık oranı ile
“Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti” ünitesi, 18 sayfa ve % 5,11 ağırlık oranı ile “Türkler ve
İslamiyet” ünitesi ve 15,5 sayfa ve % 4,40 ağırlık oranı ile “Osmanlı Devleti’nin Yeniden
Teessüsü” ünitesi izlemektedir. Kitapta en az yer verilen ünite ise, 12,5 sayfa ve %3,55
ağırlık oranı ile “Ortaasya, Timur ve İmparatorluğu” ünitesidir. Kendi köklerini Orta
Asya’da arayan Yeni devletin temsilcilerinin tarih ders kitabında bu konuya bu kadara az
yer verilmesine müsaade etmelerine sebep bu ünite içinde Timur İmparatorluğunun
işleniyor olmasından dolayı olsa gerektir. Çünkü Timur Moğol soyunda gelmektedir.
Avrupalılarca Moğollar barbar kabul edilmekte ve beyaz ırktan sayılmamaktadırlar.
Kitaplarda, görsel materyalin en fazla kullanıldığı ünite ise; yine “Arap Tarihi”
ünitesidir. Arap Tarihi ile ilgili 27 resim, 4 harita kullanılmıştır. Arap Tarihi’nden sonra en
çok görsel materyal kullanılan ünite ise, 11 resim ve 1 haritanın kullanıldığı “Anadolu’da
Türkler” ünitesidir. Kitapta; “Türkler ve İslamiyet”, “Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti” ve
“Osmanlı Devleti’nin yeniden teessüsü” ünitelerinde ise hiçbir görsel materyal
kullanılmamıştır. “Garp Orta Zamanları” ünitesinde 2 resim ve 1 harita kullanıldığı
görülür. Görsel materyal kullanımı konusunda ki en ilginçlik nokta ise kitapta, en az yer
verilen Ortaasya, Timur ve İmparatorluğu” ünitesi ile ilgili 3 resim 1 haritanın
kullanılmasıdır.
4.2.1.1. Arap Tarihi
Tablo 4.17. “Arap Tarihi” Ünitesindeki Konular, Konulara Ayrılan Sayfa Sayıları ve
Kullanılan Görsel Materyallerin Sayıları
ÜNİTEL
ER
KONULAR
Sayfa
Sayısı
Kitap
İçinde
Yüzde
Oranı
Ünite
İçinde
Yüzde
Oranı
Kullan
ılan
Resim
Kullan
ılan
Harita
292
Arap Tarihi
TOPLAM 129,5 36,79 100 27 4
İslamiyette
n Evvel Araplar
11,5 3,27 8,88 1 1
İslamiyetin
Zuhur ve İntişarı
12 3,41 9,27 3
Hulefai
Raşidin Devri
3
1
8,81 23,94 4
Emevi
Devleti
25,5 7,24 19,69 3 1
Abbasiler
1
3
3,69 10,04 1
Emevi ve
Abbasi
devrelerinde
idare tarzı
içtimai hayat ve
medeniyet
13,5 3,84 10,42 3 1
İslam
Feodalitesi
5 1,42 3,86 3
Endülüs
1
7
4,83 13,13 9 1
Kitap içinde Arap Tarihine 129,5 sayfa ve % 36,79 ağırlık oranı ile yer verilmiştir.
Bu sayfa sayısı ve yüzde oranı ile Arap Tarihi ünitesi kitap içinde en fazla yer verilen ünite
olmuştur. Arap Tarihi ünitesinde, görsel materyal olarak 27 resim ve 4 harita kullanılmıştır.
Resimler genel olarak camilerin iç ve dış yapılarına ait resimlerdir. Resimler altındaki kısa
açıklama resimleri açıklamada yetersiz kalmaktadır. Birkaç resmin dışında kullanılan
mimari resimlerin mimarı tarzları hakkında bilgi verilmemiştir. Üç büyük dinine inanan
insanların yaşadığı Arap Yarımadası ile ilgili kullanılan resimler yalnızca Müslüman
293
unsurlara ait resimlerdir. İslam unsurları dışında yalnızca Endülüs konusunda bir kilise
resmine yer verilmiştir. Mimarı yapıların ön plana çıkarıldığı resimlerden farklı olarak,
tarihi bir kitabeye ve birde paraya yer verilmesidir. Ünite içinde kullanılan haritalar el
çizimi haritalar oldukları için yalnızca sınırlı alanları içermektedir ve siyasi harita içeriği
taşımaktadır. Arap Tarihi ile kullanılan ilk haritaya isim verilmemiş. Fakat bu harita
İslamiyet’ten önce Arap Yarımadasın a aittir. Diğer haritalar ise; Emevi Devletinin
sınırlarını gösteren harita, 750 senesinde Arap İmparatorluğu haritası ve Endülüs Hilafeti
Emeviye Hudutlarını gösteren haritalardır.
Ünite içinde en fazla yer verilen konu, 31 sayfa ve % 23,94 ağırlık oranı ile “Hulefai
Raşidin Devri”ne aittir. Bu konunun kitap içindeki ağırlık oranı ise, %8,81’dir. Hulefai
Raşit Devri’nden sonra ise en fazla yer verilen konu ise, 25,5 sayfa ve % 19,69 ağırlık oranı
ile “Emevi Devleti” konusuna aittir. Emevi Devleti konusunun kitap içindeki ağırlık oranı
ise, % 7,24’dür. Ünite içinde en az yer verilen konu ise, 5 sayfa ve % 3,86 ağırlık oranı ile
“İslam Feodalitesi” konusuna aittir. Bu konunun kitap içindeki ağırlık oranı ise, % 1,42’dir.
Ünite içinde en fazla görsel materyalin kullanıldığı konu, 9 resim ve 1 haritanın
kullanıldığı “Endülüs” konusudur. En az görsel materyalin kullanıldığı konu ise yalnızca 1
resmin kullanıldığı “Abbasiler” konusudur.
Ali Reşat kitabında Arabistan’ın coğrafi konumunu şöyle belirler:
Asya kıt’asının cenubu garbi müntehasında bulunan Arabistan şimalen
Süriye çölü, garben Şapdenizi, cenuben Umman denizi, şarkan Basra Körfezi ile
çevrilmiş bir yarımadadır. Şapdenizinin şimalinde Süveyş berzahı Arabistanı
Afrikaya raptettiğ halde cenuptaki Babülmendep buğazı bu kıt’adan ayırır (1929:
6).
Ali Reşat Arabistan’ı görünüm ve iklim olarak Afrika’ya benzetir ve Taşlık
Arabistan, Çöl Arabistan ve Bahtiyar Arabistan olarak üç kısma ayırır (1929: 6–7). Ali
Reşat göre Araplar ırk olarak ise Fenikeliler, Asurîler ve Keldaniler gibi Sami kavminden
olduğunu betimler. O Arapların Arap Yarımadasına mimarisine katkısını katkısı hakkında
ise şöyle der:
294
Araplar Mısıra ve hatta Elcezireye kadar tevsii memalik etmişler; muhteşem
saraylar ve büyük mabetler yapmışlardır. Fakat en mühim harabelerde henüz
lüzumu kadar hafriyat ve taharriyat icra edilmediğinden Arapların eski
zamanlarındaki ahvaline dair malumatımız nakıstır (1929: 8).
Arapların eski tarihlerine ait eserlerin harabeler şeklinde bulunduğunu ve bunlar ile
ilgili tam olarak hafriyat temizleme çalışmaları yapılmadığı dolayısıyla da Arapların eski
zamanlarına ait bilgilerin eksik olduğuna dair bir değerlendirme yapılmıştır. Bilgi ve
kaynak eksikliğinde söz edilmesi öğrencilerin tarih disiplinini doğası gereği geçmişten
gelen malzemenin daima eksik olduğu gerçeği ile ilgili bir farkındalık geliştirmelerini
sağlayabilir.
Ali Reşat kitabında Arapların dininde bahsederken, Arapların totem bir inança sahip
ve putlara tapıcı oldukları betimlenir. Ali Reşat’a göre, İslamiyetten, evvel Arabistan
yarımadasının her tarafında güneş ve aya, hayır ve şerre delalaet eden bazı putlara tapılır.
Ona göre, Arapların mezhebi Kildanilerin mezheplerine benzer. Araplarda her kabilenin bir
dini vardır. Kâbe bütün Arapların bakış açısında aziz ve muhteremdir. Muhtelif kabilelere
ait olmak üzere Kâbe de üç yüzü mütecaviz put vardır. Putların en büyüğü güneşten kinaye
Helb dir Bundan sonra Lat, Menat, Uza ismindeki mabutlar gelir (1929: 13).
Arapların coğrafyalarından ve iklimlerinden dolay ziraat yapamadıkları
vurgulandıktan sonra Arapların, mecburiyetten hayvancılığa yöneldikleri değerlendirmesi
yapılır. Bu değerlendirmenin devamında; deve ve koyun gibi hayvanların Arapların,
ihtiyaçları için yeterli olmadığını dolayısıyla aralarından bir rekabet oluştuğu sonuçuna
varır. Bu ekonomik ihtiyacın Arapları yağmacılığa ittiği belirtilerek öğrencinin bakış
açısına Arapların yağmacı olduğu sunulmaya çalışılır (1929: 14).
Ali Reşat Bey Arapların sosyal tarih unsurlarını öğrenciye sunarken genellikle
olumsuz ifadeler ile konuya yön verir. Medeni olmadıklarına inandığı Araplar ona göre
bedevidir ve okuma yazma bilmezler (1929: 14–15).
Ali Reşat Bey Arapların ahlak ve adetleri ile değerlendirme yaparken Araplar
arasında soy ve dil dışında hiçbir bağın bulunmadığını ve Arapların kız çocuklarını diri diri
295
toprağa gömdüklerini, kabileler arasında kan davalarının yaşandığını ve birbirleri ile
devamlı çatıştıklarına dair bilgiler aktarır (1929: 16).
Ali Reşat Bey bu konu ile ilgili şöyle der:
Arapların kız evlatlarını diri diri toprağa gömmek, kan gütmek ve binaen
aleyh kabileler arasında daimi surette kıtaller ile meşgul olmak gibi fena adetleri
vardı. Mamafih Araplar zeka, saha, şecaat, misafirlere ikram, dehalet edenleri
himaye, reislere itaat, akrabalık ve kabile hakkına riayet, nesep silsilesine
fevkalade dikkat gibi birçok eyi şeyler ile de muttasıf idiler (1929: 16).
Bu bilgiler verilirken; öğrencinin eğitim açısından olumluluk oluşturacak tek
hareket, iyi ve kötü olayların birlikte verilerek öğrenciye değerlendirme imkânının
sağlanmasıdır. Yalnız yukarıdaki alıntıda, Ali Reşat Bey’in iyi davranışlar içinde saydığı
“reislere itaat”ile neyi kastettiğini anlamak mümkün değildir. Çünkü sorgusuz sualsiz itaat,
insan erdemleri ve başkalarından bağımsız da işleme özelliğine sahip insan aklının
hünerleri ile çelişmektedir. Düşüncenin orijinalliği bireysel yeteneğin kullanım kapasitene
bağlı olarak gerçekleşir. Dolayısıyla, özgür aklın orijinal olana daha fazla katkı yapacağı
reel bir tez olarak durur. Üretilecek tezin olumsuz olma ihtimaline karşı muhakkak başka
bir özgür akıl onun daha iyi bir karşı tezini üreterek ona cevapta bulma ihtimali vardır.
Böylece hem nominatif olmayan durum olumsuzlaşır. Hem de özgür aklın ilerlemesine
süreklilik sağlanabilir.
4.2.1.2. İslam Tarihi
İslamiyet öncesi Arap tarihi ile ilgili yukarıdaki değerlendirmeler yapıldıktan Ali
Reşat Bey İslamiyet’in şekillendirdiği Arap Tarihi’ne geçer. Bu bölüm ile ilgili en dikkat
çekici nokta Ali Reşat Bey’in konu için kullandığı başlıktır. Ali Reşat Bey konu için
“Müslümanlığı doğuran amiller” diye başlık atar. Konunun içeriğinde ise, sosyal şartların
İslamiyet’in doğuşunu mecburu kıldığını ve doğuşu Arabistan yarımadasında dini, edebi,
siyasi inkılapların oluşturduğu, inkılapları hazırlayanların ise, Araplar arasındaki birçok
296
şairler, hatipler ve hakimler olduğuna dair değerlendirmede bulunur. Bir anlamda, Hz.
Peygamberin herkesin peygamber beklediği bir dönemde kendini peygamber ilan ettiğini
vurgular. Oysa Ali Reşat’a göre dini, edebi, sosyal ve siyası şartlar zaten böyle bir sonucu
zorunlu kılmıştır.Ona göre, Bu şartlardaki gelişmelere katkısının olup olmadığı
belirtilmeyen Hz. Peygamber de bu sosyal uyanışı sağlayan inkılâplara sahiplenmiştir.
(1929: 20).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:
Hazreti Muhammet halkı İslamiyete davet etmezden evel Arabistan
yarımadasında dini, edebi, siyasi bir inkılap vücude gelmekte idi. İslamiyetin
zuhurundan bir asır evvel Araplar arasında birçok şairler, hatipler, hakimler,
yetişerek bütün Araplar için bir intibah devri açtılar… Fakat bu intibah yalnız
şiire, edebiyata münhasır değildi. Dine de şamil idi. O vakit Araplar arasında
herkes itikat ve ibadet bahsinde perişan bir halde bulunuyor; kime ibadet
edeceğini, kimden hayır ve şefaat isteyeceğini bilmiyordu… Herkes bir
peygamberin zuhuru ile bu karışıklıklara nihayet verilmesini temenni etmekte idi.
Bir peygamberin zuhur edeceği halk arasında söylenmeğe başlamıştı. Hatta
muhtelif kabilelerden müteaddit kimseler peygamberlik iddiasında bulunmuşlar
idi. Bu ise halkın o sırada din ile itikat ile ne derece meşgul olduklarını gösterir.
Elhasıl, dini bir intibah devri de başlamıştı… Araplar dini, edebi, siyasi intibahın
tesirile yeni bir dine muzaherete müsait olmuşlar idi. İslamiyeti kabul için halk
arasında lüzumu kadar kabiliyet ve istidat hazırlanmıştı (1929: 20–22).
Tamamen dönemin pozitivist tarih anlayışına uygun olarak hazırlanan bu başlık ve
içerik’e ait söylem incelendiğinde, İslamiyet’in dışında yazılmış İslam tarihinin, ilahi bir
güç tarafından değil, tarihsel, siyasal ve sosyolojik gelişmelerin zorunlu bir neticesi olarak
ortaya çıktığı çıkarımı yapılabilir. Kitapta yukarıda ki tümceler ile karşılaşan öğrenci,
sosyal, siyasal edebi ve dini olumsuzlukların her zaman için aynı sonuçları doğuracağı
kanaatine varabilir. Böyle bir durumun; İslam dini itikadı ile bağdaşmamasının ötesinde,
öğrenciyi olumsuzluklar karşısında üzerine düşen yükümlülükleri üstlenmek
sorumluluğunda alıkoyup, kendi sorumluluğunu bir mesihe yani kurtarıcıya havale edeceği
gerçeği ile karşı karşıya bırakabilir. Bu sonuçta pozitivist anlayış ile tamamen çelişen bir
hal oluşturur.
297
Kitapta, İslamiyet’e ve Hz. Peygambere karşı pozitivist anlayışın izlerine, Hz.
Peygamberin biyografyası bölümünde de rastlamak mümkündür. Ali Reşat Bey, bu
bölümde; Hz. Peygamberin hayatını incelerken, O’nun neden Allah tarafından
peygamberlik ile mükâfatlandırıldığına, Onun içinde yaşadığı toplumda -ki bu toplumun
Ali Reşat Bey’e göre İslamiyet’ten önce sosyal yapısını oluşturan- bütün manevi değerler
bozulmuştur. Böyle bir dönmede nasıl “El-emin” sıfatına ulaştığını, olağan üstü erdem ve
ahlakına hiç yer verilmediği görülür. Bu bölümde Hz. Peygamberin hayatı; doğum tarihi,
annesi - babası, ait olduğu kabile, annesinin – babasının vefatları, Hz. Hatice ile evliliği,
kaç yaşında peygamber olduğu ve kendisine ilk inananların kimler olduğuna dair
ansiklopedik bilgiler aktarılır (1929: 22–23)
Ali Reşat Bey kitabında, Hz. Muhammed’in, peygamber olmasında sonra yaptıklarını
incelerek; Hz. Peygamberin yaptığı “gazve”ler ile ilgili değerlendirmelerinde, bu
gazveleri birer soygun ve işgal saldırıları olarak gördüğü sonucuna varılabilir.
Ali Reşat konu ile ilgili şöyle der:
Hazreti Peygamber arasıra Muhacirinden birer fırka tertip eder, Eshabı
Kiramın büyüklerinden birini başbuğ tayin eyler, bir beyaz bayrak verir, Mekke
müşriklerinden ticaret kervanlarına taarruz etmek üzere Medineden çıkarır idi.
Bu usul Araplarda çok eski bir şey idi. Yalnız yenilik, Hazreti peygamberin
kendi kabilesine karşı harbetmesi idi. Dini İslam eski Arap heyeti içtimaiyesini
bozmuş, İslam ümmeti haricinde kalanlar -hangi kabileye mensup olurlarsa
olsunlar- cihat ilan edilmişti.
Bu harplere gazve denilir. Gazveler kervan vurmak şeklinde başlamış iken
nihayet şehir ve memleket fethine müncer olmuştur. En meşhur gazveler Bedir
624, Uhut 625, Handek gazveleridir (1929: 28).
II. Meşrutiyet’i ilan edenler kendilerine ilerleme hedefi olarak Batı’yı seçmişlerdir.
Devleti çöküşte kurtaracak yol olarak Batı’nın sosyal değerlerine geçmek ve onları
uygulamak ile sağlanacağı görüşü hâkimdir. Bunun izlerini II. Meşrutiyet Dönemi’nden
itibaren okullar da okutulan Ali Reşat Bey’in ders kitabında da görmek mümkündür
Yukarıda ki alıntı bu zihniyetin sergilenmesi açısında iyi bir örnek oluşturmaktadır. Çünkü
İslamiyet’i daha fazla alanlara yaymak ve daha çok insanın İslamiyet ile tanışmasını
sağlamak için yapılan “gazve”lere kitapta bir soygun ve işgal saldırısı olarak bakılır. II.
298
Meşrutiyet zihniyetine göre devletin çöküşünü hızlandıran sebeplerden birisi de devlettin
yönetim anlayışıdır. Onlara göre, Osmanlı Devleti teokratik bir devlettir. Bu siyasi yapı bu
şekilde devam ettiği müddetçe devletin çöküntüde kurtulması da mümkün değildir.
Sorunda bu noktada başlamaktadır. Kitaptaki bilgilere göre, olumsuz bir durum bir başka
olumsuz durum ile giderilmeye çalışılır. Tarihin metodolojisi gereği olaylar olumlu ve
olumsuz özellikleri ile birlikte aktarılması gerekirken burada yalnızca olaylar tek bir bakış
açısıyla incelenmeye çalışılır. Öyle ki Müslüman olmayan Mekkelilerin, Müslüman
Mekkelilere yaptıkları baskı ve işkenceler ve mallarını yağmalamalar ideolojik aktarımlara
heba edilir. Öğrencilerin diğer düşünceleri analiz etme durumları en başında verilen
önyargılar ile önlenmeye çalışılır.
Ali Reşat Bey, kitabının bu bölümünde; öğrenciyi yalnızca ideolojik aktarımlar ile
karşı karşıya bırakmak ile kalmamakta, aynı zamanda öğrenciye yanlış bilgiler de
aktarmaktadır. Halkının büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu her toplumda, o
toplumda yaşayan halkın hemen hemen tamamı, Kur’an-ı Kerim’in: yüz on dört sure ve altı
bin altı yüz altmış altı ayet’ten oluştuğunu bilir. Hatta o toplum içinde yazılan en basit
ilmihal kitaplarında bile bu bilgiler mevcuttur. Fakat yüz binlerce öğrencinin okuyacağı bir
kitapta aktarılan bilgiler araştırılmadan ve/veya tekrar gözden geçirilmeden öğrenciye
aktarılması manidar görülebilir.
Ali Reşat Bey’in, Kur’an-ı Kerim ile ilgili öğrenciye aktardığı bilgiler aşağıdaki
gibidir:
Kuranı Kerim yüz on altı sureden mürekkeptir. Bu sureler de altı bin ayete
taksim edilmiştir. Surelerin ihtiva eylediği ayetlerin adedi, uzunluğu ve
ehemmiyeti aynı surette olmayıp en uzun sure 287 ve en kısa sure 3 ayeti
muhtevidir (1929: 28).
Kur’an-ı Kerim ile ilgili yukarıdaki bilgiler verildikten sonra “Hulefai Raşidin
Devri”ne ( Dört Halife Devrine) geçilir. Bu bölümde halifelerin seçimi ile ilgili verilen
bilgilerde halifelerin Aristokrasi’yi ve Monarşiyi andıran bir yönetim ile seçildiği sonucuna
varılabilir.
299
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Hazreti Ebubekir hayatının son zamanlarında Esbabın en büyükleri ile
müşavere ederek Hazreti Ömeri Hilafete intihap etti ve bu bapta bir ahitname
tanzim ettikten sonra hanesi önünde toplanan Eshaba hitaben: “Size bir halife
intihap ettim, razı mısınız?” diye sordu. Razı oldular. Hazreti Ali: “Ömerden
başkasına razı olmayız” dedi. Hazreti Sıddık “Odur” cevabını verdi (1929: 33).
Halifelerin seçimi ile bu bilgiler verdikten sonra konunun devamında halifeler
dönemi ile siyasi, sosyal, ekonomik vb. hiçbir göstergeye yer verilmez ve yalnızca bu
dönemler de yapılan savaşlar aktarılır. Bu da öğrenci de, bu dönemde savaştan başka
hiçbir şeyin yapılmağı düşüncesinin oluşmasına sebep olabilir.
Kitapta; Dört Halife ile ilgili bölümde halifelerin karakterleri ile ilgili
değerlendirmeler yapılırken, Hz Osman’ın yaşlı olmasında dolayı görevini tam olarak
yapamadığı, akrabalarının etkisinde kaldığı ve dolaylı da olsa akrabalarına çıkar
oluşturduğunu betimlenir. Ali Reşat Bey’e göre; “ Hazreti Osman o sırada yetmiş
yaşlarında idi. Akrabası olan Beni Ümmiye erkânı halifenin şefkat ve mülâyemetinden
istifadeye çalıştılar; devletin büyük memuriyetlerini kendilerine hasrettiler. Bu hal pek elim
neticelere müncer oldu” (1929: 37).
Kitapta Hz. Osman ile ilgili dikkat çekici değerlendirmelerden birde hiçbir kaynak
belirtilmeden aktarılan Hz. Peygamber’e ait devlet başkalığı mührünün kaybolmasın ait
değerlendirmedir. Ali Reşat Bey’e göre, mührün kaybolması Hz. Osman yönetimin
meşruluğu hakkında dedikoduların başlamasına ve çatlakların oluşmasına sebep olmuştur
(1929: 40).
Ali Reşat Bey mührün kaybolması ile ilgili düşüncelerini şöyle aktarır:
Resulü Erkemin vefatından sonra mührünü Hazreti Ebubekir ve Ömer
kullandıkları gibi Hazreti Osman dahi kullanmakta iken kazara elinden kuyuya
düştü. Kuyunun suyunu boşalttırıp arattı, fakat mührü bulduramadı. Sonra ona
benzer bir mühür yaptırdı, o da kendisinin vefatında zayi oldu. Mührün kuyuya
düşürülmesini bazı kemseler Hazreti Osman’ın aleyhinde yeni bir dedikoduya
vesile ittihaz ettiler.
Ahalinin kendinse olan fevkalade muhabbet teveccühü zail olmağa, bazı
taraflarda fitneler zuhuruna başladı (1929: 40).
300
Ali Reşat kitabında, dört halifeler döneminin otuz yıldan az sürmesine rağmen batıda,
Kuzey Afrika’dan Cezayir’e, doğuda Horasan ve Semerkant tarafına kadar pek çok zaferin
kazanıldığını belirtir. Kısa zamanda bu kadar başarı kazanılmasının en önemli sebebini
ganimetlere bağlaması ise, Müslümanların bu dönemde ganimet için savaştıkları ve
fetihlerdeki asıl sebep sanki ganimet elde etme uğraşıymış şeklinde bir yargı oluşturulmuş
(1929: 52). Birden çok sebebi olan olguların sebeplerinin tamamı aktarılıp önemli ve
öncelik sıralamasının öğrencinin değerlendirilmesine bırakmak eğitim açısında daha
olumlu sonuçlar doğuracağı düşünülebilir.
Ali Reşat Bey kitabında; Hz Peygamber ve dört halife dönemine ait sosyal hayatı
aktardığındaysa öğrenci için ideal bir toplum örneği çizer.
Hazreti Peygamber bütün müslümanları din rabıtasile biribirine bağlamış
muhtelif kabile ve kavmlerden bir islam ümmeti vücude getirmişti. İslam dini
nazarında bütün Müslümanlar kardeş olduğu gibi fakir, zengin müsavidir. İlk dört
halife bu esasalra riayet etmişlerdir.
Bunun için hayatları pek basit idi. Adi bezden esvap, liften yapılmış
ayakkabı giyerlerdi. Taşıdıkları kılıçların askısıda liften idi. Sokaklarda halktan
farksız bir halde gezerlerdi. En adi bir adam ile konuştukları zaman kendi
sözlerinden daha sert, daha şiddetli işitirlerdi.
Yemekleri en fakir kimselerin yemeklerinden daha sade idi. Paraya servete
hiç ehemmiyet vermezlerdi. Diğer eshap dahi böyle yaşarlardı (1929: 54–55).
Yukarıdaki bilgiler arasında ki çizgi iyi çizilmediği zaman öğrenci münzevi bir hayat
durumu ile karşı karşıya bırakılabilir.
4.2.1.3. Emevi Devleti
Emeviler konusunda ilk dikkat çekici bölüm Emeviler’in İstanbul’u kuşatmasıdır.
Yedi sene süren kuşatma Rumların icat ettiği Grejuva ateşinden dolayı başarısızlılıkla
sonuçlanır. Diğer bir önemli nokta ise, Arap Türk ilişkilerinin bu dönemde başlamasıdır.
Arapların Türklerle ilk karşılaşması Hz. Ömer Zzamanında İslam ordularının Ceyhun
taraflarını ele geçirmeleri zamanındadır O dönemde Türklerin hakanı Tülü Han’dır. Daha
sonraki karşılaşma ise Muaviye zamanında olur. Türklerin daha önce olduğu gibi bu
zamanda da Araplar ile karşılaşması yine bir çatışma neticesindedir( 1929: 65).
301
Ali Reşat Bey kitabında; Emeviler konusunda, Abdulmelik dönemini incelerken
Abdülmelik, Emevi hükümdarlarından en büyüklerinden bir olarak göstermesine rağmen
Onun iki hal’inin kariyerinde iki leke olarak durduğunu vurgular ve Abdülmelik için
oldukça olumsuz ifadeler kullanılır.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Tebaasına hayli zulüm ettikten maada Haccaç gibi zalim hunriz bir adam ki
–rivayete nazaran Abdurrahmanüleş’asa biat ettikleri için yüz bin kişiyi birden
idam ettirmişti- Hicaz ve Irak ahalisine musallat ederek pek çok bigünah kanı
dökülmesine sebep oldu. Diğer taraftan Abdullahibni Zübeyrin haç mevsiminde
Mekkede toplanan Ehli islama pederi Mervan İbnülhakem ile kendisinin
mesavisinden bahseylediğini işiten Abdülmelik Kudüste Kabe makamına kaim
olmak üzere bir kubbe inşa ettirdi. Ehliislamı haçtan menedip bu kubbeyi tavaf
eylemlerini emretti ki bu haraketi dinin esasını tahripten bile çekinmediğini ispata
kâfidir (1929: 71).
Ali Reşat Bey kitabında Abdülmelik için olumsuz ifadeler kullanırken Ömer ibni
Abdülaziz için ise övücü ifadeler kullanır Ona göre, “Süleymandan sonra halife olan Ömer
ibni Abdülaziz Emevi hükümdarlarından en meşhurlarından, akil ve âlicenap bir zat idi. Ali
Reşat Bey Ömer ibni Abdülazizden sonra gelen halifeler ise, pek değersiz, ahlaksız
kimseler olarak niteler (1929: 79–80).
Emeviler konusunda öğrencide olumsuz bir durum oluşturacak bölümlerden biri de
bir Abbasi - Emevi savaşında sonra yaşananlardır. Ali Reşat Bey konu ile ilgili olarak şöyle
der:
Abbasiler Şamda Beni Ümmiyeden birçok kimseleri katlettikleri gibi her
tarafta Emevilerin itlafına teşebbüs edildi. Pek çok vahşetler icra olundu.
Abbasiler Beni Ümmiyeyi kâmilen mahvetmek, nam ve nişanlarını bırakmamak
istiyorlardı. Hatta Şam zaptolunduğu zaman Emeviye hanedanının mezarları
açıtırldı, kemikleri yaktırıldı. Emeviye camiini üç ay kadar ahır yaptılar. Emeviye
hanedanından yalnız Abdurrahman isminde bir delikanlı canını kurtarabildi. Bu
zat bir müddet sonra Endülüste yeni bir Emevi devleti te’sis eyledi (1929: 85).
302
Bu bölümde Ali Reşat Abbasilerin Emevilere karşı tutumlarını aktarırken Abbasilerin
vahşi, inançlara ve kutsal değerlere saygısız ve soykırım uygulayan bir toplum gibi
gösterir. Böylece Ali Reşat Bey tarihçi objektifliğini yitirerek taraflı davranır.
4.2.1.4. Abbasiler
Ali Reşat Bey kitabında kimlere Abbasiye denildiğini şöyle açıklar:
Müddeti saltanatları 524 sene olan, fakat devletlerinin kudret ve şevketi
sekizinci asrın sonu ile dokuzuncunun başlangıcında ancak yüz sene kadar devam
edebilen Abbasi halifeleri otuz yedi zattır. Hazreti peygamberin amcazadesi
Hazreti Abbas neslinden geldikleri için tesis ettikleri devlete Abbasiye denildi
(1929: 86).
Abbasilerin etnik kökenlerine ait yukarıdaki bilgileri veren Ali Reşat Bey’e göre;
“Hadi’den sonra halife olan Harunürreşit devri Abbasi Devleti’nin en parlak zamanıdır”.
Ali Reşat Bey Harun Reşit döneminin Abbasi dönemini en parlak dönemi olmasının
sebebini ise; kamu asayişini sağlamada gösterdikleri ilerlemeye bağlar (1929: 88). Abbasi
Devleti’nin bu görevi sosyal bir devletin aslı görevlerinde biri olduğunun vurgulanmaması
olayın çok büyük bir başarıymış gibi görünmesine yol açmaktadır. Devletlerin aslı
görevlerini yapmalarının olağan üstü bir başarıymış gibi gösterilmesi devletin fazlaca
yüceltilmesine sebep olabilir. Dolayısıyla devletin yüceltilmesi Makyavelist bir sonuç
doğurabilir.
Ali Reşat Bey, Avrupa tarihlerinde bile İslam hükümdarları içinde en
meşhurlarından olarak gösteriliyor dediği Harun Reşit’in, asayiş konusunda gösterdiği
başarılar kadar eğitim - öğretim alanında da başarılı olduğunu betimler.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:
Mansur zamanında şark imparatorunun tardettiği Nesturiler eski Yunan
hükemasının asarını Arapçaya nakli ve tercüme etmişler; mekteplerde hizmeti
tedriste bulunmuşlar idi. Mehdi dahi maarifi himaye eyleyerek tıp ve fıkıh
tahsiline mahsus mektepler, her camiin ittisaline birer medrese inşa ettirmişti.
Harunerreşit ise ulûm ve maarifi bilhassa tahtı himayesine alarak inşa ettirdiği
303
hesapsız medreselere tahsisat bağladı. Mekteplerden ve medreselerden çıkan
talebeye her türlü lütuf ve iltifatı ibzal etti. Zamanında pek çok ulema ve hükema
yetişti (1929: 89–90).
Yukarıdaki tümcelerden de görüldüğü gibi, toplum dâhilinde gerçekleşen olumlu
davranışları desteklemek hem olumlu davranışın pekişmesi sağlamakta, hem de daha iyi
neticelerin oluşmasına kaynaklık etmektedir.
Abbasi – Türk İlişkileri ve Müslümanlığın Türkler Arasında Yayılması
Ali Reşat Bey kitabında, Abbasi Devleti’nin en seçkin askerlerinin Türkler oldukları
belirtilir. Türk-Abbasi ilişkilerinin nasıl başladığı ve Türklerin nasıl Abbasilerin en seçkin
askerleri oldukları belirtilmez (1929: 94). Fakat sınırları; Türkistanda Buhara, Semerkant,
Fergana ve Orta Asya’daki diğer şehirleri kapsayan Abbasi Devleti’nin içinde Türklerin var
olması coğrafi bir zorunluluk olarak görünmektedir.
Ali Reşat Bey’e göre; Türkleri askerlikte kullanan ilk Abbasi halifesi Mansur’dur.
Mansur zamanında Türklerin sayısı çok değildir. Abbasi Devleti’nin içinde Türklerin
sayılarının artması Mu’tasam döneminde başlar. Me’munun kardeşi Mu’tasam devlet
işlerinde büyük güç kazanmış olan İranlılara güvenmediği ve ayrıca annesinin Türk
olmasından dolayı Türkleri severdi. Mu’tasam, “Abbasi Devleti kuvvetini ancak Türk
askerleri ile muhafaza eder” inancındadır. Bu inanç birkaç bin Türk’ün Abbasi askeri
olmasını sağlar. Mu’tasam halife olduktan sonra Abbasi ordusundaki Türklerin sayısı
gittikçe artar. Abbasi ordusundaki Türklerden dolayı, Türk soyluları ülkelerinde Abbasilere
imtiyaz verirler. Sonuçta; Mu’tasam, Bağdat Şehri Türk askerlerine dar geldiğinden onlar
için Samerra Şehrini ordugâh yapar. Hatta Mu’tasam’ın kendisi bile bu ordugâhta oturur.
Mu’tasam kendi zamanında ortaya çıkan Babek mezhebi taraftarlarının çıkardıkları isyanı
ancak bu Türk askerler sayesinde bastırabilir. Mu’tasam Babek sorunu ile uğraşırken
Bizanslılar Abbasilere saldırır. Mu’tasam Türk ordusunun başına geçerek Bağdat’tan çıkar.
Sakarya Nehri’nin batısında Bizans askerleri ile karşılaşır. Abbasi askerleri içindeki
Araplar savaşa devamlılık göstermezler Mu’tasam bu savaşı Türklerin savaşta gösterdiği
direnç ile kazanır. Bundan sonra Abbasi ordusu içinde Türklerin gücü artar. Bütün devlet
işleri Türklerin eline geçer. Devletin en büyük memuriyetleri Şii İranlılar’da iken yavaş
304
yavaş bu memuriyetlere Sünni Türkler atanırlar. Mu’tasam’dan sonra Türklerin güç ve
kuvvetleri iyice artar. Halifeler Türk komutanlar elinde oyuncak gibi kalırlar. Türkler
devlet içinde güçlerini bu kadar artırınca Orta Asya’dan binlerce Türk Irak’a, Anadolu’ya
doğru gelerek Müslüman olurlar. Sonrasında İslam dini bütün Türk ülkeleri içinde yayılır
(1929: 94–95).
Türklerin Müslüman olmalarını Abbasi ordusundaki Türk askerlerinin güçlerini
artırmalarına bağlayan Ali Reşat, “Halifeler Türk kumandanlarının elinde oyuncak gibi
kaldılar” (1929: 95) tümcesinde ve alıntının genelinde dolaylı da olsa görüldüğü gibi
Türkleri yüceltir ve över. Ali Reşat Bey Türkleri övmesyi “Irak, Anadolu ve Kilikya’da
Türk İstilaları” (1929: 96) konusunda da sürdürür. Ali Reşat Bey’e göre; Türkler Abbasi
Devleti’nin hizmetine girmelerine rağmen hiçbir zaman milli benliklerini
kaybetmemişlerdir.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Türkler Abbasi devletinin hizmetine girmekle beraber şecaat ve faziletlerini,
milliyet ve lisanlarını muhafaza etmişlerdir. Bazen Arabi ve Farsiyi öğrenirler,
fakat daima Türkçe konuşurlardı (1929: 96).
4.2.1.5. İslam Medeniyetine Türklerin Etkisi
Ali Reşat Bey milli benliklerini korumadaki hassasiyetleri ile övdüğü Türklerin,
İslamiyet’e katkılarının çok büyük olduğu görüşündedir. Ona göre; ilim ve eğitim yalnız
Bağdat’ta değil Türk toprakları olan Buhara, Semerkant, Belh, Merv vb. şehirlerde de
ilerlemiştir. Türklerden büyük âlimler, filozoflar, şairler, tabipler yetişmiştir. Gerek Abbasi
Devleti zamanında gerekse Abbasi Devleti’nin yıkılmasından sonra Türk âlimleri İslam
ilmini, medeniyetini yükseltmişlerdir. Ancak Ali Reşat Bey’e göre, Türk âlimleri eserlerini
Arapça ve Acemce yazdıkları için Arap olarak görülmüşlerdir. O’na göre Arap lisanının en
büyük sözlüğünü yazan Mecdettin Firuzabadi bir Türk’tür. Keşşaf unvanlı tefsiri yazan
Zemahşeri, dokuzuncu asırda Buhara’da doğan, çeşitli İslam ülkelerinde yüz bine yakın
kimseye ders okutan İmam Buhari Türk’türler. İlmi kelamın en büyük alimlerinden
Sadettin Teftazani, Türkistanda Farap kasabısında doğan hakim Farabi Türk alimleridir.
305
İslam tıbbının en büyüğü kabul edilen İbn-i Sina halis Türk’tür. Ali Reşat Bey’e göre işte
bunun gibi daha birçok Türk âlimleri İslam medeniyeti üzerinde büyük etkiler meydana
getirmişlerdir (1929: 97–98).
Öğrenci, devamını yaşadığı medeniyete kendi atalarından katkılar gördüğünde onlara
karşı bir minnet hissedip sempati oluşturabilir.
Ali Reşat Bey kitabında, Abbasiler ile Emeviler arasındaki en önemli farkı;
Abbasilerin bütün devlet hizmetlerinde Müslüman, Musevi, Hıristiyan ve Hint unsurları
ayrıcalığı göstermeden herkese açık hale getirmesi olarak belirtir (1929: 101).
Ali Reşat Bey kitabında, “Araplarda hayat” konusunu işlerken Araplarda sosyal
hayata Kur’an-ı Kerim hâkimdir görüşündedir. Kur’an-ı Kerim’e uygun olarak yaşanan
dönemi yegâne bir dönem olarak niteleyen Ali Reşat, ayıca bütün insanların hukukça eşit
olduğu bu dönemi bir dini demokrasi dönemi olarak görür. Ali Reşat Bey, Kur’an-ı
Kerim’e bağlı olarak yaşanan hayatın üstünlüğünü Orta Zamanların Avrupa’sıyla
karşılaştırarak ortaya koyar. Ali Reşat Bey konunun devamında; Kuran-ı Kerim’in çok
eşliliği ve boşanmayı uygun görmediğini ama Araplar arasında var olan bu davranışa izin
verdiğini, fakat bunu çeşitli şartlara bağladığını söyler. Ali Reşat Bey’in bu konuda
değindiği diğer bir durum ise, kölelerin durumuyla ilgilidir. O, bu konuda İslamiyet’in
köleliği yasaklamadığını ama kölelere iyi davranılması gerektiğinin emredildiğini belirtir
(1929: 103–104).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Araplarda içtimai hayata Kuran hâkimdi. İslam ümmeti Ortazamanda ne
zadegânlığı, ne de ruhbaniyeti kabul etmeyen yegâne heyeti içtimaiye idi. Bütün
Müslümanlar hukukça müsavi idiler. Bu, dini bir uhuvvet, dini bir demokrasi
demekti.
Ortazaman Avrupasında değil devletten devlete, vilayetten vilayete, hatta
şehirden şehre kanun değiştiği halde Pirene dağlarından Hindistana kadar uzanan
islam memleketlerinde müslümanlar aynı kanuna, aynı kadıya tabi idiler.
Kuran taaddüdü zevcatı tesis etmemiş, belki Araplar arasında cari olan bu
adete cevaz göstermişti. Gerek taaddüdü zevcat gerek talak için birçok kayitler,
şartalar koymuştu. Böyle olmakla beraber Araplar ve diğer ırkta olan
306
Müslümanlar bu hususta pek ileriye vardılar. Bunun aile teşkilatında, rabıtalarında
çok büyük zararları görüldü.
Kuran kadına kendi servetini istediği gibi idare etmek salahiyetini bile
vermişken taaddüdü zevcat yüzünden kadının içtimai mevkii çok düşmüştü.
İslamiyet esareti ilga etmemiş, fakat esirlere hüsnü muamele edilmesini
emretmişti. Onun için İslam memleketlerindeki esirlerin hali, garbi Avrupadaki
serflerin halile nisbet kabul etmiyecek derecede eyi idi. Bir Müslüman vefat
ederken hemen bütün esirlerini azat ederdi (1929: 103–104).
4.2.1.6. Türkler ve İslamiyet
Ali Reşat Bey kitabında; ilk Türk –İslam ilişkilerini incelerken Müslümanlar ile
Türkler arasındaki ilişkilerin başlamasını, Türklerin batıya doğru göçüne ve Arapların
İslamiyet’i yayma fetihlerinin neticelerine bağlar. Ali Reşat Bey; yedinci asrın Asya da
oturan kavimlerin hayatları açısından çok buhranlı olduğu görüşündedir. Fakat Orta
Asya’daki Türkler için hayati önem taşıyan bu buhranın neden kaynaklandığını belirtmez.
Ali Reşat Bey’e göre; Türkler, Orta Asya’daki bu buhrandan dolayı batıya doğru göçe
başlar. Bu göçler beraberinde çok önemli neticeler doğurur. Bu neticelerden birisi de;
fetihler sonucu Orta Asya’da Türklerin sınırlarına kadar gelen Araplar ile Türker’in
karşılaşmaları ve Türklerin İslamiyet ile tanışmalarıdır. Ali Reşat Bey’e göre; Türklerin
İslamiyet’i kabul etmeleri gönül rızası ile olur. Ona göre; Türkler, gönül rızası ile kabul
ettikleri İslamiyet için çok önemli işler yaparlar. Haçlı Savaşları’na karşı İslamiyet’i
başarılı bir şekilde savunurlar. “İslamiyet için canlarını feda etmekten bile kaçınmazlar”
şeklinde değerlendirmelerde bulunur. Fakat Türklerin İslamiyet’i neden kabul ettiklerini,
İslamiyet’in hangi özellik veya özelliklerinin Türklerin İslam dinini kendi dinleri olarak
seçmelerine neden olduğunu belirtmemesi konunun bütünlüğü açısından eksiklik oluşturur
(1929: 135).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der
Yedinci asır Asyada oturan kavmlerin hayatı noktai nazarında çok buhranlı
zaman olmuş ve bu asırda Türklerin şarktan garbe doğru hareketleri mühim
neticeler tevlit etmiştir. Filhakika o zamana kadar Türkler Ceyhun nehrini ve
Hazar denizinin şimal taraflarından garbe doğru geldikleri halde Araplar Sasani
hükümetini mahıv ve İranı zaptettikten sonra Türk zümreleri muhaceret yolunu
307
değiştirerek daha ziyade İran, Küçük Asya ve Suriye cihetlerine hicret etmeğe
başladılar.
Arapların şark fütuhatı islamiyeti Nanlu ve Pelu cihetindeki Türk
memleketlerine kadar neşretti. Türkler islamiyeti kendi rızalarile kabul ettikten
sonra bu dinin fedakâr, kuvvetli müdafileri oldular. Ortazamanda İslam
memleketlerine saldıran yüz binlerce kişilik Ehli Salip ordularına karşı
Müslümanlığa müdafaada Türkerlin fevkalade fedakârlıkları, hizmetleri görüldü.
Türkler canlarını İslamiyet uğruna feda ettiler (1929: 135).
Yukarıdaki alıntıda dikkat çekici noktalardan birisi de Ali Reşat Bey’in, Anadolu’yu
Küçük Asya olarak nitelemesidir.
Ali Reşat Bey, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra kurulan ilk Türk
devletlerinin; Abbasi Devleti yıkıldıktan sonra yerine kurulan Tavaifi Müluk’ (Küçük
Devletler) den olan, Beni Tolon ve Ahşitler olduğu görüşündedir. Ona göre, bu devletler
kurulduktan sonra kısa bir süre sonra yıkılırlar. Ali Reşat Bey, kurulduktan kısa bir süre
sonra yıkılan bu devletlerin yıkılmalarının sebebini devletlerin milli bir güce
dayanmamalarına bağlar. Böylece o, milliyetçi bir açıklama ile bir devletin güçlü olmasının
en önemli koşulu olarak milli değerleri sahiplenmeyi görür. Ali Reşat Bey, kısa bir süre
sonra yıkılan bu devletlerin Türk tarihi açısından önemini ise; İslam ülkelerinde kurulmuş
bağımsız ilk Türk devletleri olmaları ile açıklar (1929: 141).
Ali Reşat Bey kitabında, İslamiyet’in Türkler arasında en fazla yayıldığı zamanın
Karahanlılar dönemi olduğu görüşündedir. Ali Reşat Bey; Hakaniye Devleti de denilen
Karahanlılar Devleti’nin hükümdarları ile birlikte halkının tamamı Türk olarak kurulan ilk
devlet olduğunu söyler. Ona göre, Karahanlılar halkını oluşturan Türkler, Göktürklerin bir
kolu olan Karluklar’dır (1929: 144–145).
Ali Reşat Bey, Karahanlıların Müslüman olmalarını şöyle açıklar:
Karahanlılar devleti dördüncü asır sonlarından yedinci asır iptidalarına
kadar Türkistan ve Maveraünnehre hükmetmiş, Samaniler devletine nihayet
vermiş, İslamiyet en ziyade bunlar zamanında Türkler arasında intişar eylemiştir.
Rivayete nazaran Karahanlıların ilk hükümdarları Abdülkerim Satuk Buğra Han
islamiyeti kabul etti; kendi kavminede kabul ettirdi (1929: 145).
308
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın İslamiyet’i seçmesi, devletin de dininin İslam
olarak seçip seçilmediğini tam olarak belirtmediği için burada öğrenci açısından eksik bir
bilgi söz konusudur. Eksik bilgiler ile öğrencinin mantıklı ve tutarlı değerlendirmelere
ulaşmasının zor olacağı düşünülebilir.
Karahanlılar’ın Müslüman olmaları ile ilgili yukarıdaki eksik değerlendirmeyi yapan
Ali Reşat Bey’in, Karahanlıların tarih açısından önemlerine ait değerlendirmesi ise daha
önemlidir. Çünkü Ali Reşat Karahanlıların tarih açısından önemini onların ilim ve eğitime
verdikleri değer ile betimlemeye çalışır.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Karahanlılara ilim ve marifeti severler; âlimlere, şairlere riayet derlerdi.
Şehirlerde medrese, türbe, cami, saray, köprü, kervasaraylar gibi medeni
müesseseler vücude getirmişlerdi. Şemsülmelik ismindeki hanın Buharada,
Tamgaç İbrahim’in Semerkanttaki sarayları pek muhteşem idi. Buhara, Semerkant
medreselerinde binlerce talebe vardı. Yalnız ilim ve marifet bu iki şehre değil,
Kaşgır ve Balasagon taraflarında dahi büyük âlimler yetişmiş idi (1929: 147–
148).
Yukarıdaki tümceler ile karşılaşan öğrenci, bugün artık esameleri okunmayan
toplulukların ve devletlerin değerlerini geriye bıraktıkları tarihi ve mimari eserler ile ölçer
ve böylece onlara karşı olumlu ve olumsuz tavır geliştirir. Toplumların kendilerinden
sonraya bıraktıkları eserler hem onların yaşam ve medeniyet anlayışları hakkında bilgi
verir. Hem de öğrenci için sanatsal çalışmalar adına birer kılavuz görevi görür.
Ali Reşat Bey kitabında, Gazneliler döneminde, ilim, fen ve güzel sanatlar konusunu
işlerken, Gaznelilerin; ilim, fen ve güzel sanatlara ilgi gösterdiğini ve bu konuda Samaniler
gibi davrandıkları kanaatindedir. Ali Reşat’a göre, bu dönemki Türk edebiyatı İran
edebiyatı etkisindedir ve devletin resmi dili Arapça’dır. Ona göre, bu dönem de birçok
yazar Arapça ile eserler yazarlar. Ali Reşat Bey’in; Gazneli hükümdarların etnik
kökenlerine ait görüşü ise onların halis Türk oldukları şeklindedir. Fakat Ona göre, bu
309
hükümdarlar Türk gibi davranmamışlardır. Çünkü Ali Reşat Bey’e göre; Türkçe’nin
Gaznelilerden çok önce edebiyat yazısı ve yazı dili olarak kullanılmasına rağmen Sultan
Mahmut ve halefleri eserlerini Türkçe yazmazlar. Onlar halen daha İran mitolojisinin ve
hurafelerinin etkisi ile çalışmalarını sürdürürler. Ali Reşat Bey, bu durumu “hayret edilecek
bir şeydir” diye eleştirir. Eleştirisini, 1923–1930 dönemleri arasında etkili olan milliyetçi
bir açıklama ile “Bu Türk hükümdarlar kendi milliyetlerinden ziyade İran lisanına hizmet
ettiler” diye sürdürür (1929: 151).
Ali Reşat Bey’in konu ile ilgili düşünceleri şöyledir.
… Gaznevi hükümdarları da bu hususta Samaniler gibi hareket ettiler. Ulum
ve fünunu sanayi nefiseyi himayeden geridurmadılar. Gazne sarayında Acem
şairleri himaye ve iltifata nail olurlardı. Meşhur Firdevsi şehnameyi Mahmut
Gazneviye takdim etmişti. Eski acem hurafeleri bu eser sayesinde mahvolmak
tehlikesinde kurtuldu.
İran edebiyatı himayeye mazhar olmakla beraber resmi lisan Arapça idi.
Eserlerini Arapça yazan birçok müellifler yetişti. Bunlardan meşhur Mehmedibni
Ebu Reyhanilbiruni Harezmden Gazneye gelmiş, Mahmut Gaznevinin orduları ile
Hindistana giderek Hint coğrafyasını yazmış idi.
Gaznevi hükümdarları halis Türk oldukları ve Türkçe kendilerinden çok
evel edebi ve tahriri bir yazı lisanı şeklini aldığı halde sultan Mahmut ile
haleflerinin İran edebiyatını esatirile, hurafeleri ile ihyaya çalışmaları hayret
edilecek bir şeydir. Bu Türk hükümdarları kendi milliyetlerinden ziyade İran
lisanına hizmet ettiler (1929: 151).
4.2.1.7. Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti
Ali Reşat Bey kitabında Oğuzları Türk zümreleri içinde en önemlilerinden biri olarak
kabul eder. Ona göre, Batı Asya’da büyük bir devlet oluşturan, Anadolu’yu kesin olarak
Türkleştiren Selçuklulardır (1929: 153).
Ali Reşat Bey, Oğuzların batıya göç etmesinin sebebini Moğol istilasına bağlar. Ali
Reşat Bey’e göre, Moğol istilasından önce ve Moğol istilasından sonra Oğuzlar geniş bir
alanda hayat sürerler. Ali Reşat’a göre, Moğol istilası üzerine doğuda bulunan Oğuzlar
daha batıya giderek Anadolu’ya kadar gelirler ve Anadolu’nun Türkleşmesini sağlarlar.
310
Böylece Moğol istilasından sonra batıya göç eden Oğuzlar bugünkü Anadolu’da ve
Rumeli’de yaşayan Türkleri meydana getirirler.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili düşüncelerini şöyle aktarır:
… Moğol istilasından evel şarktan garbe doğru Maveraünnehir, Horasan,
şimali İran, cenubi Kafkasya, Azerbaycan, Kürdistan, Elcezire, şimali Süriye ve
Anadoluda Oğuzlar şehirlerde yerleşmişler, yahut yeni şehir ve kasabalar tesis ve
bu şehirlerin, köylerin bugünkü ahalisini teşkil etmişlerdir. Bu suretle saydığımız
memleketlerin hepsi türk memleketi olmuşlardı. Bundan başka göçebeliği
muhafaza eden birçok Oğuz aşiretleri de buralarda bulunuyorlardı. Moğol istilası
üzerine şarkta bulunan Oğuzlar daah garbe geldiler. Daha sonra, Fırat ve Diclenin
yukarı tarafları Akkoyunlu, Karakoyunlu denilen iki büyük Türkmen aşireti
tarafından Türkleştirildi. Bugünkü Anadolu ve Rumeli Türklerinin unsuru ahalisi
Oğuzlardır (1929: 155).
Ali Reşat Bey, Selçuklular ile Bizanslılar arsındaki ilişkileri anlatırken bu ilişkinin
kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Çünkü Selçukluların batıya doğru ilerleyişi sonunda
Bizanzlılar ile karşılaşması doğal bir zorunluluktur. Alpaslan’ın kuşattığı yerlerin birçoğu
Bizanssızlara bağlıdır. Selçuklular’ın daha batıya gitmesi için Bizanzlılar ile mücadele
etmesi gerekir. Çünkü Selçukluların batıda fethedecekleri yerler Bizanzlıların elindedir
(1929: 158–159).
Ali Reşat Bey, Selçukluların “Biladi Rum”a sefer etmelerini milli ve dini bir amaca
bağlar. Selçuklular amaçlarını gerçekleştirmek için “Biladi Rum”a seferler düzenlerler. Bu
seferden en önemlisi Malazgirt Savaşı’dır. Anadolu’da mahrum kalınca imparatorluğunun
yıkılacağını pekiyi bilen Bizans hükümdarı Romen Diyojen on birinci asır sonlarına doğru
bütün kuvvetlerini toplar. Her iki devlet Malazgirt civarında karşılaşırlar. Alpaslan’ın
olağanüstü başarıları karşısında Bizans ordusu baskına uğrar. İmparator Diyojen esir düşer.
Düşmanlarına karşı lütufkâr bir hükümdar olan Alpaslan esir imparatoruna iyilikte
bulunarak imparatoru bırakır (1929: 160).
Alpaslan’ı rakiplerine karşı lütufkâr ve iyilik ile davranan bir komutan olarak öven
Ali Reşat Bey Malazgirt Savaşı’nın sonucunu; “Anadolu kat’i bir Türk hâkimiyeti altına
girdi” şeklinde değerlendirir (1929: 160).
311
Ali Reşat Bey “Selçukilerde idari teşkilat” hakkında bilgi verirken Selçuklu
medeniyetinin İslam medeniyeti tarihinde çok önemli bir yer tuttuğu değerlendirmesinde
bulunur. Ona göre, çok büyük bir devlet kuran Selçuklular milli benliklerinden çok az ödün
vermekle beraber egemenlikleri altına aldıkları İranlıları, Arapları Türk fikir tarzınca idare
etmişlerdir. Fakat kendileri de İran ve Arap medeniyetinin etkisi altında kalmışlardır. Ali
Reşat Bey, milli benliklerinden taviz vermemekle övdüğü Selçuklularla ilgili övgülerine,
Selçuklu Sultanlarının yönetim anlayışlarını anlatırken de devam eder. Ona göre,
kendilerini millete yabancı gören başka devletlerin hükümdarlarına benzemeyen Selçuklu
hükümdarları halkın çıkarlarını sürekli göz önünde bulunduran yegâne hükümdarlardır.
Öyle ki Samanilerde, Gazneliler’de, Abbasilerde mevcut olan hafiyelik, istihbarat
teşkilatını Alpaslan kabul etmez. Hükümdarların sofraları herkese açıktır. Çünkü onlar
halkın babasıdırlar. Fakat bu ananeler zamanla unutulur Çünkü zamanla Selçuklu
hükümdarları İran hükümdarlarına benzemişlerdir. (1929: 162–163).
Yukarıdaki bölümde, Selçukluların İslam’a katkıları ve Selçuklu hükümdarlarının
sosyal devlet anlayışlarını öven Ali Reşat Bey bu tutumunu Selçuklularda “Türk Lisanı ve
Edebiyatı” bölümünü açıklarken sürdürmez. Ali Reşat Bey’e göre, Selçuklular da;
Gaznelilerin İran edebiyatına hizmet etmeleri gibi İran edebiyatının etkisinde kalmışlardır.
Dolayısıyla diğer alanlarda gösterdikleri milli benliklerini yazı ve edebiyat alanında
göster(e)memişlerdir (1929: 169).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Selçukiler ile onların yerine kaim olan Türk hükümdarlarının saraylarında,
halk arasında Türkçe konuşulduğu halde ilim ve san’at lisanı olan Arap ve Acem
dilleri milli lisana tahakküm etmişti. Bütün edipler, âlimler eserlerini bu iki
lisanda yazıyorlardı. Devletin resmi muharebeleri de Farisi lisanında idi. Fakat
Selçukilerin istilaları üzerine Türk hâkimiyeti altına giren memleketlerde
Türkçenin mühim bir mevki tutmaması gayrimümkün idi (1929: 169).
Ali Reşat Bey’in kitabının genelinde, pozitivist değerlendirmeler ön planda olmasına
rağmen yukarıdaki tümcelerde de görüldüğü gibi bazen romantik değerlendirmelere de yer
verildiği görülür. Bunlardan biri de Selçukluların yıkılmalarından sonra Selçuklu toprakları
üzerinde kurulan beylikler veya devletler için kullandığı başlıktır. Bu bölüm için Türk –
312
İslam anlayışına uygun olarak “Selçuk Vahdetinin İnhilalinden sonra Türk – İslam Tavaifi
Müluku” diye bir başlık kullanılır (1929: 170).
4.2.1.8. Garp Orta Zamanı
Ali Reşat’ın bu bölümün girişinde; “Roma imparatorluğunun inkırazından sonra
Galya kıt’asında birçok barbar kavimlerin yerleştiklerini ve bunlardan Frankların Som ve
Ron nehirleri arasında bulunduklarını” söyleyerek bahsettiği Frankları ‘barbar kavim’
olarak nitelediği görülür. Ayrıca Ali Reşat konunun devamında Frankları savaş alanında
hileci ve itikadi olarakda puta tapıcı olarak gösterir (1929: 174–175).
Ali Reşat Bey, “Feodalite: Derebeylikler” konusunu incelerken derebeyliklerin nasıl
oluştuklarını anlattıktan sonra, Avrupalıların; Arapların, Normanların hücumlarından veya
haydutların saldırılarında korunmak için binlerce şato yaptığını söyler. Ali Reşat Bey’e
göre, Avrupa köylüleri kendilerini saldırılarda korumak için bu şatolara sığınırlar. Şatolara
sığınan köylüler zorunlu bir sonuç olarak şato sahibi derebeyin tebaası, hatta kölesi olur
değerlendirmesinde bulunur. Böylece, Ali Reşat Bey, bu fakir köylülerin emniyetleri
adına, hürriyetlerini ve haysiyetlerini kaybetmelerinin sebebi olarak, dolaylı da olsa
Araplar ve Normanları görür. Bir anlamda köylüleri kendilerine köle yapan feodalite
zihniyetini görmemezlikten gelir (1929: 182).
Ali Reşat Bey, “Ehlisalip seferleri ve esbabı” konusunu incelerken, Lise-I’ler için
yazdığı Umumi Tarih – I kitabında aynı başlık altında incelediği konu için yazdıklarının
aynısını burada da tekrarlar (1929: 185–200). Her iki kitaptaki tek fark; Ali Reşat Bey’in
Umumi Tarih –II’de işlediği Haçlı Seferleri konusunda savaşa katkıları ve savaştaki
başarılarında dolayı Türkleri övmesi ve savaşı bir Türk - Haçlı Savaşı olarak anlatmaya
çalışmasıdır. Ali Reşat Bey, “Kudüsün Zaptı” konusunu işlerken; “ Şimdiye kadar Ehli
Salip ordularına karşı İslamiyet’i yalnız Türkler müdafaa etmişlerdi. Şii Fatimiler
Suriye’nin Sünni Türklerin elinden çıkmasına belki de memnun olmuşlardı” şeklinde
savaşa katkılarından dolayı bir devletin iyi bir devletin kötü olduğuna dair
değerlendirmelerde bulunur. Öte yandan; Türkleri Sünni, Fatimileri Şii şeklinde
betimleyerek bir mezhep farklılığı oluşturur ve Sünni mezhebini yüceltir (1929: 188–189).
313
Ali Reşat Bey, “Suriye’de Frenk Hükümetinin İnkırazı” konusunu işlerken, Haçlı
Savaşları’nın nasıl bir Türk Haçlı Savaşı olduğunu ise şu tümceler ile ifade eder:
…Şu halde senelerce salibiyun ordularına karşı İslam alemini müdafaa
etmek şerefi gibi son Frenk hükümetini ortadan kaldırmak şerefide Türklere aittir
(1929: 199).
Çok geniş bir coğrafyada devam eden bir savaşta bir ulusun bir diğer ulustan daha
fazla savaşa etki etmesi olağan bir durumdur. Çünkü ulusların; ekonomik, sosyolojik,
teknolojik vb. özellikleri birbirinden farklı ve üstün olabilir. Fakat savaşa bir türlü müdahil
olan devlet veya devletlerin, savaşa katkılarını yalnızca olumsuz yönleriyle ele alarak
öğrenciye sunmanın, öğrencinin kendi dışındaki uluslara karşı soğuk davranışlar
sergilemesine yol açacağı düşünülebilir.
4.2.1.9. Anadolu’da Türkler
Ali Reşat Bey, Türkleri Haçlı Savaşları sırasında; İslamiyet’i Haçlılara karşı tek
başına korumada gösterdiği başarılardan dolayı övmeyi ve Türkler dışındaki diğer
Müslüman devletleri küçümsemeyi bu bölümde de devam ettirir. Ali Reşat Bey’e göre; On
birinci asır başlarında Bizanzlıların Müslümanların üzerine hücumları daha çok önem arz
eder. Bu istilalara karşı duracak kuvvetli bir İslam devleti yoktur. Abbasi devleti hiçbir şey
yapmaz, Gazneliler Hindistan ile uğraşarak batıda hücum eden Hıristiyanlık âlemine karşı
kayıtsız kalır; Fatimiler ise Şiiliği yaymadan başka bir şey düşünmezler. Siyasi - dini
rekabetler İslam dünyasını Bizanslılara karşı koyacak güçten yoksun bırakır. İşte tam da bu
sırada Ali Reşat Bey’e göre, İslamiyet’i Türkler müdafaa ederler ve Hıristiyanlara karşı
korurlar (1929: 202).
Ali Reşat Bey’in Türkler’in Anadolu’yu tamamen yurt edinmesini Malazgirt
Savaşı’nın sonucuna bağladığı daha önce belirtilmişti. Ali Reşat Bey’e göre Anadolu’nun
Türklerin eline geçmesi Avrupalılar tarafından çok acı verici bir durum olarak karşılanır.
Ali Reşat Bey Anadolu’nun Türklerin eline geçmesini Avrupalıların nasıl
değerlendirdiklerini bir Fransız tarihçiden alıntı yaparak şu şekilde açıklar:
314
Alp Aslanın Malazgirt zaferinden sonra Selçukiler süratle Anadoluyu
zaptettiler. 1078 senesinde İznikte yerleştiler. Bizans Anadoluyu ebediyen
kaybetti. Anadolu tamamile Türkleşti. Selçukilerin bu mevaffakiyeti Hıristiyanlık
âlemine o kadar ağır bir darbe idi ki Frenk müvverihi “Anadolunun zıyaı kilisenin
islamiyetin teessüsündenberi duçar olduğu felaketlerin en büyüğüdür” diyor
(1929: 202).
Ali Reşat Bey Anadolu Selçuklularının soyları ile ilgili bilgi verirken bunların
Selçuklulardan İsrail’in oğulları olduğunu söyler. Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusunu
ise, Süleyman’ın oğlu Davut olarak belirtir (1929: 203).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili düşüncelerini şöyle aktarır:
Anadolu Selçukilerin ceddi Selçukun oğlu İsrail’dir. İsrailin oğlu Kutulmuş
amcazadesi Tuğrul Bey tarafında Cezire valiliğine, garp hududu kumandanlığına
tayin edildi. Orada istiklal hevesine düştü. Tuğrul’un gönderdiği askere mağlup
olarak Arabistama kaçtı…
Kutulmuşun oğlu Süleyman, Melekşahın fermanile Diyarı Rum valiliğine
tayin edildi. Süleymanın vefatında yerine oğlu Davut geçti. İşte Anadolu’nun
birçok cihetlerini zapteden, Konyayı payıtaht ittihaz eyleyen bu zat olduğu için
Anadolu Selçuki devletinin asıl müessisi addolunabilir (1929: 203).
Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı
Metin Kunt, “Osmanlıların Ortaya Çıkışı” adlı çalışmasının giriş bölümünde; Neden
Osmanlı tarihi 1300 yılında başlatılır? Neden daha Ertuğrul Gazi zamanında bir devletten
söz edilemez? Neden gelişen devletin adı [Osmanlı] olur da [Ertuğrullu] denmez ? Dahası,
1300 yılında [Osmanlı] ne demektir? gibi sorular sorarak çalışmasına başlar (2005: 23). Ali
Reşat Bey kitabında , “Anadoluda Türkler” konusunu incelerken, Osmanlı Devleti ile ilgili
yukarıdaki sorular ve bu soruların benzerlerine cevaplar oluşturacak açıklamalarda bulunur.
Ali Reşat Bey’e göre, Osmanlı Hanedanı’nın, Anadolu Selçukluları’nca Domaniç ve Söğüt
taraflarına yerleştirilmesi önemli ve dikkate şayandır: Çünkü Dördüncü Haçlı Seferi
sırasında Haçlı ordusu İstanbul’u kuşatarak Latin İmparatorluğu’nu kurdukları zaman
Bizans İmparatorluğu hanedanı halkı Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine iltica ederler.
315
İşte bu karışıklık esnasında Anadolu kalelerindeki muhafızlar bağımsızlık kararı alırlar.
İznik’e yerleşen Kayser hanedanından Mihael Paleoloğ’un Rum İmparatorluğu’nu yeniden
kurmasından sonra da bağımsızlık kararından vazgeçmezler. Tekfur adı ile ünlenen kale
muhafızları bazen Kayser’i hiç tanımazlar, birbirleri ile savaşırlar; bazen de Kayser’in
ısrarı ile ittifak ederek Selçuklu Devleti’ne karşı direnmeye çalışırlar. O zaman Selçuklu
sınırlarının Batı ucu Bandırma ve Bursa civarına kadar uzanır. Anadolu Selçuklu Devleti
Sultanı Alâeddin, Osman Gazi’nin hizmetlerine mükâfat olarak Karacadağ’daki
Kayıhanlıları, barış zamanları Tekfurların saldırılarında korumak sefer zamanların da bu
kabilenin cengâverliğinden istifade etmek amacı ile Eskişehir civarına yerleştirilir. Ertuğrul
Gazi Söğüt’ü merkez edinerek Anadolu Selçukluları’na askeri yardımda bulunur. Aynı
zamanda Ertuğrul Bey Tekfurlar ile hoş geçinir. Ertuğrul Bey’in ihtiyar olmasından dolayı
oğlu Osman Bey’i vekil yapması üzerine durum değişir. Osman Bey Tekfurların bazıları ile
birkaç defa savaşarak onları mağlup eder. Bir zamanlar Osmanlı Hanedanının elinde
bulunan fakat daha sonra Bizanzlıların eline geçen Karacahisar’ı tekrar alır. Osman Gazi
“Bey” unvanını aldıktan sonra Karacahisar kilisesini cami yapar. “Dursun Fakih” hutbede
Osman Bey’in adını okumaya başlar. Bundan sonra Osman Bey İnegöl ile Balıkesir
arasındaki Yarhisar’ı alır. İnegöl ile Yarhısar’ın alınma tarihi 1299’dur. Anadolu Selçuklu
Devleti’nin yıkılış tarihi de bu döneme denk geldiği için Osmanlı Hanedanı’nın müstakil
bir devlet haline gelmesinin bu tarihte gerçekleştiğini belirtir(1929: 222–224).
Ali Reşat Bey Osmanlılar ile ilgili “tesisat ve teşkilat” konusunu işlerken
Osmanlıların ilk başlarda Selçuklu paralarını kullandıklarını, İlk Osmanlı parasının gümüş
ve bakır sikkeler olarak Bursa da Orhan Gazi zamanında basıldığını belirtir (1929: 227). Bu
tümcelerde Ali Reşat Bey’in de belirttiği gibi, 1977 yılına kadar ilk Osmanlı parasının
Orhan Bey’e ait olduğu sanılırken üzerinde “Osman bin Ertuğrul” yazısı olan sikkenin
bulunmasıyla ilk Osmanlı sikkesinin tarihinde de değişiklik yapılır (Artuk, 1980: 27).
Yapılan arkeolojik ve tarihi araştırmalar ile var olan önceki bilgilerin değişmesi ‘bilginin
mutlak olmayacağı’nı pekiştirmesi açısında tarihin disiplin içi amaçlarına uygunluk
oluşturur. Yukarıdaki tümceler sonucunda öğrenci, arkeolojik ve tarihi araştırma
sonuçlarının bilgi üzerinde etkisini görür. Dolayısıyla bilgiyi kutsallaştırmaya çalışmaz.
Bilginin değişebilirliği gerçeğinden hareket ederek araştırma içeren çalışmalara daha çok
316
önem vereceği düşünülür. Bunun için, bilimin ve tarihin yöntemine de uygun olarak
arkeolojik ve tarihsel araştırmalara yöneleceği önesürülebilir.
Ali Reşat Bey, “Kosova Muharebesi” konusunu işlerken: I. Murat’ın şehit
olmasından sonra yerine geçen oğlu Yıldırım Bayezıt’ın düşman ile savaşmaktan vazgeçen
kardeşini öldürtme olayını; bir kardeşin başka bir kardeşi kendi menfaatleri için
öldürtmesinden öte, İranlılardan ve Bizanzlılardan Osmanlıya geçen kötü bir ahlakın etkisi
olarak görür. O, kardeş katlinin suçlusu olarak İranlıları ve Bizanzlıları gösterir. Ali Reşat
Bey böylece hem Osmanlılarda kardeş katlinin olduğunu söyler hem de bunun Osmalıya
bir başka milletten geçtiğini belirterek bir millete karşı açıkça olumsuz davranışta bulunur.
Bu bölümde, Ali Reşat’ın tümcelerindeki tek olumlu özellik ise cinayet olayını (kardeş
katlini) bir facia olarak kabul etmesi ve Yıldırım Bayezıt’ın kariyerinde büyük bir leke
oluşturduğunu belirtmesidir (1929: 243).
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Birinci Murad’ın yerine geçen Yıldırım Bayazıt hükümdarlık makamına
gelince ilk işi olmak üzere düşmanı takipten avdet eden biraderi Yakup Beyi
katlettirdi. Bu cinayeti güya meşru göstermek için türlü teviller yapılmak
istenilmiş ise de İran ve Bizans fesadı ahlakının Osmanlılara sirayet etmiş
olduğunu gösteren bu fecia Yıldırım Bayazıt için büyük bir lekedir (1929: 243).
Sümerlerin, Hititlerin ve Komanları Türklüğü
Ali Reşat Bey Umumi Tarih-I kitabında olduğu gibi bu kitabında da “Anadolu’da
Türk Medeniyeti” konusunu işlerken; Sümerleri, Hititleri, Komanları Türk olarak
değerlendirir.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili düşüncelerini şöyle betimler:
Selçuki Devletinin teessüsünden çok zaman evel, milattan üç dört bin sene
mukaddem yukarıdaki kıt’alarda devlet tesis eden Sumeriler, Hititler, Komanlar
gibi milletlerin Turanlı oldukları muhakkaktır. Anadolu daha Bizansız idaresinde
iken bu kıta’ada Türkler mevcut idi. Selçuki Devleti zamanında ise şarktan vaki
olan muhaceretlerle Anadolu tamamile türkleşmiştir (1929: 252).
317
Anadoluda Türk Medeniyeti
Ali Reşat Bey, Anadolu Türk Medeniyeti” konusunda “içtimai hayat, dini hareketler”
bölümünü işlerken; Anadolu’ya yerleşmiş olan Türklerin asıl medeniyetlerinin Orta Asya
medeniyeti olduğu görüşündedir. Ona göre, Türklerin sosyal hayatı ilk önce aşiret hayatına
dayanır. Göçebe olarak Doğu ve Orta Asya ‘dan gelen Türkler, şehirleşmeye Anadolu’da
devlet kurduktan sonra başlarlar. Gelenek ve göreneklerini koruyan Türkler İslam dinini
seçmelerinden dolayı Arap kültürünün ve siyasi ilişkilerden dolayı da İran ve Bizanzlıların
etkisi altında kalır (1929: 255).
Ali Reşat Bey Türklerin medeniyet kaynaklarını ve medeniyetlerine etki eden ulusları
ise şu şekilde açıklar:
Anadoluda yerleşmiş olan Trüklerin asıl medeniyetleri Ortaasya medeniyeti
idi; içtimai hayatları, ilkönce, aşiret hayatında ibaretti. Fakat göçebe halinde şarki
ve Ortaasyadan gelen Türkler Anadoluda tesisi hükümet edince şehirlerde
yerleştiler, köylerde çiftçi oldular. Ecdatlarının saf ve nezih an’analerini muhafaza
etmekle beraber dinleri iktizası olarak Arap harsinin, daimi münasabatın neticesi
olmak üzere de İran ve Bizans medeniyetlerinin tesiri altında kaldılar(1929: 255).
Yukarıdaki yargılardan da anlaşıldığı gibi toplumların medeniyetleri dinamik bir
yapıdadır. Sürekli hareket ve etkileşime açık olan medeniyet ve ulus kültürlerinin gerek iç
sosyal tarih unsurlarından, gerekse dış siyasi ilişkilerin etkilerinden dolayı zamanla
değişmeleri tarihi bir olgudur.
Ali Reşat Bey, “ Anadolu’da Türk Medeniyeti” konusunda “Sanayi Nefise: Mimari”
bölümünü incelerken Türklerin güzel sanatların her alanında özellikle mimaride, çinicilikte
büyük bir kabiliyet ve ilerleme gösterdiklerini söyler. Ali Reşat Bey’e göre; Selçuklu
eserleri orijinal Türk sanatının ürünü olmakla beraber bunlarda İran ve Bizans etkisi
görülür. Türkler batıya doğru ilerledikçe Bizans mimari tarzının etkisi daha fazla kendini
gösterir. Ali Reşat Bey, Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı Devletinin mimari eser
yaptıkları alanları karşılaştırırken Anadolu Selçuklu Devleti’ni, Anadolu’nun her tarafına
eser yapmalarından dolayı över. Osmanlı Devletini ise; Bursa, İstanbul, Edirne gibi
318
başkentlik yapmış şehirlere daha fazla öncelik vermelerinden dolayı eleştirir. Ali Reşat
Bey, Türklerin inşaatın her türü ile uğraştığını söyler. Ona göre Türkler; köprü,
kervansaray, hastane, çeşme, hamam gibi umumi binalar ile ülkeyi süslemiş ve imar
etmişlerdir (1929: 258–264).
Ali Reşat Bey inşaat eserleri içinde en önemlisinin köprüler olduğu değerlendirmesini
yapar. Buna sebep olarak ise satırlarının arasına gizlediği Osmanlı Devleti’nin asker bir
millet olduğu anlayışı yatar.
Ali Reşat Bey inşaat eserleri içinde köpülerin ayrı bir önem arz etmesini şu tümceler
ile açıklar:
Köprüler en mühim, hatta en zaruri inşaattan mabut idi. Çünkü orduların
memaliki Osmaniyenin bir ucundan diğer ucuna serian gidebilmeleri için büyük
ve güzel köprülere ihtiyaç var idi… Türk mimarisi askerisi kalelerin hücum ve
müdafaasında husulegelen terakkiyata göre tedricen tekemmül etti (1929: 264).
Osmanlı Devleti -Timur İlişkileri
Ali Reşat Bey kitabında, Osmanlı Devleti Timur ilişkilerini açıklarken Timur’u bir
muharebe sırasında elinden ve ayağında sakat kalmasından dolayı topal manasına gelen
“Lenk” lakabı ile okuyucuya sunar. Konunun genelinde Timur yerine Timurlenk ismini
kullanır. Ali Reşat Bey, Timur hakkında olumsuz tavrını: “Timur otuz altı senelik
saltanatını muharebe ile geçirdi”, “Derbentten, Şirvan tariki ile Hindistana gitti, Oradan
avdetinden Sivas, Halep, Şam, Bağdat şehirleri ahalisini katliam etti. Her geçtiği memleketi
ateş ve kan içinde bırakıyordu. Mağlup etmediği bir hükümdar, tahrip eylemediği bir
memleket kalmamıştı”, “Timurlenk on beşinci asır iptidalarında hududu tecavüz ederek
Sivas’ı muhasara etti Sivas mühim bir mevki idi. Fakat Timur’un askerine dayanmadı. Bu
asker kaleyi yıkarak şehre girdiler. Timur bütün muhafızlarını kılıçtan geçirdi, binlerce
ahaliyi diri diri hendeklere atarak üzerlerini toprak ile örttü” tümceleri ile konu bütününde
sürdürür (1929: 268–271).
319
Ali Reşat Bey’in Timur ile ilgili yukarıda aktardığı bilgiler nesnelliği tartışmalı
bilgiler olduğundan dolayı, bu bilgiler tarihçinin nesnelliği ve tarafsızlığı ile çelişir. Bu
bölümde tarihi düşüncenin aktarımı ile çelişen bir başka bilgi ise; Ankara Savaşı sonucunda
Timur’a esir düşen Osmanlı Devleti padişahı Yıldırım Bayezıt’ın ölüm nedenine ait
bilgidir. Ölüm nedeni hakkında tam bir ittifakın sağlanmadığı bu konuda karşısında Ali
Reşat Bey’in net bir bilgi verir.Ona göre, Yıldırım Bayezıt kederden ölür.
Ali Reşat Bey Yıldırım Bayezıt’ın ölümü hakkında şöyle der:
Yıldırım Bayazıt dokuz ay kadar hali esarette kaldı. Timurlenk kendisine
hüsnü muamelede kusur etmedi. Fakat padişah esarete tahammül edemedi.
Bilhassa şehzadelerin taç ve taht kavgalarını görerek devletinin haline teessüf
ederdi. Nihayet, Akşehirde vefat etti (1929: 172).
İstanbul’un Fethi
Ali Reşat Bey İstanbul’un fethine kitabında çok az verir. Bu bölümde dikkat çekici
yan ise, Ali Reşat Bey’in , Türklerin İstanbul’u fethetmelerini dünya tarihi açısından çok
önemli bulmasıdır. Çünkü ona göre, Orta Çağ’ın sonu Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak 1453
tarihi yani İstanbul’un Türkler tarafından fethi seçilir. Ali Reşat Bey’e göre, bir çağın
kapanmasına diğer bir çağın başlamasına 1453 tarihinin seçilmesinin bir diğer sebebi ise;
Fransa ve İngiltere arasındaki ‘Yüzyıl Savaşları’nın bitmesinin de bu tarihe denk
gelmesidir (1929: 194).
4.2.1.10.Lise II Tarih Ders Kitaplarındaki Haritalar ve Resimler
Tablo 4.18. 1923–1930 Dönemi Lise-II Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı
Resimlerin Konuları
Ali
Reşat Bey
İslam Mimarisine Ait Eserler 5
320
Cami Süslemelerine Ait Resimler 4
Kilise 1
Cami Resimleri (Camiinin İçi - Dışı, Camii Avlusu,Minare,
Minber ve Mihraba Ait Resimler)
9
Şövalye Resimi 1
Batı Mimarisine Ait Eserler 1
Yazıtlar 1
Paralar 1
Duvar Süslemeleri, Kabartmalar 1
Türk Mimarisisine Ait Eserler 5
Türk Mimarisisine Ait Camii Resimleri 2
Batılı Liderlere Ait Resimler 2
Savaş Resimleri 1
Türbeler 1
Minyatürler 7
İlk Dönem Müslümanlarına Ait Resimler 1
Müslüman Hacılara Ait Resimler 1
Kale Resimleri 1
Kabe'nin Resmi 1
TOPLAM 46
Tabloya bakıldığında Ali Reşat Bey’in “Umumi Tarih”ders kitabında kullandığı görsel
malzeme olarak resimlerin toplam adedinin 46 olduğu görülmektedir. Ali Reşat Bey’in az
sayılabilecek kadar resim kullandığı kitabında en fazla resimi ise; 9 resim ile “Cami
Resimleri” (Camiinin İçi - Dışı, Camii Avlusu, Minare, Minber ve Mihrapa ait Resimler)ne
aittir. Ali Reşat Bey bu kitabının hemen hemen tamamını Müslüman Araplar, Türkler ve
İranlılara ayırdığı için camii resimlerinin çoğunlukta olması konu bütünlüğü açısından
321
uygunluk gösterir. Ali Reşat Bey’in camii resimlerinden sonra ise en çok kullandığı resimler:
7 resim ile yine Müslüman inancına uygun olduğu düşünülen “Minyatürler”dir. Ali Reşat
Bey, “Türk mimari eserleri” ile ilgili olarak ise 5 adet resim kullanmıştır. Ali Reşat Bey
Batılı liderlere ait 2 resime kitabında yer vermesine rağmen genelde Türk liderlerlerine
özelde ise Osmanlı Padişah resimlerine kitabında hiçbir yer vermemiştir. Kitapta halka ve
saraya ait eşyaları ve ve benzeri resimlere yer vererek sosyo-kültürel tarihi görsel olarak az
çok ön plana çıkarmıştır. Kitapta sosyal tarihe ayrılan bölüm nerdeyse yok denecek kadar az
olup kültürel tarih içerisinde geçiştirilmektedir. Kitapta resimlere ait bilgi verici hiçbir alt
başlık yoktur. Ayrıca 1923–1930 dönemi lise II tarih ders kitabında resimler üzerinde
öğrencinin düşünmesini sağlayacak yönlendirici sorular ya da bilgilere rastlanmaması
nedeniyle, resimlerin öğrencinin eğitim ve öğretim açısında verimliliğine fazla bir katkı
sağlamayacağı düşünülebilir.
Tablo 4.19. 1923–1930 Dönemi Lise-II Tarih Ders Kitaplarında Haritaların Kitaplara
Göre Dağılımı
Konular
Kullanılan
Haritalar
Ali Reşat Bey
Arap Tarihi 1
Emevi Devleti 1
Abbasiler 1
Endülüs 1
Türkler ve İslamiyet
Oğuz Türkleri ve Selçk Devleti
Garp Ortazamanı 1
Anadoluda Türkler 1
Timur Devri 1
Osmanlı Devletinin Yeniden Teesüsü
Osmanlı İmparatorluğu
TOPLAM 7
322
Ali Reşat Bey, Umumi Tarih –II kitabında konuları on bölümde işlemesine rağmen
kitap genelinde yalnızca 7 harita kullanmıştır. Ali Reşat Bey; “Arap Tarihi”, “Emevi
Devleti”, “Abbasiler”, “Endülüs”, “Garp Ortazamanı”, “Anadoluda Türkler” ve “Timur
Devri” bölümlerinde yalnızca bir harita kullanmıştır. Ali Reşat Bey; “Türkler ve İslamiyet”,
“Oğuz Türkleri ve Selçuk Devleti”, “Osmanlı Devletinin Yeniden Teesüsü” ve Osmanlı
İmparatorluğu” bölümlerinde ise hiçbir harita kullanmamıştır. Ali Reşat Bey’in özellikle
Osmanlı ve Müslüman Türkler ile ilgili bölümlerde harita kullanmaması dikkat çekicidir.
Haritalar ayrıntılı çizilmemiştir ve haritalara lejant konulmamıştır. Haritalarda gösterilmeye
çalışılan ölçekler ise okunmamaktadır. Ali Reşat Bey’in bu kitabında da Umumi Tarih –I
kitabında olduğu gibi haritalar el ile çizilmiş gibidir.
4.3.1923–1930 DÖNEMİ LİSE – III TARİH DERS KİTABI
Bu döneme ait olarak incelenen Lise-III Tarih Ders Kitapları; Ali Reşat Bey’e ait
olan Umumi Tarih-III (Kurun-u Cedide ve asrıhazır) adlı kitap ile Ahmet Hamit (Olgunsu)
& Mustafa Muhsin (Teker)’e ait “Türkiye Tarihi” adlı kitaplardır. Ali Reşat Bey’e ait kitap
, “Maarif Vekâletinin 17. 056 1928 tarih ve 77 numaralı kararı ile bilumum ortamekteplerin
ve liselerde birinci devrelerin üçüncü sınıfına kabul edilerek” okullarda okutulmaya
başlanır. Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’ ait kitap, “Maarif Vekâleti Milli Talim ve
Terbiye Dairesinin 2299 numaralı ve 30. 09. 1929 tarihli emri ile 10000 nüsha
tab’edilerek” okullarda okutulmaya başlanır.
323
Türkiye Tarihi
Tablo4.20. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e Ait “Türkiye Tarihi Ders Kitabının
Tanıtım Fişi
Kitabın Adı Türkiye Tarihi
Kitabın Yazarı Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin
Kitabın Ait Olduğu Dönem 1929
Kitabın Okutulduğu Yıllar 1924–1930
Kitabın Sayfa Sayısı 766
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in “Türkiye Tarihi” adlı (1929: 1–352) ders kitabı
içeriği tablodaki gibidir.
Tablo 4.21. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi” adlı Tarih Ders
Kitabının İçeriği
ÜNİT
ELER
KONULAR
Sayfa
Sayısı
Yüzde
Oranı
Kullanılan
Resim
Sayısı
Mukaddime 4 0,52
BİRİNCİ KISIM (s.1 - s.133)
Osmanlı
İmparatorluğunun İtila
Devri
133 17,36 18
Balkan ve Anadolu
Fütuhatı
10,5 1,37 2
Akkoyunlular 1,5 0,2
Akkoyunluların
Osmanlılarla rekabeti ve
netayici
8 1,04 1
324
Karadeniz ve Akdeniz
sahillerinde fütuhata devam
10,5 1,37 2
Mısır Hükümeti ve
Osmanlı – Mısır İhtilafının
Sebepleri
11 1,44
Mısır ile ilk muharebeler 3,5 0,46 1
Safeviler ve Anadoludaki
siyasetleri
8 1,04 1
Osmanlılarda şark
siyaseti
15,5 2,02 2
Cenup siyaseti 13 1,7 2
Cenupta Deniz Harpleri 3,5 0,46
Garp ile münasebat,
Macaristanda ve Akdenizde
muharebat
5,5 0,72 2
Fransanın Türklerle
İttifak ve münasebatı
6,5 0,85
Sokullu devri 32,5 4,24 5
İKİNCİ KISIM (s. 134 - s.204
Osmanlı İmparatorluğunda tevakkuf
devri
71 9,27 1
Osmanlı istilasının
tevakkufu esbabı
6 0,78
Dahili vaziyet ve bu tevlit
eden esbap ve şerait
15,5 2,02 1
Harici vaziyet, şark ve
garp devletler ile münasebat
14 1,83
İdari ve Askeri
Karışıklıklar ve Tesirleri
9,5 1,24
Saray entrikaları, kadınlar
saltanatı ve meş’um neticeleri
7 0,91
325
Köprülü Mehmet Paşanın
Sadareti, şahsiyeti, dahili ve
harici siyaseti, icraat ve
muvaffakiyatı
8 1,04
Fazıl Ahmet Paşa 6 0,78
Avusturya sefiri, İkinci
Viyana muhasarası
3 0,39
ÜÇÜNCÜ KISIM (s.205
- s.265)
On yedinci ve on sekizinci asırlarda Avrupaya umumi bir nazar
61 7,96 13
Mezhep muharebeleri 10,5 1,37 4
Mutlak hükümetler- bu
hükümetlerde ilk istihaleler
10 1,31 3
On yedinci Asrın ikinci
nısfında Avrupa
1 0,13
On dördüncü Lui devri 6 0,78 1
On sekizinci Asırda
Fransa 1715- 1789
3,5 0,46 1
Yeni devletlerin
teşekkülü
6,5 0,85 3
Avusturya 3,5 0,46 1
İngiltere 2 0,26
Diğer Avrupa Devletleri 4 0,52
Müstemlekat ve iktısat
mesaili
4,5 0,59
Efkarın Tahavvül ve
İnkişafı
3 0,39
Asya, Afrika, Amerika ve
Okyanusya
3 0,39
DÖRDÜNCÜ KISIM (s. 266 -
s.325)
326
Ricat Devri
60 7,83 4
İkinci Viyana
muhasarasından Yaş
Muahedesine kadar
2 0,26
Viyana muhasarasının
takip eden vakayı, Karlofça
Muahedesi
4,5 0,59
Ahvali Dahiliye ve
Hariciye
10,5 1,37
Damat İbrahim Paşa,
şahsiyeti ve idaresi, siyaseti
10 1,31 3
İran vakayii ve ahvali
dâhiliye
7,5 0,98
1148, 1182, 1201
Seferlerini ihdas ede ahval ile
Vakayi ve neticeleri (1)
23 3 1
BEŞİNCİ KISIM (s.326 -
s.409)
Ondokuzuncu asırda
Avrupaya umumi bir nazar
84 10,97 12
Fransız İnkılabı 23 3 7
İnkılap ile irticaın
mücadelesi
14 1,83 4
Hürriyet ve milliyet
fikirlerinin galebesi
22,5 2,94 1
Avrupa Haricindeki Beşeriyet 20,5 2,68
ALTINCI KISIM (s. 410
- s.467)
Isla
hat
Teşebbüsl
eri
58 7,57 1
Fransa, İngiltere ve
Rusya ile Münasebat
9 1,17
327
Vakayi dâhiliye 11,5 1,5
Tanzimata kadar Osmanlı
imparatorluğunun geçirdiği
dahili ve harici gaileler
33,5 4,37 1
YEDİNCİ KISIM (s.468 -
s.628)
Osmanlı Türk medeniyetleri
161 21,02 64
Osmanlı Türk
medeniyetin mümeyyizesi
6 0,78
Eski teşkilat(1) 70 9,14 28
Ulumu Fünun 20,5 2,68 11
Edebiyat ve Güzel
san’atler
35,5 4,63 16
İçtimai hayat 12,5 1,63 7
Ziraat, Sanayi ve Ticaret 6 0,78 2
SEKİZİNCİ KISIM (s.629 -
s.680)
Tanzimat devri
52 6,79 5
Tanzimat, sebepleri ve
neticeleri
7 0,91 1
Tanzimatı müteakıp
Avrupa devletleri ile siyasi
münasebatımız, Kırım
Muharebesi, Sebepleri ve
neticeleri
18,5 2,42
Kırım harbinden sonra
bazı Vakayi, meşrutiyetin tesisi
teşebbüsleri
16 2,09 4
1294 Harbi 2,5 0,33
Ayastafanos ve Berlin
Muahedesi
3 0,39
328
Berlin Muahedesinden
sonra imparatorluğun siyasi,
idari, mali ve dâhili vaziyeti
3,5 0,46
Dokuzuncu Kısım (s.681
- s.730)
Meşrutiyet
50 6,53 2
Meşrutiyetin ilanı ve
mutlakıyetin sukutu
26,5 3,46 2
İtalyan ve Balkan
muharebeleri ile neticeleri
9 1,17
Harbi umumi ve harbi
umumide Türkiye 1914- 1918
10,5 1,37
Mondros Mütarekesi 1 0,13
İmparatorluğun inhilali 0,5 0,07
İzmir ve Anadolunun
işgali
2 0,26
ONUNCU KISI(s.731 - s.752)
Milli intibah devri
22 2,87 3
Türkiye Devletinin
Kuruluşu Büyük Millet Meclisi
Hükümetinin Teşekkülü
1,5 0,2
Sevr Muahedesi 1 0,13
İstiklal harbi 6 0,78
Lozan Muahedesi 4,5 0,59 2
Cümhuriyet 2 0,26 1
Hilafetin ilgası 2 0,26
Bugünkü Türk Âlemi 1,5 0,2
Kitabın, vukuatını ihtiva
eylediği devrin başlıca mühim
vak’alarının vukuu tarifleri
10 1,31
329
Mündericat 4 0,52
TOPLAM 766 100 123
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi” adlı kitap 1927 yılı tarih
müfredat programlarına uygun olarak hazırlanır. Kitabın; Osmanlı İmparatorluğunun İtila
Devri, Osmanlı İmparatorluğunda Tevakkuf Devri, On Yedinci ve On Sekizinci Asırlarda
Avrupa’ya Umumi Bir Nazar, Ricat Devri ( İkinci Viyana muhasarasından Yaş
Muahedesine kadar), Ondokuzuncu Asırda Avrupa’ya Umumi Bir Nazar, Islahat
Teşebbüsleri, Osmanlı Türk Medeniyetleri, Tanzimat Devri, Meşrutiyet, Milli İntibah
Devri olmak üzere on kısım ve 766 sayfa halinde düzenlendiği görülür.
“Mukaddime” ile giriş yapılan kitapta en fazla yer verilen kısım, 161 sayfa ve %
21,02 ağırlık oranı ile “Osmanlı Türk Medeniyeti” bölümüdür. Osmanlı Türk
Medeniyeti’ne kitabın 1/5’den daha fazla yer verildiği görülür. Kitaptaki ağırlık oranlarına
göre Osmanlı Türk Medeniyeti bölümünü sırasıyla: 133 sayfa ve %17,36 ağırlık oranı ile
“ Osmanlı İmparatorluğu’nun İtila Devri” bölümü, 84 sayfa ve 10,97 ağırlık oranı ile “ On
Dokuzuncu Asır’da Avrupa’ya Umumi Bir Nazar” bölümü, 71 sayfa ve % 9,27 ağırlık
oranı ile “ Osmanlı İmparatorluğu’nda Tevakkuf Devri” gibi bölümler takip eder.. Kitapta
en az yer verilen ünite ise, 22 sayfa ve % 2,87 ağırlık oranı ile “ Milli İntibah” bölümüdür.
Kitabın adı Türkiye Tarihi olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti tarihine en az yerilmesi
dikkat çekicidir. Yakın tarihin okul kitaplarına girmesi eğitim pedagojisi açısından olumlu
olarak kabul edilir. Fakat yakın tarihin üstelik yakın tarihi kuranların uygun gördükleri bir
kitapta bu konunun bu kadar az yer kaplamasının genel bir mantığı yansıttığı düşünülebilir.
Genel olarak kabul gören görüşün; “tarihi olayların üzerinden belirli bir zaman geçmeden
o konunun tarihi konu olmasına kuşkuyla bakılır” anlayışı olduğu kabul edilebilir. Çünkü
bu bölümden sonra kitapta en az yer verilen diğer bölüm ise, kronolojik tarih olarak bu
bölümün bir öncesini oluşturan “Meşrutiyet Devri” dir. Meşrutiyet bölümüne ise kitapta 50
sayfa ve % 6,87 ağırlık oranında yer verilir.
Hiçbir haritanın kullanılmadığı 766 sayfalık kitapta, görsel materyalin en fazla
kullanıldığı bölüm ise; yine “ Osmanlı Türk Medeniyeti” bölümüdür. Osmanlı Türk
330
Medeniyeti ile ilgili 64 resim kullanılır. Osmanlı Türk Medeniyeti’nden sonra en çok
görsel materyal kullanılan ünite ise, 18 resmin kullanıldığı “ Osmanlı İmparatorluğu’nun
İtila Devri” bölümüdür. Kitapta en az görsel materyalin kullanıldığı bölümler ise; “
Osmanlı İmparatorluğun’da Tevakkuf Devri ”ve “ Ricat Devri” bölümleridir. Bu
bölümlerde yalnızca bir resim kullanılır.
Umumi Tarih - III
Tablo 4.22. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih - III (Kurunu Cedide ve Asrı
Hazır)Ders Kitabının Tanıtım Fişi
Kitabın Adı
Umumi Tarih - III (Kurunu Cedide ve Asrı
Hazır)
Kitabın Yazarı Ali Reşat Bey
Kitabın Ait Olduğu
Dönem
1928
Kitabın Okutulduğu
Yıllar
1911–1930
Kitabın Sayfa Sayısı 432
331
Ali Reşat Bey’in Umumi Tarih III. adlı (1928: 1–432) ders kitabının içeriği tablodaki
gibidir.
Tablo 4.23. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih - III (Kurunu Cedide ve Asrı
Hazır)Ders Kitabının İçeriği
ÜNİT
ELER
KONULAR
Sayfa
Sayıs
ı
Yüzd
e
Oranı
%
Kullanıla
n Resim
Sayısı
Kullanıla
n Harita
Sayısı
I.16 Incı Asırda Avrupaya Ve Yakın Şarka Umumi Bir Nazar
(s.5-s.30) 26 6,02 7 1
Ortazaman ile
yakın zaman farklar,
Bahri keşfiyat,
Rönesans;
San’atkarlar;
abideler, Edebiyat,
Başka
memleketlerde
teceddüt ve intibah,
Ulum, Dini
inkılaplar Protestan
reforması
Dini ve siyasi
harpler, Din
muharebeleri,
Jezivitler, ikinci
Filip, Avrupanın
muhtelif
memleketlerinde din
muharebeleri, Büyük
siyasi harpler, 16.
332
asır ve Türkiye,
Teşkilat
Medeniyet
Avrupa
tefevvukunun
başlaması
II. 17 İnci Asırda Osmanlı Devleti
(s.31-s.75,5) 46 10,53 4
Osmanlı
istilasının tevekkufu,
Osmanlı istilasının
tevekkufunun
sebepleri,
Sokolludan sonra
dahili vaziyetimiz,
Harici vaziyet,
Birinci İran harbi,
Avusturya sefiri,
Kanije muharebesi,
Celaliler, İkinci İran
harbinin başlaması,
Zitvatoruk
muhadesi, İkinci İran
seferi, Üçüncü İran
harbi, Anadolu
ahvali, Veraseti
saltanat usulü,
333
Kadınlar saltanatı,
Lehistan seferi,
Askeri karışıklıklar,
Anarşi, Sultan
Muradın idaresi,
Dördüncü İran Harbi
ve Abaza Mehmet
Paşa gaileleri, Revan
ve Bağdat seferleri,
Saray entrikalarının
devamı, Girit seferi,
İdari askeri
karışıklıkların
netayici, Köprülü
Mehmet Paşa ve
icraatı, Boğazların
açılması ve adaların
tahliyesi, Erdil
seferi, Abaza Hasan
Paşa vak’ası, Fazıl
Ahmet, Avusturya
Seferi, Sengator
muharebesi, Vasvar
muahedesi, Giridin
ikmalı fethi,
Lehistan seferi,
Merzifuni Kara
Mustafa Paşa,
Cehrin seferi,
Viyananın ikinci
muharası
334
III. 17 İnci Asırda Avrupa
(s.76-s.87) 12 2,78 2
Vestefalya
muahaedeleri,
Pirene muahedesi,
17.asırda Fransa,
Ondördüncü Lui
asrı, Onyedinci
asırda İngiltere:
İstüvartlar, İngiliz
Cumhuriyeti,
İstüvartların avdeti,
1688 İhtilalı
Meşruti
krallık, Avrupanın
terakkiyatı ve şarka
tefevvukunun
tebarüzü
IV- Osmanlı
devletinin Avrupada
riç’atı ve Avrupayı
taklit teşebbüsleri
(s.88-s.133.5) 47 10,76 4
335
Viyananın
ikinci
muhasarasından
sonra müttefik
devletler ile vukua
gelen muharebeler,
Dahili ahval,
Müttefik düşmanlar
ile muharebeye
devam, Fazıl Ahmet
Paşa,Rusya ve
Avusturya ile harba
devam, Karlofça
muhadesi,
Amcazade Hüseyin
Paşa, Büyük Petro
ve Türkiye, Prot
muharebesi, Pırot
muahedesi, Eflak ve
Boğdan Beylikleri,
Şehit Ali Paşa,
Moranın geri
alınması, Avusturya
seferi, Pasarofça
muahedesi, İran
ahvali: Safavi
hükümetinin
inkırazı, Kafkasya ve
İranda Türkiye –
Rusya, Nadir Şah,
İhtilal, Damat
336
İbrahim Paşa ve
Avrupayı Taklit
Teşebbüsleri, İlk
Matbaanın küşadı,
Patrona Halilin
hükümeti, İranilerle
harp, 1736 seferi,
Avusturyanın
tevassutu, Avusturya
cihetindeki
muzafferiyetler
Ruslarla
muharebat, 1738
Vekayii harbiyesi,
Belgrat muahedesi,
İran muharebeleri,
Koca Ragıp Paşa,
1768 Seferi, Baltık
donanması ve Mora
isyanı, Çeşme
vak’ası, Kartal
vak’ası ve netayici,
Rusalrın
muvaffakiyetleri,
Sulh müzarekesi,
Harbin tekrar
başlaması, Küçük
Kaynarca
337
muahedesi,
Rusyanın Kırım
işlerine müdahalesi,
1787 Seferi,
Avusturya
cihetindeki vekayii
harbiye, Rusya
cihetindeki vekayii
harbiye, Avusturya
ile müsaleha
müzakeratı, Ruslar
ile muharebeler,
Ziştoy muhadesi,
Yaş muahedesi
V. Osmanlı Türk Medeniyeti
(s.134-s.160)
2
7
6
,25
16
Osmanlı Türk
medeniyetinin
evsaıfı mümeyyizesi,
Teşkilat: Merkezi
İdare, Merkez ve
vilayet memurları,
İdarei arazı: timarli
sipahisi, Teşkilatı
askeriye, Yeniçeri
Ocağı, Cebeci,
Süvari,, Tersane, ve
Bostancı Ocakları,
Ulum ve Fünun ,
Sanayi Nefise,
İçtimai hayat, Ziraat,
338
Sanayi, Ticaret
VI. On Sekizinci Asırda Avrupa
(s.161-s.206.5) 47 10,76 18 1
On sekizinci
asır, On sekizinci
asırda Prusya, İkinci
Fredrik, Yedi sene
harbi, İkinci Fredrik
ve Lehistan , Rusya ,
Büyük Petro,
Lehistan
mukasemesi, İngiliz
müstemlekatı ve
hakimiyeti bahriye,
Hindistanda
İngilizler ve
Fransızlar, Kanada,
Şimali Amerika
Müttahit
Hükümetlerinin
teşekkülü, On
sekizinci asırda
Fransa , Fransa
Büyük İnkılabının
arefei zuhurunda,
Fransız büyük
inkılabı, Meclisi
339
müessesan devresi,
Hukuku beşer
beyannamesi
Meclisi
müesesanın diğer
icraatı, Şurayı
ümmet devresi ,
Konvasiyon
Nasiyonal devresi
Direktuvar, Konsüla
, İmparatorluk,
Sanayi inkılabı,
Siyasi ve sınai
inkılapların
memaliki
Osmaniyede tesirleri
VII-19ncu asırda Osmanlı
Devleti ve Avrupa
(s.207-s.258) 52 12,04 4 1
Islahat teşebbüsleri,
Nizamı cedit
teşkilatı, Türkiye –
Fransa, Bonapartın
Mısır Seferi
340
Devleti
Osmaniyenin harp
ve tedarikat ve
harekatı, Aka
muhasarası ve Cezar
Ahmet Paşa
Bonapartın
Fransaya avdeti,
Mısırın Fransızlar
tarafından tahliyesi,
Sirbistan ihtilali,
Rusya ile ihtilaf,
İngiliz donanmasının
İstanbula vürudu,
Rusya seferi, Nizamı
cedit aleyhdarlığı
Yamakların
isyanı, İhtilalin
ordudaki tesiratı,
Rusçuk yaranı,
Alemdarın İstanbula
vürudu
341
Alemdarın
sadareti ve icraatı,
İhtilal İhtilalin
devamı, Rusya ile
harbe devam, Bükreş
muahedesi Ahvali
dahiliyenin
vehameti, Mehmet
Ali Paşa, Sıbistan
vekayii, Miloş
Obrenoviç ve Tevsii
imtiyazat,
Tepedelenli Ali
Paşa, Rum İsyanları,
Rumların ahvali,
Eterya ve Eflak
isyanı, Mora isyanı,
Rumların
muvaffakiyetleri,
Avrupalıların
muavenetleri,
İbrahim Paşanın
Moraya izamı,
Muvaffakiyat,
Avrupa devletlerinin
müdahalesi, Navarin
vak’ası, Rusya
seferi, Edirne
muahedenamesi,
Yunan istiklali,
Askeri ve mülki
342
ıslahat teşebbüsatı,
Yeniçerilerin son
isyanları, Askeri,
mülki ve idari
teşkilat, Garp
ocakları; Cezairin
Fransızlar tarafından
zaptı
19. Asırda Avrupa
(s.259 - s.265) 7 1,62 2 1
Fransız İhtilali
ve Napoleon devri
vekayinin tasviyesi,
Paris muahedeleri,
Viyana Kongresi,
Avrupada
Restorasyon,
19. Asır
Sonlarında
Osmanlı
İmparatorluğ
u
(si 266 - s.276) 11 2,55 1
343
Mısr Meselesi:
Mehmet Ali Paşanın
İsyanı, İbrahim
Paşanın ileriye
hareketi, Avrupa
devletlerinin
tavassutu, Hünkar
İskelesi
muahedenemesi,
Harbin tekerrürü,
Nezip muharebesi,
Donanmanın Mısıra
Teslimi, Reşit Paşa
ve Tazminatı
Hayriye, Mısır
Meselesi hakkında
Devletelerin
itilafı,Londra
muahedenamesi;
Boğazlar
mukavelenamesi,
Mehmet Ali Paşaya
teklifler, İbrahim
Paşanınn
mağlubiyeti, Mısır
Meselesinin halli,
19 uncu asır
sonlarında
Avrupa
(s.277-s.293) 17 3,94 6 1
344
Avrupa da
mukaddes ittifak ve
hükümatı mutlakanın
iades, 1830 ihtilali,
1848 ihtilali, Fransa
da ikinci
imparatorluk, Fransa
da üçüncü
cümhuriyet, Hürriyet
fikirlerinin terakkisi,
İtalya kırallığının
teşekkülü, Cerman
konfederasyonu,
Şimali Alamanya
konfederasyonu,
Alman
İmparatıorluğu,
Lehler, Macaralar
Tanzimattan
Sonra Osmanlı
İmparatorluğu
(s.294-s.347.5) 54 12,38 16 2
345
Türkiye-
Rusya ihtilafı,
Mençikofun
İstanbul’a vürudu,
Rusyanın tecavüzü
ve ilanı harp, Sinop
vakası, Tunada
hareketi harbiye,
Kırım muharebesi,
Anadoludaki
harekatı
harbiye,Paris
muahedenamesi,
Islahat
Fermanı,Kırım
harbinin neticeleri,
Rumeli
vekayii,Suriye
vak’ası, Ali ve Fuat
Paşalar, Mahmut
Nedim Paşa,Rumeli
ihtilalleri, Sultan
Abdülazizin hal’i,
Sırplar ve
Karadağlılar ile harp,
Sultan
Abdülhamit’in
cülusu ve mesleği,
Kanunu Esasi ve
Mithat
Paşa,Sırbistan ve
346
Karadağ vekayii,
Rusyanın
müdahalesi, Osmanlı
Rus seferi:
muhasemata ibtidar,
Asya cihetindeki
harekatı harbiye,
Rumeli kıt’asındaki
muharebeler,
Mehmet Ali Paşanın
kumandanlığı
zamanındaki
harekatı harbiye,
Süleyman Paşanın
kumandanlığı
zamanındaki
harekatı harbiye,
Şıpka muharebeleri,
Plevne muharebeleri,
Plevne muhasarası,
Plevnenin
sükutundan sonra
cereyan eden vekayii
harbiye, İngiliz
donanmasının
vürudu, Ayastefanos
muahedenamesi,
Berlin
muahedenamesi,
Berlin
muahedesinden
347
sonra, Bulgaristan ve
Şarki Rumelinin
teşekkülü, Şarki
Rumelinin iltihakı,
Tunus mes’elesi,
Mısır
Melesi,Yunanistan’ı
n tecavüzü, Giridin
muhtariyeti ve
Yunan muharebesi,
İstibdat idaresi,
19. Asrın Son Sülüsünde Avrupa ve
Amerika Avrupa müstemlekeler
(s.348-s.358) 11 2,55 7
Avrupa ,
Ondokuzuncu Asırda
Amerika, On
dokuzuncu asrın son
sülüsünde Amerika,
Amerika
emperyalizmi ve
Moroe kaidesi,
348
Avrupa
müstemlekeleri
Meşrutiyet Devri
(s.359-s.404) 46 10,65 3 3
Hürriyet
mücahedeleri,
İnkılap, Dahili ve
Harici gaileler,
Bosna – Hersek ve
Bulgaristan
mes’elelerinin halli,
31 Mart vak’ası,
Abdülhamidin hal’i,
İttihat ve Terakki
idaresi, İtalya Harbi,
Arnavutluk isyanı ,
Balkan Devletlerini
ittifakı, Balkan
muharebeleri,
Mütareke ve
mukaddematı
Sulhiye, Edirnenin
istirdadı, Harbin
esbabı, Harbin
bahanesi; Alman
planı, Muharipler,
cihan harbi, 1914 ve
1915 harekat
harbiyesi: Garp
cephesi, Harbi
349
Umumiye
iştirakımız, Şark
cephesi, 1916
harekatı harbiyesi:
Garp cephesi, Şark
cephesinde,
Almanyanın sulh
teklifi, 1917 vekayii,
Rus ihtilali,
Amerikanın
müdahalesi, 1918
muharebeleri,
Mütarekeler, Versay
muahedesi, Diğer
muahedeler
Yeni Türkiye’nin Teessüsü
(s.405-s.430) 26 6,02 5
Mütarekeden
sonra , İzmirin
işgali,, Erzurum ve
Sivas kongreleri,
Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin
teessüsü, Sevr
muahedesi, İstiklal
harbi: Yunanlıların
tecavüzü, Lozan
konferansı, Yeni
Meclis,
Cumhuriyetin ilanı,
Hilafetin ilgası
350
Bugünkü
Türk Alemi
(s.431-s.432) 2 0,46
TOPLAM 432 100 88 17
Ali Reşat Bey’e ait “Umumi Tarih - III” adlı kitap 1927 yılı tarih müfredat
programlarına uygun olarak hazırlanır. Kitabın; On Altıncı Asırda Avrupa’ya Ve Yakın
Şarka Umumi Bir Nazar, On Yedinci Asırda Osmanlı Devleti, On Yedinci Asırda Avrupa,
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da Ric’atı ve Avrupa’yı Taklit Teşebbüsleri, Osmanlı Türk
Medeniyeti, On Sekizinci Asırda Avrupa, On Dokuzuncu Asırda Osmanlı Devleti ve
Avrupa, On Dokuzuncu Asırda Avrupa, On Dokuzuncu Asır Sonlarında Osmanlı
İmparatorluğu, Tanzimat’tan Sonra Osmanlı İmparatorluğu, On Dokuzuncu Asrın Son
Sülüsünde Avrupa ve Amerika Avrupa müstemlekeleri, Meşrutiyet Devri, Yeni
Türkiye’nin Teessüsü ve Bugünkü Türk Âlemi olmak üzere on beş bölüm ve 432 sayfa
halinde düzenlendiği görülür.
“Orta mekteplerle lise birinci devre üçüncü sınıf tarih programı” ile giriş yapılan
kitapta en fazla yer verilen bölüm, 54 sayfa ve % 12,38 ağırlık oranı ile “Tanzimat’tan
Sonra Osmanlı İmparatorluğu” bölümüdür. Tanzimat’tan Sonra Osmanlı İmparatorluğu’na
kitabın 1/10’dan daha fazla yer verildiği görülür. Kitaptaki ağırlık oranlarına göre
Tanzimat’tan Sonra Osmanlı İmparatorluğu bölümünü sırasıyla: 52 sayfa ve %12,04 ağırlık
oranı ile “ Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da Ric’atı ve Avrupa’yı Taklit Teşebbüsleri”
bölümü ile “ On Sekizinci Asırda Avrupa” bölümü gibi bölümler takip eder. Kitapta en az
yer verilen ünite ise, 2 sayfa ve % 0,46 ağırlık oranı ile “ Bugünkü Türk Alemi”
bölümüdür. Daha sonra en az yer verilen bölüm ise; 7 sayfa ve % 1,62 ağırlık oranı ile “On
Dokuzuncu Asırda Avrupa” bölümüdür.
Toplam seksen sekiz resim ile on yedi haritanın kullanıldığı kitapta, görsel
materyalin en fazla kullanıldığı bölüm ise; “ On Sekizinci Asırda Avrupa” bölümüdür.
Bu bölüm ile ilgili 18 resim ve 1 harita kullanılır. “On Sekizinci Asırda Avrupa”
bölümünden sonra en çok görsel materyal kullanılan bölüm ise, 16 resim ve 2 haritanın
kullanıldığı “ Tanzimat’tan Sonra Osmanlı İmparatorluğu” bölümüdür. Kitapta en az
351
görsel materyalin kullanıldığı bölümler ise; “On Yedinci Asırda Osmanlı Devleti”, “On
Yedinci Asırda Avrupa”, “ Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da Ric’atı ve Avrupa’yı Taklit
Teşebbüsleri”, “Osmanlı Türk Medeniyeti” ve “Bugünkü Türk Âlemi” bölümleridir. Bu
bölümler ile ilgili hiçbir görsel materyal kullanılmaz. “ On Dokuzuncu Asrın Son
Sülüsünde Avrupa ve Amerika” bölümünde 7 harita kullanılır fakat hiçbir resme yer
verilmez. “ On Dokuzuncu Asır Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu” bölümünde ise
yalnızca bir resme yer verilir. Bu bölümde harita ise kullanılmaz.
4.3.1. 1923 – 1930 Dönemi Lise – III Tarih Ders Kitapları İçerik Analizi
4.3.1.1.Genel Değerlendirme
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin, “Türkiye Tarihi adlı kitabın Mukaddime
bölümünde; “Türkiye Tarihi” adlı bu kitabın niçin yazıldığı, kaç baskı yaptığı, yeni
baskısının hangi harfler ile yazıldığı, kitap içeriğinin hangi bölümlerden oluştuğu, kitabı
yazmadaki başlıca gayelerinin “…aklı melekeleri inkişaf etmek, idrak, düşünme ve istidlal
itiyatları husule getirmek velhasıl akıl ve zekayı müsmir olabileceği bir şekle ifarğ etmektir
. Tarih bu gayeye, belki diğer herhangi bir dersten daha fazla, hizmet edebileceği için
mephaslerimiz bu cihet düşünülerek yazılmış …” ( Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin,1929:
VI) olduğu açıklanır. Ayrıca eğitim-öğretim için lüzumsuz kabul edilen menkıbelerden
kaçınıldığı, yalnız ilgili dönemlerin düşüncesini yansıtacak bazı örnek olgu, olay,
biyografik gösterge ve menkıbelere yer verildiği vurgulanır. Bunun yanı sıra eski
vakanivüslerin yaptığı ve Osmanlı tarihlerinin birçoğunda görülen olaylar ve eylemleri
şahıslar etrafında toplamak ve her şeyi bunların muvaffakıyetleri şeklinde göstermek
şeklindeki hataya, tekrar düşülmediği ve “… Bir itiyat sevkile bundan müteesif olacaklar
belki bulunur” (Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin, 1929: VII) ihtimaline aldırış edilmediği
üzerinde durulur. Bunun yerine olaylar hakkında daha fazla fikir sahibi olunması için
yazarlar: “…vak’aların mantıkı izahını esas olarak kabul ettiğimiz cihetle hadiselerin
menkıbevi tavsifinden içtinap ile onları, esaslı sebepler ve neticelerini göstererek, izaha
çalıştık. Çünkü başka türlü hareket edildiği takdirde tarihin rabıtasız, insicamsız menkıbeler
silsilesinden ibaret olarak görünmesi ve talebenin dimağına bir sergi salonundaki levhalar
352
gibi yekdiğeri ile münasebeti olmıyan ayrı ayrı birtakım tavsif ve tasvirlerin tesirini
yapması ihtimali yine baş gösterir. Hâlbuki biz bilakis hadiseler ve vak’aların zincirlenerek
devam ettiği ve asırlar ilerledikçe muğlakıyet ve mürekkebiyet peyda eylediği …” (Ahmet
Hamit & Mustafa Muhsin,1929: VI-VII), fikrini vermek isterler.
Takip ettikleri usule göre; her konunun, önce kısa bir özetinin sunulduğu görülür.
Pozitivist bir anlayışın gereği olsa gerek sonra sebepler verilir. Konunun kısaca gelişimi
açıklandıktan sonra, önemli veya dikkat çekici olayların ilaveleri ve sonuçlarının
açıklanması şeklinde bir yol takip edilir. Konuların seçilmesinde ve açıklanmasında
müfredata uygunluk “ilmi” kabul edilerek, olay ve eylemler kronolojik tarihleri ile birlikte
verilir. Olayların gerçekleşme zamanlarındaki padişah ve önemli devlet adamlarının,
olayların sebep ve sonuçları üzerindeki etkileri de kronolojik sıra ile aktarılır.
Olayların oluş zamanını göstermek için, miladi takvimin kullanıldığı görülür. Bu
takvimi kullanma amacını yazarlar: “...Düşündük ki Türk, Anadoluya ayak bastığı tarihten
beri hep garple ve Avrupa ile münasebette bulunmaktan hali kalmamıştır. Hele son
asırlarda bütün mücadeleleri garpledir. Nihayet bugün medeniyet itibarile garplıler
kafilesine katılmak kararını vermişizdir. O halde o alemin bütün vukuatı ile kendi
tarihimizi mukayese edebilmek için milat tarihinin kabul zaruridir. Medeni alemin tarihi
tedrisatı için umumiyetle kabul ettiği bir usule itibak etmemek doğru olamazdı” ( Ahmet
Hamit & Mustafa Muhsin, 1929: VIII) şeklinde açıklarlar.
Müfredat programının gereği ana hatları ile dikkate alınan kitapta yazarlar: “Vazıh
harita ve resimlerin bir tarih kitabı için ne kadar mühim olduğunu gözden uzak
tutamazdık…” derler (Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin, 1929: VIII). Fakat kitap
incelendiğinde yazarların; tarih kitapları için çok önemli olduğunu belirtmesine rağmen
haritaların kullanılmadığı görülür.
Kendi ifadelerine göre tarih araştırma tekniklerine uygun olarak yazmaya
çalıştıklarını söyleyen Ahmet Hamid ve Mustafa Muhsin’in “Türkiye Tarihi” 1924- 1929
yılları arasında ortaokullarda okutulur. Henüz Türk Tarih Tezi’nin oluşmadığı bir dönemde
353
okutulan 766 sayfalık kitap Osmanlı Devleti’nin Yükselme Devri’nde başlar ve 1924
yılında son bulur.
“Türkiye Tarihi” kitabı İstanbul’un fethi tarihi ile başlamasına rağmen kitapta
İstanbul’un fethine, fethin sebep ve sonuçlarına yer verilmez. Kitabın, ağırlık noktasını
Osmanlı Tarihi oluşturur. Osmanlı Tarihi Tanzimat’tan beri geleneksel hale gelmiş olan
“devirlere” göre açıklanır. Bunun yanında kitapta ileride ortaya atılacak Türk Tarih Tezi ile
çelişen yerler de vardır. Mesela, bunlardan biri, Osmanlı Devleti’nde, “Dahili vaziyet ve bu
vaziyeti tevlit eden esbap ve şerait” başlığı altında “İsyan ve şakavetlerin sebepleri”
açıklanırken: “Vasati Asyada göçebe aşiret halinde yaşayan Türkler, aşiretin müşterek
pederinden ibaret tabii reislere malik bulunuyordu. Bu teşekkül tarzında riyaset mevkii
dikkate şayan bir istikrar göstermekte idi. Fakat garbe doğru muhaceret intişarları sırasında
harp ve hareketin neticesi olmak üzere daha faal şahıslar etrafında toplanarak gördüğümüz
Türk hükümetlerini ve bu meyanda Osmanlı Devletini vücude getirmişlerdi. Bu nevi
hükümetlerde hükümet riyaseti mevkiinde bulunan şahısların kuvvetli ve zayıf olmalarının
tesiri süratle görülür…” denilerek Türklerin Asya’daki göçebe aşiret hayatının bir özelliği
olarak kuvvetli devlet reislerinden mahrum kaldıklarında çeşitli karışıklıklar ortaya
çıkardıkları vurgulanır ( Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin,1929: 143). Öte yandan, Türk
Tarih Tezi’nde, Osmanlıların doğuşunda “Türk unsurunun medeni özelliği” ön plana
çıkarılır, Fakat Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in kitabında ise, Türklerin aşirete bağlı
göçebe yaşayışları devleti çöküşe sürükleyen bir sebep olarak gösterilir.
1923–1930 döneminde Lise-III. sınıflarda kulanılan diğer bir kitap ise 1928 yılına ait
Ali Reşat Bey’in Umumi Tarih-III adlı ders kitabıdır. Kitap 15 bölümden oluşmasına
rağmen konular Osmanlı Devleti’nin eksenli olarak devam eder. Başlı başına bir Osmanlı
Devleti tarihi sayılan kitapta Osmanlı Devleti dışında yer verilen konular Osmanlı ile eş
zamanlı yaşayan Avrupa Uluslarının siyasi ve sosyal durumlarının ansiklopedik bilgiler
şeklinde aktarımıdır. Osmanlı Devleti dışındaki bu konuların incelenmesi de Osmanlı ile
alakalı olduğu içindir. Özellikle Osmanlı’nın Duraklama Dönemi’ne girmesinden sonra
başlayan Osmanlı – Avrupa ilişkileri neticesinde Avrupa Tarihi’ne kitapta daha fazla yer
verildiği görülür. Buna sebep, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan
354
kurtulmak ve Yükselme Dönemi’ndeki parlak günlerine geri dönmek için yapacağı
ıslahatların kaynağını Avrupa’da araması olduğu düşünülebilir.
Ali Reşat Bey’in tarih ders kitabında, Osmanlı Devleti ve Avrupa Tarihi yüzyıllara
bölümlenerek incelenir. Zamanın bölümlenerek aktarılması öğrenciyi takvim labirentinden
nispeten uzak tuttuğu için daha yararlı olduğu kabul edilebilir. Ali Reşat Bey yüzyıllara
göre incelediği Osmanlı Tarihi’ni Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin; kuruluş, yükseliş,
gerileme ve dağılma dönemlerine göre bölümlenerek de incelendiği görülür. Yazarların bu
sınıflandırmasının da öğrenciye olayların gelişim ve değişim sürecini göstermesi adına
kolaylık oluşturduğu öngörülebilir.
1923–1930 yılına ait tarih kitaplarının yazımında metnin bazen birden fazla başlığı
olduğu konuların genel ve dikkat çekici noktalarının aktarılması yerine, öğrencinin uzun
ve oldukça fazla başlık ile baş başa bırakıldığı dikkat çeker. Az ve öz başlık etrafında
değerlendirilmesi gereken ifadeler bazen bir sayfada dört başlık birden kullanılarak
başlık fetişizmi yapılır. Kavramlar ve olayları başlıklar ile detaylandırma izlenimi verilir.
4.3.1.2. Osmanlı Devleti’nin Siyasi Tarihi
Osmanlı Devleti’nin İtila Devri
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerine ait
bilgi vermeden kitaplarına, “Osmanlı İmparatorluğunun İtila Devri 1453–1579”
(Yükselme Dönemi) ile başlangıç yaparlar. Yüz yirmi sekiz yıl süren bu dönemi birçok
yazarın yaptığı gibi, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın vefatı ile
sonlandırırlar Osmanlı Devleti’nin “İtila Devri” olarak adlandırdıkları bu dönemi
yazarlar: “Bu devirde gerek hükümdar hanedanından ve gerek vezirlerden,
kumandanlardan, alimlerden, ediplerden, san’atkarlardan, hülasa her sınıf münevverden
bir çok adam yetiştiği…” bu zamanlı Osmanlı Tarihinin en mesut devri olarak kabul
ederler (1929: 1) Ali Reşat Bey ise Osmanlının ilk dönemlerine ait bilgiyi lise –II’ler için
yazdığı Umumi Tarih –II kitabı içinde yer verir. Umumi Tarih-III kitabının konularına
355
ise; “16.Asırda Avrupaya ve Yakın Şarka Umumi Bir Nazar” ile giriş yapar. Osmanlı
Devleti ile ilgili ilk incelediği konu ise, “17. Asırda Osmanlı Devleti” bölümüdür. Bu
sebeple Osmanlı ile ilgili bölümlerde karşılaştırma yapabilmek için Ali Reşat Bey’in
lise-II tarih ders kitabından faydalanmak gerekir.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin “İtila Devri”’nde “Kırım’ın Eski Tarihi”ni
anlatırlarken Karadeniz’den geçen ticaret yollarının yıllarca yabancıların elinde
bulunduğunu söylerler. Onlara göre, Osmanlı Devleti bir kısmına sahip olduğu
Karadeniz ve çevresinin güvenliğini sağlamak için yabancıların Karadeniz ile ilişkisini
kesmek ister. Dolayısıyla Karadeniz’de Osmanlı egemenliğinin ve güvenliğin sağlanması
için Kırım’ın alınmasının önemi üzerinde dururlar. Yazarlara göre Kırım’ın
alınmasındaki gerekliliğin temel sebebi ise; “Irkan Türk ve dinen Müslüman olan
Tatarlar”ın Moğol İmparatoru Cengiz zamanında Kırım fethedilince buraya
yerleştirilmesidir (1929: 26).
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin kitaplarında “Cem Hadisesi” konusunu
işerlerken, Tarih Encümen Mecmuası’nı referans göstererek Fatih Sultan Mehmet’in
“nizamı alem” için kardeş katlinin münasip olduğuna ait bir kanun çıkardığını
belgelemeye çalışırlar.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin, Fatih’in çıkardığı kanunname ile ilgili şunları
aktarırlar:
Fatihin kanunnamesinde şöyle bir madde vardı: (Her kimesneye evladımdan
saltanat müyesser ola karındaşların nizamı âlem için katletmek münasiptir ekseri
ulema dahi tecviz etmiştir anınla amil olalar… Evvelce böyle bir kanun olmadığı
halde bile Yıldırım Bayazıt zamanındanberi padişahlar kardeşlerini öldürürlerdi.
Fatih’te henüz beşikte bulunan bir kardeşini boğdurmaktan çekinmemiştir (1929:
43).
Yazarların aktardıklarına göre, Osmanlı Devleti’nde göreve gelen padişahların kendi
otoriteleri için kardeşlerini öldürme veya öldürtmelerinin Fatih’ten önce de uygulandığı ve
Fatih’in de bu kanundan önce bir kardeşini boğdurtarak öldürttüğü görülür. Fatih’ten sonra
356
değişen ise bu işin bir yasa haline gelmesidir. Kardeş katli konusu günümüz ders
kitaplarında da yer alarak tartışılmaktadır. Niyazi’nin, sözkonusu kardeş katli meselesine
dönemin şartlarını ortaya koyarak, karşıt görüşü vurgulayarak ve görüş bildirmenin
ötesinde empatik bir duruş sergileyerek baktığı görülür. Nitekim, “günümüzde pek çokların
yadırgadığı bu tedbiri, o günün şartlarında halk, devlet adamları ve ‘ekser ulema’ devletin
varlığını tehlikeye düşüren, pek çok cana mâl olan taht kavgalarını önleyeceği için herhalde
gönülden tasvip ediyorlardı” (2001: 152) ifadeleri o günün koşulları içinde, ortaya konulan
gerekçelerle ve tarihsel aktörlerin perspektifini alarak, bu durumun olağan karşılanmasını
anlayabildiğini dile getirir. Niyazi’nin, bu konudaki karşıt görüşü de vurgulaması, tarihsel
bir olguyu aktörlerinin perspektifinden ortaya koyması ve kesin bir yargı belirtmeyerek
metni ön plana çıkartması - bu yolla-, okuyucuya empati yapabileceği ve kendi bilgisini
oluşturabileceği bir ortam sağlaması, tarih disiplinin doğasına uygun bir görünümdedir.
Niyazi kitabının aynı bölümü içerisinde, kardeş katlinin İslam hukukunda had, suç ve
cezalar arasında sayılarak hukuki şartlarının “bagy” adı altında düzenlendiğini söylerken bu
suçun unsurlarını da şöyle ifade etmiştir: “devlete (sultana) karşı ayaklanmak, açık bir
isyan kasdi içinde bulunmaktır” (2001: 152). Ancak bu hükme dayanarak padişahlar
tarafından katledilen kişilerin çocuk denilecek yaşta olmaları, bu maddede geçen eylemleri
gerçekleştirmelerinin mümkün olamayacağı düşüncesini akla getirmektedir. Tam da bu
noktada, Shaw’ın bildirdiği, “III. Murat’ın tahta geçtiği gün ondokuz erkek kardeşini ve
yirmiden fazla kızkardeşini boğdurttuğu” (1982: 255) v.b. gibi tarihsel bilgilerin
öğrencilerin tarihsel düşünme becerilerini geliştirmek, tarihin idealize edilmiş sunumunu,
onun doğasına uygun ve daha gerçekçi bir zemine çekebilmek, öğrencilere eleştirel bakış
açıları kazandırabilmek ve bu yolla kendi tarihsel bilgilerini oluşturmalarına olanak
tanımak adına ders kitaplarına alınabileceği önerisi tartışmaya açılabilir.
1923–1930 dönemi ders kitaplarında Osmanlı Devletinin İtila (Yükseliş) dönemi, bu
süreçteki fetihler savaşlar ve gelişmeler ardı ardına dizilerek ve çoğu zaman da yazarların
“Mukaddime” bölümünde beyan ettikleri görüşlerin tersi bir şekilde işlenir. Yazarlar her
ne kadar; olgular, olaylar ve gelişmeler, eski vakanivüslerin yaptıkları gibi padişah eksenli
olarak aktarılmayacak deseler de kitap incelendiğinde bu görüşün aksine padişahlar
bilginin merkezine alınarak olaylar aktarılır. Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in kitabında
357
böyle bir aktarıma örnek oluşturabilecek bir konuya da “İtila Devri” içince Yavuz Sultan
Selim’in doğuya ve güneye yaptığı fetihler ve seferler anlatılırken rastlanır. Yazarlar Yavuz
Sultan Selim’in güney siyaseti içinde olan Mısır’ı fethetmeyi istemesini ise Yavuz’un takip
ettiği İslam siyasetine bağlarlar. Çünkü yazarlara göre Yavuz Mısır’ı fethettiği zaman
halifelik sıfatını elde ederek İslam birliği idealine yaklaşmak ister.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin konu ile ilgili şöyle derler:
… Fakat bunlardan daha mühim bir sebep daha vardı: Yavuz Selim bir
İslam siyaseti takip etmeği ve mümkün olduğu kadar İslam memleketlerini bir
idare altına almağı düşünüyordu. Mısırdaki kölemenlerin yanında sönük bir mevki
olan halifeliğin kendisine intikal ettiği takdirde, hududu TürkZ’ün gayri İslam
memleketlerine dayanmış ve tam faaliyet çağına gelmiş olan Osmanlı Hükümeti
ve kendi emelleri için nafi olacağı kanaatinde idi. Bunun için Mısrı mağlup
etmeği kâfi görüyordu. Halife sıfatile hadimülharameyn unvanı kazanılca İslam
memleketleri daha kolaylıkla imparatorluğa cezp edilebilecekti (1929: 74).
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in kitabının bu bölümünde ve kitabın genelinde
dikkat çeken noktalardan birisi de, olayda ismi geçen kişilerin biyografiyalarına ait
bilgilerin verilmesidir. Biyografiyalar ile ilgili verilen bilgiler, öğrencinin önceden
tanıdığı isimler hakkındaki bilgilerin tekrarlanmasına ve unutulan noktaların
giderilmesine olumlu etki yapabileceği gibi, öğrenci için yabancı olan isimlerin de
öğrenci tarafından tanınıp ismi geçen kişinin konu ile ilgisinin kavranmasına olanak
sağlayabilir.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in yukarıdaki açıklamalara örnek oluşturabilecek
bir biyografiye aktarımı şu şekildedir:
Mahmut Paşa Hırvat veya Sırp çocuğudur. Henüz pek genç iken esir olmuş
ve zekâsı takdir edilerek Enderun mektebinde tedris ve talimine itina olunmuştu.
Bilahara saray hizmetlerinde ve idare mesleğinde istihdam edilmiştir. Fatihin
cülusundan beri Rumeli Beylerbeğisi bulunuyordu. Halil Paşa’nın katlinden sonra
iki seneye yakın bir müddet sadrazam tayın edilmiş idi (1929: 6).
358
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin “Osmanlı İmparatorluğunun İtila devri” bölümünde
“Safeviler ve Anadoludaki Siyasetleri” konusunun işlerken Safevilerin etnik kökenlerine ait
bilgi verirken Safevilerin bazı tarihçiler tarafından Türk olduğu kabul görülürken bazı
tarihçiler tarafından ise Arap olarak kabul edildiklerini söylerler.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin Safevilerin etnik kökenleri ile ilgili düşüncelerini
şöyle aktarırılar:
Safevilerin Türk olduğunu söyleyen müverrihler olduğu gibi Arap
olduklarından bahseden müverrihlerde vardır. Bu ikincilerin rivayetine göre
Safyettini Erbili İmam Musa Kazım neslindedir. Menşeleri ne olursa olsun
Safevilerin, henüz kuvvetini muhafaza eden Şiilik ve sünnilikı ihtilaf ve
münaferetinden istifade ederek mezhebi, propaganda aleti yapmak istedikleri ve
bu yolda yürüyerek Anadoluyu Osmanlı padişahları elinden almağı düşündükleri
meydandadır. Anadoluyu muhafaza için Osmanlıların da Sünniliği isnat ederek
Şiilere karşı şiddet gösterdiklerini görüyoruz (1929: 53).
Yukarıdaki satırlarda da görüldüğü gibi, devletlerin etnik kökenleri onların kendi
otoritelerini sağlamak adına insana ait bazı değerlerin çıkar çatışmasına dönüşmesini ve
insan haklarının kötüye kullanılmasını ortadan kaldırmamaktadır. Her iki devletin Anadolu
topraklarında üstünlük kurma çatışmalarının, bu topraklar üzerinde yaşayan çeşitli
mezheplerin kullanılmasına yol açtığı görülür. Ayrıca liderlerin siyasi üstünlük
mücadelelerini, mezhep çatışmaları gibi aktarmanın her iki mezhebe ait insanların yaşadığı
bu toprakların toplumsal barışına da olumsuz etki yapacağı düşünülebilir ki bu aynı
zamanda tarih öğretiminin milli amaçları ile de uyuşmaz.
Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin’in etnik kökenlerine ait tam bilgi vermedikleri
Safeviler ile ilgili diğer bir ders kitabı yazarı Ali Reşat Bey’in görüşü ise nettir. Ali Reşat
Bey Umumi Tarih-II kitabında Safevilerin etnik kökenlerine ait bilgi verirken bunların
Türk olduğunu söyler ve düşüncelerini şöyle açıklar:
Bu Devleti tesis eden Safaviler esasen Türk olup İrandan ziyade Şirvana
mensup, fakat Şii bir şeyh ailesinden idiler. Bu ailenin ceddi Erdebilli Şeyh
Safiyettin idi (1929: 313).
359
Aynı yıllar arasında kullanılan iki farklı kitapta, bir devletin etnik kökenlerine ait
bilgilerin birbirinden farklı olması ve her iki kitabında bu bilgileri aktarırken hiçbir
antropolojik ve etnografik değerlendirmeye başvurmaması tarih bilgisinin aktarımında
önemli bir eksiklik gibi görülebilir.
“Türkiye Tarihi” kitabının İtila Devri bölümünde Sokullu Devri konusu incelenirken,
Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nin en önemli iki sadrazamından bahsedilir. Bu
sadrazamlardan biri Rüstem Paşa diğeri ise Sokullu Mehmet Paşa’dır. Sadrazam Rüstem
Paşa daha çok olumsuz yönleri ile betimlenirken, Sokullu Mehmet Paşa ile ilgili
değerlendirmeler ise hep olumlu özellikler vurgulanarak yapılır. Türkiye Tarihi kitabında
da Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-II kitabında olduğu gibi Kanuni Sultan Süleyman’ın
oğlu şehzade Mustafa’yı katlettirmesi Sadrazam Rüstem Paşa ile Kanuni Sultan
Süleyman’ın karısı Hürrem Sultan’ın hile ve desiselerine bağlanır.
Türkiye Tarihi kitabında Rüstem Paşa ve Sokullu Mehmet Paşa’nın karakterlerine ait
ifadeler şöyle aktarılır:
Süleymanı kanuni devrinin en meşhur sadrazamlarınden İkincisi Rüstem ve
üçüncüsü de Sokullu Mehmet Paşalardır… Rüstem Paşa aslen Hırvattı. Zeki ve
kabiliyetli bir adam olmakla beraber ekseriya hile ve şeytanatta, şahsi ve hasis
menafi uğrunda istimal ederdi. Kayın validesi Hürrem ve zevcesi Mihrümah
sultanların padişah üzerinde nüfuz sahibi olmalarına, Süleymanı kanuniye
veliahdı Şehzade Mustafa ile diğer Şehzade Bayazıtın ve dört oğlunun türlü
desiselerile felaket ve idamlarını hazırlamakta büyük amil olmuştur. Para ile
memuriyet satışına ilk teşebbüs eden Vezirin Rüstem Paşa olduğu da maruftur.
Mamafih dâhili siyasetteki bu kusursuzlukları ile beraber harice karşı hükümetin
satvetini muhafazaya muktedir olmuş ve Şarlkenle mütarekesi zamanında
aktolunmuştur… Sokullu Mehmet Paşa da aslen İslavdır. O da devşirme suretile
Enderunda yetişen ricalindendir… Saraya girdiği tarihten vefatı zamanına kadar
daima teveccühe mazhar olmuş ve altmış senelik bir zaman zarfında azil ve ceza
görmemiştir (1929: 112–113).
Yukarıdaki tümceler mantık analizine tabi tutulduğunda bazı çıkmaz noktaların
olduğu görülür. Bunlardan biri, sadrazamı ve eşinin hile ve desiselerine inanarak kendi
kanında olan insanları öldürtmekten asla çekinmeyen bir insanın ölüm kararını
360
dedikodulara aldanarak vermesidir. Bir ölüm emri ki; emri veren kişinin yüreğinden çok
şeyleri alıp götürmesi muhakkak olan kararın dedikodulara dayanarak verilmesi öğrencinin
inandırıcılığını zedeleyecek yapıdadır. Diğer bir çıkmaz nokta ise; Rüstem Paşa ve Hürrem
Sultan’ın hile ve desiseleri beşyüzyıl sonrasına ulaşmasına rağmen neden Padişah Kanuni
Sultan Süleyman’a ulaşmaz? Yoksa; oğullarını öldürtmeden çekinmeyen Kanuni Sultan
Süleyman, üç kıt’aya yayılan devletinde dış işlerini yönetecek birisini bulamaz da
mecburen, Rüstem Paşa’nın dış ilişkilerdeki başarısına karşın onun rüşvetçiliğine,
hileciliğine ve desiseciliğine mi göz yumar ?(!).
Türkiye Tarihi kitabının bazı kısımlarında duygusal bir dil kullanılırken, duygusal
dilin çoğu kez milliyetçi söylemleri güçlendirecek şekil bir hal aldığı görülür. Sokullu
Devri’nde; Portekizlilerin Açe’li hacı ve tüccar gemilerine saldırılarda bulunmaları üzerine
Açe’liler Osmanlı’dan yardım ister. Açe’ye yardıma giden bazı Türkler Açe’den dönmez
ve oraya yerleşirler. Orada bir Türk köyü oluştururlar. Kitabın yazarları Açe’de oluşturulan
bu Türk köyü için; “Buda Türkün teşebbüs ve intişar kudretinin derecesini gösterir şeklinde
değerlendirme yaparlar (1929: 121). Sokullu Mehmet Paşa’nın gerçekleştirmeye çalıştığı
Don-Volga ve Süveyş Kanalları projeleri içinde yazarlar: “Gerek Don –Volga gerek
Süveyş kanallarını açmağı tasavvur etmek haddi zatınde Sokullunun siyasi görüşlerinin
genişliğini, aynı zamanda bu devirde Türklerin pek muazzam projelerin tatbiki hususnda
kendilerine ne derece güvendiklerini göstermesi itibarile ehemmiyeti haizdir”
açıklamasında bulunurlar. (1929: 123).
Türkiye Tarihi kitabının yazarları duygusal söylemlerini her zaman olumlu ifadeler
kullanarak aktarmazlar. Özellikle bazı padişahların karakterlerine ait değerlendirmeler
yapılırken pek çok olumsuz ifadenin birden kullanıldığı görülür. II. Selim’in yaşamına ait
bilgiler verilirken de bu yol kullanılır. Yazarlar II. Selim ile ilgili düşüncelerini şöyle
betimlerler:
Tunusun fethinden sonra ikinci Selim vefat etti (1574). Yeniden yaptırdığı
hamamına, henüz kafi derecede kurumadan girmiş, fazla olarak çokça da şarap
içmişti. Sarhoşluğun tesirile muvazenesini kaybederek ayağı kayan Selim,
mermerlerin üzerine düştü yaralandı; on bir gün sonra da vefatı vukubuldu. İkinci
Selim sefih ve zevku sefaya düşkündü. Sarayında şairleri, nedimleri muthike
361
perdaz ve hokkabazları, hanenede ve sazendeleri toplar, onlarla vakit geçirirdi.
Eslafının ordu ve askerle meşgul olmak, harbe gitmek gibi adetlerini ilk tereden
padişah, sarı Selim ismile maruf olan ikinci Selimdir (1929: 128).
Osmanlı İmparatorluğunda Tevakkuf Devri
Günümüzde “Duraklama Dönemi” olarak adlandırılan “Osmanlı İmparatorluğunda
Tevakkuf Devri”: 1923–1930 yılları arasında okullarda okutulan tarih ders kitaplarından
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in “Türkiye Tarihi” kitabında; “Osmanlı
İmparatorluğunda Tevakkuf Devri” başlığı altında incelenir. Ali Reşat Bey’in kitabında
ise “17. Asırda Osmanlı Devleti” başladığı altında incelenir. Kitaplarda “Tevakkuf
Devri”nin tarifi yapılırken, yazarların birbirine çok yakın ifadeler kullandıkları görülür.
Ayrıca yazarlar, “Osmanlı İmparatorluğunda Tevakkuf Devri”ni, 1579 yılı Sokullu
Mehmet Paşa’nın ölümü ile başlatıp 1683 yılı II. Viyana Kuşatmasında yaşanan
başarısızlıkla sona erdirirler.
“Türkiye Tarihi” kitabında Tevakkuf devri şu şekilde tanımlanır:
Sokulunun vefatından İkinci Viyana Muhasarasının ref’ine kadar geçen
bir asrı mütecaviz bir zaman zarfında gerek İran, gerek Avusturya ile yapılan
harplerde fütuhat itibarile bazı met ve cezirler olmuş, Lehistan ile Venedikten
de büyük fedakârlıklar mukabilinde podolya memleketi ile Girit adası
zaptedilmiş ise de devrin bidayetinde Avrupanın en kuvvetli bir hükümeti
sayılan Osmanlı impartorluğunun artık zaman zaman gösterdiği bu kabil
muvaffakıyetlerin devamsız addı ve umumiyet itibarile bu zamana tavakkuf
devri denilmesi daha ziyade münasip görülmektedir (1929: 134).
Kitaplarda, Tevakkuf Devri’nin ayırıcı özellikleri betimlenirken duraklamaya sebep
olan en önemli olay olarak “istilaların durması” görülür. Böylece yazarlar ilerlemeyi
toprak kazanma/toprak kaybetme şeklinde değerlendirirler. Duraklama döneminin diğer
ayırıcı özelliklerini ise bu yıllar arasında, askeri ve siyasi idarede meydana gelen
karışıklık, eyaletlerdeki kötü yönetim ve isyanlar, saray entrikaları ve kadınlar saltanatı
362
ve devrin gelişen diğer olayları olarak sıralarlar (Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, 1929:
134–135, Ali Reşat Bey, 1928: 31).
Türkiye Tarihi kitabında, Tevakkuf Devri padişahları olarak III. Murat, III.
Mehmet, I.Ahmet, I.Mustafa, II. Osman, IV. Murat, İbrahim ve IV. Mehmet şeklinde
sıralanır. Kitabın bu bölümünde özellikle; II. Selim, III. Murat, I.Mustafa, İbrahim gibi
padişahlar ve Köprülü Mehmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa gibi sadrazamlar ve
Hürrem Sultan Kösem Sultan, Canfeda Kadın, Esma Sultan gibi kadınlar için: sarhoş,
kadın düşkünü, hodbin, kabiliyetsiz, cahil, deli, idaresiz hileci desiseci, kurnaz, vb. ağır
ve suçlayıcı ifadelerin kullanıldığı görülür (1929: 135–200) . Ali Reşat Bey’in kitabında
ise ilgili kişiler hakkında daha mütevazı sıfatlar kullanılır.
Kitaplarda; “Tevakkuf Devri” genel olarak, Osmanlı Devleti’nin batıya yönelik
istilalarının durması ve bu durağanlığın sebepleri etrafında şekillenir. Bu bölümde,
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin olayları daha önce de belirtildiği gibi mukaddime
bölümündeki beyanlarının aksine padişah ve önemli devlet adamlarını merkeze alarak ve
konu başlıklarını bu kişilerin adlarını kullanarak işlerler. Ali Reşat Bey ise, konu
başlıklarını genellikle yapılan sefer, savaş, muharebe ve antlaşma isimleri kullanarak
işler.
İstila anlayışının etrafında şekillenen bölümde Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin,
istilayı; “İstila, zahiren yalnız orduların eseri gibi görünmekle beraber, hakikatte
memleketin ve devletin umumi kudret ve inkişafının bir tezahüründen başka bir şey
değildir” diye nitelerler. (1929: 135–136) .
Kitaplarda tevakkufun sebepleri; harici ve dahili olmak üzere ikiye ayrılır. Harici
sebepleri Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin; Osmanlı Devleti’nin büyüdükçe sınırlarının
ötesinde adetleri ve güçleri gittikçe artan devletlerarasında kalması, Avrupa’da XV.
asırdan itibaren önemli düşünsel gelişimlerin yaşanmaya başlanması, fetihlerin
yavaşlaması ve durması yeni ülkelerin fethinin zorlaşması sonucunda yeni devletler ile
ticari, medeni ve sosyal ilişkilerin zayıflaması olarak maddeleştirirler (1929: 134–136).
363
Ali Reşat Bey ise, Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in sebeplerine benzer maddeleri
sıraladıktan sonra onlardan farklı olarak, XVI. Asırda Avrupa da devletler arasında siyasi
eşitliğin sağlanmaya başlamasını sayar (1928: 31-33).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, Osmanlı Devleti’nin büyüdükçe sınırlarının
ötesinde adetleri ve güçleri gittikçe artan devletlerin Osmanlı Devleti’nin duraklamasına
nasıl sebep olduklarını şu şekilde açıklarlar:
… Filhakika devlet, hayatının ilk üç asrında, ancak kurunu vüstai teşkilatına
malik, hali tefessühte veya nisbeten zayıf olan komşu devletlerle çarpışmıştı.
Başta Bizans olmak üzere Balkan yarımadasındaki küçük devletler böyle olduğu
gibi Asya da ve Afrikada mücadele ettiği muhtelif devletler ve emaretler, hatta
İran ve Mısır da ayni halde idi. Bu sebeple, mahiyeti itibariyle pek farklı olmadığı
halde iyi tensik edilmiş teşkilatı vs. vesaiti ve oldukça kıymetli ricali ile Osmanlı
Devleti için bu düşmanları mağlup etmek gayrimümkün olmıyordı. Hâlbuki
devlet, bir taraftan Avrupanın içlerine sokulmak ve Karadeniz sahillerinde
yayılmakla, diğer taraftan Akdeniz memleketlerinde tevessü etmekle daha büyük
ve kuvvetli düşmanlar karşısında kalmış oldu (1929: 136).
Sınırların genişlemesinin duraklamaya etkisini Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin
yukarıdaki gibi betimlerken Ali Reşat Bey ise, Osmanlı Devletinin sınırlarının, Fas
sınırından İran’a ve Yemen’den Viyana kapılarına kadar genişlemesini yeni fetihler
açısından hem faydasız hem de imkânsız görür.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
Fas hududundan İrana ve Yemenden Viyana kapılarına kadar Osmanlı
İmparatorluğunun fevkalade vüsa’t kespetmesine göre artık yeni fütuhat hem
faidesiz, hem de imkânsız idi. Hudutlarımız üzerindeki uzak memleketlerde ya
Kırım, Buğdan, Eflak gibi muhtariyetle idare edilen mahalli hükümetler yahut
Bağdat, Yemen, şimali Afrikadaki Garp Ocakları gibi hususi imtiyazlara malik ve
mahalli reislerin nüfuzlarına tabi eyaletler bulunuyordu. Buralarını doğrudan
doğruya merkeze raptetmek suretile idare edemeyen devletin yeni fütuhata
teşebbüs etmesi faidesiz ve imkânsız idi (1928: 31–32).
364
Yukarıdaki tümcelerde de görüldüğü gibi Ali Reşat Bey; sınırların genişlemesiyle
yeni fetihleri faydasız ve imkânsız görmesinin sebebi olarak, buraları yönetmekte merkezi
otoritenin yetersiz kalmasını gösterir.
Duraklamanın ‘harici sebepler’ini, yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi değerlendiren
dönemin tarih ders kitabı yazarları, duraklamanın dâhili sebeplerini ise birbirlerine benzer
ifadeler ile; geniş sınırlara ulaşan ülkelerin halkı arasında din, ırk, kültür birliğinin
olmaması ve sağlanamaması, saray entrikaları ve kadınların saltanatı, imparatorluk
merkezindeki kötü idarenin devletin geleceğini bile tehlikeye düşürecek derecelere
varması, imparatorluğun askeri bir yapıya sahip olması ve halktan kopuk yaşaması gibi
sebepleri öne sürerler (Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, 1929: 138–139, Ali Reşat Bey,
1928: 32–33).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin devletin askeri yapısı ve halktan kopuk yaşantısının
yönetici sınıf ile yönetilen sınıf arasında aristokratik bir yapı oluşturduğunu savunurlar.
Onlara göre bu aristokratik düzen hükümdar, devlet görevlileri ve ordu tarafından Kanuni
Sultan Süleyman dönemine kadar mükemmel bir şekilde uygulanmasına rağmen daha
sonra devam ettiril(e)mez. “Türkiye Tarihi” kitabı yazarları konu ile ilgili görüşlerini şu
şekilde açıklarlar:
… imparatorluğun teşkilatı askeri mahiyeti haiz ve halkla pek az
münasebettar bulunuyordu. Hükümdarın mukkaripleri, hükümet ricali ekseriyetle
yabancı ve menşee mensuptu. Ordunun yeniçeri gibi bazı kısımları devşirme idi.
Bazı idari vazifeleri de olan tımar ve zıamet erbabı aslen Türk olduğu halde onlar
da halkın fevkinde bir aristokrasi teşkil etmekte idi. Mamafih devletin idaresini
teşkil eden bu unsurlar, hükümdar, devlet ricali, ordu ilk zamanlardaki vasıf ve
seciyeleri ile teşkilatını muhafaza ettiği müddetçe istila ve fütuhat için mükemmel
bir makine halinde işliyordu. Hâlbuki bunlar Süleymanı Kanuni devrinden
itibaren gittikçe daha çok göze çarpacak derecede bozulmağa tereddiye
başlamışlardı(1929: 139–140).
Duraklamanın dahili sebeplerinden sayılan saray entrikaları ve kadınları saltanatı
konusunda ise “Türkiye Tarihi” kitabında şu bilgiler yer alır:
365
… hem itila devrinden itibaren bazı padişahların şahsen iradesiz, ehliyetsiz
ve bazı zaflar ve ahlaki nakiselerle malul olmalarının tabi neticesi fasılasız saray
entrikaları ile kadınlar ve sair saray erkanının takakkümü olmuştur. Bunlar birer
suretle padişahlara hulul ederek nüfuzlarını yürütmüşlerdir. Bilhassa Birinci
Mustafa’dan itibaren padişahların sabi veya mecnun olması valide veya
zevcelerine mutla surette hakim olmak ve bütün manasile saltanat sürmek fırsatını
vermişti.
Bu suretle bir (Kadınlar Saltanatı) devri açılmış oldu (1929: 180–181).
Kitaplarda kadınlar hakkında özellikle Osmanlı Devleti’nin Duraklama
Dönemi’ndeki kadınlar hakkında genellikle aşağılayıcı ve küçük düşürücü nitelemelerin
çokluğu dikkat çeker. Sarayda yapılan her olumsuz durum kadınlara bağlanır. Saltanat için
öldürülen her kardeşin azmettiricisi bir kadın kabul edilir.1923–1930 dönemi tarih ders
kitaplarının tamamında kadına çok az yer verilmesinin yanı sıra ismi geçen kadın ile ilgili
genellikle olumsuz ifadeler kullanılır ve kitaplarda açıkça bir cinsiyet ayrımcılığı yapılır.
Kitaplarda özellikle, “Tevakkuf Devri” bölümünde dikkat çeken noktalardan birisi de
Osmanlı Devleti’nde; sadrazamların ve diğer üst düzey devlet yöneticilerinin idam
edilmelerinin sık sık tekrarlanması ve bu idamların da genelde saray kadınlarının
entrikalarına bağlanmasıdır.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şu bilgileri aktarır:
…veziriazam Kara Mustafa Paşa Valide sultanın husumetinden dolayı, Girit
fatihi Yusuf Paşa Giritten hediye getirmediği için, sadrazam Salih Paşa bir gün
sokakta giderken hediye getirmediği için, Sadrazam Salih Paşa bir gün sokakta
giderken yol üzerinde bir arabanın tevakkufundan dolayı hiddetlenen Padişahın
verdiği emir üzerine idam edildiler. Haremde cem edilen kadınların entrikaları
arasında idarei hükümet mümkün değildi… (1928: 55).
Yukarıdaki bu satırlar bir dönemin içinde bulunduğu kötü durumu açıklama amaçlı
kullanılır olmasına rağmen sınırları üç kıtaya yayılmış, kurulduğu günden olayların
aktarıldığı zamana kadar yaklaşık üç yüzyıl dünyanın önemli devletlerinden biri olmuş,
kendine göre bir siyasi yapı ve medeniyet anlayışı sağlamış bir devleti öğrenciye aktarırken
sürekli idam süreçlerinden bahsetmek ve kadın aleyhtarı bir tutum sergilemek tarih
366
yazımının nesnelliğine karşı bir meydana okuma olarak görülebilir. Tarihçi için olayı
olduğu gibi aktarması tarihin nesnelliğiyken, tarihçinin olayın olumsuz yanlarını sürekli
olarak vurgulaması ise tarih adına kaos olarak düşünülebilir.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin “Türkiye Tarihi” kitabında dikkat çekici
noktalardan biri de Tevakkuf Devri bölümünde; Erdil Muharebeleri’ni anlatırlarken
“Avrupa hıristıyan devletlerinin bir kütlei ittfakiye halinde Türkiye’ye hücumunu intaç
edebileceğini söylemişti” tümcesinde görüldüğü gibi Türkiye adını kullanmalarıdır (1929:
193). Bu cümledeki Türkiye sözcüğünün öğrencinin zihninde günümüz Türkiye’si
imgesine karşılık geleceği kuvvetle muhtemeldir. Bu imge ise iki devlet arasındaki siyasi
ilişkilerin olduğu dönemdeki ülke sınırlarına tekabül edemez. Dolayısıyla öğrencinin
zihninde oluşturduğu geçmişin resminin tarihsel gerçekliğin uzağına düşeceği
düşünülebilir.
Yine,1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında dikkat çeken özelliklerden birisi de
Osmanlılar yerine Türkler isminin kullanılmasıdır. Ali Reşat Bey’in, “17.Asırda Osmanlı
Devleti” bölümünde “Giridin İkmali Fethi” konusunda alınan ifadeler şöyledir: “Türkler
bütün istihkamatı lağımlar, toplar ile tahrip etmişlerdi. Nihayet, Morozini teslime mecbur
oldu” (1928: 69). Osmanlı’nın kendisini “Türk” olarak tanımlamadığı hatırlandığında
kitapta Osmanlıları işaret etmek için bu sözcüğün kullanılması, tarihin dili sorununu
gündeme getirmektedir. Buna göre, geçmişi geçmişin dili ile ele almak yerine tarihçinin
belirlediği kelimelerle anlamaya çalışmak, tarihçinin keyfi tutumunu, dolayısıyla güç ve
hakikat arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Eylem alanında yer alan olay ve olgular, belli bir
ideoloji doğrultusunda yorumlanarak söylem/ dil alanına geçer ve “tarihsel gerçeklik”i
oluşturur. Bu yargıya göre, şeyler kelimelere tekabül etmemektedir, zira kelimelerin
kullanımı keyfidir (Jenkins,1997: 45). Şu halde Osmanlılar yerine Türkler kelimesinin
kullanılmasında olduğu gibi, geçmişi bugünün dili ve kavramlarıyla ele almak -tarihsel dile
(gerçekliğe), uygun olmadığından- öğrencide çarpık (gerçekliğin uzağında) bir geçmiş
algısı oluşması muhtemeldir.
367
Ricat Devri
II. Viyana Kuşatmasından Yaş Antlaşmasına kadar süren bu dönem için; Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin’in Türkiye Tarihi kitabında, “Ricat Devri” başlığı kullanılırken,
Ali Reşat Bey’in kitabında bu bölüm için, “Osmanlı Devleti’nin Avrupada Ric’at ve
Avrupayı Taklit Teşebbüsleri” başlığı kullanır.
Kitaplarda yazarlar genel olarak, Avrupa’da II. Viyana Kuşatması’ndan sonra
Türklere karşı bir “Kutsal İttifak” oluştuğu görüşünde birleşirler. Yazarların milliyetçi
bir söylem kullandıkları gözlemlenen bu konuda, Türklere karşı Avrupalıların sürekli
birleştikleri, bütün Avrupalıların Türkleri ortak düşman gördükleri yönünde
değerlendirmeler yapılır. Yazarlara göre; Avrupalılar, Türkler söz konusu olunca hemen
Müslüman Türk’e karşı Hıristiyan bir Avrupa bütünlüğü oluştururlar. Avrupa ile siyasi
ilişkiler daha derinlemesine analiz edildiğinde aslında daha şovenist bir söylem olduğu
hissedilir. Üstü kapalı mesajda öğrenciye adeta “Türk’ün Türk’ten başka dostu
olmadığı” Türk’ün sınırları dışındaki herkesin söz konusu Türkler olunca bütün siyasal,
sosyal, iktisadi vb. sorunlarını bir tarafa bırakarak Türk’e karşı bir “Sainte- Ligue”
(Kutsal İttifak) meydana getirdikleri belleklere kazınır. Ali Reşat Bey “Sainte-Ligue’e
teşekkülüne dair görüşlerini ; “Viyana hezimeti üzerine Papa’nın teşvik ve himayesi ile
Avusturya, Lehistan, Venedik ve Malta hükümetleri arasında bir mukaddes ittifak
Sainte-Ligue teşekkül etti. Bir müddet sonra Rusya’da ittifaka girdi. Müttefik devletler
her taraftan memleketimiz üzerine saldırmağa başladılar” şeklinde ifade eder (1928: 88).
“Türkiye Tarihi” kitabı yazarları Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin ise; “Viyana
mağlubiyetinin, hıristıyan Avrupa’nın Türkiye aleyhine tecavüzi hareketi için bir
mukaddime olduğu ve şark mes’elesinin mühim vukuatından birini teşkil eylediği…
Viyana hezimeti üzerine ittifak eden Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya
Hükümetlerile Osmanlı orduları onbeş sene uğraşmağa mecbur oldu” şeklinde
değerlendirirler (1929: 266–268).
Kitaplarda bu devrin hükümdarları için de “Tevakkuf Devri” padişahlarında
olduğu gibi olumsuz ifadeler kullanılır. Dönemin padişahları yeteneksiz ve basiretsiz
368
gösterilir. “Türkiye Tarih” kitabı yazarları bu durumu betimlerlerken; padişahların saray
içine hapsedilmiş uzun bir hayat geçirdikten sonra tahta çıktıkları belirtilir. Yazarlar
konunun devamında saray içine hapsedilmiş hayattan dolayı padişahların ülkelerini
bizzat idare edebilecek bir kabiliyet gösteremedikleri gibi bir iki istisna dışında ne adam
seçiminde ne kontrolleri altına aldıkları kimselerin telkinlerini ret ve kabulde isabet
etmişlerdir. Dolayısıyla hükümet günden güne zaafa uğramış, Avrupa devletlerinin
çağcıl gelişme ve ilerlemeleri karşısında bu durum büyük bir etki yapmıştır, şeklinde
değerlendirirler (1929: 267).
Ders kitaplarında Karlofça Antlaşması’nın sonuçları değerlendirilirken, en çarpıcı
ifadeleri Türkiye Tarihi kitabı yazarları Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin kullanırlar.
Onlar Karlofça Antlaşması’nı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesini ifade eden en
açık senet olarak görürler. Sebebini şu şekilde açıklarlar:
Karlofça Muahedesi Osmanlı İmparatorluğunun inhitatını ifade eden bir
hüccettir. Bir müddet deva edecek olan (İstirdat siyaseti) bu muahededen sonra
başlar ve çabuk iflas eder. Çünki Avrupanın terakkiyatı ile muvazene bozulmuş,
Osmanlılık Rusya gibi kendisini şimalden şarktan tehdit edecek yeni ve tehlikeli
bir hasım karşısında kalmıştı (1929: 274).
Ali Reşat Bey bu bölüm için, “… Avrupayı Taklit Teşebbüsleri” diye başlık
atarken, Avrupa’yı taklit teşebbüslerini matbaanın Osmanlı ülkesine getirilmesi ile
örneklendirmeye çalışır. Ali Reşat Bey; üç yıl sadrazamlık makamında bulunan İbrahim
Paşa’nın Osmanlı tarihinde çok önemli bir yeri olduğu görüşündedir. Buna sebep ise
İbrahim Paşa’nın Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin oğlu Said Efendi ile birlikte
matbaayı Osmanlı topraklarına getirmeleridir (1928: 107). Ali Reşat Bey matbaanın
Osmanlıya gelişini Damat İbrahim Paşa ile başlatıp, Osmanlı da matbaanın Damat
İbrahim Paşa’dan önceki sürecine yer vermezken, diğer ders kitabı yazarları Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin de Ali Reşat Bey gibi matbaanın Osmanlı topraklarına gelişini
Damat İbrahim Paşa ile birlikte başlatırlar. Matbaanın icadını, İbrahim Paşanın ülkeye en
faydalı icraatı olarak değerlendirirler. Fakat yazarlar matbaanın ilk kez İbrahim Paşa
tarafından mı Osmanlı topraklarına getirildiğini, kitaplarında gösterdikleri dipnotta
369
tarihsel analize tabi tutarak bilimsel veriler elde etmeye çalışırlar. Vardıkları sonuç ise
şudur:
Tabaatin Türkiye’de başlaması İbrahim Müteferikadan bir buçuk asır kadar
evvel olduğuna dair netayicilvukuatta ( cilt 3 s.110) bir fıkra bulunduğu gibi
(Osmanlı Müellifleri) nin üçüncü cildinin ( İbrahim Müteferrika ) maddesinde
bazı izahatlar vardır. Şukadar ki tabaat Üçüncü Ahmet zamanından evvel
başlamış ise bile devamlı ve feyizli olmadığı, başladığı yerde bittiği
anlaşılmaktadır (1929: 291).
Yazarların matbaanın Osmanlı’ya gelişini tarihsel analize tabi tutup “Üçüncü
Ahmet zamanından evvel başlamış ise bile devamlı ve feyizli olmadı, başladığı yerde
bittiği anlaşılmaktadır” sonucuna ulaşmaları bilimsel bir bulgu kabul edilebilir. Fakat
yazarların matbaanın neden başladığı yerden bittiğini sosyal bir analize tabi tutmamaları
ise önemli bir eksiklik olarak görülebilir. Çünkü bunun neden kaynaklandığını doğal
olarak öğrenci öğrenmek ister. “Türkiye Tarihi” kitabı yazarlarının yapmadıkları bu
tahlili iktisadi etkenlere dayanarak “Umumi Tarih”-III’ ün yazarı Ali Reşat Bey şu
şekilde yapar:
İstanbulda o zaman yüzlerde adam kitap istinah etmekle geçinirlerdi.
Matbaanın küşadından bunlar mutazarrır olacakları için avamı - tabaatın şer’an
caiz olmadığı sözlerile – teşvika başladılar. Epeyce gürültü, patırtı, dedikodu oldu.
Nihayet, İbrahim Paşa tabaatın şer’an caiz olduğuna dair bir fetva alarak
dedikodulara nihayet verdi (1928: 111).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, matbaanın kurulmasından sonra basılan eserleri
ve bu eserlerin Osmanlının ilim ve hariciyesinde “yeniden doğuşa” yol açtığını
açıklarlarken serzenişte bulunurlar
…Avrupadan açılan matbaadan üç asır sonra İbrahim Müteferikanın evvela
Sultan Selimde kendi hanesinde ve bilahare Üsküdarda ( Darüttabaatülamire)
namile açtığı bu matbaada birkaç lügat kitabı ile tarih ve coğrafyaya müteallik bir
hayli eser tab’edildi.
Bu kitapların karileri artarak memlekette tarih ve coğrafya bilen kimselerin
çoğaldığını, Babıalinin artık Avrupa diplomasisine bigane kalmadığını, memleket
370
menafinin icabatı daha iyi takdir olunmağa başladığı, bu itibar ile bu devre bir
(intibah ve teceddüt), tabiri marufile (Rönesans) denilebileceğini söyleyenler
vardır. Fakat müteakıp Avusturya ve Rusya harplerinde efradı ahali şöyle dursun
koca Babıalinin tekmil ricalinin bile ne derece cahil ve sefirlerin ellerinde nasıl
bazice olduklarını düşünürsek bu intibah ve teceddüt devrinin başladığında
bihakkın tereddüt edebiliriz (1929: 292).
Matbaayı Osmanlı ülkesine getiren Damat İbrahim Paşa Osmanlı Tarihi’nde Lale
Devri olarak bilinen dönemin sadrazamıdır. İbrahim Paşa, özellikle Rusya ve Avusturya
taraflarından gelecek bir savaş tehlikesinde çekindiği için barış ortamından yararlanarak
edebiyat, sanat ve benzeri alanlarda gelişmelere ön ayak olmak ister. Amacı Osmanlı
Devleti’ni diğer çağcıl bazı Avrupa devletleri gibi modernleştirmektir. Fakat “Türkiye
Tarihi” ders kitabı yazarlarına göre İbrahim Paşa, sadrazamlık makamını korumak için
sarayın arzularını tatmin mecburiyetini hissettiği için bir denge politikası uygulamaya
çalışır fakat başarılı olamaz. Dolayısıyla ordu ve kamu kuruluşlarından çok köşklere
saraylara ve zevk sahiplerine milyonlar harcar. Lale Devri olarak bilinen bu dönemi
birçok tarihçi “zevk ve sefahat devri” olarak adlandırırlar (1929: 286–287). Zevk ve
eğlence de sonun olmadığını bu zevk ve eğlencenin beraberinde ciddi sosyal sorunlar
ortaya çıkardığını öne süren “Türkiye Tarihi” kitabının yazarlarının aksine Ali Reşat Bey,
daha olumlu bulur ve Lale Devri aleyhindeki görüşleri dedikodudan ibaret görür.
Ali Reşat Bey konu ile ilgili şöyle der:
“Lale devri” namile yadedilen bu zaman Osmanlı edebiyatının parlak
müstesna bir devri addolunur… Bunların en büyüğü Nedim idi. Gerek Nedim,
gerek Seyit Vehbi, Süleyman Naifi, Sami gibi şairlerimiz güzel köşkler, yalılar
yapıldıkça kasideler, tarihler inşat ederdi.
Fakat halk arasında dedikodu eksik olmazdı “Erkanı devlet israf ve sefalete
daldı” sözleri tekrar edilirdi”… (1928: 108).
Tarihsel iddiaları ve/veya tarihçinin iddialarını dedikodu olarak görüp bu iddiaları
tarihsel, bilimsel ve mantıksal hiçbir analize tabi tutmadan öğrenciye aktarmak, tarihçiye
karşı öğrencinin güven bunalımı yaşamasına yol açabileceği savlanabilir.
371
Tarih ders kitaplarındaki aktarımlarda tarihçi bazen güvensizlik kaynağı olurken
bazen de kronolojik sayısal yoğunluk ile öğrenciyi tarihin karşısındaki cepheye
itmektedir. Kitaplarda Osmanlı Devleti’nin 1736–1787 tarihleri arasında yaptığı bazı
savaşlar daha güçlü bir belirteç ile isimlendirilip öğrencide kalıcılık sağlamak yerine
savaşın yapıldığı yıla ait tarih ile adlandırılarak öğrencide sayısal bir sıkıntı
oluşturulmuştur (Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, 1929: 303–322, Ali Reşat Bey,1928:
113–129).
“Türkiye Tarihi” kitabında “Ricat Devri” olarak adlandırılan Osmanlı Devleti’nin
bu döneminde “Belgrad Muahedeleri” başlığı incelenirken Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’nın kendi içinde meydana gelen çatışmalarının dışında kalması, tarafsızlığını ilan
etmesi ve barıştan yana tavır alması gaflet olarak değerlendirilir ve devletin bu gaflete
düşüşü dönemin padişahının kişilik özellikleri ile açıklanır.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin konuyu şu şekilde değerlendirirler:
… Bu müddet zarfında Osmanlı Devleti, Nadir Şah’ın açtığı kısa bir İran
harbi müstesna olmak üzere, sulh halinde kaldı; her mes’elede sıkı bir bitaraflık
muhafaza etti. Hâlbuki Avrupa bilakis bu müddeti medit ve kanlı muharebelerle
geçirdi. Muhtelif hükümetlere mensup sefirlerin teşvikatına Babıâli ehemmiyet
vermedi ve herhangi bir suretle harbe girmemeğe azami gayret sarfetti. Hatta
zaman zaman devletlere sulh tavsiyelerinde bulundu. Bu suretle birinci Mahmut
ile halefleri Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da mühim rol oynıyabileceği ve şarki
Avrupada mevkiini bir kat daha tahkim edebileceğini kıymetli bir devirden
istifade etmemek gafletini göstermiş oldu… Birinci Mahmut, yirmi dört senelik
saltaanttan sonra 1754 te vefat etti. İnsani hisleri, Hilmi ve fıtri merhamet ve
şefkati son dokuz on senesinin tamamen sulh içinde geçmesinde ve harp halinde
bulunan Avrupa devletlerine karşı hayırhahlık göstererek kâffesine dostane
münasebetler idame etmesinde büyük bir amildir. Vefatı herkesi müteessir
etmişti. Emsaline nazaran iyi bir insandı. Fakat bitaraflığı, devlet itibarile, faideli
addedilmez (1929: 312–313).
Yazarların yukarıdaki alıntıda, “Emsaline nazaran iyi bir insandı” tümcesine emsal
olarak kimi kasttetiği belli olmadığı için öğrenci açısından belirsizlik oluşturur.
Muhtemelen tümce, “Emsallerine nazaran iyi bir insandı” şeklindedir. Basım hatasından
dolayı bu şekilde yazılmıştır şeklinde düşünülebilir.
372
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin kitaplarının bu bölümlerinde dikkat çeken
noktalardan birisi de Küçük Kaynarca Anlaşması’nın, “Ruslar, tekmil Osmanlı hudutları
dâhilinde mütemekkin hıristıyanlar için bilahare bir himaye testine müsait olacak”
maddesini içerik analizine tabi tutarak “Rusların İstanbul kapılarına kadar gelebilmesi için
bir azimet noktası oldu” şeklinde geleceğe dair çıkarsamada bulunmalarıdır (1929: 319–
320).
Tanzimat Devri ve Sonrası
Osmanlı hukuku XIX. asra gelinceye kadar birlik, bütünlük ve belli bir yeknesaklık
arzeder. Tanzimat’a kadar devam eden beş buçuk asırlık dönem boyunca hukuki yapıda
kendi tabii tekamül seyri dışında köklü değişiklikler söz konusu olmamıştır. 1839’da
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun okunmasıyla başlayan dönemde ise Osmanlı hukukunun
gerek kurulan hukuki müesseseler ve gerekse hazırlanan kanunlarla önceki dönemden
kesin çizgilerle ayrıldığı görülmektedir. 1923–1930 dönemi ders kitaplarında “Tanzimat
Devri” konusu işlenirken “Türkiye Tarihi” kitabı yazarlarına göre, Tanzimat Fermanı ile
yeni kanunların eski zamana ve usule geri dönmek olmadığı ve fakat bu yönden açıktan
açığa itirafına cesaret edilmese bile eski hukuktan yani “ahkamı şer’iye”den söz edilerek
mutaassıp ve muhafazakarlara hoş görünmek arzu edildiği değerlendirmesinde
bulunurlar (1929: 632-633). Tanzimat Fermanı’nın batıya doğru atılmış bir adım oluğunu
söyleyen “Türkiye Tarihi” kitabı yazarları Tanzimat ile ilgili görüşlerini şöyle
sürdürürler:
…Fakat bu adım memleketi Avrupa medeniyetine tamamen isal
edememiştir. Çünki bu hareket daha ziyade siyasi mülahazat ile şark
medeniyetinin müessesatı feda edilmeyerek ekjseriyetle tereddüt içinde idare
edilmiştir. Bundan başka muhtelif ecnebi nüfuz ve tesirleri kuvvetlenmiş,
Osmanlı memleketinin istismarı tevessü etmiş, gayrimüslim cemaatler de siyasi
emeller peşinde koşacak bir hale gelmiştir (1929: 634).
Tanzimat sonrası Osmanlı hukuku bir taraftan yerli diğer taraftan Batı’dan alınma
birbiriyle uyumsuz birçok düzenlemelere ve kanunlaştırmalara konu olur. Bu yeni
373
düzenleme biçimi işleyen bir yapı kazandırmadığı gibi, Osmanlı hukukunun orijinalliğini
de bozar, tabir yerinde ise kırk yamalı bohça haline getirir. Bunda dönemin devlet
adamlarının rahat bir çalışma ortamı bulamamalarının, birçok yeniliğe ihtiyaç olduğu için
veya ihtiyaçlar istikametinde değil, Batılı devletler istedi diye yapmalarının esas itibariyle
de bu konuda hazırlıksız olmalarının etkisi de göz önünde bulundurulabilir.
İstibdat Dönemi
1923–1930 dönemi ders kitaplarında II. Abdülhamit dönemi İstibdat Dönemi olarak
adlandırır. Ali Reşat Bey, “II. Abdülhamid’in tarzı idaresi “istibdat idaresi tasvir olunabilir.
Padişah bütün devlet işlerini Babıaliden saraya naklettikten ve hafiyeliğe fevkalade vüs’at
verdikten sonra nefsini muhafaza gailesini vehim ve vesvese derecesine çıkarmış ve bu
yüzden devlet ve millet pek büyük zararlar duçar olmuştur” der. Fakat II. Abdülhamit ile
ilgili öne sürdüğü düşünceleri öğrenciye somutlaştıracak örnekler vermeyerek, ideolojik
aktarımlardan öteye gitmeyen iddiaları nesnel ve tarafsız hale getirecek veriler ile
güçlendirmez (1928: 343). II. Abdülhamit ile ilgili ideolojik aktarımlara “Türkiye Tarihi”
kitabında da rastlanılır. Orada da II. Abdülhamit ile ilgili öne sürülen düşünceler bilimsel
zemine oturtulmaz. II. Abdülhamit ile ilgili aktarımlar tek taraflı aktarılarak bir karalama
haline getirilir. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, II. Abdülhamit ile ilgili olumsuz ifadeler
kullanırlarken buna bir kısım halkı da dâhil ederler. Onlara göre; Abdülhamit bütün devr-i
saltanatında hilafet unvanına ve dini nüfuza büyük ehemmiyet vermişti. Halkın cahil ve
mutaassıp kısmını o suretle kendisine raptettiğine kaniydi. En ziyade (Zillullahı filalem)
gibi bazıları gülünç fakat hilafete delalet eden unvanlardan, medihlerden hazzederdi (1929:
685). Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin konunun devamında iddialarını haklılık zemine
oturtacak hiçbir delil öne sürmeden II. Abdülhamit ile ilgili öznel aktarımlarını şöyle
sürdürürler:
…Abdülhamitin haberi olmaksızın ne muhafız alaylarının ve ne de diğer
askerin yevmi hayatından en ehemiyetsiz bir nokta bile değiştirelemezdi. En çok
dikkat edilen şey muhafız alaylarının fert fert sadakati ve indelicap padişahı
müdafaası, diğer askerlerin ise bir kıyamada bulunamaması için ikaz olunmamsı
ve binnetice atıl kalması idi.
374
Hafiyelere gelince bunların meş’um rolü tarihin hiçbir faslında
görülmemiştir. Abdülhamit’in hafiye teşkilatı derece derece idi. Doğrudan
doğruya kendisine jurnal verenler olduğu gibi büyük hafiyelerin de kendi
adamları ve hafiyeleri bulunurdu. Hafiyelik o derece revaç bulmuştu ki bazen
padişahın ihsanına nail olmak için gönüllü hafiyelerde zuhur ederdi. Hulasa
hafiyelik için bir hastalık şeklini almıştı. Her tarafta siyasi mücrim aranıyor, çok
defa hafiyeler yekdiğerine bile jurnal ediyordu. Casusluk rekabeti ile tazyik ve
istibdat tahammülfersa bir hale gelmişti: bir isimden bir kelimeden, kitap veya
gazetedeki bir mürettip sehvinden manalar çıkarılıyor ve takibat yapılıyordu.
Gazeteler selamlık resminden, tevcihattan, romandan ve ilandan başka bir şey
yazamaz oldu (1929: 685–687).
II. Abdülhamit hakkında onu olumlayacak veya olumsuzlayacak pek çok söylem
geliştirebilir. Abdülhamit zamanında ülkenin eğitimde, imarında sanat ve edebiyatında,
hukukunda ve ekonomisinde sağlanan ilerleme ve yararlar belirtilerek, kendisinin
Tanzimat’ı kurtarıp sürdüren ve taçlandıran, imparatorluğu ve toplumu yeniden canlandıran
bir padişah olduğu ileri sürülebilir. Fakat tarihçinin her konuda olduğu gibi II. Abdülhamit
konusunda da soğukkanlı, nesnel değerlendirmeler yapması gerekir. Ancak insafsız
değerlendirmeleri dengelemek uğruna ona hak etmediği bazı övgüler yöneltmenin tarihsel
bir anlamı olmadığı da açıktır. Akşin’in ifadesiyle; “Abdülhamit’in Mutlakıyet yönetimi
kurmasında V. Murat’ın şahsında (ve sağlık durumunda) somutlaşan ‘Demokles Kılıcının’,
Çırağan olayları gibi olayların payları inkâr edilemez. Bu olaylar Abdülhamit’i ahlaki
sorumluluktan kurtaramaz, çünkü insanları son tahlilde, psikolojilerine göre değil,
davranışlarıyla yargılamak zorunludur. Aksi takdirde herkesin, en fena adamın davranışları
da, şu ya da bu biçimde açıklanabileceğine göre, herkes ma’zurdur (2005: 185).
4.3.1.3. Osmanlı Medeniyeti
1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında Osmanlı Devleti’nin medeniyet tarihine ait
bilgi verilirken, Osmanlı Devleti yerine milli bir söylem ile “Osmanlı Türk Medeniyeti”
başlığı kullanılır. Ders kitabı yazarlarından Ali Reşat Bey bu bölümü aktarırken Türklerin,
“Orta Asyada kendilerine mahsus bir medeniyete sahip olduklarını” söyler. Ona göre,
Türkler daha sonra İslamiyet’i kabul ederek İran ve Irak’a geldikleri ve oralarda devlet
kurdukları zaman, doğal olarak İran ve Arap medeniyetinin etkisi altında kalır (1928: 134).
“Türkiye Tarihi” kitabı yazarlarına göre ise, Orta Asya’da yaşayan Türkler sosyal yapısını
375
aşiretlerin oluşturduğu göçebe bir hayat yaşamışlardır. Daha sonra batıya doğru göçe çıkan
Türkler; İslam ve Hıristiyan dinlerinin tesiri ile ırksal bağın önemini kaybettiği bir devre
yani Orta Zamanlara intikal etmeğe başlamışlardır. Tabii İslamiyet’i kabulüyle bir devlet
kurarak İran’ı ve müteakiben Irak’ı istila ettikten sonra Selçuk Türklerinin de hiç olmazsa
devlet teşkilatına giren kısmının, Batı Asya ve daha doğrusu Doğu medeniyetinin birer
tezahürü olan İran ve Arap harslarının şiddetle tesiri altında kaldığı kanaatine varırlar
(1929: 470). Bu medeniyetlerin tesiri her iki ders kitabı yazarlarına göre de, köylerde
oturan asıl Türk kütlesi üzerinde etkili olmaz. Türkler kendi medeniyetlerinin ayırıcı
özelliklerini, milli ve canlı Türk kültürünü muhafaza ederler. Fakat Osmanlı İmparatorluğu
genişlediği zaman devlet çeşitli kültürlerin etkisi altında kalır. Yazarlar padişahlara yönelik
eleştirilerini burada da devam ettirirler. Çünkü onlara göre, farklı kültürler etkisini en fazla
devletin üst tabakalarında gösterir. Devlet üst düzey yöneticilerinin farklı kültürlerin etkisi
altına girmesi onların halktan uzak düşmesine sebep olur. Yazarlara göre devlet üst
tabakasının kültürel etkileşim konusunda gösteremediği dirayeti halk gösterir. Öyle ki
yazarların Osmanlı halkını Osmanlı padişahlardan daha mantıklı buldukları görülür (Ali
Reşat Bey,1928:135, Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin,1929: 469). Onlara göre, “…saray
ve hükümet halktan uzaklaşarak kısmı azami yabancı mühtedilerden mürekkep olan ayrı bir
idare sınıfı vücuda” getirirken”(Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin, 1929: 473) halk ise;
farklı kültürleri körü körüne taklit etmeyerek, batıdan ancak milli kültürüne uygun müspet
ilimleri kabul ederler. Bu da milli bir söyleme sahip ve Türkler asla dört yüz çadırlık bir
aşiretten oluşmamıştır diye; Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Osmanlı yöneticilerine
karşı aldığı tavrı net bir şekilde gösterir. Çünkü yazarlar, bir aşiretin ön ayak olması ile
kurulan Osmanlı Devleti’nin padişahlarının başaramadıkları farklı kültürler karşısında milli
benliği koruma hassasiyetini, kitaplar yazıldığı dönemde yedi yıllık bir geçmişe sahip olan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti başarıyor inancındadırlar. “Türkiye Tarihi” kitabının yazarları
konuya ilişkin görüşlerini şöyle aktarırlar:
Osmanlı Devleti, bir aşiretin önayak olması ile teşekkül ettiği için ilk
zamanlarda yabancı harsların tesirinden nisbeten uzak kalmıştı… Muhtelif
devirlerde izleri görülen medeniyetler, Osmanlı heyeti içtimaiyesinin yalnız üst
tabakalarına tesir etmiş, asıl halk kütlesine ehemmiyetli bir derece de nüfuz
edememişti. Bu kütle mühmel kalmıştı; fakat canlılığı dolayısı ile yine bu kütle
menşei pek eski zamanlara çıkan bu milli harsı sinesinde yaşatmakta devam
376
ediyordu. Şuhalde bu halk kütlesi ile milli harsı da ihmal etmeyerek garp
medeniyetinin müspet ilimleri usullerini kat’i suretle benimsemek ve heyeti
içtimaiyede son zamanlara kadar mevcut kalmış olan muhtelif sınırları yekdiğeri
içinde eritmek hareketi ancak yeni Türkiye Devletinin kurulması ile başlıyor,
demektir (1929: 468–469).
“Türkiye Tarihi” kitabındaki milliyetçi söylem yukarıdaki tümceler ile sınırlı
değildir. Öyle ki yazarlar, Moğol istilasının batıya göç eden Türklerin milli kültürlerinin
korunmasına katkıda bulunduğunu belirtirler. Bir anlamda öğrenciye “ne iyi ki bu istila
olmuş” dedirtmeye çalışırlar.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin Moğol istilası ile ilgili görüşlerini şu şekilde
açıklarlar:
… Selçuki Devletini kuran Türkleri hükümet itibarile pek ziyade sarsan
ehlisalip seferleri ve Moğolların istilası gibi iki büyük fırtına bu büyük türk
kütlesini müteessir etmedi Bilakis Moğol istılası yeniden taze bazı aşiretlerin
garba hicretin mucip olduğu için Anadoludaki türk unsurunun ve harsının bir kat
daha kuvetlenmesine sebep oldu diyebilir. Çünki Moğol akını üzerine yeni
gelenler Orta Asyadan Anadoluya süratle geldikleri için milli harslarına daha
ziyade merbut kalmışlardır… (1929: 471).
Teşkilat
Osmanlı Medeniyeti konusunda Osmanlıların devlet teşkilatı hakkında bilgi
verilirken zaman zaman “kokuşmuşluk” gibi olumsuz ifadeler kullanıldığı görülür. Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin kitaplarında, “Anadolunun şimaligarbisinde bir aşiret tarafından
kurulan Osmanlı Devleti ilk zamanlarda mahiyet itibarile mutlak ve fakat henüz bir aşiret
hayatı yaşandığı için teşkilat itibarile pek basit” olduğunu aktarırlar. Yazarlara göre, daha
kapsamlı bir idari yapının oluşturulması ise; “fütuhat başlıyarak devlet gittikçe vasi ve
fakat gayrimütecanis bir şekil aldıkça yeni teşkilata lüzum” olmasından sonradır. Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin, devletin Fatih devrinde imparatorluk şeklini almasından sonra
mutlakıyet ile yönetildiği değerlendirmesini yaparlar. Bu mutlaki yönetim yazarlara göre, I.
Selim’den itibaren padişahlara hilafet sıfatının ilavesi ile dini bir renge boyanır. Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin’ göre; “Devletin bu sultanı şekli ve teşkilatı gittikçe tefessüh
377
etmek üzere on dokuzuncu asrın ortalarına kadar devam eder”. Yazarların ideolojik
aktarımlarına uygun çağcıl ve milli bir devletin beklentisine ise, Tanzimat hareketi ile
mütereddit bir adım atılır. Bu yönden atılan ikinci adım olan Meşrutiyet’in ilanı ise gerçek
bir ürün vermeyen adımdır. Yazarlar, öğrencinin duygusal zekâsında büyük bir özlem
haline getirdikleri milli bir devlete kesin bir şekilde kavuşmak ise Yeni Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşu ile başarılır aktarımında bulunurlar (1929: 476).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in kitabında “Hıristiyan Reaya” başlığı altında
imparatorluk içindeki “öteki”nin sosyal durumu açıklanmaya çalışılırken Osmanlı’nın
öteki”yi nasıl gördüğüne ait izlenimler elde etmek mümkündür:
Osmanlı Devletinin teşekkülünden itibaren, hudutların genişlemesi
nisbetinde ehemmiyeti artmak üzere, bir hırıstıyan reaya sınıfı teşekkül etti.
Filhakika İslam dini diğer dinlere karşı müsamahakâr olduğu için Türkler
zaptettikleri için memleketlerdeki hıristıyanların, itaat etmek ve muayyen
vergileri vermek şartile dinlerini muhafaza etmelerine müsaade eylediler (1929:
479).
Yukarıdaki tümceler analiz edildiğinde, Hıristiyan halkların bir “öteki” olduğu
“öteki”nin içinde bulundukları ülke ve/veya ulusların aslı unsurlarına karşı “itaat etmek”
eyleminin birinci ve en önemli koşul olarak muhatapları olmasıyla açıklanabilir. İtaat
etmek; “öteki”nin hayatını garanti altına alma, diğer öteki”ler karşısında sosyal bir statü
oluşturma duygusallığı ile süslenerek, insanca bir eylem başlığı altında muhatabına
lütfedilir. İslam dini diğer dinlere karşı müsamahakâr olduğu için bu kez “öteki”ne karşı
bu lütfün adı Müslüman Türkler olur. Türkler, “itaat etmek” ve diğer “öteki” olmasından
dolayı yükümlülüğün altına girdiği görevlerini yerine getirdikleri zaman Hıristiyanlara
hoşgörülü davranırlar.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin kitaplarında “Eyaletlerin ve Arazinin İdaresi –
Eyalet Süvarisi” başlığı altında Osmanlı toprak teşkilatı konusunu incelerlerken; ülkenin
sınırları genişledikçe eyaletlere, eyaletlerin sancaklara, her sancak ta kazalara ayrıldığı
bilgisini verirler. Onlara göre; geniş araziyi kuşatan bu taksimat dâhilinde yaşayan halkın
parça parça arazi üzerinde tasarruf haklarına genellikle karışılmaz. Arazi sahipleri
378
arazilerini istedikleri gibi ekmekte ve işlemekte serbesttirler. Yazarlara göre, Osmanlı’nın
bu dirlik düzeni bir tür feodalite düzeni oluşturmaktadır. Yazarların, bu dirlik düzenini
neden feodalite olarak adlandırdıklarını ve bu feodalite sisteminin Avrupa feodalite
sistemine göre farklılıklarının neler olduğuna ait görüşleri ise şöyledir:
Dirlik sahipleri bir nevi feodalite teşkil ediyordu. Fakat bunun Avrupa
feodalitesinden büyük bir farkı vardı: bir kere bizde haslar, mansıp ile kaim,
hâlbuki Avrupada ırsi idi. Bizde bütün dirlikler, bir kaide dâhilinde, padişah
tarafından tevcih edildiği halde, Avrupada mafevk dirlik sahibi, kendisine tabi
dirlikleri istendiğine vermekte idi. Bundan başka bizde dirlik sahipleri ne sikke
darp ve ne de adalet tevzi edebilirdi. Hâlbuki Avrupada has sahipleri bir nevi
hukuka da malikti.
Bir nevi zadegan teşkil eden has, zeamet ve tımar erbabının dirlikleri
dahilinde yaşıyan gayrımüslim halka (raiyye) veya (reaya) denirdi.
Gayrımüslimleri ayırmak için (zimmi reaya) ismi de kullanılırdı (1929: 517).
Bu satırlarda Osmanlı üretim biçimi feodalite olarak tanımlanır ve Avrupa
feodalitesi ile karşılaştırılır. Bu noktada farklılık kriterinden hareket edilir ve buna göre,
toprağa bağlı üretim sisteminin Avrupa feodalitesiyle farklı yönlerini dikkate alarak bunun
Avrupa’daki gibi ırsi olmadığı dolayısıyla sosyal bir statü oluşturmadığına dair bir görüş
oluşur. Bu iki sistemin özellikleri ortaya konularak Osmanlı Devleti’nin toprağa bağlı
üretim sisteminin daha insani ve adil olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Avrupa Feodalitesi
ile Türk sistemini karşılaştıran Ömer Lütfi Barkan “Türkiye’de Servaj Var mıydı ?” adlı
makalesinde şunları söyler:
Osmanlı İmparatorluğunda ‘reaya’ dediğimiz köylü zümrelerinin de her
türlü kayıt ve tahditten azade, tamamen serbest insanlar olduğunu kabul etmek
değildir... Hulasa olarak diyebiliriz ki, Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş
devrinin sosyal ve iktisadı nizamı içinde eski bir derebeylik rejiminin izlerini
bulmak ve bir müddet sonra (dağılma devrinde) bu rejime takrar düşme
temayüllerini bulmak mümkündür (Kabapınar, 1992: 361).
Böylece Barkan bu konudaki duruma farklı bir bakış açısı getirmiştir. Halil İnalcık
adaletnameler incelendiğinde Osmanlının paraya olan ihtiyacı arttığı zaman “Tekalif’i
Divaniye” adlı vergileri artırdığını bu durumda reayanın ezildiğini, bunun da o döneme ait
şikayet defterlerinin incelenmesi ile anlaşıldığını söylemektedir (Kabapınar, 1992: 361).
379
Konuyla ilgili yeterli araştırma henüz yapılamadığı için bilgilerin yetersiz oluşunun
dönemin ders kitaplarındaki bu çelişkili açıklamalara neden olma ihtimali de söz
konusudur. Ancak bu konudaki bilgilerin yetersiz oluşunun belirtilmesi durumunda,
öğrencilerin tarih algısının olumlu yönde gelişeceği düşünülebilir. Bu yolla öğrenci, tarihte
mutlak bilgiler olmadığı, eksik bir çok bilginin bulunduğu, bazı bilgilerin yeni araştırmalar
ışığında gelişip değişebileceği gibi izlenimler edinebilir. Osmanlı toprak sistemi ile ilgili
benzer açıklamalar günümüz ders kitaplarında da yer almıştır. Ders kitaplarında
Osmanlı’daki bu sistem olumlu yönleriyle ele alınmıştır. Uzmanlar araştırmalarına göre bu
konuda eksik ve yanlış sonuçlara gidildiği açıklamasını yapmışlardır. Türk tarihini idealize
etme tutumu, bu durumun bir nedeni olarak görülebilir.
Osmanlı da Ulûm ve Fünun
Osmanlı Devleti’nde ‘bilim ve fen’ konusu işlenirken dönem içerisinde kullanılan her
iki ders kitabında da Osmanlı padişahlarının, özellikle Kuruluş Dönemi’nden başlayarak
Yükselme Döneminin sonuna kadar her türlü ilime destek verdikleri ilim ile ilgilenen
insanları koruduklarına dair değerlendirmeler yapılır. Ali Reşat Bey, “İstanbul’un fethinden
sonra padişahlar medrese açmakta ulemayı himaye etmekte devam ettiler” (1928: 149)
derken, “Türkiye Tarihi” kitabının yazarları, “Osmanlı Devletini kuranların yüksek bir
medeniyete malik olmadıklarını ve fakat zinde harsları ile taze ve sağlam dini hislerden
kuvvet aldıkları”nı söyler ve şöyle devam ederler:
…Bu sebeple müessisler daha ilk zamanlardan itibaren alim adlettikeri
zevatı kendileri için tabi müşavir addetmişler ve onlara pek büyük mevkiler
vermişlerdir (1929: 552).
Yukarıdaki alıntıda da anlaşılacağı gibi Osmanlı padişahları ilmi himaye etmek için
diğer Müslüman ülkelerdekilerin tarzında medreseler inşa ederler. Osmanlı Devleti’nin
fetihleri, padişahların ulemaya temin ettikleri refah duyuldukça her taraftan medreselerden
yetişen alimler Bursa’ya, İstanbul’a akın ederler. Osmanlı medreselerinden yetişenler de
tahsillerini daha da ilerletmek için genellikle Mısır’a giderler. Sonuçta yazarlara göre.
Osmanlı Devleti’nde; Ulumu Şer’ye ve Arabiye, Tababet, Tarih, Coğrafya ve Ulumu
380
Riyaziye gibi ilimler gelişir (Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin,1929: 554–574, Ali Reşat
Bey, 1928: 149). Fakat Ali Reşat Bey’e göre, Tevakkuf devrinden itibaren devletin kuvveti
azaldığı, mülki ve askeri teşkilat bozulduğu gibi medreselerde de tahsil geriler ve Kuruluş
ve Yükselme Dönemi’nde yetişen “Molla Hüsrev, Molla Gürani, Zembilli Ali Efendi,
Ebüssuut Efendi” gibi âlimler derecesinde âlimler yetişmez. Tevakkuf Devri’nden sonra
Kâtip Çelebi’den başka hakiki bir âlim yetişmez (1928: 149). Ayrıca Ali Reşat Bey,
“Osmanlı müverrihlerinin çoğu Avrupa devletlerinin tarihini ihmal etmişlerdir. Onun için
eserleri ne devletin harici münasebatına, ne de içtimai hayatımıza dair lüzumu kadar
malumatı havi kaplı değildir” der (1928: 150). Dolayısıyla bir anlamda Ali Reşat Bey
öğrenciye; Osmanlı Devleti’nde yetişen tarihçiler Osmanlı’nın tarihçisidir. Tarihçilerin
bütün ilgi alanları Osmanlı’dır. Osmanlı’nın dışındaki diğer dünyanın Osmanlı
tarihçilerinin ilgi alanlarına girmedikleri bilgisini aktarır. Oysa bunun böyle olmadığını
İlber Ortaylı ve Zeri Arıkan literatür bölümünde de görüldüğü gibi belirtirler.
Oysa Osmanlı dönemi bilim literatürü, İhsanoğlu’na göre; “Osmanlı Devleti’nin
kurulduğu Anadolu ve daha sonra Rumeli topraklarında yetişen Osmanlı bilim adamlarının
ve İslam dünyasının Türkistan, İran, Suriye ve Mısır gibi eski kültür merkezlerinden
yetişen bilim adamlarının katkısıyla oluşur. Osmanlı Türkleri’nin yeni devletlerini
kurdukları topraklarda yetişen bilim adamlarının katkıları, başlangıçta bu ilmi literatürün
çok cüz’i bir bölümünü teşkil ederken, devletin güçlenmesi, topraklarının genişlemesi,
zenginlik ve refahın artması ve ilmi müesseselerin gelişmesiyle kemiyet bakımından çok
büyük ölçülere varır. Osmanlı topraklarının genişlemesine paralel olarak, Osmanlı
coğrafyasında yetişen bilim adamları da sayıca artar, Devletin güçlenmesi ve cazibe
merkezi haline gelmesi ile Endülüs, İran, Hind gibi bölgelerden Osmanlı coğrafyasına
birçok bilim adamı gelir ve Osmanlı bilimine önemli katkıda bulunurlar (1999: 363).
Edebiyat ve Güzel San’atlar
Ders kitaplarında Osmanlı edebiyatı ve sanatının gelişimi kronolojik olarak öğrenciye
aktarılır. Dönemlerin başlıca özellikleri kısaca gözden geçirilir ve ilgili dönemlere ait
örnekler verilerek açıklanmaya çalışılır. Kitaplarda Osmanlı Devleti’nin edebiyat anlayışı
381
yansıtılırken; Osmanlı’da biri, genelde üst düzey devlet yöneticilerine özelde ise saraya ait
diğeri ise halka ait iki edebiyatın geliştiği, halka ait edebiyatın “milli” olduğu, devlet üst
düzey yöneticilerine ait edebiyatın ise; Acem ve Arap edebiyatının etkisi altında kaldığı
belirtilir. Yine yazarlar gerek edebi eserlerin gerekse sanatsal eserlerin ortaya konulurken
toplumun beklentilerine göre şekillenmediği, toplumdan ve toplumun ilgisinden uzak
tamamen öznel ifadelere göre şekillendiği şeklinde değerlendirmelerde bulunurlar.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin ‘in Osmanlı Devleti’nin edebiyatı hakkında şunları
aktarırlar:
Osmanlı Devletinin iptidasından nihayetien kadar heyeti içtimaiyede
yekdiğerile muvazi gitmek ve kah biri, kah diğeri kuvvetlenmek üzere iki lisan ve
iki edebiyat, diğeri taklit edilen yabancı harslar medeniyetler mahsulü sun’i lisan
ve edebiyat. Bunlardan birincisi asıl halk kütlesinin, ikinciside cemiyetin üst
tabakasının malı idi; devletin ilk iki asrında milli lisan ve edebiyat galiptir. Lakin
yavaş yavaş kuvvetlenen bu menşei acem ve arap harsı olan sun’i lisan ve
edebiyat devletin müteakıp üç, üç buçuk asrında, ondokuzuncu asra kadar, milli
lisan ve edebiyatı gölgede bırakacak surette hüküm sürer. Nihayet ondokuzuncu
asırda Avrupa medeniyetinin tesiri, lisan ve edebiyatta da görülür; yeni, fakat
gene sun’i bir lisan ve edebiyat yaşamağa başlar. Yalnız devrin sonlarında halka
doğru bir inkışafın alametleri belirir (1929: 574).
Osmanlı Devleti’nin edebiyatı konusunda Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in
görüşlerinin paralelinde görüşlerde bulunan Ali Reşat Bey göre ise; “Halk arasında milli
şiirler ile destanlar rağbet gördüğü ve halis Türkçe olarak hece vezninde eserler vücuda
getirildiği halde yüksek tabaka edebiyatında Acem ve Arap edebiyatlarının tesiri gittikçe
artar, Türkçe acemce Arapça ve Acemce kelimeler ile dolarak asıl Türkler için anlaşılamaz
bir hale gelir” ( 1928: 151: 152).
İslam dininin Türkler arasında yayılmasından itibaren Farsça ve Arapça’dan
Türkçe’ye bazı dil unsurları girmeye başlar. Yüce’ye göre; “bunun dozu zamanla artarak
Osmanlılar devrinde son sınırına ulaşır. Arapça ve Farsça kelimelerin yüzlercesi halk diline
yerleşerek Türkçeleşir. Halkın anlamadıkları da kültürlü kimselerce yazı dilinde kullanılır.
Dillerin etkilenmesi tek taraflı kalmayıp, iki yönlü olur. Türk - İslam dünyasının en büyük
ve uzun ömürlü imparatorluğu olan Osmanlı Devleti yükselme devrinde üç kıtaya yayılır,
382
siyasette, ticarette, kültür ve medeniyette sahip olduğu yüksek seviyeden dolayı Osmanlı
Türkçesi’nden de türlü alanlardaki pek çok kelime başka dillere geçer (1999: 19).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’ göre; “lisanîn ve edebiyatın bir dereceye kadar
sadeleşmesi ve az çok halka hitap etmek istidadını kazanmağa başlaması meşrutiyetten
sonra olur. Bu devirde Arabi ve Farsi kelimelerin lisandan atılması cereyanı belirir;
mevzuları memleketin hayatından almak, halkın zevklerini yazıya nakletmek temayülü de
kuvvetlenir” (1929: 585).
Mimari
Ali Reşat Bey’in yalnızca yapılan birkaç eser adını belirttiği Osmanlıların mimarisine
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin “Türkiye Tarihi” kitabında daha fazla yer verirler. Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin mimariyi milli bir söylem ile övünç haline getirirler. Onlara göre;
Türk, nerede yerleşmişse yeni duruma hiçbir bağnazlık göstermeden suratle uyar, fakat
şahsiyetini göstermek şartı ile mutlaka bir ilerlemeye sebep olur. Yeni duruma uymak
Türk’ü zaman zaman taklitçi gibi gösterir. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin konuya
devamla şöyle derler:
Fakat dikkat olunursa görülür ki zahiri taklitçilik inkışaf edince şahsi bir
tekâmüle müncer olur. Bu hali bilhassa mimaride fark edebiliriz: şarktan geldiği
ve şark âlemi ile temas ve münasebetini muhafaza ettiği için türk, arap-Suriye ve
bilhassa İran ve arap mimarilerinin tesiri altında kalmıştı. Bu sebeple Selçuklilerin
vücude getirdikleri mimari eserleri, bazı cihetlrden şahsiyet göstermekle beraber,
bu iki mimarinin evsavıbından birçoğunu taşır.
Osmanlı Devleti ile Türk saltanatı sıklet merkezini garbi Anadoluya
naklettikten sonra türk san’ati de tedricen bizansın tesirinde maruz kalmağa
başlar. Hele İstanbul’un payıtaht olması bu tesiri ziyadeleştirdi. Lakin onsekizinci
asrın ortalarından itibaren Avrupa ile temasımızın artması, mimaride de bazı
yeniliklere sebep olur. Tanzimat devrinde Avrupanın tesiri büsbütün artmıştır.
Nihayet meşrutiyetten sonra tekrar milli mimari için intibah asarı belirir. (1929:
587).
Kültürel, sosyal ve teknik ortam değişmelerini en somut biçimde yansıtan mimarlık,
Ödekan’a göre; Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Dönemleri’nde toplumsal gelişmelere koşut
383
olarak biçimlenir. XIV. Yüzyıl Beylikler Dönemi dağınıklığına karşın, XV. ve XVI.
yüzyıllarda Osmanlı Beyliği’nin toparlayıcı ve örgütleyici gücüyle mimarlık konusunda
yoğun ve ussal bir üretim dikkati çeker. Bu yüzyılda Osmanlı Beyliği’nde zorunlu iskân
politikası fiziksel çevrenin kısa zamanla biçimlenmesine neden olur (2005: 275). Osmanlı
sanatında XVIII. yüzyıldan sonra gözlenmeye başlanan Avrupa temaları ve üsluplarında
titiz bir inceleme ve seçicilik gösterildiği, yeni unsurların sanat repertuarına yalnızca
toplumun zevkine ihtiyaçlarına uygun olduğu takdirde alındığı görülür. Osmanlı
imparatorluğu değişik kültürel varlıklara sahip kıtaları birleştirmekle kalmamış aynı
zamanda değerli kişi ve gelenekleri önyargısız olarak kabul ederek idari, sosyal ve kültürel
sistemine dâhil etmiştir. Bu hoşgörülü kabul, kendi kimliği ve sanatla ilgili ifade
tarzlarından emin bir devletin büyüklüğünü gösterir (Atıl, 1999: 479).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin kitaplarında; “Resim ve Nakış, Teclit ve Tezhip”
başlığı altında resim konusunu incelerken; Bütün Müslüman milletlerde olduğu gibi
Osmanlı Türklerinde resmin nispeten küçük bir yer tuttuğu değerlendirmesinde bulunurlar.
Onlar bu konuyu aktarırlarken bilimselliğe uygun olarak genel kabulün aksine farklı bakış
açıları geliştirerek konuyu açıklamaya çalışırlar
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin konuyla ilgili olarak şöyle derler:
Lakin bazen zannolunduğu gibi bu san’at büsbütün mefkut ta değildir.
Resim ve tasvire karşı ilk zamanlarda bir husumet bulunmadığı, Fatihin İtalyadan
bazı ressamlar çağırmasından da anlaşılır. Mamafih tersim san’atile uğraşan
Osmanlı san’atkarları, çehre tasvirinden ziyade duvar tezyinatına ehemmiyet
vermişlerdir. Bundan dolayı bu nevi san’atkarlara nakkaş demek daha doğru olur
(1929: 603).
Ödekan’a göre, duvar resmi konusunda en erken tarihi örneklere 18. yüzyılın
ortalarında İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda rastlanır. Osmanlı İmparatorluğu’yla Avrupa
arasındaki kültürel ilişkilere koşut olarak duvar resminin evreleri izlenmektedir. Batı
bezeme üslubu Osmanlı Mimarisi’nde yerel yoruma uğramış ve İstanbul merkez olmak
üzere Anadolu ve Rumeli’de çok sayıda örnekler verilmiştir. Bu betimlerde başlangıçta
384
doğa kent ve yapı görüntüleri egemendir. Figür betimlemesi ise 19. yüzyılın ikinci
yarısında ele alınmıştır (2005: 440).
Sosyal Yapı
1923–1930 dönemi lise-III tarih ders kitapları Osmanlı halkının gündelik hayatına
yeteri kadar yer vermekten uzaktır. Halkın içinde yaşadığı koşullar ve yaşam tarzları
dikkate alınmamıştır. Bir başka deyişle sosyal tarih konularının büyük ölçüde ihmal edilmiş
olduğu söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin “içtimai hayat”ı hakkında “Türkiye Tarihi”
kitabında, Osmanlı Devleti’nin yönetim şeklinin mutlakıyet olduğu dolayısıyla
hükümdarların devletin, ülkenin ve halkın sahibi olduğu söylenir. “Türkiye Tarihi”
kitabının yazarlarına göre padişah ve etrafındakiler halktan ayrı bir sınıf oluştururlar (1929:
610). Aynı kanaatlere “Umumi Tarih”-III kitabı yazarı Ali Reşat Bey de sahiptir. Ona göre
de; Osmanlı Türk heyeti içtimaiyesi ikiye ayrılabilir: 1- Başta hükümdarı mutlak olan
padişah gelmek üzere saray halkı ile mülki, askeri, ilmi memurlar. 2- Asıl halk kütlesini
teşkil eden Müslümanlar ile gayrimüslimler” (1928: 155).
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin; heyeti içtimaiyenin üst tabakasını oluşturan idare
sınıfının, padişah başta olmak üzere, saray halkı ile mülki, askeri, ilmi ve sair devlete ait
teşkilatın kapılarının herkese açık olmadığı halktan isteyenlerin buraya giremediklerini
belirterek bu teşkilat içinde bulunanların heyeti umumiyesini (idare edenler diye ) ayrı bir
sınıfa ayırırlar (1929: 610). Ali Reşat ise; Türkler -ulema sınıfı müstesna olmak üzeresaray
ve hükümet işlerinde uzak tutulmuşlardır” şeklinde değerlendirmede bulunur(1928:
156). Saraya kimlerin girdiği konusunda ise Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin şunları
aktarırlar:
Filhakika saraya girenlerin hemen yalnız devşirmeler köleler olduğunu,
mülki teşkilatın başına geçmenin hemen yalnız saraydan çıkanlara munhasır
bulunduğunu, yeniçeriliğin devşirmelere ve bilahare yeniçeri evladına, tımar ve
zeametlerin yine sipahi evladına, ilmi mansıpların bile sonraları yine ulema
evladına tahsis edilmiş olduğunu hatırlamak lazımdır. Şu halde kapıkulu olsun,
yerli kulu olsun askerler, ulema, memurlar velhasıl mühim mevki sahipleri ayrı
bir içtimai sınıf mahiyetinde idi. Bu teşkilat, tefessuh edinceye kadar, kapılarını
385
halka karşı kapalı tutuyor, ancak müstesna şerait altında halktan birinin idare
edenler meyanına girmesi kabil oluyordu. Bu teşkilat bozulup yıkılmağa
başladıktan sonradır ki bütün halkın hululüne müsait oldu (1929: 612).
Asıl halk sınıfına gelince, kitaplarda bu konuda şu şekilde bir yargıya ulaşılır.
Müslüman reaya ve Hıristiyan zimmîlerden ve daha doğrusu çoban çiftçi, san’atkar veya
tacir, çeşitli muhtelif Müslüman reaya ile gayrimüslim zimmîler arasında gerek hukuk
gerek görev itibari ile çeşitli farkların olduğu şeklinde bir değerlendirme yapılabilir.
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin Osmanlı Devleti’ndeki Müslüman halk ile
Hıristiyan halk arasındaki farka yönelik şu değerlendirmeyi yaparlar:
Filhakika Müslümanlar eski teşkilatın bozulmasından sonra olsun devlet
hizmetlerine girmek hakkını kazandığı halde gayrımüslim zimmîler bazı eyalet
beylikleri ve tercümanlık gibi hizmetler müstesna ondokuzuncu asır ortalarına
kadar bu haktan mahrum kaldılar. Bunlardan maada hayatı adiyelerinde de
Müslümanlara tamamen benzemekten tamamen menedilirlerdi; cizye haraç
namlarile farklı vergilerde verirlerdi. Cizye zimmîlere mahsus bir şahsi vergi,
haraçta mahsulât vergisi idi(1929: 612).
Osmanlı Devleti’nde yöneten sınıf ile yönetilen sınıf arasındaki bu
değerlendirmelerden başka “Türkiye Tarihi” kitabında bu bölümde üzerinde durulan
konulardan birisi de Osmanlılar’da bir esirler sınıfının olduğuna dair değerlendirmelerdir.
Konuyla ilgili olarak Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin şu açıklamayı yaparlar:
Dikkate şayandır ki bu esirlerden Müslüman olanlar, kabiliyetlerine göre er
veya geç serbestîlerini iktisap ederler ve heyeti içtimaiyeye karışırlardı. Saraya
veya rical elinde terbiye görenlerden bazıları devletin en yüksek makamlarına bile
çıkmışlardır. Bunlardan maada bazı zenci kölelerin saraya halim oldukları,
cariyelerin de üst tabaka ailelerine karıştıkları malumdur. Heyeti içtimaiye
sonradan iltihak eden kölelerin idare sınıfına karışabilmeleri, mutlakıyetin ibretle
tetkike şayan bir tezahürdür. Mutlak hükümetlerin nazarında en büyük meziyet
azami sadakat ubudiyet idi (1929: 614).
Aksoy’a göre; Osmanlılar da hür ve köle ayrımı hukukidir. Osmanlılar geleneği
izleyerek köleliği bir eğitim kurumu ve hür emeğin alternatifi olarak kullanmışlar ve daha
386
da önemlisi devşirme sistemiyle, bunu idari ve siyasi mekanizmanın merkezine
yerleştirmişlerdi (2004: 262).
Aile ve Kadın
Kadın ve aile konusunda Ali Reşat Bey, “Müslümanlarda halk ailesi nikâh ile ve
İslamiyetin tayin ettiği şekil ve usul altında teessüs ederdi. Müteaddit zevceleri olanlar
nadir idi. Köylerde kadın aile hayatına karışır idi. Tesettür asgari derecede idi” (1928: 157).
şeklinde değerlendirmede bulunarak Osmanlı’da çok eşli bir evliliğin olduğuna vurgu
yapar. Ali Reşat Bey kitabında bu tümcelerinden başka Osmanlı’da “aile ve kadın”a dair
bir değerlendirmede bulunmaz. “Aile ve Kadın” konusunda Ahmet Hamit &Mustafa
Muhsin, Ali Reşat Bey’e oranla daha fazla açıklama yaparlar. Ahmet Hamit &Mustafa
Muhsin, Ali Reşat Bey gibi; Osmanlı Türklerinde aile , “İslamiyet’in tayin ettiği usul ve
şekilde teessüs ederdi” değerlendirmesinde bulunurlar. Onlar, zevceler, ya nikâhlı veya
cariye olur diyerek bilinen bir gerçeği vurgularlar. Ahmet Hamit & Mustafa Muhsin; “Halk
aileleri, hemen daima nikah ile teessüs eder ve İslami hukuk kaidelerine tabi bulunurdu. Bu
nevi ailelerde, islamiyetin cevaz vermesinden dolayı, nikâhlı zevceler dörde kadar taaddüt
edebilirdi” değerlendirmesiyle çok eşliliğin kaynağını İslam dini olarak kabul ederler.
Fakat yazarlar, bu türden evlilikler ekonomik duruma bağlı olduğu için fakir halkta pek
görülmediği değerlendirmesine varırlar. Yazarlar; “Çiftçi ailelerinde kadın evinin
hâkimidir” açıklamasıyla kadının aile içi durumunu belirtmelerine rağmen kadının aile dışı
sosyal ve ekonomik durumu ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamaları konu bütünlüğü
açısından bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Yönetilen sınıfındaki (reaya) kadın ile ilgili
bu açıklamaları yapan Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in devlet görevlilerinin aile ve
kadınları ile ilgili görüşleri ise daha olumsuzdur. Onlara göre; Devlet görevlilerin
ailelerinde kadınlar –özellikle çocuk sahibi olmayanlar- hukuki hiçbir mevkie sahip
değillerdir. Aile reisi, aile içinde mutlak hâkimdir. Kadınlar tamamen kapalı bir harem
hayatı yaşarlar. Kadınlar yaşadıkları evin dışına çıktıklarında tesettüre azami derecede özen
gösterirler şeklindedir (1929: 614–617). Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin Osmanlı
Devleti’nin, aile içi ve aile dışı yapısıyla ilgili olarak kadın hakkında bu değerlendirmeleri
yaparken, aile yapısında erkek ile ilgili olarak ise şu değerlendirmelerde bulunurlar:
387
… zevç, müteaddit zevce almak ve istediği zaman boşamak hakkına malik
olduğu için nikahlı zevceler ancak zevcin zihniyet ve haleti ruhiyesinin müsaadesi
nisbetinde mevki sahibi olurdu. Hulasa kadının şehir hayatında mevkiini tayin
eden iktisadı şerait veya kanun değil, zevcin telakkisi ve lütfu idi. Tanzimattan
sonra iktisadi şeraitin değişmesi tedricen kadının da hayatında bir değişikliğe
sebep oldu; birkaç zevcesi olanlar azaldı. Kadın da umumi ve iktisadi hayata
karışmağa başaldı; eski şekilde harem hayatı büsbütün kalktı. Kadının içtimai
hayatta ve aile dahilinde yeni mevkiini hukuktan tayin meselesini de cümhuriyet
devri hale muvaffak oldu (1929: 618).
Ailenin ve aile ortamının aynı zamanda bir kültür nakli süreci olan eğitim işlevi
bulunmaktadır. Çocuğun toplumsal yaşama biçimleri gibi çok çeşitli kültürleri aile içinde
ve aile büyükleri tarafından verilmektedir. Ailenin bu işlevi açısından Osmanlı ailesinin
Tanzimata kadar önemli bir üstlenmiş olduğu söylenebilir. Bu işlev daha çok kadının
eğitimi açısından işlenmiştir. Doğan’a göre Osmanlı ailesinin kadını eve çeken böyle bir
eğitim anlayışının sonuçta dış dünyaya kapalı ve tamamen koca ve çocukların hizmetinde
bir kadın tipi oluşturduğu düşünülebilir. Ancak özellikle anı ve inceleme gibi edebi
metinlerde kadının, Osmanlı kadınının, tamamıyla gündem dışı kalmadığına dair ipuçlarına
rastlanılmaktadır (2004: 277).
İbn-i Batuta (1304–1369), bu yüzyıldaki Anadolu kadını için şunları yazar:
Bilad-ı Rum denilen bu ülke, dünyanın en güzel memleketidir. Cenab-ı Hak,
dünyanın öteki ülkelerinde ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri burada topyekün bir
araya getirmiştir. Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir. Yemekleri ise çok
nefistir. Burada yaşayanlar Allahın en şefkatli kulları olup, onlar için “Bolluk ve
bereket Şam’da, şefkat ise Bilad-ı Rum’dadır” denilmiştir. Bu ülkede bir zaviye
ya da bir eve indiğimizde, komşularımız, kadın olsun erkek olsun derhal
durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar.
Ayrılacağımız sırada sanki akrabaymışız gibi bizimle vedalaşırlar ve bu ayrılıktan
duydukları üzüntüyü gözyaşları ile ifade ederlerdi (Tarihsiz: 202).
İbn-i Batuta’nın da belirttiği gibi kadın erkeği ile birlikte misafiri ağırlamakta,
misafiri ile birebir ilgilenmekte ve erkeğin misafire karşı sergilediği her davranışa hiçbir
kısıtlamaya tabi tutulmadan katıldığı ve sonuçta sosyal hayatın bir parçası olduğu
gözlenmektedir.
388
4.3.1.4. Milli İntibah Devri
Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in Türkiye Tarihi kitabında bu bölüm “Milli İntibah
Devri “ olarak adlandırırken, Ali Reşat Bey’in kitabında bölüm “Yeni Türkiyenin
Teessüsü” olarak adlandırılır. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin; “Elim hadiselerin teakubu
her tarafta bir intibah husule getirmişti. Bidayette herkes için için ağlıyor, ne yapmak lazım
geldiğini soruyor, fakat tayin edemiyordu. Herkesi etrafına toplıyacak bir zeka, müdafaa
tertibatını yürütecek bir el lazımdı Bunların her ikisi de şimali Anadolu’da müstesna bir
şahsiyette tecelli etmekte gecikmedi” değerlendirmesinde bulunurlar ve bu kişinin Mustafa
Kemal Paşa olduğunu söyleyerek Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk için onun hak ettiği onurlandırıcı ifadeleri kullanırlar (1929: 731).
Ali Reşat Bey ise bu bölümde son Osmanlı padişahı Vahdettin’i “hain” olarak
değerlendirir. Ali Reşat Bey Vahdettin için; “Nefsinden ve sarayından başka bir şey
düşünmeyen bu hain Padişah, vatanın böyle müşkül bir anında Damat Feride sadaret
makamını vermekle İtilaf Devletlerinin Türkiye aleyhinde bütün emel ve arzularına boyun
eğmiş oluyordu” değerlendirmesinde bulunur (1928: 406). O da, Ahmet Hamit &Mustafa
Muhsin gibi ülkeyi içinde bulunduğu zor durumdan kurtaran tek kurtarıcı olarak Mustafa
Kemal’i gösterir. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin Mustafa Kemal için övücü ve
onurlandırıcı ifadelerini “Hilafetin İlgası ” başlığı altında “Gazi Mustafa Kemal” konusunu
incelerlerken de devam ettirirler. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin Mustafa Kemal ile ilgili
düşüncelerini şöyle aktarırlar:
Yeni Türkiyenin başardığı inkılâbın mütevali safhaları karşısında hayrete
düşmemek mümkün değildir. Tarihte bu derece süratle hedefine ilerliyen
inkılâplara pek nadir tesadüf edebilir. Filhakika Tazimatın, asri devlete doğru
mütereddit adımlarına, meşrutiyetin her fikir ve kanaati kollıyan sağlı solu
hareketlerine mukabil yeni Türkiye Devleti, büyük reisinin rehberliği ile asrın en
mütemeddin cemiyetleri gibi millileşmiş, demokratlaşmış, laik bir şekle girmiş,
velhasıl tamamen asrıleşmek yolunda tam bir muvaffakıyet kazanmıştır. Bu
muvaffakıyet tarihin pek nadir yetiştirdiği dehalardan biri olan GAZİ MUSTAFA
KEMAL’in iradesinden fışkıran bir eserdir. Mamafih büyük Gazimizin eseri
Yalnız Türkü ve Türkiye’yi değil, bütün cihanı alakadar edecek mahiyettedir.
Çünkü Gazimiz bu eserle ve Türkiyeye verdiği ruh ile, kendilerine hayat hakkın
tanınmayan mağluplara ve alelumum şark milletlerine gösterdi ki milletler için en
ümitsiz vaziyetlerde bile şuura ve nefse itimada müstenit bir teşkilatla, takip
389
fikrinden mülhem devamlı bir gayretle yaşamak ve yükselmek imkansız değildir
(1929: 749–750).
Yukarıdaki tümcelerde görüldüğü üzere ve herhangi bir devletin tarihinde Atatürk
ölçüsünde onun tarihini, hayatını dolduran benzer bir kişiye rastlamak zordur. Çünkü
Akşin’in ifade ettiği gibi; “başka ülkelerin birçok adamların önayak oldukları başarı ve
değişim önderliklerini, Atatürk tek başına kendinde toplamıştır. Hem İtilaf Devletleri’ne
karşı yürütülen siyasal ve askeri mücadelenin önderliğini yapmıştır, hem saraya karşı bir iç
savaş yürütmüş, her iki mücadelede de başarılı olmuştur. Türkiye’yi yok olma sürecinden
çekip çıkarmış[tır]” (2005: 118).
1923–1930 dönemi lise-III sınıf tarih dersi kitabı olarak kullanılan her iki kitapta da
son konu olarak Bugünkü Türk Âlemi konusuna yer verilir. Her iki kitapta da iki sayfa yer
verilen konu hakkında Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin; “Türkler çeşitli devirlerde büyük
roller oynamışlar gayet geniş bir sahada yerleşerek, birçok mücadelelere rağmen,
varlıklarını korumuşlar” değerlendirmesinde bulunurlar. Onlara göre; Medeniyette en çok
ilerlemiş olan Türkler, Batı Türkleridir. Doğuya doğru gidildikçe daha iptidai Türk
cemiyetlerine rastlanılır. Yalnız Anadolu Türkleri mevcudiyet ve istiklallerine sahiptirler.
Batı medeniyetine en çok yaklaşmış ve o medeniyeti en çok temsil etmiş olanlar yine
Anadolu Türkleri olduğu için medeniyet yolunda rehberlik doğal olarak yine Türkiye
Türklerine aittir tezini öne sürerler (1929: 750–751). Ali Reşat Bey ise Türklerin tarihte
oynadıkları rol hakkında bu bölümde şunları aktarır:
Türkleri Sasanilerin İranda kurmuş oldukları kuvvetli hükümeti sarstılar,
zayıf düşürdüler; sonra İslamiyetin Asya kıtasında intişarına hizmet ettiler. Ehli
Salip orduları Müslüman mekteplerine hücum ettikleri zaman karşılarında
İslamiyetin müdafaası olarak hemen yalnız Türkerli buldular: Tarihte yeni bir
devri açan “Umumi Muhaceret”, Türk zümrelerinin garbe doğru istilaları neticesi
idi (1928: 431).
390
4.3.1.5.Lise III Tarih Ders Kitaplarındaki Haritalar ve Resimler
Tablo 4.24. 1923–1930 Dönemi Lise-III Tarih Ders Kitaplarında Resimlerin
Konularına Göre Dağılımı
Resimlerin konuları
Al
i Reşat
Bey
Ah
met
Hamit
&Mustafa
Muhsin
İslam Mimarisine Aait Eserler 1
Cami Süslemelerine Ait Resimler 9
Kilise 2
Osmanlı Mimarisine Ait Cami Resimleri (Camiinin
İçi - Dışı, Camii Avlusu,Minare, Minber ve Mihrapa ait
Resimler)
5 26
Asker Kıyafetleri 2
Batı Mimarisine Ait Eserler 1
Osmanlı Mimarisine Ait Saray, Çeşme ve Diğer
Resimler
4 15
Paralar
Temsili Resimler 3
Batılı Liderlere Ait Resimler 19 23
Savaş Resimleri 4
Türbeler 2
Minyatürler 1 5
Osmanlı Padişahları Resmi 5
Osmanlı Sadrazamları ve Diğer Üst Düzey
Yöneticilere Ait Resimler
20 6
Saray Kadınlarına Ait Resimler 1
Kıyafetler 2
391
Asker ve Askerlere Ait Araç - Gereç Resimleri 5 11
İslam Dünyası Liderlerine Ait Resimler 1
Batı'ya ait Saray, Kongere Binaları ve bBenzeri
Resimler
5 2
Batılı Ünlü İsimlere Ait Resimler 5 1
İcatlara Ait Resimler 1
Deniz Taşıtları 1
Kongre Resimleri 2 3
Tuğralar 1
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kurucularına Ait
Resimler
3 2
Kabül Resimler 4
Şehir ve Şehir Hayatına Ait Resimler 1 8
TBMM Binası 1
TOPLAM 106 125
Tabloda gördüğünüz gibi 1923-1930 Lise-III sınıflarda okutulan kitaplarda en fazla
görsel materyal Ahmet Hamit, Mustafa Muhsin’e ait “Türkiye Tarihi” kitabında
kullanılmıştır. Kitapta görsel materyal olarak 125 adet farklı içerikte resme yer verilmiştir.
Ali Reşat Bey’in kitabında ise farklı içerikte 106 resme yer verilmiştir. “Türkiye Tarih”
kitabında en fazla “Osmanlı Mimarisine Ait Camii Resimleri” (Camiinin İçi - Dışı, Camii
Avlusu,Minare, Minber ve Mihrapa ait Resimler) ne yer verilmiştir. Kitapta bu başlık
altında toplam 26 adet resim kullanılmıştır. Ali Reşat Bey’in kitabında ise en fazla;
“Osmanlı Sadrazamları ve Diğer Üst Düzey Yöneticilere Ait Resimler”e yer verilmiştir.
Dönem içerisinde kullanılan lise-III ‘lere ait tarih kitaplarında konuların çoğunluğu
Osmanlı Devletine ayrıldığı için kitaplarda kulanılan resimlerin çoğunluğu da Osmanlı
Devleti ile alakalı resimlerdir. Buna rağmen kitapta Batı tarihine ait resimlere de yer
verilmiştir. “Türkiye Tarihi” kitabında Avrupalılar ile ilgili en fazla Batılı liderlere ait
resimlere yer verilmiştir. Bu bölümde, “Türkiye Tarihi” kitabında 23 adet resim
kulanılmıştır. Ali Reşat Bey’in kitabında ise Batılı liderlere ait 19 resim kullanılmıştır.
392
Kitaplarda Batılı lider resimlerine çokça yer verilemsine rağmen Türk liderlere özellikle de
Osmanlı padişahlarıyla ilgili yok denilecek kadar az miktarda resme yer verilmiştir
“Türkiye Tarihi” kitabında ikisi Fatih Sultan Mehmet’e, ikisi Kanuni Sültan Süleyman’a ve
biride Üçüncü Ahmet’e ait olmak üzere 5 adet Osmanlı Padişahlarına ait resim
kulanılmıştır. “Türkiye Tarihi” kitabında Osmanlı Padişahlarına ait 5 adet resim
kullanılmasına rağmen Ali Reşat Bey’in kitabında yazarın kendisine ait “Umumi Tarih-II”
kitabında olduğu gibi hiçbir Osmanlı Padişahını resmine yer verilmemiştir. Fakat Ali Reşat
Bey’in kitabında Osmanlı Devleti üst düzey yöneticilerine ait 20 adet resim kulanılmıştır.
1923-1930 döneminde liselerde okutulan tarih ders kitaplarında Batılı liderlere ait resimlere
çokça yer verilmesine rağmen Müslüman liderlere ve Osmanlı padişahlarıyla ilgili yok
denilecek kadar az resme yer verilmesi, Osmanlı Devleti’nin “Ümmetçi- hanedancı” tarih
anlatışına bir tepki olarak değerlendirilebilir. Bu durumun bir sebebi olarakda müslüman
ülkelerde canlı resmine yüklenen İslami anlayışta etkili olabilir. Dönem ders kitaplarında
yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili olarak ise “Türkiye Tarihi” kitabında 14 resime
yer verilirken, Ali Reşat Bey’in kitabında Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili 5 resime yer
verilmiştir. Ali Reşat Bey kitabında Yeni Devletin kurucuları Atatürk, İsmet İnönü ve
Fevzi Çakmak’ın resmine yer verirken Türkiye Tarih’i kitabında ise Atatürk ve İsmet
İnönü resimlerine yer verilmiştir. Ali Reşat Bey kitabında BMM ile ilgili bir resim
kullanırken “Türkiye Tarihi” kitabında BMM ile ilgili herhangi bir resme yer
verilmemiştir. Genel olarak kitaplarda yer alan resimlerin çoğunluğu kültür ve sanat
eserlerine aittir. Her iki ders kitabında resimler görsel materyal olarak yer almasına
rağmen öğrencinin bu materyaller üzerinde çalışmasını sağlayacak sorular ve yönergeler
yoktur. Fakat ders kitaplarında resimlerin ve fotoğrafların altına açıklamalar konularak
öğrenciye yardımcı olunmaya çalışılmıştır, diğer dönem ders kitaplarında çok az sayıda
resmin altında açıklama görebiliyoruz. Ders kitaplarında resimlerin konusu içerik olarak
çok farklı olmasa da önemli ufak tefek farklılıklar vardır.
1923–1930 dönemi kitaplarında yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi resimlerin
çoğunluğunda hükümdar resimleri, kraliçe resmi, ünlü şahıslara ait resimler, saray, kale,
medrese, çeşme, imaret, kilise, cami, türbe, mezar, duvar süslemeleri, mozaikler yer almakta
sosyal gündelik hayata ait tarihi vesikalar sayılamayacak kadar azdır.
393
Tablo 4.25. 1923–1930 Dönemi Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih-III Ders Kitabında
Konular Göre Kullanılan Haritaların Dağılımı
ÜNİTELER
Kullanılan
Haritalar
Ali Reşat Bey
XVI. Asır Avrupaya ve Yakın Şarka Umumi Bir
Nazar
1
XVII. Asırda Osmanlı Devleti
XVII. Asırda Avrupa
Osmanlı Türk Medeniyeti
XVIII. Asırda Avrupa 1
XIX. Asırda Osmanlı Devleti ve Avrupa 1
XIX. Asırda Avrupa 1
Osmanlı İmparatorluğu
XIX. Asır Sonlarında Avrupa 1
Tanzimattan Sonra Osmanlı İmparatorluğu 2
XIX. Asırın Son Sülüsünde Avrupa ve Amerika 7
Meşrutiyet Devri 3
Yeni Türkiyenin Teessüsü
TOPLAM 17
1923 -1930 yılında lise-III. Sınıflarda kulanılan kitaplardan olan 766 sayfalık
“Türkiye Tarihi” kitabında hiçbir harita kullanılmamıştır. lise-III’lerde okutulan diğer kitap
olan Ali Reşat Bey’in “Umumi Tarih-III” kitabında ise 17 harita kullanılmıştır. Ali Reşat
Bey’in kitabının çoğunluğunu Osmanlı Devleti oluşturmasına rağmen Ali Reşat Bey en
fazla haritayı , “XIX Asrın Son Sülüsünde Avrupa ve Amerika” bölümünde kullanmıştır.
Ali Reşat Bey bu bölümde toplam 7 adet resim kullanılmıştır. Kitapta kullanılan 17
haritanın 11’i Batı Tarihi’ne ait haritalardır. Kitabın büyük çoğunluğunu oluşturan Osmanlı
Tarihi ile ilgili kullanılan haritaların toplamı ise yalnızca 6 adettir. Osmanlı tarihi içinde en
394
fazla haritanın kullanıldığı bölüm ; “Meşrutiyet Devri” bölümüdür. Bu bölümde Ali Reşat
Bey 3 harita kulanmıştır. Ali Reşat Bey’in yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile
ilgili hiçbir harita kullanmaması dönemin sınır anlaşmazlıkları da düşünüldüğünde oldukça
dikkat çekicidir. Ali Reşat Bey’in kitaplarının genelinde Batı Tarihi’ne yönelik görsel
materyale daha fazla yer vermesi bu kitaplar üzerine yapılan “batıdaki örneklerinin
tercümesidir” eleştirisini güçlendirmektedir.
1923–1930 döneminde kullanılan haritalardan hiçbirisinde coğrafi kordinatlar
gösterilmemiştir. Haritaların çoğunluğu lejantsız ve ölçeksizdir. Bazı haritalarda verilen
ölçeklerin ise rakamsal değerleri okunmamaktadır.
395
V. SONUÇ VE ÖNERİLER
5.1. SONUÇ
Bu çalışma kapsamında, 1923–1930 yılları arasında liselerde okutulan“tarih ders kitapları” ve
dönemin “tarihçililik anlayışı” incelenmiştir. Bu dönem, Atatürk’ün Türk Tarih araştırmalarına
ağırlık verdiği, Türk Tarih Tezi’ni ortaya attığı dönemdir. Bu dönem tarih anlayışının temelini
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’ne ilişkin görüşleri oluşturmuş olup, dönemin tarihi üzerinde ise;
idealizm, realizm ve pozitivizm gibi Batı tarih akımları etkili olduğu görülmüştür. Bu dönem
tarihçiliğinde maddi belgeler, edebi ve estetik değerlendirmelere göre her zaman daha güçlü ve
etkili olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında liselerde Osmanlı Devleti’nden kalan tarih kitapları okutulmuş,
kısmen tarih ders kitaplarının içeriklerinde bir dizi değişiklikler yapılmıştır. Dolayısıyla geçmişten
gelen alışkanlıklar ve bakış açısı tamamen terk edilmediği gibi 1930’lara kadar arzulanan
“milliyetçi” bir söyleme dair argümanda ders kitaplarında tam olarak gerçekleştirilememiştir. Fakat
1923–1930 döneminde tarih ders kitaplarında istenilen başarı elde edilememesine rağmen dönemin
tarih anlayışında ve müfredat programlarında “milli bir tarih”in oluşturulması adına önemli adımlar
atıldığıda bir gerçektir.
1923 – 1930 dönemi ve sonrasında, millileştirme sürecinde takip edilen milli eğitim
politikası temelde bir kimlik arayışı biçiminde tezahür etmesine rağmen, tarih eğitimi
genellikle kuramsız bir temel üzerine inşa edilmiştir. Tarih eğitiminde; düşünsel yaklaşım,
sistematik ve analizci bakış, kuramsal bütünlük ile güç bulan uygulamaları gerçekleştirecek
bir anlayış ve yaklaşım güçlü bir tarih iradesi ortaya konulmamıştır. Tarihe ait sorunlar
irdelenirken tarihin kendisinden, toplumun sosyo- ekonomik ve kültürel yapısından,
ekonomik- siyasal bütünlüğün, giderek bireyin bütünlüğünün sağlanamamış olmasından
kaynaklanan ve tarihsel determinzme dayanan nedenler ile izah edilemeye çalışılmıştır.
Bütün bu nedenlerin merkezinde devlet ve siyasal iktidarın gücü olduğu düşünülebilir. Zira
sürekli değişen, yeniden düzenlenerek kurulmaya çalışılan bir eğitim modeli dönem itibarı
ile hem kuramsal hem de uygulama alanında yapay, seçmeci, öykünmeci bir nitelik
taşıması beklenir bur durumdur. Dolayısıyla Cumhuriyet ile başlayan yeni düzende, ideal
396
bir toplum için, düzenlenmiş ve planlanmış bir eğitim anlayışı öncelik kazanmıştır. Milli
kültür kaynaklarının belirlenmesinde Ziya Gökalp’ın düşünceleri etkil olmuştur. “Milli
Kültür” için, Asya’daki ilk kültür köklerine yönelinmiş, dil ve tarih tezlerine dayalı yeni bir
kimlik anlayışı ortaya konulmuş, eğitime tarih ve dil alanında yapılan düzenlemeler için
taşıyıcı bir misyon görevi verilmiştir.
Geleceğe yönelik girişimler için yararlanılacak kimi veriler tarihten çıkartılır. Bütün
bunların dışında yönetimi, ideolojiyi benimsetmek ve sürekli kılmak görevinden dolayı,
tarih çoğu zaman bir devlet için, sürekliliği ya da değişme ve gelişmeleri belirlemede
başvurulan ana kaynak olmuştur. Devletlerin kurdukları ve sürdürmek istedikleri yönetim
ve o yönetim ideolojisini benimsetmek ve sürekli kılmak için oluşturdukları bu kaynak
“resmi tarih”tir. Tarih dersleri için yazılan ya da yazdırılan kitaplarda, yetiştirilemek
istenen kuşaklara kendi toplumsal geçmişini tanıtırken biraz da özgüven aşılama kaygısıyla
didaktik bir anlatımın seçilmesi, benimsenen yönetim yapısı veya ideoloji tartışma konusu
yapacak yanlışların gizlenmesi, hep iyiliklerin, üstünlüklerin sergilenmesi resmi tarih
olarak tarif edilebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki siyasi öncüler; tarih anlayışını, siyasi
hükümet programlarını ve bu programlara göre eğitim ve kültür alanındaki uygulamaları
kendi resmi tarih anlayışına göre biçimlendirme uğraşı içinde olmuşlardır
Kurtuluş Savaşı ve yeni devletin kuruluşu ile ilgili konular, 1924’de orta öğretim
tarih programlarına alınmıştır. Yeniden düzenlenen müfredatlar; Bağımsızlık Savaşı, Lozan
Barış Antlaşması, Cumhuriyet’in ilanı ve Saltanatın ve Halifeliğin Kaldırılması gibi köklü
bir değişiklik, 1928 sonlarında yapılabilmiştir. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’in
“Türkiye Tarihi” bu yönelişin ilk örneğini oluşturmuştur. Bu kitabın girişinde Ahmet
Hamit &Mustafa Muhsin tarihi olayları açıklamak için dikkati “şahsi amillere”
dayandırmanın yanlış olduğunu ve bunu yapmaktan özellikle kaçındıklarını belirtmişlerdir.
Bu bakımdan Osmanlı vakanüvislerini eleştirerek, kendilerinin , “fikir üzerinde
yönlendirici” olabilmek amacıyla, esas tarihi olgulara ve bu olguların sebep - sonuç
ilişkilerine ağırlık vereceklerini; ifade etmişlerdir. Tarihi, padişahların başarı ve
yenilgilerine dayandırmanın hiç de bilimsel olmadığını vurgulamışlardır. İmparatorluğun
zafer dolu dönemiyle başlayarak çeşitli dönemlerini incelemekte ve bunu yaparken
Avrupa’nın yorumlarından ve tarihe yaklaşımlarından yararlanılmaktadır. Her bölüm
397
dönemin Avrupa ve Asya tarihlerinin kısa ve özlü sunuşuyla desteklenmiş, padişahın iç
politikası ve diplomatik siyasaları buna eklemlenmiştir. Biyografik notlar genellikle
Anadolu’da isyan hareketlerine öncülük eden isimlere ayrılmış kullanılan resimlerde bir iki
Osmanlı padişahı dışında hiçbir Osmanlı padişahının resmine yer verilmemiştir. Kullanılan
dipnotlar ise alıntı ve konuyu açıklayıcı tarzdadır. Yazarlar ayrıca aşiret özelliklerine sahip
olan bazı toplulukların Osmanlı İmparatorluğunu kurduklarını vurgulamışlardır. Bu son
bölümün giriş kısmında 19. yüzyıl reform hareketlerine dikkat çekerek, “homojen bir
toplum yaratarak çağdaş devleti kurmak” olarak tanımladıkları Batılılaşmanın gerekliliğini
belirtmişlerdir.
Cumhuriyet’in ilk yılarında okullarda tarih ders kitabı olarak; Osmanlı Devleti’nin
son döneminde okullara okutulan kitaplardır. Bu kitaplar, özellikle Ali Reşat Bey ve Ahmet
Refik’in Fransız tarihçilerden Cahun’un, Malet, İsaac, Langlois ve Seignobos’un
kitaplarında küçük değişiklikler yaparak hazırladıkları kitaplardır. İmparatorluğun
Meşrutiyet Devri’nden itibaren, umumi tarih, Avrupa tarihçilerince kabul edilen çerçeve
içinde tamamen girip yerleşmiştir. Ali Reşat Bey’in “Umumi Tarihi de aynen Fransa’nın
laik lise kitaplarında olduğu gibi, “Mukaddes tarih” yoktur. Ali Reşat İbranilere diğer
kavimlere baktığı gibi bakmıştır. Tarihten evvelki devirlere pek kısa bilgi verildikten sonra
Nil, Dicle ve Fırat nehirleri havzalarında kurulan ilk medeniyetlere geçiş yapmıştır. Ali
Reşat Bey’in kitabında mevcut bilgilerimizle izah etmekte zorlanılacak haberler, müspet bir
vesikaya istinat etmeyen masallar, uydurmalar, tarihten tamamen hariç bırakılmıştır. Bu
kitapta Ahdiatik’in Hilkat, Tufan, İbrahim, Yakup ve evlatlarına ait efsane kısımlarından
bahsedilmemiştir. Diğer milletlerin de örneğin Yunanlıların kaynaklarına ve en eski
tarihlerine dair uydurdukları masallar efsane olduğu söylenerek aktarılmıştır. Ali Reşat gibi
diğer bir Umumi Tarih kitabı yazarı Ahmet Refik ‘in kitabı da Ali Reşat Bey’in kitabı ile
aynı içeriğe sahiptir. Ali Reşat Bey’in kitabı ile sıralanan yorumların aynılarına Ahmet
Refik’in kitabında da rastlanılmıştır.
Ali Reşat ve Ahmet Refik Fransız tarih kitaplarını taklit ve takip etmeleri 1923–1930
döneminde Fransa’nın dünyaya bakışının okullarda okutulmasına neden olmuştur. Böylece
Cumhuriyet’in kurucularının; devletin özvarlığını oluşturan temel düşünceleri, felsefe ve
anlayışıyla ilgili genç nesillere vermek ve anlatmak istedikleri istenmeden de olsa
398
engellenmiştir. Aslında istenmeden olan bu engel çok kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’in
“Türk Tarih Tez”ini bir an önece hazılamasına tarih eğitimini yeniden düzenlemesinede
vesile olmuştur. Çünkü bu kitapların farkına varan Mustafa Kemal siyasi rejimini ve milli
kimliği idare edecek yeni nesillerin yeterli fikir ve bilgiyle donatılması için eğitime
özellikle de tarih eğitimine büyük önem vermiştir.
1923–1930 döneminde Atatürk’ün tarih eğitimine önem vermesinin sebeplerinden
birisi de, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nin yerine farklı bir
dünya görüşüne sahip olarak kurulmuş olmasıdır. Tarih eğitimi, Osmanlı Devleti’nin yıkılış
sebeplerini ortaya koymak, yeni devlet ideolojisinin haklılığını ve yapısını topluma
anlatmak açısından da en önemli vasıtalardan biri olarak görülmüştür. Bu yüzden
Cumhuriyet’in emanet edileceği gençliğe Yeni Türk Devleti’nin dünya görüşünün
aktarılması için devralınan Osmanlı mirasıyla fikri yönden hesaplaşmanın bir yeri de tarih
ders kitapları olmuştur. Türk gençliğine, yeni bir gelecek inşası için Türk kültür
unsurlarının aktarılması, Türk ve dünya tarihine yeni bir bakış açısı kazandırılmasında ilk
akla gelen aracı tarihin pedagojik yönü olmuştur. Devletin üst kademelerinde bulunanların
dahi tarih yazıcılığı ile meşgul olmaları, Cumhuriyet’in dünya görüşüne uygun ideal bir
insan yetiştirilmesine tarih eğitiminin ne derece önem verildiğinin bir göstergesidir.
Tarih eğitimi okullar için olduğu kadar vatandaşlık eğitimi için de çok önemlidir. O
yüzden Cumhuriyetçi kadrolar bir yandan Cumhuriyet’in dünya görüşünün anlatılması ve
benimsetilmesi amacına yönelik okul programları hazırlayıp ders kitapları yenilenirken,
diğer yandan çok yönlü yayınlarla vatandaşın bilgilendirilmesine çalışmışlardır.
1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında tarih aktarımı, genel olarak öyküleyici bir
dile ve ansiklopedik bilgi olarak verilmiştir. Belli tarihler ve sayılar “nesnellik” olarak
gösterilmeye çalışılmıştır. Ezberci bir anlayışı hakimdir. Kitaplarda ki tarih eğitimi
açısından eksik noktalrdan birisi de öğrencinin düşünsel melekelerini harekete geçirecek
olayları farklı boyutları ile algılayacak ve sorgulayacak “anlama” yönelik aktarımlarının
olmamasıdır. Ki bu durum, tarih eğitiminden siyasi beklenti içinde olan siyasi iktidarların
çıkarları arasında da bir çelişki oluşturur. Çünkü siyasal iktidar belli bir hedef
doğrultusunda, “yönlendirme” temelinde eğitim verme amacı gütmekte; bu amacı
399
sağlamaya yönelik yöntem ve ders araçları belirlenmektedir, ancak, eğitimi alan bunları
anlamakta güçlük çekmektedir. Bu durum tarih eğitiminin amaç olarak değil de araç olarak
kavranmasına neden olacağı için siyasal ideoloji adına da çelişki oluşturumaktadır. Tarihi
araçsallaştırmak yüzeyselliği de beraberinde getirdiği için “anlama” ve bilinçli olma
temelinde anlamını yitirir. Böyle olunca da öğrenciler ve tarihsel ülkü için yetiştirlmesi
düşünülenler için tarih dersleri anlamsız, sıkıcı, yükleyici, öğrenilmesi güç hale gelir.
1923–1930 dönemi kitaplarında öğretimde kolaylık sağlamak amacıyla konular
sınıflandırılırken genellikle zamansal sınıflandırmanın yapıldığı görülmüştür. Konular İlk
Çağ, Orta Çağ, Yakın Çağ ve XVI. Yüzyıl XVII. Yüzyıl şekilde sınıflandırılmıştır.
Konular, Osmanlı vakanüvislerinin yaptıklarına benzer bir şekilde; kral hükümdar, padişah
veya soylular gibi sınıfsal üstünlüğe dayalı toplumsal yapının en üstündekilere ayrılmıştır.
Türkiye Tarihi kitabı yazarları “ biz öyle yazmayacağız” demelerine rağmen onlarda aynı
tarih anlayışını tekrarlamışlardır. Kitaplarda bölümlenme sorunu açısından karşılaşılan
başka bir yön, Osmanlı tarihi için varsayılan “İtila, Tevaffuk, Ricat ve İstibdat”
süreçleridir. Dış ilişkilerdeki siyasi ilişkiler neticesi kaybetme ve kazanma ölçütlerinden
yola çıkılarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda, İstanbul’un fethinden Sokullu Mehmet
Paşa’nın ölümüne kadar geçen zaman içinde yükselme devri yaşanmıştır. Bu devir,
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümüyle sona ermiştir. İmparatorluk bir Duraklama
Devri’ne girmiştir diyen dönemin tarih ders kitabı yazarı tarihçiler Osmanlı Devleti’ni
Sokullu’nun ölümünden sonra gelişmeye kapayarak olayları kişilerin varlığına bağlayarak
tarihin devam eden bir süreç olduğu gerçeğini görmezden gelmişlerdir.
Kitaplarda, yer yer kişi ve toplumlar için olumsuz ifadelerin kullanıldığı, kadınlara
yönelik yaklaşım konusunda tam bir erkek egemenliğinin olduğu görülür. Kitaplarda
kadınlara çok az yer verilmesine rağmen, özellikle “Türkiye Tarihi” kitabında Osmanlı
Devleti’nin Duraklama Dönemi’nden sonra karşılaştığı her olumsuz durumun arkasında
kadın parmağı aranır. Siyasal huzursuzluğun ve toplumsal dejenerasyonun sorumluları hep
saray kadınları görülür. Yazarlar adeta, siyasi yönetim erkeğin hakkıdır, kadın kullanmaz,
kullanır ise kaos olur, huzursuzluk olur, toplum felakete uğrar demek istenmişlerdir.
400
1923-1930 dönemi ders kitaplarında sosyal tarih konuları içerisinde din, aile, hukuk,
oyunlar, mimari, felsefe, edebiyat ve güzel sanatlara yer verilmiştir.
Kitaplarda İlk Çağ medeniyetleri işlenirken merkeze Anadolu alınmıştır. Anadolu ile
ticari ve/veya siyasi tarihi olan medeniyetler incelenirken Çin ve Hint medeniyeti gibi
güçlü İlk Çağ medeniyetlerine yer verilmemiştir. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri
dışında o kitaptaki hiçbir devlet ve kültür hakkında bilgi verilmeyerek Amerika ve Afrika
kıt’asının büyük bir bölümü yok sayılmıştır.
Kitapların eğitim açısından en uygun özellikleri ise “yakın tarih”in kitaplarda
işlenmesi ile görsel zenginlik oluşturacak harita ve resimlere yer verilmesidir. Yine Ahmet
Hamid, Mustafa Muhsin’in Hammer ve Naima gibi tarihçilerden alıntılar yapmaları ve
bunu kitaplarının dipnotlarında belirtmeleri de önemli görülebilir. Yalnız kitaplarda
kullanılan harita ve resimler ile ilgili açıklayıcı bilgiler yetersiz kalmıştır.
Kitaplarda, Anadolu’daki bazı yer adları verilirken o yere ait özellikle Yunan
medeniyetine ait isimler Türkçe isimleri ile birlikte verilmiştir. Yer adları ile ilgili en dikkat
çekici nokta ise Ali Reşat Bey ve Ahmet Refik’in “Umumi Tarih”-I kitaplarında İstanbul
yerine Kostantinapolis ismini kullanmalarıdır. Diğer bir dikkat çekici nokta ise Ege Denizi
yerine “Adalar Denizi” isminin kullanılmasıdır. Yabancı isimler aktarılırken ise, Türkçe
okunuşlarının devamında parantez içinde orijinal yazılımı da verilmiştir.
1923–1930 dönemi tarih ders kitaplarında çoğu kez Osmanlılar yerine “Türkler”
kelimesi kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda bir imparatorluğa dönüşmesinin
nedenleri olarak Türklere ait üstün kişisel vasıflar gösterilmiştir. Bu dönemde yapılan
bütün başarılı savaşlar ya da mücadeleler Türklüğe mal edilerek ve “Türk” sıfatı
kullanılarak Türkler yüceltilmiştir. Osmanlı adı kullanılarak pek olumlu ve övgü dolu
ifadeler kullanılmamıştır.
Tarih öğretiminin milli bir doğrultuda yürümesi tabiidir. Ama bu yol, tarihi hakikati
feda veya değişik biçimlere sokma yollarına asla saptırılmamalıdır. Hakikat olanca
mahiyeti ile ortaya konmalı; milli tarih açısından değerlendirilmesi, işte bu hakikat
401
üzerinde gelişmelidir. Tarih eğitimi ve öğretimi; öğrenciye geçmişi ve bugünü anlamasına
yardımcı olması gerekir. Onda, bütün insan etkinliklerine karşı bir duygudaşlık
uyandırarak, böylelikle yetişmesinin ufuklarını da genişletebilmelidir.
5.2. ÖNERİLER
Toplumların kimliğini oluşturan ve onların varoluşunu veya kendisini sağlayan
değerler, toplumlararası her türden ilişkiye yön verici olarak toplumun ve kültürün
devamlılığını sağlayan öğeleridir. Bu tür otantik değerler, tarihin temelinde yer aldığı gibi
kültürün de koruyucusu olmuşlardır. Dolayısdıyla tarihi gelişmeleri ve toplumsal
dönüşümleri belirli pratik sosyal amaçlar için bireylere aktarmak adına birtakım eğitim
programları ve ders kitapları hazırlanmıştır. Hazırlanan eğitim politikaları ve ders kitaplarını
uygulamak adına, okullar belli amaçlar doğrultusunda planlı programlı olarak eğitimöğretimin
yapıldığı merkezler olmuşlardır.
Öğrencinin yetişmesi için hazırlanan ders kitapları genellikle devletçe baskılarının
yapılmasına ve ülke de en çok okunan kitaplar arasında yer almasına neden olmaktadır.
Bunun bir nedeninin de yalnızca yazarların düşüncelerini değil üzerinde uzlaşma sağlanmış
bir görüş açısını da yansıtıyor olmasıdır. Tarihe geleceğin toplumunu hazırlamada bir görev
yüklendiği taktirde, tarihin geçmişten toplanan verilerle geleceği şekillendirmede ilgiliye
dersler veren ve bilimsel açıdan genellemeler ve teoriler üreten bir disiplin veya ders
programı olarak algılanacağı düşünülebilir.
Genellikle devlet içinde yaşayan ve öğrenim durumundaki gençlere yönelik olarak
hazırlanan bu kitaplar ‘ülkelerin tarihsel düşünce deneyi, ders kitapları üstüne kurulmuştur’
tezinden hareketle, ders kitapları yalnızca yaşayan tarihçilerin düşüncelerini değil, geçmişte
bir zamanda yaşamış tarihçilerin de, ders kitabını oluşturan ham gerçeklerini ilkesel olarak
içerebilir. Yine tarih geçmişteki insan davranışını açıklamada entelektüel bir etkinlik olarak
görüldüğünde, bireyin bilişsel ve bir dereceye kadar duyuşsal gelişimine katkıda bulunan bir
disiplin ya da ders programı olarak sayılabilir.
402
Okullardaki tarih eğitiminin etkisi; yavaş ama derinden işler. Öğrenci öğrenir ve
zaman zaman ezberler. Bireyin yaşamında önem taşıyan bu düşünceler tüm bir kuşağın ortak
bağını oluşturur. Sorgulanmadan üzerinde bir uzlaşma oluşturur. Bu arada ötekiler
kavramıyla dostlarını, düşmanlarını, komşularını zihinde belleyerek kendine bir kimlik
oluşturur. “Ötekinin sunuluşu hem dünyaya, hem de kendine, kendi geçmişine ilişkiler ağına
bakıştır. Dünyada her devlet diyebiliriz ki, kendi çıkar ilişkisine göre, Orwel’in ifade ettiği
gibi “bugünün denetimini” elinde bulundurmak ve “geleceği kontrol etmek” için bir tarih
disiplini oluşturmaktadır (Jenkins,1997: 30–31). Burada dikkat çekici nokta, vatan sevgisiyle
birlikte olayların tarafsız bir şekilde verilmesinin çelişen iki nokta olarak bir arada
bulunmasına dikkat edilmesidir.
“1923-1930 Dönemi Orta Öğretim Tarih Ders kitaplarında Tarihçilik Anlayışı” başlıklı
bu araştırma, söz konusu dönemdeki paradigmalar, tarihçilik anlayışı ve tarih ders kitapları
arasındaki etkileşimleri ve bunların mahiyetini tespit etmek üzere yola çıkmıştır.
Dolayısıyla, bu bağlamda, var olan durumu ortaya koyabilmek için eldeki veriler
doğrultusunda yorumlar yapılmış ve bu verilerin elverdiği oranda çeşitli görüşler ortaya
atılmıştır. Ancak bir araştırma sonucunda kesin yargılara ve genellemelere ulaşma iddiası,
sosyal bilimlerin yorumsal doğasına uygun düşmeyen bir yaklaşımdır. Bu noktadan
hareketle, araştırmada, mümkün olduğu kadar yargı cümleleri kurmaktan kaçınılmış, öne
sürülen savlar eldeki bilginin yorumlanması neticesinde ulaşılabilecek sonuçlar olarak
sunulmaya özen gösterilmiştir.
Araştırmanın amacı, var olan durumu ortaya koyma ve kendi yorumlamaları
neticesinde ulaştığı sonuçları ve değerlendirmeleri sunmakla sınırlıdır. Bu anlayışla, ele
alınan konu, tarihin doğası, tarih bilimi ve pedagojik perspektiflerden bakılarak analiz
edilmiş; bu kapsamda olumlu ve olumsuz olarak nitelendirilebilecek özellikler birlikte ele
alınmaya çalışılmıştır. Günümüz penceresinden bakıldığında olumsuz olarak
değerlendirilebilecek kimi özellikler, dönemin şartları düşünülerek yorumlanmaya gayret
edilmiştir. Bununla birlikte eleştirilere de yer verilmiştir. Bu araştırma, nitel yöntemleri
kullanarak çalışacak sonraki araştırmacılara böylesi bir anlayışla konuya yaklaşmalarını
403
önermenin yanı sıra, araştırma neticesinde ulaşılan bulgu ve yorumların yapılacak
araştırmalar için bir bakış açısı sağlayacağı inancını da taşımaktadır.
404
KAYNAKÇA
Ağaoğlu, A. (1972). Üç Ahmet Medeniyet. İstanbul.
Akbayrak, H. (1987). “Tarih-i Osmanî Encümeni’nin Osmanlı Tarihi Yazma
Serüveni”, Tarih ve Toplum,Cilt:VII: 42.Haziran. İstanbul. 41– 48.
Akbulut, D. , A. (b.d). Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nin Araştırma Metodu
Hakkında Bazı Mülahazalar” Milli Kültür Dergisi: 81, 41.
Aksoy, M. (2000). Sosyal Bilimler ve Sosyoloji. İstanbul: Alfa Basın
Yayın Dağıtım.
Aksoy, M. (2004). “Türklerde Sosyal Yapı”. Türk Tarihi ve Kültürü.
Ankara: PegemA.
Akşin, S. (2005). “Siyasal Tarih (1789 – 1908)” Zirveden Çöküşe
Osmanlı Tarihi. Cilt -II (1600 – 1908). İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Akşin, S. (2005). “Siyasal Tarih” Yakınçağ Türkiye Tarihi (1908 –
2980). İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Aktın, K. (2005). “1930 – 1950 Dönemi Orta Öğretim Tarih Ders
Kitaplarında Tarihçilik Anlayışı” Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Enstitüsü: İstanbul
Akyüz, Y. (2001). Türk Eğitim Tarihi. İstanbul: Alfa Basım Yayın
Dağıtım.
Akyüz, Y. (2004). “Türklerde Eğitim”. Türk Tarihi ve Kültürü. Ankara:
PegemA.
Arık, Ö. (1937). “Proto-Etilere Dair”. II. Türk Tarih Kongresi. Maarif
Vekaleti Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Tarafından Tertip Edilmiştir: Ankara.
Arıkan, Z. (1985). “Tanzimattan Cumhuriyete Tarihçilik”. Tanzimattan
Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. Cilt:6, İstanbul: İletişim Yayınları.
405
Artuk, İ. (1980). “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gazi’ye ait sikke”,
Türkiye’nin Sosyal ve ekonomik tarihi (1071 – 1920). Ankara.
Aslantürk, Z., Amman, T. (1999). Sosyoloji – Kavramlar Kurumlar
Süreçler Tepkiler. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları Nu: 166.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. (1959). Cilt. II. Türk İnkılâp Enstitüsü,
Ankara.
Atatürkçülük. (1984). Millî Eğitim Basımevi, Ankara.
Atıl, E. (1999). “Osmanlı Sanatı ve Mimarisi”. Osmanlı Medeniyeti
Tarihi. Cilt-II. İstanbul: Zaman Gazetesi Yayını.
Aydın, İ. (2001). Osmanlıdan Günümüze Tarih Ders Kitapları. Ankara:
Eğitim Sen Yayınları.
Ayhan, H. (2004). “Türklerde Din.”. Türk Tarihi ve Kültürü. Ankara:
PegemA.
Aytaç, K. (1998). Avrupa Eğitim Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Balcı, A. (2001). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve
İlkeler. Ankara: Pegem A Yayıncılık.
Bauman, Z. (2002). “Bir Postmodern Sosyoloji Var mıdır?” Retorik
Hermeneutik ve Sosyal Bilimler. (Der ve Ter. Hüsamettin Arslan). İstanbul:
Paradigma.
Baymur, F. (1945). Tarih Öğretimi. Ankara: Devlet Basımevi.
Behar, B., E. (1992) İktidar ve Tarih. İstanbul: Afa Yayınları.
Berktay, H. (1983). Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü. İstanbul:
Kaynak Yayınları.
Berktay, H.(1983). “Tarih Çalışmaları”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Bernheim, E. (1936). Tarih İlmine Giriş. (Çev. Şükrü Akaya). İstanbul:
Devlet Basımevi.
Bıçak, A (1999). Tarih Bilimi. İstanbul: Çantay Kitabevi.
406
Bıçak, A (2004). Tarih Düşüncesi- III Tarih Felsefesinin Oluşumu.
İstanbul: Dergah Yayınları.
Bıçak, A. (2004). Tarih Düşüncesi-I Tarih Düşüncesinin Oluşumu.
İstanbul: Dergah Yayınları.
Bıçak, A. (2004). Tarih Düşüncesi- II Felsefe ve Tarih. İstanbul: Dergah
Yayınları.
Binbaşıoğlu, C. (1993). Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri, Tarihsel bir
Çerçeve. İzmir.
Bolay, S., H. (1997). Felsefi Doktrinler Sözlüğü. Ankara: Akçağ Yayınları.
Bolay, S., H. (1997). Türk Eğitim Sistemi. Ankara
Boratav, A. (1985). Tarih ve Tarihçi, Annales Okulu İzinde. İstanbul:
Alan Yayıncılık Yayını.
Braudel, F. (1996). Uygarlığın Grameri. (Çev. M. Ali Kılıçbay).
Ankara: İmge Yayınları.
Burke, T. (2000). Tarih ve Toplumsal Kuram. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları.
Büyükkaragöz, S. (1997). Program Geliştirme “Kaynak Metinler”. Konya:
Kuzucular Ofset.
Carr E., H. (1996). Tarih Nedir, (Çev: M. G. Göktürk). İstanbul: İletişim
Yayınları.
Carr, E., H., Fontana, J. (1992). Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık.
(Çev. Özer Ozankaya). Ankara:
Cassirer, E. (1979). “Tarih”. MEB. Düşün-Bilim- Eğitim- Dergisi (Çev.
Füsun Altıok): 1, 72-79.
Cicioğlu, H. (1982). Türkiye Cumhuriyetinde İlk ve Ortaöğretim
(Tarihi Gelişimi). Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Cin, H. “Tarih ve Hukuk”. Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin
Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat Üniversitesi Yayınları.
407
Collingwood, R., G. (1979). “Tarih Nedir” (Çev. Akşit Göktürk) MEB
Düşün-Bilim-Eğitim-Sanat Dergisi 1, 106-109
Collingwood, R., G. (1996). Tarih Tasarımı, (Çev. K. Dinçer). Ankara:
Gündoğan Yayınları.
Collingwood, R., G. (2001). Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler. (Çev.
Erol Özvar). İstanbul : Ayışığı Kitapları.
Copeaux, E. (1998). Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine. (Çev:
Ali Berktay). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları 59.
Copeaux, E. (2000). “Türkiye’de 1931–1993 Arasında Tarih Ders
Kitapları”. Tarih Eğitimine Eleştirel Yaklaşımlar. İstanbul: Türkiye Ekonomik
ve Toplumsal Tarih Vakfı.
Çapa, M. (2004). “Türkiye’de 1930 Öncesi Tarih Öğretimi”. Toplumsal
Tarih 129 (Eylül), 80 – 87.
Çaycı, A. (1995). “Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Atatürk İnkılapları
İçindeki Yeri ve Önemi”. Türkiye Cumhuriyetinin Laikleşmesinde 3 Mart 1924
Tarih Kanunların Önemi. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.
Demir, Ö. (2000). Bilim Felsefesi. Ankara: Vadi Yayınları.
Demir, Ö., Acar, M. (2002). Sosyal Bilimler Sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları.
Demircioğlu, H. (1972). Thukydides, Peloponnesoslularla Atinanıların
Savaşı 1. Kitap. Ankara: A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları.
Dilek, A. (2002) “Tanzimattan Cumhuriyete Eğitim ve Öğretim
Anlayışı”, Tarih ve Öğretimi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayın No:676,
MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayın No:9
Dilek, D. (2001). Tarih Derslerinde Öğrenme ve Düşünce Gelişimi.
Ankara: Pegem A Yayıncılık.
Dilek, D. (2003). “Tarihin Neliği Ve Öğretimi Konusunda Eleştirel Bir
Analiz”, (Yayınlanmak üzere kabul edildi).
Doğan, İ. (2004). “Türklerde Aile”. Türk Tarihi ve Kültürü. Ankara:
PegemA.
408
Duralı, T., Ş. (2000). Çağdaş Küresel Medeniyet. İstanbul: Dergah
Ergün, M. (1982). Atatürk Devri Türk Eğitimi. Ankara
Erkal, M. (2002). “Laiklik ve Hümanizm” Büyük Kurultay Gazetesi,
22.12.2002, İstanbul.
Erkal, M., E . (2002). Sosyoloji. İstanbul.
Feyzioğlu, T. (1992). “Atatürk ve Millî Eğitim”. Atatürkçü Düşünce. Ankara:
Türk Tarihi Kurumu Basımevi
Fığlalı, E., R. (1990). “Tarih ve Din”. Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat
Üniversitesi Yayınları.
Freund, . (1997). Beşeri Bilim Teorileri. (Çev. Bahaeddin Yediyıldız).
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Gedikli, F. (2004). “Türklerde Hukuk” Türk Tarihi ve Kültürü. Ankara :
PegemA Yayıncılık.
Geertz, C. (1990). “ ‘Yerli Gözüyle’: Antropolojik Anlamanın Doğası
Üstüne”
Genç, M. (1986). “Tarih Araştırmaları Oturumu ÜzerineYorum”.
Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi Sempozyumu Bildirileri.
Ankara.
Georgeon, F. (1999).Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri,Yusuf Akçura (1876-
1939). Ankara: Yurt Yayınları.
Gıddens, A. (2000). Sosyoloji. (Yay. Haz: Hüseyin Özel – Cemal Güzel).
Ankara: Ayraç Yayınevi.
Gıddens, A. (2002). “Hermeneutik ve Sosyal Teori”. Retorik
Hermeneutik ve Sosyal Bilimler. (Der ve Ter: Hüsamettin Arslan). İstanbul:
Paradigma
Giddens, A (2001) Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori,
İstanbul,Metis
409
Göyünç, N. (1977). “Tarihçiliğimizin Dünü ve Bugünü”. Felsefe Kurumu
Seminerleri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Gülensoy, T. (1990). “Tarih ve Dil”. Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat
Üniversitesi Yayınları.
Günaltay, Ş. (1939). “Atatürk’ün Tarihçiliği ve Fahri Profesörlüğü
Hakkında bir Hatıra” Belleten: 10.
Günay, Ü. (1998). Din Sosyolojisi. İstanbul: İnsan Yayınları.
Gürkan, T; Gökçe E. Türkiye’de ve Çeşitli Ülkelerde İlköğretim,
Siyasal Kitap Evi, Ankara: 1999.
H. Ali Koçer, H., A. (1983). “Atatürkçülük” Atatürkçü Düşünce Sistemi II.
Kitap. Ankara
Haldun, İ. (2004). Mukaddime. (Çev. Halil Kendir). İstanbul: Yeni Şafak.
Halkin, L. E. (1989). Tarih Tenkidinin Unsurları. (Çev. B. Yediyıldız).
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Hans ve Gadamer, G. (1990). “Tarih Bilinci Sorunu”. Toplum
Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım. (Çev: T. Parla). İstanbul: Hürriyet Vakfı
Yayınları.
Heyd, U. (1979). Türk Ulusçuluğunun Temelleri. Ankara: T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları /339.
Hıfzı Doğan, H. (1982). “Atatürk’ün İşlevsel Eğitim Anlayışı” Millî Eğitim
Eğitim Bilim ve Sanat Dergisi (Nisan-Mayıs-Haziran), Sayı: 57. İstanbul: M. Eğitim
Basımevi. 29–34.
Hizmetli, S. (1991). İslam Tarihçiliği Üzerine. Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı İlmi Eserler 57.
Hoca, S., R. (1995). “Tarih Felsefesi Bağlamında Türkiye’de Tarih Eğitimi
ve Uygulanan Politikalar”. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
İbn-i Batuta. (2005). Büyük Dünya Seyahatnamesi. İstanbul: Yeni
Şafak.
410
İggers, G. (2003). “20. Yüzyılda Tarihyazımı” Tarihin Kötüye
Kullanımı. İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
İggers, G. (2003). Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı. İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları 96.
İğdemir, U. (1973). Cumhuriyetin 50. Yılında T.T.K. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları.
İnan, Afet. (1939). “Atatürk ve Tarih Tezi”. Belleten: 10. Ankara.
Jaspers, K. (1986). Felsefe Nedir?. (Çev: İ. Zeki Eyupoğlu). İstanbul:
Say Yayınları
Jenkins, K. (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek. (Çev.Bahadır Sina
Şener). Ankara: Dost Kitapevi.
Kabapınar, Y. (1992) “Bir İdeolojik Mücadele Alanı Olarak Lise Tarih
Kitapları I”, Tarih ve Toplum Dergisi 17 (106), 228 - 232.
Kabapınar, Y. (1992) “Bir İdeolojik Mücadele Alanı Olarak Lise Tarih
Kitapları II”, Tarih ve Toplum Dergisi 17 (107), 284 - 287.
Kabapınar, Y. (1992) “Bir İdeolojik Mücadele Alanı Olarak Lise Tarih
Kitapları III”, Tarih ve Toplum Dergisi 17 (108), 359 - 364.
Kafesoğlu, İ., Donuk, A (1990). “Türk Tarihinin Taksimatı”. Fırat
Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu.
Elazığ: Fırat Üniversitesi Yayınları.
Kaplan, İ. (1999). Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi . İstanbul: İletişim
Yayınları.
Kaptan, S. (1991). Bilimsel Araştırma ve İstatistik Teknikleri. Ankara:
Tekışık Veb Ofset Tesisleri.
Kara, İ. (2003). Din İle Modernleşme Arasında. İstanbul: Dergah
Yayınları.
Karal, E., Z. (1977). “Tanzimattan Bugüne Kadar Tarihçiliğimiz”. Felsefe
Kurumu Seminerleri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Karasar, N. (2004). Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Nobel Yayın
Dağıtım.
411
Katoğlu, M. (2005). Cumhuriyet Türkiyesi’nde Eğitim, Kültür, Sanat Genel
Durum / Politikalar / Uygumlalar / Kurumlar” Yakınçağ Türkiye Tarihi. Cilt:
II. İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Kaya, B. (2003). 1998 Tarih Müfredat Programının Genel Amaçlarının
Gerçekleşme Düzeyi (İstanbul Örneği). Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınları.
Kaymaz, N. (1977). “Çeşitli Tarih Çeşitleri- Türkçü Tarih Görüşü”. Felsefe
Kurumu Seminerleri. Anlara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Kaynardağ, A. (1984). “Bir Kitap ve Bir Yazar Açısından
İlkokullarımızdaki Tarih Öğretiminin Dününe Bir Bakış”. Tarih ve Toplum
Dergisi: 2. Şubat. 60-62.
Kemal Aytaç, K. (2001). “Atatürk’ün Eğitim görüşleri”. Atatürkçülük II. Kitap
Atatürk ve Atatürkçülüğe İlişkin Makaleler. İstanbul: M. Eğitim Basımevi 2001.
103-113.
Koçak, K. (1998). “Cumhuriyetten Günümüze Tarih Anlayışları ve
Ortaöğretim
Kodaman, B. (b.d). “Tarih Araştırmalarında Metod Meselesi” Milli Kültür
Dergisi, 81, 20-31.
Köken, N. (2002). “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih
Eğitimi”. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü: Isparta
Köken, N. (2002). Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih
Eğitimi: Süleyman Demirel Üniversityesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Bölümü.
Köprülü, F. (1943). “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Meseleleri”.
Belleten VIII (28), 219–3003.
Köprülü, F. (b.d).“Bizde Tarih ve Müverrihler”. Bilgi Mecmuası, Cilt: I. 187-190.
Köymen, M., A. (b.d). “Türk Tarihinde Araştırma Metodu” Milli Kültür
Dergisi: 81, 16-20.
412
Kramer, S. N. (2002). Sümerler Tarihleri, Kültürleri ve Karekterleri.
İstanbul:
Kunt, M. (2005). “Siyasal Tarih (1300 – 1600)” Zirveden Çöküşe
Osmanlı Tarihi. Cilt -II (1600 – 1908). İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Kurumlarında Tarih Öğretimi”. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü : Ankara.
Kütükoğlu, M., S. (1990). Tarih Araştırmalarında Usül. İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Levi – Strauss, C. (1997). Irk, Tarih ve Kültür. İstanbul: Metis Yayınları.
Lewis, B. (1996). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları.
Mahmut Cevat. (2001). Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat
ve İcraatı XIX. Asır Osmanlı Maarif Tarihi. (Haz. Taceddin Kayaoğlu).
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Mardin, Ş. (1997). Türkiye’de Toplum ve Siyaset. İstanbul: İletişim
Yayınları.
MEB. (1970). ATATÜRK 1000 Temel Eser Dizisi . İstanbul: Millî Eğitim
Basımevi
MEB. (1993). “Atatürk’ün I. Maarif Kongresi Açış Konuşması” Millî Eğitim
Dergisi Türkiye Cumhuriyetinin 70. Yılı Özel Sayı:125. Aralık İstanbul: Millî Eğitim
Basımevi.11-12.
Memiş, E. (1989). Tarih Metodolojisi. Konya: Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Yayınları.
Niyazi, M. (2001). Türk Devlet Felsefesi. İstanbul: Ötüken Yayınları
Orhonlu, C. (1967). “Atatürk ve Tarih Görüşü”, Türk Kültürü, c. VI.
Ankara: 61. s.27.
Ortaylı, İ. (1986). “Osmanlı Tarih Yazıcılığının Evrimi Üstüne
Düşünceler”. Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi
Sempozyumu Bildirileri. Ankara.
413
Ortaylı, İ. (2001) Geçmişten Geleceğe, İstanbul: Türk Tarih Vakfı
Yayınları
Ödekan, A. (2005). “Mimarlık ve Sanat Tarihi”. Zirveden Çöküşe
Osmanlı Tarihi. Cilt. II. (1600 – 1908). İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Öğün, B. (1990). “Tarih ve Arkeoloji” Tarih Metodolojisi ve Türk
Tarihinin Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat Üniversitesi Yayınları.
Öncül, R. (2000). Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü. Cilt: I. İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Özbaran, S. (2005). Tarih, Tarihçi ve Toplum. İstanbul: Tarih Vakfı
Özbaran, S. (1992). Tarih ve Öğretimi. İstanbul: Cem Yayınevi.
Özbaran, S. (2002). Güdümlü Tarih. İstanbul: Cem Yayınevi.
Özçelik, İ (2001) Tarih Araştırmalarında Yöntem ve Teknikler,
Ankara: Gündüz Eğitim veYayıncılık.
Özey, R. (1998), “Osmanlı’da Coğrafya Çalışmaları” Osmanlı 8.cilt. Yeni
Türkiye Yayınları.
Özlem, D. (2004). Tarih Felsefesi. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Özodaışık, M. (1999). Cumhuriyet Dönemi Yeni Bir Nesil Yetiştirme
Çalışmaları. Konya: Çizgi Kitapevi.
Özodaışık, M. (1999). Cumhuriyet Dönemi Yeni Bir Nesil Yetiştirme
Çalışmaları. Ankara: Çizgi Kitapevi.
Polat, H. (2000) İlköğretim I. Kademe Öğretmenlerinin Sınıf İçi
Eğitsel Durumlar ile İlgili Görüşler Ve Zamanın Kullanımı, İstanbul:Eğitim
Bilimleri Enstitüsü Dilek D. (2001) Tarih Derslerinde Öğrenme ve Düşünce
Gelişimi, Ankara:Pegem A Yayıncılık.
Rabinow, P., Sullivan, W. (1990). “Yorumcu Eğilim: Bir Yaklaşımın
Doğuşu”. Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım. İstanbul: Hürriyet Vakfı
Yayınları.
Safran, M. (2002). “Türk Tarih Öğretimi ve Meseleleri”. Türkler
Ansiklopedisi. 17.cilt Ankara : Yeni Türkiye Yayınları.
414
Sakaoğlu, N. (1992). Osmanlı Eğitim Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Sakaoğlu, N. (1998). “İlkokul Tarih Programları ve Ders Kitapları” Tarih
Öğretimi ve Ders Kitapları. İzmir: Dokuz Eylül Yayınları.
Sakaoğlu, N. (1999). “Milli Eğitim Bakanlığı Merkez Örgütü”. 75 Yılda
Eğitim. İstanbul: Türk Vakfı Yayınları.
Sakaoğlu, N. (2003). Osmanlıdan Günümüze Eğitim Tarihi. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 33.
Salman, H. (2004). “Türk Adı, Türklerin Anayurdu ve Göçler” Türk
Tarihi Ve Kültürü. Ankara: PegemA Yayıncılık.
Sander, O. (2000). Siyasi Tarih. Ankara: İmge Kitabevi.
Sezer, B. (1993). Sosyolojide Yöntem Tartışmaları. İstanbul: Sümer
Kitapevi
Sırma, İ. (1991). İslam ve Tarih. İstanbul: Beyan Yayınları.
Silier, O. (2003). Tarih Eğitimine Eleştirel Yaklaşımlar. (Haz: Oya
Köymen). İstanbul: Türkiye Ekonomik Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları.
Sönmez, C. (1991). Atatürk ve Çocuklar. Ankara.
Süslü, A (b.d.) “Türk Tarihçiliği ve Atatürk” III. Uluslar arası Atatür
Sempozyumu.
Şakiroğlu, M. (1986). “Memleketimizde Toplu Tarih Çalışmaları 1”. Tarih ve
Toplum: 36.Aralık. 361–366.
Şaponlyo, E., B. (1943). Türkiye Cumhuriyeti Tarihi. İstambul: Ahmet Halit
Yaşaroğlu Kitapçılık.
Şenel, A. (1998). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara: Bilim ve Sanat.
Tazebay, A. (2000). İlköğretim Programları ve Gelişmeler. Ankara:
Nobel Yayıncılık
Tekeli, İ. (1998). Tarih Bilinci ve Gençlik. İstanbul: Türk Tarih Vakfı
Yayınları.
Tekeli, İ. (1998). Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek. Ankara: Dost
Kitapevi
415
Tekeli. İ. (b.d). “Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Kurumların Gelişimi”.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. 3. İstanbul : İletişim Yayınları.
Thomson, D. (1983). Tarihin Amacı. (Çev. S. Özbaran). Ege Üniversitesi
EdebiyaFakültesi Yayınları No:20.
Togan, Z. (1969). Tarihte Usül. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.
Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım. (Çev. T. Parla). İstanbul:
Hürriye Vakfı Yayınları.
Toprak, Z. (1986). “Türkiye’de Çağdaş Tarihçilik (1908 – 1970).
Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi Sempozyumu Bildirileri.
Ankara.
Tunçay, M.(1981). Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin
Kurulması 1923-1931. Ankara: İletişim Yayınları.
Türkan, E. (1990). “Tarih ve Teknoloji”. Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat
Üniversitesi Yayınları.
Türkdoğan, O. (1989) Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma
Metodolojisi, İstanbul:
Türkdoğan, O. (1996). Değişme – Kültür ve Sosyal Çözülme. İstanbul:
Birleşik Yayıncılık.
Uçar, Ş. (1997). Tarih Felsefesi Meseleleri. İstanbul: Nehir.
Unat, F., R. (1964). Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir
Bakış. Ankara
Üçyiğit, E. (1977). “İlk ve Orta Öğrenimde Tarih – Okullarımızda Tarih
Öğretimi” Felsefe Kurumu Seminerleri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Varış, F. (1996). Eğitimde Program Geliştirme Teori ve Teknikler.
Ankara: Alkım Yayınevi.
Wachterhauser, B. R. (2002). “Anlamda Tarih ve Dil” İnsan Blimlerine
Prolegomena. (Der v e Ter: Hüsamettin Arslan). İstanbul: Paradigma.
416
Yazıcı, S.. (1999). Felsefeye Giriş. İstanbul: Alfa Yayınları.
Yinanç, M., H. (1999). “Tanzimat’tan Meşrutiyete Kadar Bizde Tarihçilik”.
Tanzimat –I. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Yurdaydın, H., G. (2005). “Düşünce ve Bilim Tarihi”. Doğuştan Yükselişe
Osmanlı Tarihi. İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
Yuvalı, A. (1990). “Türkiye’de Tarih Öğretimi”. Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu. Elazığ: Fırat
Üniversitesi Yayınları.
Yüce, N. (1999). “Osmanlı Türkçesi”. Osmanlı Medeniyeti Tarihi. Cilt-
I. İstanbul: Zaman Gazetesi Yayını.
Yücel, H. (1938). Türkiye’de Ortaöğretim. İstanbul: Devlet Basımevi.
Kaynak Ders Kitapları
Ali, R. (1928).Umumi Tarih III. Kanaat Kütüphanesi.
Ali, R. (1929). Umumi Tarih I Devlet Matbaası Basımevi
Ali, R. (1929). Umumi Tarih I. Kanaat Kütüphanesi.
Ali, R. (1929).Umumi Tarih II. Kanaat Kütüphanesi.
Bulduk, O. Ü.; Gündoğdu, A. (2000). Tarih I. İstanbul: Tutibay Yayınları.
Günaltay, Ş. (1941). Tarih I. Ankara: Maarif Matbaası.
Hamit, A., Muhsin, M. (1929). Türkiye Tarihi. Devlet Matbaası Basımevi.
Mansel, A., M.; Baysun, C.; Karal, E. (1942). İlk Çağ Tarihi. İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
Meriç, E.; Tarhan, T.; Günal Z. (1990) Lise İçin Tarih 1. İstanbul: Altın Kitaplar
Mumcu, A. (1990). Liseler İçin Tarih. İstanbul: İnkılap Kitapevi.
Refik, A. (1929). Umumi Tarih I. Devlet Matbaası Basımevi.
Turhal Y., Sümer. F. (1986.). Tarih Lise 1. İstanbul: Ders Kitapları Anonim Şirketi.
Matbaası. Yayınevi.
417
Kanun, Tebliğ, Yönetmelik, Tüzük ve Diğerleri
Maarif Vekaleti : 1924 İlk Mekteblerin Müfredat Programı, İstanbul:Matbaa-i
Amire.
_____________ : 1926 İlk Mekteblerin Müfredat Programı, İstanbul:
Matbaa-i Amire.
I. Türk Tarih Konresi (1931). Konferanslar, Müzakere Zabıtları. Ankara: Maarif
Vekaleti ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Tarafından Tertip edilmiştir.
II. Türk Tarih Konresi (1937). Kongrenin Çalışmaları, Kongreye Sunulan Tebliğler.
İstanbul: Kenan Matbaası.
418
EKLER
EK -1. Ali Reşat Bey’a ait Umumi Tarih I Ders Kitabı İçeriği. (Devlet Matbaası
Basımevi).
EK -2. Ali Reşat Bey’a ait Umumi Tarih I Ders Kitabı İçeriği. (Kanaat Kütüphanesi)
EK - 3. Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih I Ders Kitabı İçeriği.
EK - 4. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e ait Türkiye Tarihi Ders Kitabı İçeriği.
EK - 5. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih I Kitabının Kapağı (Devlet Matbaası
Basımevi).
EK - 6. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih I Kitabının Kapağı (Kanaat Kütüphanesi).
EK - 7. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih II Kitabının Kapağı (Kanaat Kütüphanesi).
EK - 8. Ali Reşat Bey’e ait Umumi Tarih III Kitabının Kapağı (Kanaat
Kütüphanesi).
EK - 9. Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih I Kitabının Kapağı.
EK - 10. Ali Reşat Bey’e ait 1927 Lise I Müfredat Programları.
EK - 11. Ali Reşat Bey’e ait 1927 Lise II Müfredat Programları.
EK - 12. Ali Reşat Bey’e ait 1927 Lise III Müfredat Programları.
EK - 13. Ahmet Refik’e ait Umumi Tarih I Ders Kitabında “Meşhur Vakaların
Tarihleri”.
EK - 14. Ahmet Hamit &Mustafa Muhsin’e ait Türkiye Tarihi Ders Kitabında
“Kitabın, vukuatını ihtiva eylediği devrin başlıca mühim vak’alarının vukuu tarihleri”.






























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder