Saray, Türk tarihinde Uygurlardan itibaren kullanılan bir hükümdar mekanı olarak bilinmektedir. Daha Önceki Türk devletlerinde atlı göçebe siyasi teşkilatlanmanın sonucu olarak çok değişen bir siyasi merkez geleneği vardı. Türklerin yerleşik hayata geçmeleri saray geleneğinin başlamasıyla doğrudan alakalıdır.
Selçuklu hükümdarları başkent olarak seçtikleri şehirlere "daru'l-memleke", "dergah" veya "bargah" adı verilen saraylar yaptırırlardı. Konya'da Kılıçarslan Sarayı ve Beyşehir yakınlarında Kubadabad Sarayı ve Kayseri'deki Keykubadiye bugün bildiğimiz saraylardır. Selçuklu sultanları saraylarda kadınları, kızlarıyla birlikte ve hizmetçileriyle muhafızlarının ihtimamı altında yaşarlardı.
Selçuklu hükümdarları Abbasi halifesi, Bizans, Gürcü, Gazneli ve Karahanlı hanedanlarından kız almışlar, buna mukabil Abbasi halifesine, Suriye Atabeyine. Danişmendoğlu'na, Hısn-ı Keyfa hakimi, Gazne ve Karahanlı sultanlarına kız vermişlerdir. Yine IV. Kılıçarslan kızını gayrimüslim İlhanlı Hükümdarı Abaka Han'ın oğlu Argun'a vermiştir.
Selçuklularda hükümdarın oğluna "melik" denmekteydi. Büyük Selçuklularda Melik küçük yaşlarda bir eyalete tayin edilirdi. Yanlarına vilayeti idare etmek üzere bilgili ve tecrübeli devlet adamları verilirdi. Selçuklularda bu kişiye "Atabeg" dendiği görülmektedir. Osmanlı'da ise "Lala" denmiştir. Selçuklularda Melikler bulundukları yerlerin hükümdarı idiler. Öldükleri zaman yerlerine oğullan geçerdi. Melikler içişlerinde diledikleri gibi hareket ederler, dışişlerinde ise Büyük Sultana tabi idiler. Kirman, Suriye ve Irak Selçukluları bu nitelikte idiler.
Anadolu Selçuklularında melik tayini olmuş, fakat onların bir hükümdar gibi davranmalarına izin verilmemiştir. Özellikle I. Alaededdin Keykubat melik ve valilerin yetkilerini azaltmış, memleketi tek elden idare etmeye çalışmıştır. Veliahd İse başkente yakın bir eyaletin valiliğine getirilirdi.
Selçuklu sultanları Melikşah'a kadar debdebe ve gösterişten uzak, sade bir hayat sürdüler. Melikşah Dönemi'nden itibaren devletin şevketi artmış ve bîr imparatorluk görünümüne kavuşmuştu. Hükümdar yüksek dereceli memurlarla tantanalı bir hayat sürmeye başladı. Anadolu Selçukluları zamanında ise hükümdara hizmet eden saray görevlileri ve yüksek dereceli memurların sayısı daha da arttı.
Saraydaki Görevliler
Hükümdar ve sarayın hizmetinde çalışan görevliler şunlardı:
Hacibü'l-Hüccab: Karahanlılarda Ulu Hacib (Buyruk) denmekte idi. Selçuklularda vezîr ve divan üyeleri ile sultan arasındaki yazışmaları, konuşma ve buluşmaları temin eden aracılara hacib bunların başına da Hacibü'l-Hüccab denirdi. Hacibü'l-Hüccab Osmanlı'daki mabeynci başına ve bugünkü Cumhurbaşkanlığı genel sekreterine benzetilebilir. Saray görevlilerinin en büyüğü sayılırdı. Sarayda sultandan sonra en yetkili kişiydi. Devlet idaresinde vezirden sonra gelirlerdi. Anadolu Selçuklularında eski önemlerini kaybetmişlerdir. Hacibler Türk memluklar arasından seçilir ve bir süre eğitimden sonra bu göreve gelirlerdi.
Vekil-i Has: Mutbak, Şarabhane, gulam vesair görevlilerinin nazırı idi. Saray içerisinde bulundurulması Nizamülmük'ün tavsiye ettiği görevlilerdendir.Hacibü'l-Hüccablar dışarıdaki görevlere de tayin edilirlerdi. Valilik ve ordu kumandanlığı yapanları vardır. Büyük Selçuklularda Haciblerin başına "Hacib-i Buzurg", "Hacib-i Kebir", "Emir Hacib" dendiği de olmuştur. Anadolu Selçuklularında İse "Melikü'l Hacib", "Emir Hacib" denmekteydi.
Candarlar: Büyük Selçuklularda sarayı koruyan askerlere candar bunların başında bulunanlara da emir-i candar denirdi. Anadolu Selçuklularında da aynı vazifeyi yapan saray görevlileri vardı. Candarlar arasından atabeyliğe kadar yükselenleri ve yüksek görevlere gelenleri olmuştur. Candarlar divanın da muhafazasını sağlarlardı. Hükümdarın idam emirlerini candarlar uygulardı. Ama asıl vazifeleri sultanın ve sarayın güvenliği idi.
Emir-i Alem: Sancak yada bayrağı taşıyan ve koruyan kişi olup, özellikle savaşlarda çok önemli bir fonksiyonları vardı. Öyle ki, sancağı tutan kişi güçlü olmalı askerlerin gözünden kaybolmamalıydı.
Şarabdar-ı Has: Hükümdarın meşrubatını hazırlar ve korurdu. Emrinde hademe ve sakiler vardı. İçilecek içkiler sarayın kilerinde korunurdu. Saray kilerine kilerci bakardı. Sarayda şarabın saklandığı yere de "şarabhane" denirdi. Diğer Türk-İslam devletlerinde benzer kurumlar görev yapmaktaydı.
Serhenk veya Çavuş (Durbaş): Törenlerde hükümdarın önünden gider ve yol açarlardı. Günümüzde dahi orduda ve halkımız arasında önden giden ve yol gösterip örnek olan kişilere çavuş denmektedir. Çavuşların ellerinde değnekler ve bellerinde de kıymetli taşlarla süslü kemerler vardı. Halktan şikayeti olanlarla ilk muhatap olanlar bu çavuşlardı. Dîvan yazışmalarının bir yere götürülmesinde çavuşlardan yararlanılırdı. Törenlerde tebaya "savulun, uzak durun" diye bağırırlardı.
Emir-i Ahur (İlbaşı): Mirahur yada imrahor dendiği de olmuştur. Hükümdarın sarayında bulunan atlara bakan seyislerin ve hademelerin başına Emir-i Ahur denilirdi. Anadolu Selçukluları Haçlılar zamanında ahır kontu anlamına gelen "Kont istabl" da demişlerdir. Emir-i ah ur merasimlerde hükümdarın atını dizginlerinden çekerlerdi. Diğer saray görevlilerine nispetle ufak bir memuriyet sayılırdı.
Nedimler veya Musahipler: Sarayda devrin seçkin bilgin ve şairlerini bulunduran Selçuklu sultanları onların ilminden ve sohbetlerinden zevk alırlardı. Hükümdar bu şekilde ilmi seviyenin en zirve bilgilerini saraydan halka dağıtırdı. Sarayda sultanı eğlendiren cüceler, soytarılar, hasekiler, vuşaklar, dilsizler ve müzisyenler de bulunmaktaydı.
Emir-i Hares: Ceza infaz emiri olup, kösleri, alemleri ve nevbetleri olurdu. Hacibten sonra sarayda en yetkili görevli idi. Yasacının 20si altın, 20'si gümüş asalı 40 hademesi vardı.
Emir-i Dad: Bizzat hükümdarın yetkisini de kullanabilen adalet mevkii idi. Hacibü'l-Hüccablar bazen bu görevi geçici olarak üstlenirlerdi. Vezir de denen bîr görevdi. Selçuklu'da bu müessesenin devletin kuruluşundan İtibaren bulunduğu bilinmektedir.
Emir-i Devat: Emir-i devatlık bir nevi divan katipliği olup diviti taşıyan, muhafaza eden ve gizli evrakı yazıp hıfz eden kişilerin başında bulunana verilen isimdi. Devattar da denirdi. Sultanın ve vezirin devattarı olduğu gibi divanın da ayrıca devattarı bulunurdu.
Emir-i Çaşnıgir: Hükümdarın sofrasına nezaret ederdi. Sofracı veya garson denilebilecek türden işlerden sorumlu olup hükümdarın yemeklerini öncelikle çaşnıgirlerin başı Emir-i Çaşnıgir tadardı. Bu bakımdan çok güvenilir kişiler arasından seçilirlerdi. Sultanın hayatı bir noktada onun elindeydi. Nitekim Anadolu Selçuklularında II. Gıyaseddin Keyhüsrev Emir-i Çaşnıgir Nasreddîn Ali'yi kandırarak babası I. Alaeddin Keykubad'ı zehirletmiştir.
Emir-i Meclis: Sultanın özel "bezm" meclislerinde hizmet yapan görevlilerin başında bulunurdu. Bezmlere yüksek devlet erkanı ve hükümdara yakın kişiler katılırdı. Çok önemli devlet işleri bu mecliste görüşülürdü. Bezm meclisleri "bezmhane" adı verilen yerde toplanırdı. Sultanla görüşmeye gelenlere aracılık ederek bir nevî teşrifatçılık görevi de yaparlardı.
Emir-i Şikar: Şikar "av" demektir. Hükümdarın av köpeklerini ve kuşlarını yetiştirenlerin reisine emir-i şîkar denirdi. Bu kişiler hükümdarla birlikte ava giderler, av işlerini bizzat organize ederlerdi. Bir nevi spor faaliyeti organize edenlere benzer bir görevleri vardı.
Üstadu'd-Dar: Öncelikle saraya ait masraflarla ilgilenirdi. Yine hükümdarın alışveriş işleriyle ilgilenir, her türlü evkaf işlerine bakar ve kontrol ederdi.
Emir-i Mahfil: Çeşitli merasimlerde ve Cuma resmi kabullerinde hükümdara teşrifatçılık yapardı. Bu teşrifat sırasında bol yenli özel bir elbise giyer ve büyük bir sarık takardı. Merasimden sonra hükümdara yönelik klişe bir dua veya telkin cümlesi söylerdi.
Havayic Salar: Saray aşçısı olup yemekler bunun nezaretinde pişerdi. Bütün saray mutfağı ve kilerindeki görevliler buna bağlıydı. Kilerle beraber saray mutfağının tamamına havayichane denirdi.
Hükümdar
Türk devletlerinde hükümdarın karizmatik bir kişiliği vardı. Bu hükümdarı normal bir kişiden farklı kılıyordu. Öyleki karizma demek hükümdarın "kut" sahibi olması ve "Tengride kutbulmuş" olması demekti. "kutlugtekin", "kutlug şad" gibi hükümdarın unvanları vardı.
Hükümdar hükümdarlığı oğullarına miras yoluyla (bi'l-ırs ve'l-istihlak) bırakırdı. Bu niteliklerin hükümdarın soyundan gelenlerde de olması beklenirdi. Hükümdarın erkek çocuklarının hepsi tahta geçmek hakkına sahipti. Fakat birden fazla varis olunca, bunlar birbirleriyle mücadele etmek zorunda kalmışlar ve halk sonunda kazanana tabi olmuştur.
Türk devler geleneğinde hükümdarın nasıl olduğunu ve tebası ile ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini dile getiren birçok kaynak eser mevcuttur. Mitolojik kaynaklardan başlayarak Tanrı Ülgen'in Oğuz Han'a görev vermesi olayıyla Türk tarihinde çok önemli yeri olan ilk yazılı kaynak "Orhun Abideleri"ndeki bahisler, sonraki devirlerde Kutadgu Bilig, Siyasetname gibi kitaplar, İbn Bibi Selçuknamesi, daha başka önceki ve sonraki eserlerde hükümdarda görülmesi istenen yönetim anlayışı şu temelde özetlenmiştir:
- Hükümdar teb'asının karnını doyuracak, sırtını giydirecektir. Yani ekonomiyi güçlü tutacak, halkı zengin kılacaktır. Paranın ayarını korumakla yükümlüdür.
- Hükümdar teb'anın güvenlik ve korumasını sağlayacak, zorbalığa izin vermemelidir.
- Hükümdar teb'asına adaletle hükmetmelidir.
Teb'anın da hükümdara karşı vazifeleri vardır. Hükümdar hükümdarlığın gereklerini yerine getirdiği müddetçe halk da bu görevini yapmak zorundadır:
- Teb'a hükümdara itaat etmelidir.
- Teb'a hükümdarın dostuna dost düşmanına düşman olmalıdır.
- Teb'a vergisini vermelidir.
- Teb'a askerlik görevini yerine getirmelidir.
Görüldüğü üzere Türk hükümdarı bîr baba gibi halkını gözetmekle sorumlu, halk da bir evlat gibi babasına itaatla ve destekle yükümlüdür. Halil İnalcık'a göre Türk egemenliği büyük oranda patrimonyaldir. Bunun yanında patriarkallık özelliğini de vurgulamak gerekir. Türk hükümdarı atadan aldıklarını sürdürmekle beraber, bizatihi kanun yapma selahiyetine sahiptir.
Selçuklu hükümdarları da kendi aralarında savaşarak tahtı elde edebilmişlerdir. Bunun nedeni belli bir veraset usulünün getirilmemesi ve herkesin eşit hak sahibi olmasıydı. Genellikle tahta hükümdarın büyük oğlu geçerdi. Primagenetura veya seniaratus yöntemi Türkler arasında alışılmamış bir durumdu. Sağken veliaht tayin etme adeti Selçuklu hükümdarlarının yaptığı bir uygulamaydı. Hükümdar devlet erkanından kendisinin ölümünden sonra seçtiği oğluna tabi olacaklarına dair söz alırdı.
Fakat hükümdar ölünce hanedanın diğer erkekleri buna karşı çıkarlar ve kanlı mücadeleler meydana gelirdi. Bu kanlı mücadelelerde şehzadelerin yay kirişi ile boğularak öldürülmesi adeti vardı. Kanın dökülmesi uğursuzluk ve fenalıklara sebep olacağı düşüncesiyle azami itina gösterilirdi. Büyük Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve Osmanlılar döneminde 16. yüzyıla kadar bu uygulama devanı etmiştir.
Selçuklu hükümdarlarının Hakan, Yabgu, Kağan, Han gibi eski Türk unvanlarını zamanla bırakarak "Sultan" unvanını kullandıklarını görmekteyiz. Üstelik Selçuklu sultanlarının kullandığı bu unvan imparator kelimesini karşılamakla birlikte Bizans ve Çin hükümdarlarının sahip olduğu manada mutlak bir hakimiyeti ifade etmiyordu. Öyle ki, hükümdar devlet içerisinde meliklere ve emirlere göre bir derece üstün sayılıyordu. Büyük Sultan'ı diğerlerinden ayırmak için " Sultanu'l-A'zam" deniyordu.
Taşra Teşkilatı
Büyük Selçuklu Devleti, eyaletlere (vilayetlere) taksim olmuştu. Her eyaletin başında hükümdarla doğrudan teması olan bir yüksek devlet adamı tayin edilmekteydi. İkta sahipleri ve amiller eyaletlerde valilik vazifesini ifa etmekteydiler. Nizamü'l-Mülk eserinde "amil (sivil vali, vergi tahsildarı, memur)” kelimesiyle vali kelimesini eşanlamlarda kullanmaktadır. Bu idari uygulamalar Tabi Selçuklu devletlerinde de genel olarak devam etti.
İkta sisteminin bütün devlete şamil olmasıyla birlikte şahneler (eyaletin sivil valisi) de valilik vazifesine atandılar. Öyle anlaşılıyor ki, "amid", "sipehsalar", "emir", "mukta"', "memur", "hakim", "şahne" kelimeleri Selçuklular Dönemi'ndeki büyüklü küçüklü iktalara Köre "vali"liğin yerini tutan mansıblar idi. Eyalet teşkilatında amid, şahne, amil, nazır, muhtesib, reis, kadı, hatib, müftü gibi memuriyetler bulunuyordu.
Türkiye Selçuklularında da idari taksimatın esasını ikta tevcihi oluşturmaktaydı. Bu durumda taşra teşkilatının idarecileri mutlak surette sultanla irtibatlı olan görevlilerdi. Bu bakımdan Türkiye Selçukluları daha merkeziyetçi bir devlet olarak görülmektedir.
Şehzadeler başlarında atabey veya lala adı verilen kişiler olmak üzere memleketin belli bir kısmına tayin edilirlerdi. Türkiye Selçuklu ülkesinin kaç mıntıkaya taksim edildiğiyle ilgili elimizde bir vesika bulunmamasına rağmen olayların gelişimi bize Türkiye Selçuklu varislerinin başkente yakın yerlere yerleştirilmesinden ve büyük ikta mülklerinin onlara tevcih edilmemesinden anlaşıldığı üzere Büyük Selçuklulardan farklı bir taşra tevziatının Türkiye Selçuklu Devleti'nde bulunduğunu göstermektedir.
1188 yılında Tokat ve çevresi Rükneddin Süleymanşah'a, Niksar ve havalisi Nasreddin Berkyarukşah'a, Elbistan ve civarı Mugiseddin Tuğrulşah'a, Kayseri ve etrafı Nureddin Sultanşah'a, Sivas ve Aksaray Kutbeddin Melikşah'a, Malatya Muizzüddin Kayserşah'a, Konya Ereğlisi ve etrafı Sencer Şah'a, Niğde Arslanşah'a, Amasya Nizamüddin Argun Şah'a, Ankara Muhyiddin Mes'ud Şah'a, Uluborlu Gıyaseddin Keyhüsrev'e verilmiş, Sultan Kılıçarslan payitaht Konya'da oturarak Gıyaseddin Keyhüsrev'i kendisine veliaht yapmıştı.
1192'den sonra Türkiye Selçuklularının ülkesi çok genişlediğinden her vilayete gönderilecek Selçuk şehzadesi olmadığından, şehzade gönderilemeyen vilayetlere emir ve ikta sahibi devlet erkanı valilik etmekteydi. Şehzadeler hangi vilayetin valisi ise oranın bir kısım ikta'sı kendilerine dirlik olarak verilmekteydi.
Vilayet idaresine emir-i sipehsalar baktığı gibi muhtelif yerlerde Serleşker ve Subaşılar bakabilmekteydi. Şahneler şehir merkezinde merkez valisi olarak idare ve zabıta işlerini tedvir ederdi. Sahil bölgelerinin idaresi de emir-i sevahil (Melikü's-Sevahil yada reisü'l-bahr) adında birine verilmişti. Vilayetlerde şer'i ve hukuki işlere bakmak üzere kadılar bulunmaktaydı. Devletin vilayetteki mali işlerine divan-ı istifaya bağlı bulunan muhassıllar bakardı. Hıristiyan ahaliden haraç vergisini toplayan muhassılan-ı harac memurları bulunuyordu. Diğer idari ve örfi işlere vali ve seraskerler bakardı. Vilayetlerde birer küçük divan bulunmaktaydı.
Ordu Teşkilatı
Türkler tarih boyunca Adriyatik'ten Çin Seddi'ne, Aden'den Sibirya steplerine kadar güçlü ordularıyla hakim olabilmişlerdir. Türklerde savaş zamanında halk ordu haline gelmekteydi.
Türk ordusunun yapısı Hun Hükümdarı Mete'den itibaren 10'luk sisteme göre düzenlenmekteydi. En büyük birlik on bin kişilik olup "tümen" adı verilmekteydi. Tümenler de 1000’1i, 100’lü, 10’lu birliklere ayrılmıştı. Ayrıca savaş anında ordu atların rengine, silah ve teçhizata göre de düzenlenmekteydi.
Türk ordusu hafif silahlarıyla hızlı hareket etmesi ve zor taktikleri uygulamasıyla temayüz etmiştir. Yıldırma ve yıpratma taktiği, geri çekilme (sahte ricat, çevirme, turan), pusu kurarak imha etme taktiği ve gerilla taktiği en çok uygulanan taktiklerdi. Orduyu başka kılıklara sokarak düşman ülkesinden geçirme ve düşman ordusunu arkadan dolanma gibi özel taktikler de uygulanmaktaydı.
Çin yıllıkları "Türkleri üstün yapan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgar gibi geri çekilirler, şimşek gibi kaybolurlar" demektedir. Yusuf Has Hacib teb'anın hükümdara karşı sorumluluklarından birinin de askerlik yapmak olduğunu belirtmiş, askerin seçkin ve teçhizatının tam olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü nice çok ordular az ordular karşısında başarı sağlayamamıştır. Askerin temini için ülkenin reayasının zengin olması gerekir. Böylece ordu için gerekli olan en önemli teçhizat olan at temin edilir. Sultan Alp Arslan ve Melikşah Dönemi'nin ünlü Veziri Nizamülmülk eserinde ordunun geçeceği yerlerin meskun ahalisine zarar vermemesi için tedbirlerin alınması gerektiğini ve orduya katılanların değişik kavimlerden olmalarının sağlanmasının yararlarına dikkat çekmektedir. Orduyu üç unsura ayrılabilir: 1) İnsan, 2) Teşkilat, 3) Teçhizat.
1.Gulam Askerler: Selçuklu çağı dünya ordularına bakıldığında, bu dönemde İslam dünyasında "memluk" adı verilen köle ve "gulam" adı verilen gençoğlan askerlerinin yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Bizans ise büyük oranda soydaşı olmayanlardan ücretli asker olarak faydalanmaktaydı. Bizans bir büyük "Kapıkulu" ve "gulaman" sınıfı teşekkül ettirememiştir. Gerçekten askeri bir yapılanmaya sahip bir imparatorluk için o devirde en büyük eksiklerden biri budur. Küçük yaşlarda saraya alınarak eğitilen hükümdarın şahsına bağlı askerlerdi. Bu askerler içerisinde "halka-i has (Dergah) " adı verilen bir grup vardı ki, hükümdarın şahsi hizmetinden hiç ayrılmazlardı. Gulaman-ı Has adı verilen diğer bir sınıf asker daha vardı. İbn Bibi'nin anlattığına göre bazı durumlarda gulam sınıfından askerler bir komutan emrinde tali seferlere de gönderilebilmektedir. Kapıkulu askerleri arasında "Mülazıman-ı Yayak" adı verilen hükümdarın çadırını bekleyen askerler vardı. Bunlar silahsız askerler olup, gerektiğinde silahlandırılırlardı. Gulaman sınıfından seçilmiş askerler zamanla Türkiye Selçuklularında üst görevlere kadar yükselmişler ve devletin hayatiyetini etkileyen işler yapmışlardır. Mübarizüddin Er Tokuş, Celaleddin Karatayi, Şemseddin Has Oğus, Seyfeddin Torumtay gulaman sınıfındandırlar. Kapıkulu askerleri yılda dört defa "bişegani" adı verilen bir maaş alırlardı.
Orduda Teçhizat ve Düzen
Savaş sırasında ordunun tertibi şu şekilde oluşmaktaydı; öncü birlikler (pişdar, mukaddeme), merkez kuvvetler (muasker), sağ kol (meymene), sol kol (meysere), artçı birlikler (ihtiyat).
Türkiye Selçuklu ve Beylikler Dönemi ordusunda kullanılan silahlar kılıç, ok, yay, mızrak, neft arabası, gürz, kalkan, sapan, hançer, kargı, süngü, çomak, balta, nacak (küçük balta), mancınık, arrade (küçük mancınık), nekkab ve makkab (kale duvarlarını delmek İçin), taş gülle, ok ve neft atan çark, topuz, koçbaşı..vs. idi.
Orduda en çok kullanılan ulaşım aracı at idi. Türk tarihinde savaşlarda hızlı hareketiyle büyük görevler üstlenmiş olan at bir kültür haline gelmiştir. Türk kültüründe bir "at kültürü" başlı başına bir mevzudur. Orta Asya'dan itibaren bir Türk at tipi ortaya çıkmıştı. Bu tip atın kulaklarının küçük ve sağrısının (yan omuz tarafı) kuvvetli olması ve dayanıklı olması temel özelliğidir. Askeri değeri çok büyük olan atın sivil hayatta da geniş bir kullanım alanı olduğunu biliyoruz. Türk devletleri İçerisinde Gazneliler at dışında fili de ordu da kullanmıştır. Timur da fili ordusunda kullanan bir Türk hükümdarıdır.
Türkiye Selçuklu ordusu Haçlılarla savaşırken zırhları çok güçlü olan şövalyelere karşı hafif silahlarıyla mücadele etmekte oldukça zorlandı. Bu durumda zamanla Türkler de zırhı öğrendiler ve kullanmaya başladılar. Fakat yine de hafif teçhizata sahip Türk atlılarının attıkları oklar Bizans zırhlarını delmekteydi.
Ordunun Mevcudu
Muhakkak ki Türkiye Selçuklu ordusunun başlangıçtan sonuna kadar standart bir sayısı yoktu. Devletin gücüne ve nüfuzuna göre asker sayısı da değişmekteydi. Selçuklu süvarisi hazırlanıp Kösedağ Savaşı'na çıktığında kapıkulu askerleri hariç olmak üzere 80 bin süvariye sahipti. 1277'de Pervane Muinüddin'in idamından sonra Moğol baskısının artmasıyla Selçuklu ordusu zayıflamıştır.
Türkiye Selçuklu ordu teşkilatı her ne kadar ananevi Orta Asya Türk ordu anlayışını devam ettirse de, köklü Bizans askeri geleneğinden de faydalandığı söylenebilir. Özellikle denizcilik sahasında bu etkilenme daha bariz olarak ortaya çıkmıştır. Moğol istilasına karşı Türkiye Selçukluları kale ve şehir savunma tertibatına önem vermiştir.
Deniz Kuvvetleri
Şimdiye kadar olan Türk tarihi sürecinde ordu denince akla hep kara ordusu getirilmelidir. Türkiye Selçukluları Dönemi'nde ülkenin denizlere ulaşması ve liman şehirlere hakim olmasıyla donanma kaçınılmaz bir ihtiyaç oldu. Anadolu'nun üç tarafının denizlerle çevrili olması Türkiye Selçuklu sultanları ve Beyliklerin savunma stratejilerini de değiştirdi. 1080'li yıllarda vaktiyle Bizans sarayında üst düzey bir komutan olmayı başarmış olan Türk Beyi Çaka'nın kaçarak İzmir ve yöresini ele geçirip donanmasıyla Bizans'a bağlı adaları vurmaya başlaması Türklerin donanma ile savaşlarının ilk örnekleri olarak gösterilebilir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında (1192-1196; 1204-1211) Akdeniz sahilinde önemli bir liman olan Antalya alındı (1207). Bu tarihten itibaren Anadolu'ya ticari bir üs olan Antalya'nın savunulması için donanma desteğine de ihtiyaç duyuldu. Hatta "Emirü's-Sevahil" veya "Reisü'l-Bahr" adıyla bir donanma kumandanı da tayin edilerek deniz kuvvetleri sistemli bir şekilde teşekkül ettirilmeye başlandı. Fakat bu komutanlar beylerbeyine bağlı hareket etmekteydi. Yani deniz kuvvetleri kara kuvvetlerine bağlıydı.
I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) zamanında Trabzon Rum İmparatorluğu'na bağlı önemli bir liman şehri olan Sinop alındı (1214). Sultan İzzeddin hemen güneye dönerek o sırada tekrar Rumların eline geçmiş olan Antalya'yı tekrar aldı (1216).
1220 yılında kardeşi İzzeddin'in yerine geçen I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) zamanında Türkiye Selçukluları her yönden inkişaf ettiği gibi deniz kuvvetleri bakımından da gelişti. Sultan'ın ilk işi Antalya'nın güvenliği açısından fevkalade mühim olan Alaiye Kalesi'ni almak oldu (1223)."Alaiye'nin alınışı sırasında denizden Mübarizüddin Er Tokuş kumandasındaki donanmanın kaleyi kuşatması ve kalenin alınışını kolaylaştırması Türkiye Selçuklularında artık donanmanın da etkili bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Er Tokuş Kervan yollan üzerinde bulunan Ermeniler hakkında şikayet gelmesi üzerine Sultan'ın emriyle Ermenilerin elindeki sahil kalelerinden kırka yakınını aldı ve Kıbrıs Haçlılarının Akdeniz kıyılarına çıkmalarını engelledi.
Kuzey sahillerinde Kastamonu uç Beylerbeyi Hüsameddin Çoban kara ordusunu Sinop tersanesindeki gemilere doldurarak Suğdak'a gitmiş, önemli bir ticaret üssü olan bu liman şehrini alarak iç bölgelere ilerlemiş, orada Rus ve Kıpçak ordularını bozguna uğratmıştır.
www.anadoluselcuklu.blogspot.com
Adliye Teşkilatı
Türklerde adaleti sağlamaktan en çok sorumlu olan kişi şüphesiz ki hükümdardı. Bizzat hükümdarın adil davranması ve adalet kurallarına uyması beklenirdi. Töreye göre hükümdar Yargu, Yolak, Daru'l-Adl (mezalim, şikayet divanı) adlı mahkemelerde bizzat reayaya(halk) adalet dağıtırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları da adaletname adı verilen fermanlarıyla ülkenin en ücra köşesinde kanunlar koymakta adaletini her yere ulaştırmaya çalışmaktaydı.
Patriarkal ve patrimonyal bir devlet olarak Türkiye Selçukluları da, Beylikler de atalarının bu adil olma geleneğini sürdürdüler. Davaların uzamaması için çok hızlı çalışan bir mahkeme sistemi kuruldu. Böylece adalet tez elden sağlanmaya çalışılmaktaydı. Divan-ı Mezalim adı verilen mahkemelere gelen şikayetleri çoğu zaman hükümdar bizzat dinleyerek sonuca bağlamaya çalışırdı. Şikayetler memur ve reayanın ekonomik durumuyla ilgili, divan görevlileri ve vakıflarla ilgili veya kadı gibi üst düzey devlet erkanı şahsiyetlerle ilgili olabilmekteydi. Bu durumda çözüm mercii hükümdarın bizzat kendisi veya o sırada Divan-ı Mezalim'e gelememişse vekili olan vezir başkanlık etmekteydi. Büyük Selçuklularda haftada iki gün Divan-ı Mezalim kurulurdu. Türkiye Selçuklu Devleti de bu geleneği devam ettirmiştir. Türkiye Selçuklu veziri, kazai bakımdan sultanın tam vekili idi. Bazen ileri gelen devlet adamlarını tevkif edebilmekteydi. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutar ve o günlerde Divan-ı Mezalim'de davalara bakardı. Sultan şer'i davaları genellikle kadıya havale eder, örfi davaları da divan aracılığıyla hallederdi.
Türkiye Selçuklu Sultanı Süleymanşah, Halep'in halkının askerlerin şehri yağmalamalarından sultana şikayete gelmeleri üzerine askerlere yağmaladıkları malları iade etmelerini emretmişti. Süleymanşah birçok Nasrani'ye toprak bahşetmiş ve onların dinlerini yaşayabilmeleri için kilise inşa etmelerine izin vermişti. II. Kılıçarslan'ın Ermenilere karşı mücadelesi de yine Hıristiyan halkı zalim Ermeni baronlarından korumayı amaçlıyordu. Nitekim bu sayede birçok bölgede Türkmen ahaliye duyulan sevgi artmıştı. I. Alaeddin Keykubat sultan olduğunda Abbasi Halifesi Nasır, O'na Şeyh Şehabeddin Sühreverdi ile egemenlik sembolleri olan hil'at ve menşur vs. gönderdi. Sultan, Sühreverdi’nin elini öptü. Hil'ati giydiren Sühreverdi sultanın sırtına değnekle vurdu ve adaletten ayrılmayacağına dair sultana yemin ettirdi. Türkiye Selçuklu Devleti'nde Sadeddin Köpek'in askerlere ve halka adil davrandığı, adalet söz konusu olduğunda zengin, fakir ayrımı yapmadığı, mazlumları ezdirmediği pek şayi olmuştu.
Türkiye Selçuklu adliyesinin başında sultan ve vezirden sonra en yetkili kişi tüm adli işlerin başkanı olan Konya Kadısı Kâdı'l-Kuzât" bulunurdu. "Kadı'l-Kuzât" aynı zamanda ilmiye sınıfının da başıydı. Memleketin şer'i ve hukuki işlerine kadılar bakardı. Bütün askeri davalara ve miras işlerine ise Kadıleşker denilen bir nevi Osmanlı'daki kadı askerlerin benzeri yetkilere sahip kişiler bakmaktaydı. Bunların dışında Türkiye Selçuklularında "Emir-i Dad" denilen ve üst düzey devlet adamlarını adalet önüne çıkaran, gerektiğinde onları tevkif eden olağanüstü yetkilere sahip bir yetkili görmekteyiz. Sultan Alaeddin Keykubad, kendilerinden şüphelendiği üst dereceli emirlerden olan Kemaleddin Kamyar, Zahirüddin Mansur ve Şemseddin’i emir-i dada tevkif ettirmişti. Meşhur Vezir Fahreddin Ali, emir-i dad tarafından tutuklanıp tevkif edilerek Osmancık Kalesi'ne hapsedilmişti.
Kaynaklar: http://anadoluselcuklu.blogspot.com.tr/p/bibliyografya-acipayamli-orhan.html
kısa özeti ve özelikleri
YanıtlaSil