15 Eylül 2024 Pazar

123


Osmanlı Devleti, dış dünya ile çeşitli vasıtalar ile diplomatik ilişkiler kurmuştur. Bu
vasıtalardan biri sefirlerdir. Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyıla kadar Avrupa’ya olan askerî
üstünlüğünden ileri gelen durumu dolayısıyla sefirlerini bir ülkeye savaş açmak ya da barış
yapmak amacı ile göndermiştir. Tek taraflı bir diplomatik ilişki tercih eden Osmanlı Devleti,
Ad Hoc (fevkalade) diplomatik yöntemini benimsemiştir. 1699 Karlofça Antlaşması sonrası
meydana gelen toprak kayıpları, yapılan muahedeler ve içinde bulunulan konjonktür
Osmanlı Devleti’ni yeni bir diplomatik sürece mecbur kılmıştır.
1718 Pasarofça Antlaşması gereği Avrupa’ya gönderilen, sefâretnâmesi ile
Batılılaşmanın en önemli kaynaklarından birisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi olmuştur.
Paris’e fevkalade elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile başlayan
diplomatik süreç Paris, Viyana, Berlin, Stockholm gibi başkentlere elçi yollanması ile devam
etmiştir. Fevkalade ve daha sonra daimî elçi olarak Avrupa’nın çeşitli başkentlerine giden
elçiler, bulundukları ülkelerin idarî, askerî, iktisadî ve sosyal yapıları hakkında önemli
bilgiler ihtiva eden sefâretnâmeler kaleme almışlardır. Bu eserler, elçilerin müktesebatları
ile orantılı olarak önemli gözlemler ve bilgiler içermektedir. Sefâretnâmelere yansıyan Batı
algısını, ele alınan 15 sefâretnâme doğrultusunda kronolojik olarak ele alınacaktır. Bu
şekilde sefâretnâmelerin devletin, ele alınan süreç içerisindeki değişiminde rolü
gözlemlenebilecektir.
Bu çalışma ile sefirlerin sefâretnâmelerin perspektifinde Batı’nın nasıl algılandığı
tetkik edilmekte ve bu algı temelli değişim ve farklılaşma irdelenmektedir. Elçilerin
gönderildikleri ülkelere ilişikin düşünce ve algıları zaman içerisinde değişiklik göstermesine
rağmen bu ülkelerin potansiyel bir “düşman” olduklarına dair görüşleri sabit kalmıştır.
iv
Elçiler, bir taraftan Osmanlı Devleti’nin gücü ve ihtişamını davranış ve sözleri ile
sergilerlerken diğer taraftan da müktesabatları ölçeğinde dikkatlerini çeken ve takdir ettikleri
unsurları kayda değer görmüşlerdir. Dolayısıyla, elçiler tarafından kayda değer görülen örf,
adet gibi soyut ve bilimsel gelişmeler, bina, bahçe gibi somut nesneler onların zihinlerinde
önemli izler bırakmışlardır. Elçilerin sahip oldukları algıda, şahsî düşünce ve görüşlerine
tesadüf edilirken kendi devletlerinin de diplomasi ve siyasası da görülebilmektedir.
XVIII. yüzyılın başından XIX. yüzyılın ilk yılları içinde sefirlerin buludukları
Avrupa ülkeleri, zihinlerine “kâfirlerin cenneti” ve “Müslümanları cehennemi” şeklinde
yansımış, İslam kimliğinin de sınırlandırdığı bu algıda “Kâfir”, “Kâfiristan”, “Frengistan”
gibi vasıflandırmalar onların hem resmî hem de kişisel algılarının bir tezahürü olarak ortaya
çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Abdurrahim Muhib Efendi, Elçi, Diplomasi, Yirmizsekiz Çelebi
Mehmed Efendi, Batı Algısı, Tavukçu Başı Mustafa Efendi.
v
ABSTRACT
PERCEPTION OF THE WEST IN OTTOMAN SEFARETNAMES
(FROM THE BEGINNING OF THE XVIII. CENTURY TO THE FIRST
QUARTER OF THE XIX. CENTURY)

The Ottoman Empire established diplomatic relations with the outside world through various
means. One of these means was ambassadors. The Ottoman Empire, due to its situation, which is due
to its military superiority over Europe, sent its ambassadors to a country for the purpose of declaring
a war or making peace until the XVIIIth century. The Ottoman Empire, which prefers a unilateral
diplomatic relationship, has adopted the Ad Hoc (temporary) diplomatic method. The territorial
losses that occurred after the Treaty of Karlowitz in 1699, the agreements made, and the current
conjuncture obliged the Ottoman Empire to a new diplomatic process.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, who was sent to Europe as required by the Treaty of
Passarowitz in 1718, became one of the most important early sources of Westernization with his
Sefaretname. The diplomatic process that began with Mehmed Efendi, who was sent as a temporary
ambassador to Paris, continued with the sending of ambassadors to capitals such as Paris, Vienna,
Berlin, and Stockholm. Temporary and later permanent ambassadors sent to various European
capitals wrote Sefaretnames containing important information about the administrative, military,
economic, and social structures of the countries they were in. These works contain significant
observations and information proportional to the expertise and knowledge of the ambassadors. The
perception of the West reflected in sefaretnames will be considered chronologically in accordance
with the analysis of 15 the sefaretnames. In this way, the role of the Ottoman Empire in the process
of change, as observed through the sefaretnames can be considered.
vi
This study investigates how the West is perceived through the perspective of ambassadors
in the sefaretnames, and examines the changes and variations based on this perception. Although the
thoughts and perceptions of ambassadors regarding the countries they were sent to may have changed
over time, their views that these countries were potential "enemies" remained constant. Therefore,
customs, traditions, abstract and scientific developments, as well as tangible objects such as buildings
and gardens, which were deemed significant by ambassadors, left important impressions on their
minds. In the perception held by ambassadors, while their personal thoughts and opinions are
reflected, the diplomacy and politics of their own states may also be observed.
From the beginning of the XVIIIth century to the first quarter of the XIXth century, the
European countries where ambassadors were stationed were perceived by them as the "paradise of
infidels" and the "hell of Muslims", and in this perception limited by the Islamic identity, terms such
as "infidel", "infidel land", “the land of Franks" emerged as manifestations of both their official and
personal perceptions.
Keywords: Abdurrahim Muhib Efendi, Ambassador, Diplomacy, Yirmizsekiz Çelebi
Mehmed Efendi, Perception of the West, Tavukçu Başı Mustafa Efendi
vii
ÖNSÖZ
Osmanlı sefirlerinin kaleme aldıkları sefâretnâmelerin muhtevaları, uluslararası
ilişkiler ve diplomasi açısından ilk elden bilgiler olması münasebetiyle hatırı sayılır tarihî
vesikalardandır. Sefâretnâmeler kısmen Osmanlı Devleti’nin münasebette bulunduğu
Müslim ve Gayrimüslim muhtelif ülkelere ilişkin olduğu gibi, ekseri Avrupa ülkeleri ile ilgili
olmuştur. Araştırmada XVIII. ve XIX. yüzyıllar arasında yoğunlaşan sefâretnâmeler,
çalışmanın temelini oluşturmuştur. Sefaretnâmeler, askerî, siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel
sahalarda önemli değişim ve gelişim yaşayan Avrupa ülkelerinin tanımlanması ve Avrupa
ülkelerine yönelik mütalâada belirleyici olmuştur. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin süreç
içerisinde Avrupa ülkelerine bakış açısında da bir farklılaşma olduğunun tespitini ayan
beyan göstermiştir. Sefirler tarafından hazırlanan sefâretnâmelerde, Avrupa ülkeleri algısı,
beğenilip, tercih edilen müessese, fikir ve anlayışlar nakledilmiş ve nakledilen bu fikir ve
anlayışlar bir öncelik sıralamasına da tâbi tutulmuştur. Dolayısıyla, çalışmada bahsi geçen
XVIII. yüzyılın başından XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen zaman aralığında Osmanlı
Devleti’nde sefâretnâmeler temelli beliren Batı’ya yönelik algının şekillenmesi
irdelenmektedir.
Araştırma dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, belirlenen kronoloji
bağlamında Avrupa’da cereyan eden siyasî, askerî, sosyal ve iktisadî gelişmeler ele alınmış,
aynı zaman aralığında Osmanlı Devleti’ne de yer verilmiştir. Batı kavramı da incelenmiş, bu
kavramın içeriği irdelenerek, sefâretnâmelerde ele alınan ve tezde ana öge durumunda olan
Batı algısı kavramı ortaya konulmaya çalışılmıştır.
İkinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin klasik çağda Avrupa ülkelerine ilişkin bakış
açısı ele alınmış, devletin askerî ve iktisadî mânâda Avrupa’dan üstün olduğu devirde
diplomatik ilişkisi ortaya konulmuştur. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin “Ad Hoc” ya da
fevkalade elçilik müessesesine olan ihtiyacının gerekçeleri tetkik edilmiştir. Daimî
elçiliklerin açılmasına kadar olan ve daimî elçilik sonrasındaki diplomatik sürecin daha iyi
anlaşılmasını sağlamak için gerekli izahlarda bulunularak, ana tema için kavramsal çerçeve
oluşturulmuştur. Bu elçiliklerin aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin Batı’yı numune olarak
görmesi ve bu durumun meşruiyetinin kısmen kabulü ele alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin
mevcut durumu kabullenip gerçekleştirilen ıslâhâtların devamı niteliğinde Avrupa ülkelerine
uyum sağlama hususunda sefâretnâmelerin kıymeti ortaya konulmaya çaba sarfedilmiştir.
Hatırı sayılır bu diplomasi malzemelerinin, sonrası ıslâhâtlara da esin kaynağı olduğu
üzerinde durulmuştur.
viii
Üçüncü bölümde Avrupa’ya gönderilen fevkalade ve daimî elçilerin gözünden
Avrupa ülkelerinin görünümü ve sahip olunulan algı ele alınmış, XVIII. yüzyılın başından
XIX. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde elçilerin izlenimlerinde dikkati çeken değişimler
incelenmiştir. Sefirlerin tanık oldukları idarî, askerî, iktisadî, fen-teknoloji ve diğer alanlara
ilişkin bilgiler verilmiştir.
Sonuç bölümünde ise sefâretnâmelerin öznesi olan sefirlerin Avrupa’ya ve Batı’ya
yönelik algıları şahsî olduğu gibi tâbi bulunduğu ülkenin algısını da yansıttıkları, içinde
bulunulan devreye özgü siyasî vb. gelişmelerin sahip olunulan algı üzerinde belirleryiciliği
üzerinde durulmuştur.
Elçilerin bulundukları ülkeler ile ilgili kaleme aldıkları sefâretnâmelerde, devletin
ihtiyaçları doğrultusunda tanık oldukları, özellikle askerî ve iktisadî müesseselere, kısmî
olarak ilginç sosyal, teknolojik ve diğer gelişme ve eylemlere yer verilmiştir.
Bu araştırmanın inşasında en büyük pay hiç şüphesiz ki danışman hocam Prof. Dr.
Yaşar ÖZÜÇETİN’e aittir. Destek ve ilgisi ile bana yol gösteren, her zaman yanımda
hissettiğim hocama ne kadar teşekkür etsem azdır. Tez izleme komitesinde çalışmam ile
ilgili görüşlerini paylaşan Prof. Dr. Veli ÜNSAL ve Prof. Dr. Salahaddin BEKKİ
hocalarıma, Yapıcı eleştiri ve tavsiyeleri ile katkı sağlayan değerli dostlarım Doç. Dr. Kürşat
EFE’ye, Dr. Öğr. Üyesi Ceren KABADAYI’ya, Araş. Gör. Dr. Serkan KEÇECİ’ye ve Sadık
Müfit BİLGE’ye şükranlarımı sunarım.
Son olarak üzerimdeki emekleri ödenemeyecek olan annem Rukiye YILDIZ, babam
Mehmed YILDIZ ve ablam Tüba YILDIZ’a bana olan maddi ve manevi desteklerinden
dolayı minnet borcumu belirtmek isterim.
Kırşehir-2024
ix
İÇİNDEKİLER
KABUL VE ONAY ........................................................................................................................... i
BİLDİRİM ........................................................................................................................................ ii
ÖZET ............................................................................................................................................... iii
ABSTRACT ...................................................................................................................................... v
ÖNSÖZ ............................................................................................................................................ vii
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................................... ix
KISALTMALAR ............................................................................................................................. xi
1. GİRİŞ ............................................................................................................................................ 1
1.1.ARAŞTIRMA KONUSU VE PROBLEMİ ............................................................. 1
1.2.ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ ................................................................. 2
1.3. ARAŞTIRMANIN SINIRLILIKLARI ................................................................... 4
1.4. KAYNAKLAR VE KONU İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR .................................... 5
BÖLÜM I ........................................................................................................................................ 10
1. XVII. YÜZYIL İLE XVIII. YÜZYILDA AVRUPA’DA SAVAŞLAR VE
DİPLOMASİ .................................................................................................................. 10
1.1. XVII. Yüzyıl ve XVIII. Yüzyılda Avrupa ve Osmanlı ......................................... 10
1.1.1. Otuz Yıl Savaşları .............................................................................................. 14
1.1.2. Avrupa ve Osmanlı Devleti’nden Meydana Gelen Gelişmeler .......................... 15
1.1.3. Yedi Yıl Savaşları .............................................................................................. 19
1.1.4. Amerikan Bağımsızlık Savaşları ve Fransız İhtilâli ........................................... 20
1.1.5. Osmanlı Devleti ile Avusturya-Rusya-Fransa Mücadelesi ................................ 23
1.2 XVIII. YÜZYIL AVRUPA’NIN FİKRÎ, SOSYAL VE EKONOMİK
GÖRÜNÜŞÜ ................................................................................................................... 27
1.2.1. Avrupa Aydınlanmasına ..................................................................................... 27
1.2.2. Avrupa’nın Fikrî Durumu .................................................................................. 28
1.2.3. Avrupa’nın Ekonomik Durumu ......................................................................... 34
BÖLÜM II ...................................................................................................................................... 36
2.1. OSMANLI DEVLETİ’NİN KLASİK DÖNEMDE BATIYA OLAN
YAKLAŞIMI VE TUTUMU ......................................................................................... 36
2.1.1. Başlangıçtan I. Süleyman’a Kadar ..................................................................... 36
2.1.2. I. Süleyman’dan XVIII. Yüzyıla Kadar ............................................................. 40
2.2. OSMANLI DEVLETİ’NİN BATI İLE OLAN DİPLOMATİK
İLİŞKİLERİNDE FEVKALADE ELÇİLİKLER ...................................................... 43
2.2.1. Fevkalade (Ad Hoc) Elçilik Müessesesi ............................................................ 43
2.2.2. Osmanlı Devleti’nde Fevkalade Elçilikler ......................................................... 45
x
2.2.3. Fevkalade Elçiliğe Duyulan İhtiyaç ................................................................... 47
2.3. OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN BATI’NIN ÖRNEK ALINMASININ
MEŞRUİYETİ VE KABULÜ ....................................................................................... 50
2.3.1. Batı’nın Numüne Olarak Görülmesi Öncesi ...................................................... 50
2.3.2. Batı’nın Numüne Olarak Sayılması ................................................................... 54
2.4. BATI’NIN OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN TANINMASINDA
ELÇİLERİN KALEMİNDEN ÇIKANLARIN KIYMETİ ........................................ 58
2.4.1. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Öncesi Elçi Metinleri ................................ 59
2.4.2. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Sonrası Elçi Metinleri ............................... 63
2.4.3. Daimî Elçilerin Kaleminden Çıkanlar ................................................................ 66
2.5. SEFÂRETNÂMELERİN ISLÂHÂT TEŞEBBÜSLERİNİN ESİN KAYNAĞI
OLMASI ......................................................................................................................... 68
2.5.1. Fevkalade Elçilerin Sefâretnâmeleri .................................................................. 70
2.5.2. Daimî Elçilerin Sefâretnâmeleri ......................................................................... 75
BÖLÜM III ..................................................................................................................................... 80
3. SEFÂRETNÂMELERDE GÖZLEMLERLE ORTAYA KONULAN BATI
ALGISINA YÖNELİK BELLİ BAŞLI UNSURLAR ................................................ 80
3.1. İDARÎ UNSURLAR ............................................................................................. 81
3.2. ASKERÎ UNSURLAR ........................................................................................ 123
3.3. İKTİSADÎ UNSURLAR ..................................................................................... 134
3.4. FEN, BİLİM VE TEKNOLOJİK UNSURLAR ................................................. 144
3.5. SIHHÎ UNSURLAR ............................................................................................ 152
3.6. SOSYAL VE KÜLTÜREL UNSURLAR .......................................................... 157
3.7. ŞEHİR VE MİMARÎ UNSURLAR .................................................................... 176
SONUÇ ......................................................................................................................................... 192
KAYNAKÇA ................................................................................................................................ 198
EKLER .......................................................................................................................................... 219
ÖZGEÇMİŞ .................................................................................................................................. 232
xi
KISALTMALAR
Kısaltmalar Açıklamalar
BOA Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı
Arşivi
Çev. Çeviren
Edit. Editör
H. Hicrî
Haz. Hazırlayan
İSAM İslam Araştırmaları Merkezi
Ra Rebiyülevvel
TÜBİTAK Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu
vb. ve benzeri
1
1. GİRİŞ
1.1.ARAŞTIRMA KONUSU VE PROBLEMİ
Araştırmanın konusu, Osmanlı sefâretnâmelerinde göre Avrupa algısıdır. Söz konusu
araştırma ile ilgili literatür göz önünde bulundurulduğunda sefir ve sefâretnâmelerle dair
çalışmaların ekserisinin lâtin harfleri ile Türkçeye aktarıldığı dikkati çekmektedir.
Dolayısıyla sefir ve sefâretnâmelere ilişkin araştırmalarda Batı’ya yönelik algı tâli kalmış
olup, bu algının ne olduğuna yönelik somut olarak ortaya konulmadığı tespit edilmiştir. Bu
araştırma ve incelemenin amacı, sefâretnâmeler esas alınarak dikkatlerin Batı’ya yöneltildiği
bir zaman aralığında Batı’nın tanınması, anlaşılması ve adlandırılması temelinde sefirlerin
algısını ortaya koymaktır.
Çalışmanın sıklet merkezi, Batı’ya yönelik idrak ve algıda XVIII. yüzyılın başından
XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan zaman içerisinde sefâretnâmelerin yerinin
belirlenmesine yöneliktir. Zira sefir ve sefâretnâmelerin muhtevalarıyla konuya perspektif
kazandırılarak çalışmanın adı “Osmanlı Sefâretnâmelerinde Batı Algısı (XVIII. Yüzyılın
Başından XIX. Yüzyılın İlk Çeyreğine)” olarak belirlenmiştir.
Batılılaşma, Avrupalılaşma, Modernleşme ve Çağdaşlaşma gibi kavramlar birbirileri
ile girift olup, genel ve ortak anlamda; Osmanlı Devleti ile Cumhuriyet Türkiye’sinde
Batı’nın gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için gerçekleştirilen siyasî, sosyal ve kültürel
hareketleri ifade etmek için kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin Batı’ya yönelişinin
başlangıcından itibaren öncelikle askerî ve eğitim kurumlarını içine alan değişme,
başkalaşma ve gelişmelere, bir taraftan sosyal olayların karakteri, diğer taraftan Osmanlı
Devleti’nin tarihî özelliği ve coğrafî konumu dikkate alınarak farklı adlandırmalar
yapılmıştır. XVIII. yüzyılın başlarında teceddüt veya ıslahât daha sonra da tanzimât ve
ıslahât olarak isimlendirilen çabalar, İstanbul’un çeşitli kesimlerindeki farklı yaşayış
biçimlerini de ifade etmek üzere asrilik, asrileşme gibi benzer kavramlarla da anlatılmaya
çalışılmıştır. Araştırmada anlamları göz önünde bulundurularak daha kapsamlı olduğu
değerlendirilen Batılılaşma kavramının kullanılması tercih edilmiştir.
Osmanlı’nın Avrupa’yı yakından takip etmek istemesinin sebepleri çeşitlilik arz
etmektedir. Bunların bazıları şu şekildedir; Avrupa’nın fikrî ve askerî gelişimi ile askerî güç
bakımından üstünlük sağlaması, Osmanlı’nın yaptığı savaşların ve ittifakların büyük bir
kısmının Avrupa devletleri ile gerçekleşmesi ve yapılan savaşların kaybedilmiş olması.
Kurulduğu alanın coğrafî özellikleri dolayısıyla baştan itibaren yüzünü Batı’ya
dönmüş olan Osmanlı Devleti, çoğu hukukî olarak geçici mütareke niteliğinde olan barış
2
antlaşmaları ve ticarî sözleşmeler imzalamıştır. Dünya siyaseti hakkında yerinde bilgi
edinmek, padişahların cüluslarını haber vermek ve tahta çıkan Avrupalı monarkların taç
giyme törenlerinde bulunmak gibi gerekçelerle harice sefirler göndermiştir.
Yukarıda da kısmen bahsedildiği gibi Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile olan ilişkisinin
başlangıcı, bu başlangıcın tetkiki önemlidir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa ülkelerine yönelik
algısında farklı safhaların tespiti de söz konusudur. Zira araştırmanın XVIII. yüzyılın
başlarını kapsamasına rağmen Osmanlı Devleti’nin kuruluş, yükseliş ve duraklama
dönemindeki Avrupa imajının ortaya konmuş olması, sonrası süreçteki algı değişiminin
anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Çalışmada ana tema, 1720 Yirmisekiz Çelebi Mehmed
Efendi’den, 1811 Seyyid Abdurrihim Muhib Efendi’nin elçiliği sonuna kadar olan devredeki
Batı algısı olarak belirlenmiştir.
Avrupa’ya gönderilen fevkalâde sefirlerin gönderildikleri ülkelerin kültürleri ile
yakından ilgilendikleri görülmektedir. Balo, tiyatro ve müzikal gibi Osmanlı Devleti’nde
pek rastlanmayan faaliyetleri dikkatle izledikleri ve bu hususun Osmanlı ricalinde de ilgi
uyandırmasının yolunu açtığı bilinmektedir. Bu tür kültürel ve sosyal etkileşimlerin halktan
ziyade saray ve çevresindeki bürokratların dikkatini çektiği ve kendi muhitlerinde Avrupaî
tarzda bir yaşam tercih ettikleri gözlemlenmektedir.
Araştırma ile Batı’yı tanımlama yani algı ve bu tanımlamanın algının zirvede
bulunan ve geride kalan Osmanlı Devleti’nde nasıl, hangi istikamette değiştiği ve
farklılaştığı ortaya konulmak arzu edilmiştir.
1.2.ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ
Araştırmanın amacı, XVIII. yüzyılın başından XIX. yüzyılın ilk çeyreği arası süreçte
kaleme alınan sefâretnâmeleri, muhtevaları temelinde tetkik ederek, Osmanlı Devleti’nde
kendisini belli eden Batı algısını ortaya koymaktır. Araştırma hazırlanırken muhtelif bilim
dallarından da istifade edilecek olup, konuya farklı bir perspektif kazandırılacaktır.
Algı, araştırmanın ana temalarından biridir. Algı kavramı, her ne kadar diğer
bilimlerde geçse de bu kavram, psikolojinin literatürüne girmektedir. Algının ortaya
çıkışındaki lâzım gelen faktörleri incelemek için de sosyolojiden yararlanılacaktır.
Osmanlı Devleti, coğrafî olarak Avrupa’da da bulunmasına rağmen fikrî ve
toplumsal açıdan Avrupa’dan ayrılır. Osmanlı Devleti yapmış olduğu fetihler ile Viyana’ya
kadar topraklarını genişletmişti. Elde edilen topraklar XV-XVI. yüzyıllarda Osmanlı
Avrupası deyiminin kullanılması onun aynı zamanda bir Avrupa devleti olduğunu da
göstermekte idi.
3
Osmanlı Devleti her ne kadar coğrafya olarak Avrupalı olsa da Avrupa’dan siyasî,
hukukî, dinî ve sosyolojik olarak ayrılır. Bu ayrılıkta özellikle Avrupa coğrafyasının
Hristiyan olması belirleyicidir.
Doğu, batı, orta, kuzey ve güney gibi sıfatların Avrupa’nın başına eklenerek ülkelerin
konumlarının tanımlanması, Avrupa’nın coğrafî bir kavram olduğu izlenimi vermektedir.
Ancak, bu coğrafyanın nerden başlayıp nerede sonlandığı net olarak sınırlanamamaktadır.
Batı kavramının ise coğrafî bir anlamdan ziyade fikrî, sınaî ve sosyal bir muhtevaya sahip
olduğu düşünülür. Zira Batılaşma ve Batılılaşma kavramları Osmanlı modernleşmesinde
önemli yer tutar. Avrupalı ya da Avrupalılaşma ise daha sonraki süreçte ortaya çıkan benzer
kavramlardır. Batı kavramının bir ülkeyi ya da bir coğrafyayı temsil etmekten ziyade bir
mantaliteyi temsil ettiği düşünülür. Araştırma konusu bağlamında somut durum için Avrupa
tâbiri kullanılırken soyut olan için Batı tâbiri kullanılmıştır.
Araştırmanın önemi, Osmanlı Devleti’nin Batı algısının merhaleleri ile genel
itibariyle XVIII. ve XIX. yüzyıldaki değişimini sefâretnâmelerin muhtevalarını esas alarak
ortaya koymaktır.
Bundan evvel hazırlanan muhtelif çalışmaların satır aralarında Osmanlı’nın Batı
algısı hakkında bilgiler olmakla birlikte sefâretnâmelerin muhtevası temelinde Batıya ilişkin
algının bir bütünlük içerisinde mevcut olmadığı dolayısıyla, araştırmanın problematiği
olarak sefaretnâmelerin muhtevaları temelinde Batı algısının tespit edilip ortaya konulması
olmaktadır.
Araştırmada, sefâretnâmeleri yazan ve Batı ile birebir ilişki içinde olan sefirlerin
geçmiş yaşantısı, beklentileri, ihtiyaçları, eğitimi, yetiştiği ortam, kültür seviyesi,
mütedeyyin olup olmaması ve ilgileri gibi algıyı oluşturan öğelerin tesirleri belirlenmeye
çalışılacaktır. Böylece sefirlerin Batı’ya ilişkin mütalâalarını şekillendiren öğelerin
sefâretnâmelerdeki yaklaşım ve tutumlarına olan etkileri de görülecektir.
Örneğin Fransa’ya gönderilen sefirlerin sefâretnâmeleri tetkik edildiğinde Batı ile
ilgili mütalâalarında farklılıklar gösterdiği görülür. Bu duruma en açık örnek Paris Sefirliği
görevini yürüten Mehmed Said Halet Efendi (1802-1806) ile yine aynı dönemde Paris’te
bulunan Seyyid Vahid Mehmed Efendi’nin (1806-1807) söylemlerinde Avrup algılarında
birbiri ile uyuşmadıkları görülmektedir. Halet Efendi’nin o dönemde nizam-ı cedide yani
Batılaşmaya karşı grup içinde yer alması, mütedeyyin bir sefir olması Batı algısına menfî
yönde etki etmiş, İstanbul’a yollamış olduğu raporlarda da bu durum açıkça görülmüştür.
Aynı devrede Paris’te bulunan Vahid Efendi’nin ise Batı’ya yönelik daha müspet olup,
4
kaleme aldığı Fransa sefâretnâmesinde kendisini belli etmiştir.
Batı algısının oluşumu ve bunun Osmanlı Devleti tarafından muhtelif dönemlerdeki
algılanma biçimi, araştırmanın önemli bir tarafını teşkil etmektedir. XV. yüzyıldan itibaren
farklılaşan Avrupa’nın siyasî, teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel değişimleri ve bunun
getirdiği fikir akımları, Osmanlı Devleti’nde bir Avrupa ya da Batı olgusunu meydana
çıkarmıştır. “Batı’nın coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel sınırları fizikî bir coğrafya ile mi
sınırlamalı yoksa fikrî bir coğrafya mı çizmeli? Batı bir coğrafî sınır mıdır? Yoksa bir fikrî
bir bütünlüğün coğrafyaya yansıyan tezahürü müdür?” gibi sorularının cevapları
araştırmanın en önemli sorunsalı olduğu düşünülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan Batı
algısının XVIII. yüzyılın başından XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan süreç konusu
dâhilindedir. Ancak, Osmanlı’nın Batı ile ilişkisini göz önüne almak gerekirse, önceki
devrelerin de tetkik edilerek ortaya çıkan Batı algısının belirlenmesi önemlidir. Osmanlı
Devleti’nin gerileme dönemine girmesi ile Batı algısının da paralel değişime uğradığı
gözlemlenmektedir. Sonrası, özellikle Tanzimat Fermanı ile başlayacak olan devlet eliyle
Batılılaşmanın sebepleri araştırma içinde cevaplarını da bulacaktır.
1.3. ARAŞTIRMANIN SINIRLILIKLARI
Araştırma, konu başlığında da belirtildiği üzere XVIII. yüzyılın başından XIX.
yüzyılın ikinci çeyreğine yaklaşık 115 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Araştırmanın sınırları
belirlenirken Osmanlı Devleti’nin, Avrupa’nın yükselişini gördüğü III. Ahmed’in
saltanatının ikinci devresi olan Lale Devri’nden başlanması tercih edilmiştir. Konunun bu
şekilde sınırlandırılmasının nedeni ise 1720’den sonra gerçekleştirilen ıslâhât çalışmalarının
Avrupa’ya yollanan sefirlerin hazırladıkları raporların sefâretnâme olarak devlet ricaline
takdim edilmesinin yol göstericiliği ile yapılmış olmasıdır.
XVIII. yüzyılın başından XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan süreçte Osmanlı
Devleti’nin Batı algısını o dönemde yayınlamış olan sefâretnâmeler temel alınarak ortaya
konulacaktır. Araştırmanın bu şekilde sınırlandırılmasının nedeni; Osmanlı Devleti’nin
Tanzimat Fermanı ile Batılı bir devlet anlayışını tasvip etmesi ve devleti Batılı mânâda
dizayn eden bir sürece girmesidir.
Araştırmada sefâretnâmelerin temel alınmasında Avrupalı devletler hakkında
Osmanlı Devleti’nin kendi sefirlerinden bilgi almak arzusu önemli bir yer tutmaktadır.
Böylece devletin resmî görevlisi olarak harice giden sefirler, kendi fikir dünyaları ile birlikte
oluşan Batı algısını ülkelerine ulaştırmışlardır. Bu vesikalar, Osmanlı Devleti’nin Batı
5
algısına yönelik fikrin oluşmasında önemli olmuştur. III. Ahmed’ten başlayıp II.
Mahmud’un son yıllarına kadar devam eden süreçte gerek geçici gerekse daimî elçiler,
Osmanlı Devleti’nin eksiklerini Batılı anlamda bir modernleşme ile düzeltmelerini
sağlamışlardır.
1.4. KAYNAKLAR VE KONU İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR
Araştırmanın ana kaynakları sefirler tarafından kaleme alının sefâretnâme
metinleridir. Araştırmanın amacı Osmanlı Türkçesi sefâretnâmelerin günümüz Türkçesine
aktarılması değildir. Zira araştırma için sefâretnâmelerin hem orijinal metinlerden hem de
günümüz Türkçesine aktarılmış metinlerden koordineli olarak faydalanılmıştır. Ayrıca,
müstakil olarak tez olarak çalışılmış sefâretnâmeler de göz ardı edilmemiş lakin orijinal
nüsha ile karşılaştırma yapılmadan yararlanılmamıştır. Bunun asıl nedeni ise yapılan
çalışmalardaki olası yazım hatalarını çalışmamıza taşımamaktır.
Zaman sınırlandırmasına uygun olarak ele aldığımız ilk sefâretnâme Yirmisekiz
Çelebi Mehmed Efendi’ye aittir. Bu sefâretnâme nüshasına sık rastlanan bir eser olarak göze
çarpar. Sefâretname’nin yazma ve matbu nüshaları; İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler
Kütüphânesinde yer alan 01733 ve 03231 numaralı ve Topkapı Sarayında bulunan 1432
numaralı Sefâretnâne-i Fransa ve 869 numaralı Sefâretnâme-i Yirmisekiz Fâizî Çelebi
nüshaları da önemli addedilmiştir. Eserin matbu olarak basılmış İstanbul/1283 tarihli
Sefâretnâme-i Fransa eseri de mevcuttur. Yine 1841’de basılan Relation De l'Ambassade
De Mohammed Effendi (Texte Turk), A L'usage Des Élèves De l'École Royale Et Spéciale
Des Langues Orientales Vivantes Chrestomathies Orientales matbu nüshasından da
yararlanılmıştır. Bu nüshalardaki fark şudur ki Topkapı Sarayındaki 869 numaralı
nüshasında bulunan Malta’daki Müslüman esirler meselesi diğer nüshalarda yer
almamasıdır. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesi ile ilgili transkribe
edilmiş çalışmaların başında sadeleştirilmiş metin, orijinal metin ve tıpkı baskıyı da içeren
Abdullah Uçaman’ın 2017’de yayınlamış olduğu Fransa Sefaretnamesi Yirmisekiz Çelebi
Mehmed Efendi adlı eseridir. Eserde sefâretnâme kullanıcılara kolaylık sağlaması açısında
sadeleştirmiş metnin verilmesi çok önemlidir. Beynun Akyavaş’ın 1993’te yayınlamış
olduğu Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesi, Murat Aykaç Erginöz
tarafından Türkçeye aktarılan Gilles Veinstein’in İlk Osmanlı Sefiri 28 Mehmed Çelebi’nin
Fransa Anıları adlı eseridir. Şevket Rado’nun Paris’te Bir Osmanlı Sefiri Yirmisekiz
Mehmed Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi adlı bir eseri de Yirmisekiz Çelebi Mehmed
Efendi’nin sefâretnâmesi ile ilişliki çalışmalarıdır.
6
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin oğlu Said Efendi’nin Fransa’ya yapmış
olduğu sefâreti ile ilgili bir metin mevcut olmamakla birlikte Ahmed Refik Altunay’ın Tarihi
Simalar adlı eserinde bu sefâret ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.
Son dönemde gün yüzüne çıkarılan, Erhan Afyoncu ve Ahmed Önal’ın İbrahim
Müteferrika’nın Lehistan elçiliği ile ilgili kaleme aldığı İbrahim Müteferrika’nın Lehistan
Elçiliği ve Bilinmeyen Sefâretnâmesi adlı çalışması büyük önem arz etmektedir. Bu
sefâretnâmenin kullanılması ile araştırma diğer araştırmalardan ayrılır. Yeni bir
sefâretnâmenin araştırmada yer alması önem arz etmektedir.
İsveç’e elçi olarak gönderilen Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi’nin Sefâret
Takriri Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Topkapı Sarayı Müzesi Arşiv Evrakı’nın 450/21
numarasında yer almaktadır. Ayrıca bu sefâretnâme Yanko İskender Hoçi tarafından Tarihi
Osmanî Encümeni’nde, Sadrazam Said Mehmed Paşa Merkum’un İstokolm’e Vuku Bulan
Sefâretinden Avdetinde Makam-ı Saadete Takdim Eylediği Takrir adıyla yayınlanmıştır.
Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi’nin Avusturya sefâreti ile ilgili Nuruosmaniye
Kütüphânesi 938/3 numaralı Nemçe Sefâretnâmesi ve Millet Kütüphânesi’nde bulunan 843
numaralı Nemçe Sefâretnâmesi yazma nüshları ve ayrıca İsmail Ödemiş’in 2013’te
yayınlamış olduğu Mustafa Efendi’nin Viyana Sefâreti ve Sefâretnâmesi (Istılah-ı Nemçe)
(1730) adlı yüksek lisans tezi bulunmaktadır.
Mustafa Hattî Efendi’nin Avusturya sefareti ile ilgili Sefâretnâme-i Hattî adlı yazma
eser İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Koleksiyonu 06095 numarada yer alır. Bu
sefâretnâme ile ilgili Ali İbrahim Savaş’ın 1999’da hazırlamış olduğu Mustafa Hattî Viyana
Sefâretnâmesi adlı eseri de mevcuttur.
Ahmed Resmî Efendi’nin sefâreti için İstanbul Yazma Eserler Kütüphânesi’nde yer
alan 01319 numaralı Sefâretnâme-i Ahmed Resmî adlı yazma ve ayrıca 1303’te matbu olarak
yayınlanan Sefâretnâme-i Ahmed Resmî adlı eserler mevcuttur. Ayrıca günümüz Türkçesi
ile Bedriye Atsız’ın yayınlamış olduğu Ahmed Resmî Efendi’nin Viyana ve Berlin
Sefâretnâmeleri adlı eser de Ahmed Resmî Efendi’nin sefâretnâmesi ile ilgili bir başka
kaynak eserdir.
Fransa’da daimî elçiliğe gönderilen Moralı es-Seyyid Ali Efendi’nin sefâretnâmesi
1329 yılında matbu olarak, Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi basılanmış ve aynı
eser Ahmed Refik tarafından da 1331’de Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuasında, Moralı
Ali Efendi’nin Paris Sefareti adıyla yayınlanmıştır. Ayrıca bu sefâretnâmenin yabancı
dildeki nüshası da günümüz Türkçesi ile Maurice Herbette, Moralı Esseyit Ali Efendi 1797-
7
1802 Fransa'da İlk Daimî Türk Elçisi adıyla yayınlanmıştır. Belkıs Altuniş Gürsoy’un
Seyyid Ali Efendi’nin Sefâretnâmesi eseri de bu konudaki bir başka kaynaktır.
Ebubekir Ratib Efendi’nin Avusturya sefâreti ile ilgili İstanbul Üniversitesi Yazma
Eserler Kütüphânesi 06096 numarada bulunan, Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi yazma
eser ile Abdullah Uçman’ın 1999 ve 2012 baskıları ile yayınlamış olduğu Ebubekir Ratib
Efendi’nin Nemçe Sefâretnâmesi adlı eseri mevcuttur.
Prusya’ya sefir olarak gönderilen Ahmed Azmî Efendi’nin kaleme aldığı
sefâretnâmesinin yazma nüshası Millet Kütüphânesi’nin 825 yer numarasında ve
Süleymaniye Kütüphânesinde 910 tasnif kodu yazmanın 237-264 sayfaları arasında mevcut
olup, ayrıca bu eser 1303’te Ebuzziya matbaası tarafından matbu olarak yayınlanmıştır.
Fransa’ya aynı dönem zarfında giden üç elçinin sefâretnâmeleri için orijinal
nüshalarını kullanmaya gayret edilmiştir. Mehmed Sait Halet Efendi’nin Fransa sefâreti için
Enver Ziya Karal’ın 1940’ta kaleme almış olduğu, Halet Efendi’nin Paris Büyük Elçiliği
(1802-1806) adlı eser, Süheyla Yenigünya Gürgen’in, Devletin Kahyası, Sultanın Efendisi
Mehmed Said Halet Efendi adlı çalışmalarından faydalanılmıştır. Ayrıca Başkanlık Osmanlı
Arşivinde bulunan Halet Efendi’nin İstanbul’a göndermiş olduğu raporlar da göz önüne
alınmıştır.
Fransa’ya giden bir başka elçi Mehmed Emin Vahid Efendi’nin sefâreti için
Süleymaniye Kütüphânesi, Esat Efendi kütüphânesinde yer alan 91 numaralı Sefâretnâme-i
Seyyid Vahîd Efendi yazma eser, Ebuzziya matbaasında basılan matbu, Fransa
Sefâretnâmesi (1304) adlı eser Osmanlı Türkçesidir. Bunlardan ayrı oladak Yavuz Ercan’ın
Osmalı tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisinde yayınlanan Seyyid Mehmed Emin
Vahid Efendi’nin Sefâretnâmesi adıyla yayınlanan günümüz Türkçesi çevirisi mevcuttur.
Son olarak Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin sefâreti için Bayezid
Kütüphânesinin Veliyyüddin Efendi kolleksiyonundanun V. 3425 numaralı Sefâretnâme-i
Abdurrahim Muhib yazma ve Bertrand Barelilles’in kaleme aldığı, Fevkalade Büyükelçi
Abdurrahim Muhib Efendi Paris’te Bir Türk adlı ve Bekir Günay’ın Paris'te Bir Osmanlı
Seyyid Abdürrahim Muhib Efendi’nin Paris Sefirliği ve Büyük Sefâretnâmesi adlı eseri
mevcuttur.
Sefâretnâmeleri incelerken özellikle orijinal metinlerine ulaşma, yazma ve matbu
sefâretnâmeleri karşılaştırarak faydalanma yoluna gidilmiştir. Buradaki amaç araştırmayı
vücuda getirirken karşılaşılabilecek hata oranını azaltmaktır.
8
Osmanlı sefirleri ve sefâretnâmeleri ile ilgili telif ve tetkik olarak hazırlanan en
önemli eser Faik Reşit Unat’ın Osmanlı Sefileri ve Sefâretnâmeleri adlı eseridir. Unat,
eserinde Osmanlı Devleti’nin göndermiş olduğu sefirler ve sefâretnâmeler hakkında geniş
ve ayrıntılı bilgiler verir. Unat’a göre Osmanlı Devleti, Kara Mehmed Paşa ile Abudurrezzak
Bâhir Efendi arasında sefâretnâmesi olan 42 elçiyi muhtelif coğrafya ve devletlere
gönderdiğini tespit eder. Sefir ve sefâretnâmeleri konu alan bir başka eser ise Hasan
Korkut’un 2003 yılında hazırlamış olduğu, Osmanlı Elçileri Gözüyle Avrupa 1719-1807 adlı
doktora tezidir. Yazar sefâretnâmeleri dört bölümde incelemiş, birinci bölümde sefirlerin
seyahatlerini, ikinci bölümde Avrupa kurumlarını, üçüncü bölümde Avrupa’daki sosyal ve
kültürel hayatı, dördüncü bölümde ise Avrupa şehirlerini ele almıştır. Korkut, adı geçen
çalışmayı inşa ederken ülkeleri ayrı ayrı incelemek yoluna gitmiştir. Biz ise araştırmayı bir
kronoloji üzerine inşa ettik. Korkut’tan farklı olarak araştırmada İbrahim Müteferrika ve
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin sefaretini de işlenmiştir.
Araştırmamızla ilgili Hacer Topaktaş’ın 2005 yılında tamamlamış olduğu Osmanlı
Sefâretnâmeleri Işığında 1730-1763 Yıllarında Osmanlı Devleti ile Lehistan/Polonya
Arasında Diplomatik İlişkiler adlı yüksek lisans tezi dikkat çekiyor, Topaktaş tezinde
Lehistan nezdine gönderilen üç sefirin sefaretnamelerini tetkik ederek Osmanlı-Lehistan
ilişkierini incelemiştir. İsmail Ödemiş’in 2013 yılında tamamlamış olduğu, Mustafa
Efendi'nin Viyana Sefâreti ve Sefâretnâmesi (Istılah-ı Nemçe): 1730 adlı yüksek lisans
tezinde Musfa Efendi’nin sefâretnâmesi günümüz Türkçesine traskribe edilmiştir. Cansu
Acar’ın 2019 senesinde tamamlamış olduğu, Ahmed Azmi Efendi’nin H. 1205/M. 1790-91
Tarihli Sefaretnamesi ile Seyyid Mehmed Vahid Efendi'nin H. 1221/M. 1806-1807 Tarihli
Sefaretnamesinin Karşılaştırması ve Değerlendirilmesi adlı yüksek lisans tezi vardır. Bu
çalışmada iki sefâretnâme karşılaştırılmıştır.
Sefâretnâmelerle ilgili bir başka çalışma ise İbrahim Küreli’nin 1992 yılında
tamamlamış olduğu, Abdurrahim Muhib Efendi'nin Fransa Sefaretnamesi (Küçük
Sefaretname) Adlı Yüksek Lisans Tezinde Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin Küçük
Sefâretnâmesi günümüz Türkçesine aktarılmıştır. 2019 yıllında Muhammed Erdoğan’ın
tamamlamış olduğu, Sultan I. Mahmud Dönemindeki Sefaretnamelerin Osmanlı
Modernleşmesi ve Diplomasisi Üzerindeki Etkileri adlı yüksek lisans tezinde I. Mahmud
Döneminde çeşitli ülkelere gönderilen sefirlerin sefâretnâmelerini tanıtan bir eser kaleme
almıştır. Sefâretnameler sadece tarih alanında çalışılmamıştır. 2007 yılında Mustafa Uluocak
9
tarafından tamamlanan, XVIII. Yüzyıl Sefaretnamelerinde Türetme ve İşletme Ekleri adlı
doktora tezi de literatürlerdeki yerini almıştır.
Bu konuda Mehmed Alaaddin Yalçınkaya’nın, OTAM’da 1994’te yayınlanan,
Mahmud Raif Efendi As The Chıef Secretary Of Yusug Agah Efendı, The Fırst Permanent
Ottoman-Turkısh Ambassador To London (1793-1797) adlı makalesinde Yusuf Agâh
Efendi’nin sır kâtibinin notlarını yayınlamıştır. Bir başka eseri ise OTAM’da 1996’da
yayınlanan, Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak Sefaretnamelerin Kaynak
Defteri adlı makalesinde genel olarak sefir ve sefâretnâmelerinden bahseder.
10
BÖLÜM I
1. XVII. YÜZYIL İLE XVIII. YÜZYILDA AVRUPA’DA SAVAŞLAR VE
DİPLOMASİ
Tanık olunan siyasî, askerî, ekonomik, sosyal gelişmelerin ele alınması, Araştırma
konusunun daha iyi anlaşılmasını, sefirlerin Avrupa ülkelerine gönderilmelerinin kısmen
gerekçelerini hazırlamış olması münasebetiyle önemlidir. Avrupa ve Batı kavramlarının
coğrafî, tarihî ve sosyal olarak birlikte ele alınması sonrası bölümlerde adı geçen bu
kavramların anlam yüklerinde bir yeknesaklığı temin edecektir.
1.1. XVII. Yüzyıl ve XVIII. Yüzyılda Avrupa ve Osmanlı
Avrupa kavramı, Avrupa haricinde yaşayan halklar için olduğu kadar Avrupalıların
kendisi için de tartışmalıdır. Avrupa kavramının, tarihî ve fikrî mânâsı dikkate alındığında,
zamanla kendisine geniş ve farklı mânâlar atfedilen bir kavram haline dönüştüğü görülür.
Bu kavramın, coğrafyaya ait bir anlamda da mı yoksa siyasî mânâda mı kullanıldığı konusu
hâlâ tartışmalıdır (Beydilli, 1991: 135). Norman Davies’e göre; başlangıçta Avrupa yoktu,
var olan sadece beş milyon yıl boyunca, dünyanın en büyük kara kütlesinin pruvasında gemi
figürü gibi konumlanmış adı olmayan uzun ve dolambaçlı bir yarımadadır (Davies, 1996:
xv; Çapan, 2015: 30). Bu bağlamda örnekleri artırmak mümkündür. Avrupa sözcüğünün
kökeni hakkında da genel bir birliktelik söz konusu değildir. Bunu biz sefâretnâmelerde de
görmekteyiz. Ahmed Resmî Efendi sefâretnâmesinde Avrupa’yı bir coğrafî isim olarak
tanımlamaktadır.
Avrupa kavramı, anlam olarak kaynağını Doğu’dan almış ve Batı’ya doğru yayılmış
bir kelimedir (Özdemir 2007: 94). Mitolojide ise bu kavram, bir Fenike kralının kızıdır ve
bu nedenle “Semitiktir”1 (Dussel, 2000: 465). Genellikle efsanelere dayanan bir söylem ile
Avrupa kavramına bir köken aranmaktadır. Avrupa, coğrafî olarak dünyanın Kuzeybatı
Asya’da kalan kısmını ifade etmekle birlikte ilk olarak antik çağlarda Adalar Denizi’nde
yaşayan insanların bu denizin batısında kalan kısmı için güneşin battığı yer anlamındaki
(Davies, 1996: xvii) Ereb ya da Erib kelimesinden geldiği ve daha sonra Yunanlılar
tarafından bu sözcüğün Europe formuna sokulduğu ön görülmektedir (Çapan, 2015: 30).
Roma İmparatorluğu döneminde ise Avrupa kavramı, coğrafî bir algı olarak Roma dünyasını
çağrıştıran bir imge olarak belirmiştir (Beydilli, 1991: 135-136).
1 Semitik, Sami dili anlamında kullanılmıştır (en-Naif 1993: 293).
11
Avrupa, yalnız Avrupa devletlerinin siyasî sınırları bir araya toplamış olması
değildir. Avrupa, medeniyet tarihinde kendisine önemli bir rol atfedilen genel nitelikler ile
donanmış coğrafî bir kendine özgülüktür (L. Gallouédéc; F. Maurette, 1340: 3). Bir ülkenin
fizikî coğrafyasının siyasî tarih üzerine her zaman büyük bir etkisi vardır ve farklı ulusların
dağılımları ve hareketleri, farklı zamanlarda değişik ülkelerin adlarını ve sınırlarını tespit
etmekle en çok ilgili olan tarihin parçalardır. Ülkelerin fiziksel yapısı ve onu ele geçiren
farklı ulusların yerleşimleri, her zaman onun siyasî bölünmelerinin belirleyici nedenleri
olmuştur. Ancak, tarihsel coğrafyanın ilk etapta ele alması gereken siyasî bölünmelerdir.
Toprağın doğası ve onu ele geçiren insanlar, yalnızca siyasî bölünmeleri etkiledikleri ölçüde
ilgilenmek zorundadır (Freeman, 1882: 1-2).
Avrupa, çoğu coğrafî ifadeden daha belirsiz bir terimdir. Etimolojisi, belirlediği
alanın fiziksel kapsamı gibi şüphelidir. Batı sınırları, kıyı şeridi tarafından açıkça
tanımlanmış gibi görüyor, ancak Britanya Adaları’nın konumu belirsizliğini koruyor. Bu
adalar dışarıdan bakanlara açıkça Avrupa’nın bir parçası gibi görünüyorlar. Ancak, birçok
İngiliz ve bazı İrlandalılar için Avrupa, esasen kıta Avrupası anlamına gelir. Güneyde,
Avrupa Akdeniz’in kuzey kıyılarında sona erer2 (Gürcan, 2020: 11-12).
Avrupa’nın coğrafî anlamı ve sınırları; 1690 yıında Venedikli bir keşiş olan
Vincenzo Coronelli’nin çizmiş olduğu haritaya göre Avrupa sınırı; kara Avrupası’nı
Litvanya dâhil aşağıda Moskova’yı içine almadan giden bir çizgi ile Polonya ve Litvanya
dâhil olarak Kırım’ın batısına kadar getirmektedir. Bu haritaya göre Osmanlı Devleti’nin
batıda yer alan toprakları da Avrupa sınırları içine alınarak onun Batılı ya da Avrupalı bir
devlet olarak algılandığı görülmektedir (Tarihte Türk Haritaları, 2018: 116). 1720 yılında
Gerard van Keullen tarafından çizilen bir dünya haritasına göre ise Avrupa’nın sınırları
Coronelli’den farklı olarak İskandinavya’yı da içerisine almaktadır (Tarihte Türk Haritaları,
2018: 118-119). 1689 yılında Hollandalı ressam Gerrit van Schangen tarafından yapılan
dünya haritasında Avrupa sınırlarının geniş olarak algılanarak çizildiği tespit edilmektedir.
Burada Moskova iki kısma ayrılmış olup, batı kısmı Avrupa’da doğu kısmı ise Tatarya
olarak adlandırılmıştır (Tarihte Türk Haritaları, 2018: 120). 1740 yılında Jean Covens ve
Cornaille Mortir tarafından hazırlanan ve Schangen’in hazırladığı harita ile doğru orantılı
olan haritada Moscove Europe ve Tatarie Moscove olarak nitelendirildiği görülür (Tarihte
Türk Haritaları, 2018: 121). 1791yılında Fransız bir coğrafyacı olan Charles Pierre
Boullanger’in çizmiş olduğu dünya haritası da yukarıda zikredilen haritalarla paralellik
2 https://www.britannica.com/topic/history-of-Europe (Erişim tarihi: 06.06.2021).
12
göstermektedir (Tarihte Türk Haritaları, 2018: 124-125). Tetkik edilen haritalar göz önüne
alındığında Avrupa’nın sınırları aşağı yukarı aynı olmasının yanı sıra Osmanlı Devleti’nin
bu haritalarda Avrupa’daki toprakları göz önüne alınarak Avrupalı bir devlet olarak kabul
edildiği görülmektedir.
Coğrafî mânâda Avrupa’nın bir sınırı çizilecek olursa, Aryanların batı kolunun
geldiği Avrupa Kıtası, Batı’dan Asya Kıtası’na kesintisiz bağlanan büyük kara parçası ile
Kuzey ve Güney’deki iki ada, yarımada ve deniz sisteminden oluşur. Avrupa’nın Güney
kesimi; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının arasında yer alan Akdeniz ile çevirilidir.
Avrupa’nın Güney kesimi, Orta Avrupa’yı ayıran Pireneler ve Alp Dağ silsilesinin böldüğü,
Yunanistan, İtalya ve İspanya yarım adalarından oluşmaktadır. Ayrıca, Akdeniz’de
Sardunya, Sicilya, Girit ve Kıbrıs birçok büyük ada ve özellikle Yunanistan ve Asya arasında
yer alan Ege Denizi ve bu denizde bulunan adalar da Avrupa coğrafyasında yer almaktadır
(Green, 1877: 8).
Avrupa kavramı ile Batı kavramının birbiri ile ayrıldığı görülür. Avrupa daha çok
coğrafya ile ilgili bir kavram olara karşımıza çıkar. Ancak Avrupa coğrafyasında ortaya
çıkan fikrî, sosyolojik ve teknolojik yeniliklerin Batı medeniyeti olarak algılanarak bu
şekilde nitelendirilir.
Avrupa kavramının anlamına Osmanlı kaynaklarında da tesadüf etmek mümkündür.
Bu kavram, coğrafî bir deyişin yanında onun uygarlığına ve bağısızlıkları ve egemenlikleri
ve askerî güçlerine de temas edilerek, Türkçe sözlüklerde şu şekilde yer almaktadır.
“Avrupa; “kıt‘aat-ı hamse-i arzdan birinin ismi, bu kıt‘a diğerlerine nispetle küçük olduğu
halde, medeniyetçe cümlesine faiktir. Mesaha-i sathiyesi takriben dokuz milyon dokuz yüz
bin murabba kilometredir. Avrupa kıt‘asında 350 milyonu mütecaviz nüfuz
mütemekkindir.” (Mehmed Salahî, 1313:199-200). “Avrupa; dünyadaki beş kıt‘adan en
küçüğü ve en mütemeddinidir.” (Resimli Türkçe Kamus, 1928: 97). “Avrupa; kürre-i arzın
beş kıtasından en mamurudur.” (Bahaeddin, 1330: 173). “Avrupa; kürre-i arzın kıt‘aat-ı
hamseden biri ki en mamurudur.” (Şemseddin Sami, 1317: 58). “Avrupa kıtası dünyanın en
mühim kıt‘alarından olup mesahasına nazaran nüfusu en çok ve en mutemeddindir. Avrupa
devletleri iktidar-ı millî ve askerî cihetiyle de dünyanın en birinci devletleridir. İnsanların
bir arada yaşamak için yaratılmış olduklarından bundan devletler, heyetler vücuda gelmiştir.
Avrupa’nın büyük hükûmetleri, düvel-i muazzama denilen devletleri şunlardır: İngiltere,
Fransa, Almanya, Avusturya ve Macaristan ve Rusya’dır. Devlet-i Aliye Paris Muahedesiyle
düvel-i muazzama meyanına idhal edilmişti. İdare-i sabıkada o mevki kaybetti. İnkılaptan
13
sonra yine Avrupa devletleri tarafından mazhar-ı itimad oldu. Devletimizin kuvvet ve
şevketi arttıkça düvel-i muazzaması meyanında mevk-i mühim ihraz edeceğine şübhe
yoktur. Şimdiki halde bu altı devlete Düvel-i muazzama denilir. Politika ailesinde bu
devletlerin nüfuzu caridir. Bizde bu meyanda bulunmak için çalışmalıyız.” (İbrahim Hilmi,
1327: 21).
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere Avrupa kavramının Osmanlı Devlet’inde
coğrafî manada algılandığı görülür. Lakin bu kavramın düşünce kısmına gelince, Avrupa
yerine Batı kelimesinin ağırlık kazandığını görülmektedir. Her ne kadar XVIII. yüzyılın sonu
ve devamındaki süreçte Avrupa düşünce sistemini Batı kelimesi karşılasa birisi coğrafî
diğeri düşüncel olan iki kavramın birbiri ile tam örtüşmediğini ileriki konularda görülmüş
olacaktır.
Avrupa’da XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki genel siyasî yönelimin monarşiye doğru
olduğu bilinmektedir. Monarşi yönetiminin temsilcisi olarak da Güneş Kral ünvanı ile
bilinen XIV. Louis görülmektedir. Bu dönemde, “kralların otoritesi Tanrı’dan kaynaklanır”
fikrinin genel olarak geçerli olduğu bilinmektedir. Bu durum, Bousset’te kendisini şu şekilde
belli eder, “Kralın otoritesi kutsaldır… din ve vicdan bizden hükümdara itaat etmemizi talep
eder. Kraliyet otoritesi mutlaktır… hükümdar, emirleriyle ilgili olarak kimseye hesap
vermek zorunda değildir… Krallar görevlerini, yükümlülüklerini ve işlevlerini yerine
getiremeseler bile onlara saygı gösterilmelidir… Hükümdar Tanrı’dır” (Wiesner-Hanks,
2019: 442).
Fransa Kralı XIV Louis’ten ayrı olarak İngiltere Kralı I. James de 1609 yılında
parlamentoda yapmış olduğu bir konuşmada, “Yeryüzündeki en yüce şey monarşidir. Çünkü
krallar sadece Tanrı’nın yeryüzündeki vekilleri olup Tanrı tarafından taçlandırılmaktadır”
ifadesiyle, monarşi ile Tanrılığı bir kefeye koyarak monarşi kavramına farklı bir yorum
getirmiştir. Fransa monarşisini örnek alan Avrupa’nın diğer ulus-devletlerinin hükümdarları
devletlerini merkezileştirmek için çaba göstermişlerdir. XVI. Louis’in yaptırdığı Versailles
Sarayı’nı örmek alan küçük İtalyan devletleri ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nda
dahi otorite sahipleri resmî emirler ile monarşiyi temsil eden saraylar inşa ettirmeye
başlamışlardır. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Habsburg Hânedanı’na mensup
hükümdarlar Viyana yakınlarındaki Schönbrunn Sarayını, Brandenburg-Prusya’daki
Hahenzollern Henedanı’na mensup hükümdarları Berlin’deki Kraliyet Sarayı’nı, Güneybatı
Almanya’daki Württemberg dükleri Ludwingsburg’u ve Savoy dükleri de İtalya’nın Torino
14
kenti yakınlarındaki Stupinigi saraylarını yaptırarak şekilsel olarak da monarşiyi hâkim
oldukları topraklara getirmiştir (Wiesner-Hanks, 2019: 43).
1.1.1. Otuz Yıl Savaşları
Otuz Yıl Savaşları terimini, savaşları farklı bölümlere ayırmaya eğilimli o dönemin
yazarları tarafından Westphalia Antlaşması’ndan 20 sene sonra kullanıldığı da iddia
edilmektedir. Otuz Yıl Savaşları, beş büyük savaşı ve diplomatik eylemler ile savaşan
ülkelerin hareketlerini karmaşıklaştıran pek çok konuyu içermektedir (Lee, 2019: 109).
Otuz Yıl Savaşları, tek bir nedenle açıklanamaz. “Otuz Yıl Savaşları neden başladı?”
ya da “Otuz Yıl Savaşı neden bu kadar uzun sürdü?” gibi sorular bu savaşın nedenlerini
bulmak için yeterli değildir. Otuz Yıl Savaşlarının nedenleri çeşitlilik arz etmektedir.
Savaşın dinî, siyasî ve hânedanların rekabeti gibi farklı nedenleri olduğu görülür (Black,
1991: 44-45). Otuz Yıl Savaşlarının nedenlerinden çok sonuçlarının etkisi Avrupa’da
yankılanmıştır. Otuz Yıl Savaşlarının ya kademeli bir geçiş ya da daha keskin bir dönüm
noktası olarak büyük bir değişim dönemi olarak kabul edilir. Ancak, bu neticeler her zaman
mutlakiyetçiliğin, ayakta duran ordunun ve egemen devletlere dayanan uluslararası bir
düzenin doğuşu ile ilişkilidir. Aynı zamanda, kıtanın sadece 100 milyon nüfusa sahip olduğu
bir zamanda en az sekiz milyon insanın ölümüne yol açan Avrupa tarihinin en yıkıcı
savaşlarından biriydi. Bununla birlikte, hakkında önemli araştırmalar yapmış olsa da
nedenleri konusunda nispeten az bir fikir birliği vardır (Wilson, 2008: 554). Otuz Yıl
Savaşları, Avrupa tarihinde belirleyici bir olay olarak evrensel olarak kabul edilir, ancak
tarihçiler ne olduğu konusunda hemfikir olamamışlardır (Wilson, 2005: 239).
Tarihçiler ve siyaset bilimciler, bazıları uluslararası hukuka katkılarını küçümsese
bile, Westphalia Anlaşmalarının Avrupa ilişkilerinde bir kilometre taşı olduğu konusunda
hemfikirdir (Wilson, 2005: 240). 1648’den geriye doğru bakanlar, daha geleneksel
demografik, ekonomik veya sosyal yaklaşımlardan değil, yeni kültürel tarih perspektifinden
daha az pembe bir ölüm ve yıkım resmi sunmaktadırlar (Wilson, 2005: 239-241).
Otuz Yıl Savaşları, Alman Roma Katolikleri ve Protestanlar arasındaki mücadeleden
büyüyen dinî bir savaş olarak başlamıştır. Bu olay, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun
Avusturyalı Habsburg yöneticilerinin Avrupa’daki kontrollerini genişletmeye çalıştıkları bir
siyasî yarışmaya dönüşürken, bir dizi başka güç hırsı olan ülkeleri sınırlamaya çalışmıştır.
Buna göre Fransa olası bir savaş ile Avrupa’da bir Habsburg hegemonyasının ortaya çıkma
ihtimalinden endişelenmiştir. Papalık, İspanya ve Alman prenslerinin çoğu, Avusturya
Habsburgları’nın savunduğu Katolik kampına katılmıştır. İsveç ve Danimarka’nın Protestan
15
güçleri, Protestan Alman prenslikleri ve Katolik Fransa ise onlara karşı çıkmışlar ve prensler
taraf değiştirdikçe bu kadro da değişmiştir. Değişmeyen şey ise bu savaşın sivil halk
üzerindeki etki olmuştur. Almanya’nın bazı bölgeleri defalarca yağmaya uğramış ve sadece
bu açıdan, Otuz Yıl Savaşları, erken modern Avrupa’nın en yıkıcı savaşı olmuştur (Bonney,
2002: 7).
Otuz Yıl Savaşları öncesinde dinsel ittifakların, Alman devletlerini birer yamalı
bohçaya çevirdiği görülür (Merriman, 2020: 159). Otuz Yıl Savaşları dinsel bir zıtlaşmayla
başlamış olsa da Bourbonlar ve Habsburglar arasındaki Avrupa hâkimiyeti iddiası ile
hânedan rekabeti de savaşın etkenlerinden birisi olmuştur (Merriman, 2020: 160). 1618
yılında Prag’da yaşaman pencereden atma (Defenestrasyon) olayının ardından, Protestan
liderler Bohemya’da geçici bir hükûmet kurdular. Birleşik Eyâletlerin (günümüzde
Hollanda) başkenti Amsterdam’daki İngiliz büyükelçisi, “Bu Bohemya işi, tüm Hristiyanlığı
ateşe atabilir” diye tahminde bulundu. Gerçekten de Katolik ve Protestan kuvvetler arasında
30 yıl süren ve en sonunda da iki yüzyıl devam edecek dinî ve bölgesel yıkıcı bir savaş
başlamış oldu (Merriman, 2020: 182).
1.1.2. Avrupa ve Osmanlı Devleti’nden Meydana Gelen Gelişmeler
1635-1659 yılları arasında meydana gelen Fransız-İspanyol Savaşı Avrupa’daki
önemli olaylardan birisidir. Bu savaşın 1635 yılında çıkan ve 1648 yılında imzalanan
Westphalia Barşı ile sonuçlanan ilk aşaması, Otuz Yıl Savaşları’nın bir parçası olarak
görülmektedir. Pireneler Anlaşması ile sona eren bu savaş tarafların ve diğer güçlerin farklı
noktalarda dâhil oldukları bir savaş mahiyetindedir. Savaşın sonucunda imzalanan
anlaşmada bir başarı sağlanamadığı görülür (Parrod, 2006: 1-4; Uzunçarşılı, 1983c: 127-
128).
Orta ve Kuzey Avrupa’daki mücadelelerin yanında iki sınır ülkesi olan Osmanlı-
Avusturya arasında gerçekleşen (1663-1664) savaşın öncesinde II. György Rakoczi’nin
1647 yılında II. Kuzey Savaşı olarak adlandırılan savaşa katılması, Erdel’de Osmanlı ve
Avusturya’yı karşı karşıya getirmişti. 1663 ilkbaharında Osmanlı orduları Fazıl Ahmed
Paşa’nın seraskerliğinde Habsburg Macaristanı topraklarına doğru ilerlemeye başlamış ve
24 Eylül 1663’te Uyvar Kalesi alınmış ancak bir yıl sonra Osmanlıların St. Gotthard’da
aldığı yenilgi sonrasında (Agoston, 2016: 94-96; Koçak, 2017:25). 9 Ağustos 1664 tarihinde
20 sene süre ile geçerli olacak Vasvar Anlaşması imzalanarak savaş sona ermişti
(Uzunçarşılı, 1983c: 411-412; Oluk, 2011: 92).
16
Fransa, İspanya ile giriştiği 1683-1684 yıllarındaki kısa savaş göz önüne alınmaz ise
Ağustos 1678 ile Ekim 1679 arasında imzalanan Nijmegen anlaşmalarını takip eden 10 yıl
boyunca Avrupa’nın bütün devletleri ile ya barış ya da ateşkes içinde olmuştu. Fransaİspanya
arasında Kasım 1688’den Ekim 1697’ye kadar süren ve Dokuz Yıl Savaşı olarak da
adlandırılan savaş ise Avrupa’da gücü giderek artan Fransa’ya karşı bir koalisyonun
örgütlenmesine yönelik ilk adımlardan biri oldu (Clark 2008: 223).
Büyük İttifak Savaşı olarak da bilinen savaşta Fransızların Rheinland’daki
saldırganlığı ve Fransız ordularının Köln ve Pfalz’ı işgal etmesi üzerine Augsburg Birliği
üyeleri silahlandılar. Bu arada Hollanda Kralı William, II. James’i İngiltere tahtından
indirerek (1688) İngiltere kralı oldu. 1689 yılında Fransa'ya karşı İngiltere, Birleşik
Eyaletler, Avusturya, İspanya ve Savoy Büyük İttifakı kuruldu. Fransızlar Pfalz’dan
çekildiler. Fransız birlikleri tarafından desteklenen eski İngiltere kralı II. James de Boyne
Savaşı’nda İrlanda’da yenildi. 1690 yılında Fransız donanması Beachy Head’de bir zafer
kazandıysa da 21-24 Mayıs 1692 tarihinde La Hogue'da yenildi, ancak korsanları müttefik
ticarete zarar vermeye devam etti. Kuzey İtalya ve Katalonya’daki Fransız askerî harekâtları
başarılı oldu, ancak İspanyol Hollanda’sındaki savaş, uzun bir kuşatmanın diğerini takip
etmesiyle çıkmaza girdi. William’ın tek başarısı Namur’u geri almaktı. Savaş, iyi bir askerî
performansa rağmen Fransa için ciddi bir yenilgiydi, çünkü malî kaynakları İngiltere ve
Birleşik Eyaletlerin ki ile eşit değildi. Savaş nihayet Ryswick Antlaşması ile sonuçlanmıştır
(https://www.oxfordreference.com/view/10.1093/oi/authority.20110803100235103. (E.t.
22.10.2021).
1701-1714 yılları arasında Fransa ile Avrupalı güçler arasında meydana gelen
İspanya Veraset Savaşı Avrupa siyasetinde önemli bir yer tutmaktadır. İspanya Veraset
Savaşının siyasî olmaktan ziyade ekonomik bir savaş olduğuna ilişkin birçok tarihçi
hemfikirdir. Bourbon Hânedanına mensup bir Fransız prensinin İspanyol Krallığı’nı ve
Avrupa, Amerika ve Doğu Hint adalarındaki mülklerini miras alıp alamayacağı konusu bu
savaşın ön önemli sorusudur. Bu soru İngilizler, Hollandalılar ve hatta Büyük İttifak’ın
yalnızca askerî, deniz ve diplomatik nedenlerle değil ticarî nedenlerle de cevaplanması
gereken bir soruydu. Çünkü Fransızlar bu mücadelede başarılı olur ise Avrupa’nın iki önemli
deniz gücü olan Hollanda ve İngiltere ticaretlerinin çoğunu kaybedecekti.
Bu mücadele Avrupa ekonomik sisteminin gelişimi üzerinde etkisi olan üç büyük
ticaret devletinin savaşı oldu. İspanya Veraset Savaşıyla birlikte deniz kuvvetlerinin önemi
bir daha tescil edilmiştir. Bu savaşla beraber her şeyden önce, her iki tarafında diğerinin
17
deniz ticaretini fiziksel olarak yok etmeye giriştiği bir mekanizma ortaya çıktı. Bu
mekanizmanın özelliği ise daha önce devletlerin donanmaları tarafından yapılan işlerin artık
devletlerin özel olarak yetkilendirdiği şahıs gemileri tarafından yapılması yani artık
denizlerdeki korsanlığın hükümet eli ile yapılmış olmasıdır. Özellikle Fransa, Fransız
donanması yerine kendisine bağlı bir korsan donanması meydana getirerek güç ve sayı
bakımından bir daha hiç ulaşamayacağı bir güce ulaştı (Clark, 1928: 262-263).
1711 yılında yaşanan önemli olaylardan birisi de Purut Antlaşması ile sonuçlanacak
olan Osmanlı-Rus savaşıdır. Baltık ve Karadeniz’in İsveç ve Osmanlı Devleti tarafından
kapatılması, Rusya’nın sıcak denizlere inme hayaline ket vurmakta idi. Bu hususu halletme
çabasına giren Rusya, güçlü Osmanlı Devleti yerine daha zayıf gördüğü İsveç’e saldırmak
ile bu yolu açmayı düşündü. “Büyük Kuzey Savaşları” olarak adlandırılan bu savaşlar 1700
yılında başlayıp 1721 yılında bitti ve Rusya, İsveç ve Lehistan’ı 20 yıl boyunca meşgul etti.
XII. Karl’ın (Demirbaş Şarl) 1709 yılında Poltava’da Ruslara mağlubiyeti ve Osmanlı
Devleti’ne sığınması Osmanlı Devleti’ni de bu mücadelenin bir tarafı haline getirdi. Bu
savaşın sonucunda Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı üstünlük sağladı ve Purut Antlaşması
imza edilerek savaşa son verildi (Beydilli, 2007: 359-vd).
İngiltere ve İspanya arasında da Cebelitarık Boğazını geri almak için bir savaş
başladı. 1713 tarihli Utrecht Antlaşması ile Cebelitarık Boğazı’nı kaybeden İspanya bu
durumu bir türlü kabullenmek istememişti. İspanyol donanması 11 Şubat 1727’de Marquis
de las Torre kumandasında Cebelitarık’ı kuşattı lakin bu kuşatma bir sonuç vermedi. 1729
yılında imzalanan Sevilla Antlaşması ile mevcut durum teyit edildi (Lodge, 1933: 1-43).
Avrupa’da Veraset Savaşları sürerken Doğu’da Osmanlı-Safevi mücadelesi de
devam ediyordu. 1723-1727 yılları arasında meydana gelen savaşta Osmanlı Devleti, Safevi
Devleti’nin içine düştüğü karışıklıklarından yararlanarak toprak almak için üç koldan sefer
başlattı. Savaş, 4 Ekim 1727 tarihinde imzalanan ve Safevilerin Osmanlılara büyük ödünler
verdikleri Hemedan Antlaşması ile son buldu (Bilge, 2023: 288-296; Osmanlı Tarihi El
Kitabı, 2017: 390-393; Yıldırım, 2002: 153-vd).
İran seferleri ve bunun iç yansımalarından kaynaklanan bir isyan olan 1730 yılındaki
Patrona Halil İsyanı Osmanlı tahtında bir değişikliğe neden oldu. Sadrazam, önemli devlet
ricali ve Lale Devrinin en önemli simalarından olan Nedim’in de öldürüldüğü bu isyanla
birlikte Sultan III. Ahmed tahtan feragat ederek yerini Sultan I. Mustafa’ya bırakmak
zorunda kaldı (1730 Patrona, 1999: 26-vd; Gezer, 2015: 331-351).
18
Avrupa da bu yıllarda Lehistan Veraset Savaşları ile meşguldü. Lehistan Veraset
Savaşı, 1733-1738 yılları arasında Lehistan Kralı II. Augustus (1694-1733)’un yerine
geçecek olan kişinin belirlenmesi mücadelesi yüzünden meydana geldi. Avusturya, Rusya,
İsveç, İspanya, Fransa ve Osmanlı Devleti’nin de aralarında bulunduğu devletler Lehistan
taht varisini belirlemek için mücadele ettiler (Hassall, 1898: 87-107; Vajiravudh, 1901: 10-
vd). Osmanlı Devleti, Safevi meselesi ile meşgul olurken Avusturya ve Rusya’nın ortak
hareket etmesi ile Lehistan meselesi bahane edilerek yeni bir kriz meydana çıkarıldı. Purut
ve Edirne antlaşmalarının anlaşma maddelerini yok sayan Rusya kendi adayı III. Agustus’u
Lehistan kralı seçince ilişkiler bozuldu. Rusya’nın Azak ve Kırım üzerindeki baskıları ve
Bahçesaray’a yaklaşmaları Osmanlı Devleti’ni rahatsız etti. Fransız büyükelçisinin de
teşviki ile Osmanlı Devleti, Rusya’ya 2 Mayıs 1736’da savaş ilan etti.
1737 Temmuz ayından itibaren Rusya ve Avusturya ortak hareket ederek Osmanlı
topraklarına saldırdılar, Bükreş ve Özi kalelerini ele geçirdiler. Bir müddet sonra toparlanan
Osmanlı Devleti, 1738-1739’da Belgrad, Semendire, Orşova gibi kaleleri ele geçirip
Pasarofça’da kaybedilen yerleri geri almak suretiyle büyük bir başarı elde etti. Bu
mücadelenin sonunda Avusturya, Osmanlı Devleti ile barış yapmak zorunda kaldı 1739
yılında imzalanan Belgrad Antlaşması ile Osmanlı Devleti; Pasarofça Antlaşması’nda
kaybettiği Tuna ve Sava nehirlerinin güneyindeki bölgeleri, Belgrad, Sabaç, Irşova ve Küçük
Eflak bölgelerini tekrar elde etti. Avusturya savaştan çekilince Rusya müttefiksiz kaldı ve
Rusya ile de ikinci bir Belgrad Antlaşması imzalandı (Turan, 2018: 259-260; Kurtaran,
2015: 600-602).
Osmanlı Devleti’nin yukarıda ifade edildiği üzere Pasarofça Antlaşması ile
kaybettiği yerleri önemli ölçüde istirdat etmesi, Avrupa ile olan ilişkilerinde kendine güveni
hatırlama adına etkili olmuştur. Araştırma konusu sefâretnâmelerin öznesi olan sefirlerin
Batı’ya yönelik algılarında kastedilen süreç için bu durumun yansımaları hissedilecektir.
1746 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin 22 yıldır takip ettiği hariçteki sulh
politikası Osmanlı-Rus savaşıyla sonlandı. 1768-1744 Osmanlı-Rus savaşının en önemli
nedenlerinden birisi Lehistan’daki milliyetçi ayaklanma ve Rus etkisindeki Ukraynalı
askerlerin Balta şehrini yakıp yıkmasıydı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş
ilan etti (Uzunçarşılı, 1983c: 193-195; Rebejkow, 2018: 392; Demir 2013: 132). Osmanlı-
Rus mücadelesi 1768 yılında başladı ve Çeşme faciası olarak adlandırılan Rus donanmasının
Osmanlı donanmasını yok ettiği olayı da içine alan büyük yenilgilere sahne oldu. Savaş
neredeyse savaş meydanındaki yenilgilerden daha ağır bir anlaşma olan 1774 tarihli Küçük
19
Kaynarca Antlaşması ile son buldu. (Uzunçarşılı, 1983c: 69-70; Zinkeisen, 2019: 661-673).
Bu savaşla birlikte Osmanlı Devleti Karadeniz’deki hâkimiyetini yitirecek, yüklü savaş
tazminatlarıyla karşı karşıya kalacaktı. Bu savaş siyasî ve askerî olarak Osmanlı Devleti’ni
derinden etkileyecek ve sonraki politikaları üzerinde büyük bir etkiye sahip olacaktı. Zira
Osmanlı Devleti bu savaş sonrasında Küçük Kaynarca’da kaybettiği yerleri almak için
çabalayacaktı. Bu devre, Ahmed Resmî Efendi’nin Küçük Kaynarca Antlaşmasındaki
heyette yer aldığını da ifade etmek gerekir. Resmî Efendi, Avusturya ve Prusya elçiliğindeki
diplomatik tecrübesi görüşme heyetinde yer alır (Kütükoğlu, 1989: 121).
Yukarıda değinilen sulh döneminin sona ermesiyle Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile
olan ilişkilerine kısmen ağırlık vermesi söz konusu olmuş, Rus tehdidi ve tehlikesi karşısında
cereyan eden askerî, siyasî ortamın ve diplomasinin aksülemaları sefirlerin
sefâretnâmelerinde askerî ve iktisadî hususlara yönelmelerine sebep olacaktır. Zira Osmanlı
Devleti sonrası süreçte Küçük Kaynarca Antlaşması ile kaybettiği yerleri almak için
çabalayacaktır.
1.1.3. Yedi Yıl Savaşları
Asya ve Avrupa kıtalarında bu siyasî ve askerî olaylar meydana gelirken eski
dünyanın tahakkümü altında olan Amerika kıtasında bağımsızlık hareketleri baş göstermeye
başlarmıştır. İngiltere ve Fransa arasında dünya üzerinde siyasî ve ekonomik hâkimiyet ve
sömürgelere sahip olmak için 1756 yılında başlayan Yedi Yıl Savaşları 1763 yılına kadar
devam etti. Prusya Kralı II. Frederick de 29 Ağustos 1756’ta Saksonya’yı ele geçirerek
savaşa dâhil oldu. Bu savaş süresince Büyük Britanya ve Fransa ticarî çıkarları ve Amerika
Kıtası ile Karayipler ve Hindistan’daki sömürgeleri, Prusya ve Avusturya ise Prusya’nın
Avusturya veraset savaşında elde ettiği başarıların ardından Alman devletleri üzerinde
egemenlik kurmak iddiası için birbirleriyle mücadele ettiler. Savaşa 1762 yılında katılan
İspanya, savaşın Büyük Britanya tarafından kazanılmasında etkili oldu (Özkan, 2021:155).
Yedi Yıl Savaşları neticesinde Afrika, Hindistan ve Amerika’daki Fransa’nın kontrolündeki
topraklar İngiltere’nin denetimi altına girdi. Yedi Yıl Savaşıyla birlikte Fransız
ekonomisinin dayandığı deniz aşırı topraklarının neredeyse büyük bir kısmı elinden çıktı.
1763 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile Yedi Yıl Savaşları sonuçlandığında,
Avrupa’daki güç dengesi korunmuşsa da artık yılında Büyük Britanya dünya denizlerinin
hâkimi olmuştu (Traursch, 2018: 1-5).
Büyük Britanya’nın Fransa ile yaptığı ve zaferle çıktığı Yedi Yıl Savaşları, Amerikan
bağımsızlık mücadelesinin en önemli nedenlerinden biri oldu. Kraliyet donanması ve
20
ordusunun Amerika’daki varlığı Yedi Yıl Savaşlarından sonra kısa bir müddet için olsa da
Amerika’daki bağımsızlık mücadelesinin başlamasını geciktirecekti. Büyük Britanya
hegemonyası altında olmasına rağmen gün geçtikçe ekonomik güçleri artan Amerikan
kolonileri, krallık yönetimine karşı olan şikâyetlerini daha güçlü bir şekilde dile getirmeye
başladılar. Nitekim Amerikan kolonileri ilk silahlı mücadelelerini bağımsızlıklarını
kazanmak için değil isteklerini Büyük Britanya hükümetine kabul ettirmek için yapmışlardı
(Birecikli 2011: 87-90).
1.1.4. Amerikan Bağımsızlık Savaşları ve Fransız İhtilâli
1774-1791 yılları arasında Amerika’da meydana gelen olaylar tarih ve siyaset
literatüründe Amerikan Devrimi yahut Bağımsızlık Savaşı şeklinde isimlendirilmektedir.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Amerikan devriminin, modern tarihte özgürlük ve özgürlük
için yapılan ve başarılı olan bir mücadele olarak dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Amerikan devlerimi en yalın anlamı ile Britanya İmparatorluğu’nun iç meselesidir. Büyük
Britanya’ya göre bu olay 13 koloninin kaybedilmesi, Amerikan görüşü açısından ise Büyük
Britanya’ya karşı bağımsızlıklarını elde etmeleriydi. Bunlardan daha önemlisi ise bu olay
sonunda bir Amerika’da bir cumhuriyetin kurulması olmuştur3. Amerika Birleşik Devletleri
1776 yılında bağımsızlığını elde etti. İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren
Amerika, Fransızlar tarafından da desteklendi ve bu kendi ülkesinde yenidünyada hâkim
olan bağımsızlık, hürriyet ve demokrasi kavramlarının yayılmasına yol açtı (Karaman 2018:
64). Fransa’nın Amerikan bağımsızlık savaşına vermiş olduğu desteğin ardından Fransız
İhtilali patlak verecek ve bu devrim dünya üzerinde birçok devleti yakından ilgilendirecekti.
Dünya ve insanlık tarihini siyasî, ekonomik, toplumsal ve düşünsel olarak derinden
sarsacak ve değiştirecek olan Fransız İhtilali ya da Fransız Devrimi olarak adlandırılan olay;
özelde Fransa ve Avrupa’yı etkilemiş olarak görünse de genelde tüm dünyayı etkilemiştir.
Fransız İhtilali, Fransa’nın kendi iç dinamikleri ve sorunlarından vuku bulmuşsa da sonuçları
ve yankıları dünya üzerindeki bütün toplumları menfi ya da müspet etkilemiştir. Fransız
İhtilali bu yönüyle Avrupa ve dünya tarihinin en önemli olaylarından birisi olarak
bilinmektedir. Fransız İhtilaliyle birlikte eski çağın ve eski düzenin kapandığı ve yeni bir
çağın ve bir düzenin açıldığı görülmektedir. (Özkan 2021: 169-170).
3 Amerikan Bağımsızlık Savaşı için bknz. Robert W. Coakley-Stetson Conn. (2010). Yhe War of the American
Revolution, Narrative, Chronolohy and Bibliography. Washington, Center of Military History United States
Army; David Ramsay. (1792). The History of the Amercan Revolution. London; Quoted in Arthur H. Shaffer.
(1975). The Politics of History: writing thehistory of the American Revolution 1783-1815. Chicago; Herbert
L.Osgood. (1898). The American Revolution, Politica Science Quarterly. 13(1), s. 41-59.
21
Fransız İhtilali’nin nedenleri üzerinde bir uzlaşma yoktur. Bazı tarihçiler bu olayın
nedenlerinden biri olarak Fransa’da ortaya çıkan entelektüel, bilimsel bilgi ve birikimin
hareketi olarak görürler. Bazı tarihçiler ise bu nedenlere ezilen sınıfların feodal zulme karşı
bir ayaklanmasını eklerler. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki Fransız İhtilali’nin başat
nedeni XVII. ve XVIII. yüzyılın yetersiz ve baskıcı vergi sistemi, krallığın savurganlığı ve
Amerikan İhtilaline karışması sonucunda meydana gelen büyük kamu borçlarıdır4 (Giritli,
1989: 539).
Fransa’da ekonomik zorluklar artınca Etats Généraux5 5 Mayıs 1789 tarihinde
toplandı. Mecliste ruhban, soylu ve üçüncü zümre (halk) arasında bir mutabakata ulaşılamadı
(Price, 2020:119-121). Bu anlaşmazlığın nedeni ise ruhban ve soyluların halk lehine
ayrıcalıklarından vaz geçmemeleriydi. Üçüncü zümre olarak anılan halk, köylüler ve burjuva
ruhban ve soyluların mevcut statükoyu korumalarına karşı çıktı. Mecliste uzlaşma
sağlanamayınca üçüncü zümre temsilcileri 17 Haziran 1989’da kendilerini Ulusal Meclis
olarak ilan ettiler. Lakin XVI. Louise bu meclisi tanımadı ve meclislerin ayrı ayrı
toplanmalarını istedi. Kralın bu kararını da üçüncü zümre temsilcileri kabul etmediler.
Mevcut problemlerin bir çözüme kavuşması için Ulusal Meclis 9 Temmuz 1789 tarihinde
bir anayasa hazırlamak amacı ile kendisini Kurucu Meclis olarak tanımlayarak kamuoyuna
ilan etti. Meclisin yeni anayasa çalışmaları sırasında XVI. Louis’nin Paris’e taşradan asker
getirmesi ihtilalin başlangıcı olarak kabul edilir (Lefebvre, 2015:127-128). Meclisin bu
askerler vasıtası ile XVI. Louis tarafından dağıtılacağını düşünen halk 14 Temmuz 1789
tarihinde Paris’te Bastille Hapishanesini basarak suçluları serbest bırakıp hapishaneyi yaktı
(Popkin, 2023:158).
4 Ağustos 1789’da Orta Çağ ve Yeniçağ Avrupa’sında mevcut olan toplumsal sınıf
farklıkları Ulusal Meclis tarafından lağvedildi ve 26 Ağustos 1789 tarihinde İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi yayınlandı. XVI. Louis’nin bu beyannameyi kabul etmemesi üzerine
halk 5 Ekim 1798 günü Versailles Sarayı’nı basarak kralı Tuillers Sarayı’na getirdi ve Kral
burada Ulusal Meclis’in çıkarmış olduğu bütün yasaları onayladı.
4 Fransa’daki Krallık rejiminin çok güçlenmesi ve Kralın Versailles Sarayı’ndan dışarı çıkmayarak halktan
kopuk bir hayat sürmesi ve hatta XIV. Louis’in “L’état, c’est moi” yani “devlet benim” prensibini benimseyip,
bulunduğu saraydan sadece dört kez Paris’e inmesi adı geçen ihtilalin nedenlerinden bir diğeri olarak
görülmektedir (Özkan, 2021: 170).
5 Bu meclis, Fransa’daki üç toplumun da temsilcisini içeren olağan üstü meclislerdir. Ruhban sınıfı, soylular
ve üçüncü zümre (halk). Bu meclis siyasi bir kriz, savaş, askeri ve mali bir sorunla başa çıkmak için Kralın
çağrısı üzerine toplanmaktaydı. En son 1614’te XVI. Louise tarafından toplanmıştır. (Merriman 2020: 490;
Sutto, 1967: 185-198).
22
XVI. Louis ve ailesi Fransa’dan kaçmak için 20 Haziran 1789’da sınıra kadar geldi,
lakin kralın kaçacağından haberdar olan halk onu yakalayarak tekrar Paris’e getirdi. Kral, 14
Eylül 1791’de Ulusal Meclis tarafından oluşturulan anayasayı da kabul etmek
mecburiyetinde kaldı. Böylece Fransa’da meşruti monarşi dönemi başladı (Lüsebrink-
Reichadt, 1997:228-230; Özkan, 2021:172-173; Merriman, 2020:490-499).
Fransız İhtilali, Fransız toplumunda kapitalizmin yüzlerce senelik gelişiminden
ortaya çıkan bir sınıfın yani burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin sembolü olarak görülür.
Burjuva sınıfının Fransa’da iktidarı ele geçirmesi, aristokrasinin imtiyazlarının ellerinden
alınarak vatandaşlar arasındaki eşitliğin sağlanması ve monarşi iktidarının ortadan
kalkmasından kaynaklandı. Monarşideki bu çöküşün nedeni ise toprak sahibi aristokratların
kendi imtiyazlarını azaltacak ekonomik ve kurumsal yenilikleri yapmaktaki
isteksizliklerinden kaynaklanmıştı.
Burjuva sınıfı siyasi önderliği üstlenerek bu isteksizliği iyi bir şekilde kullandı, Paris
ve kırsaldaki yoksullar arasındaki hoşnutsuzluktan da istifade ederek bu ihtilali
gerçekleştirmeyi başardı (Price, 2020: 109-110). Fransız İhtilali, ortaya çıkardığı fikirler ve
dünyaya yaydığı ilkeler açısından yeni bir rejimin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu ihtilalyle
birlikte Antik Rejim (Ancien Régime) ya da Eski Rejim (Old Regime) olarak adlandırılan bir
dönemin kapanıp yerine yeni bir dönem açılmıştır (Toqueville, 1856: i-xi).
İhtilalin ortaya çıktığı dönemin Avrupa siyasî haritasında Osmanlı
İmparatorluğu’nun yanı sıra, Avusturya, Rusya, İngiltere ve Prusya adlarından söz ettiren
devletlerdi. Fransız İhtilalin meydana gelmesinin ardından Avrupa devletlerinde bir tepkiye
neden olmaması hatta bu olayın Fransa’nın bir iç meselesi olarak algılanması, modern dünya
tarihinde Fransız İhtilali’nden çok daha büyük ve kesinlikle daha başarılı birçok devrim
olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak bu devrimlerden hiçbiri sınırları, ülkeleri,
hatta okyanusları aşan bir orman yangını gibi bu denli hızla ve alabildiğine yayılmıştır
(Hobsbawn, 2003: 21-23).
Fransız İhtilali sonrasında Paris’e gelen Osmanlı elçilerinin sefâretnâmelerinde bu
olaylardan bahsetmemeleri ilgi çekicidi. Moralı es-Seyyid Ali Efendi, Mehmed Said Hâlet
Efendi, Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi ve Seyyid Abrrahim Muhib Efendi’nin ihtilal
ile ilgili bir raporu sefâretnâmelerine almaması onların bu durum ile ilgilenmediğini
düşündürmektedir.
Avrupa’da Fransız İhtilali patlak verdiğinde Osmanlı Devleti 1787 yılından beri
Rusya ile savaş içindeydi. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığının
23
bağımsızlığı kabul edildi. Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığının kabul edilmesinin perde
arkasında Rusya’nın Kırım’ı işgal planı yatmaktaydı. Rusya, bu planın uygulanması için
Kırım içinde bir karışıklık çıkarmak, halkı Kırım Hanı’na karşı ayaklanmaya teşvik ile bir
askerî müdahalenin önünü açmak planını uygulamış ve bu yöntemle istedikleri kişiyi
Kırım’ın başına geçirmeyi amaçlamıştı. Bu yöntemle daha önce Rusya başkentinde
bulunmuş ve Katerina’nın yakınlığını kazanmış olan Şahin Giray, Kırım Hanı seçildi.
Ancak, Osmanlı Devleti bu duruma sert tepki göstermiş ve Selim Giray’ı Kırım Hanı seçerek
Bahçesaray’a gönderildi. Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş açma istemesine rağmen
Fransa’nın araya girmesi ile savaştan vazgeçildi ve 10 Mart 1779’da imzalanan Aynalıkavak
Antlaşması ile Rusya’nın Kırım’a atadığı Şahin Giray’ın hanlığı kabul edilmişti. Rusya
Şahin Giray ile Kırım’a iyice nüfuz etmiş ve 1783 yılında Kırım Ruslar tarafından ilhak
edildi.
1.1.5. Osmanlı Devleti ile Avusturya-Rusya-Fransa Mücadelesi
Yedi Yıl Savaşları’nda Prusya tarafından mağlubiyete uğratılan Avusturya kendisine
yeni müttefik arayışına girmişti. Aranılan bu müttefik kısa sürede Rusya oldu. 1781 yılında
iki devlet arasında bir ittifak kuruldu. Rusya ve Avusturya güçlerini Osmanlı Devleti’ne
karşı da birleştirmeyi de amaçlamışlardı. Osmanlı Devleti’nin yenilip parçalanması üzerine
inşa edilen bu ittifakın adı Grek Projesi olarak konulmuştu. Çariçe II. Yekaterina, 1787
yılında Rusya’nın güneyine bir seyahat çıkmış ve Kiev’den Kerson’a kadar Dinyeper
üzerinde seyahat etmiş, Bahçesaray ve Sivastopol’a kadar gelerek Osmanlı Devleti’ne adeta
meydan okumuştu. Bu meydan okumaya Osmanlı Devleti kayıtsız kalmadı ve Rus Elçisini
çağırarak kendisinden Karadeniz ile ilgili birtakım isteklerde bulundu. Elçi bu istekleri
Rusya’ya soracağını daha sonra cevap vereceğini söylemesi üzerine tutuklanarak Yedikule
zindanlarına atıldı ve Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş ilan etmesi üzerine Avusturya da
savaştan istifade ile Belgrad’ı almak için harekete geçti ve 1788 yılında Osmanlı Devleti’nin
karşısında savaşa girdi (Armaoğlu, 1997: 16-22).
1788 yılının ilkbahar aylarında asıl savaş başlamış ve Osmanlı Devleti sonbahara
kadar olan savaş süresinde cephede üstünlük sağlamıştı. Ancak 1788 sonbaharına
gelindiğinde Osmanlı Devleti cephe üstünlüğünü kaybetmiş ve zor duruma düşmüştü. Ruslar
Osmanlı Devleti için stratejik bir konumu olan Özi Kalesini ele geçirmiş, bunun haberini
alan I. Abdülhamid geçirdiği rahatsızlık sonucunda vefat etmiş ve yerine yeğeni III. Selim
tahta geçmişti (Uçarol, 1995: 62-67). Savaşı sürerken Osmanlı Devleti İsveç ve Prusya ile
ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifak doğrultusunda önceki kayıtlarını telafi etmek için İsveç
24
Kralı III. Gustav Rusya’ya savaş ilan etti (Bushkovitch, 2016: 145). Bu sırada Fransa’da
yaşanan gelişmeler Avusturya’nın savaştan çekilmesine neden oldu. 5 Aralık 1790’da
başlayan görüşmeler sonucunda 4 Ağustos 1790 tarihinde Ziştovi Antlaşması imzalandı.
Böylece Osmanlı Devleti savaşı tek cepheye düşürdü.
III. Selim tahta çıktıktan sonra bir başarı elde etmek için Rusya ile savaşa devam
etmiş lakin istediği başarıyı elde edememiş ve İngiltere, Prusya ve İspanya’nın
arabuluculuğu ile Rusya ile anlaşma yapaya karar verilmişti. Fransız İhtilali’nin yaymış
olduğu korku ile Avrupalı devletler Rusya’yı da yanlarında görmek istiyorlardı. Bu
gelişmeler neticesinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında önce 18 Ağustos 1791’de Kalas
Mütarekesi ve ardından 10 Ocak 1792’de Yaş Antlaşması imzalandı. 1787 yılında Osmanlı
Devleti’nin Rusya’nın baskı ve isteklerini durdurmak ve 1783’te kaybettiği Kırım’ı yeniden
almak için giriştiği savaşın neticesinde umduğu başarıyı sağlayamadığı gibi yeni toprak
kayıpları ile karşı karşıya kalmıştı (Uçarol, 1995: 67-71). Rusya ve Avusturya’nın Fransız
İhtilali’nin Avrupa’da meydana getirdiği korku ve endişenin bir sonucu olarak Osmanlı
Devleti ile yapmış olduğu savaşı neticelendirmesi ihtilalin Avrupa tarafından ciddiyetle
izlendiğinin ilk belirtilerinden biri olarak görülebilir. Ancak Osmanlı Devleti bu tehlikenin
farkına henüz varmış gibi görülmemektedir.
Osmanlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı işgaline kadar barış ve suhulet içinde bir
siyaset takip etti. Tabi ki bu siyasetinde Fransız İhtilali ve Napolyon’un Avrupa’yı savaş
meydanına çeviren politikasının etkisi vardır. XVIII. Yüzyıldan başlayarak Akdeniz
ticaretindeki Fransız etkisi kendini göstermiş ve Mısır’ı bir ticarî çekim merkezi haline
getirmiş ve bu husus Avrupalı devletlerin Mısır’daki nüfuz mücadelelerini etkilemişti.
Fransa Mısır ile ilgili düşüncelerini çeşitli mecralarda açıkça dile getirmekten de
çekinmemiş, Fransız Dışişleri Bakanı Saint-Priest yazmış olduğu 17 Temmuz 1768 tarihli
mektupta, “Mısır daha şimdiden bariz bir serbestiye maliktir. Kırım Tatarları da Osmanlı
tahakkümünü sarsmak üzeredir.” demek sureti ile Fransa’nın Mısır ile ilgilendiğini ifade
etmişti. Ancak Fransız İhtilalinin meydana gelmesi Fransa’nın Mısır hakkındaki
düşüncelerini ertelemesine neden oldu.
Bu arada Osmanlı Devleti Fransa’da kurulan devrim hükûmetini tanımakta aceleci
davranmadı. Fransa, 1792-1797 tarihleri arasında Osmanlı Devleti nezdine göndermiş
olduğu üç elçi ile devrim hükûmetinin tanınması konusunda baskı yapmışsa da bu baskılara
rağmen Osmanlı Devleti, devrim hükümetini tanımak için bir Avrupalı devletin tanımasını
şartını öne sürmüştü. Nihayet Prusya’nın aracılığıyla Sultan III. Selim’in Fransız elçisi
25
Verninac’ı kabul etmesi ile devrim hükûmeti tanınmıştır (Turan, 2018: 295-297). Bu durum,
Mehmed Said Hâlet Efendi’nin elçiliği esnasında açıkça görülecek ve elçi, Fransız
makanlarınca diplomasiyle bağdaşmayan uygulamalara tabi tutulacaktı.
Osmanlı Devleti’nin Fransız devrim hükûmetini tanımasıyla oluşan olumlu havada
Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne bir saldırı yapacağı ön görülmedi. Hatta o dönemde Osmanlı
Devleti’nin Paris Sefiri olan es-Seyyid Ali Efendi’nin İstanbul’a gönderdiği raporunda
Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne değil de Malta’ya asker çıkaracağı yönündeki 29 Ağustos
1798 (17 Ra 1213) tarihli takriri İstanbul’a ulaşmadan 1 Temmuz 1798’de Napolyon Mısır’a
asker çıkardı. Paris’ten İstanbul’a gönderilen bu takririn yanlış çıkmasına sinirlenen III.
Selim büyükelçinin bu öngörüsüzlüğüne sinirlenerek takririn sağ üstüne kendi el yazısı ile:
“ne eşek herif imiş” notunu düşmüştü (BOA, HAT. 142/5876).
Malta’yı 9 Haziran 1798’de ele geçiren Fransız donanması, 1 Temmuz 1798’de
İskenderiye’ye çıktı ve 13 Temmuz’da Rahmaniye, 21 Temmuz’da Ehramlar savaşlarını
kazandıktan sonra 22 Temmuz’da Kahire’yi ele geçirerek Mısır’ı işgal etti. Napolyon,
Mısır’ı işgal ettikten sonra halk nazarında bir işgalci olmadığını hatta Fransa’nın Osmanlı
Devleti’nin dostu olduğu ve Fransızların da Müslüman olduğuna dair iddialar ortaya
atmıştır6 (Demir, 2013: 139-140; Câbî Tarihi, 2003: 40-45). Osmanlı Devleti, Mısır’ın işgal
edildiğini 17 Temmuz’da öğrendi. Osmanlı Devleti işgal karşısında serinkanlı davranmış ve
Fransa’ya hemen savaş açmamıştır. 6 Ağustos’ta Fransa ile olan tüm diplomatik ilişki
kesilmiş, sonrasında büyükelçilik görevlileri, konsoloslar ve Fransız vatandaşları misafiren
tevkif edildi ve Fransa’ya ahidname ile tanınan haklar askıya alındı. Bu arada Osmanlı
Devleti Fransa’ya karşı kendisine yardım eden İngiltere’ye gerekli kolaylıkları göstermiş ve
İngiltere de 1 Ağustos 1798’de Amiral Nelson kumandasındaki donanma ile Ebukır’daki
Fransız donanmasını yakmıştı (Gümüş, 2013:255-257).
İngiltere’nin Fransa’ya karşı almış olduğu bu deniz zaferi Osmanlı Devleti’nin bir
savaşa girmesi konusunda cesaretlendirici oldu. 2 Eylül 1798’de Osmanlı Devleti Fransa’ya
savaş ilan etti. Osmanlı Devleti bu savaş sırasında diplomasiden de olabildiğince
faydalanmış, İngiltere ve Rusya ile ittifak kurarken Avusturya’yı da bu savaşın dışında
tutmayı başardı. Fransa’nın Mısır’ı işgali Rusya’yı da endişelendirmiş ve Rus Çar’ı
6 Napolyon dağıttırdığı bildirilerde sözleri şunlar olmuştur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun hâlâ Mısırlıların
süzerenidir. İslâm’ın baş düşmanı Malta Şovalyeleri’nin iktidarına son veren, onların esir aldığı Müslüman
forsaları serbest bırakan Napolyon, Mısırlıları Memlükler zulmünden kurtarmak için gelmiştir” (Çelik-Yeşil,
2023: 91).
26
Akdeniz’deki menfaatleri doğrultusunda bir emrivaki ile donanmasını Osmanlı Devleti’nin
emrine verdiğini ifade ederek Büyükdere’ye demirledi (Turan, 2018: 302-303).
Napolyon, İngiliz donanmasının da desteği ile Osmanlı ordusunun Mısır’a bir ordu
göndereceğini haber almış ve Suriye’ye geçerek burada toplanan orduya karşı harekata
girişmiştir. 15 bin asker ile Şubat 1799’da hareket eden ordu, önce çölü geçmiş ve sonra da
fazla bir direniş ile karşılaşmadan Akka’ya gelmiş ve kuşatmıştır. Bu kuşatmada Akka Valisi
Cezzar Ahmed Paşa hem şehri başarıyla savunmuş hem de Napolyon’un kuşatma için
getirdiği topları ele geçirmişti. Napolyon bu savunma karşısında 20 Mayıs’ta geri çekilmiş
ve önemli kayıplar vererek Mısır’a dönmek zorunda kalmıştı (Lefebvre, 2015: 505).
Osmanlı Devleti için askerî yenilgilerle dolu bir yüzyıl, 1683’te Viyana ile başlamış
ve 1798’de Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgali ile sona ermişti. 1683’te başlayan bozgun
silsilesi 1699 Karlofça Antlaşması ile ete kemiğe bürünecektir. Osmanlı Devleti, Pasarofça
Anlaşması ile Avusturya’ya verdikleri toprakların hepsini 1739 Belgrad Barış Anlaşması ile
geri almıştı. Rusya Karadeniz’den savaş ve ticaret gemilerini çekmek zorunda kalmıştı.
Küçük Kaynarca ile biten savaşla gelen zorlukların ardından dahi Osmanlı Devleti Rusya’yı
Tuna boylarından ve Kafkaslardan uzak tutmayı başarmıştı. II. Yekaterina, 1792 Yaş
Anlaşması ile Tuna nehri ağzındaki limanlardan geri çekilmeyi kabul ettiği gibi buradaki
prenslikleri de Osmanlıya bırakacaktır (Quataert, 2020: 79). Böylece Osmanlı Devleti, XIX.
yüzyıla girerken aldığı yenilgilere rağmen Avrupa güç dengesinde hâlâ güçlü bir yere
sahipti. Bu da Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya göndermiş olduğu sefirlerin algısında önemli
bir etki unsuru olacaktır.
XVIII. yüzyılda Çin’de Genç bir İmparator olan K’ang-hsi (1663-1722), tahta
geçtikten sonra Çin kültürüne büyük ilgi göstermiş ve Çin kültürüne ilgi gösteren bilim
insanlarına önem vermekteydi. Ülkesindeki kargaşaları bitirmiş ve ülke içindeki düşmanları
ortadan kaldırmıştır. Köylülere daha iyi muamele edilmiş, rüşvetin önüne geçilmiş ve
nihayetinde ülkenin sınırlarını genişletmiş ve böylece Çin’de bir yükselme ivmesi
yakalanmıştır. Bu yükselme XVIII. yüzyılın ortalarına kadar devam edecek ve yaklaşık
olarak Fransız İhtilalinden başlayarak devamlı olarak önce yavaşlayacak daha sonra hızlı bir
çöküşe neden olacaktır. Bu hızlı gerilemenin sebebi olarak, XVIII. yüzyılda imparator
Ch’ien-lung’un dış ülkelere karşı vermiş olduğu savaşlar ya da onun inşaat hastalığı olduğu
ifade edilmektedir. Çünkü XVIII. yüzyılda Çin sarayında büyük bir ihtişam sürmekte,
sayısız saraylar ve daha başka lüks binalar inşa edilmektedir. Bu da Çin’in XVIII. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren görülen hızlı gerileme, XIX. yüzyılın ortalarında Çin’in yabancı
27
kapitülasyonlarını kabul etmek zorunda kalması ile farklı bir evreye girecektir (Eberhard
1947: 301-302).
1.2 XVIII. YÜZYIL AVRUPA’NIN FİKRÎ, SOSYAL VE EKONOMİK
GÖRÜNÜŞÜ
1.2.1. Avrupa Aydınlanmasına
Avrupa’da XV. yüzyıl sonrası, başlangıcı Rönesans, devamı ise Reform olan aklın
ön plana alındığı bir düşünce akımı oluşmaya başlamıştı. Bu akım, Avrupa coğrafyasında
ortaya çıkan medeniyetin esasını oluşturmuş, gelişme ve ilerlemede idarî, iktisadî, askerî ve
sosyal alanlarda başat rol üstlenmiştir. XVIII. yüzyılda merak uyandıran Batı medeniyeti
Osmanlı bürokratları tarafından tanınmasında sefirlerin kaleme alıdığı sefâretnâmeler
önemli bir araç olacaktır.
Avrupa’da ortaya çıkan Aydınlanma Felsefesi özelde XVIII. yüzyıl, genelde ise
XVII. yüzyılın son, XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden devreye verilen isimdir
(Özkan, 2021: 156). XVIII. Aydınlanma olarak adlandırılan dönem düşünce devrinin altın
çağı olarak görülür. Bu çağda Avrupa’da ortaya çıkan akılcı bilim kültürü, Doğu’ya doğru
yayılmaya başlamıştır. Bu akım, XVII. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da mektuplarla,
çıkarılan bültenlerle ve süreli yayınlarla bilinir hâle gelen ve zamanla halka açık bir şekilde
gizlenmeden hareket eder bir vaziyet alır (Merriman, 2020, 344).
Aydınlanma kavramı, XVIII. yüzyılın başarılı Alman sanatçısı Daniel
Chodowiecki’nin bir bakır üzerine yapmış olduğu bir gravürden adını aldığı kabul edilir.
Almanca bir terim olan Auƒklärung kelimesi, aydınlanma kavramını tanımlamak için
kullanılır. Bu terim aslında bir meteoroloji terimi olarak ışıklandırma, şimşek şeklinde
kullanılır. Aydınlanma kavramı çeşitli dillerde çeşitli kelimelerde karşılık bulur. Kavram,
İngilizce light ile ifade edilmiştir. İngilizce bir terim olan enlightenment, light terimine
benzer bir şekilde ancak XIX. yüzyılda Akıl Çağı ifadesi ile rekabet ilişkisi içine girmiştir.
Lumières, bir Fransızca terim olarak ışık, intelligence, connaissance, clarté d’esprit, yani
anlayış, bilgi ve tin açıklığı anlamına gelen bu terimler, Fransa’da aydınlanma kelimesinin
karşılığı olarak kullanılmıştır. Ayrıca, bu terim İtalyancada illuminiso kelimesi ile XX.
yüzyılda yaygınlaşabilmiştir. Bu şekilde bu kavram, yeni bir mânâ kazanmıştır. Bu mânâ
ileriki dönemde Avrupa ve Batı’yı aydınlatacak bir meşale olacaktır. Bu meşale, daha sonra
diğer ülkelerin aklın ve bireyin kendisinin esas alındığı yaklaşımlara esin kaynağı olacaktır.
Aydınlanma, elbette başka dillerdeki çevirilerle de yayılmıştır. Cizvitleri ilk kez dava
eden Pombal Markisi’nin Portekizinde dahi aydınlanma terimi kullanılmıştır.
28
Aydınlanmanın, İspanyol, Portekiz ve Anglosakson tarzında yayılmaya başladığı Amerika
Kıtası da unutulmamalıdır. Söz konusu olan bu aydınlanma, Amerika Kıtası’nda görünüşte
beyaz adamın antik-Hristiyan bir temele dayanan, gerçekte ise onun yüzyıllardan bu yana
ulus ve inanç düzeyinde farklılaşmış olan dünyasını temsil eden bir yapıyı ifade eder (Hoff,
2017: 1-5).
Aydınlanma kavramını izah için Alman filozof İmmanuel Kant’ın: “Aydınlanma
nedir?” sorusuna cevabı, “Bilmeyi göze almak! Kendi anlayışlınızı kullanacak cesarete sahip
olmak” olur. Aydınlama, Fransa’da başlamış, ancak içerisinde Biritanya’nın da bulunduğu
Batı Avrupa’nın çoğuna ve oradan Kuzey Amerika’ya kadar yayılmıştır. Bazı bilim adamları
bu kavramın Lehistan’a ve Rusya’ya kadar ulaştığını da ifade eder. Ortodoks Hristiyan
aydınlar, aydınlanmanın bilimi ve hümanizmi yüceltici anlayışlarını Balkanlara kadar
taşımışlardır.
Aydınlanma, üç safhada tetkik edilebilir. Bu safhalardan birincisi, XVIII. yüzyılın
ilk yarısını kapsar ve Bilimsel Devrimin etkisini doğrudan aksettirir; ikincisi ise yüksek
aydınlanma olarak adlandırılan dönem, Charles-Louis de Montesquieu’nun De l’esprit des
loix (Kanunların Ruhu Üzerine) adlı eserinin 1748’ta yayınlanması ile başlar ve 1778’de
François-Marie Voltaire’nin ve Jean-Jacques Rousseau’nun ölümüyle sona erer. Üçüncüsü
ise Rousseau’nun çalışmalarından etkilenen genç aydınlanma, insan aklına yapılan vurgunun
yerini giderek insanlığın duygularına ve tutkularına verilen ağırlığa bırakması ile dikkat
çeken romantizmle yoğrulan bir dönemdir (Merriman, 2020: 354-355).
Ebubekir Ratib Efendi’nin Sibin şehrinde ziyaret ettiğinde Voltaire, Rousseau ve
Montesquieu’dan haberdar olduğunu belirtmesi ve bu yazarların kitabının olup olmadığını
sorması (Uçman, 2012:14) o dönemde Osmanlı bürokratlarının Avrupa aydınlanmasına
kayıtsız olmadığını gösterir. Tabi ki Ratib Efendi’nin şahsî entellektüelliği bu hususun
genellenmesini etkileyebilir.
Araştırmanın muhteviyatı, aydınlanma felsefesi ya da Avrupa’daki bilimsel
gelişmeler meselesi değildir. Amaç, araştırmanın daha iyi anlaşılabilmesi için fikrî bir ön
hazırlık sunmaktır. Dolayısıyla, araştırmayı destekleyecek filozoflardan aşağıda kısmen
bahsedilecektir. XVIII. yüzyıl Avrupası’ndaki düşünsel iklime geçmeden önce kısa da olsa
bu fikrî ortamların oluşmasında rolü olan kavramları açıkalamak doğru olur.
1.2.2. Avrupa’nın Fikrî Durumu
Reform, Avrupa coğrafyasındaki devletlerin ve müesseselerin fikrî ve dinî mânâda
bir değişime uğramasına neden olur. Reform bir yerde Papalık ile siyasî iktidarın girişmiş
29
olduğu iktidar mücadelesi idi. Papalığın halkı maddî-manevî olarak sömürmesi ve
vazgeçmek istemediği lüks tutkusu, geniş halk kitleleri tarafından bir tepkinin oluşmasına
sebep olmakta idi. Bu tepki de halkın Papalıktan yana değil de siyasî iktidar tarafında yer
almasına yol açmıştı. XV. yüzyılda geniş halk kitleri tarafından kiliselerin her yönüyle tekrar
düzenlenmesi isteği belirmeye başlamıştı. İngiltere’de John Wycliffe’in ve Bohemya’da Jan
Hus’un ortaya attıkları dinde reform önerileri, din adamlarının uhrevî hayatından ziyade
dünyevî yaşamlarına karşı duyulan öfkeyi körükler. Faklı coğrafyada meydana çıkan bu
reform düşünceleri yerel renkleri içinde barındırmasına rağmen aynı zamanda birçok konuda
da ittifak içinde olunduğunu gösterir. Kutsal kitabın İngilizceye ilk çevirisini yapan
Wycliffe, Hristiyanlık öğretisinde kutsal kitaplara öncelik verilmesini savunmuş ve Martin
Luther’e esin kaynağı olmuştu.
Hus ile Wycliffe’in Papalık iktidarını eleştiren ve onun dünyevî iktidarını zayıflatan
fikirleri ileride siyasî iktidarın güçlenmesine neden olacak ve ulusal kiliselerin açılmasının
önünü açacaktır. XVI. yüzyıldan başlayarak Fransa’dan İngiltere’ye, Almanya’dan
İsviçre’ye Macaristan’dan Çekoslovakya’ya Avrupa’nın batısı ile doğusunda yaygınlaşan
dinî ve siyasî harekete Reform Hareketi adı verilmiştir. Reform hareketi, kilise
bağnazlığından kurtulmayı sağlayan bir özgürlük hareketi olarak da nitelendirilmektedir.
Ayrıca, Reform hareketinin modern toplumsal ve siyasî örgütlenmenin başlangıcı olan bir
dönem olduğu fikri de bu hareketin önemini gösterir (Ağaoğulları-Kökler, 2008: 85-92).
Avrupa siyasî düşüncesine yön veren bir başka fikrî hareket ise Rönesas’tı. Rönesans
devrinin meşhur düşünürü, devlet adamı ve diplomati olan Machiavelli, siyasal düşünce
tarihinin tartışmalı isimlerindendir. Machiavelli, siyaset felsefesini Antik dönemin içerikçi,
teknolojik bağlamından ve orta çağ düşüncesinden, düşünce üstü yapısından
bağımsızlaştırmıştır. O, ilk kez bu felsefeyi gerçekçi temellerde yorumlayan isim olarak öne
çıkmıştır. Ölümünden sonra değerleri anlaşılmış olsa da çağının önemli eserlerinden olan
Hükümdar ve Söylevler hükümdara, sevilen ve başarılı bir yönetim meydana getirebilmesi
için gereken nasihatleri verir ve siyasî özellkleri anlatır. O, Hükümdar adlı eserinde despot
olarak adlandırdığı yöneticiye, siyasî ahlâk öğretisini takip etmemesini açıkça ve cesaretle
tavsiye etmiştir (Arnhart, 2016: 121-122).
Machiavelli, despota halkı bir arada tutabilmek için kaba güç kullanımı ve hileyi iki
önemli yol olarak göstermiştir. Onun, “Amaçlar araçları meşru kılar!” söylemi bugün dahi
Makyevelist sıfatı taşıyan kişilerin sloganı haline gelmiştir. Ancak, bu söz onun eserlerinde
30
yukarıdaki şekiliyle bulunmaz. Sözü edilen cümle Machiavelli’nin kaleminden çıkan olarak
değil, Makyevelistlerin bir söylemi olarak kabul edilir7.
Avrupa siyasal düşüncesini yönlendiren bir başka meşhur isim ise Alman teolog,
reformcu ve İncil çevirmeni Martin Luther’dir. Luther, 10 Kasım 1483’te Eisleben kentinde
doğmuştur (Smith, 1914: 1). O, Avrupa’da Refom hareketinin önemli isimlerindendir.
Germen topraklarında 1517’de Wittenberg Kalesinin kilise kapısına Luther tarafından asılan
95 maddelik tez8 Reform hareketinin başlangıcı olarak görülür. Onun bu tezi daha sonraki
süreçte Reform hareketinin bir manifestosu haline dönüşecektir (Kaya, 2020: 177;
Ağaoğulları-Köker 2013: 94). Almanya’da başlayan bu hareket daha sonra Protestanlık adını
alacak bir Hristiyan mezhebin çıkmasına neden olacaktır. Luther’in Kilise’ye baş kaldırışı
ve açtığı yol, ileride Avrupa’nın siyasî, dinî ve fikrî dünyasında derin etkilere neden
olacaktır.
Avrupa’nın siyasal düşüncesine yön veren bir başka bilim insanı ise John Calvin’dir9.
O, Katoliklik mezhebinden uzaklaşarak Protestan mezhebine sempati duymaya başlamıştır.
Luther’in aksine o, üniversite eğitimli bir ilahiyatçı değildir. Calvin, Orleans’a ve daha sonra
hukuk okumak için Bourges’da bulunur. O, babasına itaat etmesine rağmen, eğilimi gereği
ne avukat ne de rahip olmayı tercih etti. Medeni hukuk alanında doktora yaparak, yıllar sonra
yazdığı mezmurlar hakkındaki yorumunun önsözünde, genç bir adam olarak başlıca hırsının,
klasik metinleri yayınlayan ve yorumlayan bir münzevi bilgin olarak sakin bir hayat sürmek
olduğunu iddia etmiştir (Bagchi-Steinmetz, 2004: 113-114).
Öğrenimini tamamlayan Calvin, Fransa’nın çeşitli şehirlerinde amacı doğrultusunda
çalışmalarda bulunmuş fakat Fransa’nın resmî inancı olan Katoliklikten uzaklaşması ve
Protestanlığa duyduğu yakınlık nedeniyle Protestanlığı kabul etmiştir. O, görüşlerini daha
özgürce yayacağını düşünerek Cenevre’ye gitmiştir. 1538-1541 tarihleri arasında bir
7 Machiavelli: “Hükümdar”ın 15. bölümüne, hiçbir yerde var olamayacak tamamen hayalî, siyasî, adalet
kalıplarını ve idealist siyasî düşünceyi reddederek başlar. Ona göre, kendini korumak isteyen bir prens,
siyasette ne yapılması gerektiğini değil ne yapıldığını anlamalıdır. Çünkü iyi olmaya çalışan bir prens, etrafı
iyi olmayanlarla çevrili olduğu sürece başarısız olmalıdır. Dolayısıyla, bir prens için, iktidarını sürdürmek
istiyorsa, mutlak olmayan kötülüğü kullanmasını ve gerektiğinde de kullanmamayı öğrenmesi gerekir
(Arnhard, 2016: 131). Onun, devrinin şartlarına göre ortaya koyduğu bu siyasal fikirler, kendi yaşam
süresinden daha uzun yaşamasına neden olmuştur. Onun bu fikir ve görüşlerinin I. ve II. Dünya savaşlarının
çıkış sürecide etkisi görülür (Wihht, 2005: xxiii). Martin Wihgth’ın Machiavelli özelinde ama tarihi kişilikler
genelinde yapmış olduğu şu tespiti önem arz etmektedir: “Bütün bireysel düşünürler tipolojiyi aşar ve sosyal
bilgilerde genellemeler soyutlamalar, zihinsel kolaylıklardır.” (Wight, 2005: xxiii).
8 Ayrıca bknz. Martin Luther (2019). Doksan Beş Tez. Çev. C. Cengiz Çevik. İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yayınları.
9 Fransa’nın kuzeyinde Noyon’a bağlı Picardy’de bir çiftlikte 10 Temmuz 1509 yılında dünyaya gelmiştir
(McKim, 2004: 3).
31
Strasburg’da Protestan papazı olarak görev yaptığı sırada Martin Bucer’in10 Kilise
hakkındaki fikirlerinden etkilenmiştir. 1541’de Cenevre’ye tekrar dönüşünde kendi
fikirlerine uygun reformist bir kilise kurmuştur. Calvin’in toplumu ve sosyal hayatı
doğrudan kontrol altına alma düşüncesi kendi kilisesinin tutuculuğunu göstermiştir. Ancak
Cenevre’den Avrupa’ya yayılan Calvinci düşünce Fransa, Macaristan, Polonya, Hollanda ve
İskoçya gibi ülkelerde reformist kiliseleri olan Presbiteryen kiliselerini meydana çıkarmıştır
(Waardenburg, 2007: 531).
Yukarıda ifade edilen ve kişiler Avrupa ülkelerinde bir çığır açacak yeni bir fikir ve
siyasal hareketin doğmasına olan katkıları sonraki süreçte açıkça görülecektir. Reform ve
Rönesans ile Avrupa ülkeleri sosyal ve ekonomik mânâda da keskin bir değişim sürecine
girecekrir.
Reform hareketinin Avrupa’da ortaya çıkan en önemli sonucu, Avrupa’da evrensel
bir örgütlenme olan Katolik Kilisesi’nin hiyerarşik örgütlenmesini parçalamıştır. Tabi ki bu
parçalanmanın nedensiz bir şekilde ortaya çıkmadığı ve geri planında XII. yüzyıla kadar
güden bir genişleme isteğinin olduğu unutulmamalıdır. Reform neticesinde Katolik
Kilisesi’nin parçalanmasının geri planında yatan temel sebep, dinsel öğretilerdeki fark
olmayıp ekonomik gelişmelerin hazırladığı bir arka planda belirmeye başlayan ulusalcı
duygulardır. Reform, dinî yönleri ağır basıyor olsa da siyasal bir hareket görülmesi gerekir.
Sonuç olarak iktidarı elinde tutan otorite ile ulusal nitelikteki yeni kilise örgütlenmelerinin
birleşmesi, dünya üzerinde iktidarın tekleşmesine neden olmuştur. Bunun neticesinde siyasal
iktidar ayı zaman da inançları denetleyen ve bu alana da egemen olan bir boyut kazanmıştır.
Reformla gelişen olgunun adı, dinsel olanlar dünyevî olanın ayrılması anlamında bir
laikleşme değil, dinsel olanın dünyevî olana bağımlı olması anlamında bir dünyevîleşmedir
(Ağaoğulları-Köker, 2013: 144-147).
Hiç şüphesiz ki Avrupa’nın gelişmesine katkı sağlayan en önemli gelişme,
Avrupa’da ortaya çıkan bilimsel gelişim, entelektüel birikim ve dönüşümdür. Bu dönüşümü
sağlayan en önemli faktör ise Avrupa’daki Rönesans hareketidir. Reform ve Rönesans
prensiplerinin eş zamanlı mevcudiyeti gözden kaçırmamalıdır.
Bilim dünyası, Avrupa’da yüzyıllardır Katolik Kilisesi’nin ve skolastik felsefenin
baskısı altında kalmış, yetenekleri köreltilmiş ve yer altına itilmişti. Lakin önce Rönesans ve
arkasından gelen hümanizm dalgasıyla beraber devrimci köylü ayaklanmaları, skolastik
10 Martin Bucer’in Kilise reformu hakkındaki düşünceleri için bknz. D. F. Wrigth. (1994). Martin Bucer:
Reforming Church and Community. Cambridge: Boston and New York.
32
felsefenin sarsılmaz olarak nitelendirilen tahtını ve bilimsel otoritesini yerle bir etmişti.
Coğrafî keşifler ve büyüyen ticaretle birlikte özellikle Kuzey Avrupa, Hollanda ve İtalya’da
ticaret burjuvazisi bilimsel keşifleri desteklemekle birlikte bu gelişmeyi daimî hâle getirecek
yeni kültür ve yaşam tarzını oluşturmaya başlamıştır. Bir taraftan İtalya coğrafyasında
Rönesans’ı başlatan aydınlar, diğer yanda ise bilimsel alanda köhneleşmiş dogmaları peşi
sıra çürüten bilim insanları Avrupa için ufukta görünmekte olan yeni bir dünyayı
müjdelemekteydiler (Usta, 2021: 321).
Bilimsel Devrim, XX. yüzyıl tarihçileri tarafından dile getirilen bir kavramdır.
Bunlar modern bilimsel dünya görüşünün büyük ölçüde Kopernik’in güneş merkezli
teorisinin 1543’te yayınlaması ile Newton’un 1727’de ölümü arasındaki devrede oluştuğunu
iddia etmişlerdir. Adı geçen devrimin, genellikle, dünya merkezli bir evrenden ziyade güneş
merkezli bir evreni teşvik eden Polonyalı din adamı Nicholas Copernicus'un Göksel
Kürelerin Devrimleri Üzerine (On the Revolutions of the Heavenly Orbs) adlı kitabının
1543’te yayınlanmasıyla başladığı düşünülür (Principe, 2002: 3-5). Bir başka tanıma göre
bilim devrimi, Giorgio Vadari’nin biyografilerinden, Alexander Pope’un şirine kadar geçen
döneme verilen isimdir. Bu isim, okmuş ve bilgi sahibi insanların doğal dünyaya
yaklaşımındaki ve bu dünyayı kavramsallaştırma ve inceleme yöntemlerindeki değişikliği
göstermek için kullanılmıştır. Rönesans gibi bilim devrimi de tam olarak nerede başladığı
ve nerede bittiği tespit edilebilen bir olay olmaktan ziyade bir dizi gelişmeye verilen isim
olmuştur (Wiesner-Hanks, 2019: 510).
Avrupa’daki bu devrimde akla gelen ilk bilim insanı 1473-1543 tarihleri arasında
yaşayan Copernicus’tir11. O, kozmoloji üzerine geliştirmiş olduğu güneş merkezli evren
teorisi o dönemin en tartışmalı konularından birisi olmuştur. Copernicus, bu teorisi ile
Katolik Kilisesi’nin teorilerine karşı çıkmış ve önyargılı fikirleri ve kabul edilmiş, dogma
öğretileri yıkmayı ve yeni bir senteze ulaşmanın ve doğa hakkında tamamıyla yeni bir görüş
ortaya koymanın nasıl mümkün olabileceğini göstermiştir. Gök Kürelerinin Devinimleri adlı
eseri ile aynı yıl basılan İnsan Vücudunun Yapısı adlı kitapta Vesalius’un12 belirttiği yeni yol
gibi, Copernicus’in yaptıkları da insanın kendisiyle ilgili görüşünü değiştirmiştir. Benzer bir
şekilde o devirdeki bilimsel araştırma tarzı da değişmeye başlamıştır. İnsanlar artık otoriteyi
11 Kopernik, Polonya’nın Torun kentinden doğmuş ve genç yaşta yetim kaldığından amcası olan Warmia
piskoposu tarafından büyütülmüştür. Önce Krakow’da (1491-1495), ardından İtalya’da Hristiyan şeriatı,
medeni hukuk ve tıp okumuştur. 1497’de amcasından Rauenburg’daki piskoposluk görevini aldı ve 1510’dan
ölümüne kadar burada ikamet etti. Kopernik, 1543’te yazmış olduğu Gök Kürelerin Devinimleri Üzerine (On
the Revolutions of the Heavenly Orbs) adlı kitabıyla meşhur olmuştur (Principe, 2002: 36).
12 Anderas Vesalius, Roma İmoaratorluğu döneminde yaşamış ve Antik Çağ'dan beri süregelen insan bedeni
hakkındaki yanlış düşünceleri düzelten anatomist ve doktordur (Örnek Büken, 2006: 75-76).
33
bilimin üzerinde tutmayacak hatta aksine her yeni varsayımın doğruluğunu deney ile kontrol
ederek kendi yollarını çizeceklerdir. Bu teknik, sonraki yüzyıllarda görüleceği gibi
Avrupa’da şaşırtıcı sonuçlar doğuracaktır (Ronan, 2005: 370-371).
Rönesan’ın bir başka önemli ismi İngiliz filozof Francis Bacon’dur. Bacon, 1561-
1626 yılları arasında yaşamış bir bilim insanı ve aynı zamanda uzun yıllar boyunca siyasal
dünyanın içinde yer almış olan bir şahsiyettir. Bacon, Copernicus ve Johannes Kepler’le bir
üst seviyeye sıçrayan materyalist-deneysel düşüncenin XVII. yüzyıldaki zirvesi olarak kabul
edilmektedir. Bacon, bilimsel alanda ortaya çıkan büyük başarılara ve atılımara kendisinden
önceki felsefecilerin veremediği yanıtı bir anlamda verebilmiştir. Onun kendisinden
öncekilerden farkı ise felsefeyi, materyalist bakış açısıyla geliştirmiş olmasıdır. Bacon, bu
bakış açısı ile aynı zamanda bilimsel metoduyla da bilim tarihinde önemli bir kapı
aralamıştır. Bacon’un bilime armağan ettiği deneysel, bilimsel araştırma, inceleme ve
sonuçlar çıkarma yöntemi, bilim tarihinde de büyük bir yenilik olacaktır. Ona göre, “bilgi
güçtür, güç ise bilgi; bu nedenle insanlığın yeni bir bilime ihtiyacı vardır” dolayısıyla, “aklın
ve zihnin, daha iyi ve daha mükemmel olan bir yönteme başvurması mutlaka gereklidir.”.
Eğer Aydınlanma, düşünsel özgürlük ve özgürlüğün irade beyanı ise Bacon’ın da bir bakıma
aydınlanmanın felsefesinin altyapısını kuran düşünür olduğu kabul edilir. Onun bu bakış
açısındaki asıl amaç bilimsel ve teknolojik buluşlarla insan yaşamını kolaylaştırmak ve
insanı zenginleştirmekti (Usta, 2021: 78-79).
XVIII. yüzyılda Avrupa’da doğa üzerinde deney yapan bilim insanları uhrevî güçleri
ve maddeleri, dinsel ve mistik terimler yerine maddesel terimlerle tanımlamaya
başlamışlardır. Avrupa’daki bu materyalist yaklaşım ile bilimsel bilgide değişim yaşanmaya
başlanmıştır. Örneğin Alman kimyacı Dr. George Ernst Stahl13, yanma ve diğer süreçler
sonucunda phlogiston adı verdiği maddenin açığa çıkıp emildiğini öne sürmüştür. Bu kuram
başka bilim insanlarının da gazları incelemesine yol açmış ve XVIII. yüzyılın ortalarında
karbondioksit ve hidrojen bizi çevreleyen havadan farklı maddeler olarak tanımlamıştır.
1770’lerde ise hem İsveçli eczacı Wilhelm Scheele hem de İngiliz din adamı ve
ilahiyatçı Joseph Priestley, içinde maddelerin çok daha kolay yandığı bir hava bulmuşlardır.
Yine Fransız bir kimyacı olan Antoine Lavoiser de benzer deneyler yapmış ama çıkan
sonuçları farklı bir şekilde yorumlamıştır. O, bu yanmayı asitlerin davranışlarını ve
canlılarda nefes almayı mümkün kılan madde ile aynı olduğunu fark etmiş ve bu maddeye
13 Devrinin önde gelen Alman tıpçı, kimyacı ve filozof bilim adamıdır. Prusya Kralı I. Frederick William’ın
özel doktoru olarak görev yapmıştır.
34
oksijen adını vermiştir. Lavoiser’in Temel Kimya Kitabı adlı eseri oksijen teorisi ile çağında
bir kapı açmıştır.
Bacon gibi Lavoiser de bilimsel buluşların insanların yararına olmasını isteyen bir
kişilik olarak belirir. Lavoiser; bu amaç için ürün rotasyonu, içme suyu kalitesini araştırma,
balonların askerî ve bilimsel alanlarda kullanımı ve barut üretimi gibi konularda çalışmalar
yapmıştır. Lakin Fransız ekonomisi ve hapishânelerde iyileştirme yapılması gibi toplumsal
önerileri ve özellikle vergi adaleti ile ilgili söylemleri kendisinin Fransız Devrimi sırasında
giyotine gönderilmesine neden olmuştur (Wiesner-Hanks, 2019: 523-524).
1.2.3. Avrupa’nın Ekonomik Durumu
Bilimin yanında Avrupa’da özellikle de Batı Avrupa’da XVIII. yüzyılın sonundan
başlayarak ekonomik yaşamında bir dönüşüme uğradığı görülmektedir. Üretim, yeni
geliştirilen yöntemlerle gelişmiş ve bütün Avrupa’ya yayılır. Bunun yanında Avrupa’da
mucitler icat ettikleri makineler ile emeğin üretkenliğini yüzlerce kez artırır. Almanya,
Belçika, İngiltere ve Fransa’da yeni sanayi alanları ortaya çıkarak yaygınlaşmaya başlar.
XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Avrupa’da üretim rakamları dramatik bir şekilde
arttığı gözlemlenir. Bu da Avrupa’nın tüm dünyada ekonomik olarak ayrışmasına neden
olmuştur (Parthasarathi, 2019:1).
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Avrupa’da mucitlerin gerçekleştirdikleri icatlar ile
ekonomik faaliyetlerin kabuk değiştirdiği ve bu sayede üretimin gözle görülür bir şekilde
arttığı gözlemlenir. Artık ürünler bire beş, bire on verecek şekilde ekilmeye ve hasat
edilmeye başlanır (Roberts 2009: 294). Yeni tarım ürünleri, ürün rotasyonu takvimleri,
toprak sahipliğinde değişen modeller, hayvan ve bitki yetiştiriciliğindeki yeni modern
usûllerle birlikte bataklıkların kurutularak ve ormanların da tarıma açılmasıyla ekilebilecek
toprağın artması Avrupa’da tarımsal bir değişimi arkasından getirir.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da ölüm oranlarının düşmesi ile gözle görülür
bir nüfus artışı olduğu tespit edilir. Kullanılan suyu kalitesi, kanalizasyon sistemleri ile
suyollarının ayrılması gibi önlemler halk sağlığı için çok etkili olmasa da tifo, dizanteri ve
benzer bağırsak hastalıkları salgınlarının azalmasına neden olur. Yine sulak alanların ve
bataklıkların kurutulması karasinek ve sivrisinek sayısını azaltmış, bu da sıtma salgınlarını
seyrekleştirir. Bu tür hastalıkların yetişkinlerden çok çocukları etkilemesi ve bu hastalıkların
seyrekleşmesi, Avrupa’da nüfus artışının yükselmesinin en önemli nedenlerinden olmuştur.
Tabi ki bulaşıcı hastalıkların birçoğunun öldürücü olmaktan çıkması yavaş gerçekleşmesine
rağmen XVIII. yüzyılda hıyarcıklı veba Batı ve Orta Avrupa’dan tamamen yok olmuştur.
35
Tabi ki insan yaşamının kalitesinin artması ve yemek alışkanlıklarındaki değişin de insan
ömrünün uzamasında etki olduğu düşünülebilir. Özellikle patatesin Avrupa’ya girmesiyle
geniş kitleleri etkileyen kıtlık ve açlığın giderildiği görülür. Öyle ki 1778-1779 yılında
Prusya ile Avusturya arasında meydana gelen Bavyera Veraset Savaşı, Patates Savaşı olarak
da adlandırılır (Wiesner-Hanks, 2019: 637-657).
Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibaren devletler, rönesans ve reformla beraber
sömürgecilik hareketlerinin yaygınlaşmasıtyla birlikte Avrupa iktisadî yapılanmasının ve
malî işleyişlerin temel belirleyicisi olma niteliğine sahip olmaya başlamışlardır (Turgut,
2008: 30-31). XVII. yüzyılın son çeyreği ile XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine bakıldığında
Avrupalı devletlerin merkezileşmeye meylettiği ve merkezi devletlerin kurulduğu görülür.
Bu merkezileşmesiyle devletlerin altın, gümüş ve para stoklarına da bakış açıları değişir ve
sömürge topraklarından getirilen büyük miktardaki altın ve gümüşün devletlerin
ekonomilerinin iyileşmesine katkı sağlar. Ekonomisi iyileşen devletler bölgelerinde nüfuzlu
bir güç haline dönüşmüşlerdir. XVIII. yüzyılda para bolluğu Avrupa’da etkisini göstermeye
başlamış ve bu bolluk Avrupalı devletleri farklı ekonomik işleyişlere yönelmelerine neden
olur.
Avrupa’da modern tarzda bankaların kurulmalarıyla beraber kredi ve finansman gibi
ekonomik enstrümanlar ortaya çıkar. Örneğin XVIII. yüzyılın başlarında Hollanda’daki
Amsterdam Bankası Avrupa’da bir ekonomik güç haline geldi. 1694 yılında da İngiltere
merkez bankası kurulur. Uzun vadede faizleri düşük kambiyo senetlerinin verilmesi
uluslararası ticaretin gelişmesine neden olur. Avrupa’da XVIII. yüzyılda tedavüle çıkan
kâğıt para ve çekler artık madenî paraların yerini almaya başlar. Bu ve daha birçok ekonomik
yenilikler Avrupa’nın ve dolayısıyla Avrupalı devletlerin dokunduğu her coğrafyanın
ekonomik çehresini değiştirir. Artık köhnemiş ekonomik enstrümanlar, yerini yeni ve daha
hızlı ilerleyen ekonomik enstrümanlara bırakacaktır (Roberts, 2009: 298-301). Böylece
Avrupa’daki bilimsel, sosyal, askerî ve ekonomik alanında gerçekleştirdiği atılım, onu
dünya üzerinde egemen güç haline getirir.
36
BÖLÜM II
2.1. OSMANLI DEVLETİ’NİN KLASİK DÖNEMDE BATIYA OLAN
YAKLAŞIMI VE TUTUMU
2.1.1. Başlangıçtan I. Süleyman’a Kadar
Osmanlı Devleti, imparatorluk politikasını inşa etme sürecinde diğer imparatorluklar
gibi kendisine geleneksel Türk örf-âdetlerini ve dinsel kaynakları referans almıştır.
Osmanlı’nın kendisini tanımlama şekliyle birlikte, fethettiği topraklardaki halklarla olan
ilişkileri ve siyasî egemenliğini meşrû hale getirme yöntemi olarak dinî kurumları kullandığı
görülür. Burada din, sadece ibadet etme hükümlerini yerine getirmekle kalmamış aynı
zamanda siyasî iradeye İslam’ı siyaset etme aracı ve hükmetme erkinin meşrû kaynağı haline
gelmiştir. Siyasetin bu dinî dayanağı, sadece iç meselelerde değil aynı zamanda dış siyasette
de etkisini gösterir. Osmanlı siyasetindeki İslam etkisi, devletin dünyayı da bu yaklaşım
çerçevesinde değerlendirmesine neden olur. İslam refaranslı terimler olan dârülharb ve
dârülİslam kavramları Osmanlı’nın siyaset etme tarzı üzerinde ve Avrupa ülkeleri ile yapılan
diplomasi üzerinde büyük bir etki bırakmıştır (Turan, 2018: 21-22).
Osmanlı Devleti’nin de dâhil olduğu İslam medeniyetinin özelliklerinden birisi,
girdiği coğrafyaya yön vermesi olmuştur. Batı Avrupa’da belli bir müddet hüküm süren
Endülüs Emevi Devleti’nin Avrupa medeniyetini etkilemesi bunun bir göstergesidir. Bu
medeniyet, Japonya hariç tutulursa eski dünya olarak isimlendirilen kültür bölgelerinde yani
Avrupa, Asya ve Afrika’nın merkezinde yer alır. Bu medeniyetin coğrafî pozisyonu
Osmanlılar zamanında da devam ederek ticaretten tıbba, halk hikâyelerinden bilimsel algı
ve matematiğe, düşünceden sanat ve zanaat yöntemlerine kadar pek çok alanda etkileşim
merkezi haline getirmiştir.
Osmanlı Devleti, sanıldığının aksine hem siyasî hem de medeniyet olarak Avrupa
karşısında pasif bir seyirci halinde olmamıştır. Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyunca büyük
bir coğrafyada yönettiği toplumlar, birbirinden farklı bölge ve bu toplumlarda bulunan yerel
kültür ve dinî gelenekleri yaşamalarına izin vermesi ve bu toplumların yaşam tarzlarına
müdahale etmemesi çok az imparatorluğun sahip olacağı hususlardandır (Kenan, 2010: 14).
Bu devlet nizamı, Osmanlı’nın üç kıtada yüz yılardır yaşamasının önemli bir husustur.
Osmanlı Devleti, yayıldığı coğrafya açısından da Avrupa ile erken zamanlarda
karşılaşmıştır. Bu da onların Avrupa’yı algılama hususu erken dönemdeki savaşlar ile
başlamıştır.
37
Osmanlı Devleti’nin klasik dönemi; devletin belirli bir tarihî süreçte ortaya çıktığı,
temel sistemlerin oluşturulduğu ve bu sistemler içine yerleştirilen müesseselerini işleterek
onlara dayalı politikalarını uyguladığı zaman aralığıdır (Ergenç, 1999: 32). Osmanlı
Devleti’nin klasik dönemini bazı yazarlar tarafından 1300-1600 olarak tarihlendirmiştir14.
Bu çağda devlet, askerî mânâda güçlü hâle geleceği döneme kadar, bulunduğu coğrafyada
Hristiyan devletlerle ilişki ve bir ittifak arayışı içinde olmuştur. Bu ilişki ve ittifaklar çeşitli
şekillerde yapılmıştır.
İttifak yöntemlerinden biri, evlilik ilişkileriyle oluşturulanlardır. Bu sistemle birlikte
Osmanlı Devleti’nin, Batı’ya karşı bir müttefiklik tutumu sergilediği görülmektedir. XIV.
yüzyılın başlarında Orhan Gazi’nin Bizans İmparatoru Kantakuzinos’un kızı Teodora ile
(Başkan, 2017: 49); Yıldırım Bayezid’ın oğlu Şehzade Süleyman Çelebi, 1403 yılında Mora
Despotu Theodoros ile I. Nerio Acciajuli’nin kızı Bartholomea’nın evliliklerinden doğan
kızlarıyla evlenmiştir. Yine Osmanlı Hânedanı’na mensup şehzadelerin kuruluş sürecinde
komşusu Bizans haricinde Batı’da bulunan Sırp ve Bulgarlar ile de evlilik bağı ile bir ittifak
kurmak istedikleri görülmektedir (Parlaz, 2013: 65-vd).
I. Murad’ın Bulgar güçlerini Trakya’dan uzaklaştırması üzerine hem siyasî hem de
askerî olarak sıkışmış olan Bulgar Kralı Şişman, Osmanlı egemenliğini ve ona vergi vermeyi
kabul etmiş ve kız kardeşi Maria’yı I. Murad’la evlendirmiştir. Böylece Osmanlı, bu evlilik
ile Balkanlardaki nüfuzunu artırmıştır (Zinkeisen, 2019: 176). Bu tarzda yapılmış bir başka
stratejik evlilik ise II. Murad’ın Sırp prensesi Mara Brankoviç ile yaptığı evliliktir. Prenses
Mara devrinin güçlü kadınlarından olup, evliliği ile Balkanlarda güç dengesini Osmanlı
lehine değiştiren bir karakterdir. Üvey annesi olan Prenses Mara’dan II. Mehmed: “Hristiyan
soylu kadınların önde gelenlerinden anam Despina Hatun”, II. Bayezid ise, “Hristiyan
kavminin iftiharı validem/dâyem Mara Hatun Sultan” şeklinde bahseder (Beydilli, 2017:
386-vd).
Osmanlı Devleti evlilik yolu ile komşusu Bizans ve daha sonra fetihlerle komşusu
olacak Bulgar ve Sırplar ile akrabalık ilişkisi kurmuştur. Böylece bölgedeki siyasî ve askerî
hâkimiyetini kurduğu ittifaklar ile genişletmeye çalışmıştır. Şehzadeleri, düşman olarak
algılanan devletlerin prensesleri ile evlendirmek, askerî gücün yanında bu tür girişimler ile
toprak kazanmanın da bir aracı olmuştur. Osmanlı’nın bu tutumu kuruluş devrinde
14 Halil İnalcık. (2019). Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600). Çev: Ruşen Sezer. İstanbul: Kronik
Kitap. Ancak Osmanlı klasik çağını farklı zaman zarfında düşünen araştırmacılar da vardır. Örneğin Mehmed
Genç klasik çağı, XVI. Yüzyıldan başlatır ve XIX. yüzyılın başların (1500–1800) bitirerek tarihlendirir (Genç,
2010:46, 47).
38
karşısındaki ittifakları bozmak ve kendi ittifaklarını kurmak için evliliklere başvurduğunu
gösterir. Klasik Çağ’da Osmanlı Devleti’nin Avrupa algısını Balkan ülkeleri ile girmiş
olduğu ilişkilerin neticesi belirler.
Osmanlı’nın klasik dönemde ilişkilerin bir başka görünür hâli de savaşlardır. Tabi ki
klasik dönemde yapılan savaşların adedi bir hayli fazladır. Bu savaşların her birini burada
zikretmek mümkün değildir. Lakin Osmanlı tarihi için önemli olan savaşlar ve bu savaşların
getirdiği önemli sonuçlar bulunmaktadır.
Bir savaş olarak ele alınmasa da Bizans İmparatoru’nun yardım isteği ile ilk kez
Avrupa topraklarına ayak basan Süleyman Paşa’nın Çimpe Kalesi’ni alması, Osmanlı
açısından önemlidir. Çimpe Kalesi’nin alınması ve bunun devamında fetihlerin yönünün
Avrupa topraklarına çevrilmesi önemli bir husustur. Osmanlı, bu toprakları bir cihat sahası
olarak görür ve Gelibolu vasıtasıyla da bu amacını gerçekleştirmeye çalışır. Bu sırada Balkan
devletlerinin kendi arlarındaki sorunları Osmanlı’nın bu amacını kolaylaştırır. Böylece
yönünü Batı’ya çeviren Osmanlı, Balkanlarda fütuhat çalışmalarına hız verir (Uzunçarşılı,
1983a: 155-158).
Çirmen Savaşı, Osmanlı Devleti için önemlidir. Bu savaşla devletin, Avrupa
topraklarına gâzâ yapılacak bir coğrafya gözü ile baktığı görülür. Çirmen ile devletin
Balkanlardaki hâkimiyeti sağlamlaşmıştır. Çirmen başarısı, Osmanlılara Makedonya’nın
kapılarını açıp, birbiri ardı sıra Batı Trakya ve Makedonya’nın büyük bir bölümünü ele
geçirme imkânını sağlar (Başar, 2010: 54). Osmanlı-Bizans ilişkilerinin bir unsuru olan ve
sonrası süreçte Balkanları da kapsayacak olan savaşlara örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Ancak, araştırmanın bağlam ve bütünlüğünü göz önünde bulundurup, birkaçının isminin
zikredilmesi ile yetinilmesi uygun görülmüştür. Osmanlı’nın gâzâ kültürünü aktif tutarak,
Avrupa’ya karşı bir algı ve anlayış geliştirmesine sebap olan bu; I. Kosova, Niğbolu, Varna
ve II. Kosova savaşları olmuştur (Döğüş, 2008: 879-881).
Osmanlı, gazâ anlayışını kuruluşundan itibaren benimsemiş (Öz, 2006: 211-212),
klasik dönemdeki fetih anlayışı, Batı’ya olan tavır ve değerlendirmelerinde önemli olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin Batı’ya yönelik tutum ve anlayışında sadece evlilik, toprak elde etme
ve cihat unsurlarının belirleyici olmadığı, kuvvet kazanmakta olan bir devletin kendi
gelişimini tamamlamasının da gereği bir siyaset takip ettiği görülür.
Kuruluş safhasında Balkan toprakları Avrupa olarak anlaşılırken, fetihler artıp,
Avrupa’nın batısına doğru genişedikçe devlet nezdinde Avrupa algısı da o minvalde
genişeyip değişecektir. İstanbul’un fethiyle Osmanlı’nın Batı’yı ve dünyayı algılaması bir
39
başka biçime girecektir. Zira fetih ile gelen yeni bir çağ ve ciddi bir güç. Artık Osmanlı
Devleti; siyasî, askerî ve ekonomik manada dominant bir özelliğe sahip olacaktır.
II. Mehmed, Konstantiniyye’yi fethiyle kendisini Roma imparatorlarının varisi
olarak görmekte, kendi şahsında devletinin de Avrupalı bir devlet olduğunu adeta ortaya
koymakta idi (Yücel, 1991: 80)15.
Papa II. Pius’un, II. Mehmed’i Hristiyanlığa davet ettiği mektubunda, onun
Hristiyanlığı kabul etmesi durumunda meşrû imparator sıfatıyla dünyanın en kudretli
hükümdarı haline geleceğini ve ona Greklerin ve Şarkın imparatoru ünvanı verileceğini,
söylemekte ve Roma imparatoru ünvanının yasal olacağını temin etmişti. II. Mehmed,
Avrupa’yı da içine alacak olan büyük imparatorluk teklifini kabul etmemişti. Zira o,
faaliyetlerini İslam ülkelerinin koruyuculuğu ile meşrulaştırma çabasında idi (İnalcık,
2003:406; Yıldız, 2018:41-131). II. Mehmed’in kendisine sunulan bu imkânı elinin tersi ile
itmesi kanaat odur ki samimiyetle Batı’ya ve Batı’nın sahip olduğu inanca yönelik zihnî
mesafeliliğidir.
II. Mehmed’in politikası Batı’yı daha geniş halde kontrol etmek olmuş, vefatından
az evvel Sadrazamı Gedik Ahmed Paşa’yı Güney İtalya’ya sefere göndermişti (Uzunçarşılı,
1983b: 133-136)16. Onun, İtalya’yı ele geçirmek için zihninde birtakım planların mevcut
olduğu bellidir. Konstantiniyye’nin fethi sonrası kendisini Roma imparatorlarının varisi
addeden II. Mehmed sonraki hedefinin Roma olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’yı gâzâ yapılacak yer olarak düşündüğü devrede
Avrupa’nın da sahip olduğu Türklere yönelik öfke ve nefretleri örtüşmektedir. Avrupa’da
Otranto meselesi önemli bir yer tutmakta Otranto, inançsız ve çok kötü Osmanlıların eline
düşen kurtarılması gereken yerler olarak görülüyordu (Ricci, 2020: 37-38).
Avrupa’ya bakışı, diğer hükümdarlardan farklı olmamasına rağmen Cem Sultan’ın
Avrupa’da tutsak edilmesi II. Bayezid’in Avrupa’ya karşı geliştireceği siyaseti derinden
etkileyecektir. Cem’in önce Malta Şovayeleri’nin esiri olması ve buradan da Roma’ya
15 Konstantiniyye kuşatması öncesinde Georgios Trapezuntios’un II. Mehmed’e: “Kimse şüphe etmesin ki sen
Romalıların imparatorusun, imparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparatordur ve Roma
İmparatorluğu’nun merkezi de İstanbul’dur” şeklindeki hitabı bilinmektedir (Yücel, 1991: 80).
16 Gedik Ahmed Paşa yüz kadar gemi ile Adriyatik sahilinde bulunan İtalyan topraklarına yönelmiş ve Napoli
kralının sahip olduğu Otranto sahillerine herhangi bir direniş görmeden asker çıkarır. Ortanto kalesini
kuşatmadan önce çevreye akınlar yaparak bölgedeki asker ve halkı sindirme politikası izler ve sonra kaleyi
kuşatır. 11 Ağustos 1480’de Otranto muhafızlarının teslim olmasıyla Ahmed Paşa burayı kendisine üs yapar.
Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya ayak basması bu coğrafyada büyük bir telaşa neden olur hatta Papa dahi
kendisini emniyette görmez olmuştur. Ahmed Paşa bu sırada Taronto’dan sonra içerilere doğru harekâtı
geliştirmek için harekete geçmişse de bu sırada II. Mehmed’in ölümü nedeni ile bölgedeki askerî eylemlerini
sonlandırmıştır. II. Bayezid’in emri ile kaleye yeteri kadar asker ve yiyecek bıraktıktan sonra İstanbul’a
dönmüştür (Uzunçarşılı, 1961: 596).
40
getirilmesi, Avrupa’nın elinde Osmanlı’ya karşı bir koz olarak tutulması Osmanlı Devleti
içerisinde bir karışıklık meydana getirilebileceği fikrini doğurmakta idi (Tansel, 1963: 186-
191; Fisher, 2014: 48-58). Dolayısıyla bu durum, Avrupa’ya karşı yapılacak bir seferin
önünde bir engel olarak görülmekte idi.
II. Bayzezid’den sonra tahta geçen I. Selim, her ne kadar Avrupa’ya sefer
düzenlememişse de onun bilinen güneydoğu ve güneydeki diğer zaferleri Avrupa ülkelerinin
ölçülü davranmalarını mecburi kılar (Kumrular, 2016: 109-110). I. Selim’in vefatı üzerine
Avrupa biraz nefes alacağını düşünerek Papa X. Leon tarafından Roma’da ayinler, kutsal
geçit alayları düzenlenmiş ve papa bu olayı kutlamak için Roma’da yalın ayak dolaşmıştır.
İspanyol bir yazar I. Selim hakkında şu satırları yazar: “Nihayetinde şeytanî bir adam ve
büyük bir hükümdardı, her yerde korkunç bir adalet uyguladığında ona adil bir imparatordan
ziyade zalim kasap denmesi yeğidir”. Avrupalılar, I. Selim’in yerine geçecek olan padişahın
selefini aratmayacak bir karakter olduğunu daha sonradan fark edecektir. Avrupalılar, I.
Selim’in oğlu şehzade Süleyman’ın ondan daha güçlü bir şekilde Avrupa’nın üzerine
geleceğini anlamıştır. Kutsal Roman İmparatoru Şarlken’in kronik yazarı Pedro Mexia,
Sultan Süleyman’ı, tüm milletlerin ortak düşmanı olarak niteliyor ve şöyle devam ediyordu.
Hristiyan topraklarını ele geçirmekten başka bir şey düşünmeyen vahşi kasap atalarını taklit
ederek, Hristiyanlığa büyük zarar verecek, kendisi bugün dünyada hüküm süren en büyük
zorbadır (Kumrular, 2016: 109-110). Bu nitelemeler Avrupa’nın da aynı şekilde Osmanlı’yı
düşman olarak algıladığını gösterir.
2.1.2. I. Süleyman’dan XVIII. Yüzyıla Kadar
I. Süleyman devri ile Osmanlı Devleti, askerî, siyasî ve ekonomik anlamda gücünün
zirvesinde olmuş, Osmanlı’nın Avrupayı anlamasından ziyade Avrupa’nın Osmanlı’yı
anlaması ve algılaması önemli hâle gelmişti.
Osmanlı ya da Türk imgesine17 XVI. yüzyıl Fransız edebiyatında sık bir şekilde
rastlanmaktadır. Bu yaygınlığın nedeni ise I. Süleyman döneminde Osmanlı Devleti’nin elde
etmiş olduğu askerî ve diplomatik başarılardır. 1521’de Belgrad ve Rodos’un (Uzunçarşılı,
1983b:312-315), 1526’da Mohaç ve Budapeşte’nin fethi, 1529’da Viyana’nın muhasarası
(Uzunçarşılı, 1983b: 330) ve 1537’de Macaristan’ın alınması (Uzunçarşılı, 1983b: 337-344)
Avrupa’da Türk imajını etkileyen en önemli olaylardır.
17 Batı dünyasında “Osmanlı” / “Türk” / “Müslüman”kelimeleri özdeş tutulmuş, Türk ile Müslüman arasında
bağlantı kurulurken Türk, Müslüman kavramı içerisinde; Müslüman, Türk kavramı içerisinde erimektedir
(Yardım, 2022: 414).
41
Bu dönem boyunca Batılı yazar ve şairler Osmanlı Türklerinden en çok askerî ve
dinsel kavramlarla söz ederler. Osmanlılar, Avrupa’da korkunun yanı sıra merak ve
cazibenin de odağı halindedir. Avrupalılara göre; Osmanlı Türk’ü doğuludur. Diğer taraftan
Avrupa’da yazılıp çizilen Yakındoğu ve Ortadoğu halklarından farklılık gösterir. Osmanlı
Türkü, baş düşman rolü için Araplar ve diğer Müslümanlar ile yarış halindedir. Düşman
Türkler iki şekilde değerlendirilir, birincisi Osmanlı Türkü’nün iyi bir savaşçı olarak
gösterdiği tavır ve devlet yönetimine özgü unsurlar; ikincisi ise İslam dinine mensubiyetidir
(Mazeaud-Karagiannis, 2016: 301-302). Osmanlı Türkü, nasıl Batı’yı “kâfir” olarak
addediyor ise Avrupa’da Osmanlı Türkünü aynı argüman ile “infidel / non-believer” / “kâfir”
olarak addediyordu
Avrupa’da Osmanlılar için yağmacı, katil gibi sıfatların yanında diplomatik
yazışmalarda Türk yerine kullanılacak köpek, kahrolası köpekle, kan köpeği gibi aşağılayıcı
ve hakir görücü ifadeler kullanılmaktan da geri kalınmamıştı. Hatta Kastilya Amirali
Fadrique Enriques’in Şarlken’e yazdığı bir mektupta: “Tanrı o köpeğin mahvedilmesi için
zat-ı âlilerinizden yardımını esirgemesin” diyordu. Osmanlı’nın kendisine Avrupalılar
tarafından yakıştırılan bu sıfattan haberinin olup olmadığı bilinmese de Osmanlı’nın da
Avrupalıları domuzla özdeşleştirdiğini hatta kâfirle domuz imajını bir tuttuğu görülür. Hatta
Hammer’den alınan “padişahım, dikkat et ki domuz yavrularını büyütmesin” cümlesi, I.
Süleyman devrinde Osmanlı’nın Batı’ya bakışını özetler (Kumrular, 2016: 110-111).
Nâima tarihinde geçen bir diyalog Osmanlı bürokratlarının ve halkın Avrupa’yı
algılamasını örneklemek açısından dikkate değerdir. Girid’e düzenlenecek sefere katılma
mevzusu görüşüldüğü bir meşvret meclisinde, bir vezirin sefere katılma konusunda isteksiz
davrandığı görülmüş, padişahın da sefere kendisinin de katılacağını söylemesi üzerine vezir:
“Ben elbette giderim gitmezsem kâfir şapkası başıma olsun.” şeklinde yemin verir (Mustafa
Nâima Efendi, 1281: 61). Ayrıca bir başka hadise de ise bir tüccarın zımmilere sermaye
verip, eksik mal satması üzerine öldürüldükten sonra: “Bba‘zı sitem-dide zarifler kapısına
frenk şapkası mıhlayıp” denilerek, adeta Batı’nı kâfir sayıldığı anlam ile bütünleştirilmekte
idi (Mustafa Nâima Efendi, 1281: 136). Buradaki kâfir şapkası ifadesi Avrupa’yı algılama
açısınan önemli bir imge idi. Frenk ve kâfir olarak nitelendirilen imgeler Osmanlı
Devleti’inde hakir görmenin ifadeleri olmuşlardır.
Osmanlı ile Batı Avrupalılar arasındaki dinî ve coğrafî çatışmaların nedeni İslamgâzâ
sistemi ile Avrupa’daki haçlı ruhunun devamı olmuştu. Güçlü Müslümanların
42
Hıristiyan kutsal topraklarını gasp ettiği düşüncesi, XVI. yüzyılın sonuna kadar devam
etmişti (Hensch, 1992: 51-53).
I. Ahmed’in saltanatı devrinde Avusturya ile imzalanan Zitvatorok Antlaşması bir
başarısızlık olarak görüldüğü için18 Osmanlı’nın diplomasi de Avrupa’yan bakış ve
tutumunda bir takım değişikliğe gittiği görülür. Avusturya-Macaristan İmparatoru’na artık
Kaiser olarak hitap edilecektir19. Osmanlı Devleti, Avrupa nezdinde diplomatik olarak ilk
prestij kaybına uğramıştır (Polatçı, 2013: 24).
Her ne kadar Osmanlı Devleti, Avrupa karşısında bir prestij kaybına uğramış ise de
bu onun güçsüz düştüğü anlamına gelmemekte idi. 1606 yılıyla birlikte içte tanık olunan
kargaşa dönem içinde Köprülü Ahmed Paşa Memalik-i Osmaniyede devletin otoritesini
hissetirmiş, Avrupa’da ise bu güç, 1663’te Uyvar Kalesi’nin Avusturya’dan geri alınmasıyla
tesis edilmiştir. 1664 tarihli Vasvar Antlaşması ile Osmanlı Devleti, yukarıda bahsi geçen
prestij kaybını telafi etmiştir. Yapılan antlaşma gereğince Kara Mehmed Paşa Viyana’ya elçi
olarak gönderilmiştir (Mehmed Zeki, 1917: 325-328; Kolçak, 2017: 29-30). Vasvar sonrası
devrede, 1669’da Kandiye ve Girid adalarının fethi, Osmanlı Devleti’nin güç dengesinde
durumunu muhafaza ettiğini gösterir (Uzunçarşılı, 1983c: 404-416).
IV. Mehmed devrinde Avrupa’da Reform hareketlerinin hız kazanması ve ortaya
çıkan siyasî ve askerî sıkıntıları lehine çevirmek isteyen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa, Macaristan’ı ele geçirmek ve Habsburg Hânedanı’nın gücünü kırmak için II. Viyana
seferine çıkmıştır. 1683 baharında 90 bin kişilik bir ordu ile sefere çıkan Kara Mustafa Paşa,
14 Temmuz 1683 tarihinde adı geçen kuşatmaya başlamış (Setton, 2022: 338) ancak,
kuşatmanın beklenenden uzun sürmesi ve askerî taktik hataları dolayısıyla başarısızlıkla
neticelenmiştir (Sell, 2021: 67-69). Yaşanan bu başarsızllık neticesinde Karlofça
Antlaşması’na kadar gidecek bir mağlubiyetler süreci başlamıştır. Bu başarısızlığın
müsebbibi olan Kara Mustafa Paşa ise bedelini kellesi ile ödemiştir (Şakul, 2021: 512-520).
Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olan II. Viyana kuşatması ve sonrasında
gelişen yenilgi ve toprak kayıpları hem askerî hem de diplomatik açıdan Osmanlı Devleti’ni
menfî yönden etkilemiştir. Zira devlet, tarihinde ilk defa bu kadar büyük bir yenilgi ve toprak
18 I. Ahmed’in tahta geçtiği yıllarda Avusturya ile savaş devam etmektedir. 13 yıl savaşları olarak da
adlandırılan bu savaş Osmanlı ordusunun çektiği sıkıntılar ve parlak devirlerden uzak bir askerî dönem olarak
görülür. Bu düşünce üzerine Zitvatorok Antlaşması’nın bir başarısızlık metni olduğu ve Osmanlı Devleti’nin
askerî ve siyasî açıdan prestij kaybettiği düşünülür (Gürcan, 2021: 187). Bazı kaynaklarda 13 yıl savaşı, The
Long War was the first modern war of Hungary which lasted from 1591 to 1606 and was called the Fifteen-
Year War or the Long War şeklinde geçer ve 15 yıl savaşı olarak yazılır. Bknz (Pfeiffer, 2017: 94).
19 Osmanlı Devleti, 1533 İstanbul Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatoruna Viyana Beyi olarak hitap
ediyordu (Polatçı, 2013: 24).
43
kaybı ile karşı karşıya kalmıştır (Özkaya, 2010: 22-23). 1699 yılında imzalanan Karlofça
Atlaşması Osmanlı diplomasi anlayışı açısından önemli bir kırılma noktasıdır. Osmanlı
heyeti, masaya mağlûp olarak oturmuş, ancak izlenen diplomasi neticesi yenilgi ölçeğinde
bir toprak kaybı olmamıştır (Çakmak, 2020: 17-18; Kurtaran, 2016: 127-128).
Osmanlı Devleti’nin dile getirilen bu mağlubiyet sonrası Avrupa’ya karşı eski bakış
ve tavrında Avrupa’nın lehine farklılıklar olmuş; Avrupa’da bilinen yeni diplomasiyi,
müzakereyi ve arabuluculuğu kendisi de uygulama mecburiyeti hissetmiştir. Ancak,
Osmanlı Devleti, kendisinden daha güçlü bir tarafa mağlup olabileceğini ve diplomasinin
cephe başarısı kadar önemli olduğunu da öğrenmiştir (Lewis, 2020: 25-28). Osmanlı
Devleti’nin sözü edilen zaman zarfında ardısıra gelen yenilgileri, direnme gücünü
eksiltmişse de sonrası devrede kaybedilen toprakların hatırı sayılır bir kısmının geri
alınması, eksilen bu direnme gücünü kısmen muhafaza etmiştir. Bu da Avrupa’ya giden
elçilerin, bulundukları ülkeye karşı hareket ve davranışlarındaki güçlü Osmanlı imajını
destekleyici etmen olacaktır.
2.2. OSMANLI DEVLETİ’NİN BATI İLE OLAN DİPLOMATİK
İLİŞKİLERİNDE FEVKALADE ELÇİLİKLER
2.2.1. Fevkalade (Ad Hoc) Elçilik Müessesesi
Diplomasi kelimesinin kökeni, Eski Yunan’da “ikiye katlamak” mânâsındaki
“diploma” sözcüğünden gelir. Eski Yunan ve Roma’da, devletlere ait bazı ayrıcalıklar
dağıtan ve yabancı topluluklarla ilişkileri düzenleyen resmî belgelere, katlanış formlarından
dolayı “diploma” adı verilmiştir20 (Kodaman-Akçay, 2010: 76). Bu kelimenin mânâsı da
üzerinde imza bulunan ikiye katlanmış kâğıt belgedir. Diplomasi kelimesi ise kendisine
devleti tarafından diploma verilen yüksek dereceli memurun yani diplomatın dış işlerinde
yapmakla vazifeli olduğu görevdir. Diplomasi ayrıca resmî temsilciler aracılığı ile ülkeler
arasındaki ilişkileri yürütme sanatı olarak da adlandırılır (Savaş, 2007: 9).
Diplomasi; din, dil, ırk ve gelenekler ve görenekler bakımından birbirlerine çok farklı
milletler arasında ilişki kurmaya yarayan araçların en önemlilerindendir. Diplomasiyi
20 Diplomasi kavramının kökeni ile ilgili ilk açıklamaya göre kavram Yunancadan türetilmiş olup, “çift veya
iki kat” anlamına gelen “diplos” ya da “iki yan veya iki taraf” kelimelerinden türetildiği ifade edilmektedir
Diplomasi kelimesinin kökeni ile ilgili diğer bir görüş incelendiğinde ön plana çıkan ilk kelime Yunanca
“Diplomeis” kelimesidir. Bu kelimeden ise Latince “çift” anlamına gelen diploma sözcüğü türemiştir (Eren,
2021: 33).
44
uygarlığın başlangıcına, hatta daha da gerilere götürmek mümkündür21. Tarihte uygulanan
ilk diplomasi yöntemlerinden ad hoc yani fevkalade bir nitelik taşımaktadır. Bu yöntem,
diplomatik temsilcilerin belli bir amaç ya da görevi gerçekleştirmek için geçici bir süre ile
yurt dışına gönderilmesi şeklinde yürütülür. Bu sistemde görevini yerine getiren diplomatlar
daha sonra ikamet etmeden geri dönerlerdi (Tuncer, 1982: 251-252).
Fevkalade elçiler bir devletten diğerine, belli problemlerin müzakere edilmesi, taç
giyme törenlerine katılınması, savaş açılması ve barış yapılması görevlerini ifa etmeleri için
gönderilirdi. Bu elçiler, bazen kendi hükümdarlarından belli haber ve mektupları başka
hükümdara götürmek için de görevlendirilir. Bu, ad hoc yani fevkalade elçilik anlayışı
diplomasinin kesintisiz ve profesyonel bir müessese olmadığı anlamına gelmektedir. Bu
yüzden fevkalade elçilik ile diplomasi yürüten ülkelerde, bir yapılanma veya müesseseye
rastlanmaz. Bu ülkeler diplomatik ilişki kurduğu ülkelerin baş şehrinde bir diplomasi
misyonu oluşturmaz ve bu ülkelere ait bir ikamet binası da bulunmaz (Erdem, 2088: 7-8).
Ad hoc diplomasiden sürekli diplomasiye geçiş XV. yüzyılda İtalyan şehir devletleri
tarafından uygulanmıştır22 (Tuncer, 1982: 251-252).
Diplomasiye bir başka açıdan bakıldığında, bir diplomatik vazifeyi icra eden
makama Türkçe, elçi adı verilir. Elçi kelimesi, halk, ülke, devlet mânâsında kullanılan el ya
da il isim kökünden türetilir. Bu şekliyle bir özel isim olarak ilk kez Uygur metinlerinde
kullanıldığı tespit edilen kelime haberci, peygambe anlamında da kullanılmaktadır. Son
yüzyıllarda elçinin Arapça karşılığı olan sefîr kelimesinin kullanıldığı görülür.
“Sefâretnâme, sefârethâne, sefir-i kebir gibi Arapça tabirler; Türkçe elçi metinleri, elçilik ve
büyükeçiliğin muadili şeklinde kullanılır.
İlkçağlara kadar giden elçilik, zaman içinde güçlü bir müessese haline gelip, hukukî
bir statü kazanmıştır. Bu hukukî durum, elçiye zeval olmaz Türk sözüyle veciz biçimde ifade
edildiği gibi uluslararası imtiyaza ve dokunulmazlığa sahip olmak şeklinde kısaca ifade
edilebilir (İşpirli, 1995:3).
Osmanlı Devleti’nin elçilik dışında Avrupa ile haber akışını sağlayan iki önemli
kaynak bulunmaktadır. Birinci önemli kaynak, Memleketeyn diye adlandırılan Eflak ve
Boğdan beyleridir. Bu beylerin Avrupa devletlerinin başkentlerinde bulunan haber alma
teşkilatları Avrupa’da olup bitenleri beylerine rapor halinde sunarlar ve onlar da bu raporları
21 Hitit-Mısır arasındaki savaşı sonlandıran Kadeş Antlaşması ilk diplomatik metin olarak ilişkiler ve
uluslararası hukuk açısından önemli bir konuma sahiptir (Aydoğan, 2021: 147).
22 İtalyanların uygulamış olduğu diplomasi anlayışı ve yöntemi; hile, yalan, kurnazlık ve aldatmaya
dayanıyordu. Bu kuşku ve güvensizlik ortamında diplomatların başlıca amacı, kendi aldanmadan başkalarını
aldatmaktır.
45
payitahta iletirlerdi. İkinci kaynak olarak ise Bâbıâli’nin Divân-ı Hümayûn tercümanları
olup, İstanbul’daki elçilerin hizmetinde bulunurlar bu tercümanlar elçilerden aldıkları
bilgileri devlet ricaline bildirirlerdi. Böylece Osmanlı Devleti Avrupa ülkelerindeki
gelişmelerden haberdar olmak için geçici elçilikler dışında bu şekilde bir bilgi ağı
kullanmaktaydı (Gencer, 2019: 269).
Osmanlı Devleti, Avrupa ülkelerinden haber toplamak amacıyla çeşitli istihbarat
yöntemlerine başvurur. Gönüllü istihbarat faaliyetleri bu yöntemlerden biridir. Devletin
kuruluşunun ilk yıllarında fethedilecek coğrafyalara giden gönüllüler, düşman ülkeler
hakkında istihbarat toplayarak ilgililere verirlerdi. Bir diğer yöntem de maaşlı casusluktur.
Bu yöntem, XVI. yüzyılda devlet bürokrasisinin yerleştiği dönemde uygulanmıştır. Son
olarak Avrupa’ya giden tüccarlar, gezinler ve savaşlarda esir düşüp daha sonra ülkelerine
dönen Osmanlılardan alınan bilgiler bu yöntemlere örnektir (Eroğlu, 2003: 18-20).
Yukarıda sunulan bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti kuruluşundan
itibaren Avrupa’da olan biten olaylardan haberdar olmak için çeşitli vasıtalar kullanır.
Devletin istihbarat ağı yanında diplomatik misyon vasıtası ile de Avrupa ve diğer
coğrafyalardan haberdar olma isteği, Osmanlı devletinin bu yerlere elçi göndermesine neden
olur.
2.2.2. Osmanlı Devleti’nde Fevkalade Elçilikler
Osmanlı Devleti’nin daimî elçilik düzenini benimsemesinden evvel uygulamış
olduğu fevkalade elçilik, uzun bir müddet devam edecektir. Osmanlı Devleti, tek taraflı
diplomasi yöntemini uygulaması, diğer devletlere göre üstünlüğünün bir neticesidir. Devlet,
Batı’ya karşı güçlü olduğu süre zarfında Avrupa ülkelerinin desteğini sağlama, onların görüş
ve politikalarını öğrenme gibi kaygılarının olmaması nedeniyle sürekli diplomasi için bir
elçi bulundurma lüzumu da görmemiştir. Zira Osmanlı Devleti, kendinden güçsüz gördüğü
devletlerin nezdinde sürekli olarak temsil edecek bir elçinin bulunması fikrini kabul etmez,
devlet ve büroktarları bu hususu küçüklük olarak algılar (Tuncer, 1997: 11).
Osmanlı Devleti, XV, XVI, XVII. yüzyıllarda Avrupa, Asya ve Afrika toprakları
üzerinde baskın bir siyasî, askerî ve iktisadî egemenlik kurmuştur. Devlet, bu devrede dünya
üzerinde tek güç olarak algılanır. Bu güçten gelen büyüklük ile darülcihad, diyar-ı küfr
olarak adlandırdıkları23 kâfir Avrupa ülkelerinde daimî elçilik ihdas etmeleri şöyle dursun,
23 Osmanlı Devleti Batı’ya elçi göndereceği zaman elçi bulmakta dahi zorlanır. Çünkü gidecek elçiler, bir
Müslümanın kâfir nezdine gitmesini uygun görmez ve “diyar-ı küfür”de yaşamak istemezler (Ahmed Refik,
1331: 1120).
46
bir Osmanlı’nın dahi bu ülkelerde ikamet etmesi kabul edilemezdi. Elçilik yanında
Müslüman bir Osmanlı’nın kâfir Avrupa’nın dilini dahi öğrenmesi söz konusu olamazdı.
Zira kâfirin dili dahi küfrün dili olarak kabul edilmekte ve onu öğrenmekten imtina
edilmekteydi (Bilim, 2019:145; Berkes 2018: 38-39). Osmanlı Devleti Batı’ya elçi
göndereceği zaman elçi bulmakta dahi zorlanır. Çünkü gidecek elçiler, bir Müslümanın kâfir
nezdine gitmesini uygun görmez ve diyar-ı küfürde yaşamak istemezler (Ahmed Refik,
1331: 1120). Bunun içindir ki Osmanlı Devleti uzun bir müddet tercümanık görevinde
gayrımüslüm tebasını elçilik yapmak vazifesi ile görevlendirmek zorunda kalır.
Bu diplomasi anlayışı, Osmanlı Devleti’nin nihaî zafer hissi anlamına da gelen
muzafferiyetçilik ya da zafer kazanma düşüncesinden kaynaklanmaktadır. XVI. yüzyıldan
itibaren Osmanlı Devleti, dış politika ve diplomasisini, “hiçbir Avrupalı Hristiyan devleti
eşit muhatap olarak kabul etmeme ve onlarla hiçbir zaman daimî barış içine girmeme”
esasına dayandırmıştır (Gencer, 2019: 191). Gâvurdan bir şey öğrenilemeyeceği ve güçsüz
kralların sadece sultandan ricalarda bulunabileceği anlayışı, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da
elçi bulundurmayacağı, ancak Avrupalıların Osmanlı nezdinde diplomat bulundurabileceği
düşüncesidir (Günce, 2020: 107). Bu düşünce ve bakış açısı, Avrupa ülkeleri nezdine
gönderilen müslüman elçilerin bakış açılarını etkileyecektir. Gittikleri ülkelerin kâfir
ülkeleri olduğu fikri onlara bu ülkelere güvenilmeyeceği öğretir. Gittikleri ülkelerin düşman
olduklarını, Osmanlı Devleti’nin bu ülkelerden daha güçlü oldukları fikrini ön plana alarak,
gittikleri ülkelerdeki diplomatik hal ve hareketlerini ortaya koyarlar.
Osmanlı Devleti gücünün zirvesinde iken Avrupa’da kullanılan daimî elçilik gibi bir
sistemin içine girmemiştir. Osmanlı, üstünlüğünün kabulü olarak Avrupa devletleriyle tek
taraflı bir diplomasi sistemi kurmuştur. Yabancı bir ülkeye özellikle de düşman bir ülkeye
elçi göndermek, devlet görevlileri tarafından aşağılanma işareti olarak algılanmaktaydı.
Osmanlı Devleti ile Avusturya İmparatorluğu arasında 1593’te başlayıp 1606’da sona eren
uzun savaşa kadar, Avusturya imparatorunun statüsü Osmanlı padişahının statüsüne eşit
olmadığı için Viyana’ya daimî bir Osmanlı elçisi gönderilmemiştir. Aslına bakılırsa Osmanlı
Devleti’nin kullandığı diplomatik muhatapsızlık bir zayıflık değil aksine bir güç kaynağıdır
(Arı, 2004: 45). Bir başka görüşe göre ise: “Müslümanların, kendi dininden olmayanların
topraklarına, gitmelerinin yasak olması.” şeklinde ifade edilir. Ebubekir Ratib Efendi
sefâretnâmesinde, Avrupalıların gözünde yer etmiş olan Osmanlı bürokratını şu şekilde ifade
eder: “mağrur, büyüklük taslayan, kibirli bir devlet görevlisi olarak Osmanlı bürokratı,
kendini kibirli gören, büyük bir gurura sahip olup, bencil ve kendisini gücün cazibesine
47
kaptırdığından karşısındakine bir şey sormaz ve bir şey üretmez bunun nedeni ise yüksek
kibirdir.”24 (Gencer, 2019: 261-262).
Fevkalade diplomasi yöntemini en geç terk eden devletlerden birisi de Osmanlı
Devleti’dir. XV. ve XVI. yüzyıllarda, Avrupa ülkelerinin büyük kısmı sürekli elçilik
düzenine geçerken Osmanlı Devleti bu uygulamaya ancak XVIII. yüzyılın sonlarına doğru
geçecektir. Avrupalıların Osmanlı Devleti’nin başkentinde sürekli elçi bulundurması
devletin büyüklüğünün ve hükümdara gösterilen saygının bir ifadesi olarak değerlendirilir.
Osmanlı’nın diğer devletlerde daimî elçi bulundurmaması, gelenekler ile açıklanabilir. Türk
ve İslâm devletlerinde daimî elçilik kurumu bulunmamakta idi (İpşirli, 1995: 8-9). Osmanlı
Devleti’ne göre Avrupa darülharptir ve bir Müslümanın da darülharbde uzun süre kalmasının
caiz görülemez ve hatta bazı görüşlere göre yaskatır (Pedani, 2011: XII).
Osmanlı Devleti, Avrupa diplomasi ve uygulamalarının dışında kalma ve daimî elçi
bulundurmamasını kendi menfaatine saymıştır. Böylece Avrupa’daki politik, diplomatik
oyun ve kurallarına uyma konusunda kendisini serbest hissetmiştir. Zira Osmanlı
Devleti’nin güçlü bir haber alma teşkilatının mevcudiyeti daimî elçilik kurulmasının
gecikmesinin bir başka nedenidir (İpşirli, 1995: 8-9).
Yukarıda da ifade edildiği gibi Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu devrede diplomatik
açıdan algılanan üstünlüğünün XVIII. yüzyılda inkıtaya uğramasına karşın, Avrupa, aksine
yükselmeye başlayan siyasî, askerî ve diplomatik bir konjonktüre sahip olmuş, dolayısıyla
Osmanlı Devleti, artık Avrupa devletlerini diplomaside muhatap kabul etmek
mecburiyetinde kalmıştır (Savaş, 2007: 38-40).
2.2.3. Fevkalade Elçiliğe Duyulan İhtiyaç
Osmanlı Devleti’nin diğer devletlere fevkalade elçi göndermesi çeşitli nedenlerle
olmuştur. Elçi göndermenin ilk nedeni padişahların tahta geçişleri yani cüluslarını diğer
ülkelere bildirmekti. Bu konunun örneği arttırılabilir. I. Mahmud’un cülusunu bildirmek
üzere Lehistan’a Mehmed Efendi’nin gönderildiği görülmektedir. Mehmed Efendi’nin
Lehistan’da görmüş olduğu, ahvâl ve hadiseler ve krala hediye edilen iki esir hakkındaki
malumatı fevkalade elçiliğe bir örnektir (BOA, TS.MA.e, 456/27). Bir diğer örnek ise
Ziştovili Hacı Ali Ağa’nın III. Osman’ın cülusunu resmî olarak Lehistan Kralı’na haber
vermek için gönderildiğidir (Topaktaş, 2005: 88).
24 Bu kibir şöyle ifade edilmiştir: “Çünkü bunların indinde Osmanlı, mağrur ve mütekebbir ve hôd-pesend olub
kibr vü nahvet ve gurur-i azamet ve ru‘ûnet ve huşunetlerinden bir şey sormazlar ve istihsân etmezler ve vâkıf
olmağı kibirleri koymaz i‘tikâdı derkâr olmağla...” (Gencer, 2019: 261-262).
48
Bir diğer fevkalade elçilik görev çeşiti de bir ülke arasında yapılmış antlaşmanın
padişah tarafından kabul edilmiş metninin ulaştırılması için gidilmesidir. Bu göreve
verilecek en uygun örnek ise Kara Mehmed Paşa’nın Beç sefâretidir. Paşa, Vasvar
Antlaşması’nın IV. Mehmed tarafından imzalanan nüshasını Viyana’ya götürmek üzere
görevlendirilmiştir. Bu görevin karşılığında da Avusturya elçisi olarak Walter Leslie
İstanbul’a görevlendirilmiştir (Can, 2019: 242). 1669’da Müteferrika Süleyman Ağa’da
Osmanlı-Fransa Antlaşması gereği görevlendirilmiş fevkalade elçilerden biridir.
Müteferrika Süleyman Efendi, XVI. Louis’e Sultan IV. Mehmed’in mektubunu götürme
görevi verilmiş ve görevi kısıtlı zaman zarfında ve siyasî idi (Ahmed Refik, 2011: 7).
Bir başka fevkalade elçilik vazifesi de bir imparatorun taç giyme töreninde Osmanlı
sultanını temsil eder. Bu fevkalade elçiliğe örnek olarak I. Süleyman’ın II. Maximilian’ın
taç giyme töreni için 1562’de Frankfurt’a göndermiş olduğu İbrahim Bey’dir. Bu heyet 1535
ve 1549’dan sonra giden üçüncü büyük heyet olarak bilinir. II. Maximilian, bu törende kutsal
yağ ile meshedilme ritüeli sırasında Türk halısın üzerinde diz çökmesi dönemin
kaynaklarında dikkat çekicidir (Rudolph, 2016: 141).
1627 senesinde Sön Antlaşması belgesini küçük elçi ünvanı ile Avusturya’ya götüren
Mehmed Bey, 1629 yılında yaklaşık 130 kişilik bir mahiyetle büyükelçi rütbesi ile
Viyana’ya gelmiş olan Receb Paşa, yine 1634 yılında büyükelçi olarak gelen Rıdvan Paşa
bu tip elçilik heyetlerine örnek teşkil eder (Cevrioğlu, 2019: 143-144).
Yine bu kabilden bir fevkalade elçilik Vasvar Antlaşması’nın tasdikli metnini
götürmekle görevli Kapıcı Başı Yusuf Ağa geniş bir mahiyeti ile 22 Ekim 1664’te Viyana’ya
gönderilmiştir (Beydilli 2007: 16).
Bir başka fevkalade elçilik vazifesi de padişahın yazmış olduğu mektupların
muhataplarına ulaştırılmasıdır. 1534 yılında Barbaros Hayrettin Paşa’nın Fransa’ya yollamış
olduğu 12 kişilik elçilik heyeti kral tarafından Châtellerault’da kabul edilmiştir. Elçilik
heyeti ayrıca, I. Süleyman’ın I. François’e yazmış olduğu dostluk mektubunu da kendisine
iletmiştir (Ceran, 2014: 409).
Fevkalade elçiler aynı zamanda iki ülke arasında savaştan sonra imzalanan antlaşma
gereğince de gönderilmektedir. 1606 yılında Avusturya ile imzalanan Zitvatorok
Antlaşması’nda uygulamaya konan karşılıklı elçi değişimi işlemlerinde Ahmed Kâhya’yla
birlikte 150 kişilik bir heyetin Prag’ta bulunan Kayzer II. Rudolf’a gönderildiği
bilinmektedir (Beydilli, 2007: 17). Pasarofça Antlaşması sonrasında Viyana’ya elçi olarak
gönderilen Şıkk-ı Sanî Defterdarı Silahtar İbrahim Paşa da söz konusu bahis için iyi bir
49
örnektir (Kurtalan, 2021: 3188). Pasarofça Antlaşması’nın Osmanlı Devleti ve Nemçe
Çesarı arasında imza edilmesinde baş murahhas olarak görev alan İbrahim Paşa, Rumeli
beylerbeyi rütbesi verilmiş ve elçinin Osmanlı’nın gücünü göstermesi için de hazineden
kendisine çeşitli gösterişli kıyafetler tahsis edilmiştir (Raşid Efendi, 2013b: 1151-1152).
Avusturya ile 1791’de imzalanan Ziştovi Antlaşması’nın 13. maddesi uyarınca
Osmanlı Devleti ile Avusturya Devleti arasında dostane ilişkiler kurulması için karşılıklı
elçiler gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine Avrupa’dan haberi olan ve tecrübeli
bir Osmanlı bürokratı Ebubekir Ratib Efendi baş muhasebeci payesi verilerek orta elçi25
tayin edilmiştir. Orta elçi olarak Viyana’ya giden Ebubekir Ratib Efendi, III. Selim’in
mektubunu Avusturya Kralı Leapold’e takdim ederek görevini tamamlamıştır (Uçman,
1999: 14-15).
Bazen de ülkeler arasında ilişkileri iyileştirmek ve ittifaklar elde etmek amacı ile bir
ülkeye fevkalade elçi gönderilmiştir. Bu elçilere örnek olarak Rusya ile iyi ilişkiler ve eğer
olursa ittifak yapmak amacı ile 1722-1723 tarihleri arasında Sadrazam Nevşehirli Damat
İbrahim Paşa’nın talimatı ile orta elçisi payesi ile Nişli Mehmed Ağa Rusya’ya
gönderilmiştir (Çakı, 2011: 20-21).
Ayrıca şu hususular için de fevkalade elçi gönderilmiştir; İstanbul’da hakaret görmüş
Fransız elçisi için özür dilemek için ve aynı zamanda II. Osman’ın cülusunu haber vermek
için 1618’de Hüsrev Çavuş Paris’e gönderilmiştir. Demirbaş Charles’in Osmanlı Devleti’ne
ilticası sırasında kendisine verilmiş olan devlet borçlarının alacağını istemek ve ödeme
şartlarını kararlaştırmak üzere 1727’de Kozbekçisi Mustafa Ağa ve 1732’de Rusya ile İsveç
arasında imzalanacağı duyulan ittifakın hakikatini yerinde anlamak vazifesin ile Yirmisekiz
Çelebizade Mehmed Said Efendi’nin İsveç’e gönderildiği görülür. Son olarak iki devlet
arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmak amacıyla Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz Çelebi
Mehmed Efendi’ye verilen önemli görevlerden birisi de Fransa’da ulûm u fünunun terakki
derecesini araştırma işidir (Unat: 1987: 17-19).
Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti’nin daimî elçilik ihdasından evvel de fevkalade
elçiler vasıtası ile Avrupa ile ilişki kurmuştu. Osmanlı Devleti her ne kadar gücünün
zirvesinde dahi olsa dış devletler ile ilişki kurma ihtiyacı duymuştur. Çeşitli konularda
25 Elçiler, büyükelçi, ortaelçi veya nadiren küçükelçi olarak gruplandırılmakta, bazen de sadece bir mektubu
iletmek üzere gelen nameresler de iki ülke arasında görev yapan diplomatlar içerisinde yer almaktadır. Fakat
bunların dışında bir de daimî elçi adıyla atanan sefirler vazife görmüştür (Topaktaş, 2014: 107); Bundan farklı
olarak Fevkalade Büyük Elçi ve Maslahatgüzar ünvanı ile de elçiler göndermiştir (Unat, 1987: 20); Osmanlı
bürokrasisinde Büyük Elçilere, Anadolu veya Rumeli Beylerbeyi ve Orta Elçilere ise Defterdar ve Nişancı
payesi veriliyordu ve payelerine uygun bir şekilde sefaret heyeti birlikte gönderiliyordu (Savaş, 2014: 242).
50
ihtiyaç duyduğu ölçüde harici devletler ile ilişkilerini sürdürmek için fevkalade elçilere
ihtiyacını hissettikçe elçi göndermekten geri kalmamıştır.
2.3. OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN BATI’NIN ÖRNEK
ALINMASININ MEŞRUİYETİ VE KABULÜ
2.3.1. Batı’nın Numüne Olarak Görülmesi Öncesi
Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıl başlarında Avrupa ülkelerinin teknolojik, askerî
ve sosyal açıdan nasıl ilerlediğini merak etmesi ve bu ülkelerde elçiler bulundurması, sonrası
süreçte Batı’nın tesirini hissetmesine neden olacaktır. Batı ve İslam medeniyetlerinin kültür
alışverişleri tarihin seyri sürecinde olagelmiştir. Bu medeniyetler arası alışverişler karşılıklı
etkileşimi beraberinde getirmiş ve taraflardan birinin lehinde neticelenmiştir. Osmanlı
Devleti’de bu devrede Batı’dan etkilenmeye başlamış, ancak Batı’nın ve medeniyetinin
dilinden anlayacak yetişmiş büroktarlardan yoksun olması, Avrupa’ya giden elçilerin
gördükleri yeniliklerin seyircisi ve hayranı olmalarından öteye gitmemiştir (Mengüşoğlu,
2021: 217). Bu durum, Osmanlı Devleti’nin önceliği olarak Batı’yı ve onun medeniyetini
hak ettiği şekilde anlamlandıracak büroktatlar yetiştirmek olmuştu. Osmanlı Devleti,
böylelikle Batı’nın anlaşılmasını kolaylaştırmış olacaktı.
Batılılaşma her şeyden evvel kolay bir iş değildi. Toplumlar yaşayışının, kültürel
kalıbının, sınıf ve otorite ilişkilerinin bu gibi devrimlerle değiştirilmesinde zorlanır (Ortaylı,
2019: 17). Osmanlı Devleti’nin Batı’yı layıkıyla ve tam olarak anlayamadığı için algısı da
farklı olmuştur. Devletin, Batı’yı ve onun medeniyetini ölçü olarak belirlerken nereden
başlayacağını tespit edememesi, onun bu medeniyet değerlerini edinmede yaşadığı
problemlerin de başında gelmektedir. Batı Medeniyeti’nin esas unsurları, “ilim, amelî hayata
tatbikten ibaret olan teknik, insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyettir” (Turhan,
2016:45-46).
Osmanlı Devleti, gücünün zirvesinde olduğu dönemde askerî teknoloji ve ekonomik
yönden diğer Müslüman devletlerden ve Avrupalı ülkelerden üstün bir konumda idi.
Ekonomik olarak gücünün nedenleri ise savaşlardaki kazandığı başarılar ve ganimetleri,
geniş Osmanlı topraklarında bulunan zengin yer altı kaynakları, onların hem ekonomik hem
de psikolojik olarak Avrupa ülkelerine üstünlük sağlamasının en önemli nedenlerindendir
(İhsanoğlu, 2022: 35-36).
Osmanlı Devleti’nin Batı’nın bilim ve teknolojisi karşısındaki tavrını ve tutumunu,
Batı’nın somut varlığına karşı olan genel tavırlarından ayırmak mümkün değildir. Bunun
51
içindir ki Osmanlıların bilim ve teknoloji sahasında Avrupa ülkeleri ile olan ilişkileri
incelenirken askerî, siyasî, sosyal ve dinî bakış açıları bu minvalde görülmelidir.
Osmanlı Devleti’nin mensup olduğu İslam’ın son ve en doğru din olduğu inancı
Hristiyan Batı medeniyetine karşı mesafeli durmasının en önemli nedenlerindendir.
Osmanlıların kendilerini ait hissettikleri İslam’ın bu medeniyete olan üstünlüğü, Batı’ya
karşı kendilerini üstün görmelerinin sebeplerinden olmuştur. Bunun içindir ki Rönesans
Avrupası içerisinde meydana gelen değişimi ve dönüşümü kendisine yönelik potansiyel bir
tehlike görmüşlerdir (İhsanoğlu, 2022: 35-36).
XVIII. yüzyılın başlarından itibaren “Türk korkusu”ndan yavaş yavaş kurtulan Avrupa, bu
yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti’ne bakış açısı değişir. Avrupalıların Osmanlılara karşı ilgi
ve tavırlarında egzotikleşme ve yer yer oryantal tutkunun öne çıktığı görülür. Türk modası, Türk
elbisesi, Türk odası ve Türk kıyafeti eşliğinde resimler çizdirilmesi, Türk figürünün heykellere
yansıması gibi ve hatta Viyanalı bestekarların Türk müziğinden esinlendiği bir ortam mevcuttur.
Ayrıca, Osmanlı Devleti, Avrupa siyasî ve askerî sahada bir müttefik olarak da ortaya çıkmakta idi
(Kenan, 2010: 61).
Avrupa ise kendi yanı başında bir Müslüman devletin bulunmuş olması dolayısıyla
Endülüs Emevî Devleti’nin etkisini hissetmiş, doğudan yaptığı tercümeler sayesinde Yunan
filozoflarının eserlerini tanımış ve Rönesans’ın temelleri atılmıştır (Robertson, 2011: 76).
Avrupa, Müslüman kimliğine sahip Endülüs Emevîlerine çok da misafirperver
davranmamış, 1492’de hem yenidünya keşfedilmiş hem de İspanya’daki mağripli varlığına
son verilmiştir (Akal, 2016: 17).
Osmanlı Devleti Batı’dan ve Batı Medeniyetinden somut gelişmelere ilişkin dolaylı
da olsa haberdar olmuş, Piri Reis’in haritası, Kâtip Çelebi’nin Atlas Tercümesi bu duruma
örnek oluşturur. Ayrıca, II. Mehmed’in sarayında rönesans zanaat ve sanatçılarını
bulundurmuş, II. Bayezid’in Michel Angelo ve Leonardo da Vinci’nin İstanbul’a davet
edilmiştir (Tampınar, 1988: 40-41).
Osmanlı Devleti, Batı’yı sağlık alanında da izlemiş, 1505’te tercüme edilen Alaim-i
Cerrahin adlı eserde sifiliz hastalığı tehlikeli görülmüş bu hastalık Avrupa ile
özdeşleştirilerek ferengi, freng uyuzu, maraz-ı efrenciye gibi isimlendirilmiştir (Çavdar-
Karcı, 2016: 159; Keskin, 2023: 100). Hastalığının tedavisine ait Risale-i Frengi26 adlı eser
Türkçeye çevrilerek 1655’te IV. Mehmed’e sunulmuştur (Lewis, 2020: 52).
26 Mustafa Behçet Efendi’nin çeviri eserleri arasında yer alan Risâle-i Frengi adlı eserin orijinali, Viyana Tıp
Akademisi hocalarından Josephi Jacobi Plenck’in (1733-1807) Lâtince yazdığı Doctrina de Morbis Venereis
adlı eserdir (Pekdoğan, 2024: 145).
52
II. Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra idarî, ekonomik ve askerî mânâda
Bizans’tan esinlendiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin çeşitli kurumları üzerinde örneğin
saray teşrifatında, idarî teşkilatında Bizans’ın büyük etkisi olduğu düşünülür. Osmanlı
Devleti’ne Avusturya’dan elçi olarak gelen Busbec’in bazı gözlemlerinde, Osmanlı
âdetlerinden alkışlamanın Roma İmparatorluğu’ndan alınmış olduğunu ifade eder. Bunun
yanında XVII. yüzyılda Pietro della Vallé, Busbec ile aynı görüşte olmakla beraber daha da
ileri giderek, Türklerin kendilerini Romalıların takipçisi ve vârisi addettiklerini
söylemektedir (Köprülü, 2018: 11-12).
Osmanlı Devleti’nde ıslahât fikri her devrede olmuştur. Devletin aksayan kurumları,
kanun-ı kadim usûlünce ıslah etmek yoluna gider. XVI. ve XVII. yüzyıllara bakıldığında
Osmanlı devlet adamlarının bir değişimden yana tavır koydukları gözlemlenmektedir.
Devletin güçlü olduğu devrede dahi bürokrasinin aksayan yanlarını tamir için çabaladığı ve
birtakım tedbirler aldığı görülür (Levent, 1963: 191).
I. Süleyman Devri’nin önemli bürokratlarından Lütfi Paşa, Osmanlı Devleti’nin
yapısal hataları hakkında Asâfnâme adlı eserinde kendince çözümler sunar. Lütfi Paşa
eserinde devletteki bozulmanın XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başladığını ve
bozulan devlet kurumlarının önceki iyi hallerine tekrar getirilmesini önerir. Devlet
adamlarının liyakatli olması, halkın göz edilmesi ve adaletin sağlanması gibi hususların
düzeltilince Osmanlı Devleti’nin eski gücüne kavuşacağına inanır (Gümüş, 2019: 285-297).
III. Mehmed’in 1595’te yayınlamış olduğu bir adaletnâme27, Osmanlı Devleti’nin
güçlü devrinde dahi ıslâhâta ihtiyaç olduğunu gösterir. Bu adaletnâmeye göre, devletin
içinde bulunduğu kargaşa ve yaygın hâle gelmiş olan yolsuzlukları dile getirilir. Yayımlanan
bu adaletnâmeye aykırı hareket eden görevlileri açık bir şekilde şiddetli cezalar alacağına
dair sert bir üslup kullanılır. Adaletnâmede; I. Süleyman devrinde konulan kanunların hiçe
sayıldığı, kanunlara aykırı şekilde sondan çıkarılan vergilerle halktan alınan vergilerin
oranının yükseldiği, bu da halk arasında huzursuzluğa neden olduğu ifade edilmiştir
(Avaner, 2016: 233-234).
XVII. yüzyılda ülke içerisinde yazılan bazı siyasetnâmelerde Osmanlı Devleti’nin
bürokratik iskeletinin artık eskisi gibi olmadığı ve memuriyetlerin rüşvet ile dağıtılmasından
ileri gelen bir bozulmanın olduğundan bahsedilir. Hasan Kâfî, “Usûlü’l-hikem fî Terceme-i
Nizâmü’l-‘âlem” adlı eserinde bu durum için şu tespitte bulunur: “Umur-ı nâs ehil olanlara
27 Adâletnâme veya adalet hükmü, padişahın verdiği emir olup diğer fermanlarla aynı özelliği gösterir; ancak
berat gibi üçüncü şahıslara değil, doğrudan doğruya bütün idarecilere veya belli bir bölgenin yöneticilerine
hitap eder.
53
virmeyüp, masâlih ve menâsıb nâ-êhle virmeyi” memleketin düşmüş olduğu halin nedeni
olarak gösterir (Levent, 1963: 191).
XVII. yüzyılda IV. Murad’a sunulan ve devletin geleceğini etkileyecek bozulma
emarelerini açık bir şekilde dillendiren raporların en önemlisi Koçi Bey Risalesi’dir. Koçi
Bey, hazırlanmış olduğu bu rapor da devlet idaresinde görmüş olduğu yolsuzluk ve
çarpıklıkları layihâ haline getirerek sunulmuştur (Koçi Bey Risalesi, 1939: 4-11). Bu risalede
devlet içindeki bozulmayı yani nizâm-ı âlemin28 bozulmasını (El-Haj, 2018:66-67), en güçlü
devir olan I. Süleyman devrine kadar götürür. Bu bozulmayı, padişahların dîvân-ı hümâyuna
şahsen katılıp devlet işleriyle ilgilenmemelerine, Osmanlı tebasından herhangi bir kimsenin
aracı koymadan sultanın huzuruna çıkıp derdini anlatamamasına, asker-sivil devlet ileri
gelenlerinin özellikle şeyhülislam ve kadıların olur-olmaz nedenlerle görevlerinden
alınmamalarına, haklarında esaslı suçlama sebebi yoksa mahkûm edilememeleri gibi müspet
ilkelerden uzaklaşmasına bağlar. Koçi Bey, devlette hakkaniyet çemberinin kırılmasını şöyle
ifade eder: “Velhasıl, Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker ile askerin ayakta durması
ile hazine ileridir. Hazinenin geliri ise reaya iledir. Reayanın ayakta durması adalet iledir.
Şimdi âlem harap, reaya perişan, hazine noksan üzre ve kılıç erbabı bu halde” (Tanör, 2013:
27-28).
Koçi Bey’in: “İmparatorluk daha sadık ve yiğit tebaa yığınlarına istinat emekteydi.”
(Lewis 1958: 163) şeklindeki ifadesiyle devletin kendi iç dinamikler ile bu sıkıntılarının
çözülebileceğine inanmıştır. Bu tür raporlar Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu
sıkıntılardan haberdar olduğunun açık bir göstergesidir. Ancak bir raddeye kadar bu
sıkıntıların iç dinamikleri harekete geçirerek aşabileceklerini düşünmüşlerdir. Lakin devletin
askerî anlamdaki başarısızlıkları, daha evvel de dile getirildiği gibi Osmanlıları dış dünyaya
bakmaya zorlayacaktır.
XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa ve Osmanlı orduları arasında gerek asker yetiştirme
ve gerekse teşkilatlandırma açısından farklılıklar görülmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti,
bir zamanlar askerlik açısından ön planda olmasına rağmen geçmiş devirlere bakıldığında
bir gerileme içinde olduğu müşahade edilir. XVII. yüzyılda Avrupa ordularında meydana
gelen değişim, Osmanlar tarafından gecikmeli olarak izlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’da meydana gelen yeni teknik gelişmeleri edinmelerindeki yavaşlık, dinî ve
28 Nizâm-ı âlem, Osmanlı edebî ve siyasî metinlerinde geçen ve Osmanllı dünyasını temsil ve ifade eden bir
kavramdır (El-Haj, 2018: 67).
54
bürokrasi sınıflarına paralel olarak, askerî güçler de meydana gelen ahlakî ve meslekî, genel
yozlaşmanın sonucu olarak görülebilir (Lewis, 1958: 166-167).
XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile ilişkileri tek taraflı bir tutum
olduğu için bu tür ilişkiden fikir ve sanat açısından Batı’nın bir tesiri olması beklenmez. Batı
ile başlayan ilişkiler çok eski tarihlere kadar dayandırılsa da III. Ahmed Dönemi’ne
gelinceye kadar ne örf ve âdette ne de fikir ve sanat hususlarında belli başlı Batı tesiri
görülmemektedir (Tanpınar, 1988: 39).
2.3.2. Batı’nın Numüne Olarak Sayılması
Şükrü Hanioğlu, Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da ortaya çıkan teknik ve bilimsel
gelişmeleri takip etme isteği ve bunun nedenini “hüsn-i tedbir âsârı mıdır yahud mecburiyet
nedeni midir?” şeklindeki bir soru ile sorgular. Aslında bu iki sorunun içinde cevapları da
bulunmaktadır. Osmanlı yönetici zümresinin Batı’ya karşı yönelme nedenlerinin başında
devlet içindeki sorunların getirdiği zorunluluktan gelmektedir. Bu zorunluluk, devletin
içinde bulunduğu sorunları, iç dinamikleri ile çözemeyeceğini anlaması dolayısıyla, Batı’ya
yönelindiği şeklinde açıklanır. Artık Osmanlı devlet adamları Batı’ya yönelip, Batı’nın
tutuğu yolların kendi ülkelerinde de hayata geçirilmesi gerekliliğine hükmetmişlerdir.
Öncelikle askerî alanda başlayacak olan Batı’yı örnek alma çabaları, bir yerde Batı’nın
yöntemi ile Batı’ya üstün gelme amacına hizmet edecekti (Hanioğlu, 1985: 9-11).
Osmanlı Devleti’nde Batı tesirinin hissedildiği dönem III. Ahmed dönemidir. Bu
dönemi iki kısma ayırarak incelemek daha doğru olacaktır. Birinci kısım 1703 ile 1718
yılları arasında geçen dönemdir. Bu dönemde yapılacak ıslâhâtlar iç dinamikler göz önüne
alınarak yapılmıştır. Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa, sınır güçlendirmesi, askerî, idarî,
malî ve sosyal alanlarda düzenlemelere yer vermiştir. Bu düzenlemelerin menbaı “kanun-ı
kadim” olmuştur. Daha sonra sadrazam olan Defterî Sarı Mehmed Paşa ise kaleme almış
olduğu Nesayühü’l-Vüzera ve’l-Ümera adlı eserinde ağır malî ve siyasî bir eleştiri getirmiş
ancak, çözüm ortaya koymamıştır (Karagöz, 1995: 177).
III. Ahmed’in saltanatının ilk yıllarındaki gelenekçi düşünce tarzında yenileşme ve
çağdaşlaşma kavramlarına rast gelinemez. Bu düşünceye göre geleneksel olmayan hiçbir
değişim, devlet düzenini iyiye götürmez, ancak bozulmaya götürür. Islâh, ancak eski düzene
dönmekle mümkündür. Bu gelenekçi tarzdan vazgeçme ve dış dünyaya takınılan tavırdaki
değişiklik ve bazı yeniliklere duyulan ihtiyaç 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça
Antlaşmalarından sonra akıllara gelecektir (Berkes, 2018: 39-40).
55
Osmanlı Devleti, Avrupa ve Batı’yı takip etmelerine rağmen III. Ahmed’in
saltanatının ikinci devresine kadar sıcak bakmamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi
de devrin padişahının açık görüşlüğüne destek olacak devlet adamlarının mevcüdiyetsizliği
olarak görülebilir. Zira, III. Ahmed’in 1718’e kadar olan saltanatı zarfında değişimi iç
dinamiklere dayanarak gerçekleştirme çabasında iken 1718’den sonra bu bakış açısının
değiştirmesinde damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’nın büyük etkisi olduğu gözlemlenir.
Osmanlı Devleti’nin Pasarofça Antlaşması’nın ardından uzun süren bir barış ve
huzur ortamına girmektedir. Bu barış ve huzur ortamının getirdiği ortam daha sonra Lale
Devri olarak adlandırılacaktır. Bu devir, her ne kadar çağdaşlaşmanın başlangıcı olarak
görülse de anlamsız bir zevk ü safa ya da lüzumsuz bir israf devri olduğu şeklinde bir görüş
hâkimdir (Karal, 1940: 19). Venedik Elçisi Giovanni Emo, 14 Ekim 1720’de İstanbul’dan
yolladığı bir raporda, III. Ahmed’in şehzadelerinin Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na
gelişleri sırasında halka para da dağıtıldığını söyler. Aynı raporda, III. Ahmed’in, damadı
İbrahim Paşa’nın evinde bir aydan fazla kaldığını, İbrahim Paşa’nın evi padişaha hediye edip
daha da görkemlisini yaptırdığını ifade eder. Venedik elçisi tanık olduğu israfı: “Hiçbir şey
‘Tatlısu’ sahilindeki bina inşaatları kadar padişahın dikkatini çekmekte başarılı olmadı”
şeklinde ifade eder.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, sefâretnâmesinde betimlemiş olduğu bina ve
bahçelerin çizimlerini de kendisiyle birlikte getirmiş, padişah ve sadrazama sunmuştur. Bu
planların arasında bir saray bahçesi olan Fontainebleau’nun çizimi, “Sadrazam İbrahim
Paşa’ya ve Sultan III. Ahmed’e seyir kulesi hususnda ilham olmuştu. Anadolu sahilindeki İt
kulesinin sağlam mermer blokları suyun kenarında duvar örmek için iyi bir kaynak oldu.
Diğer sütunlar başka yerden sağlandı. Bu bina için birkaç dakikada tasarlandı ve uygulandı
demek mümkündür” diyerek, Fransa’dan gelen çizimlerin uygulandığını belirtmiştir.
Fransa’dan getirilen bu çizimler ile Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin anlattığı
sarayların, bahçelerin ve hayvanat bahçesinin benzerleri Sadabat’ta inşa edilmiştir. Öyle ki:
“Sultan; çiçekler, bahçeler ve dizayn taklitleri karşısında duyguya kapıldı. Sadabat’a
binlerce ağaç dikilmişti. Sadabat’ın bulunduğu alanın bir kısmı, başta Damat İbrahim Paşa
olmak üzere vezirler arasında paylaştırılmıştır. Her vezir tarafından kendi payılarına düşen
yerde rengarenk süslenmiş etrafı ağaçlar ve asma bahçeleri ile donatılmış köşkler
yaptırılmıştır”. Bu duruma Venedik elçisi: “Eğer Mehmed Efendi, Fransa’dan (bahçe ve
saray çizimlerinden) başka bir şey getirmeseydi, Hristiyanlık âleminin üzülmesi için bir
neden kalmazdı!” (Shay, 2009: 27-29) şeklindeki ifadese ile elçinin Avrupa’dan kayda değer
56
bir şeyler getirmediği sonucuna varır. Bu noktada, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin
Fransa’dan getirmiş olduğu Batı tarzı esintiler yanında Osmanlı kültür dünyasının da karşı
tarafı etkilediğini berlitmek uygun olur. Zira bunun neticesinde Fransa’da alaturca bir
modanın yayıgınlaştığı da bilinmektedir (Eşel, 2022: 44).
III. Ahmed müsamahakâr ve devrine göre yeni fikirlere açık bir karaktere sahiptir
(Subaşı. 2018: 888). Osmanlı Devleti ile Batı arasındaki teknik ve bilgi alışverişlerin
başlaması ve padişahın bu ilişkiye izin vermesi, III. Ahmed’in ve Sadrazamı Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa’nın şahsiyeti ile ilgilidir (Karagöz, 1995: 179).
III. Ahmed döneminde Batı etkisinin başladığı düşüncesini ortaya koyan yazarı
belirsiz bir takrir bize bir Hristiyan (Avrupalı) ile bir Osmanlı devlet adamı arasında geçen
soru-cevapları içerir. Tartışmadaki Müslüman, Osmanlı rejiminin ve İslam şeriatının
üstünlüğünün üzerinde durur. Karşısındaki Hristiyan ise bunun tersini ileri sürmemekle
birlikte Batı dünyasında gelişen yeniliklerin alınması gerekliliği üzerinde durur. Müslüman
bunu tasdik etmez ise de tersini de iddia etmez. Sözü edilen yenilikler kültür ve ekonomi
alanında değil, yalnızca askerlik alanındadır. Böyle bir alan ile ilgili çağdaşlaşma sorununun
karşısına da baştan şeriat konusunun konması ilginç gelse de dönemin şartlarına uygundur
(Berkes, 2013: 45).
Lale Devri her ne kadar Batı ile Osmanlı’nın yakınlaşması anlamına gelse de halk
nazarında bunların bir değerinin olmadığı görülüyor. III. Ahmed Devri müverrihlerinden
olduğu düşünülen Abdi Efendi’nin kaleme aldığı Abdi Tarihinde bu dönemdeki israf ve
halkın ve devletin gözetilmediğini; “Vâkı‘a Sadr-ı ‘Âzam-ı Âsaf-perver İbrahim Paşa
hazretlerinin zevk ü safaya mail, rûz u şeb hay u huy ile safada … ve re‘âyâ fukarâsı zulm ü
cevrinden perişan olmuştu. ‘Âlem hayrette kalmıştı. Ehl-i mansıb olanların ekseri leyl ü
nehâr zevk u safâ ve çeng ü cegâne ile meclis âraste idi. Memâlîk-i Âli-i Osmân harab olmak
değil, cânib-i erba‘asına düşman neuzubillah zebteylemek sâdedinde olsa belki biz
zevkimizde olalım derlerdi” (Abdi Tarihi, 1999: 26) şeklinde ifade ederek Sadabat’ta, Fransa
elçisi Mehmed Efendi’nin getirdiği projeler ile Avrupaî tarzda inşa edilen bahçeler, köşkler
içindeki eğlenceden halkın pek de memun olmadığını belirtir.
28 Eylül 1730 Perşembe günü Patrona Halil’in çıkarmış olduğu isyanda 1 Ekim
1730’da Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa öldürülür. Lale Devri ile Sadabat’da
bulunan köşkler padişahın emri ile üç günde yıkılmıştır (Abdi Tarihi, 1999: 28-45). Patrona
Halil İsyanı, Avrupaî tarzda yapılan yeniliklere ve saray eşrafının zevk ü safasına karşı
57
yapılan ayaklanma, ilk kez Batı tarzında yenilik isteyenlerle muhafazakârların karşı karşıya
gelmesi oluyordu. Muhafazakârların, yenilik yanlılarına üstünlükleri kabul ediliyordu.
I. Mahmud orduyu ıslâh etmesi için aslen Fransız olan ve Avrupa’da büyük bir askerî
şöhrete sahip olan De Bonneval’i, İslamiyeti kabul etmesi şartıyla hükûmeti emrine almıştır.
Burada önemli olan husus De Bonneval’in Hristiyan kimliğini üzerinden çıkararak İslam
kimliğini üzerine giymesidir. Bu, Osmanlı Devleti’nin hâlâ Avrupa’dan gelecek bir
Hristiyan’ın orduda yenilik yapmasına hazır olmadığını göstermekte idi. Ancak bununla
birlikte adını, kıyafetini ve inancını değiştirmiş olmasına rağmen Humbaracı Ahmed Paşa
gibi Batılı zihniyetini değiştirmyenlere de rastlanmakta idi. Bu tür başına kavuk geçirmiş
bir Batılı aracılığı ile Osmanlı askerî sistemine gelen etkileşimler sürekli olmamıştır. Ancak,
De Bonneval’in ölümü sonrası III. Mustafa saltanatında bir Macar Beyzadesi olan Baron de
Tott, Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa)’ın kısmen uzaklaşılmış izinde yürümeye
çalışacaktır.
XVIII. yüzyılın ikinci yarısında tahta geçen III. Mustafa, açık fikirli bir kişilik olarak
belirir. Kendisi devletin içine düşmüş olduğu durumu anlamış ise de durumu iyiye doğru
çevireceğine inanmamıştır. Üst üste alınan askerî yenilgilerin sebebinin yeniçeriler olduğunu
tespit etmiş ancak, yeniçerilerin bozukluğunun giderilemeyeceği kanaatına varmış oğlu
şehzade Selim’e de durumu iletmiştir. Bu şekilde karamsar olmasına rağmen III. Mustafa
ordunun ıslahı için Batı’daki gelişmelere askerlik alanının açık tutulmasına rıza göstermiştir.
Sürat topçu ocakları, bahr-i hümâyun gibi Batı tarzı askerî yenilikler bu dönem için göze
çarpan müesseselerdir. Padişah, selefi gibi orduyu Batılaştırmak için ülkeye davet ettiği
Tott’tan din değiştirmesini arzu etmemiştir. Artık devlet bürokrasisi, Batı’ya yönelik algıda
bir yumuşama eğilimi göstermekte idi.
III. Mustafa askerlik alanında olduğu gibi tıp ve astronomi alanında da yüzünü
Batı’ya dönmüştür. Padişahın astronomiye olan özel ilgisi bu durmu desteklemekte idi.
Lakin 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlıların aleyhine neticelenince devlet adamları
Batı tarzı eğitim kurumları hususunda şevkleri kırılırken Tott de İstanbul’u terk etmesi
sonrası sürat topçu ocakları ilga edilmiştir (Karal, 1940: 21-23).
I. Abdülhamid’in sadrazamı Halil Hamid Paşa, Deniz Mühendishânesi’ne iki Fransız
mühendis getirterek kara ordusunun da ıslah edilmesi yolunda bir girişimde bulunmuştur.
Bu iki mühendis Aynalıkavak Kasrı’nda hem teorik hem de uygulamalı olarak Batı tarzlı
eğitime başlamıştır. Ancak, dersi veren mühendisler ülkelerine döndükleri zaman teorik
eğitime devam edilmişse de pratiğe yer verilmemiştir. Bu konu için Kethüdazade Mehmed
58
Arif Efendi’nin tespiti adeta günümüzü de tasvir eder şekilde şöyle olmuştur; “Frenkler hem
ilmini okurlar hem de ameliyatını icra ederler. Devletleri eshâb-ı tecrübeye yardım ederler.
‘Ameliyatı tecrübe-i alâtla olur. Alat para ile olur. Bizde ilim okunsa da ‘ameliyatın icrası
kalır. Oralarını kimse vazife edinmez. Bizde esbâb-ı menasıb parayı almaya alışıktır.
Vermeye alışık değildir. Böyle iyi şeyleri ibtidâ büyüklerimiz tutmalı alt taraf dahî ona
bakarlar. Frengistan böyle ilerledi” bu sözler Batılı teknikleri alsak da neden
ilerletemememizin nedenini ortaya koyar (İhsanoğlu, 2022: 61).
Rhoads Murphey, Osmanlı Devleti’nin askerî açıdan Batı tarzı ıslâhâtlarını gerçek
anlamda bir Batılılaşma olarak algılanamayacağına değinir. Ona göre 1773’te oluşturulan
Hendesehâne-i Hümayun gibi okullar gerçek anlamda Avrupa’dan ithal edilen kuruluşlar
değildir, bu okullar damgası Osmanlı olan melez kurumlardır. XVIII. yüzyıldaki yerli
kurumların Avrupalı kurumlarla açık bir şekilde yer değiştirdiğini iddia etmek doğru değildir
(Morphey, 1999: 116-117). Murphey’nin ortaya koyduğu görüş, Alan Palmer’in sahip
olduğu görüş ile paralel olup, XVIII. yüzyıldaki ıslâhât hareketleri Tanzimât ve Islâhât
yenilikleri gibi olmamış yüzeysel kalmıştır çevresinde yağunlaşmıştır (Palmer, 2014: 83).
2.4. BATI’NIN OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN TANINMASINDA
ELÇİLERİN KALEMİNDEN ÇIKANLARIN KIYMETİ
Osmanlı Devleti’nin. Ayrıca, sözü edilen ıslâhatlar genellikle payitaht
Batı’yı algılamasında buralara giden fevkalade ve daimî elçilerin büyük bir payı
vardır. Özellikle devletin gerileme dönemine girdiğini hissettiği zaman bu çöküntüyü
durdurabilmek adına Avrupa’da yaşanan özellikle askerî yenilik ve çalışmaları yakından
inceleme isteği hisseder.
Osmanlı Devleti tarafından gönderilen elçilerin algı sürecini alışkanlık, motivasyon,
öğrenme gibi etkenler olayları veya durumları onların algılama biçimini en çok etkileyen
faktörler olmuştur. Bu etkenlerin içerisinde yer alan alışkanlıklar, yavaş yavaş ve bazen
bilinçsizcedir. Motivasyon ise bireyin geçen deneyimleri göz önüne alındığında
ihtiyaçlarının tatmini ile ilgili olduğunu düşünülür ve kişinin çeşitli uyarılara karşı
duyarlılığını artırır. Öğrenme, kişinin bir durumu algılama sürecini etkiler ve bu konuda
önemli bir rol oynar. Ancak tanıdık sembolik içeriğin, sürece sızdığı karmaşık algı biçimleri
açısından öğrenmenin rolünün daha belirgin olduğu kabul edilmelidir (Otara, 2011: 22-23).
Yukarıda söz konusu edilen teorik bilgi doğrultusunda; bir ülkeye gönderilen iki elçinin
59
sefâretnâmelerinde faklı üslup ve olaylara odaklanabildikleri, burada onların algılarına etki
eden unsurların farklılıklarının belirleyici olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti de Tanzimat öncesi devrede Batı medeniyetini tanımak için
harekete geçmiş, bu medeniyetin güçlü müesseselerini görerek hazır sonuçları alma yoluna
gitmiştir. Takiyettin Mengüşoğlu, bu durumu adeta şu şekilde tasvir eder: “Batı kültür
çevresinin içinde bulunmayan ve bu kültür çevresinin içine bir türlü giremeyen birçok Doğu
ülkesi, bilim, felsefe, sanat ve teknik alanda yaratıcı olmaktan çok alıcı bir durumda kalırlar.
Bu durum yani sadece hazır sonuçları alma, ancak onların dış görünüşleri ile ilgili olan hayat
tarzlarını değiştirebiliyor. Ancak bu sonuçlar onların hayat tarzlarının içeriğini, çekirdeğini
etkilemiyor. Aynı kültür çevresi içinde bulunan ulusların kültür alışverilerinde, onların
birbirlerine karşılıklı etkilerinde sanki fiziksel bir ilke geçerlidir: güçlü olan kültür, daha
zayıf olan kültürleri etkiliyor, onlara form kazandırıyor, damgasını basıyor.” (Mengüşoğlu,
2021: 218).
Osmanlı Devleti, gerileme döneminde dahi olsa Avrupa’ya karşı ilgisizlik devlet
adamlarının genel temayülü olmuş, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin öncesine kıyasla
tanık olduklarının yazıya geçirilmesi tarzında görevlendirilmesi dikkat çekmiş, dolayısıyla
bu husus esas alınarak 1720 Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin öncesi ve sonrası olmak
üzere incelenmesi uygun görülmüştür.
2.4.1. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Öncesi Elçi Metinleri
Elçilik, Osmanlı devlet teşkilatında dış ülkeler ile irtabatı sağlayan mühim bir
müessese idi. Sefâretnâmeler, sefirlerin gözlemleri ve görevleri sırasında edindikleri izlenim
ve bilgilerini algıları ölçüsünde yansıttıkları diplomasi ile ilgili bir kaynak niteliğindedir.
Elçiler, bulundukları ülkelerin bürokratik işleyişi, halklarının örf-âdeti, geleneklerini ve
göreneklerini aracısız aktarmışlardır. Sefâretnâmeler, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da tanık
olunan bilim ve teknik alandaki gelişmelere ilişkin mevcut bakış açısını da ortaya koyar.
Sefâretnâmelerin giriş cümleleri kaleme alan elçiler tarafından vazifesine yönelik amaçları
belirterek başlar29. Sonrası bulundukları ülkelerde görüp-tanık oldukları yenilikleri genel
olarak şifahî olarak hükümdara ve bürokrasiye takdim ederler (Tuncer, 1997: 47-48).
29 “Devlet-i Âliye-i ebed-peyvend cânibinden” (Sefâretnâme-i Mehmed Efendi, 1283: 1); “cülûs-ı hümâyun
meymenet-i ünvân Cenab-ı Saltanat Mustafa Hân-ı Sâlis tebşir-i sefâretle…” (Sefâretnâme-i Ahmed Resmî,
1303: 3); “takrir-i kemterin bendegân-ı divan-ı samii Ahmed İzzet oldur ki, Devlet-i Âliyye-i abdi’l-karâr
ile…”(Sefâretnâme-i Ahmed Azmî, 1303: 3).
60
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’den evvel elçilik görevi ifâ edenlerin kaleme
aldığı metinlerin az da olsa görülmesi, sahip olunan Batı’ya ilişkin algı ve anlayışın sağlıklı
anlaşılmasında faydalı olacaktır. Sefâretnâme olarak nitelendirilebilecek ve bir yenisi ortaya
çıkmadıkça ilk olduğu ileri sürülen vesika, II. Bayezid Dönemi’nde Macar kralı nezdine
Budin’e görevlendirilen Nisan 1495 tarihli Hacı Zağanos’un raporudur (Beydilli, 2007b:
12). Osmanlı Devleti’ndeki sefâretnâme türünün son örneği ise İran’da 1872-77 yılları
arasında elçilik yapan Mehmed Tahir Münif Paşa’nın Risale adlı eseridir (Korkut, 2018:
221).
Viyana’ya gönderilen Kara Mehmed Paşa’nın elçiliği ve daha sonra
görevlendirilecek olan Müteferrika Süleyman Ağa’nın elçilikleri tetkik edildiklerinde
hasmane tavrın yansımaları görülür. Kara Mehmed Paşa, Vasvar Antlaşması’nın bir gereği
olarak Avusturya’ya elçi olarak görevlendirilendirilir (Göçek, 2024: 136). Viyana’ya
gönderilen elçinin bu önemli görevin üstesinden gelecek, güvebilir bir bürokrat olmasına
özellikle dikkat edilmiştir. Kara Mehmed Paşa, elçilik vazifesi için özellikle seçilmiştir30
(Karaçay Türkal, 2012: 400). Elçi’nin bulunduğu ülkede sergilediği hal ve tavrının, Sultan
IV. Mehmed’in kendisine vermiş olduğu nasihatinden ileri geldiğini düşünebilir. Sultan,
huzuruna çıkan elçiye; “…hıdmetine bir hoşça mukayyed ol arz-ı Saltanatımıza halel
getirecek şeylerden hazer eyle” şeklinde bir nasihatte bulunur. Bu nasihatin de getirmiş
olduğu görev bilinci ile Kara Mehmed Paşa, elçiliği esnasında Avusturyalılara karşı çok sert
bir üslup kullanmaktan çekinmemiştir. Evliya Çelebi’nin seyâhatnâmesinde kaydettiği ve
sefâretnâmede bulunmayan ifadeler bunu kanıtlar niteliktedir.
Bu sert ifadeler adı geçen seyâhatnâmede şu şekilde ifade edilmiştir: “Kefereler:
Sultanımın ağırlığı ileri gitsin demekten murat odur ki sultanımın konağı kalenin dışındadır.
Sultanım siz saadetle alayınızla kale kalabalığından geçersiniz. Onun için ağırlık önce gitsin
dedik”. Paşa, “İmdi arabalar ve develer taşradan gitsin, katırlar benimle gelsin dediler”.
Komiser. “Sultanım, Çesar hazretleri azametiyle buyurdular ki” deyince hemen Paşa,
“Vallahi melun ve dinsiz, bir daha senin ağzından “Çasar azametiyle buyurdu” lafzını
işitmeyim, yoksa seni hançer kabzasıyla tepelerim. Azamet, bir Allah’a mahsustur. Bizim
Mekke ve Medine padişahı bile azametimle diyemez de sen ikide bir de azametiyle dersin”
deyince kâfirin konuşmaya dermanı kalmayıp hayretler içinde donup kalınca Meykel
30 “Bunun keyfiyyeti bu ki, evvelâ bundan akdem serdâr-ı a‘zam rikâb-ı hümâyûna telhîs gönderüp, Devlet-i
Aliyye ahvâlinden vukûf-ı tâmmı olan bir âdemi bulup, Rûmili pâyesiyle ilçi ta‘yîn idüp, mu‘tâd üzre akd-i
mesâlihe içün nâme-i-i hümâyûn ve devlete lâyık bir mi…dâr hediyye ile irsâl ve Usturgon'da Nemçe ilçisiyle
mübâdele olundukdan sonra Beç'de Nemçe çasarına varup teslîm eylemesin arz itmişidi. Bu umûrı mühimmin
uhdesinden gelür, bir mu‘temed âdem tecessüs olundı.” (Karaçay Türkal, 2012: 400).
61
tercüman: “Sultanım, Çasarın siz bol bol selamları odur ki, ‘Alalarıyla kalemize girerken
sancakları, bayrakları ve alemlerini açmasınlar, sancak sırıklarını kaldırmasınlar ve
omuzlarında götürmesinler, zira kale kapısı alçaktır. Ve mehterhânesini çalmasınlar ve
benim mehterhânem paşanın önü sıra çalsın. Ve bizim sultanzâdeler ve vezirzâdeler paşanın
önü sıra gitsinler ve paşanın ardı sıra benim iç oğlanlarım yürüsünler. Ve tüm atlılarım,
goroflar, kaptanlar, irşekler ve beylerim paşanın önü sıra gitsin” diye çasar buyurdular”
deyince o an paşa bir ateş parçası olup. “Bak a kâfirler, beni bu şehirde bir hafta oturtmasının
aslı, fer’i ve neticesi buna mı çıktı? Bu sizin ettiğiniz anlamsız teklifler bize saygıdan mıdır,
yoksa hakaret etmek için midir?”…“İmdi sizin kanununuz böyle ise o dinsiz kâfirin
kanunsuz geçersiz töreleridir, ama biz İslam padişahının vezirleriyiz…” (Evliya Çelebi,
2011: 206-206) şeklindeki ifadeleri Osmanlı bürokrasisinin II. Viyana Savaşı öncesinde
Batı’ya bakış açısının açık bir göstergesidir.
Kara Mehmed Paşa’nın bulunduğu yere ilişkin ne düşündüğünü tam olarak bilmek
zordur. O, sefâretnâmesinde Viyana’dan ve Viyanalılardan detaylıca bahsetmemiştir.
Anlaşılan, içinde bulunduğu yabancı çevreye karşı özel bir ilgi hissetmemiştir. Fakat bunu
yalnız o yeni çevreye karşı bir ilgisizlik olarak görmek de yanlış olacaktır; nitekim
sefâretnâme, genel olarak elçilik alayının gidişi ve dönüşü özetidir. Kara Mehmed Paşa’nın
asıl ilgisi, askerî nosyonu dolayısıyla Viyana’yı çevreleyen kale duvarlarının fizikî yapısı ve
şehre gelen yolları üzerine olmuştur. Onun, kendi ülkesiyle Batılı ülkelerin ilişkileri
temelinde bütünsel olarak bakış biçimi şu şekildedir; dostluk önemlidir. Ülkesinin üstünlüğü
sembolik olarak devam etmelidir (Aktan, 2019: 157-164).
Evliya Çelebi ile Kara Mehmed Paşa Viyana’da birlikte bulunmuşlardı. Burada
dikkati çeken husus, araştırmada isifade edilen Evliya Çelebi’nin Seyâhatnâmesinde dile
getirilenlerin Kara Mehmed Paşa’nın sefâretnâmesinde yer almamasıdır. Muhtemeldir ki
Paşa edinmiş olduğu izlenimleri sözlü olarak aktarmıştır. Dolayısıyla, onun anlatımının
yazılı olmaması münasebetiyle bu hususua ilişkin yeni bilgilere ulaşana kadar, Evliyâ
Çelebi’nin gözlemleri Paşa’yı tanımak için tek kaynak gibi görünmektedir.
Avrupa’ya (Fransa) gönderilen bir başka fevkalade elçi de Müteferrika Süleyman
Ağa’dır. Elçi, 1669 yılının haziran ayında IV. Mehmed’in, XVI. Louis’e göndermiş olduğu
nâme-i hümâyûn’u teslim etmek için görevlendirilmiştir. Bu namede gönderilen elçi: “Size
sırdaşlarımızdan birisini gönderiyoruz, Müteferrika Süleyman Ağa şanlı ve şerefli
şahsiyetlerin örneğidir.” şeklinde övgü dolu sözler ile bahsedilmiş ve devleti temsil edeceği
belirtilmiştir (McCluskey, 2016: 337).
62
Elçinin gönderildiği dönemde Fransız-Prusya çekişmesi olduğundan, Fransa ne
pahasına olursa olsun Osmanlı’nın dostluğunu elde etmek için çalışmakta idi. Paris’e gelen
elçi, XVI. Louis tarafından muazzam bir karşılama töreni gerçekleştirilir ve bunun için de
çok pahalı, gösterişli ve şaaşaalı elbiseler diktirilir31. Lâkin Müteferrika Süleyman Ağa
Fransızların bu ihtişamlı ve şaşalı karşılama töreni için sade bir kıyafet seçmiştir. O, kendisi
için düzenlenen bu törene aldırış etmez. Krala sunması gereken nâme-i hümâyûnu hiç
eğilmeden sadece baş selamı ile Kral’a iletir. Kral, bu hareketlerden hoşlanmaz ve elçiyi zor
durumda bırakmak için geri dönüşü esnasında yemek tedarikini kesmeye çalışır (Torus,
1968: 25-27). Elçi, Paris’te kaldığı süre zarfında Fransa’da ortaya çıkan bilimsel ilerlemelere
ilgisiz kalmıştır (Altınay, 2011: 7). Osmanlı Devleti’nin hâlâ güçlü olduğu bu devirlerde
elçilerin görevlerini yapıp, bir an evvel ülkelerine dönme eğiliminde oldukları
anlaşılmaktadır.
Müteferrika Süleyman Ağa, padişahı temsili o kadar abartmıştır ki Moliere bu
abartıyı esprili bir dil içinde aşağılayarak anlatan Kibarlık Budalası adlı bir piyes
yazdırılmıştır. Bu oyunda klişe ve parodinin yazarı tarafından Türk kültürü çarpıtılmış ve
Fransız kültürünün iradesine boyun eğdirilmiştir. Oyunda Türkçe kurgusal bir dille taklit
edilmiş ve İslam ve Kur’an ile alay edilmiştir (Dyk, 2017: 15-16; Behdad, 1992: 40-41).
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’den hemen önce Pasarofça Antlaşması gereğince
Avusturya’ya elçi olarak gönderilen İbrahim Ağa, Rumeli Beylerbeyi Payesi ile Paşa
rütbesini almıştır. İbrahim Paşa, zeki ve bilgili bir kişidir. Pasarofça Antlaşması’nı
imzalamak için giden heyette Şıkk-ı Sanî Defterdarı olarak görevlendirilmiştir. Tabi ki
buradaki önemli husus şudur ki, Pasarofça Antlaşması’nı imzalamakla görevlendirilen
İbrahim Paşa ve Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin daha sonra Viyana ve Paris’e elçi
olarak gönderilmesi idi. Her iki elçi de diplomatik tecrübeye sahip olarak davranışlarında
ölçülü kaleme aldıkları sefâretnâmelerinde ise üslupları ılımlı idi (Tuncer, 1997: 48-49).
İbrahim Paşa, III. Ahmed’in nâme-i hümâyununu Avusturya imparatoruna vermekle
vazifelendirilmiş ve yapılan antlaşma gereğince Avusturya elçisi de İstanbul’a tayin
edilmiştir. İbrahim Paşa’nın sefâretnâmesi tetkik edildiğinde metnin kendisi tarafından değil
de mahiyetinden biri tarafından yazıldığı fikri ön plana çıkmaktadır. Bu kanaatın gerekçesi
de sefâretnâmenin sonunda yer alan: “Tahriren fi 24 Câ sene 1138 (28 Ocak 1726)” tarihinin
verilmesidir. Zira İbrahim Paşa’nın vefat tarihi 1721’dir.
31 XVI. Louis’in Süleyman Ağa’yı karşılamak için hazırlattığı kıyafet için 14 milyon frank harcanmıştır. Kralın
elbisesi çok değerli taşlarla süslenmiş olup görenlerin “gözlerini alacak” kadar şaşalıdır. Sadece Kral değil,
prnes ve prenseslere de bu karşılama için pahalı kıyafetler diktirilmiştir (Torus, 1968: 25-27).
63
İbrahim Paşa’nın Viyana elçiliğini anlatan metinde İstanbul’dan yola çıkılıp,
Belgrad’a kadar nasıl gelindiği ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Ayrıca, iki ülke arasında
gerçekleştirilen elçi değişim töreninin de ayrıntıları verilmiştir32. İbrahim Paşa, Belgrad’dan
Viyana’ya gider padişahın mektubunu Kral’a iletir ve orada birtakım görüşmeler yapar. Bu
esnada imparatorun annesinin vefatına şahit olur ve cenazesinin tahdidlenmesi olayını
aktarır. Viyana’da gördüğü ilgisini çeken yerleri, âdet ve gelenekleri yazar. Lakin yazar
herhangi bir karşılaştırma yapmaz. Viyana’daki ordu, silah, yönetim vs. gibi hususlardan
bahsetmez sadece Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında yaşanmış bazı olaylara değinir
(Ahmed Refik, 1334: 216-227).
İbrahim Paşa’nın sefaretinin, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin elçiliğinden bir
sene evvel olmasına karşın, “neden Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesi daha ön plana
çıkmıştır?” Bu sorunun cevabı, sefâretnâmesinin İbrahim Paşa’nın ölümünden beş sene
sonra ilk olarak kaleme alınıp, kendi ağzından ve yazılmamış olmasıdır. Bu sfâretnâmeyi
yazanın Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinin tesiriyle aynı şekil ve üslupla kaleme almış
olması ihtimal dâhilindedir. Ayrıca, Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesi, yol ve
güzergâh hariç oldukça ayrıntılıdır. İbrahim Paşa’nın “Viyana Sefâretnâmesi”, Avusturya’ya
ayrıntılı yer vermemektedir. Nihayetinde aynı dönemde ayrı iki farklı Avrupa ülkesine giden
elçilerin metinleri Mehmed Efendi’nin lehine kamuoyunda görmüş olduğu ilgi farklı
olmuştur.
2.4.2. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Sonrası Elçi Metinleri
Yukarıda da ifade edildiği gibi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’den önce de
fevkalade elçi olarak Avrupa’ya giden elçilerin bulunduğu bilinmektedir. Bu elçiler menşeli
Avrupa’ya ilişkin müspet veya menfî herhangi bir bilgiye tesadüf edilmemesi, onların tâbi
oldukları devletlerinin, gücünü hâlâ muhafaza ettiği inancı ve görevlendirildikleri ülkeleri
kâfir memleketi şeklinde nitelendirmeleri ile izah edilmelidir.
Osmanlı Devleti’nin Batı’yı tanımasında önemli ilk sefâretnâmenin 1720-1721
tarihleri arasında Fransa’da bulunan Fevkalade Elçi Çelebi Mehmed Efendi’nin
Sefâretnâmesi olduğu genel bir kanıdır. Bu sefâretnâme ile Batı’ya karşı mevcut olan
Osmanlı demir perdesindeki ilk ve en önemli gediği açmıştır (Yalçınkaya, 2002: 485).
32 “… Recep ayının yirmi yedinci perşembe günü (15 Haziran 1719) idi hava güneşli ve çok güzeldi… fakat
hava birdenbire bozuldu… Dördü bir arada bir dörtgen oturdular fakat yağmur da bardaktan boşanırcasına
yağmaya başladı...”, “... kendi elçilerinin elini eline alıp bu dahi Nemçe Kîzrinin, yani lâ-teşbih Nemçe
lisanında Padişah demektir” (Ahmed Refik 1334: 216).
64
Sadrazam Damat İbrahim Paşa, Mehmed Efendi’ye; “Hidemât-ı siyasîyesi haricinde
Fransa’nın vesait-i umran ve maarifine dahi lâyıkıyle kesbi ıttıla ederek kabili tatbik
olanlarını” (Gerçek, 1939: 44) bir rapor halinde sunması emrini verir. Ayrıca, elçiye Avrupa
siyasetine vakıf olunması ve dostluk kurma arzusu da beyan edilmiştir33 (Uzunçarşılı,1983d:
203-205).
Mehmed Efendi’nin Paris’teki merakı sadece çiçekler ve bahçelerle sınırlı kalmamış,
Sait-Denis Manastırı’nı, gözlemevini, tıp ve cerrahî okullarını ziyaret etmiş, 8 Temmuz’da
Sorbonne’da hazır bulunmuş, doktorlar ve fakülte mezunu öğrencilerini karşılamıştır.
Çelebi Mehmed Efendi’nin 1720-1721’deki kısa Paris elçiliği için hazırlanan
güzergâh önemli idi. Bu uzun ziyaretler ayna atölyelerinden Opera’ya, Saint-Cloud,
Meudon, Versailles, Marly ve Chantilly saray ve bahçelerinden çağdaş ve modern
Avrupa’nın yeni bilim kurumlarına, botanik bahçelerinden Paris Rasathânesi’ne kadar pek
çok önemli yeri kapsamaktaydı. Elçi, kendi kültürü ile tanık olduğu bu kültürü, kendi içinde
kıyaslamış, sefâretnâmesinde Paris’in bahsi geçen dönemde Avrupa’nın en güçlü bilim
merkezlerinden biri olduğu kanaatını ifade etmekteydi (Kılıç, 2003: 77).
Mehmed Efendi’nin hem bilimsel hem de bürokratik müktesebatı onun
sefâretnâmesine etki etmiştir. Kendisi Pasarofça Antlaşması’nı görüşmek üzere Şıkk-ı Sanî
Defterdarı İbrahim Efendi ile ikinci müzakereci vazifesiyle görevlendirilmiştir (Tarih-i
Raşid ve Zeyli, 2013: 1086-1087). Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesi adlı
eserinden başka bir eserinin daha olması, Avrupa’da gördüğü, tetkik ettiği ve ilgi duyduduğu
konulara dair bir ipucu verir. Elçi, Şehrezûri’nin eş-Şeceretü’l-İlâhiye fî Ulûmmi’l-
Hakaiki’r-Rabbaniye isimli eserin Tabîiyyât yani fizik bölümünü çevirmiştir34. Elçi’nin bu
çevirisini 1706 -1716 yılları arasında yapmış olduğu tahmin edilmektedir. Tabiat felsefesinin
incelendiği bu bölümde yeryüzü ve gökyüzü olayları ele alınmıştır (Karlığa, 1991: 310-314).
Görüleceği üzere Çelebi Mehmed Efendi, elçilik görevi öncesi yaptığı çeviri
elçilikteki algısını etkileyecek bilimsel alt yapı açısından zengin bir bilgiye malik olduğunu
33 Damat İbrahim Paşa’nın Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’ye şifahî bir talimatta Fransa’daki
eğitim/öğretim hakkında araştırma yapması isteği olduğunu iddia edilir (Yıldız, 2019: 81-82). Ömer Gezer’in
2024 yılında Çelebi Mehmed ile ilgili yayınlamış olduğu makalesinde, Çelebi Mehmed Efendi’nin ve
sefâretnâmesini bir Batılılaşma aracı olarak görmez. Ona göre: “İstihbarat edinememek. Vezîriâzam İbrahim
Paşa’nın Habsburg aleyhtarı dış politika oluşturmaya çalışması, yalnızca Avrupa ahvâlinden güvenilir ve
zamanında haber almakla mümkündü. Çelebi Mehmed Efendi bu sebeple Paris’e gönderilmişti” (Gezer: 2024:
176).
34 Bekir Karlığa makalesinde Çelebi Mehmed Efendi’nin çevirmiş olduğu bu kitapta adının Süleyman Ağazade
Mehmed Efendi şeklinde yazıldığını ifade eder.
65
göstermektedir. Elçi, Paris’te incelemelerde bulunurken özellikle teknik konularla ilgilenmiş
ve gökbilimi ile ilgili gözlem evini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
Avusturya Elçisi Tavukbaşı Damadı Mustafa Efendi tarafından 1730’da kaleme
alınmış olan “Istılah-ı Nemçe Sefâretnâmesi” (Ödemiş, 2013: 20), I. Mustafa’nın, cülusunu
tebliğ için Viyana’ya gidişini ve gelişini içerir. Mustafa Efendi’nin, sefâretnâmede yolculuk
sırasında gördüklerinden ziyade Avrupa tarihi denilebilecek bilgilere yer vermesi, devlet
ricalinin Avrupa tarihine yönelik ilginin artmasında etkili olmuştur.
Mustafa Efendi’nin sefâretnâmesinde, Avusturya devletinin kuruluşunu, teşkilat ve
kudretini tanıtmayı, veraset savaşı sürecini ve Avrupa meselelerini anlatmayı amaçladığı
görülür. Kutsal-Roma Cermen İmparatorluğu ve Habsburg Hânedanı hakkında ayrıntılı
bilgiler de veren elçi, Avusturya’da imparatorun kimler tarafından ve ne şekilde seçildiği,
nasıl ve nerelerde taç giydiği, imparatorluğun siyasî yapısı, devletin malî ve askerî gücü,
asalet dereceleri ve asillerin imtiyazları üzerinde de durur. Mustafa Efendi, bir yandan
Leiden Üniversitesinden bahsederken diğer yandan milyon ve minister sözcükleri hakkında
da açıklamalarda bulunur. Bu sözcükler aynı zamanda ekonomik, siyasî ve idarî gelişmelerin
izlendiğine işaret kabul edilebilir. Bu yönüyle sefâretnâme Batı’dan ileri düzeyde
devlet/kamu yönetimi bilgisi aktaran ilk sefâretnâme olarak değerlendirilir (Unat, 1992: 65-
67; Anaver 2016: 241).
1757’de Avusturya’ya ve 1763’te Prusya’ya elçi olarak vazifelendirilen Ahmed
Resmî Efendi, sefâretnâmelerinde Avrupa’yı tanıtır. Avrupa’daki akarsu sistemlerini ve
ticaretin canlılığından, güzergâh üzerinde gördüğü şehir ve kasabaların güzelliğinden ve
zenginliğinden, gelenek ve göreneklerinden bahseder. Ahmed Resmî Efendi, tanık
olduklarına hayrete düşüp infiale kapılan biri gibi değil, biraz kinaye ve hicivle bakar. Bu
durum, onun algısında belirleyici olur (Aksan 1997: 145-146).
Ahmed Azmî Efendi’nin 1790-1791’ de kaleme aldığı Prusya Sefâretnâmesi
Osmanlı siyaset kültürü bakımında önemlidir. Sefâretnâmenin ilk bölümü sefâretnâme
şablonlarında olduğu gibi Berlin’e yapılan seyahat esnasında vuku bulan olaylar, yolu
üzerindeki kasaba ve şehirler, Prusya kralı ve başvekili tarafından kabul törenlerin anlatımı
yer alır. Sefâretnâmeye eklenen tezyîl bölümü ise Osmanlı siyaset literatüründe yeni bir
yaklaşımı ortaya koyar. Burada, daha önce Osmanlı sefâretnâme müelliflerinin ilgi alanında
olmayan Avrupa devletlerinin malî ve askerî durumu, genel olarak ülkenin sosyo-ekonomik
ve sosyo-politik vaziyeti gibi meseleler mevcuttur (Yeşil, 2020: 42).
66
2.4.3. Daimî Elçilerin Kaleminden Çıkanlar
Osmanlı Devleti’nde III. Selim devrinde daimî elçiliklerin açılması ile Batı’ya
yönelik algıda bir değişiklik görülür. Bu değişiklik de müsbet ya da menfî olarak elçilere
göre farklılık arz eder. III. Selim Döneminde Avrupa’ya gönderilen elçilerden biri Avusturya
sefiri Ebubekir Ratib Efendi’dir. Avusturya ile 1791’de imzalanan Ziştovi Antlaşması’nın
13. maddesi gereğince Osmanlı ve Avusturya devletleri arasındaki dostluk ilişkilerinin
kurulması için karşılıklı elçi gönderilmesi kararı verilmişti (Uçman, 2012: XXII). III. Selim,
Ratib Efendi’yi Başmuhasebecilik payesi ile (Bilim, 1990: 263) Avusturya elçiliğine orta
elçi sıfatı ile tayin etmiştir. Uzunçarşılı’ya göre bu tayin: “Ratib Efendi’nin elçiliğe
gönderilmek suretiyle onu aleyhdarlarının elinden kurtarmak” içindir. Atanan elçi prosedür
gereği nâme-i hümâyunu ve elçilik hediyelerini almak üzere İstanbul’a gelmesi gerekirken
III. Selim, aleyhinde bir olay çıkmasından çekindiği için sefaret emanetlerini orduya
göndererek, Ebubekir Ratib Efendi’nin İstanbul’a gelmesini istememiştir (Uzunçarşılı,
1975: 55).
Ratib Efendi, Farsça ve Arapça’ya vakıf, ozan ruhlu, bilgili ve yaratıcı bir kişiliğe
sahipti. Yukarı da ifade edildiği üzere İstanbul’da rakip ve düşmanları çoktu. O, III. Selim’in
ıslâhâtçı karakterine uygun bir elçi tipini ortaya koyar. Ebubekir Ratib Efendi, kendisinden
önceki elçiler gibi usûl ve protokol meselelerini öncelememiş, daha çok gittiği yerlerdeki
değişik kurumların örgütlenmeleri ve bu örgütlerin yapısal sorunları ile ilgilenmiştir.
Özellikle Avusturya’nın askerî akademisini ziyaret eder ve sefâretnâmesinde bu hususta
önemli bilgiler verir. Askerî akademinin yanı sıra mühendislik akademisi ve şarkiyat
akademisini de tetkik eder ve Avusturya eğitim sistemi hakkında da bilgiler verir. Viyana
Diplomasi Akademisi’ni de ziyaret eden Ratib Efendi, bu kurumdan çok etkilenir ve bu
kurum hakkında bir şiir yazar35. Bu akademide ayrıca, ileride Osmanlı tarihi araştırmaları ile
adını duyuracak olan Josef Hammer ile tanışır ve Hammer kendisine; “sen ileride büyük
adam olacaksın” şeklinde bir hitapta bulunur. Ratib Efendi ayrıca, Avusturya’nın ekonomi
politikasını da yakından izler ve III. Selim’e bu konuda birtakım raporlar sunar (Tuncer
1997: 105-106).
35 “Bu şiirde, Ebubekir Ratib Efendi Padişah III. Selim Han’ın elçisi olarak, 1206 (1792 M.) yıllarında
Viyana’ya atandığını; bu İmparatorluk başkentinde saraylar, bilim yuvaları ve daha yüzlerce harika şeyi büyük
bir hayranlıkla göründüğünü; Akademi’nin kendisini onur konuğu olarak davet ettiğini ve burada kendisine
kendi dilinden hitap edildiğini; Akademi’de gençliğin kısa zamanda ve özlü bir biçimde Arapça, Farsça ve
Türkçe dillerini öğrendiğini; kendisinin bizzat bu gençleri sınadığını öğrenciler tarafından büyük bir anlayış ve
dostlukla karşılandığını; Akademi’nin kitapları, yazıları yasaları ve para koleksiyonu ile korosunu büyük bir
hayranlıkla izlediğini anlatmakta ve bu bilim yuvasının gelecekte de aynen süresini dilemektedir.” (Tuncer
1997: 106).
67
Fransa’ya daimî elçi olarak 1797’de görevlendirilen Moralı es-Seyyid Ali Efendi,
Reisülküttap Efendi’nin şahsî husumetine rağmen Paris sefâretine tayin edilir (Ahmed Refik,
1331: 1122). Ali Efendi, elçilik için Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyun ve Muhâsebe-i Evvelliğe
terfi ettirilir. İstanbul’dan hareketle İtalya kıyılarını takip ederek Messe şehrini de görerek
Marsilya’ya gelir. Marsilya’dan Paris’e kadar halk tarafından ilgi ile karşılanır. Bu ilginin
sebebi, Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya karşı yapılan ittifaka katılmamış olması idi. Ancak
Ali Efendi’nin maruz kaldığı talihsizlik Fransa’nın, Mısır’a çıkartma yapıp işgal etmesi idi.
III. Selim, Fransa’nın bu harekâtından önce elçisinden bilgi talep etmişti. Ali Efendi
Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrandd’dan Fransızların Mısır’a bir harekât düzenleyecekleri
ve bu durumun doğruluğu hakkında bilgi istemişse de kendisine denilenler; Fransızların
Osmanlı topraklarında gözü olmadığı ve ortada dolaşan söylentilerin dikkate almaması
gerektiği yönünde olmuştu (Turan, 2018: 299). O, İstanbul’a yolladığı raporda Fransız
seferinin Mısır’a değil de Malta’ya olacağını bildirmişti. Halbû ki sefer Mısır’a idi. Burada
görülüyor ki elçinin diplomatik yetkinlikten uzak gerçeğe aykırı sözlere inandığı görülmekte
idi. Zira ne Ali Efendi ne de diğer elçiler henüz Avrupa diplomasisindeki haris emelleri
anlayacak diplomatik olgunlukta değillerdi (Karal, 1940: 5-8). Üç yıl olarak planlanan
sefâreti Osmanlı Devleti ile Fransa mücadelesi ve Mısır’ın Fransa tarafından işgali
dolayısıyla zorunlu ikamet elçiliğine dönecektir.
III. Selim Döneminde daimî elçi olarak 1802’de Muhâsebe-i Evvel payesi ile Paris’e
gönderilen bir başka isim ise Mehmed Said Hâlet Efendi’dir (BOA. C.HR. 20-973). Hâlet
Efendi’nin Paris elçiliğindeki asıl görevi Osmanlı ve Fransa devletleri arasında 26 Haziran
1802’de yapılan Paris Antlaşması’nı tebrik etmek ve ilişkilerin düzeldiğini göstermekti.
Onun elçiliği tamamen iyi niyet ve dostluk tesisi idi. (Gürgen, 2018: 54-55). Ancak, Halet
Efendi aksi bir tavır ile karşılaşır, merasimsiz ve karşılama olmaksızın Paris’e girer ve bu
duruma oldukça sinirlenir (Karal, 1940:12).
Hâlet Efendi’nin Paris’te en çok şikâyet ettiği durum parasızlık olmuştur (Karal,
1940: 18-22). O, Avrupa ve Batı’dan ve onunla ilişkili her şeyden nefret eder. Hatta Paris
elçiliği sırasında bu nefreti daha da büyür ve Batı taraftarlarının karşısında yer alarak
muhafazakârların başını çeker36. Paris’ten İstanbul’a göndermiş olduğu mektuplarda,
herkesin övgüyle söz ettiği halde, o övgüyle söz edilen bu Batı’ya rastlayamadığını ve bu
36 III. Selim’in saltanatı içerisinde yeni seçkinler ve küskünler arasında bir gerilimin olduğu bilinmektedir. O
devirde reform yanlıları Naksibendî-Müceddidî tarikatı ile ilişiklidir. Bu tariketin o dönemde yadsınamaz bir
gücü vardır. Lakin bu tarikatten olmasına rağmen Halet Efnedi’nin reform karşıtı tarafta yer alması onun
Avrupa’ya karşı olan menfî yaklaşımının bir nedeni olarak görülebilir (Yıldız, 2023:263).
68
kâfir diyarından bir an evvel kurtulmak istediğini belirtir. Ayrıca, Fransa’yı görüp
beğenenleri Frenk taraftarı ve Frenk ajanı, Avrupa’yı görmeden iyi ve güzel bulanları da
Frenklerin yazdıklarına inanan ahmaklar olarak niteler (Özcan, 1997: 250).
Moralı es-Seyyid Ali Efendi ile Mehmed Sait Hâlet Efendi’nin elçilikleri arasında
Mart 1802 tarihinde Fransa’ya gönderilen bir fevkalade elçi de Amedî Mehmed Said Gâlib
Efendi’dir. Gâlib Efendi, Mısır meselesine ilişkin Fransa ile Amiens Antlaşması’nı
imzalaması için Paris’e gönderilir. Bu fevkalade elçinin kaleme aldığı sefâretnâme,
İstanbul’dan Peşte şehrine kadar olan kısımı hariç eksik kalmıştır (Altuniş-Gürsoy, 1997:
911-915).
Hâlet Efendi’nin elçiliğinin son zamanlarında Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi
1806’da Napolyon Bonapart’ın imparatorluğunu tebrik için elçi olarak Paris’e gönderilir.
Muhib Efendi, III. Selim’in nâme-i hümayununu törenle Napolyon’a sunar ve sonra
kendisine verilen padişahın özel mektubunu Napolyon’a teslim eder. III. Selim’in
öldürülmesinden sonra tahta geçen IV. Mustafa, onu elçilik makamında bırakır. Muhib
Efendi, Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından yapılan barış antlaşmasına memur edilmiş
İstanbul ile irtibatın sık sık kesilmesi görevinin aksamasına neden olmuştur. Bu sırda IV.
Mustafa tahttan indirilir ve yerine II. Mahmud geçer. II. Mahmud’ta Seyyid Abdurrahim
Muhib Efendi’nin elçiliğinin devamı yönünde karar verir (Gencer, 1998: 292-293).
2.5. SEFÂRETNÂMELERİN ISLÂHÂT TEŞEBBÜSLERİNİN ESİN
KAYNAĞI OLMASI
Sefirler ve onların kaleme aldıkları sefâretnâmeler, devletin Batı ile olan ilişkilerini
düzenlemesi ve Batı’nın kendi gözlemleri ile tanınması hususunda oldukça tâyin edici
olmuştur.
Batı’nın anlaşılması ve algılanmasında sefaretnamelerin ne derece önemli olduğunun
ortaya konulması adına, devletin kuruluş ve yükselme devirlerinde ihtiyaç hissedilen
muhtelif alanlarda Batı ile olan ilişkilerin arka planının bilinmesi faydalı olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin İslam dininin özelliği dolayısıyla yeni fikirlere ve tekniklere
kısmen kapalı olduğu düşüncesi hâkim olmakla birlikte, idarî yapının padişaha, devletin ve
halkın yararına olacağına inanılan her türlü tasarrufa yetki veren özelliği, Osmanlı Devleti’ni
diğer İslam topluluklarından ayırır. Başlangıçta Osmanlı’nın Batı teknoloji ve tekniklerinin
tanıtılması, sarayda tâife-i efrenciyan olarak bilinen grubun çalışmaları ile geçekleşir.
Saray’ın emrindeki bu grup Batı ile temas içinde olup, en son ilmî ve teknik gelişmeleri
devletinin menfaati doğrultusunda sivil ve askerî alanlarda uygular (Murphey, 1992: 7-8).
69
II. Mehmed’in Macar asıllı Urban’ı getirtip büyük toplar döktürmesi de Osmanlı Devleti’nin
güçlü olduğu dönemlerde Batı’dan teknoloji ithal etmekten çekinmediğini gösterir (Aydüz,
2006: 26-28). XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı Devleti, teknik olarak Avrupa’dan sadece
top ve tüfek yapım ve tasarımında değil, askerî taktik açıdan da üstünlüğü söz konusudur37
(Soyluer, 2018: 268). XVI. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı ordusunda Avrupaî tarz silah
kullanan yeniçerilerin miktarının büyük çoğunluğu kapsadığı görülür. Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’dan almış olduğu ateşli silahları bizzat üreterek bazı silahları da ihraç ettiği görülür
(Mete, 2023: 30). Osmanlı Devleti’nin yukarıdaki devrede sözü edilen ateşli silah üstünlüğü,
onun Avrupa ve İran karşısında girilen mücadelelerde galip çıkmasının bir neticesidir
(Thornton, 2010: 44).
Osmanlı Devleti, XIV. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’da kullanılan ateşli
silahlara ilişkin gelişmeleri takip etmiştir. Devletin önce teknoloji transferi ve daha sonra
üretim konusunda Avrupalı ustaları kullanılması ile Batı ile paralel olarak hareket ettiği
gözlemlenir. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkanlarda yapılan savaşlar ve ele
geçen ateşli silah tekniği, Osmanlı devlet adamları ve ustaları tarafından ilgi ile takip
edilerek tekonoloji transferi yapmak sureti ile askerî mânâda alınarak geliştirilir (Akdüz,
1998: 780). Ancak, XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı Devleti, Avrupa’da meydana gelen
birtakım yeniliklere ve icatlara, belki de toplumsal talebinin olmaması sebebi ile uzak kalır
ve bünyesine almak istemez (Berkes, 2018: 37-38). Ancak Osmanlı Devleti Batı’da görülen
yeniliklerden de tamamen habersiz değildir. XVIII. yüzyıldan evvel Osmanlı Devleti,
Hristiyanlığı, Hristiyan fikirlerini ve Batı uygarlığını reddetmesi, onun Avrupa’dan
kendisine aktaracak, benzerini yapacak ve benimseyecek teknikler de bulmuşlardır (Lewis,
1998: 42).
Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç hissettiği alanlar temelinde Batı ile ilişki içinde olmuş,
kısmen daha öncesi olmakla birlikte, araştırmanın zaman aralığını oluşturan XVIII. yüzyıla
ilişkin sefirler bu ilişkilerde lokomotif olmuşlar kaleme aldıkları eserler aracılığıyla
dönemlerinde ve sonrasında Batı’dakine benzer ıslâhâtların hayata geçirilmesinde ana öge
olmuşlardır.
Devletin kalıcı yenilgiler aldığını gören ve Batı’nın kurumlarının üstünlüğünü gören
elçiler, ülkelerinin yeniden kalkma amacı için önemli gördükleri idarî, malî, siyasî ve askerî
37 II. Kosova’da kullanılan tüfekler daha sonra İstanbul’un fethinde de kullanılır. Osmanlılar bu silahı sadece
kullanmakla kalmayıp “Osmanlı tüfeği” adıyla savaş literatüre geçen bir tüfek de yapmıştır (Soyluer, 2018:
268).
70
kurumları ve gittikleri ülkelere mahsus onları ayakta tutan toplumsal düzeni, işleyiş tarzına
da kaleme aldıkları eserlerinde daha fazla yer vermeye başlarlar (Gencer, 2019: 273-274).
XVIII. yüzyıldan itibaren yapılan ıslâhâtlar genel olarak askerî ve ekonomik
alanlarda görülür. Bu iki alandaki ıslâhâtların gerekçesi olarak da savaşlardaki başarısızlıklar
ve toprak kayıpları gösterilebilir. Savaşların sağlıklı ve başarılı bir şekilde sürdürülebilmesi
için ıslâhâtların ağırlıklı olarak asker talimleri, savaş araç gereçleri ve malî durumun
iyileştirilmesi kapsamındadır (Beydilli, 1999: 174).
2.5.1. Fevkalade Elçilerin Sefâretnâmeleri
Osmanlı Devleti, barış anlaşmaları, ticari sözleşmeler imzalanması, devletlerarası
arabuluculuk, Avrupa ülkelerindeki taht değişikliği neticesinde tahta çıkan kralın taç giyme
törenine katılmak ve tebriki için yabancı ülkelerde fevkalade elçi ünvanıyla elçiler
görevlendirmiştir (Günce, 2020: 107).
Osmanlı Devleti’nin fevkalade ya da ad hoc olarak adlandırılan geçici elçilikler
aracılığıyla ile Batı’dan esinlenerek hayata geçirilmiş olan ıslâhâtların tam olarak ne zaman
başladığı konusu müphemdir. Devletin genel tarihi seyri içinde XVIII. yüzyıl Batılılaşma ile
eşdeğer görülen yenileşme kavramının kullanıldığı dönem şeklinde anlamlandırılır
(Emecen, 2018: 80). Bu kanaat, Osmanlı tarihçiliği ve tarihçileri arasında bir hayli taraftar
bulmuş, daha sonra Osmanlı modernleşmesinin nüvesi olarak algılanmış ve bu döneme
Ahmed Refik tarafından Lale Devri adı verilmiştir (Ahmed Refik, 1331: 4-vd) .
III. Ahmed devri, 1703-1718 tarihleri arasında muhafazakâr ıslâhâtçıllık ve 1718-
1730 tarihleri arasında Batılı38 ıslâhâtçılık olarak ile ikiye ayrılabilir. III. Ahmed, devrin
ihtiyaçlarına binaen yapılacak ıslâhâtların bizzat teşvikçisi olmuştur. Devrin önemli devlet
adamlarında Amcazade Hüseyin Paşa, Defterî Sarı Mehmed Paşa bu devirde tasarlamış ve
yapmış olduğu ıslâhât projeleri ile ön plana çıkar (Karagöz, 1995: 177-178).
Rhoads Murphey, XVIII. yüzyılı Osmanlı Devleti için bir değişim çağı olarak görür
ve devletin uzun süreli bir barış ile rahatladığını, bu rahatlamanın entelektüel ve estetik bir
38 Islâhât hareketlerinde Avrupa yerine Batı ifadesi kullanımı tercih edilir. Zira Avrupa kavramınin oluşumu
üzerine bilimsel çalışmalar yapan Le Goff Avrupa kavramının gelişimini şu şekilde açıklar: “XVIII. yüzyıldan
itibaren Avrupa kavramını ortaya çıkaran fikirler ve maddi varlılar hiçbir şekilde kesintisiz bir süreç
oluşturmadıkları gibi hem coğrafî hem de tarihsel olarak Avrupa isminde gereken bir varlık fikrini de
doğuramaz. Européen, Avrupalı sıfatı Fransızcada ilk olarak 1721 yılında, à l'Européenne şekilnde
kullanılmıştır. Bugünkü Avrupa, o tarihte ne yaratılmış ne de etraflıca düşünülmüştü. Geçmiş, geleceği gösterir
ama belirlemez; şimdinin yaratılmasında süreklilik kadar şansın ve özgür iradenin de rolü vardır.” (Le Goff,
2020: 2-3). Bu ifadelerde anlaşılacağı üzere Çelebi Mehmed Efendi’nin XV. Louis nezdinde Fransa fevkalade
sefiri olarak Paris’e gitti zamanlarda (BOA. Y.PRK.ŞD. nr. 3-33.) bugünkü mânâda anlaşılacak bir Avrupa
medeniyetinin olmadığı görülür.
71
devrim olarak ortaya çıktığını ifade eder (Murphey 1999: 116). III. Ahmed’in hatt-ı
hümâyunlarına bakıldığında padişahın Avrupa ülkelerindeki gelişmelere ilgi duyduğu ve
oradan gelen haberleri merakla takip ettiği görülür. Bu haberler genelde İstanbul’daki
yabancı elçilerden gelen havadis kağıtları ve şifahi bilgilerden oluşmaktadır. III. Ahmed her
ne kadar yabancı büyükelçilerden bilgi alsa da bu bilgilerin güvenilir olmadığı görüşündedir
(Afyoncu, 2022: 64-65). III. Ahmed, Avrupalılara karşı güvensizliğini şu şekilde dile getirir;
“Benim ruhum, Felemenk elçisi gayet mel’ûn koca kâfirdir. Evvelden bu işe sülûk eyledi ve
olur deyu cevap virdi… bu güruh-i küffar birbirlerine sâhib çıkarlar ve geçmezler bunların
sözüne amel olunmaz. Belâsın bulacakları karîbdir me’mûlündeyim.”; “… Düşmana itimat
caiz değildir…”; “Mülûk-i nasârâ elçileri gayet hilekâr ve her işi vaktiyle söylerler adâvetleri
vâki’ midir ve dediği minvâl üzere midir?” (Afyoncu, 2022: 64-65).
III. Ahmed Avrupa’ya güven duymamasına rağmen Avrupa ülkelerinde olup
bitenlerden de haberdar olmak istemektedir. Osmanlı sarayında Avrupa ülkelerinde olup
bitenleri öğrenme merakı sadece padişahta olmayıp haremde bile kendini gösterir. III.
Ahmed’in bir yazısında bu olay şöyle ifade edilir: “Benim vezirim, Nemçe Kralı mürd olup
kızı yahut kız karındaşı oğlunu kral nasb eylediler deyü bizim haremde cariyeler bir söz
peyda idüp söyleşirler imiş. Galat mıdır? Çârşûda ve bazarda dahi söylenir mi ve senin dahi
istimâ’ın oldu mu bildiresin” (BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. nu. 175-1743) şeklindeki
sorusu, haremde dahi o dönemin siyasî dedikodularının yapıldığı şeklinde anlaşılır.
Avrupa’daki gelişmeleri takip etmesine karşın III. Ahmed’in Avrupa ile ilgili bilgisinin
yetersiz olduğu görülür. III. Ahmed’e sunulan bir arizaya derkenar etmiş olduğu cevap da:
“Brabdeburg didikleri kral Danimarka kralı mıdır bildiresin…” der. Bu bilgi eksikliğinin
nedeni olarak Prusya ile olan ilişkilerin yeni başlaması gösterilebilir.
III. Ahmed Avrupa ülkelerinden gelen “frenk” ürünlerini de yakından takip eder. Bu
takibin nedeni Avrupa’dan gelen ürünlere olan merakı olmuştur. Padişah’ın bu merak
duygusu, Avrupa limanlarından İstanbul limanlarına gelen ürünlerin öncelikle kendisi
tarafından bilinmesini zorunlu kılar. Bu durum, padişah ve bürokrasisinin, Tanzimât ve
Islâhât devresinde olduğu gibi Avrupa’yı ya da Batı Medeniyeti’ni model almak gibi bir
niyetle olmamıştır (Afyoncu, 2002: 65-68).
III. Ahmed, İstanbul’da ihtiyaç duyulan müesseelerin kurulması konusunda Avrupa
ülkelerinde olan icatların edinilmesi hususunda müspet yönde bir irade ortaya koyar. O,
İstanbul’da çıkan yangınların durdurlamamasından dolayı (BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III.
nu. 1/14; 223/21549;225/21747;226/21775; 229/22032; 225/21747) Avrupaî tekniğine
72
uygun bir şekilde yapılmış olan yangın söndürme tulumbası, onu çok memnun etmiştir39. Bu
konuda, 1720’de Davut Gerçek’in Avrupaî tarzda bir tulumba teşkilatı kurmasına izin verir40
(Afyoncu, 2002: 141; Özgür-Azaklı, 2001: 156). Burada görüldüğü üzere III. Ahmed,
Avrupaî tarzı yeniliklerde bir muhafazakâr düşünceye sahip değildir.
Osmanlı tarihinde Avrupaî tarzda yenileşmenin bir sembolü halinde olan matbaa,
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris Sefâretnâmesi özelinden görüldüğünde; adı
geçen sefâretnâmede, matbaa ya damatbu eser basmak kavramlarından bahsedilmemesi
dikkat çekicidir. Burada altı çizilmesi gereken hususu sefaretlerin bir yenileşme tarihinin
asli unsuru olmadığıdır. Zira, matbaadan herhangi bir bahis bulunmamaktadır. Çelebi
Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde matbaa ile ilgili bir bilgi geçmemesine sebep olarak
matbaanın bir teşebbüs-i şahsî olduğu düşünülebilir. İstanbul’da ilk matbaa Yahudiler
tarafından, diğer unsurlardan önce 1494 tarihinde açılmıştır (Galanti 1947: 100). Daha sonra
Sivaslı da denen Tokatlı Apkar isimli bir Ermeni 1567’de ve Rumlar, ise 1627’de Osmanlı
Devleti’nde matbaalarını açmışlardır (Birinci 2006: 293). Osmanlı Devleti’nde mevcut
matbaalar var iken o matbaaları kullanmayıp neden yeniden bir matbaa vücuda getirme
ihtiyacı hâsıl olmuştur? İbrahim Müteferrika’dan önce Osmanlı Devleti’nde yerli matbaanın
işletmeye açılması için yabancılar birtakım girişimlerde bulunur. Lakin bu kişilerin
teşebbüsleri kendilerinin hayatı ile son bulmuştur. Tabi ki matbaanın Osmanlı tarafından geç
tesis edilmesi onu bir günah keçisi hâline getirir. Lakin matbaa konusunda toplumun devlet
adamlarına bir tazyiki olmadığı gibi böyle bir ihtiyaç ve beklentinin olduğuna dair bir kanıt
da bulunmaz. Bekleyeni olmayan durağa otobüsün geç veya erken gelmesini tartışmanın da
bir anlamı yoktur (Beydilli, 2019: 12).
Müteferrika (Basmacı) İbrahim Efendi41, daha sonra elçilik ve sadaret makamlarına
gelecek olan, Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi ile kurmayı planladığı matbaa için
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya bir dilekçe yazar. Bu kabulden sonra matbaa ile ilgili III.
39 III. Ahmed bu memnuniyetini: “Tulumba icadı bir eser olub dua-yı hayra bais olacağı emr-i Hakk’tır.
Tulumbacıbaşı Azapkapusu’da olub İstanbul kapısında olması suhulet görünür karşı kapıları ihrakı meyz-i vaki
olub güçlük yoktur eğer tersane için ol-tarafta bu bulunmaları münasib görülmüş ise de…” (BOA. Ali Emiri.
AE.SAMD.III. nu. 223/21491) şeklinde belirtmiştir. Gerçekçi Davut, Fransız asıllı bir mühtedidir. Venedik ile
yapılan savaşta gösterdiği gayretle Vezir-i Azam İbrahim Paşa’nın ilgisini çekmiş ve Davut-ı Gerçek adını
alarak Müslümanlığı seçmiştir (Yıldız, 2014: 558).
40 Davut Gerçek’in icat ettiği tulumbanın ve sonrasında gelişen tulumbacı ocağının bir Batılılaşma ya da
yenileşmeden ziyade İstanbul’da sık çıkan yangınların çabuk bir şekilde söndürülmesi için yapıldığı görülür.
Tulumbayı icat eden ve Yeniçeriyan-ı Dergâh-ı Ali Tulumbacılar Ocağını kuran Davut Gerçek’in İslamiyet’i
kabul etmiş Fransız asıllı bir mühendis olması (BOA. AE.SMT.III. nu. 28/1948.) yukarıda bahsi geçen taife-i
efrenciyana da bir örnek olarak gösterilebilir.
41 Basmacı tabiri Osmanlı arşivlerinde kullanılmaktadır; “İstanbul'da bir kâğıt fabrikası yaptırılmak ve
işletilmek üzere Lehistan'dan getirilen ustalarla kararlaştırılan şartlara dair Basmacı İbrahim Efendi (İbrahim
Müteferrika) tarafından verilen takrir.” Bknz. BOA. C.İKTS. 21/1018.; BOA. HAT. 2/56.
73
Ahmed’in fermanı ve şeyhülislamın fetvasıyla42 matbaa kurulması işi resmileşir43 (Yüksel,
2007: 137-142).
Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris sefirliği, Osmanlı Devleti’nde mimarî açıdan bir
değişime neden olur. Elçinin Paris Sefâretnâmesinde tasvir ettiği ve İstanbul’a dönüşünde
yanında getirmiş olduğu saray ve bahçe çizimleri örnek alınarak Kağıthâne’de saraylar ve
köşkler inşa edilmiş, bunun yanında Neşetabad, Asafabad, Hüsrevabad, Şerefabad,
Şevkadabad gibi Batı mimarîsinden etkilenerek yapılan saraylar yapılmıştır. (Atak, 2018:
61). Osmanlı bahçe kültürü özellikle Fransa’dan ve daha sonra da Avrupa’dan etkilenir. Bu
dönem bahçe mimarisi açısından yeninin eskinin yerini aldığı bir dönem olarak nitelendirilir.
Özellikle Barok sanat anlayışının bu dönemde ve sonrasında görülmesi bu görüşü
desteklemektedir (Altay, 2023: 1-10). Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, 1728 yılında Osmanlı
Devleti nezdine Fransa elçisi olarak gelen Villeneuve’ye Versailles Sarayı’nı sorarak
Kağıthâne’de adı geçen sarayın bahçelerine benzer bahçeler yaptırdığını söyler (Aytaçoğlu,
1993:6-8).
Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa’da bulunduğu zaman aralığında tanık olduğu
görülmeden anlaşılmayacağını ifade ettiği bahçeler, fıskiyeler vb. mimarî ve çevre
düzenlemesine ait eserler; aynalar44, Avrupaî tarzda yapılan süslemeler, Osmanlı Devleti’nin
Avrupaî tarzda uygulamış olduğu mimarî ve sanatsal manadaki uygulamalardır (Relation de
l'Ambassade de Mohammed Effendi, 1841: 46-vd.).
Mehmed Efendi’nin sefâretinden sonra inşa edilen çeşitli yapılarda mimarî bir özellik
olarak Batı tarzındaki rokoko45 süsleme sanatı benimsenir. Saraylarda gördüğü süslemeleri
ve mimarî tarzları anlatan elçi döneminde Paris’te rokoko tarzı eserlerin en güzeli
42 Fetva şöyledir: “Sual: Eğer birisi, mesela lügat, mantık, hikmet, heyet hakkında yazılmış kitapların ve başka
bilimsel eserlerin kutsal harflerini taklit etmeye harfler döktürmeye ve el yazması örneklere tamamen benzeyen
kitaplar basmaya talip olsa, bunun böyle bir teşebbüse girişmesi şer’en caiz midir? Cevap: En doğrusunu Allah
bilir! Eğer matbaa sanatından anlayan, harf dökme ve yazı kopyaları çıkarma marifetine sahip birisi, el
yazmalarını harfi harfine yanlışsız basmaya talip olursa ve hele bu teşebbüsün, süratli imalat, çoğaltmada
kolaylık ve herkesin satın alabileceği şekilde ucuzluk sağlama gibi büyük faydaları olacaksa ve bu kopyaları
düzeltmek üzere mâlumatlı kimseler görevlendirilebilirse, bu işe talip olan kişinin o işi çok güzel ve övülecek
bir iş demektir ve o kişi desteklenmeye lâyıktır” (Yüksel, 2007: 137-142).
43 III. Ahmed, bir hatt-ı hümayununda: “Ayât-ı Kerimiyenin kitablara tahriri min veche münasib değil” sözü
de Padişah’ın bu konudaki iradesini gösterir (BOA. AE.SAMD.III. nr. 226-21805.). Viyana’dan hakkakları,
hurufat dökücüleri ve matbaacıları getirtip işe başlamak istedi. Lakin buna hemen muvaffak olamadı. Bunun
nedeni olarak da “… kitapların meydan-ı tedavüle vaz’ edilmesi ile asayiş-i umumiye ve malumat-ı diniyeye
ihtira’-ı mezkurun tehlikeli olacağı…” söylenmiştir (Karaçun, 1326: 181-182).
44 Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde anlattığı bir başka âyinehânedir. Elçi; aynanın
yapılışını, boylarını ve çeşitlerini sefâretnâmesinde anlatır (Akyavaş, 1993: 43). Ayna, o denemin sanatına da
sirayet etmiş ve değişik anlamlarda kullanılmıştır. Lale Devri’nin ünlü şairi Nedim’in şiirlerinde aynayı sevgi
ve sevgili anlamında işlenir (Karataş, 2006: 151-152).
45 Fransızcada çakıl döşeme, çalılık anlamına gelen rocailles kelimesinden türemiştir. Barok sanatının takipçisi
ve daha süslüsü olan bir üslubu ifade etmektedir (Kaş Tüfekçi, 2020: 14).
74
verilmekteydi. Osmanlı, Batı’dan almış ve uygulamış olduğu bu süsleme usûlünü
Türkleştirir. Bu tarz, Fransa’daki gibi şaşalı bir tarz değil sade ve gösterişsiz bir hâle gelir.
Bu süsleme usûlünün dinî motifler üzerinde kullanılması hem devlet ricali hem de halk
tarafından beğenilir ve benimsenir (Çögenli, 2011: 6-7).
Mehmed Efendi’nin Batı tarzındaki yeniliklere katkısı daha çok sanat ve mimarî
alanında olacaktır. Bu uygulanan mimarî ve sanatsal yeniliklerin sadece İstanbul ile sınırlı
olmadığı taşrada da bu tür eserlerin verildiği görülür. III. Ahmed Devrinde Konya’da da
payıtahtı örnek alan birtakım değişiklikler olduğu görülür. Karaman Beylerbeyi Osman
Paşa, İstanbul’da inşa edilen Lâle Devleri yapılarından etkilenerek Konya’daki valilik
sarayının onarılmasını istemiş ve İstanbul’daki saraylarda olduğu gibi valilik sarayına yeni
odalar ekleyip nakışlarla süslenmesini istemiştir. Bu devrede İstanbul örnek alınarak
Konya’da da bürokratlara ait saray ve köşkler inşa edilir. Örneğin 1725 yılında Karaman
Beylerbeyi İbrahim Paşa, kendi parası ile Konya’da İstanbul’daki yapılar örnek alınarak bir
saray inşa eder (Küçükdağ, 1989:5).
Bu dönem süslemeleri ve mimarileri Anadolu’nun diğer bölgelerinde de görülür.
Şanlıurfa’da bulunan Urfa-Rakka Valisi Rıdvan Paşa tarafından 1727’de yapılan medrese,
1720’de Erzurum’da inşa edilen Bakırcı Cami, 1723’te inşa edilen Bodrum Kızılhisarlı
Mustafa Paşa Cami gibi eserler Anadolu’daki Lale Devri süslemelerinin görüldüğü
yapılardır (Atak 2018: 62-65).
Avusturya ve Prusya’ya elçi gönderilen Ahmed Resmî Efendi, özelikle “Prusya
Sefâretnâmesi”nde, ikinci elçiliği olmasından kaynaklanan tecrübesiyle önemli tespitlerde
bulunur46. Sefaretnâmede; Prusya devletinin iç düzeni, toplum yaşantısı, posta teşkilatı,
hazinenin durumu ve ordusuna ait cephâneler, silahlar ve eğitim usûlleri ile ilgili bir takım
önemli bilgilere yer vermiştir.
Ahmed Resmî Efendi ayrıca, Prusya bürokrasisinde ihtiyaca uygun memuriyetlerden
başka gereksiz kadroların olmadığını, memurların maaş aldıklarından, bu maaşların usûl ve
esaslarından ve memurların kıyafetlerine dair, kurulmaya çalışılan sanayi, ülke içindeki
emniyet ve güvenliğinin nasıl olduğuna dair önemli bilgiler verir. O, özellikle Prusya’nın
ekonomik ve malî durumu hakkında tafsilatlı bilgiler verdikten sonra Prusya hazinesinin
nasıl fazla verdi konsunda bilgiler aktarmıştır (Atsız, 1980: 37-84). Onun aktarmış olduğu
bu bilgiler ileriki devrede yapılacak olan askerî ve iktisadî ıslâhâtlara esin kaynağı olacaktır.
46 Girdî mahlası ile anlılan Ahmed Resmî Efendi’nin Mustafa Kesbî, İbretnümâ-yı Devlet adlı eserindeki
Prusya elçiliğine ait takrir de elçiliğini kısaca anlatmaktadır (Mustafa Kesbî, 2002: 31-32).
75
III. Selim döneminde Viyana’ya fevkalade elçi olarak elçilerden bir diğeri ise
Mustafa Hattî Efendi’dir. Hattî Efendi, 1748’de Viyana’ya gönderilmiştir. Elçi, Viyana’da
kaldığı süre zarfında gördüklerini ve duyduklarını kaleme almıştır. Sefâretnâmede
Avusturya’nın diplomatik karakteristiği, şerefine verilen ziyafetler, kendisinin yapmış
olduğu ziyaretler, güneş tutulmasını izlemek, opera izlemek ve rasathâneye gitmek gibi
konulardan bahseder. Hattî Efendi sefâretnâmesinde daha çok siyasî, sosyal ve güzel sanatlar
ile ilgili meselelerle ilgilenmiş ve ileride yapılacak ıslâhâtlara dair teknik bir bilgi
sunmamıştır (Sefâretnâme-i Mustafa Hattî Efendi, nu. 06095).
Bu husus gösteriyor ki, Avrupa ülkelerine fevkalade elçi olarak gönderilen
bürokratların bir kısmının Avrupa’daki askerî ve iktisadî yenilikler hakkında
sefâretnâmelerde malûmât verirken, diğer kısım elçilerin ise bu konulardan
sefâretnâmelerinde bahsetmediği görülür.
2.5.2. Daimî Elçilerin Sefâretnâmeleri
Osmanlı Devleti’nde XVIII. yüzyılın sonlarına doğru daimî elçilik ya da ikamet
elçiliğine geçiş görülür. Daimî elçilik ile vazifelendirilen elçilerin görevi, gittikleri ülkelerde
ikamet edip, kendi ülkedi ile gittikleri ülkeler arasındaki ilişkilerini sürekli olarak takip
etmektir (Günce, 2020: 107).
III. Selim devrinde daimî elçi olarak Avrupa’ya gönderilmiş olan ilk sefir olan Yusuf
Ağah Efendi’nin, 1793-1797 tarihleri arasında İngiltere’de yapmış olduğu görevini anlatan
sefâretnâme şeklinde bir eseri olmayıp, elçilik heyeti ile Londra’ya götürdüğü
bürokratlarından Mahmud Raif Efendi kendi bakış açısı ile kaleme almıştır. Mahmud Raif
Efendi’ni Fransızca olarak kaleme aldığı, Journal de voyage de Mahmoud Raif en Angleterre
adlı eserinde İngiltere kraliyet ailesi ve Londra’daki yaşam hakkında bilgiler verir
(Yalçınkaya, 1996: 323-324). İngiltere’nin paralamentosu, hukuk ve vergi sistemi hakkında
da bilgiler verir ve ifade özgürlüğünden bahseder (Altuniş-Gürsoy, 2006: 114). Burada
önemli olan önemli bir husus, elçilik heyetinin arasında dil öğrenmek için giden öğrencilerin
de yer almasıdır (Yalçınkaya, 1996: 323-324). Bu husus daha sonra II. Mahmut devrinde dil
öğrenmek için Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler için bir esin kaynağı olacaktır.
Ebubekir Ratib Efendi 1791’de Viyana’ya daimî elçi olarak gönderilir47. Ratib
Efendi, elçiliği esnasında kendisinden önce elçilik görevinde bulunan, sefirlikle Nemçe’ye
giden Ahmed Resmî Efendi ve orta elçilik ile giden Hattî Mustafa Efendi’nin
47 Ratib Efendi, padişaha yakın birisi ve diplomatik tecrübesi olan bir bürokrattır (BOA. HAT. Nr. 195-9733).
76
sefâretnâmelerinin kendisine gönderilmesini istemiştir (BOA. HAT. Nr. 201-10335). Elçinin
buradaki amacı kendisinden önce Fransa’da elçi olarak ikamet etmiş kişilerin
deneyimlerinden yararlanmaktır. Anlaşılmaktadır ki bir ülkeye elçi olarak atanlar
kendisinden evvel buralarda bulunmuş olanların sefâretnâmelerini de okumakta ve tecrübe
edinmektedirler.
Ratib Efendi, ıslâhâtçı bir yapıya sahip olan III. Selim’in temsilcisi ve onunla aynı
karaktere sahipti. Kendisinden önce Avrupa’ya giden elçilerden farklı yeni bir diplomat
tipini temsil eder. O, kendisinden önceki elçiler gibi usûl ve teşrifat sorunları üzerinde
durmamakta ve daha çok Avusturya kurumlarının örgütlenmeleri, bu kurumların yapısal
sorunları ile ilgilenir. Avusturya Askerî Akademisini ziyaret etmiş ve bu konu hakkında
bilgiler vermiştir. Diğer yandan Mühendislik Akademisi ve Şarkiyat Akademisi’ni de
incelemiş ve yapılacak olan ıslâhâtlar için payitahta önemli bilgiler verir (Tuncer, 1979: 73).
Ayrıca Ratib Efendi sefâretnâmesinde halkın refah düzeni, köyler, komiserler,
mahkemeler, hastaneler, fukaralar, hazine, enfiyeler, gümrükler, vergiler, ticaret, posta,
bankalar, istenbiller (bir çeşit kâğıt vergisi), loteryalar (şans oyunları) gibi Avusturya’da
gördüğü kurumları ve durumları anlatır (Tanyıldız, 2020: 596).
Ratib Efendi sefâretnâmesinin sonunda Viyana ve çevresinde görmüş olduğu ayna,
kağıt, tüfek, kılıç, bez, çit, sandal, fağfur (porselen) ve hendese aletlerinin üretildiği ve
satıldığı yerlerden bahseder. Ancak elçi, gördükleri yerleri ayrıntılı olarak anlatmadğını
ifade eder48. Görüldüğü gibi o, Nizâm-ı Cedid’e öncülük teşkil edilecek ekonomik konular
haricinde askerî yenilikleri ile ilgili aldığı notlarını sefâretnâmesine yazmaz. Bu hususu
sefâretnâmesinden ayrı bir rapor ile padişiha ve bürokrasiye sunar49 (Sefâretnâme-i Ebubekir
Ratib Efendi, Nu. 6096). Ratib Efendi’nin sefâretnâmesinde nizam-ı cedide esin kaynağı
olacak bir askerî yenilik ve öneri bulunmaz.
48“Beç havalisinde ve varoşlarında ve yedi sekiz saat mesafe mahallerde olan mir’ât (ayna), kâğıt, tüfenk ve
kılıç ve kılâbdan ve çuka ve çit ve sandal ve fağfur ve hendese âlâtı kârhânelerinden vardıklarımız ve
gördüklerimiz ta’dâd ve tavsif olunca bâis-ı tatvîl ve intab olur ve Beç şehrinde şu’bede-bazlıktan ibaret fizika
dedikleri funûna dâir ve sâir çok acâib ve gâraib ve ebniye ve tasâvir müşâhede olunup ekser mesireleri
görüldü.” diyerek sefâretnâmesini özetlemiştir.
49Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi. İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphânesi. Nu. 6096: 29/a.
Ayrıca bknz. Abdullah Uçman. (1999). Ebubekir Ratib Efendi’nin Nemçe Sefâretnâmesi. İstanbul: Kitabevi
Yayınları: 94; Abdullah Uçman. (2012). Ebubekir Ratib Efendi’nin Nemçe Sefâretnâmesi. İstanbul: Kitabevi
Yayınları: 57. Sefâretnâmenin hem orijinalini hem de Abdullah Uçman’ın hazırlamış olduğu çevri metnini
karşılaşmalı olarak görerek kullandık. Sadece Yazma eseri kaynak göstermenin etik olmadığını düşünerek bu
yola gidilmiştir.
77
Sefâretnâmeden ayrı olarak Ratib Efendi, III. Selim’e sunduğu takririnde Avrupa’nın
fenleri ve askerî kurumları hakkında bu layihada ayrıntılı bilgiler verir50. Sefâretnâmede
değinilmeyen hususlara “büyük layiha” olarak adlandırılan tezkerede değinir. Bu hususlar
Osmanlı askerî ve ekonomik ıslâhâtlarına büyük bir katkı sağlamıştır. Bu layihasında Ratib
Efendi, Avusturya ordusuna dair ayrıntılı bilgiler verir (Yeşil, 2011; 55-vd).
Sefâretnâmesinde olmasa da Nizâm-ı Cedid’e öncülük edecek bilgiler ve önerilerini
layihasında verir. Araştırmanın konusu yenilik hareketi olmadığından sözü edilen layihaya
ilişkin ayrıntı hariçtr tutulmuştur.
Es-Seyyid Moralı Ali Efendi, 1797’de Paris’e daimî elçi olarak gönderilir. Elçi, Fiore
de Levante isimli gemiyle İstanbul’dan hareket eder. Ancak kendisinden önceki elçilerin
rotalarının aksine Afrika kıyıları yerine Avrupa sahilinden gider (Herbette. 1997: 18). Ali
Efendi, Toulon’da bulunan tersaneyi iki gün boyunca gezip tetkik etmiş ve tersanenin
birimlerini, bu birimlerin kullanımındaki pratik yapılanmayı ve denizcilik ile ilgili yeni icat
edilmiş aletlerin nasıl işlediği hakkında bilgiler verir. Bu yeni tekniklerin sonucu olarak
emek ve zamandan tasarruf edilebileceğini, işlerin sistemli bir şekilde yürütülebileceği
hakkında Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa’ya ayrıntılı bir şekilde rapor yazar. Bu raporlar Ali
Efendi’nin denizciliğe olan merakı ve reformist tavrını gösterir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 13-15; Gürsoy, 2000: 718) ve elçi, bu merakı sayesinde ve göndermiş
olduğu ayrıntılı raporlar neticesinde III. Selim tarafından ileride Kaptan-ı Derya olarak
atanacaktır (Bişgin, 2016: 15).
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi hem bir fevkalade elçiliğe hem de daimî elçiliğe
örnektir. Çünkü fevkalade olarak atanmış olduğu elçiliğine daha sonra daimî olarak devam
etmiştir (Gencer, 1988: 292-293). III. Selim’in Avrupa’ya göndermiş olduğu diğer elçiler
gibi Muhib Efendi’nin 1806-1811 yılları arasını kapsayan sefâretnâmeesi de nizam-ı cedid
ıslâhâtları için kaynak teşkil eder. Bu görevi alan Muhib Efendi, diğer elçiler gibi
Avrupa’daki ekonomik, sosyal, teknik ve siyasî konuları padişaha ve devlet ricaline
bildirmekle mükelleftir. Pozitif bilimlerin Türkiye’ye girişinde daimî elçiliklerin rolü
büyüktür. Muhib Efendi, sefâretnâmesinde diğer sefirler gibi gördüklerini ve algıladıklarını
50 Fen kelimesi farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Lehçe-i Osmanî’de, “fenn-i hab” (Lehçe-i Osmanî II.
(1293). İstanbul. Tabhâne-i Amire Matbaası: 1262); Kamus-i Fransevî’de; “hendese-i harbiye (géme militeire),
(Şemseddin Samî. (1918). Kamus-i Fransevî. İstanbul: 911). Ebubekir Ratib Efendi de fen kelimesini bu
şekilde kullanmıştır; “… yedek olmak üzere müheyyâ edüb bir ucdân ânlara dahi talim-i top ve tüfeng ve
tehfîm-ifünuûn-ı harb ü ceng etdirmekten kinayedir… daha birçok yerde fen kelimesi harp kelimesi ile birlikte
kullanılır (Arıkan. 1996; Yeşil, 2011: 55).
78
yazmış bunun yanı sıra Fransa’nın ekonomik durumunu ve askerî gelişmeleri ile Avrupa ve
Fransa’da mevcut sanayi ilerlemelerinden bahseder (Günay, 2009: 28-37).
Abdurrahim Muhib Efendi, tâife-yi efrenciye olarak nitelediği Fransayla ilgili önemli
bilgiler verir. Her ne kadar Batılılaşma denilince akla Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi
gelse de Muhib Efendi’nin sefâetnâmesinde yer verdiği hususarın neredeyse tamamına
yakını II. Mahmud ve sonrasında uygulanacak ıslâhâtları kapsar. Muhib Efendi,
sefâretnâmesinde yer vermiş olduğu tetkikler ve gözlemleriyle Osmanlı Devleti’nin
Batılılaşmasındaki en önemli figürlerden birisidir. Birkaç örnek verecek olursak, Paris’te
gördüğü nizam ve itizamdan özellikle de polis teşkilatından çok etkilenir (Sefâretnâme-i
Abdurrahim Muhib, 1236: 9b-10b). Avrupa’daki geçerli pasaport uygulmasından bahseder
(Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib, 1236: 10a-12a). Fransa’da bulunan “menzil” olarak
adlandırlan posta teşkilatı hakkında da önemli bilgiler verir (Sefâretnâme-i Abdurrahim
Muhib, 1236: 12a-13b). Eğitim, ulaştırma (telgraf), darphâne ve alışverilerde kullanılmak
üzere basılan kağıt paralardan bahseder (Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib, 1236: 14b-17a).
Sağlık alanında Fransa’da görmüş olduğu hastane, teşrîhâne ve ebelik mesleklerinden
bahseder. Özellikle ebelik mesleliği ile ilgilenir ve çok ayrıntılı bilgiler verir. Paris ve
çevresinde bulunan “tımarhâneler”den de bahseder. Akıl sağlığı ile ilgili uygulanan tedaviler
hakkında bilgiler verir (Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib, 1236: 17a-19a).
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, Fransa kanunlarına Napolyon’un da bizzat
duyduğunu ve code yani kanunlar kitabı denen yeni kanunların yazıldığını söyler. Bu
kanunlardan askerî kanuna göre belli yaşa gelmiş her Fransız’ın askerlik yapması zorunlu
tutulur. Muhib Efendi, nüfus sayımından da bahsederek Hristiyan kadın ver erkeklerin hem
doğum hem de ölüm kayıtlarının vaftiz sicillerine kaydedildiği ve bunun için de hiçbir
erkeğin askerlikten kaçamadığını belirtir. Fransızların savaş yapmak için imparatora yıllık
80.000 kişilik bir asker bulmaya söz verdiği; bu söz verilen askerlerin toplanması için de
Paris’te bir sarayda iki temsilcinin ikamet ettiğini yazar. İmparatorun korumak için 40.000
iri kıyım askerin tepeden tırnağa silahlı olduğunda da bahseder (Bareilles, 2018: 92-93).
Muhib Efendi’nin bu gözlem ve yazıları ileride yapılacak olan ıslâhâtlara esin kaynağı
olduğu muhakkaktır.
Osmanlı Devleti’nde yapılan ıslâhât teşebbüslerinde elçilerin gidip gördüğü
ülkelerde tespit edip sefâretnâmelerine yazdıkları ya da ayrıca bir takrir ya da layiha olarak
sundukları metinlerin önemi büyüktür. Islâhât tarihi bu bakış açısı ile tetkik edildiği vakit
sefâretnâmelerdeki bilgilerin hangi ıslâhâtlara ilham olduğunu görmek de mümkün olur.
79
Ayrıca konumuz haricince olan sefâretnâmelerde ıslâhâtlara ilham olacak bilgiler de yer
almaktadır51.
51 Örneğin Mustafa Rasih Efendi, III. Selim tarafından Moskova’ya elçi olarak gönderilir. 29 Ocak 1793’te
başlayan sefâreti (Mustafa Rasih Efendi Sefâretnâmesi, (T.Y.): 2/b) 10 Temmuz 1794 tarihinde sona erer
(Karakaya, 1996: 25). Rasih Efendi sefâretnâmesinde görmüş olduğu askerî yapılar hakkında bilgi verir.
Petersburg’da görmüş olduğu tersanelerden ve bölgede konuşlanan karakoldan bahseder. Örneğin Petersburg’a
sekiz saat mesafede bulunan Kronştad tersanesini görmek istemişse de bu isteği karşılanmaz. Rasih Efendi
gözüyle görmese de bazı kişilere sorarak Rus donanması hakkında bilgi alır. Yine Petersburg yakınlarında
baruthâne, alet, sanat ve kumaş dükkânları bulunur.
Rasih Paşa’ya göre Ruslar meşverete çok önem verir; her koşulda pazartesi ve perşembe günleri olmak
üzere haftada iki kere toplanırdı. Hatta çok önemli işleri dahi olsa bu işleri ertelerler ve yine de söylenen
günlerde meşveretlerini gerçekleştirirlerdi. Ruslar kendi kanunlarından asla taviz vermezler çünkü bunların
değişmesi devletin yıkılması demek olduğuna kanaat getirirler. Büyük Petro, İngiltere, Fransa, Avusturya ve
İsveç’e öğrenciler göndererek bu devletlerin önemli gördükleri müesseselerini tahsil ve tetkik ederek Rusya’ya
gelip burada kurarlar ve devleti ilerletmek, orduyu tertip ve ticareti düzenlemek gibi devleti daha iyi durumlara
getirmeye çalışırlardı (Yeşilyurt 2017: 118-119).
80
BÖLÜM III
3. SEFÂRETNÂMELERDE GÖZLEMLERLE ORTAYA KONULAN BATI
ALGISINA YÖNELİK BELLİ BAŞLI UNSURLAR
Araştırmaya konu olan 15 sefâretnâme 1720 tarihinde Fransa’ya elçi olarak
görevlendirilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile başlayıp 1806-1811 tarihleri arasında
Fransa’ya görevlendirilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi ile sona erer. Yaklaşık bir
yüzyıllık bir süreç içinde Avusturya, Fransa, İngiltere, Lehistan ve Prusya’ya gönderilen
elçiler, gittikleri tarihi süreç içerisinde Avrupa’da şahit oldukları, inceledikleri ve hayret
ettikleri idarî, iktisadî, bilimsel-Teknolojik ve toplumsal olayları sefâretnâmelerinde
kaydederler.
Burada bu elçilerin sahip oldukları anlama ve algıda vazifeli oldukları süre içinde
gerek siyasî ve askerî olaylar gerekse elçilerin müktesebatı ve kendi doğrularının belirleyici
olduğu görülüyor. Ele alınan bu araştırma konusunun tespit edilmiş olan tarih aralığında
cereyan eden gelişmeler ve elçilerin deneyim ve gözlemleriyle kronolojik olarak ele alınması
uygun görülmektedir.
Avrupa’ya gönderilen Osmanlı elçilerinin Batı’yı görüş biçimleri ben-öteki
anlayışına göre ortaya konulur. İlk devrelerde Osmanlı elçileri için devletin içinde
bulunduğu zaafın sınırlı olduğu lakin kuvvetinin kalıcı olduğu, Avrupa’nın ise geçici galip,
keşfedilmeyi bekleyen, yabancı, egzotik, ilginç bir dünya niteliğinde olduğu düşüncesi
hakimdir. Elbette yabancı bir dünya ve kültür ile ilk karşılaşmada hâkim olan hayranlık ve
beğeni hissi ile Avrupa’nın görünen özellikleri ve güzellikleri elçilerin dikkatini çeker. Bu
nedenle Osmanlı elçileri XVIII. yüzyılın başında kaleme almış oldukları eserlerinde
öncelikle Avrupa’ya ait görünen kültürleriyle ve hazır alınabilecek insan yapımı ve maddî
bahçe, çevre düzenlemesi gibi öğelerle ilgilenirler. Çelebi Mehmed Efendi’nin getirmiş
olduğu çizimlerle ortaya çıkan Lale Devri mimarisi bunun en açık örneğidir. Bunun içindir
ki elçiler Avrupa betimlemeleri özel çaba ve gayretlerine gerek kalmadan
gözlemleyebilecekleri Avrupa’nın gözle görülen güzelliklerini çarpıcı yapı ve kurumlarını
sefâretnâmelerinde konu ederler.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’yı örnek alarak kurdukları müesseseler ya da doğrudan
Avrupa’dan ithal ettikleri kurumlar, geldikleri yerin manevî arka planına sahip olmadığı ve
yerli kültürle çatıştığı için kalıcı olamamıştır. Lakin Osmanlı devlet adamları 1774 Küçük
Kaynarca Antlaşması’ndan sonra kendilerini yenilgiye uğratan Avrupa’nın zaferlerinin
81
sırrını keşfetme ihtiyacı duyarlar. Bu ilgi III. Selim döneminde zirveye çıkar. Batı dünyası
ile ilk karışlamada hâkim olan zahirî güzelliklere ve maddî müesseselere hayranlık hissi
zamanla bunları meydana getiren Batı medeniyetini yerini tecessüs hissine bırakacaktır.
Böylece elçiler antropolojik bakış açısından sosyolojik bakışa yani maddî kültürün
betimlemesinden Batı medeniyetini araştırmaya yönelirler. Avrupa medeniyetinin ve
kurumlarının arka planındaki düşünsel ve toplumsal arka planını keşfetmek için Avrupa
medeniyetini, nizamını daha kuşatıcı ve sistematik olarak anlatmaya başlamışlardır.
Devletin kalıcı yenilgiler aldığını gören ve Batı’nın kurumlarının üstünlüğünü gören elçiler,
ülkelerinin yeniden kalkma amacı için önemli gördükleri idarî, malî, siyasî ve askerî
kurumları ve gittikleri ülkelere mahsus onları ayakta tutan toplumsal düzeni, işleyiş tarzına
da kaleme aldıkları eserlerinde daha fazla yer vermeye başlarlar.
Elçilerin gittikleri geçmiş müktesebatları ve gittikleri ülkelere göre psikolojik ve
kültürel bakış açılarının, algılarının çeşitlendiği görülür. Bulundukları ve tasvir ettikleri
ülkelerin manevî ve kültürel boyutta farklılıklarını değerlendirirler. Kültürel psikoloji
elçilerin duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarına bağlı olup kendine has İslam kültürü ve ait
oldukları toplumun manevî ve maddî özellikleri tasvirlerinde etkili olur. Kişisel bakış açısı
çevresini gözlemleyen elçilerin daha çok zahirî yani görünen maddi kültürel farklılıkları,
fabrikalar, saraylar, bahçeler, köprüler ve havuzlar vb. “bizde yok” veya tersaneler,
kütüphaneler, köprüler, saraylar vb. “bizden daha iyi” dedikleri şeyleri görme ve
karşılaştırma imkânı verir (Gencer, 2019: 273-274).
Böylece elçilerin daha önce Avrupa hakkında anlatılan, duyup işitilen ve kendi bakış
açıları ile tasvir edilen şeyleri yerinde ve kendi gözleri ile görmeleri farklı bir etki yaratır.
Bu da elçilerin metinlerindeki konuları ele alış şeklini ve Batı algısını zaman süreci, yaşanan
olaylar, kaybedilen savaşlar ve artık üstünlüğün karşı tarafa geçmiş olduğu hissini ortaya
çıkarır. Maddî uygarlığın öğelerinden kendisine yarayan müesseselerin tasvirine bir geçiş
meydana gelir.
3.1. İDARÎ UNSURLAR
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi kaleme almış olduğu “Fransa Sefâretnâmesi”nde,
Fransa’daki kurumlar hakkında önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı Devleti, onun
Fransa’ya gönderildiği dönemin şartları gereği hâlâ Avrupa’nın askerî ve siyasî olarak en
güçlü devletlerinden biri durumundadır. Osmanlı Devleti, her ne kadar Viyana
kuşatmasından başlayarak 1699’da Karlofça Antlaşması’na kadar süreçte bir başarısızlık
yaşanmışsa da kaybettiği yerlerin bir kısmını geri almış ve eski güçlü durumuna tekrar
82
döneceğine inanmakta idi. Zira bu elçinin görevi süresince Karlofça Antlaşması’nın etkileri
henüz belirmemiştir. Dolayısıyla Mehmed Efendi, Fransa’ya yenilmiş ve mağlup bir devleti
temsilen gitmediği kanatini taşımaktadır.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1720-1721 tarihleri arasında Osmanlı-Fransa
ilişkileri bakımından önemli bir süreçte, barış ortamında Fransa’ya fevkalade elçi
gönderilmesi, elçinin Fransa özelinde Avrupa’yı algılaması için bu ortam, Osmanlı
Devleti’nin de elçi seçimi önemlidir. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin elçi olarak
seçilmesi; “tertib-i muhaverat ve desais-i Nasara’ya ıttıla hâsıl etmiş bir kâr-dan-ı dakikaşinâs
(görüşmelerde bulunmayı ve Hristiyanların çeşitli oyunlarını iyi öğrenmiş, iş bilir,
anlaşılması zor olan konuları anlayacak yetenekte) mutesebata sahip olmasıdır (Altınay,
2011: 15).
Mehmed Efendi, Fransa’ya doğru denizyolu ile hareket ederek, gidiş güzergâhı
üzerinde bulunan Malta Adası’nda bir müddet ikamet eder. Malta’da 2000 Müslüman esirin
olduğunu görür. Elçinin Malta’da olduğunu öğrenen esirler, içine bulunduğu gemiye
yaklaşarak ondan kendilerini kurtarmalarını isterler. Elçi; “Külli mümin ihvanetün (Bütün
Müminler kardeştir)” ayetini zikrederek Malta’da bulunan esirlerle ilgilenir. Lakin elçinin
tüm esirleri kurtarmaya gücü yetmeyeceği için Malta Adası’nın Grand-Maître’ne haber
gönderir ve yüksek bir meblağ karşılılığında önce iki, daha sonra ise dört Müslüman esirin
bedellerini ödeyerek kendilerine özgürlüklerini bağışlar (Uçman, 2013; 37-38). Elçinin bu
uygulaması Osmanlı Devleti’nin Müslümanların koruyucusu olduğu iddiasının bir kanıtı
olarak görülebilir.
Mehmed Efendi daha sonra Toulon Limanı’na gelir. Fransa’ya geldiği zaman dilimi
içinde Fransa’da Şubat 1721’de veba salgını daha da kötüleşir ve tüm Provence bölgesine
yayılan veba Toulon’u çok kötü bir şekilde etkilenirr (Guarisco, 2017: 29).
Çelebi Mehmet Efendi’nin içinde bulunduğu gemiye, Osmanlı elçisinin olduğunu
belli etmek için kırmızı bir bayrak asılır ve gemiden şehri selamlamak için 11-12 adet
(Sefâretnâme-i Yirmisekiz Çelebi nu: 03231, 1a; Akyavaş, 1993: 3) top atışı gerçekleştirilir.
Toulon Kalesi’nden bu atışlara karşılık olarak 300 pare top atışı ile elçinin gemisi selamlanır.
Limana inen Mehmed Efendi’yi bölgenin liman idarecisi52 bizzat gelir ve saygıyla “hoş
geldiniz” diyerek karşılar (Fransa Sefâretnâmesi, nu. 01733: 2a). Bu durum, Fransa’nın
Osmanlı elçisine verdiği önemin bir göstergesidir.
52 Elçinin Liman İdarecisi diyerek geçiştirdiği kişi Donanma Müsteşarı Hocquart’tur. Elçinin idarî olarak
Fransa’daki kişilerin konumunu tam olarak bilmediği görülür. Çünkü Hocquart, donanma ile ilgilenmek ve
halkın idarî işlerini yapmak üzere atanmış bir bürokrattır (Guarisco, 2017: 26).
83
Mehmed Efendi, veba salgını münasebetiyle kendisine iletilmiş olunan kara yoluyla
götürülmemesi önerisini Fransızların bir oyunu olarak değerlendirmiş olsa da Fransız
büroktarlar aynı düşüncede olmayıp, salgından korunmak amacıyla Paris’e, su kanalı ve
deniz yoluyla gitmenin uygun olacağı şeklinde bir izahatta bulunur. Onun elçi olarak
bulunduğu 1720-1722 tarihleri arasında özellikle Marsilya, Languedoc gibi şehirlerin
hıyarcıklı veba salgınının yayıldığı ve bu bölgelerde vebanın kontrol altına alınmaya
çalışıldığı göz önünde tutmak doğru olur (Ermus, 2022: 214). Çünkü o, kontrollü bir şekilde
gezdirilir ve ziyaretlerde bulunur. Elçinin sağlığı dikkate alınarak yapılmış bu gezilerin Paris
dışındaki saray ve bahçelere yapılmasının en önemli nedeni hıyarcıklı veba salgınıdır. Bir
ülke kendi toprağına gelmiş bir yabancı elçiyi tabutla ülkesine göndermeyi asla göze alamaz.
Hatta Marsilya’daki salgın o kadar çetrefilli bir hal almıştı ki Fransa Dışişleri Bakanı Abbé
Dubois, Bonnac’a bir mektup Çelebi Mehmed Efendi Krallığa doğru yola çıkar.
Guasrisco’ya göre: Babıali’de elçi göndermek hissi o kadar güçlüydü ki bunu reddetmek
nezaketsizlik ve uygunsuz görünecekti.” denilerek elçinin gelmesi kabul edilir (Guarisco,
2017: 23).
Mehmed Efendi, Frontignan’da Fransa kralının kendisini karşılamakla
görevlendirdiği “beyzade” ile görüşür. Beyzade, elçinin Fransa’da bulunmasından dolayı
kralın memnuniyetini ilettir, daha sonra bu elçiliğin iki ülke arasındaki dostluk ve yakınlığı
kuvvetlendireceğinden bahdederek; “Devlet-i Aliyye’de olan rağbet, itibar ve
alicenablığınızın diğer elçilerden ziyade olduğu malumdur. Namınız bütün Avrupa’da böyle
yayılmıştır.” şeklinde bir konuşma yapar. Beyzadenin ruh okşayıcı bu güzel sözleri, geçilen
yerlerdeki hoş karşılama onun Fransa’ya ilişkin algısının şekillenmesinde etkili olduğu
görülür (Sefâretnâme-i Fransa, 1283: 6).
Şu hususu da belirtmek gerekir ki Fransa kralı bir ay önceden elçinin Fransa’ya
gelişinden itibaren kendisine “merâsim-i tâ’zim ve tekrîmde ihtimâm eyleyesin” diye elçinin
geçeceği güzergâhtaki yerlere emirler gönderilir. Bu emirler, elçinin Fransa içinde herhangi
bir sorunla karşılaşmadan yol almasını sağlar ve bu da muhtemel ki elçimizin kaleme aldığı
sefâretnâmesini olumlu yönde etkiler (Sefâretnâme-i Fransa, 1283: 6).
Mehmed Efendi, Paris’e giderken geçtiği yerlerdeki yerel yöneticilerin adlarından
bahsetmez53 (Uçman, 2017: 159,161,163). O, Tolouse’a ulaştığında burada Longuedoc
53 Elçi görüştüğü bürokratları rütbeleri ile ve makamları ile ifade ederek geçiştirir: “Sette Kalesi’ne
gidildiğinde: “Derakap ol kal’anın intendant’ı kurub-ı sefineye gelüb…” (Uçman 2017: 159); “… Tayin olunan
beğzade henüz yanımıza gelmeyüb…” (Uçman, 2017: 161); “… der-akab kala zabiti ve ‘ayan-ı vilayet ve
konsollar…” (Uçman, 2017: 163). Elçinin karşılaştığı yöneticilerin ismini vermemesi ya isimlerin yabancı
olmasından ya da önemsememesinden kaynaklanır.
84
Eyaleti’nin parlamentosu olduğundan bahseder. Ancak parlamento hakkında bir bilgi
vermez; “reislerine prezidan derler” şeklinde parlamento başkanından ve Tolouse’daki bu
bürokratın rütbesinin büyük olduğundan ve başkanın kendisini ziyarete gelmediğinden
bahseder (Akyavaş, 1993: 10).
Mehmed Efendi, sefâretnâmesinde dikkati çeken Bordeaux’daki kalede geçen
hususu şu şekilde anlatılır; kendisine kalenin güzelliğinden bahisle ziyaretinin önemli
olacağı üzerinde durulur, mareşal hayatında hiç Osmanlı da görmediği için Mehmed
Efendi’nin şehre geri dönme talebi nazik bir şekilde; “Bu kal’anın güzel odası vardır, görmez
misiniz? Maraşal gelmiştir, size muntazırdır!” denilerek reddedilir ve protokol gereği üstte
bulunan Bordeaux Eyâleti Valisi Mareşal Dük de Berwick54 ile görüştürülmesi temin edilir.
Zira valinin elçiyle görüşme talebinin reddedilme olasılığı bulunmaktadır. Elçi, sonra
kaleme aldığı sefâretnâmede bunun, amacın hâsıl olması için bir tertip olduğu
düşüncesindedir (Sefâretnâme-i Yirmisekiz Çelebi, nu 03231: 4b). Bu hususa benzer
hiyerarşiyi öne alan tutum ve uygulamalara diğer farklı sefâretnâmelerde de rastlandığı
görülmektedir.
Sonrası Poitires şehrine ulaşan Mehmed Efendi’yi kralın şahsî ser-âhuru yani
kaftancıbaşısı ve yüksek rütbeli görevliler karşılar. Elçiye göre bu görevlilerin rütbesi
kendisine tahsis edilen mihmandarından da yüksek olduğunu belirtir. (Uçman 2017: 175).
Burada Mehmed Efendi’nin kral ile buluşacağı esnada ne giyeceği konusu görüşülür ve ona
göre bir takım protokol hazırlıkları yapılır55 (Uçman, 2017: 177).
Paris’e ulaşan elçi, şehirin girişinde mutad görevlendirilen entrodüktör56 adlı memur
tarafından karşılanır. Entrodüktör, Çelebi Mehmed Efendi’ye: “…Bu âna kadar gelen
elçilere mareşal ve prens tayin olunduğu yoktur, lâkin padişahımız size ziyade muhabbet
ettiğinden mümkün olan her türlü hürmeti göstermek isterler diye bol bol komplementeler
eyledi.” (Akyavaş, 1993:20) şeklindeki ifadesiyle Fransa’da ağırlanan diğer elçilik
heyetlerine gösterilmeyen ihtimamın Mehmed Efendi’ye gösterildiğini söyler ve onu
onurlandırır.
Bu sırada Fransa’nın Osmanlı nezdinde elçisi olan Bonnac’ın “kadın annesi”
Mehmed Efendi’nin yanına gelir, kralın karşısına çıktığında kendisine samur kürk
54“Bordeaux eyâletinin vâlisi vefât eden Yakamos (Jacques II) nâm İngiltere kralının veled-i zinası imiş ve
mareşal rütbesi verilmiş. İsmine Mareşal Dük de Berwick derlermiş” (Uçman, 2017: 167).
55 Beğzade dahi bize takrîr ve beyân eyledi ve “sizin içün, kralla buluştukta, ilbâs etmek için kürk hazır etmişler,
lakin kakum tahrîr olunmakla, semmûra muhtaçtır, kakum olmazdır, diye cevap verdim!” dedi (Uçman, 2017:
177).
56Bu entrodüktör, Fransa’ya gelen elçilerin karşılanması ve kralın huzuruna çıkarılması ile ilgili bir protokol
görevlisi olarak tanımlanmaktadır. Osmanlı’da teşrifatçıya denk gelmektedir.
85
giydirilmesi protokolü ile ilgili birtakım sözlerde bulunur. Aslında protokolde mevcut olan
kralın karşısında samur kürk değil kaftan giydirilmesidir. Bu durum, Mehmed Efendi
tarafından “hile ve oyun” olarak değerlendirir ve bu duruma sinirlenir (Uçman, 2017:181).
Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris şehrine girişi için şaşalı bir alayla olur. Bu alay için
Fransa Kralı XV. Louis kendi aracını elçiye gönderir. Alay için görevlendirilen Mareşal
Prince’nin yaşlığı dolayısı kendisi bu törene katılmaz yerine Mareşal d’Estrées elçiye eşlik
eder. İdarî anlamda elçi, ülkesinin dönemindeki kudreti ölçüsünde farklı karşılanır (Uçman,
2017: 59-60). Bundan ayrı olarak Fransızların Mehmed Efendi’ye ayrı bir protokol
uyguladığı görülmektedir (Uçman, 2017: 63)57.
Törende kraliyet ailesi mensupları, saray görevlileri ve soylular da hazır bulunur.
Elçi’yi etkilemek için sarayda herkes mücevherli kıyafetler giyer ve bu manzara da elçiyi
etkiler. Kral XV. Louis, Osmanlı elçisini ayakta karışlar ve Mehmed Efendi tarafından
Sultan III. Ahmed’in mektubu sunulur. Törenin icra edildiği salonda kral naibi ve soylu
prensler durur bir şekilde resmî tören vaziyeti alındığını söyler (Veinstein, 2002: 83-84).
Elçi, sefâretnâmesinde Fransa’nın yönetim tarzına dair bilgiler de verir. Buna göre
kral naibinin kendisine ait bir teşrifatçısı ve divanı olduğundan bahseder ve Sadrazam Damat
İbrahim Paşa’nın mektubunu da burada kendisine iletir (Uçman, 2017: 71). Fransa’da farklı
vezirler bulunduğu ve bu vezirlere ministeri ismi verildiği yazılır. Bu devlet adamları
mareşallerden ve dükalardan rütbe olarak düşük makama sahip ve her birinin farklı görevleri
olup, hiç birisi birbirlerinin işine karışmayarak müstakil bir şekilde çalışmaktadır (Akyavaş,
1993:24).
Fransız idarî yapısı gereği Sadrazam Damat İbrahim Paşa, ayrıca Donanma
Kumandanı Mösyö Le Comte de Toulouse’a ve kralın lalası olan Mareşal Villeroi’ye de
birer mektup gönderir. Çelebi Mehmed Efendi, Fransa’da bulunan görevlerin karşılığı olarak
Osmanlı bürokrasisindeki karşılıkları kullanır. Anlamlandırmada bu tür bir eşleştirme, ancak
Fransız bürokrasisinin Osmanlı bürokrasisi içerisinde yapılabildiğini göstermektedir.
Donanma Kumandanı Mösyö Le Comte de Toulouse, Paris’e gelince Elçi,
sadrazamın mektubunu sunmak için Toulouse’u ziyaret eder. Daha sonra da Toulouse iadei
ziyarette bulunur. Bu ziyaretler sırasında Mehmed Efendi, teşrifatçı ya da entrodüktörlük
makamına ilişkin; elçileri, kralla buluşturucu kimselere entrodüktör denildiğini; bunların iki
57 Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin bu farklı muameleye ilişkin sefâretnâmede dile getirdikleri şunlar
olur: “Cuma günü kralımız sizi bekliyor, inşallah gidersiniz. İkram olsun diye sizin için Prens Lambesc’i
görevlendirmişlerdir. Onunla geliriz ve yine eskisi gibi beraberce gideriz. Şu güne kadar buraya gelen elçilerin
hiç birisinin hizmetine mareşal veya prens verilmemiştir kralımızın size karşı sevgisi fazla olduğunda, bunu
açıkça göstermek istiyor!” (Uçman, 2017: 63).
86
kişi olup birinin büyük, diğerinin küçük olduğunu söylediğini ifade etmektedir (Uçman,
2017: 77).
Mehmed Efendi, sefâretnâmesinde kendisinin sürekli bir yerlere davet
edilmesinden pek de memnun olmadığını anlaşılır. Örneğin kralın av partisi için kendisinin
de davet edilmesi için: “Biz dahi bir âlemdir deyü gidecek olduk.” şeklinde ifade eder
(Akyavaş, 1993: 25; Uçman 2017: 193)58. Burada Fransızların bu tür etkinlikleri Elçi’yi veba
salgınından korumak adına halktan uzak tutukları anlaşılmaktadır. Buradan hareketle,
muhtelif yazarların Mehmed Efendi’nin Paris sefâreti sırasındaki bu gezilerini bir turistik
gezi olarak anladıkları görülür. (Rustenholz, 2012: http://www.alainrustenholz.
net/2012/05/croisez-vos-chemins.html (Erişim Tarihi: 07.12.2023).
Çelebi Mehmed Efendi, Fransa’dan ayrılacağı zaman Fransız bürokratlarına birtakım
iade-i ziyaretlerde bulunur. Lakin bu görüşmelerde Fransa’nın elçilerle ilgili bakanı olan
d’Etat ile tatsız bir hadise gelişir. Bu hadise şu şekildedir; Bakan d’Etat, elçiyi ikametgâhında
ziyarete geleceğine dair bir haber göndermesine karşın, daha sonra fikir değiştirerek bu
ziyareti gerçekleştirmez. Bunun neticesinde Mehmed Efendi, tercümanına bu olayın
nedenini sorar ve tercüman da: “Kendisi vezirlik iddiasındadır; herhalde onun için böyle
davranıyor. Sizin vezirleriniz elçinin yanına gitmezmiş; o da bunun için yanınıza gelmek
istemiyor” şeklinde cevap verir. O, özellikle Fransız bakanın kendisini Osmanlı vezirleri ile
karşılaştırması konusuna hiddetlenir. Zira d’Etat; Avusturya, İngiltere ve Hollanda elçilerini
ikametâhlarında ziyarete giderken, ancak Osmanlı elçisinin ikametgâhına gitmekten imtina
eder.
Mehmed Efendi’nin Fransız bakanın Osmanlı vezirlerini taklit etmesine ilişkin o
anda verdiği cevap, elçinin Avrupa’yı idarî ve diplomatik olarak değerlendirmesi açısından
önemlidir. O, kendisini Osmanlı vezirlerine benzeten d’Etat’nın sadece elçilerin ayağına
gitmeyerek Osmanlı vezirlerine benzeyemeyeceğini; benzemesi için öncelikle Osmanlı
vezirlerinin ülkelerine gelen fevkalade elçilere davrandığı gibi davranması gerektiğine dair
sert ifadeler kullanır (Uçman, 2017: 122-123). Mehmed Efendi’nin bu ifadeleri, her ne kadar
gördüğü ilgi ve iltifattan etkilense de ülkesinin gururunun ayaklar altına alınmasına rızasının
olmadığına işaret etmektedir.
Çelebi Mehmed Efendi, Fransa’da bulunduğu zaman dilimi içerisinde Osmanlı
Devleti’ni temsiline binaen kendisine yapılan muameleden memnun olsa da şunları dile
getirerek: “Fransa topraklarından şimdiye kadar devlet büyüklerinden hiç kimse ne bir sepet
58 Gillies Veinstein, âlem kelimesi yerine direk olarak eğlence kelimesini kullanır (Veinstein 2002: 88).
87
meyve veya bir vazo çiçek ile gelip hatırımızı sormadı. Ayrıca halktan herhangi bir kimseden
de küçük bir hediye almış değiliz, fakat ikram konusunda çok cömert davandılar.” (Uçman,
2017: 122) ifadesi kendisinin beklentilerinin tam olarak karşılanmadığını ortaya
koymaktadır. Çünkü kendisi ziyaretine gittiği kişilere kokular, makrameler vb. değerli
hediyeler takdim eder.
Mehmed Efendi, Fransa’da bahçeleri, ameliyathâneleri, botanik bahçelerini,
tiyatroları vb. yerleri gezerken Fransa’da gördüklerini hayretle anlatır. Lakin iş Müslüman
esirler meselesine gelince Fransa ile ilgili olumlu algısını değiştirerek, Fransız devlet
adamlarının sürekli yalan söylediklerinden bahseder. Çünkü o, Müslümanların hamisi olarak
Fransızların elindeki Müslümanları kurtarmak istemekte ve bunun için de gerçekten büyük
bir gayret göstermekteydi. Lakin Fransız devlet adamları ona, ülkedeki veba salgınını bahâne
ederek Müslüman esirler konusunda yardımcı olamayacaklarını ifade ederler (Uçman, 2017:
123-127). Elçinin Müslüman esirler hususunda Fransız makamlarına olan sert ve
güvenilmez tavrı sefâretnâmede açık ve uzun bir şekilde ortaya konulur (Uçman, 2017: 233-
237).
Yukarıda da ifade edildiği gibi Osmanlı elçisi, Fransa tarafından fevkalade elçi olarak
mevcut protokolün de üzerinde bir karışılama, saygı ve hatta üst seviyede ilgi ile karşılandığı
görülür. Bu ilgi ve memnun edici uygulanan protokoldan hoşlandığı sefâretnâmesine yansır.
Elçi İbrahim Müteferrika, I. Mahmud Devrinde Lehistan’a 1736-1737 tarihleri
arasında fevkalade elçi olarak gönderilir. Elçinin bu göreve seçilmesinin nedeni, Lâtince
bilmesi ve Erdel Kralı Rakoçi’nin uzun süre yanında hizmet etmesi olarak açıklanabilir
(Afyoncu-Önal, 2016: 108; Sabev, 2024: 96-98).
İbrahim Müteferrika, Lehistan’ın Başhatmanı59 Voyvoda Kiyavski ile görüşmek
üzere 1736 senesinin Aralık ayında yola çıkar. O ve elçilik heyeti zor kış şartlarında geldiği
Nimerova Kalesi’nde başhatmanı yerinde bulamaz. O sırada Winnica kasabasında bulunan
başhatman, elçi ve heyetinin adı geçen kalede ağırlanması ve misafir edilmesi için emirler
verir ve daha sonra elçiyi karşılamak için 40-50 kişilik bir karşılama heyeti görevlendirir
(Afyoncu-Önal, 2016: 121).
İbrahim Müteferrika, kaledeki diğer mülkî ve askerî erkan tarafından hoş geldin
yemeğine davet edilir. Ancak, o, başhatman olmaksızın bu davete icabetin doğru
59 Sadr-ı Esbak Kâmil Paşa, “Kazaklar üç kabileye münkasım olup her birine reis-i Hetman tesmiye olunur”
demek sureti Hatman rütbesinin kazaklara ait olduğundan bahseder (Sadr-ı Esbah Kamil Paşa, 1325-II: 105).
88
olmayacağını ifade eder, davetlerini kibarca reddeder ancak, daha sonra yanlış
anlaşılabileceğini düşünerek sözü geçen davete katılır.
Lehli bürokratlar tarafından Potocki sokaklarında İbrahim Müteferrika’nın
muhafazası için askerler tahsis edilir. O, bu durumdan rahatsız olur. Çünkü ona güvenlik
olarak verilen muhafızlar, kendisini sokakta yalnız bırakmazlar. Elçi, bu durumu yetkililere
bildirip askerlerin kendisini takip etmesine gerek olmadığını ifade etse de güvenlik nedeni
ile bu talep reddedilir. O, askerlerin gözetiminden kendisini bir an için kurtarıp mahalle
aralarında dolaşırken Türkçe bilen bir Yahudi, elçinin yanına gelerek Lehistan ve Lehlerin
Osmanlıya yönelik sempatilerini Ruslara ilişkin ise memnuniyetsizliklerinin dile
getirildiğine dair bilgiler verir (Afyoncu-Önal, 2016: 110).
İbrahim Müteferrika daha sonra başhatman ile görüşmek üzere Zaloşça Kasabası’na
hareket eder, burada birkaç kişi ile karşılanır ve görüşmenin yapılacağı konağa gelir.
Başhatman’ın emriyle onla ilgilenilmesi için yançar ve komisar rütbesi ile iki görevli tahsis
edilir. Daha sonra kendisine tahsis edilen süslü bir kızak ve görevliler ile bahşatmanın
konağının önüne gelir. Elçi ve başhatman arasındaki görüşmelerin ilk günü karşılıklı evrak
işleri ile geçer. Ertesi gün ise elçi nâmına bir ziyafet verilir. Burada başhatman tarafından
Osmanlı elçisi olmasından dolayı kendisine altı atın çektiği bir hintov yani araba tahsis edilir.
Elçiyi karşılamak üzere sarayda bulunan askerlere ve karşılama heyetine tarz-ı Osmaniyan
(Osmanlı tarzı) kıyafetlerin giydirilirmesi, elçinin sarayın merdivenlerinde karşılanması,
Lehlerin Osmanlı elçisine gösterdikleri önemin bir işareti idi (Afyoncu-Önal, 2016: 123-
125).
Elçi, kendisine verilen yemekten önce İslam âdetleri gereği “hamr” yani içkinin
yasak olduğunu ve kendisine içki ikram edilmemesi konusunda uyarılarda bulunur. Elçiye
yemek esnasında içki ikram edilmese de başhatman önce İslam Sultanı I. Mahmud’a ve
ardından aynı şekilde Sadrazam Silahdar Damat Dimetokalı Mehmed Paşa için eline büyük
bir içki kadehi kaldırarak dua eder. Elçi İbrahim Müteferrika, Lehistan’ın idarî yapısı
hakkında pek bilgi vermese de Lehistan başhatmanının misafirlerine karşı gösterdiği
protokol ve onurlarına verdiği yemekteki âdetler hakkında bilgiler verir (Afyoncu-Önal,
2016: 123-126).
Avrupa’ya gönderilen bir başka elçi ise 1732-1733 tarihleri arasında İsveç’e
görevlendirilen Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi’dir. O ve heyeti olumsuz kış şartları
altında Hotin’e ulaşır. Burada Elçi yi Hotin şehir muhafızı olan İlyas Paşa ile kapı halkı,
kethüdası ve mehterhânesiyle birlikte 300 kişilik bir heyet karşılar. Mehmed Said Efendi ve
89
heyeti bu şehirde top atışları ile karşılanır ve Lehistan tarafına geçmeleri için izin
çıkarıldıktan sonra her iki taraftanda katılan büyük bir heyet ile Lehistan tarafına geçer. Elçi
ve heyeti İtrobanca’dan Varşova’ya geldiklerinde “Nal Kıran” lakabıyla meşhur Leh Kralı
II. August öldüğü haberi alırlar. Leh Kralı II. August’un yerine vekil olarak “Peri” adlı
bürokrata vefat eden kral adına yazılmış olan mektupları teslim edilir (Yanko İskender Hoçi,
1329: 661-662).
Elçi ve heyeti, Varşova’dan Gdans Kalesine giderler, sonrasında deniz yolu ile
gittikleri Gotlant Adası’nda konaklardıktan sonra Landsort Boğazı’ndan geçerek
Stockholm’e ulaşırlar ve İsveç Kralı I. Frederick’in gönderdiği hintovlar ile bir alay halinde
kendilerine ikamet için ayrılan konutlarına giderler. Burada Mehmed Said Efendi ve heyetini
bekleyen ahali, kendi lisanlarınca; “Allah ü Telala Âl-i Osman Padişahına ömür versin”
diyerek hep bir ağızdan tezahürat yaparlar. Elçinin gelişi, Stockholm şehirinde 60 kadar top
atışı ve trampetler çalınarak kutlanır.
Mehmed Said Efendi, İsveç’te sıcak bir şekilde karşılanır. Bu sıcak karşılamanın
nedeni ise Osmanlı Devleti’nin zamanında 1709-1714 yılları arasında İsveç Kralı XII.
Charles’a yapmış olduğu yardım ve hamiliktir (Yanko İskender Hoçi, 1329: 666). Mehmed
Said Efendi’nin kendisine tahsis edilen konutuna yerleşmesinden sonra, Kral Yaveri Mareşal
Delafor gelerek Kral I. Frederick ve Kraliçe II. Margrethe’in elçiyi yemeğe davet ettiğini
bildirir. Bu yemekteki en önemli husus Kralı I. Frederick’in: “Biliriz ehl-i İslam bizim
taamımızı yemezler. Lakin biz bu taamı mahsus cedid kaplar tedarik edip ihtimam eyledik”
şeklindeki sözleri ve elçinin Müslüman olmasından ötürü yemeklerin özenle
hazırlanmasındaki dikkattidir. Lakin Mehmed Said Efendi, yine de tedbirli davranarak
yemeklere dokunmaz ve birkaç parça şekerleme yani tatlı yetinir. Yemek esnasında daha
önce hiçbir elçiye gösterilmeyen bir protokol uygulanır ve elçi kralın bizzat yanına
oturtulduğu görülür (BOA, TS.MA.e. 450/21). Bu da elçinin üzerine aldığı vazifede İslam
geleneklerine bağlılık algısını ortaya koyduğunu gösterir.
Mehmed Said Efendi’yi İsveç Kralı I. Frederick ile görüşmesine giderken kendisine
bir kethüda nezaret eder. Kral I. Frederick, büyük bir aynanın karşısında elinde ayakta
durmuş vaziyette bir elinde küçük mücevherli bir asa ve bir elinde şapkası olduğu halde
elçiyi tebessümle karşılar ve kendisine birkaç adım atarak samimiyetini gösterir (BOA,
TS.MA.e. 450/21). Bu durumda Avrupa ülkesindeki elçi karşılama ve protokol usûlü farklı
olup sade ve gösterişsiz idi.
90
Mehmed Said Efendi’nin sefâretinde İsveç’in idarî olarak dikkat çeken konu, elçinin
payitahta götürmek üzere yazılan cevabî mektubu almak için gittiğinde; kendisine cevap
vermeye başvekilin yetkili olmadığını öğrenmesidir. Sefâretnâmede, Mehmed Said
Efendi’ye verilecek cevap için bir cumhur meclisinin toplanması gereğinden bahsedilir ve
elçi bir süre sonra adı geçen meclise çağırılır. Burada başvekil ve altı kişiden oluşan bir
cumhur meclisi ile müzakere eder. Burada dikkat çeken husus; halkın da başvekil ile ülke
işlerinde yetkili olmasıdır. Bu meclis üyelerin seçim yöntemiyle mi yoksa atama ile mi
belirlendiği hususu sefâretnâmede yer almaz. Lakin sefâretnâmede ülke bütçesinin yılda bir
kez cemiyet-i kübra toplanması ile “irâd ve mesârifinin muhâsebesi (gelir ve masrafların
hesaplanması)” halkın da içinde bulunduğu bir büyük meclis tarafından hazırlandığı ifade
edilir. Lakin bu yıllık bütçe hazırlığı konusu Elçi Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi’nin
pek de ilgisini çekmez ve bu bütçe hususunu ayrıntılı bir şekilde anlatmaz (BOA, TS.MA.e.
450/21).
Burada ayrıca cumhur yönetimi yani halkın kral yanında yönetime katılması konusu
da elçinin ilgisini çekmediği görülür. Halkın devlet yönetiminde yer alması uygulaması
hakkında da bir yorumda bulunmaz. Bunun nedeni olarak Osmanlı Devleti’ndeki monarşi
algısının halkın da devlet yönetimine katılması fikrini bastırması gösterilebilir.
Elçinin İsveç algısı oldukça olumlu olup, her ne kadar İsveç’e gitme nedeni olan
“masraflar” meselesi çözülmese de elçi, İsveç’ten olumsuz bir ifade bahsetmez. Onun,
ülkede gördüğü itibarda İsveç kralının ve yöneticilerinin Osmanlı Devleti’nin yardımını
unutmadığının etkisi açıkça görür.
Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi’nin ikinci elçilği ise Sultan I. Mahmud’un
Fransa Kralı XV. Louis’e bir jest yapmak için, 1741-1742 tarihleri arasında Fransa’ya elçi
olarak göndermesi ile başlar (Afyoncu, 2003:524). Bu görev için elçi seçiminde etkili olan
faktörler ise onun: “devlet sırlarını korumakta güvenilir olması, padişahın hizmetinde
göstermiş olduğu beceri ve son olarak da kendisinin yeterlilik, uyanıklık, bağlılık ve
sağlamlığı” ile ilgili özellikleridir (Altınay, 2011: 30). Elçinin Fransa’ya babası ile
geldiğinde babasının saçlarını okşadığı küçük bir çocuk olan XV. Louis, artık 32 yaşında
yetişkin bir kişidir (Altınay, 2011:33).
Mehmed Said Efendi Paris’e girişinde Mareşal Noailles, yanında mihmandar olarak
bulunur ve babası Çelebi Mehmed Efendi kadar gösterişli karşılanır. Sultan I. Mahmud’un
Kral XV. Louis’e gönderdiği hediyeler elçilik kafilesinde dikkat çeker. Hediyeler arasında
sırma eyerli bir at, iki katıra yüklenmiş değerli silahlar, sekiz atla çekilen sırmalı ve renkli
91
bir çadır vardır. Elçi, Fransa kralı ve bakanları tarafından Versailles Sarayı’nda kabul edilir.
Paris’e ikinci kez gelmenin avantajı onun algısını etkilemiştir. İlk gelişinde edindiği dostlar
ile görüşmüş ve daha etkin bir şekilde devletini temsil etmiştir (Altınay, 2011: 36-37).
Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi60 I. Mahmud’un cülusunu bildirmek üzere
1730 tarihinde Avusturya Kralı VI. Karl nezdine orta elçi olarak görevlendirilir. Mustafa
Efendi 62 kişilik bir heyet ile İstanbul’dan hareket eder. Onun 1730 tarihli Viyana
Sefâretnâmesi (Istılah-ı Nemçe)nin o zamana kadar kaleme alınmış sefâretnâmelerden farkı,
siyasî bilgiler içermektedir. Bu sefâretnâmenin içerdiği bilgiler bakımından daimî elçilerin
kaleme aldığı sefâretnâmeleri de etkilediği düşünülür (Ödemiş, 2013: 20).
Mustafa Efendi’nin sefâretnâmesinin ilk kısmında gidilecek devletin idarî yapısı
hakkında bilgilerdiği verdiği müşahede edilir. Onun kaleme almış olduğu Viyana
sefâretnâmesi, Avusturya tarihini tahlil eden bir metin olarak önemlidir. Bunun yanında
onun, Leiden şehri hakkında bilgi verirken burada bulunan akademiyadan, gökevi olarak
tabir olunan Planetoryum’dan bahsedişi bilgi düzeyinin oldukça ileri seviyede olduğunun
göstergesidir (Unat, 1987: 67).
Mustafa Efendi Sefâretnâmesinin derkenarında Roma İmparatorluğu’na dair lügatî
bilgi verir ve Avusturya’nın idarî yapısına vâkıf olduğunu gösterir. Çünkü elçi, Avusturya’yı
oluşturan unsurlar ve bu unsurların bağlı olduğu siyasî, içtimaî ve dinî faktörler hakkında
ayrıntılı bilgiler verir. Nemçe Devleti’nin, ülke ve para sahibi yedi Herzog ve birkaç duka
ve cumhur yani meclisli unsurlardan meydana geldiğini ve bu unsurların Kudüs-i Şerif
benzeri bir şekilde Roma’nın hizmet, muhafaza ve nezaretine tayin edildiğini belirtir (Nemçe
Sefâretnâmesi, 1191; 2b-3a).
Mustafa Efendi sefâretnâmesinde o kadar ayrıntı verir ki Avusturya’yı meydana
getiren unsurlardan Saksonya ve Brandenburg topraklarının önceden Katolik olmasına
rağmen bu bölgelerin daha sonraları Luteryan Mezhebini benimsediğini ifade eder (Nemçe
Sefâretnâmesi, 1162: 24/a; Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 2b-3a).
Elçi, Beç ile Viyana isimlerinin de kökenlerini sefâretnâmesinde verir. Beç kelimesi
Türkçe bir kelimedir ve bu lafzı Türkler kullanır. Nemçe Lisanı’nda ise bu yerin adı Veyn
olarak tabir edildiğini, Avusturyalıların ise Beç kelimesinin Türkçe olduğunu bildiklerini ve
onların Beç kelimesi yerine Viyana kelimesini kullanmayı tercih ettiklerini belitir (Nemçe
Sefâretnâmesi, 1162; 25a).
60 Tavukçubaşı Ocağı, Matbah-ı Amire’ye bağlı olarak her ay devlet ricali için satın alınan tavuklar, kazlar vs.
hayvanların miktarını, ödenen tutarı, tavukların tüketildiği mahalleleri tespit eden ocaktır Kuyucu, 2020: 50,
Dipnot, 175).
92
Mustafa Efendi’nin bu ayrıntıyı da burada belirtmesi Avusturya üzerinde ciddi bir
bilgi birikimine sahip olduğunu gösterir. Zira elçi, Avusturya-Macaristan Devleti’nin ya da
o zamanki tabir ile Nemçe’nin hem coğrafî yapısını yer adları ve idarî taksimatıyla birlikte
yazması (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 2a-vd) o dönem için entelektüel bir karakrer
olduğunu gösterir. Elçi, görev yapacağı ülkeyi iyi tanımak için gayret gösterdiği görülür.
Çünkü daha önce kaleme alınan sefâretnâmelerde bu kadar ayrıntılı bir tarihî bilginin
olmadığı anlaşılır.
Mustafa Efendi, Avusturya’nın 200 senelik kanunlarını hâlen uygulamakta
olduğunu: “Valkenburg nâm mahalde Çasar’ın ve cümle Herzoglar61 ve Dukalar hâsılı
Roma’ya tâbi olan kale ve cumhurların birer” temsilcileri “diyet divanı”62 ile karar aldığını
ifade eder (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 5b). Elçi, Avusturya Kralı V. Karl’ın, ülkesini idarî
açıdan yönetmekten başka asker ve ekonomisisi ile bir ilgisi olmadığını belirtir (Ödemiş,
2013: 22). Mustafa Efendi, elçilik sırasında Avusturya’da şahit olduğu ve görevi gereği
bulunduğu tören, yemek ya da herhangi bir süreçten söz etmez.
Mustafa Hattî Efendi, I. Mahmud döneminde Viyana’ya 1748-1749 tarihleri arasında
fevkalade elçi olarak görevledirilir63 (Savaş, 1999:10-11). Hattî Efendi’nin kaleme aldığı
Nemçe Sefâretnâmesi diğer sefâretnâmelerde olmayan bir kısmın bulunmaktadır. Bu kısım,
elçiye Nemçe elçiliğinin tebliğinden sonra İstanbul içerisindeki güzerhagâhını hakkında
bilgiler içerir (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 3b, Savaş, 1999:19). Elçi, İstanbul’dan çıkışını
sefâretnâmesinde ayrıntılı bir şekilde anlatır. Buna göre elçi Cündî Meydanı’nda olan
konağından hareketle, kendisine eşlik eden şaşalı bir elçilik alayı ile Kadırga Limanı
Meydanı’na gelir, oradan Yedikule Kapısı’ndan hareket ederek 52 gün süren yolculuğun
ardından Belgrad’a ulaşır (Mustafa Hattî Efendi 1197: 2b).
Hattî Efendi, Belgrad’a ulaştıktan sonra Belgrad muhafızı Seyyid Mehmed Paşa’dan
elçi teslim töreninin hangi gün olacağı hakkında bilgi alır. Mehmed Paşa tarafından 18 Mart
1748’de elçi değişimi yapılacağı Elçi Mustafa Hattî Efendi’ye bildirilir. Hattî Efendi ve
heyeti, Osmanlı tarafından “filika”64 ve “şayka”65 çektirilerine binerek Sava Nehri ortasında
61 Elçi Herzog (Hersek) kelimesinin karşılığı olarak; Nemçe lisasında Herçok Latin lisanında Elektör
kelimesini verir. (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 3a); Hersek kelimesinin kökü, “dük” anlamına gelen, Almanca
“herzog” kelimesine dayanmaktadır. Bu ünvan, Orta çağın derebeylik sisteminde yer alan seçkin toprak
sahiplerine verilmektedir (İbrisimovic, 2018:149-162).
62 Diyet ya da diet olarak geçen kavram yönetimde söz sahibi olan meclistir.
63 Mustafa Hattî Efendi’ye nişancılık rütbesi tevdi edilir ve seksen iki kişilik mahiyetiyle beraber Viyana’ya
elçi olarak atanır. 23 Ocak 1748 tarihinde İstanbul’dan hareket eden elçilik heyeti 17 Ocak 1749 tarihinde
İstanbul’a dönmüştür.
64 Gemilerin kürek veya yelkenle yürütülen değişik tip ve büyüklükteki sandallarına verilen isim.
65 Güvertesiz bir çeşit savaş kayığı (Stachowski, 2014: 23-26).
93
Avusturya tarafının şaykasına geçerler ve sonrasında nehirin ortasında elçi teslim-tesellüm
gerçekleştirirler, Avusturya tarafında kendisine ve heyetine tahsis edilen hintovlara binerler
ve Zemun Kalesi’ne ulaşırlar.
Zemun Kalesi’nde Hattî Efendi’yi karşılamak için, Zemun kumandanı tarafından
kalede bulunan topları birkaç kez ateşleşlenir. O, kendisine eşlik eden iki subayla 70-80
kadar yeni giyimli asker ile Viyana’ya doğru yolculuğa devam eder. Elçiye nezaret eden
subaylar, Kasarete Kalesi kapısından içeri girerken elçiyi kılıçlarını çekerek selamlamak
istemiş ancak onu karşılamak için Viyana’dan gelen başkâtip bu durumu görür ve oradaki
subayların protokol kurallarına aykırı yapılan bu harekete izin verdikleri dolayısı ile sert bir
şekilde uyarır, hatta bu subay ve askerlerinin elçiye hizmet etmelerini de yasaklar (Mustafa
Hattî Efendi, 1197: 5a-5b).
Hattî Efendi, sefâretnâmesinde Ösek Kalesinde kendisini karşılmak için General
Guadagni Aksanius Masrchese kethüdasını gönderdiğini ifade eder. Elçi, kendisini
karşılamaya gelen kethüda ve diğer görevlilere beyaz boyama kumaşlar hediye eder.
General, Ösek Kalesine ulaşan Hattî Efendi’nin bir gün istirahat etmesini rica eder ve daha
sonra kendisine, gerekli karşılama ve ikramların yapılacağına dair bir mektup gönderir
(Mustafa Hattî Efendi, 1197: 5b).
General Guadagni Aksanius Masrchese bizzat, Hattî Efendi’yi karşılamaya gelmez.
Bu durum elçide hayal kırıklığı yaratır ve generalin davetine icabet etmek istemez. Çünkü
kendisinden daha önce elçilik görevinde bulunan Elçi Canibî Ali Paşa, General Guadagni
Aksanius Masrchese tarafından bizzat karşılanmış ve bunun üzerine Canibî Ali Paşa’da bu
davetine katılmıştır66. Hattî Efendi, Osmanlı Devleti ve padişahını temsiliyetinin verdiği
yetkinlikle generale, kendisinin Osmanlı sultanı tarafından elçi olarak vazifelendirildiğini ve
kendisinin Avusturya imparatorunun misafiri olduğunu, dolayısıla General Guadagni
Aksanius Masrchese’nin kendisini ziyarete gelmesinin protokol açısından ifade eder. Lakin
General de bunun üzerine elçinin kendisini ziyaret etmesi gerekliğini, yoksa efendisinden
azar işiteceğini iletir (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 7b-8a). Yaklaşık üç gün süren bu karşılıklı
teati ve gerginlik Elçi Mustafa Hattî Efendi ile General Guadagni Aksanius Masrchese’nin
görüşmemesi ile neticelenir. Elçi Mustafa Hattî Efendi dördüncü gün Ösek’ten hareketle
Viyana’ya doğru yola çıkar (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 8a-8b). Hattî Efendi’nin buradaki
66 Avusturya Elçisi Cânibî Ali Paşa 1740-1741 senelerinde Avusturya’ya gönderilmiştir. Lâkin sefâretnâmesi
günümüze ulaşmadığı için araştırmaya dâhil edilememiştir. Ancak, Hüseyin Onur Ceylan’ın Cânibî Ali Paşa
ile ilgili Habsburg kaynaklarına dayalı olarak kaleme aldığı eserde bu durum hakkında bir bilgiye
rastlanmamıştır. Sadece Cânibî Ali Paşa’nın 29 Haziran’da Ösek’te olduğu bilgisi verilmiştir (Ercan, 2024:
161).
94
duruşu Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya karşı diplomatik olarak hâlâ güçlü ve dik
durduğunun bir göstergesidir.
Hattî Efendi, Viyana yakınlarına geldiğinde Avusturya Kral Franz Stefan’ın ve
Kraliçe Maria Theresia’nın özel olarak görevlendirdiği bürokratları protokol gereği elçiyi
Viyana’ya davet etmiş ve elçide Viyana’ya gelmiştir. O, Viyana girişinde güzel bir şekilde
karşılanır. Viyana sokaklarında halk tarafından Hattî Efendi ve heyetini görmeye ve
karşılamaya gelen kalabalıklar oluşur.
Hattî Efendi, Sultan Süleyman’ın Viyana kuşatmasında otağını kurduğu yerde yemek
yedikleri sırada Kral Franz Stefan ve Kraliçe Maria Theresia’nın tebdil-i kıyafet ile elçiyi
izlemeye geldiğini sonradan öğrendiğini yazar. Daha sonra şaşalı bir elçilik heyeti ile 13
Mayıs 1748’de Viyana’da kendileri için tahsis edilen ikamet olan Graf Detting Sarayı’na
yerleşirler. Elçinin Viyana’ya gelişi münasebetiyle, Avusturya’nın devlet işlerini yürütmekle
görevli olan memuru gelerek, o ve heyetinin Viyana’ya gelişini tebrik eder ve kralın,
Osmanlı elçisinin gelişinden duyduğu memnuniyeti bildirir (Mustafa Hattî Efendi, 1197:
12a-13b).
Mustafa Hattî Efendi, Viyana’da önce başvekil tarafından kabul edilir. Başvekil
elçiyi ayakta ve birkaç adım atarak karşılar. Başvekil hem kralın ve hem de kraliçenin vekili
olduğu için elçi, Sadrazam Seyyid Abdullah Paşa’nın mektubunu ona verir (Mustafa Hattî
Efendi, 1197: 14b).
Hattî Efendi: “Hâlâ dârü’l-memâlik-i Çasariye olan Beç’de iki devlet olmağla birkaç
gün mürurundan sonra mâh-ı Cemaziyü’l-ahirenin onuncu pençşenbe günü ibtida Çasar
tarafından davet” (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 14b-15a) demek sureti ile devletin yönetimin
kral ve kraliçe tarafından yönetildiğini vurgular (Turan, 2017: 6-7).
Kralın daveti üzerine kendisine tahsis edilen altı atın çektiği kraliyet hintovu ile
saraya giden elçi, tertibhâne denilen dinlenme odasında kısa süre misafir edildiğini sonra
kralın huzuruna çıktığını, I. Mahmud’un fermanını verdiğini, Sadrazam Abdullah Paşa’nın
da hediyesini arz ettiğini dile getirir. Ayrıca, diğer devlet adamlarına da hediyeler sunduğunu
ifade eder (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 16a-17a). Elçi kraliçe tarafından da kabul edildiğini,
11 Haziran 1748’de kral ile görüşülen odada ve ayaküzeri gerçekleştiğini ve I. Mahmud’un
ve sadrazamın kraliçeye mektuplarını ve hediyelerini takdim ettiğini söyler (Mustafa Hatti
Efendi, 1197: 17a-17b). Görülüyor ki bu durum, Osmanlı Devleti’nin diplomatik olarak
Avusturya İmparatorluğu’nun çift yönetimini tasdik etmekte ve diplomatik kurallara itina
göstermektedir.
95
Hattî Efendi, krala 12 at hediye eder ve bu atların altısını krala, ikisi başvekile ve
dördü de diğer devlet adamlarınadır. Lakin kral, bu atlarının hepsini kendisine alıkoyar. Bu
durum başvekil tarafından kendisine hediye verilmediği şeklinde algılanır ve elçiye bu
olaydan duymuş olduğu memnuniyetsizliği bildirir. Elçi, bu durumu düzeltmek için kendi
atlarından bir tanesini süsleyerek başvekile gönderir ve bu şekilde diplomatik bir sıkıntı
önlenir (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 19a). Bu şekilde onun diplomatik, pratik zekâsını belli
etmektedir.
Hattî Efendi’ye göre, Sultan I. Mahmud’un Kral Franz Stefan ve Kraliçe Maria
Theresia’ya ayrı ayrı mektuplar ve hediyeler göndermesi, Osmanlı elçisinin değerini daha
çok artırır. Kral ve kraliçe bu zarif tutumdan memnuniyetlerini göstermek için Osmanlı
elçisine ayrı bir ihtimam ve yakınlık gösterir ve: “Elçi Efendi bizim aziz misafirimizdir ve
Devlet-i Aliyyenin elçisidir ri’âyet ve ikramında olunmasın” şeklinde bürokratlarına talimat
verdiği görülür (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 19b). Bu talimattan anlaşılan, Avusturya
imparatorluğu’nun, Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurmanın kendi yararalarına olacağı
düşüncesi olur. Aynı zamanda Elçi Mustafa Hattî Efendi Kraliçe Maria Theresia’ya övgü
dolu sözlerle, devlet üzerindeki etkisinden de bahseder67 (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 25a-
25b).
Elçi Mustafa Hattî Efendi, Avusturya’dan ayrılmadan önce İstanbul’a ulaştırılmak
üzere alacağı mektuplar için Kraliçe Maria Theresia ziyaret edecektir. Elçi İstanbul’a dönüş
için Kral Franz Stefan’dan ve Kraliçe Maria Theresia’dan müsaade ister. Kral ve kraliçe,
Osmanlı elçisini kabul esnasında sultanın kendilerine hediye olarak gönderdiği mücevherleri
takarlar. Bu davranış, Elçi Mustafa Hattî Efendi tarafından onların Osmanlı padişahına olan
muhabbetinin bir göstergesi olarak algılanır (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 25b-27a).
Elçi Mustafa Hattî Efendi, başvekil ile görüşerek onun da mektubunu teslim alır. Bu
arada elçiye Avusturya imparatorluğu tarafından birtakım hediyeler sunulur. Elçi Mustafa
Hattî Efendi’ye Viyana’daki elçiliği münasebetiyle altın zincir hediye edilir ve bu altın zincir
iki adet olup, birisinin kral ve diğerinin ise kraliçe tarafından hediye edildiği kaydedilir
(Mustafa Hattî Efendi, 1197: 27b).
Ahmed Resmî Efendi 1757-1758 tarihleri arasında Yedi Yıl Savaşları esnasında
Avusturya’ya elçi olarak vazifelendirilir. Resmî Efendi Viyana’ya giden diğer elçilerin
67 Bahsedilen övgü dolu sözler şunlardır; “Kendi kavm-i beyninde akl ü dirayet ve vüfur-ı fetânet ü kıyaset ile
mevsûfe ve memduhâ olup, memleketlerinin umurlarını ve külli yevm verilen arz-ı hallerin cevabını bizzat
kendisi ru‘yet ve tahrir eylediğin nakl-i hikayet ve Avusturya hânedanından zuhur eden rical ve nisâda
nadiret’l-akran olduğu rivayet ve mefharet eder.” (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 25a-25b).
96
kullandığı güzergâhı kullanır. Avusturya tarafından özel olarak görevlendirilen bir tercüman
ve mihmandar elçiyi Belgrad’da karşılarlar. Âdet olduğu üzre Resmî Efendi’nin Sava Nehri
üzerinde değişim yapması gerekmektedir. Lakin nehrin yarı donması bu elçi değişim
protokolünü zorlaştırır. Ancak, bu mesele Sava Nehri’nden açılan bir kanal vasıtası ile
çözülürek, Resmî Efendi ve heyeti nehrin karşısına geçer ve elçilik heyetinin gelişini
kutlamak için top atışlarının yapıldığı ifade edilir. Resmî Efendi’nin elçilik heyetine ek
olarak, iki tercüman, iki mihmandar, tabip ve altı asker ile bir kapudan verildiği kaydedilir
(Ahmed Resmî Efendi, 1304: 6-7).
Resmî Efendi, Mart 1758’de Viyana şehrine iki saat uzaklıktaki İşveket (Schwechat)
kasabası’na gelir, Kral I. Franz’ın kendisine gönderdiği “hoş geldiniz” mesajını alır,
İşveket’ten hareketle Osmanlı elçisine yakışır bir alay ile Viyana’ya girişte Kral I. Franz’ın
bir temsilcisi tarafından karşılanır. Elçi, nevruz yani mart ayında Viyana’ya girer. Ancak,
Brandenburg Kralı I. Wilhelm’in Viyana’ya doğru yönelmesi nedeniyle elçi karşılama
seremonisi ileri bir tarihe ertelenir (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 9-10).
Resmî Efendi, Viyana’da diğer elçiler gibi krala ait altı atlı bir hintov arabası,
Osmanlı elçilik heyetin göstergesi olarak bir bayrak, altı tane iyi giydirilmiş atlı ve silahlı
askerle karşılanır. Elçilik heyeti, kendilerini karşılayan alayla beraber hintovlara binilerek
başvekilin ikametine geliler. Burada elçi hem binektaşında ve hem de merdiven başında
kalabalık bir büroktar grubu tarafından karşılanır ve sonrasında ise başvekilin bulunduğu
odaya alınır. Başvekil, elçiyi ayakta karşılar, oturması için hazırlanan özel sandalyeyi işaret
ederek yer gösterir. Elçilik ve dostluk üzerine konuşmalardan sonra Resmî Efendi, Sadrazam
Koca Mehmed Ragub Paşa’nın mektubunu Başvekil Kaunitz’e teslim eder ve daha sonra
Kral I. Franz’a verilecek mektubun zamanı tespit edilir (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 11).
Elçi ilk olarak Kral I. Franz tarafından kabul edilir ve aralarında mutad bir diplomatik
görüşme gerçekleşir (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 12). Ahmed Resmî Efendi’nin asıl elçilik
görevi olan III. Mustafa’nın tahta cülusunu krala bildirir ve kral, elçiye bu konudan duyduğu
memnuniyeti bildirdikten sonra tören sonlanır. O, üç gün sonra Kraliçe Elisabeth tarafından
kabul edilir ve mektubu takdim edilir. Böylece Ahmed Resmî Efendi’nin elçilik görevi sona
erer (Atsız, 1980: 22-23).
Efendi, kral ve kraliçe, başvekil ve diğer bürokratlara ziyafet verdiği yemeklerin
kendi aşçıları tarafından pişirildiğini ifade eder. Bu yemeğe dış işleri bakanları ve diğer
önemli devlet adamları katılmıştır.
97
Elçi, Avusturya’nın sürekli olarak Brandenburg üzerine asker göndermesi,
Viyana’ya bir saldırı olması ihtimaline karşı, halka yiyecek dağıtılması konusunda
tedirginlik duyar ve Viyana’da bir süre daha kalması mümkün iken isteyerek İstanbul’a
dönüş kararı alır (Atsız, 1980: 23). Ahmed Resmî Efendi’de, Mustafa Hattî Efendi’de olduğu
gibi kral, kraliçe ve başvekil tarafından birer altın zincir ve gümüş kaplama hediyeler verilir.
(Atsız, 1980: 24).
Ahmed Resmî Efendi, sefâretnâmesinde diğer sefirlerden farklı olarak vazifesinin
günlük akışa uygun olarak değil, ayrı başlıklar atında Avusturya hakkında malûmatlar verir.
Elçi, Avusturya’nın yönetim şeklinden Tafsil-i memalik-i Nemçe başlığı altında; Avusturya,
dokuz krallığa68 ve üç dukalığa ayrıldığını, bu krallıkların ve dukalıkların yönetiminde
olanlar bu haklarını doğuştan kazandıkları için bir atama ya da görevden alınmanın söz
konusu olmadığını belirtir. O, elektör kelimesini, dokuz kral, söz sahibi ileri
gelenler”şeklinde tanımlar (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 19-20)69. Elçi, yedinci krallık olan
Prusya eyaletinden bahsederken, Grandebor’un70 imparatorluk sevdası ile Maria Theresia ile
evlenmek aruzunda olduğunu ancak, kendisinin Luterian olması dolayısı ile kral tarafından
reddedildiğini ifade eder.
Elçi, kişisel gözleminde; Avusturya Kraliçesi Maria Theresia’nın savaş ve düşmanlık
yanlısı bir kişi olmadığını, eşiyle birlikte rahat bir hayat sürmek, gece gündüz bolluk içinde
yaşamak ve evlatlarının ellerinde bulunan ülkelere hiçbir güçlük çekmeden ortak kalmak
istediği gibi kişisel özelliklerine temas eder (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 26-27). Resmî
Efendi, Avusturya’yı kendi ülkesiyle de kıyaslar ve ülkesini Avusturya imparatorluğundan
iyi bulur. Çünkü ona göre Avusturya, ekonomik olarak göründüğü gibi olmayıp, zayıftır.
(Ahmed Resmî Efendi, 1304: 30-31). O, sözü edilen bilgilerin kendisine sağlanan diplomatik
kolaylıkla elde ettiğine dikkat çeker ve bu yönüyle diğer elçilerden farklılık gösterir (Atsız,
1980: 28).
Ahmed Resmî Efendi’nin ikinci sefâreti 1763-1764 tarihleri arasında Prusya
krallığınadır. Resmî Efendi, Prusya Sefâretnâmesinde diğer elçilerden farklı olarak, Topkapı
68 Dokuz krallığın üçü Renu eyaleti dâhilinde Magonca ve Kolonya Tersi sancakları olub papaslığa mevsum
olan elektör-ı evvel ve sani ve salis hükmündedir. Dördüncü Çeh eyaleti olub elektör-i rab’i namıyla hala Roma
İmparotoriçesi ve Aguşturya Dukası ve Macar Kraliçesi olan Mariye Tereze (Maria Theresia) tasarrufundadır.
Beşincisi Bavyera eyaleti olub elektör-i hâmis tasarrufundadır. Altıncısı Saksonya eyaleti olub hala Leh krallığı
ile elektör-i sadisdir. Yedinci Prusya kralına mahsustur. Sekizinci Balatinat Sancağıdır. Dokuzuncu ise Hanovri
(Hannover) eyaletidir (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 24-30).
69 Bu tanımı yukarıda Tavukçubaşı Mustafa Efendi farklı bir şekilde ifade eder. Elçi, Herzog (Hersek)
kelimesinin karşılığı olarak; Nemçe lisasında Herçok Latin lisanında da Elektör kelimesini verir (Nemçe
Sefâretnâmesi, 1191; 3a).
70 Bu kral ise II. Friedrich Wilhelm’dir (Atsız, 1980: 30).
98
Sarayı’nda elçilik görevinin tebliğ edildiği esnasında elçilik alameti olarak: “sırma-i ni‘âl
yumn-i iştimale dide-i münevver” verildiğini kaydeder (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 39a:
Atsız, 1980: 40). Burada iki anlam çıkarmak mümkündür; ilki elçilere, elçilik alameti olarak
bir sırma şeritli ayakkabı verildiği, ikincisi, kendisine verilen elçilik görevinin önemini
belirtmek için teşbih yapmasıdır. Ancak, burada Osmanlı Devleti’nin harice karşı debdebe
ve gösteriş yer vermesi elçiye alamet olarak sırma şeritli bir ayakkabı verildiği fikrini ön
plana çıkardığıda unutulmamalıdır.
Resmî Efendi, Prusya’nın dokuz krallıktan Brandeburk’un elektörü ve Rusya ve
Lehistan ile sınır olduğu bilgisini verir. O, Prusya-Avusturya savaşında Rusya ve Fransa’nın
Avusturya’ya verdiği desteği ifade ettikten sonra, Prusya Kralı II. Friedrich hakkında
bulunduğu değerlendirme: “Kral Frederikos savaş meydanında akranları arasında gösterdiği
sebat ve karar ile tanınmıştı.” şeklinde idi. Elçi tarafından Prusya için belirtilen bu müspet
yaklaşım, aslında Osmanlı Devleti’nin, Prusya yanında yer almasını da getirdiği bir anlayışın
neticesi idi (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 38a-38b; Atsız, 1980: 39-40).
Resmî Efendi Prusya’nın, Lehistan, Danimarka, Felemenk ve İngiltere gibi Osmanlı
Devleti ile de bir anlaşma yapmak istediği ifade ederek: “Bu devletlerin anlaşmalardan elde
ettikleri şeref ve şöhrete imrenip” Prusya’nın Osmanlı Devleti ile ilişki kurmak şerefine nail
olmak arzusunu söyler. Elçi tarafından: “Bir kapıyı ıslarla çalarsan içeri girersin.” şeklindeki
veciz sözü ile Prusya’nın Osmanlı Devleti ile ilişki kurmasının olağanlığına işaret eder. Bu
diplomatik ilişki Prusya’nın 1762’de İstanbul’a elçi göndermesiyle başlar ancak, bu hususun
dikkat çeken tarafı Osmanlı Devleti’nin Prusya ile kurmak istediği diplomatik ilişkide
“halifeliği” ön plana çıkarmak istemesi idi. Zira Osmanlı Devleti’nin bu devrede de
halifeliğin kudretini göstermek ve İslamiyet’in ne denli yüksek bir mertebe olduğu anlatmak
önemli görülmekte idi (Atsız, 1980: 48-49). Bu husus, diplomaside Osmanlı Devleti’nin
dinin ve halifeliğin gücünden yararlanma gibi bir fikrin 1774 Küçük Kaynarca
Antlaşması’ndan önce akıllara geldiğini göstermektedir.
Ahmed Resmî Efendi’nin ikinci elçiliğinde diğer sefirlerden ayrılarak gittiği
coğrafyanın adını Avrupa olarak tanımlar71. Elçi Ahmed Resmî Efendi, coğrafyacılarca
Avrupa olarak adlandırılan toprakların Osmanlı Devleti’nde Rumeli ve Firenkistan olarak
adlandırıldığını ifade eder. Elçi Ahmed Resmî Efendi, coğrafî mânâda Avrupa’yı, deniz
71 Ahmed Resmî Efendi’ye göre Avrupa: “İstanbul’dan Batıya doğru Rumeli ve Nemçe ve Venedik ve Papa
ve Efrençe ve İspanyol ve Portekiz ve bunların kuzey yönünde, İngiltere ve Felemenk ve Saksonya ve
Danimarka ve Şved (İsveç) ve Korlandiya (Kurland) ve Pomeranya ve Leh memleketlerinin bakımlı ve
yaşanılır yerler olmalarına onun yüksek iradesi hâkimdir. Bu adı geçen memleketler bugün coğrafyacılarca
Avrupa diye anılmaktadır.” (Atsız, 1980, 48-49).
99
içinde yarımada şeklinde olan bir uzun divânhâne biçiminde, kasabalar ve büyük şehirlerle
donatıldığı şeklinde tasvir eder. Elçinin değindiği bilgilerle Avrupa’nın coğrafî sınırlarını72
çizmesi (Atsız, 1980: 49) Osmanlı bürokratlarının zihninde Avrupa kavramının
şekillenmekte olduğunu gösterir.
Resmî Efendi, Prusya Krallığı’nın başkenti Berlin’e seyahati esnasında yolu üzerinde
bulunan Lehistan’ın idarî sistemi üzerinde de durur; Lehistan’da yönetimin halkın elinde
olması dolayısıyla “nahiye ve her şehrin” kendi kendini yönetmekte oy sahibi olduğunu,
kendi içlerinde müstakil bir şekilde yönetildiğini ve krallarına itaat etmemelerinden ötürü
sosyal ve idarî durumlarının perişan olduğunu ifade eder73 (Sefâretnâme-i Resmî, 1197:
45b). Elçi burada cumhurun kendi kendisini yönetmesi şeklinin Lehistan’ın devlet yönetimi
ve toplumsal yapısında menfî etkileri olduğunu söyler. Bu devrede “cumhurun kendi kendini
yönetmesi” fikrinin, Osmanlı’nın idarî ve toplum yapısının göz önüne bulundurulması
halinde karşılık bulmadığı ve bunun elçinin “cumhurun yönetimi” kavramına menfî
yaklaştığı görülür.
Resmî Efendi’nin Lehistan’ın kral seçimi hakkında; kral seçiminin Lehistan’ın
komşularının oyları ile yapıldığı, komşu ülkelerin aralarındaki anlaşmazlıklardan
kaynaklanan fikir ayrılıkları nedeni ile her birinin kendi adayını seçtirmek için harekete
geçtiğini ifade eder. Fransa ve Avusturya devletlerinin, adı geçen kral seçimine sadece sözlü
katılmalarına rağmen Rusya ve Prusya’nın Lehistan’a sınır komşusu olması sebebiyle
doğrudan müdahil olduğunu belirtir (Atsız, 1980: 53-54).
Elçi, Kasım 1763’te Berlin’e ulaşır ve 10 gün sonra Prusya başvekilini ziyaret eder,
Sadrazam Tevkii Hamza Hamid Paşa’nın mektubunu takdim eder ve Kralı II. Friedrich’e
verilecek mektub için görüşme vaktini belirler. Daha sonra Resmî Efendi, kendisini
karşılayan 60 kişilik bir bürokrat ile görüşmenin yapılacağı saraya ulaşır. Prusya’daki
protokol uygulaması Avusturya ile aynı olduğundan Kral II. Friedrich’e takdim edilecek
mektup, önce elçinin divan efendisi tabir ettiği protokol görevlisine verilir. Tören
tamamlandıktan sonra ikametgahına dönen elçi, bir süre sonra Kral II. Friedrich tarafından
Berlin’in dışında bulunan Potsdam’a, yemeğe davet edilir. Yemek sırasında Kral II.
Friedrich, elçiyi özel olarak yanına davet ederek, Osmanlı-Prusya arasında 1761 tarihinde
72 Güney yönlerini Akdeniz, kuzey yönlerini de Atlas Denizi kollarından Alaman ve Baltık Denizleri
kucaklamaktadır. Faraza Gelibolu Boğazından Bozcaada ve Limni'ye doğru çıkınca, Akdeniz Gümülcine,
Kavala ve Kolos (Glossa?) ve Eğriboz ve Selânik ve NIora ve Çiçilya (Sicilya) ve İtalya ve Roma ve Cenova
ve Savoya (Savoi) ve Korsika ve Efrcnçe (Fransa) ve İspanyol ve Septc Boğazında Cibraltaya varır. Dış
yanında da Portekiz kıyılan uzanı (Atsız, 1980:49).
73 İfadenin orijinali, “Cumhurun yedinde olmağla her nahiye ve her şehrinin re’y vü hükûmetinde müstakil
başka malik ve tasarrufu olub biri birine itaatleri ve krallarına” şeklindedir.
100
yapılan antlaşmana ait kafasını kurcalayan antlaşma maddesi bahsini açar. Resmî Efendi, bu
maddenin hangisi olduğuna dair bir bilgi vermediği için sadece Kral II. Friedrich’in
yakınında bulunan harita üzerinde elçiyle o antlaşma maddesi üzerinde müzakere ve fikir
alışverişinde bulunduğu bilgisi mevcuttur (Atsız, 1980: 65-66).
Resmî Efendi ile Kral II. Friedrich arasında ikinci bir toplantı gerçekleşir. Kral bir
gece habersiz bir şekilde onu, elçilik ikameti yakınında bulunan, şehrin ileri gelenlerinden
bir kişiye ait eve davet eder. Kral bu görüşmede, elçiye; acaba Osmanlı Devleti’nin birkaç
sene içinde savaşa niyetleri var mıdır, Prut Savaşı’nda Rus Çarı’nın esir alınması mümkün
iken neden esir alınmadı konusu hakkında bir soru yöneltir. Elçi cevabında; Osmanlı
Devleti’nin 1683’teki Viyana kuşatmasının ardından 17 sene, dört krallığa karşı kendisini
korumak için savaştığını, bu süreçteki zulmü gören Osmanlı padişahının, Rus halkının buna
benzer bir eziyet görmesini uygun bulmadığını ifade eder. Bu davrede Osmanlı Devleti’nin,
Rus akınına karşı İskender Setti gibi bir savunma görevini üstlendiği ve acele bir şekilde
başkomutanı bu alana gönderdiği, Rus Çarı’nın çok zor durumda kalarak barış istediği ve
“affetmek zaferin zekatıdır” sözüne uyularak, Çar’ın affedildiğini ifade eder. Her ne kadar
Kral II. Friedrich, Resmî Efendi’nin bu sözlere ikna olmasa da inanmış gibi hareket eder.
Çünkü Rus Çarı’nın 54 sene önce elde ettiği lütufların bugün Prusya’nın aleyhine bir durum
olduğunu düşünür (Atsız, 1980: 68-69). Elçinin Prusya Kralı ile bu tür diplomatik
görüşmede bulunması o devrede Osmanlı elçilerinin entellektüel yapısını göstermesi
bakımından da önemlidir.
Ahmed Resmî Efendi’nin kaleme aldıkları bu yönü ile de diğer elçilerin
yazdıklarından ayrılır. Osmanlı-Prusya ilişkilerinin ileriki devrede ortaya çıkacak olan
Osmanlı Devleti ile Alman İmparatorluğu ilişkilerinin temelini oluşturduğu fikrini
kuvvetlendirir. Ancak, Prusya’nın daha sonra Rusya ile anlaşması ve sadece Avusturya’ya
karşı bir ittifak istemesi Osmanlı Devleti’nde tepki ile karşılanacak ve Prusya ile askerî bir
ittifak yapma fikrini sekteye uğratacaktır (Tansel, 1946: 280).
Bu görüşmeden sonra Resmî Efendi, dönüş yolu için hazırlıklara başlar ve Nisan
1764 tarihinde İstanbul’a götürülecek mektup için Kral II. Friedrich ile görüşür, Osmanlı
Devleti nezdinde iki ülke arasındaki dostluğun korunması için çalışılacağı ifade edilir. Elçi,
gerekli protokol sonrası kralın huzundan ayrılır ve başvekilin kendisine verdiği hediyeleri
alarak, Mayıs 1764’te Berlin’den yola çıkar, Temmuz 1764’te İstanbul’a ulaşır (Atsız, 1980:
69-70).
101
Ahmed Resmî Efendi, Prusya Sefâretnâmesi’nin sonuna, vasf-ı etvâr-ı kral (kralın
niteliği ve davranışları) adlı bir başlık ekler. Bu durum, Osmanlı diplomatlarının gittikleri
ülkelerde sadece gördükleri bahçeleri ve binaları tasvir etmekten başka siyasî çözümleme
yapma durumuna geldiklerinin de bir göstergesi idi.
Resmî Efendi, Berlin’de kaldığı süre içinde şahit olduğu ve duyduğu olayları iyi bir
analize tâbi tutar. O, Prusya Kralı II. Friedrich’in, topraklarını genişletmek için çalıştığını,
bunun için her türlü yolu denemekten de çekinmediğini ifade eder. II. Friedrich’in, devlet
yönetiminde akrabalarından yararlandığı ve: “benim bütün çalışmalarımın meyveleri hep
sizin içindir.” diyerek onların sadakatlerini kazandığını belirtir (Sefâretnâme-i Resmî, 1197:
56b-57a).
Elçi’ye göre, Prusya Kralı II. Friedrich hem kafiyeli hem de düz konuşmaya vakıf,
aynı zamanda kelime oyunlarında da oldukça maharetli olup; hem bir şair gibi aldatıcı
konuşmaya, hem de zarif bir şekilde yazı yazmaya hâkim bir siyasete sahipti. Elçi, Prusya
II. Friedrich’in hile ve vefasızlığı çok iyi bildiğini, Avusturya kraliçesine yazmış olduğu bir
mektubunda bazı kelimeleri iki anlama gelecek şekilde yazdığını ve bu durumun bir krize
neden olduğunu belirtir (Atsız, 1980: 75).
Ahmed Azmî Efendi, 1790-1792 tarihleri arasında Prusya elçiliğine atanır74. Azmî
Efendi’nin, Ahmed Resmî Efendi’den sonra Prusya’ya elçi olarak gönderilmesinin nedeni
ise Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki mevcut savaşta ittifak antlaşmasından kayanaklı
ödevlerini Prusya’ya hatırlatmaktır (Ahmed Azmî Efendi, 1306: 2a; Sefâretnâme-i Ahmed
Azmî, 1303: 5).
11 Kasım 1790’da İstanbul’dan ayrılan Azmî Efendi dört gün sonra Edirne’ye,
hareketinin 27. günü ise Vidin’e ulaşır. Vidin Muhafızı Ali Paşa, elçiyi karşılar ve burada
kendisine Prusya tarafından mihmandarlık yapılması için bir tercüman görevlendirilir.
Prusya sınırına gelen elçiden ülkeye giriş için pasaport belgesi istenir ve o da kendisine
Prusya İmparatoru tarafından verilen tenbihnâme belgesinin bir suretini sınırdaki görevliye
teslim eder. Tenbihnâme, bugün diplomatlara verilen diplomatik pasaportun muadili bir
belgedir75 (Ahmed Azmî, 1303: 7-10).
74 Ayrıca Ahmed Azmî Efendi, Hâlet Efendiyle beraber kâtip olarak Paris sefâret heyetinde bulunacaktır
(Karal, 1940: 10).
75 Sefâretnâmede bu kavram Lâtince Droit de passage yani hakk-ı mürur (geçiş hakkı) olarak geçer (Ahmed
Azmî, 1303:10).
102
Azmî Efendi, Prusya sınırında Godin Kasabası’nda gümrük işlemleri dolayısı ile
durdurulur76. Prusyalı yetkililer, Elçiye, gümrükten geçmedikçe kendilerinin ülkeye kabul
edilmeyeceğini ve asıl gümrüğün Berin şehrinde olduğu ve yanında getirdikleri yüklerin
burada mühürlenmesi gerektiğine dair prosedürden bahsedilir. O ve elçilik heyeti yoluna
devam etmek için mühürlemenin kabul edilmesi zorunda kalındığını, mutfak takımları ve
hediye-yi hümâyun sandukası dâhil bütün ağırlıkların mühürlendiğini, ileriki süreçte
kendisinden gümrük vergisi almaya çalıştıklarını söyler. Elçi, Osmanlı Devleti’ne gelen
diğer ülke elçilerin yanlarında getirdikleri eşyaların kontrol edilmeden kendilerine
verildiğini ifade ederek bu duruma itiraz ettiğini ancak, gümrükçülerin: “İmparatorumuz
geçse dahi mallarına bakıp, gümrük almak kaidemizdir. Elbette bi’l-cümle eşyanızı açıp
tahmin etmeye muhtacız.” şeklinde bir izahat ile ısrarcı oldukları üzerinde durur. Ancak, her
şeye rağmen bir yolunu bulup gümrük ödemekten kurtulduğunu belirtir (Azmî Efendi, 1303:
22-25). Bu pasaport ve gümrüke ilişkin yukarıda dile getirilenlerin elçinin sefâretnâmesinde
geçmemesi, izaha muhtaç olup, arada geçen zaman zarfında Prusya’da gümrüğe ilişkin yeni
adımların atılmış olabileceğide mümkün görünmektedir.
Ahmed Azmî Efendi Tormiç adlı karyede Prusya Devleti mihmandarı olarak geçen
Mayor Rider ünvanlı görevli tarafından 5-6 kişilik subay ve 20-30 kişilik bir süvari grubu
ile karşılanır ve kahvâltı için daha önceden hazırlanan çiftliğe götürülür. Mihmandar burada
imparatorun elçiye gönderdiği hoş geldiniz ve elçinin geliş amacı olan ittifakın teyitinden
dolayı duyduğu memnuniyeti içeren bir mesajı iletir (Ahmed Azmî, 1303: 27-28).
Ahmed Azmî Efendi’nin ikameti için Olomouc Kasabası’nda hazırlanan konutun
önüne yazılan: “mesâfe cihetiyle ba’dî olan Devlet-i Osmaniye ile beynhimâde77 derkâr olan
meveddetden nâşi kurbiyyet hâsıl oldu (mesafeleri uzak olan Osmanlı ve Purusya arasında
dostluktan ileri gelen bir yakınlık oluşmuştur)” cümlesi Osmanlı ile Prusya arasındaki
ittifakın bir nişanesi idi (Ahmed Azmî Efendi, 1306: 9a: Ahmed Azmî, 1303: 28).
17 Şubat 1791’de Azmî Efendi’nin Berlin şehrine girmesine karar verilir. 30 senedir
Berlin’de hiç Osmanlı elçisi görülmediğinden halk heyetin şehre girişini bekleyerek,
havanın soğuk oluşuna ve kar yağışına aldırış etmeyerek şehrin ileri gelenleri, kadınları
hintov ve atlara binerek Berlin’e gelirler. 10 Şubat’ta Köpenic Kasabası’ndan Berlin’e doğru
hareket eden elçilik heyeti, Rummelsburg Çiftliği’ne geldiklerinde Osmanlı Devleti
nezdinde daha önce elçilik yapan Musa Diç, 7-8 hintov arabası, kralın özel muhafızlarıyla
76 Ahmed Resmî Efendi sefâretnâmesinde Prusya’ya sınırında kendisine yapılan bir gümrük uygulamasından
bahsetmez.
بی ھنم اده 77 kelime şeklinde yazılmıştır.
103
ve bir miktar atlı asker ile elçiyi karşılarlar. Burada elçiye tatlı ve kahve ikramı yapıldıktan
sonra sadece kralın kullandığı at ile çekilen hintova binerek bir alay ile Berlin’e ve sonra da
elçi için tahsis edilen ikametgaha ulaşılır (Ahmed Azmî, 1303: 30-31).
Ahmed Azmî Efendi, 20 Şubat’ta ilk olarak Prusya Başvekili ile görüşür ve kendisine
Sadrazam Rusçuklu Çelebizade Şerif Hasan Paşa’nın78 mektubunu sunar ve daha sonra
ikinci vekilin kendisine vermiş olduğu ziyafete katılır. Ertesi gün Sultan III. Selim'in
mektubunu, Prusya Kralı II. Friedrich’e takdim etmek için altı atlı hintov ile saraya gider ve
mutad olduğu üzere elçi tahtı üzerinde duran Kralı II. Friedrich’e, III. Selim’in mektubunu
arz eder. Kral, elçinin huzurunda Osmanlı Devleti ile Prusya Devleti arasındaki dostluğun
devamı için bir konuşma yapar ve diğer devletlerin elçilerine kral tarafından yemek verilmek
âdet değilken, elçinin ziyareti için özel bir yemek tertip edilir (Ahmed Azmî, 1303: 34-37).
Ocak 1792’de Kralı II. Friedrich tarafından davet edilen elçi, kralının mektubunu alır
ve geri dönüş hazırlıklarına başlar ve 31 Mart 1792 tarihinde İstanbul’a ulaşarak elçiliği
tamamlanır (Ahmed Azmî: 1303. 39-44). Elçi, kendisinden önceki elçi olan Ahmed Resmî
Efendi gibi sefâretnâmesini bölümlere ayırır. Sefâretine değindikten sonra ahvâl-i nizam-ı
belde, ahali ve menâsıb başlığı ile Prusya devletinin işleyişi ve halkı hakkında bilgiler verir.
Elçinin idarî bürokrasiye ilişkin; Avrupa devlet elçilerinin, Berlin’e geldiklerinde ülkeleri
ile Prusya arasındaki münasebetlere yönelik krala kısa bilgi arz edildiğini ve bu bilgilere dair
verilecek cevaplar için bir istişare kurulu tertip edildiğini, bu kurulda iki başvekil ve
kâtipleri, maliye, ticaret, kârhâne, gümrük gibi kurumların temsilcilerinin bulunduğunu
söyler.
Azmî Efendi’nin verdiği bilgilere göre, Prusya’daki devlet memurlarına rütbe ve
çalıştıkları mevkilere göre yıllık maaş ödemesi yapılmaktadır. Bu maaş ödemesinin
gerekçesi ise; memurların kimseden rüşvet adı altında bir meblağa tenezzül etmemesi olarak
gösterilir. Maliyede çalışan memurlar her sene kendisine verilen görev doğrultusunda krala
hesap vermek mecburiyetinde oldukları, bir usûlsüzlüğün tespit edilmesi durumunda
görevinden alınmayıp, ileride lâzım olur şeklinde düşünülerek rütbesinin düşürüldüğü ve
evinde ikamet ettirildiği belirtilir. Devlet memurlarının, elbiselerine azamî derecede dikkat
gösterdikleri, çalışanlar iş yerinde kendileri için tasarlanmış ve hangi sınıfa mensup
olduklarını belli eden resmî kıyafetleri giydiğine vurgu yapılır (Ahmed Azmî, 1205:21a-23b;
Ahmed Azmî, 1303: 46-48).
78 Mektubun sunulduğu sırada bir sadrazam değişikliği olduğu görülür. Lakin Ahmed Azmî Efendi’nin yola
çıktığı sırada sadaret makamında bulunan Şerif Hasan Paşa’nın mektubunun sunulmuş olduğu düşünümelidir.
104
Ahmed Azmî Efendi diğer elçilerden farklı olarak İbni Haldun’dan alıntılar yapıp,
insanın yaş merhalesini örnek verir. Her devletin başlangıcında vatandaşları refah içinde
yaşatmak istediği ve Avrupa devletlerinin de bu şekilde hareket ettiğini belirtir. Elçi, Avrupa
devletlerinin halkın refahını ve zenginliğini sağlamak için ülkelerini genişletmek için
savaşlara giriştiklerini, bu savaşların sürdürülebilmesi için de devletler mürettep askerler,
cephâneler, tophâne ve kaleleri muhafaza için gayretle çalıştıkları üzerinde durur (Ahmed
Azmî, 1303: 52-53).
Elçi, diğer elçilere kıyasla sefâretnâmesinin sonunda birtakım çıkarımlar yapar. Ona
göre “irtişâ” yani rüşvet, önüne geçilmesi gereken en büyük problemdir ve Osmanlı Devleti,
öncelikle bu problemi ortadan kaldırmalıdır. Fakir-fukara halk Allah’ın padişaha bir
emanetidir ve padişah onları refaha kavuşturmakla görevlidir. Ayrıca hem devlete ve hem
de halka zarar veren makam sahiplenin bir an evvel görevden el çektirilmesi gerekmektedir.
Osmanlı’da şerefli ve işini iyi yapan bürokratların cesur olması lâzım geldiğine,
başıbozukluğa ve zulüme müsaade edilmemesi gerektiğine dikkat çeker. Elçi, Prusya
askerleri gibi her an savaşa hazır ve iyi eğitimli olunmasını salık verir (Ahmed Azmî, 1303:
71-72). Görülüyor ki elçi bu tavsiyesi ile kendi ülkesi askerlerinin ifade edilen bu
niteliklerden yoksun olduğu sonucu ile mevcut askerî yapının eksikliğini ortaya
koymaktadır.
Ahmed Azmî Efendi’nin entellektüel birikimi ile Prusya özelinde ve Avrupa
genelinde meydana gelen hadiseleri İbni Haldun’un siyasî penceresinden yorumlamaktadır.
Bu durum Osmanlı Devlet adamlarının da bakış açılarının eskisinden farklı olarak değiştiğini
göstermektedir. Denilebilir ki elnin teklif ve tavsiyeleri devrin hükümdarı III. Selim’in
başlatmak istediği ıslâhât hareketlerine ilham olmuştur.
Ebubekir Ratib Efendi, 1791-1792 yılları arasında III. Selim’in cülusunu, Avusturya
İmparatoruna bildirmek üzere elçi olarak gönderilir (Tuncer, 1979: 75; Sefâretnâme-i
Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 26a-26b). Ratib Efendi’nin vazifesi Avusturya Devleti ile
Osmanlı Devleti arasında iyi ilişkiler ve dostluk kurmaktır. Ancak, onun elçilik vazifesi için
İstanbul’dan III. Selim’in mektubunu ve diğer devlet erkânına gönderilecek mektupları ve
hediyeleri almaktı. İdarî bir gelenek olmasına rağmen elçinin mektup ve hediyeleri
İstanbul’dan almayıp ordugâhtan alır. Zira elçinin İstanbul’daki hasımları bu durumu
öğrenerek, engel olabilirlerdi (Uçman 2012: XXII).
Ratib Efendi diğer elçilerden farklı özelliklere ve niteliklere sahipti. O, birkaç
yabancı dile vakıf, padişaha yakın ve diplomatik görüşmelerde aşina idi. Onun bu sıfatları
105
dolayısıyla Avusturya’da kendisine refakat eden görevlilerin askerî bilgi, plan ve kaleleri
görmesini arzu etmemekte idiler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 13b-14a).
III. Selim’in Nizâm-ı Cedid yenilikler için neden Ratib Efendi’yi seçmiş olduğu onun:
“Talyan (İtalyan) ve Fransız lisanına vakıf ve tevarih-i efrenciyeye arif” oluşundan;
“hendese ve resim ve coğrafyaya vukufundan” anlaşılmaktadır. Ayrıca kendisi, Nemçe,
Macar, Sırp ve Bulgar lisanlarını bilen yardımcılarını da yanında götürmüştür.
Avusturyalılar Ratib Efendi için: “Bu elçi sâir elçilere benzemez, bunun me'mûriyyet-i
mahsûsası vardır; ticâret ve menfaatine kaydetmez, her husûsta sâhib-i istiğnâ ve her şeye
âşinâdır. Kal‘alarımızın resmini alır ve derûn u bîrûnu tecessüs edip ba'zı mevâdda vâkıf
olur!" (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 13b-14a) şeklindeki ifadesi Osmanlı
Devleti’nin elçi seçiminde ne kadar dikkatli olduğunu göstermesi açısından da önemlidir.
Ratib Efendi, yolculuğu esnasında Avusturyalıların elçilik masraflarını ödemekte
cimriliğe kaçan bir tavır içinde olduğunu görür. Avusturya makamlarının, elçilik heyeti ve
eşyalarını taşımak için gerekli olan at ve arabalardan tasarruf etmekte gayret göstermesi,
elçinin hoşuna gitmez ve bu tavırlarını: “fart-ı hisset ve denâetlerinden (aşırı cimrilik ve
alçaklıklarından)” kaynaklandığı şeklinde değerlendirir (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu:06096: 2a-2b).
O, bağlı bulunduğu devletin ihtişamını ve gücünü göstermekten asla çekinmez. Eflak
ile Erdel sınırında elçi değişimi için Avusturyalıların kurduğu çadır için, “pejmürde bir
çingâne çergesi içine bir sofa ve birkaç iskemle vaz’ ve suyun karşısında kendileri için
menhûs ve fersûde ve murdar ve vesah-alûde bir çadır nasb olunup…” şeklinde bir
değerlendirmede bulunurken; Osmanlı çadırının ihtişamını, “bizim çadır ve şemsiyyemiz
telli üsküfe ve minder ve zerrîn-bâliş ve bister ile döşenip…” (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu:06096: 3a; Uçman, 2012: 5) şeklinde tarif eder.
Elçi Ebubekir Ratib Efendi, kendi çadırlarının süslü ve şaşalı oluşu ile
Avusturyalıların çadırlarının pejmürdeliğini karşılaştırırken aslında çadırları değil devletleri
mukayese eder. Elçinin algısında Osmanlı hâlâ dönemin en güçlü devletidir. Ebubekir Ratib
Efendi, devleti temsil ederken bu güç ve ihtişamı karşısındakilere göstermek için müzeyyen
bir çadır tertip etmiştir.
Ratib Efendi, 120 kişilik bir heyet ile Avusturya’ya önderilir. Diğer elçilere
uygulanan prosedür gereği elçiye kral tarafından hintov arabası tahsis edilir. Elçinin
arabasını karşılamak için 350 piyade ve 150 süvari olmak üzere 500 asker Avrupa devletleri
106
kaidesi üzerine yollara dizilir ve resmî karşılama töreni icra edilir (Sefâretnâme-i Ebubekir
Ratib Efendi, nu:06096: 3b: Uçman, 2012: 6).
Ratib Efendi, Erdel’in sosyo-idarî yapısı hakkında şu bilgileri verir; Erdel’de bir
buçuk milyon halk olduğu ve bu halkın dört kısımdan oluştuğu ve bunların Saksonyalılar,
Macarlar, Rum ve Bulgarlar olduğunu belirtir. Bu halkların kendi içirisinde de rekabet
içerisinde olduğu, özellikle Sakson ve Macarlar arasında bir güç mücadelesinin varlığından
bahseder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 8a-9a).
Elçi Ebubekir Ratib Efendi, yanındaki heyet ve bunların masrafları için Avusturyalı
yetkililerden elçilik ödeneklerini ve zahirelerini artırmalarını ister. Lakin Avusturyalılar,
heyetin ve bunların masraflarının çok olduğunu belirterek elçilik heyetindeki bazı kişilerin
burada bırakılması gerekğini bildirirler. Ratib Efendi bu duruma sinirlenir ve kendisinin
buraya tüccarlık ve ticaret için gelmediğini, Osmanlı Devleti’ni ve padişahı temsil için
burada bulunduğunu ifade ettikten sonra Osmanlı Devleti’nin kendilerine gerekli zahire ve
parayı verdiğini: “Tarafınızdan her ne ki tayin olunursa elbette sizin kralınızın şanı olup
muhafazası umurunuz olmakla onu siz bilirsiniz.” demek sureti ile Avusturya kralının elçilik
heyetine göstereceği saygı ve ihtimamın kendi şerefi gereği olduğunu söyler. Hatta Ebubekir
Ratib Efendi, kendilerine padişah tarafından bir poliçe yani sigorta senedi verildiğini, bunu
kullanarak her türlü ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini beyan eder. Osmanlı elçilerinin
Avrupa’ya gönderilirken maddi olarak zor duruma düşmelerini engellemek için kendilerine
ihtiyaç halinde bozdurabilecekleri bir poliçe verildiği görülmektedir.
Elçi, kendilerine zorluk çıkaran Avusturyalılara temsil ettiği devletin gücünün
farkındalığı ile görevinin getirdiği şan ve şöhrete bir leke getirmemek için Avusturya
makamlarına: “Size ihtiyacımız yok biz kendi zahiremizi, mutfak masrafımızı ve hatta
araçlarımızı temin ederiz.” demek suretiyle diplomatik olarak gerekli tepkiyi gösterir ve şu
soruyu sorar: “Biz Nemçe Devleti’nin misafiri olduğumuzdan bizim ademlerimizin kesret
ve kılletinden bahsetmek şanlarına münasip midir, değil midir?” bu soruyu cevapsız bırakan
Avusturyalı yetkililer, sözlerinden ve davranışlarından geri adım atmasıyla ortam yumuşar.
Lakin Ebubekir Ratib Efendi, Avusturyalılar hakkındaki: “Lakin her yerde bâbda denâet ve
hissetlerini icrâ ederlerdi” tespiti aslında Osmanlı devlet adamlarının Avrupalılara asla
güvenmediğinin açık bir göstergesidir (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096:
10b-11a). Bu düşünce sadece Ratib Efendi’ye mahsus olmayıp yukarıda görüleceği üzere
diğer elçilerde de mevcuttur.
107
Elçi her ne kadar Avrupalılara güvenmiyorsa Avrupalıların da o derecede Osmanlı
elçisine güvenmediği görülür. Yukarıda ifade edildiği gibi onun yabancı lisanlara aşinalığı,
diplomatik tecrübesi ve ticaretle ilgilenmemesi yanındaki Avusturyalıların dikkatini çeker.
Hatta: “Bu elçi diğer elçilere benzemez.” şeklinde bir görüş birliğinde buluşurlar ve elçiyi
Temeşvar kalesini görüp kaydedeceğinden şüphelenerek elçi ve heyetinin kaleye girişlerini
izine bağlarlar. Elçi de: “her devletin bir idarî kaidesi vardır.” şeklinde değerlendirerek bu
izine kendisinin ve heyetinin uyması gerektiğini ifade eder. Lakin bu yasak konusundan;
“Elçinin, Viyana’da kendilerini şikâyet edebileceği” korkusu ile vazgeçildiği görülür, bu
durumun bir telafisi olarak da o, kale içinde düzenlenen bir etkinliğe özel olarak davet edilir.
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 13b-14b). Elçinin sakinliği ve diplomatik
tecrübesi; yapılan tahrikere rağmen hata yapmamasının en önemli nedenidir
Ratib Efendi, Şubat 1792’de Viyana’nın dış mahallelerine ulaşır ve resmî prosedürler
gereği Avusturya’nın iki başvekili de sır kâtiplerini ve tercümanlarını elçinin nezdine
göndererek hatırını sorar, elçi de kâtip ve tercümanları ile kendilerine İşvekit (Schwechat)’a
geldiklerini bildirir.
Elçiye Viyana’ya girişinde imparator ve hânedan üyelerinin “tebdil bir hintov” ile
yol kenarından kendisini bekleyeceklerini, lakin elçinin bu konuyu bilmiyormuş gibi
davranması rica edilir. Elçi Ebubekir Ratib Efendi, saray hazinesinden kendisine elçilik
vazifesi dolayısıyla verilen kıyafetleri giyinerek, devletin ihtişamını yansıtacak bir şekilde
yola çıkar. Ebubekir Ratib Efendi, Line adlı kasabada, Avusturyalı soylular tarafından
karşılanır ve Viyana’ya girişte kendisine eşlik edecek alayın düzenlenmesi için birtakım
görüşmeler yapılır. Elçi’ye refakat için görevlendirilen Prens Lihstensteyn, elçiye herhangi
bir ihtiyacı ya da eksiği olup olmadığını sormak için nezdine gelir. Bundan iki saat sonra da
iki başvekilin kethüdaları gelerek Ebubekir Ratib Efendi’ye hâl-hatır sorarak, Osmanlı
devlet geleneği doğrultusunda gelenlere çeşitli hediyeler vermiştir. Ancak Ebubekir Ratib
Efendi, Avusturyalılarda hediye vermek âdet olmadığını, gelenlere meyve, çiçek ve tatlı ile
donatılan tepsiler göndermek gibi âdetler ile olmayıp bunun yerine önemli kişilerini
misafirlerine gönderme âdetleri olduğundan bahseder ve hatta III. Selim’in mektubunun
taşınması için altı atlı bir koçu arabası tahsisi dahi yapılır79 (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu:06096: 23b-24a).
79 Abdullah Uçman’ın da işaret ettiği üzere sefâretnâmede 6 atlı bir koçu arabası ifade edilse de gravürlerden
görüldüğü üzere name-i hümayunu taşıyan koçu arabasının 4 at ile çekildiği görülür (Uçman, 2012: 48;
https://www.alamy.com/hermit-from-the-turkish-envoy-ebubekir-ratib-efendi-muhashitschi-in-vienna-onfebruary-
11-1792-quirin-mark-1753-1811-copper-engraver-image471049908.html?imageid=F4E795C2-
DED5-4298-B642-
108
Ratib Efendi sefâretnâmesinde, Avusturya’da elçilerin uyacağı idarî kanun ve
kaideleri şu şekilde izah edilir: “Elçi saygı görür! Temel prensibi İslam dinine özgüdür.
Lakin bunlarda âdet, önce gelen misafir herkesi ziyaret etmeli ve sonra kral ile görüşme
yapmadan önce hiç kimse elçiyi ziyarete gitmez, kimse de elçiye ziyarete gelmez. Ayrıca,
elçi gezmek için ya da komedya, opera ve rodyeye dahi gitmezler. Avusturya’da ilk önce
kral ziyaret edilir ve sonra elçiler ziyarette bulunur, bunun karşılığında da ziyaret ettikleri
devlet adamları elçilere iade-i ziyarette bulunurlar. Orta elçiler önce prens, feldmareşal,
feldçaykmaster ve feldmareşal laydnant rütbelerinde olanlara ve büyükelçi olanları ziyaret
etmedikçe onların orta elçilerin ziyaretlerine gelmemeleri eski usullerindendir.”
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 25a). Ebubekir Ratib Efendi’de orta elçi
sıfatı ile Avusturya’da bulunduğu için bu kural ve kaidelere göre protokole tâbidir80.
Elçi yukarıdaki elçilik protokolüne tâbi olmasına rağmen: “Elçi efendi bî-huzur
olmasın, istediği mesirelere ve mahallelere götürün!” şeklinde verilen emir gereğince yüksek
rütbeli misafirin ziyaretine verilmiş ve Ebubekir Ratib Efendi imparator ile görüşmeden önce
gerek prensler gerekse büyükelçilerin büyük çoğunluğu ziyarete gelmiştir. Hatta Ebubekir
Ratib Efendi’ye verilen izinler gereğince reoute ve operaya gider, bazı mesire ve fabrikalara
ziyater gezilerine katılır. Elçi Ebubekir Ratib Efendi, ikamet edeceği hânesine geldiğinde
prensler ve generaller kendisini karışamak üzere burada beklemektedir. Elçi Ebubekir Ratib
Efendi, Hollanda Cumhuriyeti’nin Hükûmet generallerinden olan Prens Delini adlı bir
büyük soyunun da kendisini bekleyen yüksek rütbeli büroktatlar arasında olduğunu ifade
eder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 25a). Buradan anlaşılacağı üzere
Avusturya’nın eski diplomatik geleneklerini Osmanlı elçisinin lehine esnettiği görülür.
Ebubekir Ratib Efendi, Viyana’da bulunduğu sırada nezdine Bosna ve Böğürdelen
civarında bulunan iki elçi, kedisine sır kâtiplerini göndererek irtibat kurduğu hakkında bilgi
verir. Bu elçilerden ayrı olarak Ratib Efendi, kendisine yardımcı olan Sicilyateyn elçisinden
bahder. Sicilyateyn ile Avusturya’nın arasında bulunan akrabalık nedeniyle aralarında bir
yakınlık olduğunu, Sicilyaten elçilerinin bütün elçilerden daha saygın ve itibarlı olduğunu
115443D1E62C&p=1901899&pn=1&searchId=544dc4f51e44f600864569f1ecffb041&searchtype=0 (Erişim
Tarihi, 04.02.2024).
80 Ebubekir Ratib Efendi’de Viyana’ya gelen diğer sefirler gibi Avusturya’da kral ve kraliçenin Avusturya
Devleti’ni birlikte yönettikleri ve başvekillerinin de iki tane olduğunu kaydeder. Çünkü Osmanlı padişahı diğer
ülkelere gönderdikleri mektuplardan farklı olarak Avusturya’ya iki mektup göndermişlerdir. Başvekillerden
Prens Colleredo’nun İmparatorluk işlerini yürütmekle görevli olduğunu diğer başvekil Prens Kaunitz’in ise
Macar ve Çeh işlerini ve dış işlerini yürütmekle görevli olduğunu, bunlardan Prens Colleredo’nun daha üstün
olduğunu ve sadrazamın mektubunu ona verileceğini belirtir. Protokol şöyledir, önce Colleredo ziyaret
edilecek sonra Kaunitz ile görüşülecektir. Bu ziyaretlerden sonra ise imparator ile görüşülecektir.
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096, 4b-5a).
109
ifade eder ve Sicilyateyn elçisinden övgüyle bahseder81 (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu:06096: 25a-25b). Osmanlı âdetlerini bilen ve kral ve kraliçeye akrabalık bağı ile
bağlı Sicilyateyn elçisinin Osmanlı elçisi için yapılan hazırlıklar için yetkililere yardım
etmesi, Avusturyalıların Osmanlı elçisine vermiş olduğu önemin de bir göstergesidir.
Elçi, ikametgâhına; barış içinde olunan ya da barış içinde olunmayan devletlerin
elçileri, Papa Devleti’nin elçisi kardinal ve büyükelçileri ve Mainz Hersek’inin elçisi ayrıca,
Avusturya prensleri ve kontları da eşleriyle birlikre büyük kalabalıklar halinde ziyarete
geldiklerinden bahseder. Ratib Efendi, rütbeleri gereği ziyaretine gelenlere çeşitli hediyeler
ve Osmanlı âdetleri üzere ikramlarda bulunur (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi,
nu:06096: 25b-26a).
Ebubekir Ratib Efendi, başvekillerden Pens Colleredo’yu ziyarete gitmek istemişse
de ona yazılacak mektup henüz gelmediğinden ziyaret isteği kabul edilmez, hatta
mahiyetinde bulunan tercümanın da Müslüman olmayıp Hristiyan olduğunu başvekillere ve
kral huzuruna gidildiğinde: “Frenkler gibi kalpağını çıkarıp ser-bürehne (başı açık) durması”
elçiyi çok sinirlendirmiştir. Sonuçta Ebubekir Ratib Efendi, önce Prens Colleredo’ya daha
sonra da Prens Kaunitz ziyarete gider ve onlarla görüşmelerde bulunur.
Elçi, Kral II. Franz’ın gönderdiği hintov ve tören askerleri ile mükellef bir alay ile
sarayına gelir, kendisi âdetler gereğinde önce bekleme odasına alınır ve sonra ise Prens
Rosenberg eşliğinde II. Franz’ın huzuruna çıkar. Elçi, o sırada kıvrak bir hareketle koynunda
bulunan Sadrazam Rusçuklu Çelebizade Şerif Hasan Paşa’nın mektubunu III. Selim’in
mektubunun üzerine koyarak iki mektup elinde olmak üzere kapıdan içeri girer ve
diplomatik kaideler gereğince Kral II. Franz’ın huzurunda III. Selim’in mektubunu takdim
eder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 27a-27b). Ratib Efendi’nin kıvrak
zekalı ve ortamına göre krizleri yönetecek tecrübeye sahip olduğunu gösterir.
Ebubekir Ratib Efendi’ye orta elçi olamasına rağmen diplomatik kaideler esnetilerek
büyükelçilere verilen yemek protokolü uygularnır ve kendisine yemek verilir (Sefâretnâmei
Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 26a-26b). Ratib Efendi, elçilik vazifesini yerine
getirdikten kısa bir müddet daha Viyana’da kalır ve 12 Temmuz 1792’de İstanbul’a döner
(Uçman, 2012: 57).
81 Ebubekir Ratib Efendi’ye göre Sicilyateyn elçisi şen, şûh, fatîn, zekî ve kadr-dân bir beydir. Osmanlı
başkentinde kırk gün kalması dolayısıyla yeme-içme ve kural ve âdetlere aşinadır. Elçinin sarayda ikameti
sırasında ihtiyaç duyacağı divit, kalem, havlu, sofra kaşık gibi malzemelerin tedariki için Avusturyalılara
yardımcı olmuştur (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 25a-25b).
110
III. Selim’in Avrupa’ya göndermiş olduğu daimî elçilerden ilki 1793-1797 tarihleri
arasında İngiltere nezdine görevlendirilşen Yusuf Agâh Efendi’dir82. Agâh Efendi,
aralarında başkatibi Mahmud Raif Efendi, tercümanlar ve yardımcılarından oluşan 20 kişilik
bir heyet ile 14 Ekim 1793 tarihinde İstanbul’dan hareketle Oostend üzerinden Avrupa
toprakları üzerinde ilerler ve iki ay kadar süren yolculuk ile 19 Aralık günü Dover şehrine
ulaşır. Elçi’nin karaya ayak basmasıyla kale ve hisarlardan karşılamak için top atışları
gerçekşir ve o ikameti önüne kadar devonshire milislerine83 mensup bir Grenadier muhafızı
eşlik eder. Canterbury’de törenle karşılanan Agâh Efendi, bir akşam burada ikamet eder.
Canterbury’den hareket eden elçi ve heyeti, 21 Aralık 1793 Cumartesi öğleden sonra
Londra’ya giriş yapar (Aracı, 2013:14-16).
Yusuf Agâh Efendi’nin Londra’daki elçilik vazifesinin amacıyla ilgili birtakım
söylentiler ortaya çıkar. Bu söylentiler, onun elçiliğinin Fransız Devrim Savaşları’nda
yapılan barış görüşmeleri ile ilgili olduğu ve Osmanlı Devleti’nin Avrupa siyaseti hakkında
bilgi edinme için bu misyon oluşturdu şeklinde idi (Aracı, 2013: 19-20). Bu hususa ilişkin
bilgi, elçinin müstakil bir sefâretnâmesi olmaması dolayısıyla sınırlı kalmaktadır.
Elçi Moralı es-Seyyid Ali Efendi, 1797-1802 tarihleri arasında Osmanlı Devleti’nin
Fransa nezdinde görevlendirilir. Ali Efendi, Fransa’ya Yirmisekizzade Mehmed Said
Efendi’den 55 sene sonra gönderilen, Osmanlı Devleti’nin ilk ikamet elçilerinden birisi olma
ünvanına sahip olur. Ali Efendi ve elçilik heyeti 15 Mart 1797 tarihinde Fransa’dan
kiralanmış bir gemi ile İstanbul’dan Paris’e hareket eder (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 4). Messina Kalesine deniz yolu ile ulaşan Ali Efendi’yi burada kale
kumandanı karşılar, gerekli saygı ve protolü uygular ve ikramlarda bulunur. İdarî açıdan
karantina prosedürleri gereğince dışarıdan gelen misafirlerle 40 gün karantinada kaldıktan
sonra görüşme yapılmasına rağmen, kale kumandanı bu prosedürü uygulamayarak, Elçi ile
görüşme talebinde bulunur, şehir dışında kendisine tahsis edilen ikametgâhında ziyaret eder.
Daha önce Osmanlı-Sicilyateyn arasında imza edilen barış görüşmesi esnasında Küçük
82 Yusuf Agâh Efendi’nin diğer sefirler gibi kendisine ait müstakil bir sefâretnâmesi mevcut değildir.
Londra’dan İstanbul’a gönderilen dönemin siyasî ve askerî olaylarının yer aldığı bir “resmî muhabere
sûretlerini hâvi defter” adlı 24 varaktan oluşan bir defter mevcutsa da bu defterden elçinin şahsî
değerlendirmelerini içermemektedir. Bknz, Yusuf Agâh. (Tarih Yok). Resmî Muhabere Sûretlerini Hâvî
Defter. Millet Kütüphânesi, A.E. Tarih. Koleksiyon No: 840.
83 1670 yılında Worcester'in 3. Markisi Henry Somerset (ve daha sonra Beaufort Dükü), yakın zamanda restore
edilen Stuart monarşisini savunmak için oluşturulan kısa ömürlü bir askerî kurumdur.
111
Hüseyin Efendi’nin de burada konakladığını ve ayrıca elçinin burada bulunmasından
memnuniyetini ifade eder (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 6-7)84.
Ali Efendi, 15 Mayıs 1797’de Marsilya ulaşır ve burada kendisini karşılamak için
limanı çevreleyen yedi kaleden karşılama için top atışları yapılır. Daha sonra Elçi ve heyeti
için hazırlanan karantina adasındaki ikametine geçilir. Elçilik ikametgâhı olarak hazırlanan
adada Ali Efendi’nin kaleye çıkması esnasında 40 pare top atışı gerçekleşir ve buna ek olarak
eğlenceler düzenlenir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 8).
Elçi, idarî bir uygulamada olan karantinada 36 gün ikamet eder. Kendisinden 77 sene
evvel Fransa’ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Sette Limanı
karşısında köhne bir kilisede karantinaya alındığı göz önüne alınır ise Ali Efendi’nin
karantina şartlarının daha uygun olduğu görülür. Hatta ona bu karantina müddetince
memnuniyetini sağlamak için yoğurt ikramında dahi bulunulur (Herbette, 1997:18).
Elçi karantinadan ayrıldıktan sonra Marsilya şehrine girişi esnasında idarî olarak
protokol kaynaklı bir mesele ortaya çıkar. Bu mesele, Elçiden, şehrin ileri gelenleriyle
beraber şehir kapısından yürüyerek giriş yapılması istenmesi, elçinin, Osmanlı sefiri
olduğunu ve şehre yürüyerek giremeyeceğini ve bu teklifi geri çevirmesi bu tavır küçük bir
krize neden olur. Ancak, elçinin isteği görevliler tarafından yerine getirilir ve elçi araba ile
şehre girer. Ali Efendi, bu teklifi kabul etmesi durumunda ileride yapılacak bütün şehre giriş
törenlerinde kendisinden yürümesi isteneceğini göz önüne alarak bu teklifi reddettiğini
açıklar (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 10-11).
Ali Efendi Toulon Limanı’na gelişinde tersane komutanı tarafından karşılanır ve
misafir edilir. Tersane Komutanı Goruna, yaşlı ve Osmanlı tüccarlarına yardım etmesiyle ve
Müslümanlara olan muhabbetleriyle tanınmaktadır. Burada dikkat bir husus, adı geçen
kumandanın evini boşaltıp Ali Efendi’ye ikamet için tahsis etmesi ve evin girşine Osmanlı
Türkçesiyle: “Bu konak devlet-i aliye elçisinin konağıdır.” şeklinde yazdırması ve Osmanlı
bayrağı çektirmesi idi (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 10-11).
Ali Efendi, Fransa başkenti Paris’e gelmeden evvel yapmış olduğu yorumda
Fransızları, “nakş-ı bukalemun gibi mütelevvin bir millete” benzetir. Elçi, Fransızların siyasî
olarak iki taraflı oynadığının farkındadır ve bu farkındalık ile Fransa’ya geldiği görülür.
84 Ali Efendi, Messina limanına gelişi sırasında karşılama için atılacak top atışı sayısında bir problem yaşanır.
Bu olayı elçi sefâretnâmesinde şu şekilde izah eder: “Elçiyi karşılamaya gönderilen kale kumandanı elçiye
kalenin kendisini top atarak selamlayacağını ama her atılan topa geminin de karşılık vermesi koşulu olduğunu
söyledi. Esseyid Ali Efendi kendi önemini bir parça abarttığını ilk kez burada gösterdi ve yirmi bir top atışı ile
selamlanmasını istedi; ancak yedi top atışı olabileceği söylendi. Valinin belirlediği bu sayı Osmanlı Elçisi’ni
çok kızdırdı; top atmayıp direğe Napoli bayrağı çekmekle yetindi ve ev sahibin tavrını bekledi; sonunda on iki
top atışı ile selamlandı.” (Herbette,1997, 15-16).
112
(Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 20). Bu algı Ali Efendi’nin ileri
devrelerdeki diplomatik görüşmelerini de etkileyecektir.
Elçinin Paris’e gelişi esnasında havanın sıcak ve tozlu olması nedeni ile kendisine
bir karşılama alayı gönderilmesini istemez ve bu uygulmadan feragat eder. Bunun yerine
Paris’e yarım saat uzaklıkta görevlendirilen bir general ve 40-50 süvari ile Ali Efendi’yi
karşılar ve kendisine tahsis edilen ikametgâhına götürür. Elçi, protokol gereğince dışişleri
bakanına şehre gelip görevine başladığını bildirir ve dört gün sonra da dışişleri bakanı ile
resmî görüşme için bakanlık konutuna gider. Ancak Ali Efendi, bir gün sonra görevine yeni
atanan Dışişleri Bakanı Talleyrandd tarafından ikamet ettiği elçilik konağında ziyaret edilir.
Elçi de üç gün sonra yeni atanan bakanı makamında ziyarete gider (Moralı es-Seyyid Ali
Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 23).
Ali Efendi’nin, Directoire’a III. Selim’in mektubunu sunması konusunda bir protokol
krizi yaşanır. Fransız tarafı, elçinin önce dışişleri bakanlığı konutuna gelmek suretiyle bakan
refakati ile Directoire’ın huzuruna çıkarak mektubunu vermesi yönünde bir talepte bulunur.
Lakin elçi kendisine uygulanmak istenen bu prosedürü abul etmez ve Fransız elçilerinin
İstanbul’da bir aracı olmaksızın padişahla görüştüğünü, kendisinin de bir aracıyı kabul
etmeyeceğini ifade eder ve Saadetli Çavuşbaşı Ağa Hazretleri rütbesinde bir kişinin
kendisine refakat için konağına gelmesini yönündeki talebini Fransız makamlarına bildirir.
Fransızlar, Ali Efendi’nin bu talebine itiraz ederler, lakin elçi, Yirmisekiz Çelebi Mehmed
Efendi’nin sefâretnâmesini okuduğu için, Mehmed Efendi’yi karşılamaya gelen Mareşal
Prince’i örnek gösterir. Ancak bu konuda da Fransızlar yeni dönemi kastederek artık eski
âdetlerin geçerli olmadığını belirtir, Elçiden özür dilerler. Lakin elçinin ısrarı ve ricası
üzerine Paris komutanı olan başgeneral ve yanındaki diğer general ve subaylar elçinin
ikametine tahsis edilen konağına giderek elçiye refakat ederler (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 24). Böylece Ali Efendi, Osmanlı Devleti’nin şan ve şöhretine gölge
düşürmeden konuyu halleder. Tabi ki buradaki dikkat çeken konu, onun, 77 sene evvel
uygulanan protokolü Fransız yetkililere hatırlatarak, kendisine o protokol gereğince
muamele edilmesi konusunda ısrarcı olması ve bunu kabul ettirmesidir.
28 Temmuz günü Elçi, III. Selim’in mektubunu beş directoirea sunmak için dışişleri
bakanının da sonradan katıldığı şaşalı ve bir alay ile ikametgâhından hereket eder. Elçi,
gerekli protokol gereğince karşılanır ve mektubunu beş directoirea arz eder. Bu tören
esnasında salonda sadece Osmanlı elçisi olmayıp; papa ve Ceneviz elçileri de elçiliklerini
directoirea tebliğ eden evraklarını sunarlar. Ali Efendi’nin diğer elçiler gibi tek başına kabul
113
edilmemesi de diplomatik olarak dikkat edilmesi gereken bir konudur. Ayrıca, Osmanlı
elçisinin davet edildiği gün Robespierre’in öldürüldüğü güne denk gelir (Moralı es-Seyyid
Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 26-28).
Ali Efendi’nin resmî görevine başladıktan sonra, Beşyüzler ve İkiyüzelli meclislerini
ziyaret etmeyi planlar, ancak meclisler ile directoire arasındaki soğukluk ve düşmanlığı
sezmesi bu ziyareti ertelemesine neden olur. Elçinin Paris’e gelişinin 54. günü beş directoire,
askerleri teşvik ederek bir gece mecliste toplantı halinde olan muhalif milletvekillerine
saldırmalarına neden olur, sonrasında bu muhalifler yakalanarak Afrika’ya sürgün edilir
(Altuniş-Gürsoy, 2000: 749).
Elçi, Paris’te siyasî ortamın yumuşadığını müşahede ettikten sonra meclisleri ziyaret
etmek için uygun bir zaman tayin edilmesi için gerekli görüşmeleri yapar ve Beşyüzler
Meclisi başkanından özel davetiye alarak, bu meclise arabanın girmesi yasak olmasına
rağmen meclisin içine kadar arabayla girer. Ali Efendi, birkaç milletvekili kapıda karşılanır
ve meclis oturumunu izlemesi için kendisine ayırılan özel locaya oturtulur. Elçi, meclisin
çalışma usûlü ile ilgili bilgiler verir ve meclisteki görüşmelerin ve alınan karaların
uzunluğunu şöyle ifade eder: “bir iş her ne kadar kolay ortaya çıksa da işin iyisi altı ayda
biter sözü bunlara uygundur.”. Elçiye göre beş directoire, artık meclisin danışma kurulu olma
hükmüne uygun hareket etmez, elçi de bu duruma sebep olarak onların gurur ve kibirlerini
gösterir. (Altuniş-Belkıs, 2000: 749-751).
Ali Efendi, diplomatik sahada kendisini Fransa’da gösterebilmek amacı ile bakanlar,
sefirler ve generallerle beraber 30’a yakın kişiyi yemeğe davet eder, davetlilere Fransız usûlü
yemek verebilmek için Fransız âdetleri gereğince yemek takımları satın alır ve Paris’teki
ikametgâhında Osmanlı Devleti’nin ihtişamına yakışır bir yemek verilir. Bu yemeğe General
Bonaparte de eşiyle katılır. Elçi Ali Efendi, kendisine göstermiş olduğu yakınlık, dostluk ve
teveccüh nedeni ile Bonaparte’ı, eşini ve dış işleri bakanını birkaç kez yemeğe davet eder
(Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 48).
Elçi, Fransızların Mısır’a tarruuz etmeden önce Paris’te çıkan gazetelerde büyük bir
donanma hazırlandığı olduğu haberini okur, ayrıca halk arasında da bazı dedikodular duyar
ve bu durumdan şüphelenir. Elçi, yapılan bu hazırlığın hangi ülkete karşı olduğunu resmî
kanallar vasıtası ile Fransasız yetkililerinden sual eder ve buradan aldığı cevabı da payıtahta
gönderir85. Lakin Ali Efendi’nin Fransız makamlarından almış olduğu cevap tamamen
85 Ali Efendi raporunda özetle: “General Bonapart Malta Adası'nı zabt edip oradaki İslam esirlerini
kurtardığından Malta ile Osmanlılar arasındaki husumet kalmadığını ve bu tahlise mukabil Devlet-i Aliyye'nin
de İstanbul zindanındaki ve sair memleketlerdeki Maltız esirlerini serbest bırakmalarını ve Malta sefinelerine
114
aldatıcı ve yanıltıcıdır. Fransızlar her ne kadar Elçi Moralı es-Seyyid Ali Efendi’ye: “Mısır
beylerine duyulan düşmanlığı göstermek istediklerini, Osmanlı Devleti ile dostlukta baki ve
sağlam kalacakları.” şeklinde ifadeler kullansalar da elçi, Mısır’ın işgali dolayısı ile
inandırıcılığını kaybettiğini düşünür. Bir daha beş directoire’ın meclisine ve verdikleri
yemek davetine katılmaz. Eve kapanan elçi, gerekmedikçe de evden ayrılmaz (Moralı es-
Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 49; Altuniş-Gürsoy, 2000: 756).
Ali Efendi’nin talihsizliği daimî elçi olarak geldiği Fransa’da hiç beklemediği bir
durumla karşılaşması ve en önemlisi de bu durum hakkında İstanbul’a doğru bilgi
aktaramamasıdır. Elçiye, Fransa’dan ayrılarak İstanbul’a gelmesi yönünde bir talimat verilir.
Lakin Fransa, İstanbul’daki elçisi ile Ali Efendi’yi karşılıklı mübadele etmek ister ve bu
konuda ısrarcı olur. Elçinin İstanbul’a gitme isteği Fransa’da meydana gelecek olay ve
durumları İstanbul’a iletmesinin daha yararlı olacağı düşünülerek reddedilir ve elçi bir süre
daha Fransa’da ikamet etmek zorunda kalır. Elçi, zorunlu ikamette bulunduğu esnada
Fransa’nın Sicilyateyn Devleti’ne savaş açmasını ve savaşın seyri hakkında bilgiler verir.
Elçi, kendisine yapılan muamelerlerin vermiş olduğu algı ile sefâretnânesinde beşli
directoiredan hain, fitneci, mayası bozuk ve lanetlenmiş; aşağılık, kötü yaradılışlı bir alay
hırsız olarak bahseder ve Fransa’nın İtalya’daki hezimetine sevinir (Altuniş-Gürsoy, 2000:
756-758). Bu yakıştırmalar, Osmanlı elçilerinin Avrupa ülkelerine güven duymadıklarının
açık bir göstergesidir. Şüphesi birçok elçi Ali Efendi gibi düşünmekte ve Avrupa
yöneticilerinin aldatıcı olduklarını belirtmektedir. Tabi ki burada zamanının en iyi
diplomatlarından birisi olan Telleyrand faktörünü de unutmamak gerekir.
Elçi, Fransa’nın Mısır’ı işgalinden sonraki süreçte Paris’teki elçilik konutunda açık
bir hapishâne hayat sürer. Avrupa’da olup biten olayları İstanbul’a iletmekle görevlendirilen
elçi, İstanbul’a dönmek için izin alır. Osmanlı-Fransız barış antlaşmasından sonra Ali Efendi
İstanbul’a doğru yola çıkar (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 59-61).
Mehmed Said Hâlet Efendi, 1802-1806 tarihleri arasında III. Selim tarafından
Fransa’ya daimî elçilik vazifesi ile gönderilir86. Elçi, Paris’e gelişinde izlediği yol güzergâhı
hakkında bir bilgi vermemekle birlikte İstanbul’dan doğrudan Strazburg şehrine yakın bir
kasabaya gelişinden bahdseder, şehrin general ve subayları tarafından karşılandığını ve
ve bayrağına karşı taarruz edilmemesini istediği ve Nemçe ile Fransa arasında harb tedarikatının delillerinin
görüldüğü” yazar (BOA. HAT. 142/5876).
86 Mehmed Said Hâlet Efendi, 29 Aralık 1802’de Muhasebeci-yi Evvel rütbesi ile orta elçi olarak Fransa’ya
gönderilir. Mehmed Said Hâlet Efendi’nin gönderilme nedeni ise Fransa’nın Mısır’ı işgali ile başlayan iki ülke
arasındaki kötü ilişkilerin yeniden tesisi ve içerideki Nizam-ı Cedid aleyhtarlarının sesini kısmaktır (Gürgen,
2018: 54-55; Karal, 1940:6).
115
şerefine on pare top atış yapıldığı hakkında bilgiler verir. Ancak, Hâlet Efendi, diğer elçilere
geldiği şekli ile kendisini karşılamaya herhangi bir mihmandarın gelmemesini eleştirir ve
mihmandarı beklemeden yola çıktığını belirtir (BOA. HAT. 262/15702). Bu durum, onun
Fransa’da yaşadığı ilk talihsizlik olarak kayda geçer. O, Fransa topraklarına girişinden
itibaren Osmanlı-Fransız ilişkilerinin gerginliğinin getirdiği diplomatik soğukluğu iliklerine
kadar hisseder bir şekilde elçiliğine devam etmek zorunda kalır.
Hâlet Efendi ve elçilik heyeti Strazburg’dan ayrıldıktan beş gün sonra bir tercüman
ve general karşılama için yanlarına gelmesine rağmen, elçinin Paris’e girişinde diğer
elçilerde olduğu gibi eşlik edecek bir alay verilmediği gibi resmî karşılama töreni dahi
yapılmaz. Hâlet Efendi ve heyeti sessiz sedasız bir şekilde kendilerine tahsis edilen konuta
giderler (BOA. HAT. 262/15702; Karal, 1940: 12). Bu husus diğer elçilerde rastlanmayan
bir durumdur. İlk defa bir Osmanlı elçisinin kendi Ali Efendi gibi kendi isteği haricinde
Paris’e girişte tören yapılmadığına şahit olunur.
Mehmed Said Hâlet Efendi’nin nezdinde Osmanlı Devleti’ne yapılan bu muamale
elçinin diplomatik algısına da yansıyacaktır. Elçi, diplomatik kurallar gereği Paris’e gelişini
ve göreve başladığını bildiren bir pusulayı başkâtip ve tercümanı aracılığı ile Fransa Dışişleri
Bakanı Talleyrand’a gönderir, diplomatik nezaketi hiçe sayan Talleyrand Osmanlı
memurlarını bir saat kapıda bekletir ve I. Konsül Napolyon’un Atlas Denizi sahiline gideceği
için elçinin bir an evvel gelmesi gerektiğini yoksa bu görüşmenin üç ay kadar
gerçekleşmeyeceğini diplomatik nezaketten uzak bir şekilde emreder bir vaziyette ifade
eder.
Elçi, Talleyrand’ın bu nezaketsiz davranışına soğukkanlılık ile cevap verir ve yol
yorgunu olduğu için hemen gelemeyeceğini nazik bir şekilde ifade eder. Ancak Hâlet Efendi
ısrarla dışişleri tarafından, I. Konsül Napolyon ile yapıklacak görüşme için hemen gelmesi
hususundaki ısrarlı çağrılarına karşın: “Hayır, görüşmekte aceleyi muceb bir maslahatımız
yoktur. Üç-dört güne kadar Minester canibleriyle ancak mülakat olunabilir” şeklinde
Osmanlı Devleti’ni temsil eden elçi ağırlığına yakışır bir cevap verir. Lakin Talleyrand
başkâtibini göndererek elçiyi bir kez daha saraya çağırtır. Hâlet Efendi, yanına gelen
Başkâtip Kieffer’i Talleyrand’ın kendi başkâtibini karşıladığı şekilde karşılar, dışişleri
bakanının selamını almaz ve başkâtibe oturacak yer göstermez ve böylece elçi tarafından
Osmanlı memurlarına yapılan saygısızlığın diplomatik olarak karşılığı verilir. Başkâtip
Kieffer, elçiyi bir oldubitti ile götürmek üzere geldiği tavırlarından anlaşılır, hatta Hâlet
Efendi’ye: “Gelmezseniz fena olur.” şeklinde diplomatik nezaketten uzak tehditkâr bir
116
şekilde konuşur. Bu tehditkâr tavır üzere elçi, kendilerinin bir yabancı gibi şehre girdiğini,
herhangi bir resmî alay veya törenle karşılanmadığını sert üslupla başkâtibe ilettikten sonra
ilaveten: “Şimdi dahi böyle resimden hariç tekliflerde bu mertebe ısrardan fena olsa olsa
sefâretimizin adem-i kabulü olabilir, ben avdete hazırım.” şeklinde çok kesin ve diplomatik
olarak sert ifadelerle dışişleri bakanının davetini reddeder. Hâlet Efendi’nin bu tavizsiz tavrı
ve dik duruşu, Talleyrand’a geri adım atmasına neden olur ve elçiye, yanlış anlaşıldığını,
kendisini konutuna yemeğe davet etmek sureti ile yapılan bu muamale kaşısında yapılanları
telafi edebileceğini bir mesajla bildirir ve gönülünü almaya çalışır (BOA. HAT. 262/15702;
Karal, 1940: 13-15).
Fransa’ya gelen elçilerin vazifeleri sırasında karşılaşılmayan bu durum ve Mehmed
Said Hâlet Efendi’nin mukabil tavrı göstermektedir ki Osmanlı elçileri kendileri nezdinde
Osmanlı Devleti’ne yapılan muameleye karşı devletin haysiyetini ve şerefini korumak için
her türlü mukabeleyi yapabilir. Mehmed Said Hâlet Efendi’nin uygulamış olduğu bu
diplomatik mütekabiliyet, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da hâlâ güçlü bir aktör olduğunun
göstergesi idi.
Daha sonra Hâlet Efendi, I. Konsül Napolyon’a III. Selim’in mektubunu ve
hediyeleri sunmak için saraya davet edilir. Elçi, kendisinden önce bir başka elçinin kabul
edilmemesi hususunda Talleyrand’dan garanti ister ve bu isteği kabul edilir. Bu kez Mehmed
Said Hâlet Efendi, mektubu takdim etmeye giderken, Osmanlı Devleti’nin ihtişamını ve
gücünü gösterir bir alay tertip edilmesini sağlar. III. Selim’in mektubunu I. Konsül
Napolyon’a, Sadrazam Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa’nın mektubunu da Talleyrand’a vererek
elçilik vazifesini yerine getirir (BOA. HAT. 262/15702; Karal, 1940: 15-17).
Hâlet Efendi’yi Paris’te meşgul eden en önemli sorun parasızlık meselesi olur87. Elçi,
merkezden kendisine tahsis edilen paranın yetmediğini ve buna bir çare bulunmasını ister.
Bu minvalde birçok mektubu bizzat İstanbul’a gönderir. Hatta bir ara parasızllıktan kendisi
ve heyetinin masraflarını karşılamada çektiği zAhmed nedeniyle Napolyon’dan dahi borç
para isteme yoluna gittiği görülür (Karal, 1940:18-23). Hâlet Efendi, kendisinden önce gelen
elçilere hediyeler verildiğini, lakin kendisine bir hediye verilmemesinden şikâyetçi olur. Bu
durum, I. Konsül Napolyon’un da dikkatini çeker. Napolyon, Osmanlı elçisine Osmanlı
87 Mehmed Said Hâlet Efendi’nin para ile ilgili teati etmiş olduğu yazışmalardan sürekli olarak tahsisatının
yetmediğinden bahisle para istediği görülür. Tabi ki bu parasızlığın bir nedeni de Hâlet Efendi’den istenilen
hediyeler ve bunların ücretlerinin ödenmesi/ödememesidir. Hatta bir mektupta, kurye ile para yollanması
konusunda süre olarak “çend rûz zarfında” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Mehmed Said Hâlet Efendi bu
“çend rûz” tabirine takar ve “şu çend rûz tabirini her zaman ben de yazardım da kaç gün eder bilmezdim, meğer
bin bir gün imiş, kuryenin gelmesinden anladım” demek sureti ile hediye isteyenlerin paraları geç
göndermesinden dert yanmıştır (Karal, 1940: 25-26).
117
Devleti’nin kendisine gönderdiği bir senelik ödenekten daha fazla maddî değere sahip bir
hediye verir. Karal’a göre Napolyon bu pahalı hediyeyi Osmanlı elçisin vermesi onu, satın
almak içindir (Karal, 1940: 23-24).
Hâlet Efendi, Fransa idarî sistemini beğenmeyerek, konsüllükle yönetilen ülkede bir
kralın olmamasını eleştirerek, ona devlet denilemeyeceğini söyler. Ona göre, Fransız
devletinin yönetimi, aşağılık kişilerin elinde olduğu içindir ki Fransa’nın cumhuriyet dahi
olamadığından Fransızlardan da emniyet ve dostluk beklemek yanlış olacaktır88. Hâlet
Efendi, Fransız devlet adamlarının tavırlarının kötü olduğunu işaret ederek, onların
hareketlerini: “Berberiler gibi levantan” şeklinde devlet ciddiyetinden uzak bir şekilde
olduklarını belirtir ve I. Konsül Napolyon ve bakanları hakkında da: “Devlet lisanı ve
etvarını bilen adam olmadığından tavırları eşkıya sergerdeleri gibidir. Riayet-i hatır ve
müskit cevap bilmezler, her şeyi zor ile çözmeye çalışırlar. Hatta Talleyrand cümlesinden
ziyade ocakzâde olmakla ehvenleri gibi anılır ve akıllıdır. Ancak, papaz bozuntusu
olduğundan düvel beyninde carî usûlde o dahi yabandır gayet haindir.” (Karal, 1940: 35)
şeklinde sert bir niteleme yapar. Bu sert ifadelerin arkasında Fransa topraklarına girişinden
itibaren gördüğü muamele, yaşadığı olumsuzluklar ve Nizâm-ı Cedid karşıtlığından doğan
Batı tarzı yeniliklere olan mesafe denilebilir.
Hâlet Efendi diğer elçiler gibi sosyal, ekonomik, siyasî ve askerî kurumlar hakkında
gözlemde bulunmaz ve İstanbul’a herhangi bir bilgi de göndermez. Ancak, Paris’te bulunan
Paleruvayyal adlı genelevi tasvir eder. Buradan anlaşılacağın üzere Hâlet Efendi’nin III.
Selim’in Avrupaî tarzda oluşturduğu Batı tarzı yeni düzen usûlüne karşı çıkan mutaassıp
kesimin yanında yer almayı tercih ettiği görülür. Tabi ki Mehmed Said Hâlet Efendi’nin bu
Avrupa karşıtlığının temelinde yatan nedenlerden birisi onun mevlevîliğidir (Karal, 1940:
38). İbni Haldun’un “coğrafya kaderdir.” lafzının Mehmed Said Hâlet Efendi için “coğrafya
kederdir.” şekline dönüştüğü anlaşılmaktadır.
Hâlet Efendi’nin yenilikçi kanattan olmayıp muhalif bir karakter olduğu, yetiştiği
ortam ve İslamî hassasiyetlerinin Fransa ve Avrupa hakkında sefâretnâmesinde olumsuz
söylemlerinin en önemli nedenleri arasındadır. Hâlet Efendi, Osmanlı Devleti’nde
muhafazakâr kesimin fikrî mânâda bir temsilcisi olması özelde Fransa ve genelde Avrupa’yı
algılaması yönünden diğer elçilerden ayrılmaktadır. Ayrıca Hâlet Efendi’nin Paris sefirliği
88 Hâlet Efendi bu durumu şöyle açıklar: “Bu Françelülerin kralları olmadığından devlet olmadıklarından başka
vuku bulan fetretten nâşî menasıb-ı vecihanın ekserisi esafil-i nasta ve arada bazı kişi-zadeler kalmış ise dahi
nüfuz-ı kelam esafil ve erazil elinde olduğundan cumhur dahi olamamışlardır. Hemen fiye-i bagiye yani Türkçe
it derneği gibi olduklarından veçhen mine’l-vücuh bir millet için bunlardan emniyet ve dostluk olmaz.”
118
iki olumsuzluğu bir arada barındırmıştır. Bunlardan birincisi Fransa’nın Mısır başarısızlığı
nedeni ile Konsül Bonapart’ın Osmanlı’ya ve elçisine olan öfkesiydi ki bu nedenle elçiye
diplomatik olarak yüz çevirir. İkincisi ise Hâlet Efendi’nin şahsî olarak Avrupa’dan
hazzetmemiş olmasıdır. Bu iki unsur yan yana gelince Mehmed Said Hâlet Efendi’nin
sefâretnâmesindeki bakış açısı olumsuz yönde olacaktır.
III. Selim döneminde Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, 1806’da Fransa’ya
fevkalade elçi olarak gönderilir. Vahid Efendi’nin buradaki vazifesi89, Fransa’nın Rusya ile
savaşında Osmanlı Devlet ile de bir ittifak yapmak istemesi üzerine Napolyon ile
görüşmektir90 (Çağlar, 2023: 25-25). Onun sefâretnâmesinin adı Fransa ise de Napolyon
nezdine gönderildiği için gezmek zorunda kalır ve Polonya, Avusturya gibi ülkelere de
giderek çeşitli bilgilerini kaydettiği müşahede edilir.
Vahid Efendi, Napolyon’un peşinden Viyana’ya geldiği sırada, Fransa’nın, ittifak
arayışı içinde oldğu bir başka devlet olan İran Elçisi Mirza Mehmed Rıza Han onuruna bir
yemek verdiği ifade edilir. Lakin Fransa, ertesi gün elçi onuruna da bir yemek verilir, elçi
bu yemeğe İran elçisinin de katılması için bir davetiye gönderildiğini söyler. Vahid Efendi,
bu yemeği şöyle anlatır: “Yenilen yemekten sonra sıra tatlılara geldiğinde İran elçisine
Osmanlı usûlü helva gelir ve İran elçisi helvayı çok beğenerek “güzel olmuş” ifadesini
kullanır ve Vahid Efendi de başka bir helva tabağını İran elçisinin önüne sürerek: “Hay Hay!
Gaziler helvası91 güzel olur.” (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222:10b) demek sureti
89 Vahid Efendi kendisine verilen görevi. Şu şekilde özetler: “Bu görevimde Avrupa’nın niyetlerini öğrenip,
bu konuda uyanık olarak, görevime Varşova’da çeki düzen vermekle veliyü’l-nimetim Osmanlı Devleti’ni,
Avrupa’dan gelecek tehlikelerden kurtarmanın, meslektaşlarım arasında kudret ve itibarımı artıracağı
kuşkusuzdur” (Ercan, 1991: 100); Napolyon, Osmanlı Devleti’ni ve İran’ı müttefiki yapmak için çeşitli
diplomatik çalışmalar başlatır. Fransa, Rusya ve İngiltere’yi yalnız bırakmak için Osmanlı ve İran ile ittifak
kurmayı amaçlar. Fransa’nın buradaki maksadı Avrupalı bir devlete ittifak kurmaktır. Ancak bunu
başaramayınca; bu Fransa-Osmanlı- İran ittifakı ile kendisine diplomatik hareket alanı açmak ister (Yenidünya,
2008, 96-97).
90 Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, 28 Aralık 1806 Pazartesi günü İstanbul’dan ayrılarak Edirne’ye
ulaştığında burada elçilik vazifesi ile gönderilecek hediyeleri bekler ve bu zaman zarfında Edirne’de Kadı
Abdurrahman Paşa olayı ortaya çıkar (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222: 2a-3a; Fransa Sefâretnâmesi,
1304: 1-4; Ercan, 1991: 85-86). Matbuu Fransa Sefâretnâmesinde sehven “Kadı Mustafa” olarak yazmış, bu
nüshadan faydalananlar ise aynı yanlışı devam ettirmişlerlerdir (Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 1-4; Ercan, 1991:
85-86. Lakin sefâretnâmenin yazma nüshasında “Kadı Paşa” ifadesi geçer (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi,
1222: 2a-3a).
91 Gaziler Helvası Edirne’de Saray geleneği olarak yapılmaktaydı. Bu gelenek uzun yıllar devam etti. O
dönemlerde askerler sefere çıktıkları zaman helva ile uğurlanmaktaydı ve seferden döndükleri zaman helva ile
karşılanarak dualar ile yenilmekteydi (Yılmaz-Akman, 2019: 465). Avrupa’ya sefere giden ordu Edirne’ye
gelirdi. Son hazırlıkların ardından Edirne’den sefere çıkar ve dönüşte de Edirne’de karşılanırdı. Ordunun
uğurlanışında ve karşılanışında kazanlarla helva pişirilir, asker ve halk tarafından dualarla yenirdi. Gaziler için
yapılan helva daha sonra şehitlerin ardından da yapıldı. Zamanla ölen yaşlı erkeklerin de evvelce sefere katılmış
oldukları düşüncesiyle onlara da helva yapıldı. Bir süre sonra kadın- erkek ayrımı kalmadı ve ölü ardından
gaziler helvası yapmak âdet oldu (Özbil, 2011: 59).
119
ile Osmanlı Devleti’nin Avrupa üzerine sefer yapılacağını imâ eder ve İran elçisine helva
üzerinden diplomatik bir mesaj verir.
Vahid Efendi ile İran Elçisi Mirza Mehmed Rıza Han arasında bir rekabetin oluğu da
sefâretnâmeden anlaşılmaktadır. Elçiler için düzenlenen balolardan birinde İran Elçisi Mirza
Mehmed Rıza Han ile karşılaşan Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, birlikte baloda
şapkası üzerine yeşil kurdele sarılı bir kadın görürler ve İran elçisi: “(sefiri-i muma-ileyh
Merkoz tıynet-i asliyyesi olan ihânet kastıyla) bu avrat Varşova emirlerinden olmak
gerektir” demesi üzerine Vahid Efendi: “Buralarda emir ile Ermeni’yi fark etseler imtiyaz
için sarmıştır sanılırdır. Ama ayrım veya ayrıcalık yoktur” demek sureti ile İran elçisine bir
“ta’rîz”de bulunur (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222: 14b; Çağlar, 2023: 140).
Burada dikkati çeken husus Vahid Efendi’nin İran elçisine yıllar süren Osmanlı-İran
savaşları dolayısıyla yakıştırdığı sıfattır.
Napolyon ile görüşmek üzere Varşova’ya gelen Vahid Efendi, usûl olduğu üzere
gelişini Talleyrand’a iletir. Ancak, o ve heyetinin yiyecek, içecek tedariki ve diğer ihtiyaçları
hakkında bir adım atmadığı görülür. Bu durum, elçinin pek hoşuna gitmez ve Talleyrand’ın
şahsında Fransızlar hakkında, “alçak yaradılışlı” olduklarını beyan eder (Ercan, 1991: 97).
Bu ifade diğer elçilerde de görülür. Ebubekir Ratib Efendi’nin de elçilik lojistiğinde maruz
kaldığı problemler ve Avusturya yetkilileri için kullandığı ifadeler, Ali Efendi’nin Fransızz
konsülleri hakkındaki sözleri Vahid Efendi’nin kullandığı ifadelerle örtüşmektedir.
Vahid Efendi, emtellektüel birikiminin olduğunu kanıtlar bir şekilde Kâtip
Çelebi’nin Cihannümasından alıntılar yaparak, her toplumun kendisine göre bir özelliğinin
olduğunu ve buna göre Polonya’nın köprüsü, Çekoslovakya’nın rahibi, İtalya’nın Tanrı
korkusu, Almanya’nın orucu dedikleri gibi Fransa’nın da sözünde durmamasını örnek
gösterek: “Fransızlar, yararsız, yalan söz ve gerçek olmayan beyanları atasözü gibidir;
Fransızların vefasızlığı geçmişten bugüne bilinmektedir.” (Ercan, 1991: 100) şeklindeki
ifadeleri ile Fransızların bütün söz ve eylemlerinin hileden başka bir şey olmadığını ve kafası
çalışan herkesin bunu bildiğini yazar.
Vahid Efendi’nin asıl memuriyeti olan Napolyon ile görüşme talebinin karşılanması
uzun sürdüğü görülür. Zira Fransızlar öncelikle İran elçisi ile ittifak müzakereleri yaparak,
bu müzakereler neticesinde imza edilen gizli antlaşmalar sonrasında Osmanlı heyeti ile
görüşme planlanır. Bunun içindir ki elçinin Napolyon ile görüşme talebi Dışişleri Bakanı
Talleyrand tarafından bazı bahâneler öne sürülerek sürekli ertelenecektir. Bu durumdan
rahatsız olan Vahid Efendi, “Napolyon ile bir görüşme yapılmayacak ise Varşova’da
120
beklemesinin bir anlamı olmadığını” beyan ederek Talleyrand’dan İstanbul’a dönmek üzere
izin talep eder. Bu talep üzerine Talleyrand elçinin konağına gelerek, Napolyon ile görüşme
için bir randevu ayarlayacağını ifade ederek, Vahid Efendi’ye beklemesini tavsiye eder ve
18 gün sonra elçi, görüşme daveti alarak Fenkeşten Sarayı’nda Napolyon ile görüşmeyi
gerçekleştirir.
Vahid Efendi’nin ve Hâlet Efendi’nin sefâretnâmelerinde tasvir ettiği Talleyrand’ın
aynı olması, Osmanı elçilerinin Avrupa siyasî hayatına bakışlarının birbiri ile paralel
olduğunu göstermektedir. Vahid Efendi’nin Napolyon ile yapmış olduğu görüşmenin
ardından Talleyrand, elçinin yanına gelerek, Napolyon’un elçinin hâl ve hareketinden
hoşlandığını, bunu kendisine iletmesi için gönderildiği şeklinde bir açıklamada bulunur ve
Vahid Efendi de kendisinin dostça sözler söyledikten sonra Talleyrand’ı defeder (Ercan,
1991: 109-110). Osmanlı elçilerinin Fransız devlet adamlarına karşı bu tutumu, Fransa’nın
Mısır’a olan taarruzu ve Hâlet Efendi’ye yapılan talihsiz muamelenin bir neticesi olduğu
söylenebilir.
Vahid Efendi, sefâretnâmesinde Napolyon hakkında birtakım çıkarımlarda bulunur.
Bu çıkarımlar Napolyon’un doğumundan başlayıp, eğitimiyle devam eder. Seyyid Mehmed
Emin Vahid Efendi göre: “Napolyon; Anadan doğma yeteneklidir.” Çünkü Paris’te başladığı
askerlik hayatında 1789 ihtilalinde yüzbaşı rütbesi alır ve 14 yıl sonra da generallik rütbesi
elde eder. Bu kısa süreli yükseliş Vahid Efendi tarafından anadan doğma bir yetenek olarak
değerlendirilir. Elçi, bir süre tutuklu kalan Napolyon’un Osmanlı hizmetine girmeyi
düşündüğünü de iddia eder.
Napolyon, kendisine verilen askerî görevleri başarı ile ifâ eder ve Malta ve Mısır’da
olduğu gibi askerî başarılar kazandıktan sonra 1799’da beş direktoirden birisi olarak seçilir.
Ancak, bu yönetim konsüllük şeklinde dönüştürülünce de Napolyon başkonsül olur. O, daha
sonraki süreçte çeşitli komplolardan kurtulur ve Avusturya ve diğer devletler ile yapmış
olduğu galip ve mağrur bazı antlaşmalar ile halkın güvenini ve sevgisini kazanır. 1804
yılının aralık ayından önce imparator ünvanını alır.
Elçiye göre Napolyon, orta boylu, çukur elâ gözlü, kalın kaşlı, esmer tenli, ağzı
büyük bir yüz yapısına sahiptir. Napolyon’un az yemek yediği ve az uyku ile hayatını
sürdürdüğünü duyan Vahid Efendi, onun cihangirlik hülyasında bir kişi olarak devlet ve
askerî işlere düzen vermeye çalıştığını yazar. Elçinin gözlemlerine göre Napolyon, Prusya
Kralı Frederih, Cengiz Han, Timurlenk ve bunlara bezer büyük kahramanların tarihlerini
okur ve yararlanır. Elçiye göre Napolyon almış olduğu politika eğitimini iyi bir şekilde
121
kullanır ve yardımını istediği devlet ve milletlere kendi işlerini yaptırıncaya kadar eşitlik ve
dostluk gösteren bir politika izler. Savaş hilesi olarak kendi subay ve diğer devlet adamlarına
güzel sözler söyler (Ercan, 1991: 110-112).
Vahid Efendi, Fransız bürokrasisine karşı pek de müspet izlenime sahip olmadığıı
söylenebilir. Zira Danzing’de ikamet ettiği sırada Fransa ile Rusya arasında bir antlaşma
imzalandığını, çeşitli vasıtalar ile öğrenen Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, “Bütün
kâfirler aynı millettendir.” (Ercan, 1991: 115-116) değerlendirmesi ile Fransa ve Rusya’nın
kendi aralarında anlaşma yapmasını değerlendirir. Buradaki önemli mesele Napolyon’un
Rusya’ya karşı Osmanlı ile bir ittifak yapmak için girişimlerde bulunduğu bir sırada Rusya
ile Tilsit’te yapmış olduğu antlaşmayı Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi ile paylaşmamış
olmasıdır92. Bu tür konular elçilerin Avrupa ve Batı’ya dair algılarının menfî yönde
şekillenmesinin sebeplerinden birini oluşturmaktadır.
Vahid Efendi, Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrad ile görüşme fırsatı ararken 1807
Mayıs’ında çıkan hadiselerde devlet adamlarının çoğunun öldürüldüğü, kalanların da perişan
bir hâlde olduğu bilgisi Fransız kurye tarafından elçiye bildirilir. Vahid Efendi, öğrenmiş
olduğu hadiseler karşısında endişesini şu şekilde belirtir: “İstanbul’daki olayın nasıl olduğu
bir türlü, üzerimizdeki görevin sonucunun ne olacağı başka türlü ıstırap vermekteydi”. Vahid
Efendi, Viyana’ya giderek IV. Mustafa’dan gelecek emirleri beklemek için beş gün ikamet
etmek zorunda kalır (Ercan, 1991: 117).
İstanbul’dan gelen emir, Vahid Efendi’nin elçilik vazifesine kaldığı yerden devam
etme yönünde olur. O: “Çare yok kaderin cilvesine boyun eğmekten başka” demek sureti ile
aslında bu görevde kalmak istemediğini belli eder. Viyana’dan Paris’e gelen elçi, Osmanlı
Devleti’nin Paris’te bulunan daimî Elçisi Abdurrahim Mühib Efendi ile ikametinde
görüşmelerde bulunur. Paris’te 22 gün kalan Vahid Efendi, daha sonra görevini sona ermesi
ile İstanbul’a döner (Ercan, 1991: 119).
Vahid Efendi’nin sefâreti III. Selim döneminde başlayıp IV. Mustafa döneminde son
bulacaktır. Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi bu özel durumuyla diğer elçilerden ayrılır.
Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya daimî elçilik gönderme âdeti daimî elçiliğe
döndüğü ifade edilse de Fransa özelinde fevkalade elçilerin hâlen kullanılmaya devam ettiği
gözükmektedir.
92 Elçi, Fransa imparatorunun sözünde durmadığını şöyle ifade eder: “Fransa imparatoru da Osmanlı
İmparatorluğunun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı, eski şan ve şerefi elde edilmedikçe kılıcı kınına koymam
iddiasında iken yukarıda yazıldığı üzere işine uygun geleni yapıp dönmesi ve özellikle Osmanlı
İmparatorluğuna iyi niyetlerini bildirdiği halde önce Dubrovnik Cumhuriyetini, sonra Yedi Adayı alıp Fransız
topraklarına katması, ancak düşmanlıkla bağdaştırılacak bir durumdur (Ercan, 1991: 118)”.
122
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, 1806-1811 tarihleri arasında Fransa nezdine elçi
olarak gönderilmiştir. III. Selim döneminde fevkalade elçi olarak başladığı dönemi II.
Mahmud döneminde büyükelçi olarak tamamalayan elçi, durumu dolayısı ile diğer
elçilerden ayrılır93. Muhib Efendi, Paris’e doğru yola çıktığı esnada kendisine gelen emir
üzerine bir an evvel Paris’e gitmesi istenir. Bunun üzerine elçi bütün ağırlıklarını Loret
şehrinde bırakarak seri bir şekilde Fransa’ya ulaşmak için seyahat eder. O, bu yolculuğu
“rahat etmiyerek ve leyl ü nehâr şitâb ü sür‘at etmek…” şeklinde tasvir eder (Günay,
2009:40).
Muhib Efendi’ye Fransa’da izleyeceği politika ile ilgili bir talimat metni verildiği, bu
talimatta; Fransız devlet adamları ve bürokratları ile sıkı bir görüşme ve dostluk edinmesi ve
Fransa’da bulunan diğer ülkelerin elçileri ile de temas kurarak iyi ilişkiler geliştirmesi
belirtilir. Bu talimatta ayrıca, belirtilmesi gereken önemli bir husus da elçilik heyetinde
bulunan memurların devlete yararlı olacak şekilde yetişmesini sağlamak ve sürekli çalışarak
Avrupa’da olup bitenleri en ince ayrıntılarına kadar öğrenmeleri idi (Günay, 2009:23,44-
45).
Öncesi kısmlarda dile getirildiği üzere yeniliklere ilişkin Osmanlı Devleti’nin bakış
açısı; Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile Avrupa’da olup biten yeniliklerden haberdar
olması şeklinden, Avrupa’da cereyan eden siyasî ve askerî olayların ayrıntılarına kadar
raporlandırılmasına dönüşmüş ve diplomasinin öneminin bilinciyle bu alanda memur
yetiştirilmesi noktasına gelinmiştir.
Muhib Efendi, Napolyon’a sunacağı Sultan III. Selim’in mektup töreni öncesi
hazırlamış olduğu metin, diplomatik bir kriz şeklini alır. Elçinin konuşmasını önceden
görmek isteyen Dışişleri Bakanı Talleyrandd, konuşma metninde İtalya Kralı ünvanını
göremeyince konuşmaya bu ünvanın da eklenmesini talep eder.
Osmanlı Devleti nezdine Muhib Efendi’nin dengi olarak görevlendirilen Sebastiyan,
İtalya kralı ünvanı meselesinde elçiye baskı uygular. Bu baskı daha sonra bir tehditte
dönüşür. Sebastiyan bu meseleyi tüm bakanlara iletir ve Talleyrad eğer name-i hümayundaki
bu eksiklik düzeltilmez ise Napolyon ile görüşmenin erteleneceği tehdidinde bulunur
(Günay, 2009: 53). Muhib Efendi bu konuda dik durur ve geri adım atmaz.
Ancak Muhib Efendi, padişahın yazmış olduğu mektupta bir değişiklik yapılmasının
mümkün olmadığını ifade edip, bunu reddeder. Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, yapılan
93 Muhib Efendi, Nişancı ve Büyükelçi rütbesi ile Paris’e gönderilir (Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib, 1236:
3a).
123
törenin ertesi günü Fransa’nın resmî gazetesi olarak bilinen Moniteur’da çıkan konuşma
metnine İtalyan Kralı ünvanının eklendiğini görünce şaşırır (Bertrand, 2018: 19-20; Günay,
2009: 51-61).
Muhib Efendi’nin elçiliği sırasında dikkat çekici bir başka hadise, tören esnasında
arabada oturacağı yer konusundaki anlaşmazlıktır. Fransız diplomatik âdetleri üzerine elçi
için hazırlanan arabada elçi arkada oturuken, refakat eden teşrifatçı da öne binerek saraya
gidilmesi gerekirken, Muhib Efendi kendisinin ön tarafa oturması gerektiği konusunda
ısrarcı davranır. Bunun nedeni de “bu ayrıcalıklı konuma kendisinin yakışacağını”
söylemesidir (Bertrand, 2018: 20).
Muhib Efendi, onuruna verilen yemek sırasında Napolyon ile yapmış olduğu
konuşmada Sırp İsyanının, Fransa’nın Mısır’ı işgalinden sonra patlak verdiğini, bu isyanda
Fransızların da tutumları ile isyanda dahli olduğunu ifade ederek, Sırp İsyanı ve Kara Yorgi
hakkında diplomatik konuşmalar yapılır ve Napolyon, Fransa’nın artık eski politikasını
bırakarak, Osmanlı Devleti’nin yanında hareket edeceğinden bahseder (Bertrand, 2018: 23-
25).
Görülüyor ki Osmanlı elçilerinin gözünde Avrupa, Batı, ilişkin algının
şekillenmesinde dönemin siyasî ve askerî olayları etkili olmuştur. Barış zamanında elçilik
vazifesini yerine getiren sefirler, gittikleri ülkelerde hoş karşılanıp ağırlanırken, savaş
zamanında gitmek mecburiyetinde kaldıkları ülkelerde nahoş muamelelere tabi tutulmuşlar
böyle bir durum da elçilerin algılarında müspet veye menfî belirleyici olmuştur.
Elçilerin idarî anlamda sefâretnâmelerinde ileriki süreçlere dair bir önerilerinin
olmadığını görüyoruz. Ancak meclislerden bahsedilmesi, cumhuriyet yönetiminden
bahsedilmesi daha sonraki süreçte gerçekleşecek olan meşrutî yönetimin ilk nüveleri
sefâfretnâmelerin satır aralarına bulunmaktadır. Ayrıca II. Mahmud döneminde
gerçekleştirilecek olan kabine sistemine geçişin de nüvelerini bulmak münkündür.
3.2. ASKERÎ UNSURLAR
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya gönderdiği elçilerin sefâretnâmelerinde gittikleri
ülkelerin orduları, askerî eğitimleri gibi konulara pek yer vermedikleri görülmekle birlikte
bazı elçilerin bir layiha ya da takrir ile Avrupa’da tanık oldukları askerî manadaki yenilikleri
Osmanlı bürokrasisine sundukları görülmektedir. Sefâretnâmelerde askerî mânâda ayrıntılı
ve teknik bir tarifin yapılmadığı, sadece görülen askerî birliklerin, kalelerin, silah
depolarının ve bir takım eğitim hareketlerinin yansımalarına rastlanmaktadır. Dolayısıyla
teknik mânâda sefâretnâmelerde askerî yeniliklere esin kaynağı olacak fikirlere fazlaca
124
rastlamak mümkün olmamaktadır. Elçiler, gittikleri ülkelerde ve güzrgâhlarında asker ve
ordu ile ilgili yalnızca gördükleri ve duydukları bilgileri sefâretnâmelerine kaydetmekle
yetinmişlerdir.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris Sefâretnâmesinde askerlik ve ordu ile
ilgili, kendisini karşılayan askerler ve gördüğü askerî menvra ile sınırlı olmuştur. Bunun asıl
nedeni ise o devrelerde Avrupa’dan alınacak olan askerlik ile ilgili kısıtlı olmasıdır. Bir
öndeki bölümde de belirttiğimiz üzere Mehmed Efendi’nin elçiliği esnasında Fransa’da
ortaya çıkan ve şiddetlenen hıyarcıklı vebanın bu teknik gezileri engellemiş olma ihtimalidir.
Çelebi Mehmed Efendi, Nazarato Limanı’nda askerî törenle karşılanır ve bu törende
“mehterhâne” diye tarif ettiği askerî bando da hazır bulunmaktadır (Jouannin, 1834: 7). O,
deniz kuvvetlerine ait olduğu belirtilen bu askerî bando, trompet, davul ve fire gibi bandoya
özel aletleri ile gruplara ayrılmış halde müzik parçaları çalmakta olduklarından bahseder
(Veinsten, 2002: 60). Elçi, Paris’teki karşılama töreninde gördüğü askerleri kendi ülkesinin
askerleriyle kıyaslamamakta ancak: “Hakikat, ki çok pâk ve güzide ve kuvvetli asker
müşâhede ettik.” demek suretiyle onları dış görünüşleri ile tasvir etemektedir (Yirmiz Sekiz
Mehmed Efendi Fransa Sefâretnâmesi, 2002: 32; Yirmisekiz Mehmed Efendi
Sefâretnâmesi, nu. 03231: 6b/7a: Ambassade de Mehmed Efendi de 1720-1721, 1815/1820:
20a/20b).
Elçi, Paris’te yaralı askerlerin tedavi edildiği bir askerî hastaneyi görmesi için davet
edilir. Savaş Bakanı Guerre (Umur-ı Seferiye’ye Müvekkel) ile askerî hastane ziyaretinde
bulunur. Elçi, bu davetin gelişimini şu şekilde anlatır: “Bir iki gün sonra, savaş işleriyle
görevli Ministeri de la guerre dedikleri bakan, ziyaretimize geldi, kendisiyle görüştük.
Sohbet sırasında bize; ‘Bizim askerimizden yaralı ve iş göremez halde olanlara bakmak için
bir saray yapılmıştır; bu saray görülmeye değer mahiyettedir, sizi orayı görmeğe davet
ediyorum, çok hoşunuza gideceğini ümit ediyorum.’ dedi ve biz de bu daveti kabul edip
ertesi gün gittik.” (Ambassade de Mehmed Efendi de 1720-1721, 1815/1820:11b). Hastane,
500-600 yataklı olmakla beraber, ziyaret sırasında hasta askerlerin yatmakta olduğunu ifade
ederek hastanede doktorlar ve tedavi aletleri bulunduğu belirtilir. Poliklinik kısmı ziyaret
edildikten sonra Mehmed Efendi, eczane kısmını da gezer ve bin bir türlü ilaç ve ilaç
yapımında kullan aletleri gördüğünü beliterek askerî hastanenin ve eczanenin temizliğini
vurgular.
Elçi, askerî hastaneye ait olan yemekhânesini de ziyaret eder ve burada ilgisini,
üretilen ekmekler çeker ve burada üretilen ikinci kalite ekmeklerin dahi beyaz yani kaliteli
125
olduğunu ifade eder. Daha sonra yemekhânenin diğer kısımlarını da gezen elçi: “Doğrusunu
söylemek gerekirse burada güzel bir düzen gördük.” diyerek yemekhâneyi beğendiğini ifade
eder (Uçman, 2017: 81,199-200).
Mehmed Efendi gezmiş olduğu hastaneyi şöyle anlatır: “Daha sonra kalkıp sarayı
dolaşmaya başladık. Kendisi önümüze geçerek, orada bulunan askerlerden hasta olanları
tedavi ettikleri yere götürdü. Burada divanlar üzerinde beş altı yüz kadar tertemiz yatak
gördük. Bir kısım hastalar yatıyorlar, doktorlar ve tedavi için gerekli olan bütün âletler
yanlarında hazır vaziyette duruyordu. Bunları gördükten sonra ilâç hazırladıkları
eczanelerine götürdüler. Burası ise, birkaç bin billûr yuvarlak şişe, bin bir türlü ilâç, ayrı
bölmelere konmuş türlü türlü havan, elek ve ecza ile ilgili âletlerin toplanmış olduğu gayet
temiz bir yerdi. Daha sonra ekmek fırınlarına gittik. Burada bol bol ekmek pişirilmiş
olduğunu gördük. Bunların arasında hem birinci kalite has ekmek hem de ikinci kalite ekmek
bulunuyordu. Fakat ikinci kalite ekmekler de bembeyazdı. Oradan mutfaklarına götürdüler;
burada çarkla dönen kebap şişleri vardı. Koyunları bütün olarak şişlere geçirmişler
pişiriyorlardı. Ocağa da çorba kaynatmak için koca koca kazanlar koymuşlardı. Bu sırada,
"Şimdi burada kalanların yemek vaktidir, seyrediniz!" dediler. Biz de hatırları için durduk.
Sadece yemek yemek için hususi bölmeler yapılmış, her bölmede ikişer yüz kişi sığabilecek
büyüklükte ikişer sıra sofra kurmuşlar. Her dört kişinin önüne bir lenger kebap, bir lenger
çorba ve dört ekmek ve dört bardak şarap koymuşlardı. Ayrıca bunlara hizmet eden
sofracılar vardı. Bunları bize seyrettirip eşyalarını gösterdiler. Doğrusunu söylemek
gerekirse burada güzel bir düzen gördük. Burada üç bin kadar elden ayaktan düşmüş kimse
mevcuttu.” (Uçman, 2017: 81,199-200).
Mehmed Efendi’nin Paris’te XV. Louis’in vermiş olduğu yemek daveti esnasında
kendisine özellikle gösterilen minyatür kalelerden etkilendiğini dile getirir. Fransa’nın
bölgelerindeki kalelerin orijinaline yakın bir şekilde dağ, tepe, ırmak ve hatta şehirdeki
yerleşimin dahi özenilerek yapılan minyatürlerini inceleme fırsatı bulan elçi, bu
minyatürlerden çok etkilenir ve: “Bu planları görmek, bunların gösterdiği yerlerden her
birini görmektir. Zira planlar öylesine özenilerek ve doğru bir biçimde yapılmıştır ki
sokakları, konutları, kiliseleri, köprüleri tek kelime ile her şeyi tam bir doğrulukla
bulursunuz. Böyle bir yapının yararı ve hoş tarafı, düşmanın bir yere karşı herhangi bir
girişimde bulunmayı istemesi halinde hangi yönden gelebileceğinin ve güçlendirilmesi
gereken yerlerin bilinmesidir.” şeklinde izah ederek, 125 adet minyatürün askerî mânâda
önemli olduğunu ve bu planlar sayesinde Fransız komutanların ve subayların savaş
126
meydanında yapılan manevraları, kazılan hendekleri ve başlatılan taarruzları uygulamalı
olarak gösterebildiğini belirtir (Veistein, 2002:96).
Elçinin ilgisini çeken bir başka husus kralın sarayının güvenliğini sağlayan
askerlerdir. Sarayın muhafızlığını süvis yani İsviçreli paralı askerlerin üstlendiğini, bu süvis
askerlerinin 500 adet olduğunu, saray kapısında nöbet tutmanın bu askerlerin görevlerinden
olduğunu belirtir. Ayrıca, askerlerin çok sert tabiatlı olduğunu söyleyen elçi, istenildiği
takdirde onların kiralanabileciğne dikkat çeker (Uçman, 2017: 69)
Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde Fransa askerî sistemi ile ilgili vermiş olduğu
en ayrıntı kralın kendisini ordu manevralarını teftişe davet ettiği gün kaydettikleridir. O,
Fransa ordusuna ait askerlerin manevralarını: “Bu hareketleri öyle maharetle yapıyorlardı ki,
sanki hepsi tek vücutmuş gibi görünüyordu.”94 (Uçman, 2017: 79) diyerek, hayranlığını belli
etmekte idi.
Elçinin askerî anlamda bir ıslâhâta ilişkin bir bilgiye yer vermez. Sadece, Fransız
askerinin disiplinini över. Kendi ülkesinin askerleriyle Fransa askerlerini bir kıyaslamaya
tâbi tutmaz. Sefâretnâmede geçen bu manevralar devrinde bir etki yaratmasa da ileriki zaman
dilimlerinde yapılan askerî ıslâhâtlar için bir nüve teşkil ettiği düşünülür.
Lehistan’a elçi olarak vazifelendirilen İbrahim Müteferrika’nın elçiliği kısa süreli
olduğu için Lehistan askerî yapısı hakkında o, geniş bir bilgiye yer vermez. Ancak, yolculuk
esnasında tanık olduğu askerlere değinir. Elçi kendisinin görmesi için Zalosça’ya giden
yolun uzatılarak kasabalar üzerine bir alay soltat bekçi koyduklarını ifade eder.
İbrahim Müteferrika, Lehliler tarafından yeniçeri askerinin taklidi olarak gördüğü ve
kendilerinin yançar olarak adlandırdıkları birkaç yüz askerden bahseder. Ancak o, hangi
özellikleri ile yeniçeri askerlerine benzediklerini ifade etmez (Afyoncu-Önal, 2016: 123). O,
Lehli askerlerin leh lisanındaki isimleri yerine onların Osmanlı askerî sistemindeki
karşılıklarını zikreder. Elçiye göre Lehlistan, Osmanlı askerini özellikle de yeniçerileri taklit
ederek kendilerine bir ordu kurmuşlardır. Bu gösteriyor ki, Osmanlı Devleti her ne kadar
askerî alanda güçsüz bir görünüm verse de başka devletlerin ordularına örnek olmaktaydı
94 Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi bu manevrayı şöyle anlatır: “…Daha sonra meydan açıldı, başkumandan
at sürüp bizimle asker arasında askere doğru durdu. Dört davul sağ tarafında, dört davul sol tarafında biraz öte
tarafta durdular. Kumandan mendilini çıkarıp bir defa sallayınca davullar çalmaya başladı. Bu sırada asker de
derhal şekil değiştirdi. Mendilini bir daha sallayınca, yine davullar çalmaya başladı, asker yine döndü. Mendilin
her sallanışında ve davul vuruşunda askerler şekilden şekle giriyorlardı. Bu hareketleri öyle maharetle
yapıyorlardı ki, sanki hepsi tek vücutmuş gibi görünüyordu. Yapılan her işarette bazen tüfeklerini kollarına
alıp yere çöküyor, bazen ayağa kalkıyor, bazen de sağa sola dönüp duruyorlardı. Aşağı yukarı bir saat kadar
askerlerin hareketlerini seyrettikten sonra geriye dönüp yine münasip bir yerde durduk. Askerler de alayları ve
bayraktarlarıyla önümüzden geçip gittiler. Geçit töreni tamamlandığında biz de krala veda edip ayrıldık,
kaldığımız konağa döndük.” (Uçman, 2017: 79).
127
(Afyoncu-Önal, 2016: 123). Bu durum Osmanlı Devleti’nin o dönemde hâlâ güçlü bir askerî
güç olduğunu göstermektedir.
Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi, görevlendirildiği İsveç’te müşahede etmiş
olduğu askerlerin tertipli, temiz ve savaşçı olduklarından bahisle, askerlik konusunda
oldukça özenli olduklarını ve süvari ve piyade askerleri, 42.500 savaş tüfeğine sahip
olduğunu kaydeder. O, İsveç’in cephâneliklerinin dolu ve beş ayrı yerde bulunduğu;
Stockholm’de olan cephânede, takımı ile 60.000 tüfek ile 30.000 çift piştov silaha sahip
olduklarını: “İsveç cephânelerini kendisinin de bizzat gezip gördüğüne” temasla İsveç’i olası
bir savaşa da hazır olduğunu kaydeder.
Elçi, İsveç deniz kuvvetlerine ait tersanesinin Norveç yakınlarında bulunan
Karlskrona Kalesinde olduğunu, lakin bu kaleyi ve limanı kendisinin bizzart görmediğini ve
halktan ve İsveç yetkililerinden duyduğunu söyler. Elçinin öğrendiği bu bilgilere göre,
limanda; 20 kadar kalyon ve 100 kadar çektiri cinsi gemilerin bulunduğunu belirtir. O,
gördüğü çektirilerin Osmanlı çektirileri kadar büyük ve donanımlı olmadığını da ifade eder.
Ancak, limanda bitmeye yakın gördüğü bir kalyonu da çok beğendiğini ayrıca belirtme
ihtiyacı duyar. Elçi burada İsveç ordusu ile Osmanlı ordusunu mukayese etmemiş olsa da
elçinin algısında Osmanlı ordusunun İsveç ordusuna göre daha üstün olduğu kanısı söz
konusudur. Bu kanının oluşmasında Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı İsveç’e destek
vermesinin ne rolü olduğunu söylemek mümkündür. Zira elçi, İsveç’e verilen borçlara ilişkin
müzakere sırasında İsveç’in Ruslar karşısında başarısız olmasının sebebini kendi sözlerinin
dinlenmemesi olduğunu açıkça beyan eder (BOA, TS.MA.e. 450/21).
Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi, Avusturya’nın askerî yapısı hakkında
aktardığı bilgiler; Avusturya sınırına Osmanlı (İslâm) ya da başka harici bir düşman
ülkedenn saldırı gelmesi halinde Avusturya’ya idarî olarak bağlı olan ülkeler, saldırı
sırasında asker çıkarmazlar, bunun yerine hazineye vergilerini düzenli olarak öderler. Bunun
içindir ki savaş esnasında Avusturya kralı kendisine bağlı bölgelerden aylık maaş bağladığı
ve diğer masraflarını karşıladığı paralı askerler ile bir ordu kurmak zorundadır. Lakin
Avusturya VI. Karl, kendisine bağlı olan yerel hükûmetlerden asker talep etmesi durumunda:
“…vermek yalnız herzoglar değil cümle nasârâ mülûku beyninde kâide-yi kadimedir o vech
üzere istîcâr olunur” şeklindedir. Ayrıca, Avusturya ordusu mensubu olan askerlerin savaşta
ölmesi halinde piyadelerine 50, süvarilerine de 100 zolta ödenmekte olduğunu kaydeder
(Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 4a-5b). Avusturya İmparatorluğunun savaş esnasında ölen
askerlerine bir savaş tazminatı verdiği görülür.
128
Mustafa Efendi, Avusturya ordusunun oluşumun ilişkin de öğrendiklerinin şunlar
olduğunu söyler; 2500 asker ile 1000 askerden oluşan birlikler öncelikle 18-20 bayrağa
ayrılır ve sonra birer regiment (alay) oluşur. Bunlar, piyade ve süvari olarak iki kısma ayrılır.
Her alayın başına bir general getirilir ve alaylar da korporal (onbaşı) rütbeli subaylara
bölünür. Elçi, bu subayları Osmanlı ordusundaki yeniçeri ortalarında bulunan
karakullukçulara benzetmiş ve başkarakullukçu ile korparal rütbesini eş değer tutar. Bir
alayın 4-5 kıtaya ayrıldığını ve her kıtaya da battalion (batarya) adını verdiklerini kaydeder.
Avusturya ordusunda general rütbesindeki askerlerin kendi altında bulunan dört subaya
genel emir vermeye yetkili olduğunu ifade eder. Generallerden rütbesiz askerine kadar bütün
askerlerin aynı elbiseyi giydiğini, ancak bu askerleri bayraklarının ayırdığını söyler.
Süvarilerin atlarının toplu bir şekil de durduğunu ve süvarilerin aktif ve pasif kalmalarının
boru ve trampet sesi ile ahenkli bir şekilde olduğunu ifader eder (Nemçe Sefâretnâmesi,
1162; 26b).
Mustafa Efendi, Avusturya ordusunda general rütbesindeki asker, bir alayın
komutanı olduğunu, generallere rütbeleri ve derecelerine göre 10.000 zoltadan 40.000
zoltaya kadar nakit maaş ödemesi yapıldığını, bunun yanında başka eyalet, makam ve sair
yerlerden asla maaş alamadıklarını, sadece taşıdıkları rütbenin maaşlarını alıdıklarını, 40’ar
bin zolta maaş alan komutanların ise ordu komutanı olduklarını belirtir. Bu komutan,
Avusturya’da bu maaşı alan başvekil dâhil 3-4 kişiden birisidir (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191;
10b-11a).
Elçi, Viyana’da ziyaretine gelen şehrin ileri gelenleri ile yaptığı bir sohbette Beç
olayı yani Viyana bozgununa temasla Viyana bozgunundan sonra: “Nemçe, Venedik, Leh
ve Moskova”nın Osmanlı topraklarına saldırdıklarını ve bu sırada Basra çöllerinde taşkınlık,
Anadolu’da eşkıya ve belki de İstanbul’da bozguncuların ve birtakım isyancıların ortaya
çıkması ile Osmanlı Devleti’nin buralara yavaş yavaş asker gönderdiğini ve bu askerlerin
zafer elde ettiğini ifade eder. Osmanlı Devleti bu iç kargaşaları ortadan kaldırdıktan sonra
16 sene bütün dünya ile mücadele ederek, herkese cevap verdiğini ifade eder. Ancak, elçiye
göre Osmanlı Devleti iç karışıklıklar için topladığı orduyu, Avrupa üzerine göndermiş
olsaydı; “Takat getirmeleri mümkün olur mu?” şeklindeki cümlesine orada bulunalar
tarafından: “İnsâf üzere payidar ve kadim ve cedid Devlet-i Aliyeye muadil bir devlet
olmadığın ikrar eylemişlerdir.” (Nemçe Sefâretnâmesi, 1162; 33a-33b) denilerek, Osmanlı
Devleti’nin Avrupalı devletlerinden henüz güçlü bir devlet olduğunu ima eder. Bu durum da
129
elçinin gitmiş olduğu Avusturya’ya karşı devletinden emin ve devletinin gücünün arkasında
duran bir profil çizmesinin neticesidir.
Avusturya nezdinde elçi olarak görev yapan Ahmed Resmî Efendi, Prusya ile
Avusturya arasındaki Yedi Yıl Savaşları’na dair Prusya kralının tek amacının topraklarını
genişletmek için gece ve gündüz bin bir şaşırtıcı hile ile askerlerini yetiştirdiğini söyler.
Resmî Efendi, Prusya kralından: “Kendisi bütün işlerinde ve isteklerinde tüm kuvvetlerini
harcayan, şahsen savaşa ve tehlikelere göz kırpmadan atılan cesur ve sebatlı bir kimsedir.”
tarzında bahseder (Atsız, 1980: 33).
Elçi, diğer elçilerden farklı olarak, devletlerarası ilişkileri yorumlar. Onun,
Avusturya özelinde dile getirdikleri şunlar olur; olası bir savaşta Avusturya, askerlerini
tehlikeye atmak istemez. Destekçileri Fransa ve Rusya tehlikede olsa: “Hatır için askerlerini
tehlikeye atmamak için: uzaktan merhaba benim iyi kardeşim” şeklinde bir fikre sahip
olduğunu söyler (Atsız, 1980: 33-34).
İkinci elçiliğini Prusya’da yapan Ahmed Resmî Efendi, askerliğin pratiğinden ziyade
teorik ve siyasî kısmına ait değerlendirmelerde bulunur. Elçi, Silezya Eyaleti’nden
bahsederken Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasından, Danişmentlilerden,
Selçuklulardan ve Artukoğlullarından, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve çeşitli
olaylardan bahseder. Sözü Prusya kralı olan II. Friedrich’e getiren Resmî Efendi, birden
Prusya kralını övücü cümlelere yer verie. Elçiye göre, II. Friedrich, yanılmak ve dikkatsizlik
gibi düşüncelerini kafasından atarak gayret ve bilgi ile her şeyin elde edileceğini
düşünmektedir. Kral, bütünleşmiş bir Almanya hayalinin yanında tüm Avrupa’yı ele
geçirmek fikrini de beyninde taşmaktadır. Ancak, Silezya Bölgesi üzerindeki Prusya’nın ve
Avusturya’nın egemenlik mücadelesi, elçinin tabiriyle: “Bu yer belki de bu iki tayfa arasında
gudde-i baîr gibi şifa bulmaz bir hastalık ve huzur kaçıran bir mesele olarak kalmıştır.”
şeklinde ifade edilir ve iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların menbaı olduğu üzerinde durulur.
Ahmed Resmî Efendi, Avrupalı büyük devletlerin, küçük devletlerin büyüyüp
güçlenmemesi için kendi kontrolleri altında olmasını ve onlara küçük toprak parçaları
vermek suretiyle güçlenmelerinin önüne geçmek istediklerini ve evlenme yolu ile de bu
ülkeleri kendi kontrolleri altına almak istediklerini ifade eder. Prusya, bu isteklere karşı
çıktığı ve büyüme hayalinde olduğu için de 1760’ta Avusturya ve Rusya tarafından bu
ülkeye müdahale edilir (Atsız, 1980; 61-62). Dolayısıyla, Prusya bir yüzyıl daha bağımlı bir
ülke olarak kalacaktır.
130
Prusya Krallığı’nda savaşta yaralanan ve savaşma kabiliyetini yitirmiş askerlere
emekli maaşı bağlanarak barınmaları için emekli evleri ve çocuklarının eğitimi için de
yurtlar kurulur. Bunlar arasında generallerin ve soyluların çocukları da 14-15 yaşına
gelinceye kadar okuma-yazma öğrenme ve savaş talimleri eğitimi alır. Durumlarına göre
renkli elbiseler giyer ve reşit olduktan sonra sırtları mavi çuhadan kırmızı atlas astarlı ve
gümüş çaprazlı demir koparan elbise giymeye hak kazanırlar. Ahmed Resmî Efendi,
askerleri emsallerinden ayırt etmek için omuza şerit takma, boynuna dizgin kayışın ucundan
gümüşten bir şey sarkıtma gibi alametler uygulandığından bahseder (Sefâretnâme-i Resmî,
1197: 57a-57b). Elçi, şeritlerini alan bu askerlerin daha sonra bölüklere çıkarak onbaşı ya da
yüzbaşı olarak olduklarından bahisle bu askerlerin fizik olarak da servi boylu ve güzel çehrel
olduğunu ifade eder. Elçi, normal soltatları kendi aralarında subaylarını güzellik ve
zarafetleri ile yürekleri titreyerek övündüklerini ve subayların askerleri gece gündüz kale ve
karakollara gönderildiklerini ve belirli zamanlarda da şehir içinde veya çevresinde askerlere
talim yaptırdıklarını kayderder.
Ahmed Resmî Efendi, Prusya askerlerinin talimlerinden ve onların subaylarına
sadakatlerinden bahseder. Ayrıca, bu askerler ikişer ikişer şehirdeki ailelere verilerek yemek
karışıklığında tüm işlerini yaparlar ve kendilerine haftada iki gün çalışıp para kazanmalarına
da müsaade edildiğinden söz eder. Buradan anlaşılan Prusya, askerlerine bir maaş vermek
yerine onların çalışıp kendi paralarını kazanmaları ve halk ile iç içe yaşamaları gibi bir
yöntem izlendiği görülür. O, askerin halk içinde yaşamasınn onbaşılar tarafından takip
edildiğini ve kışlada bulunanlarla, çalışmaya gidenlerinde sıkı bir şekilde takip edildiğini,
eğer bu askerleden firar edenler tespit edilirse bunların cezasının yüksek olup, hemen ve
acımasız bir şekilde yerine getirildiğini kaydeder95 (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 57b-58b).
Ahmed Resmî Efendi, Prusya ordusunda askerleri ayırt etmek için onların, Boşnak
ve Macar kıyafetleri içinde garip bir şekilde göründüğünü, ancak kral çoğunlukla askerlerine
yeşil kıyafet giydirip Müslümanlara dostluk gösterdiğinden komşuları tarafından
“Brandeburg kralı Müslüman olacakmış” şeklinde ithamlara maruz kaldığını belirtir (Atsız,
95 Ahmed Resmî Efendi ceza ve ceza verme usûlünü şöyle açıklar: “… kaçak pek tabiî hemen yakalanır ve
bölüğüne getirilerek kumandana teslim edilir. Onlar da suçlunun cezasını hemen verirler. Otuz-kırk kadar
yoldaşı ellerinde kırılmaz birer çubukla iki sıra olurlar. Kaçak, belinden yukarı kısmı çıplak bırakılmak
suretiyle soyulur ve bağırıp çağırmasına, yalvarıp yakarmasına yer vermemek için ağzına bir parça kurşun
verilir. Suçlu on beş-yirmi kere bu sıra olmuş arkadaşlarının arasından gidip gelir ve hepsi ellerindeki çubukla
kendisine vururlar. Canı çıkmağa yaklaşınca dayağı kesip esvaplarını arkasına verirler. Dükkânlarda merhem
akçası adında bir para devşirmek yoluyla da güyâ kapalı bir yoldan bu olayı herkese duyurmuş olurlar. Eğer
suçlu bütün bunlardan ders almaz ve iki üç kere kaçmağa başvurursa, o zaman ayağına zincir vurulup bir dama
kapatılır. Memleketi ileri gelenlerinden ağır işler için hizmetkâr isteyen, bunu getirtip günde bir parça ekmek
karşılığı kullanır ve akşam yine yerine gönderir.” (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 58a-58b: Atsız, 1980: 74).
131
1980: 74). Bu Müslüman olma durumu ileride de karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki Kıral-
Ortaklan çalışmalarında: “Müslümanlar arasında cihad fetvasının istenilen başarıyı
gösterebilmesi uğruna II. Wilhelm’in Mekke’ye hacca giderek Müslüman olduğu ve artık
Hacı Wilhelm Muhammed adını aldığı dedikodusunun yayılmasını sağladığı da
anlatılmaktadır. Wilhelm’in bu yeni imajı, Alman siyasetini destekleyen Müslüman din
adamları ve politikacılar ile dönemin Alman basını, askeriyenin müdahaleleri ve diplomatik
yollarla desteklenmiş ve Almanların Müslümanların çıkarları uğruna savaştıkları düşüncesi
yayılmaya çalışılmıştır.” (Kırel-Ortaklan, 2018: 124) şeklindeki ifadelerinin ilk şeklini biz
Ahmed Resmi Efendinin sefâretnâmesinde görürüz. Bundan anlaşılmaktadır ki Prusya
Krallığı izlemiş olduğu Müslüman dostluğu politikası nedeniyle geçmişte de ithamda
bulunacaklardır.
Paris’e daimî elçi olarak atanan Moralı es-Seyyid Ali Efendi ziyaret ettiği yerlerde
askerî tesisleri gezer. Toulon’da özellikle tersane ve donanmanın bulunduğu yerleri ziyaret
eder. Burada Akdeniz’e çıkmak için hazırlanan donanma gemilerini izlemesi için süslü bir
kayık ile denize de açılır. Ali Efendi’nin bu gemileri gözler, sonra kara askerlerinin
talimlerini izlemesi için talim meydanına götürülür. Ali Efendi burada talimleri izlerken ve
kendisini selamlamak için 596 adet top atışı gerçekleştirilir. Elçiye daha sonra deniz havuzu
ve tersanenin diğer kısımları gezdirilir. Ali Efendi, bu gezi esnasında tutmuş olduğu notları
ve havuzla ilgili bilgileri Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’ya arz eder (Moralı es-Seyyid
Ali Efendi Sefâretnâmemesi, 1329: 14-15).
Elçi, beş directoireın izleyeceği askerî tatbikata davet edilir. Paris şehri
yakınlarındaki meydanda yapılacak talim için şehirde bulunan kışlalardaki süvari ve piyade
askerleri meydanı doldurur. Fransa askerî âdetleri üzere beş directoire önce yaralı ve emekli
askerlerin bulunduğu hastaneyi ziyaret ederek, devlet ve millet yolunda canlarını verenlerin
hizmetlerini takdir etmek için hastanede seçilen yaralı üç asker ile meydandaki yerlerini
alırlar. Önce müzik icrası gerçekleşir sonra ise talimhânede nişancı atışları izlenir. Elçi,
halkın bu etkinliğe yoğun bir bilgi göstermesine rağmen büyük bir sessizliğin olmasını
hayretle karşılar (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 41).
Prusya’ya 1790’da III. Selim tarafından elçi olarak görevlendirilen Ahmed Azmî
Efendi, Prusya sefâretnâmesine ahvâl-i asâkir başlığı ile askerlik için özel bir başlık açar.
Bu başlık altında onun kaleme aldıklarından farklı olarak Prusya ordusunun 220.000
askerden oluşan bir güce sahip olduğunu ve bu askerlerin yarısının yerli yarısının ise yabancı
olduğundan bahseder. O, Prusya askerlerin savaş zamanı haricinde dokuz ay boyunca
132
ziraatla uğraştıklarını ve herhangi bir zanaatı olanların da o zanaatı icra ettiklerinden
bahseder. Prusya ordusunda erler bu dokuz ay zarfında maaş almamakta sadece subaylara
maaş ödenir. Erlere günlük dört para verilir ve ayrıca yiyecek olarak ekmek ve savaş zamanı
da haftada üç gün et dağıtılır. Senelik kıyafetleri ise şapka, çorap ve gömleğine varıncaya
kadar iki takım üniforma verilir (Ahmed Azmî, 1303: 64-68). Elçinin sefâretnâmesinde yer
verdiği bilgiler ile ondan 30 sene evvel Ahmed Resmî Efendi’nin yazdıkları birbirleriyle
neredeyse aynıdır. Her iki elçi de Prusya askerinin disiplinli bir ordu olduğunu açıkça
belirtir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Prusya Devleti’nin ve daha sonra Almanya’nın
Osmanlı Devleti’ne askerî mânâda yardım etmelerinin temelinde de bu disiplinli askerî
müesseseler yatmaktadır.
Azmî Efendi, ahvâl-i mühimmat, cephâne, tophâne başlıkları ile Ahmed Resmî
Efendi’den farklı olarak Prusya’nın silahlarından, cephânelerinden ve çeşitli kalelerden ve
palankalardan bahseder. Berlin’de bulunan ve arsenal adı verilen iki katlı cephâneden
bahseden Ahmed Azmî Efendi, bu yerin ilk katında top, havan, humbara ve bunlara ait
mühimmatın olduğunu; ikinci katta ise tüfek, kılıç, piştov gibi silahların yer aldığını söyler.
Askerlerin birisinin silahı kırılsa ya da bozulsa hemen yenisi verildiğini ve ayrıca, Prusya
ordusunun daima üç orduya yetecek kadar yedek silahları bulundurduğunu kaydeder. O,
savaş zamanında Prusya ordusunda her asker ve alayın, toplarının ve savaş malzemelerinin
bulunduğu cephâneliği bildiğini ve bir savaş anında en hızlı şekilde bu yerlere gidip gerekli
hazırlığı hızlı bir şekilde yapılıp görevlendirildikleri cephelere gittiklerini belirtir. Prusya’da
askerlerin silah satmasının imkânsız olup satması bir yana silahın kirli halde
bulundurulmasının dahi büyük cezalara tâbi olduğu ifade edilir. (Ahmed Azmî, 1303: 69-
71). Ahmed Azmî Efendi’nin kaydettiği bu askerî bilgiler III. Selim’in kurmayı planladığı
Nizam-ı Cedid ordusu için bir ilham kaynağı olduğu şüphesizdir.
Avusturya Devleti’ne 1791-1792 yılları arasında elçi olarak vazifelendirilen
Ebubekir Ratib Efendi, kaleme aldığı sefâretnâmesinde askerî anlamda sadece gittiği
kalelerde ve yerleşim yerlerinde gördüğü yapı ve mühimmatlar ile ilgili bilgi verir. Çünkü
Avusturyalı yetkililer Ratib Efendi’nin stratejik askerî yerlere girişini istemezler. Örneğin
Temeşvar Kalesinden bahsederken, kalenin dört kattan oluştuğunu ve her bir kat yaklaşık on
bir metre uzunluğundan bahseder. Kalenin içinde mahzen ve depo bulunduğu ve içerisinde
top, cephâne, erzaklar, aletler ve savaş malzemeleri mevcut olduğu ve saldırı anında askerleri
içine alacak kadar geniş bir alana sahip olduğu, kale zemininde toplar, savaş mühimmatları,
elbiseler ve yiyeceklerin saklanacağı geniş bir alanı bulunduğu, kalenin her kapısında üç top
133
bulunup toplam12 top olduğu dolayısıyla dört kapıya sahip olan kalede 48 topun mevcut
olduğunu, ayrıca kale deposunda balyemez, sürat ve çeşitli çapta küçük ve büyük 100 adet
topunda bulunduğunu söyler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 15b-16a).
Elçi, her ne kadar Nizam-ı Cedid olgusunun mimarlarından birisi olsada kendisinin
hazırladığı layiha/takrir96 münasebetiyle sefâretnâmesinde bu konuya ilşikin bilgi mevcut
değildir. Sözü geçen layihanın araştırma konusunun haricinde kalması sebebiyle bu layihaya
değinilmesi uygun görülmemiştir.
Napolyon nezdine fevkalade elçi olarak gönderilen Seyyid Mehmed Emin Vahid
Efendi, sefâretnâmesinde askerî anlamda eğitim, ordu gibi konularda bir değerlendirmede
bulunmaz. Ancak, Viyana’nın cephâneliğinden bahseder. Bu bahiste; cephânelik duvarlarına
yapılan ahşaptan dolaplar içinde tabanca, tüfek ve diğer savaş araç ve gereçlerinin muntazam
olarak yerleştirildiklerini ve silahlardan sorumlu olan kişilere teslim edildiği için “pırıl pırıl
temiz” durduklarını kaydeder. Cephâneliğin duvar içleri ve çatıları çeşitli mühimmatlarla
dolu olup çeşit çeşit barut terazileri, top ve tüfek çarkları ve çeşitli savaş aletleri yer aldığını
belirtir. Vahid Efendi, bu cephânelikte daha önce savaşılan düşmanlardan elde edilmiş bir
takım savaş aletlerinin de varlığından, yine düşmanlardan alınmış davul, nekkare, bıçak,
nacak, renk renk bayrak ve sancaklar yer aldığını söyler. O: “Paris cephânesinde bu kadar
genişlik ve süs yoktur. Ama az bulunur tuhaf bazı âlât ve edevat vardır.” diyerek, Viyana
cephâneliğini Paris’te gördüğü cephâneliği karşılaştırır (Ercan, 1991: 91).
Fransa’ya elçilik için görevlendirilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi,
sefâretnâmesinde Fransız ordusuna ayırdığı bölümde: “Fransa’nın yönetildiği kanunlara
Napolyon tarafından da uyulduğunu belirtir. Diğer taraftan koşulların zoruyla kanun kitabı
(code) adı verilen bir kitapta toplanan yeni kanunlar ile askerlik yaşına gelmiş her Fransız’ın
askerliğini yapmasının zorunlu olduğunu söyler97. Elçi, vaftiz defterlerinin Fransa’da önemli
olduğunu, bu defterlerde kişinin sadece doğumu değil ölüm kayıtlarının da tutulduğunu
bunun Fransa’da askere alınacakların belirlenmesinde ve asker kaçağının önüne
geçilmesinde çok büyük faydası olduğunu belirtir. Fransız halkının savaşlarını yapabilmesi
için imparatora yılda 80.000 kişilik bir ordu tedarik etmeyi kabul ettiklerini dile getirir.
Askerler, 8 ya da 10 yıllık hizmet sürelerinden sonra öldürülmemiş ya da yaralanmamışlarsa
96 Enver Ziya Karal, Ebubekir Ratib Efendi’nin sefâretnâmesinde Avusturya’nın askerî sistemi üzerinde
durduğunu (Karal, 1988:31) ifade etmişse de Sefâretnâme olarak yazılan metinde bu bilgileri görmek mümkün
değildir. Çünkü Ebubekir Ratib Efendi sefâretnâmesinden ayrı olarak İstanbul’da bir de kaleme almış olduğu
layihası bulunmaktadır (Yeşil, 2011:59-60).
97 Bu hususu biz daha sonra Tanzimat Ferman’ında göreceğiz. Ferman’da askerlik vazifesinin sadece
Müslümanlar için değil Gayrımüslimler için de zorunlu olması maddesi vardır (İnalcık-Seyitdanlıoğlu, 2012:
13-16; Gülsoy, 2000; 177).
134
terhis edildiğini, eğer askerler yaralanmış ve bakacak bir kimseleri yok ise kendileri için özel
bakım evleri tahsis edildiğini söyler (Bareilles, 2012: 92-93).
Muhib Efendi, ayrıca Fransa ordusuna ait verdiği bilgilerde, Fransa’da Paris şehrinin
içinde bir baruthâne bulunduğunu, bu barutun, kagir kubbe altında satıldığını ve barut satılan
binanın gece-gündüz askerler tarafından korunduğunu, bu barutların, sadece tüfengkçi,
fişenkçi gibi esnaflara verildiğini söyler (Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib,1236: 23b).
Görülüyor ki elçiler sefâretnâmelerinde tanık oldukları silahlara, askerî kıyafetlere
ve askerî manevralara yer vermektedirler. Ancak, Osmanlı Devleti’nin 1774 Küçük
Kaynarca Antlaşması ile neticelenen mağlubiyeti sonrası, Avrupa’ya giden elçilerin askerî
alandaki yenilikleri kısmen kaleme aldıkları görülür. Yukarıda da belirtildiği gibi askerî
anlamda teferruatlı bilghiler hazırladıkları layihalarda yer verilmiştir.
3.3. İKTİSADÎ UNSURLAR
Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gönderilen elçiler genellikle bu ülkelerdeki ekonomik
sistemi hakkında değil de halkın genel ekonomik durumları, ekonomik öneme sahip yapılar,
madenler ve ticarî faaliyetleri vb. gibi etkinlikler hakkında malûmat edinmişlerdir. Elçiler,
bulundukları ülkelerde uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan ekonomik programlara temas
etmişlerdir.
Yirmzsekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin, Fransa’nın iktisadî durumununa ilişkin
ayrıntıya yer vermemiş olup, Paris yolu üzerindeki yapılara dair harcamaları israf olarak
nitelendirir. Elçi, Bordeaux’ya gelirken kullandığı Canal des Deux Mers (İki Deniz Kanalı)’e
harcanan masraf hakkında; “…vergiden ve gümrükten çok faydalanılacağı düşüncesiyle
birkaç bin kese akçe sarf edip bu nehri ihdas etmişler” şeklinde değerlendirir ve bu kanal
sayesinde Fransa ekonomisine gümrük ve vergi gelirleri sağlanacağını ifade eder (Akyavaş,
1993: 8).
Mehmed Efendi, Bordeaux şehrine gelişinde şehir halkının zenginliğinden bahseder
ve bu zenginliklerinin nedenini de: “Ticaret yeri olduğundan bezirganı çok ve halkın çoğu
zengin olduğu için şehir gayet mamur olmuş.” şeklinde izah eder (Akyavaş 1993: 11). Elçi
O, Bordeaux’dan Paris’e yolculuğu esnasında güzergâhı üzerindeki yerleşim birimlerinin
ekonomik durumu hakkında da şunları söyler; Poitires şehri harabedir ve kendi zevkine
uygun yapılar göremediği için elçi bu şehiri: “… binaları gayet kötüdür. Zevkimizce hâneleri
az ve kibarları nadirdir. Ekseriyetle halkı orta halli ve fukaradır.” (Yirmiz Sekiz Mehmed
Efendi Fransa Sefâretnâmesi, 2002: 27).
135
Elçi, Fransa’da kendi için yapılan kabul törenlerinde Kral XV. Louis ve saray
mensuplarının kıyafetlerini mücevherler ile süslemek sureti ile (Akyavaş 1993: 21)
devletlerin ekonomik olarak güçlü olduğu hissini yaratmak olduğu anlaşılır. Çünkü Osmanlı
Devleti, Fransa’ya elçi göndereceğini bildirdikten sonra Dışişleri Bakanı Abbé Dubois,
Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Bonnac'a, büyükelçilik projesinin iptal edilmesinde ısrar
ederek, zaten zor durumdaki devlet kasasını boşaltacak ek harcamalardan her ne pahasına
olursa olsun kaçınmak için bir dizi bahâne öne sürülmüştür (Guarisco, 2017: 23). Bu husus
da göstermektedir ki Mehmed Efendi’nin elçi olarak görevlendirildiği devrede Fransa
ekonomisi zor durumdadır. Fransız devlet admaları, bu durumu elçiye belli etmemek için
Fransa’nın özel koleksiyona sahip elmas, zümrüt gibi değerli taşlardan oluşan hazine elçiye
gezdirir ve doğal olarak elçi, gördüğü bu şaşalı karşılamalar, elmaslar ve harcamalar
karşısında Fransa’nın genel ekonomik durumdan bahsederken olumlu cümleler ile söz ettiği
görülür (Akyavaş, 1993: 30).
Mehmed Efendi, Fransa’yı gözlemlerken iktisadî kurumlarına nüfuz edip onların
durumları hakkında bilgi vermekten ziyade, gezdirilirken tanık olduğu yapıların
masraflarından bahseder ve verdiğ örnekte dile getirdiği şu olur: “Opera, çok masraflı bir
sanat olduğundan, masraflarını karşılamak üzere büyük miktarda devlet malları
vakfetmişler, bu sayede gelirleri artmış” (Uçman, 2017: 93). Onun ülkedeki veba
salgınından etkilenmesini önlemek için halktan uzak, sürekli bir saraydan diğer saraya
götürülüp buraların kendisine izlettirilmesinin amacı da Fransız ekonomisinin düşmüş
olduğu kötü durumun Osmanlı elçisine göstermekmek olması da muhtemeldir. Çünkü elçi,
Fransa Sefâretnâmesinde görevli bulunduğu ülkenin ekonomisinin kırılganlığından, veba
salgınının Fransa’ya maliyeti hakkında bilgiler sunmadığı görülür. Elçi, sadece isteği dışında
götürüldüğü büyük sarayları, bahçeleri, kurum ve kuruluşları gözlemleme fırsatı buluğu için
ekonomik olarak bir öneride ya da çıkarımda bulunmaması olağan görülmelidir.
Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi, babasına nazaran elçi olarak görevlendirildiği
İsveç’in ekonomisi ile ilgili birtakım bilgiler verdiği görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin
borçlarının tahsili için İsveç’te bulunan Said Efendi borçların tahsili için yapılan
müzakerelerde edindiği bilgiler dâhilinde İsveç ekonomisi ile ilgili birtakım çıkarımlarda
bulunur. İdarî alanda bahsedilmiş olsa da İsveç kurallarına göre ekonomik faaliyetlerde
cumhur meslisinin yetkili olduğu bilinir. İsveç bürokratları: “Hususan bizim devletimiz
cumhur olub hall-i akd-i umur müstakilen bir ademin elinde olmayıp cem’-i nâsın ittifakına
muhtaç bir keyfiyette olmakla kanunumuz üzere üç senede bir defa cemiyet-i kübra olup
136
devlerimizin irad ve mesarif muhasebesi ve sair cem’-i nasın muvacehe ve ittifakıyla
olmakla.” şeklinde ifade ederek halkın yönetimdeki ve ekonomideki etkisi dile getirilir
(BOA, TS.MA.e. 450/21). İsveç, borç ödeme, vergi toplama ve harcama gibi birtakım
yetkileri halkın da yönetimine dâhil olduğu meclisten aldığı yetkiyle yapmak kanunî bir
zorunluluk olarak belirtirlir.
Mehmed Said Efendi, sefâretnâmesinde İsveç’in, Osmanlı borçlarını ödeyecek
güçlerinin olmadığı ve ülkenin kendisini idame ettirecek bir ekonomik gelirlerinin de
olmadığı, bu durumun nedeni olarak da Rusya’nın mahsul veren arazilerini işgal etmesini
gösterir. Elçi, İsveç’in, Osmanlı Devleti’nden borç almasının üzerinden 25 sene geçmesine
rağmen herhangi bir girişimde bulunmadığını, lakin İsveç’in Osmanlı Devleti’ne yılda 25’er
kese borç ödemesi halinde bu borcun kolay bir şekilde kapatılacağını ifade eder. Elçi,
İsveç’in Osmanlı Devleti’ne olan güncel borçlarını ödemesi bir tarafta, günlük ekonomik
idamelerini sürdürecek ekonomik durumlarının olmadıklarını ifade ederek, Osmanlı
Devleti’nden bir miktar borç istediğini belirtir.
Elçi, İsveç’te işsizlik diye bir sorunun olmadığını fakirlere bile iş bulduklarını, ayrıca
İsveç’te alışverişi genellikle kadınların yaptığını da özellikle ifade etmektedir (BOA,
TS.MA.e. 450/21).
Avusturya’ya fevkalade elçi olaçrak gönderilen Tavukçubaşı Damadı Mustafa
Efendi, Avusturya ekonomisini örnekler üzerinden açıklamaya çalışmaktadır. Mustafa
Efendi, ekonomik faaliyetlerinin üst düzeyde bulunduğundan bahsettiği Nürnberg
Cumhuriyeti’nin: “bütün Avrupa’nın ticâreti ve sanâyi’-i dakikesi anda iken Çasar
hazinesine senelik 72.000 zolta vergi verdiğini.” (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 3b-4a) ifade
ederek buradaki şehirlerin sadece Avusturya’ya değil Avrupa’ya da önemli ekonomik olarak
büyük katkıda bulunduğunu belirtir. Bu bilgiyi veren elçi, akabinde Avusturya kralının
devlet başkanlığı ve devleti idare etme görevinin yanında hazine ile ilgili yakından ilgisi
olmadığını ifade eder (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 6a). Bu bilgiden de anlaşılacağı üzere
Avusturya’da ekonomik faaliyetlerin ülke bazında değil şehirler bazında değerlendirilmesi
gerekliliği ortaya çıkar. Çünkü Avusturya merkezi hükümetinin ve bunun başı olan kralın
ülkedeki ekonomik faaliyetlerle ilgilemediği anlaşılmaktadır.
Mustafa Efendi, Avusturya kralının masraflarının karşılanması için hazineden
ayrılan miktarın aylık 32.000 zolta olduğunu, ancak bu miktarının sadece kralın zarurî
ihtiyaçlarının karşılanması için olduğunu belirtir. Elçi, bu husutan bahsederken I. Mahmud
ile Avusturya Kralı VI. Karl’ı karşılaştırarak, Avusturya Kralı VI. Karl’ın kendisine tahsis
137
eden para ile zarurî ihtiyaçları dışında hayır ve hasenat yapmak ve fakirlere yardım için
ayrıca bir maddî gücünün olmadığını ancak padişahın hazinesinin Avusturya’nın
hazinesinden daha güçlü olduğunu belirtir. Elçiye göre: “Pâdişah-ı ‘âlem-penâh hazretleri
bir ayda belki bir üsbû‘da andan senevi me‘hûzun muhtaç ve gayr-ı muhtaca bezl buyursalar
ne hazine-i aliyelerine küsur ve ne dest-i ekrem-i peyvestelerine fütur hasıl olur” (Nemçe
Sefâretnâmesi, 1191; 8a) ifadesi ile Osmanlı padişahının Avusturya kralından daha güçlü bir
ekonomiye sahip olduğunu kaydeder. Mustafa Efendi burada Osmanlı padişahı ile
Avusturya kralının ekonomik güçlerini karşılaştırır. Aslında bunu yaparken elçinin üstünlük
algısını göstermek istediği anlaşılır. Çünkü VI. Karl’ın bir senelik tahsisatı ile I. Mahmud’un
bir aylık hatta bir haftalık hayır ve hasenata harcadığı paranın neredeyse eşit hatta fazla bile
olduğunu ifade eder. Bunun yanında Osmanlı padişahının harcadığı paranın kendi
hazinesinin az bir kısmına isabet ettğinden bahisle Osmanlı Devleti’nin üstünlük algısını
sefâretnâmesine yansıttığı açık bir şekilde görülür ve: “Eşşeyu lâ yu‘arafu mikdaruhu illa iza
kıyas ala zıddahu” yani bir şeyin değeri zıddıyla ölçülmedikçe bilinmez sözü ile Osmanlı
Devleti’nin Avusturya ile karşılaştırılınca ekonomik gücünün daha iyi görüleceğini
anlaşılacağını (Nemçe Sefâretnâmesi, 1191; 8b).
Avrupaya gönderilen bir başka elçi olan Ahmed Resmî Efendi, Avusturya’nın
ekonomisine ilişkin dile getirdikleri şunlar olur; Avusturyalılar her ne kadar bolluk ve refah
içinde yaşayan insanlar gibi görünse de bunun nedeni, devletin tutumlu olmasıdır. Devlet,
vergi almakta hileden kaçınır ve boş yere para harcamak yerine para biriktirme ve az ile
yetinme kullarına uymaktadır. Resmî Efendi, Avusturya’nın maliye ve vergi sisteminden
bahsederken özellikle makam ve gelire göre ücret alındığından söz eder. Hatta tiyatroya
girişte bile kişilerin makam ve gelirlerine göre ücret alındığını ve bunun hoş görülen bir
davranış olmadığından bahseder. Avusturya Hükûmeti’nin şarap, tütün gibi halk için
lüzumlu olan ürünlerden asıl değeri üzerinden vergi almak sureti ile temel ürünlerden alınan
vergiye dikkat ettiklerini belirtir ve gece olup Viyana Kalesi kapıları kapandıktan sonra
buradan geçen zengin ya da fakir fark etmeksizin vergi alındığını ifade eder (Atsız, 1980:
33). Onun Avrupa’da görüp sefâretnâmesine aldığı gelire göre vergi alınması meselesi
ileride Osmanlı Devleti’nde daha sık gündeme gelecek ve hatta Tanzimat Fermanı’nda bir
yenilik olarak ortaya çıkacaktır.
Ahmed Resmî Efendi’nin Prusya elçiliği sesnasında adı geçen diğer
sefâretnâmelerden farklı olarak sadece görevli bulunduğu ülkenin ekonomisi hakkında değil
Avrupa ekonomisinin tamamına değinir. Ona göre Avrupa ülkeleri: “Gece ve gündüz
138
Akdeniz’in bol ürünlerinin imdada yetişmesiyle nasıl mesut ve nasibli iseler, kuzey
kıyılarının ahalisi de balıkçılığın yardımından nimetlenmekte, memnun ve mutlu
olmaktadır.” der ve denizden ekonomik olarak yaralanıldığını söyler. Elçi, Akdeniz’in ünlü
Selanik, Venedik ve Marsilya gibi limanların yanında kuzeyde Amsterdam, Hamburg ve
Danzing limanlarının da Avrupa’ya yiyecek dağıtımında önemli olduğundan, Portekiz,
İngiltere ve Felemenk diğer çeşitli devletlerin gemilerinin Amsterdam, Hamburg ve Danzig
limanlarına mal indirdiğinden ve denizlerin güvenli olmasından dolayı ticaretin de bir
engelle karşılaşmadan sağlıklı bir şekilde yapıldığından bahseder. O, özellikle Avrupa içinde
yapılan ticarette nehirlerin önemine dikkat çekerek, güneyden kuzeye nehir yolu ile 10-15
günlük kısa bir sürede ulaşımın sağlandığını ancak, kuzeyden güneye gidişin rüzgâr nedeni
ile 30 günü bulduğu ve tüccarların da mallarını hem deniz hem de nehir yolu ile işletmelerin
kapısının önüne kadar getirmek sureti ile kolay bir şekilde ulaşımı sağladıklarını belirtir
(Atsız, 1980: 50-51).
Ahmed Resmî Efendi’nin diğer elçilerden farklı olarak Avrupa’nın hem coğrafyasına
hem de bu coğrafyayı takip eden ticaret yollarına aşina olduğu sefâretnâmesine yansır.
Ahmed Resmî Efendi, Yeni Dünya olarak adlandırdığı Amerika’dan gelen ürünler98,
Avrupa’da mevsimine göre düzenlenen, kurulduğu şehirlerin adı ile anılan panayırlarda
satışını gerçekleştirmekte olduklarını99 ifade eder. Elçi, bu panayırlara, dünyanın her
yerinden ve özellikle Yeni Dünya olarak nitelendirilen Amerika’dan ürünler geldiğini,
panayır kurulan şehirlerde hem tüccarların konaklaması hem de ticaret yapması bu şehirlerin
zenginleşmesine karşın bu hususun Avrupa’nın tamamına yansımadığını söyler. Resmî
Efendi, Avrupa’da zenginliğin yanında fakirliğin daha fazla olduğunu, bu fakirliği de onların
kâfirliklerine bağlar ve: Hayır ve bereket memalik-i Osmaniye’ye mahsustur” (Sefâretnâmei
Resmî, 1197: 45a) demek sureti ile Avrupa’daki fakirliğin kendi memleketinde olmadığını
ifade eder. Avrupa’da bulunan fakirliğin kâfirliğe bağlanması dinî inanç temelli bir
değerlendirmenin yapıldığını göstermektedir.
Elçi, Avrupalıların ticarette ahlaklı olduklarını ve verdikleri sözlerini yerine
getirdiklerini, ticaret için yolculuk yapmaya gücü yetmeyenlerin dahi alacakları malları bir
liste hainde hazırlayıp parasını da vermek sureti ile tüccarların ilgili panayırdaki ortakları
vasıtası ile günü ve saatiyle ısmarlanan şey ayağına gelmekte olduğunu kaydeder. Onun
vermiş oldu bu örnek Avrupa’da ticaretin sağlıklı bir şekilde yapıldığı ve ticarî sözlerin
98 Bu ürünler; pirinç, kahve, şeker ve diğer yiyecek ve giyecekler (Atsız, 1980: 50).
99Osmanlı Devleti panayır ya da pazar organizasyonlarına aşina olduğu ve Osmanlı Devleti’nin Rumeli
topraklarında panayırların kurulduğu malumdur (Kaçan Erdoğan 2016: 124-127).
139
tutulmasının önemini ortaya koyar. Bu husus günümüzdeki e-ticaret sistemine benzer ve
hatta bu sistemin iptidai hali olarak da görülebilir.
Ahmed Resmî Efendi, Avrupalıların ticarette sözlerine sadık olduklarını ve doğruluk
konusunda akranlarından üstün olmak için çaba sarf ettiklerini ve sözlerini tutmamaktan
kaçındıklarını dile getirir ve bu durumu: “Hatta vardığımız Brandeburg krallına bazı ebnayı
cinsinden ahd-ı güftârınızda râsih-i dem ve sâbit-i kadem etmiyorsunuz deyü itirâz
etdiklerinde ben bezirgân değlim dediği meşhurdur.” (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 45a-45b)
şeklinde örneklendirir. Bu örnek göz önüne alınır ise Avrupa’da tüccarların verdiği sözlerin
kralların verdiği sözlerden daha itibarlı olduğu tespiti yapılabilir.
Elçi, Prusya yolu üzerinde uğradığı Lehistan’ın ekonomisi hakkında da birtakım
bilgiler sunar. Buna göre, Rus ve Yahudi olmak üzer iki kesimin Lehistan’ın idaresi altında
olduğu, Rusların çiftçilik ve ağır işlerde çalıştırılırken Yahudilerin ise şehirlerdeki hububat
ve gıda maddelerinin alım ve satımıyla ilgili her türlü ticaret, gümrük işleri ve pazarlardan
alınan vergiler gibi işler ile uğraştıklarını belirtir. Ancak, o, Lehlilerin Rusların ve
Yahudilerin kazandıkları paraları da ellerinden alarak kendilerinin daha müreffeh bir hayat
sürdüğünden söz eder (Atsız, 1980: 52-53; Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 46a).
Resmî Efendi, Berlin’e giderken yolu üzerinde bulunan Breslav şehrinden; ekonomik
olarak çok önemli bir ticarî merkez olduğu, ülkesine çok faydalı ve gelir sağladığı ve ayrıca
bu şehir ticarî anlamda bölgesindeki şehirlerin en önemlilerinden biri olduğu üzerinde
durur100 (Atsız, 1980:54).
Resmî Efendi, Berlin’in içinden nehrin kuzey-güneye bağlanması ile çevresine inşa
edilen evlerin kıyılarına sanayi için değirmenler, şeker ve kereste fabrikaları kurulduğunu,
zamanla Berlin’de bulunan evler ve dükkanların çoğaldığını, Prusyalıların dışa bağımlı
yaşamak yerine kendi kendilerine yetebilen çuha, kumaş ve başka her çeşit ürünlerin imal
edildiği fabrikalar kurduğunu, nehir ticaretinden de yararlanılarak ülkenin ve dünyanın
çeşitli yerlerinden gemiler vasıtasıyla ülkeye ürünler giriş yaptığını belirtterek; Prusya
halkının genel olarak müreffeh ve rahatına düşkün bir halk olduğu ve zenginlik içinde ve
güzel evlerinde yaşamaya devam etmekte olduklarını dile getirir (Atsız 1980:56).
Elçi, Prusya zenginlerinin fağfuru adını verdikleri porselen eşyayı çok sevdiklerinden
ve bu porselene düşkün olduklarından, bu porselenin bir koleksiyonculuk halini aldığnı ve
evlerinin bir odasını bu porselenleri sergilemeye ayıracak kadar önemli bir husus olduğunu
100 Eflak, Buğdan, Leh ve Akkirman taraflarından kopup gelen hayvanlar ve mal yükleri önce burada alım
satım işlemi görür ve buradan çeşitli şehir ve kasabalara gönderilir. Bu sebeple de menfaat sağlamakta bundan
daha gelişmiş ve sağlamlıkta bundan daha üstün şehirleri görülmüş değildir (Atsız, 1980:54).
140
kaydeder. Prusyalı zenginler, bir porselen kâseyi 20 altına, biraz sanatsal porselenleri ise 15
altına satın alacak kadar bu porselenlere düşkündür. Kral II. Friedrich, bu porselen alışverişi
dolayısıyle ülke dışına sermaye çıktığını gördüğü zaman, dışarıdan porselen ithalatını
yasaklar ve Saksonya’dan ustalar getirerek porseleni kendi ülkesinde yaptırmak için fabrika
kurdurur (Atsız, 1980: 58; Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 49b). Elçi Ahmed Resmî Efendi’nin
kaleme aldığı bilgilerden anlaşılacağı üzere Prusya, ürün ithal etmek yerine üreterek, ithalata
harcanan parayı yurt içinde tutmaya çalıştığı görülür. Lakin Prusya’nın toprağı kumsal
olduğu için tarım ürünleri yetiştirmeye elverişli olmadığın, bu tarım ürünleri Saksonya ve
Lehistan’dan getirilir. Prusya, et ihtiyaçları ise Eflak, Buğdan ve Besarabya’dan
sağlamaktadır (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 49b).
Osmanlı Devleti’nin Avusturya’ya görevlendirdiği Ebubekir Ratib Efendi,
Avusturya’ya ekonomisini ürünler ve madenler üzerinden açıklamaya çalışır. Elçi,
Avusturya’da kuş üzümü, rezzakî (sofralık üzüm çeşidi), fıstık, hurma, incir gibi meyveler
ve baharatların pahalı olduğu ve bunun nedenini ise bu ürünlerin nadir bulunmasına bağlar.
Bunun içindir ki bu ürünleri genellikle Avusturya mutfaklarında görmek oldukça nadirdir
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 11a).
Ratib Efendi, Erdel’de ve İtalya’da bulunan simâb (civa) madenlerinden bahsederek,
Erdel ve Macar taraflarında bulunan simâb madenlerini çıkarıp kullanmadıklarını ifade eder.
Avusturya coğrafyasında kurşun madeninden başka her türlü maden çıkmakta olduğunu ve
çıkarılan madenlerden senelik beş milyon ila sekiz milyon arası bir kazanç elde edildiğini
kaydeder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 13b).
Bir başka Avusturya elçisi olan Ahmed Azmî Efendi, sefâretnâmesinde elçi olarak
gönderildiği Prusya’nın iktisadî durumu hakkında bilgiler verir. Elçi’ye göre Prusya halkının
genelinin işsiz olmadığını, işsiz olanların da inşaat ve icad eydikleri kârhânelerde hafifçe
(az) yevmiye ile istihdam edildiğini kaydeder. Kimsesiz fakir, hasta ve düşkün101
olduklarından dolayı kazanç sağlamayanlar için düşkünler evi şeklinde evler oluşturuldğunu,
kadın ve erkek ayrılarak bakımlarının sağlandığını ifade eder. Prusya’da herkesin bir işi
olduğu için şehirde serseri ve dilencinin çok nadir olarak görülürdüğünü belirtir (Ahmed
Azmî, 1205: 23a). Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Prusya’da özellikle halkın işsiz
kalmamasına dikkat edildiği konusu önemlidir. Çünkü Azmî Efendi’den 30 sene evvel
Prusya’ya gelen Ahmed Resmî Efendi’nin de aynı değerlendirmede bulunması, bu ülkenin
ekonomik olarak 30 senede olumlu bir ekonmik değişime uğrdığının göstergesidir.
101 Metinde “it‘âm ve iksâ idecek kimseneleri olmayan fakirler ve ‘alîl ve hasta” şeklinde geçiyor.
141
Azmi Efendi, Prusya kuzey yarım kürede olduğu için penpe (pamuk), harir (ipek),
kahve, şeker gibi kendi ülkelerinde olmayan ürünleri ithal etmek zorunda olduğunu kayıt
altına alır (Ahmed Azmî, 1205: 23a-23b). Elçi, Prusya’nın kumaş ithalini önlemek için kendi
fabrikalarını kurduklarını, dışarıdan ithal edilen ürünlerin Prusya içinde üretilerek ithalata
gidecek paranın ülke içinde kalmasının sağlandığını, eğer ülke dışından bir ürün gelecekse
o ürüne %30 gümrük vergisi uygulandığı ve hatta dışarıdan gelen dut için ülkede dut ağacı
dikilerek ve paranın dışarıya gitensinin engellendiğini ifade eder (Ahmed Azmî, 1205: 23b-
24a). Tabi ki sefâretnâmelerdeki bu aktarımlar etkisini III. Selim dönemindeki yerli malına
özendirme politikasında gösterecktir (Yeşil, 2012: 85-vd.; Karta, 2014: 23). Azmî
Efendi’nin sefâretnâmesindeki bu hususların III. Selim tarafından dikkate alındığı ve
uygulama konulduğu da göz önüne alınırsa onun sefâretnâmesinin ıslâhâtlar üzerindeki
etkisinin hayli fazla olduğunu göstermektedir.
Azmi Efendi, Prusya hazinesine ayırdığı bölümde, Prusya Kralı Büyük Friedrich’in
vasiyetinde belirttiği hususları ele alır. Bu vasiyete göre bir ülkenin hazinesi,
memleketindeki ziraatı genişletme yolları aramak, okuma-yazma bilenlerin sayısını ve
değerini artırmaktır. Prusya’da işsizliği ortadan kaldırmak, ülkede mevcut olmayan ürünleri
kendi ülkesinde üretmek ve ithal etmemek, ticarette düzenleme yapmak ve böylece
memleketin parasını ülke içinde tutmayı başarmak önemlidir. Prusya’da bir köylünün
hayvanı öldüğünde, yiyeceği bittiğinde ona devlet olarak yardım etmek hatta kendisine
köydeki devlet arazilerinden vermek suretiyle köylünün ekip biçmesine yadım etmek,
köylünün elinden ürünlerini almak yerine onların kendi istekleri ile şehirlere gelerek
ürünlerini satmasını sağlamak hükümetin görevleri arasındadır. Prusya’da okuma-yazma
bilenlerden sağlıklı olup çalışmayanlarını ve dilencilerini açılan işletmelerde istihdam etmek
ekonomik ilerlemenin en önemli kurallarındandır. Büyük Friedrich’in bu vasiyeti Prusya’nın
ekonomik mânâda ilerlemesinin bir manifestosudur. Bu vasiyete uyan Prusya Devleti,
ekonomik olarak daha iyi bir sevyeye ulaşacaktır.
Azmi Efendi, Prusya’nın yıllık devlet gelirinden ve giderlerinden de bahseder. Buna
göre Prusya gelirlerinin bir kısmının askerî harcamalara, diğer bir kısmı krallık masraflarına
ve devlet işlerine, köprü ve yolların tamirine, çıkacak bir olası yangında harap olan hânelerin
inşasında kullanılacağını ifade eder. Elçi, devlet gelirlerinin bu masraflardan kalan kısmının
da ülkeye gelen elçilerin masrafları için kullanıldığını ve kralın, halka yük olmamak için
Postdam Sarayı’na bir miktar parayı muhafaza ettiğini, bu paranın da acil durumlarda
harcanmak için tutulduğunu, miktarının ise 100 milyon mark ya da beş milyon İngiliz lirası
142
tutarında bir meblağ olduğunu söyler (Ahmed Azmî, 1303: 56-60). Elçi, Prusya hazinesi
hakkında verdiği bilgiler, III. Selim’in daha sonra vücuda getireceği iktisadî ıslâhâtlar ve
irad-ı cedid hazinesinin kuruluşu ve gelir kalemleri için de önemli bir kaynak niteliğinde
olmuştur.
Azmî Efendi Prusya’nın tarım politikasına ilişkin ahvâl-i zahâir başlığı altında
Prusya Devleti’nin tarım politikasının askerî politikasını destekler mahiyette olup, komşu ve
çevre ülkelerle olası bir savaşta kullanılmak üzere tahılların sınıra yakın köylerde kurulan
ambarlarda saklandığını, bu tahılların 200.000 askere yetecek miktarda olduğunu ve eğer
olası bu savaş başlamadan biter ise saklanan bu tahılların çevredeki ülkelere kıtlık
zamanında o günkü rayiç bedeli karşılığında satıldığını ve bolluk olduğu zaman ise satılan
tahılların tekrar yerlerine konulduğunu belirtir. Elçiye göre buradaki amaç, bir savaş
zamanında halkın zorluk çekmesini önlemek ve ambarlardaki tahılların taze kalmasını
sağlamaktır (Ahmed Azmî, 1303: 64). Görüldüğü üzere Prusya’nin ekonomik olarak yaptığı
planlamaları askerî planlamalar ile uyumu bir şeklide düzenledeği ve en önemlisi de olası
bir savaş zamanında ekonomik olarak halkı korumak üzere önlemler aldığı anlaşılır.
İngiltere’de elçi olarak bulunan Yusuf Agâh Efendi’nin başkâtibi Mustafa Raif
Efendi, İngiltere’nin pahalı bir ülke olduğunu ifade eder. İngiltere’de hayatın pahalı
olmasına karşın üretim seviyesinin yüksek olması ve toprakların ülkenin her yerinde yüksek
verim verecek şekilde ekilmesi hiçbir ürünün eksikliğini hissettirmekte olduğunu ifade eder
(Aracı, 2013: 29).
Fransa nezdine fevkalade elçi olarak gönderilen Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi
sefâretnâmesinde, gidiş yolu üzeirnde bulunan Lehistan’ın iktisadî durumu hakkında bilgiler
verir. Elçiye göre, Lehistan’ın dağlık bölgelerinde birkaç çeşit demir, bakır, kurşun,
mıknatıs, maden kömürü, gümüş ve altın madenlerinin, Krakov’dan Eflak-Boğdan
taraflarına doğru Karpat Dağları kenarında da tuz, kükürt, alçı taşı ve çakmak taşı ocaklarının
bulunduğunu kaleme alır. Sandomir ve Krakov toprakları Lehistan’ın diğer toraklarından
daha verimli olduğunu, bu bölgelerdeki tuz ocaklarından 400-500 araba yükü tuz çıkarılıp
satılmakta olduğunu ve Krakov bölgesinde yer alan Dovlinya, Porliya ve Ukrayna
eyaletlerinde güzel at ve boynuzlu hayvanlar, kavun, karpuz, enginar gibi meyve ve sebzeler
bulunmakta olduğu hakkında bilgi verir. Bunlara ek olarak Vahid Efendi, su geçen
topraklarda mısır güherçilesi gibi iyi cins güherçile elde edildikmekte olduğunu belirtir.
Vahid Efendi, Lehistan toprakları ziraî açıdan da mümbit ve zengin olduğundan
bahsederek, Kara toprak adı verilen arazilerde buğday, kumsal olarak nitelendirilenlerde de
143
çavdar, yulaf ve yer elması yetiştirilmekte olduğunu söyler. Bu topraklar tarımsal olarak o
kadar bereketlidir ki 30 yıl evvel dokuz milyon kile buğday ekiminden 95 milyon kile
buğday elde edilirken, içinde bulunulan zaman aralığında ise bu topraklara 20 milyon kile
buğday ekili olduğunu dile getirir. Bu toprakların birçoğu paylaşım sırasında Rusya’ya
geçmiş olup, elçi Rusya’nın bu topraklarda halkı üç gün bedava çalıştırmakta olduğunu hatta
eski çariçe Katerina zamanında bu çalışma altı gün olarak da uygulandığı bilgisini verir.
Elçi, Lehistan’ın da diğer ülkeler gibi sanayileşemediği için ihtiyaçları olan bazı
ürünleri Fransa, İngiltere ve Hollanda’dan ithal ettiğini, ithal edilen üsünlerin ise ince çuha,
tülbent, palaska, perkale, pamuk, ipekli dokuma kumaş gibi ürünler olduğunu belirtir. Elçi,
Lehistan’ın ithal edilen ürünlere harcadığı para dolayısıyla sermaye ve servetlerini
kaybederek büyük bir ekonomik krize girdiğini ve daha sonra üretimi artırmak ve nüfusu
çoğaltmak için “piçhâne” adı verilen yerler açtıklarını belirtir (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd
Efendi, 1222: 16a-19a; Ercan, 1991: 101-104).
Paris’de elçi olarak görev yapan Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi,
sefâretnâmesinde Avrupa ülkeleri arasında sanayinin yayılmasını, gece-gündüz
çalışmalarına bağlar. Ona göre, Avrupa ülkelerinde, ihtiyaç duyulan bir eşyayı başka
ülkelerden ithal etmemek için halk, o eşyayı kendileri yapar ve kendi kendilerine yettikten
sonra da ürettikleri eşyaların fazlalık kısmını da başka devletlere ihraç edilir. Böylece kendi
ihtiyacı olan malları üreten o ülkenin halkı, ülkesine para kazandırır ve bu ülkeler ürettikleri
bu ürünleri bazan dört-beş katı fiyatlar ile satarak büyük gelirler elde ederlerdi. Muhib
Efendi, Avrupa’da gördüğü çeşitli sanayi makineleri hakkında bilgiler verirerek sanayi
alanındaki makineleşme konusuna değinir. Elçiye göre bu mekineleşme, Avrupa ürünlerinin
seri bir şekilde üretimesini sağlamakta ve bu da Avrupa’ya maddî açıdan yarar sağlamaktadır
(Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib, 1236: 25a-26b). Muhib Efendi, Fransa özelinde ve
Avrupa genelinde ekonomik faaliytelerin çoğalması ve ülkelerin kendi mallarını üretip
satmalarıyla devletlerin ekonomik olarak zenginleştiğini şöyler.
Elçilerin gittikleri devre ve gitikleri ülkeler, onların ekonomik alanda vermiş olduğu
bilgiler üzerinde etkil olmuşlardır. 1720 yılında Fransa’ya giden Yirmisekiz Çelebi Mehmed
Efendi ile 1806 yılında yine Fransa’ya giden Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin
kaydetmiş oldukları ekonomik alandaki veriler çağın ilerlemesi ve Osmanlı Deveti’nin
ihtiyaçları bağlamında farklılık arz eder. Çünkü Fransa’ya ilk giden elçi ekonomi hakkında
çok aytıntılı bilgiler vermezken, Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin Fransa ve Avrupa’da
sanayileşme ve makineleşmenin ilerlemesinden bahsettiği görülür. Prusya’ya 1763 yılında
144
giden Ahmed Resmî Efendi ve 1790 yılında giden Ahmed Azmî Efendi’nin Prusya’nın
ekononmik yapısı hakkında verdikleri bilgilerin birbirine yakın olması, hatta Ahmed Azmî
Efendi’nin bilgilerine dayanarak adı geçen devletin ekonomik olarak geriye değil ileriye
gidip geliştiği söylenebilir.
3.4. FEN, BİLİM VE TEKNOLOJİK UNSURLAR
Avrupa’ya gönderilen elçiler, gördükleri teknolojik gelişmeleri kavrayabildikleri
ölçüde sefâretnâmelerine yansıtmışlardır. Çünkü elçilerin, Avrupa’da geliştirilen bazı
teknolojileri anlatırken kelimeleri seçmekte zorluk yaşadıkları ve bunun için de garip, ilginç,
hayret verici gibi kelimeler kullanmak zorunda kalmaları Osmanlı Devleti’nde o devrede
teknolojik olarak kullanılacak kelimelerin karşılıklarının olmaması ile ilişkili idi. Osmanlı
elçilerinin şahit oldukları bilimsel gelişme ve teknolojileri kendi ülkelerine transfer etme gibi
bir çaba içinde olmadıkları anlaşılmakla birlikte bu hususun XIX. yüzılın ikinci yarısına
kadar sadece “hayret” noktasında kaldığı söylenebilir.
Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa elçiliği esnasında dikkatini çeken
teknik eser kanal diye adlandırdığı Canal des Deux Mers’dir102. Elçi kanalın yapılış
gerekçelerini sefâretnâmesinde; deniz yolu ve kara yolu ile hem ticarî hem de sivil taşımanın
coğrafî nedenlerle zorluğu ve bu zorluğu kolaylığa çevirmek kanalın yapılış amacıdır. Bu
kanal elçinin ifadesi ile birkaç bin keseye mâl olmuş lakin bu vasıta ile Sette’den kalkan bir
gemiyle şehirler arasından karaya uğramadan Atlas Okyanusu’na çıkmak mümkündür.
Kanal’ın faydası; malları daha hızlı ve daha ucuza nakletmektir.
Mehmed Efendi, Canal des Deux Mers kanalı açılırken büyük binalar inşa edildiğini,
bunun nedenin ise Agde Nehri ile Naurouze Nehri’nin taban seviyelerinin farklı olması
olduğunu belirtir. Elçi, bu kanal hakkında bilgi verirken önce kanalın yükseklik farkının 120
zira yani yaklaşık 91 metre olduğunu, daha sonra gemileri yokuşa doğru götürmenin zor
olması nedeni ile nehrin çeşitli yerlerine kesme taştan havuzlar inşa edildiği ve bu havuzların
3-4 gemi sığacak kadar büyük yapıldığını, bunun nedeninin de havuzun bir çeşit asansör
görevi gördüğü ve suyun seviyesinin burada yükseltilerek gemilerin bir üst havuza
taşındığını söyler. Mehmed Efendi’ye göre, gemiler bu şekilde karadan yürütülmektedir103
(Uçman, 2017:47-48).
102 Elçi’nin seyahat ettiği güzergâhın günümüze de aynı şekilde turistik bir şekilde gemiyle gezmek
mümkündür.
103 Elçi bu durumu sefâretnamede şu şekilde izah eder: “Kanalın açılması sırasında oldukça büyük binalar da
yapmak zorunda kalmışlar. Çünkü Agde nehrinin tabanıyla Naurouze arasında yüz yirmi zira yükseklik farkı
olduğundan ve gemileri de yokuşa sürmek mümkün olmadığından, nehrin belli başlı yerlerinde yontma taşlarla
havuzlar yapmışlar. Bu havuzların her birine aşağı yukarı üçer, dörder gemi sığabiliyordu. Havuzların iki
145
Çelebi Mehmed Efendi’yi Fransa elçiliği boyunca bilim ve fen anlanında etkileyen
en önemli kurum rasathânedir. Elçinin, Şehrizorî’ye ait eş-Şeceretü’l-İlahiye Fî ulûmi’l-
Hakaiki’r-Rabbaniye isimli eserinin tabîiyat (fizik) ile ilgili bölümünü tercüme etmesi, onun
rasathâne ile ilgilenmesinin en önemli nedenidir (Karlığa, 1991:311). Elçi, ünlü
matematikçi, astronom ve mühendis Giovanni Domenico Cassini’den, yıldız gözetleme ile
ilgili kulelerinden, sayısız astronomi ve geometri aletlerinden keyifle bahseder. Burada
gördüğü aletlerin ilginç ve hayret verici olduğunu ifade ettikten sonra: “Bunların tamamını
büyük bir hazine vermek suretiyle bile bir araya getirmek mümkün değildir.” demek sureti
ile rasathânedeki malzemelerin para ile satın alınamayacağını, bunların yapımında
Fransa’nın bilime verdiği önemin ve bu önemin doğrultusunda geliştirilen bilimsel
metotlarla yapıldığını ifade eder (Uçman, 2017: 129). Mehmed Efendi’nin özellikle
rasathâneden etkilenmesi ve onu uzun uzun anlatmasına rağmen bu sefâretnâmeden
esinlenerek İstanbul’da bir rasathâne açılmadığı görülür.
III. Murat devrinde Takiyüddin’in açma izni aldığı rasathâne ve içerisindeki
astronomi ile ilgili alet ve edevatı tamamladığı, hatta Uluğbey’e ait Zîci’de tashih edilerek
gök olaylarını da gözlemlemeye fırsat bulunmuştur. 1577’de tamamlanan rasathâne 22 Ocak
1580’de yıkılana kadar faaliyetlerini sürdürmüştür (Aygündüz, 2004: 427-430). Çelebi
Mehmed Efendi sefâretnâmesinde 1577-1580 tarihleri arasında Takiyyüdin’in
rasathânesinden bahsetmez. Elçi ya İstanbul’da açılan rasathâne ile ilgili entelektüel bir bilgi
birikimine sahip değildir ya da Osmanlı padişahına ve devlet adamlarına sunmuş olduğu
metinde bu hususu hatırlatmayı uygun bulmaz. Her iki durumda bizde elçinin
sefâretnâmesini kaleme alırken dikkatli bir şekilde davrandığı algısını uyandırır.
Mehmed Efendi, Fransa’da gezi amacıyla götürüldüğü saray ve bahçe gezileri
sırasında ilgisini çeken su fırlatan fıskiyeleri ayrıntılı bir şekilde yer verir. Elçi gezilerinde
görmüş olduğu havuzlarda suyun yukarıya doğru fırlatılması ve bunun teknolojisi ilgisini
çeker ve suların yukarı doğru kaç metre yükseldiğini dahi sefâretnâmesine bahseder104
taraflarında sağlam iki kapı bulunur, gemi havuza girdiğinde arkasındaki kapı kapanır, önde olan kapıda da
mengenelerle kapanmış ve nehir suyunu tıkamış iki delik bulunur. Delikler, geminin havuza girdiği yerden tam
iki zira yüksektedir. Mengeneler açılıp iki delikten havuza su akmaya başlayınca, akan su gemiyi yukarı
kaldırır. Ve çeyrek saat geçmeden havuz dolar. Gemi iki zira yüksekteki su yüzüne çıktığında önde olan kapı
açılır, gemi eskiden olduğu gibi ileri doğru yol alır. Ayrıca, gemilere bağladıkları uzun aletlerle de nehrin
kıyısından ikişer üçer katırla gemiyi çekip götürürler. Gemi iki zira yüksekteki su yüzüne çıktığında önde olan
kapı açılır, gemi eskiden olduğu gibi ileri doğru yol alır. Ayrıca, gemilere bağladıkları uzun aletlerle de nehrin
kıyısından ikişer üçer katırla gemiyi çekip götürürler. Naurouze denilen yerde yokuşu tırmanıncaya kadar
seksen havuzdan bu şekilde geçilmektedir. Sonra iniş başlar. Toulouse’a gidinceye kadar yine yirmi dört
havuzdan bu defa yokuş aşağı inilerek geçilir.” (Uçman, 2017:47-48).
104 Meudun Sarayı’nı tasvir ederken: “… otuz iki sütun üzerine otuz iki kemer yapmışlar ve her kemerin altına
bir fıskıye koymuşlar; buradan parmak kalınlığında su fışkırmaktadır. Oradan kocaman bir havuza geldik ki,
146
(Uçman, 2017: 97-114;133-134). Bu fıskiyeler ve bahçeler Mehmed Efendi’nin
betimlemeyle kalmaz Avrupa’dan Osmanlı’ya getirdiği krokiler vasıtası ile İstanbul ve
çevresinde Avrupaî tarzda yapılan bahçe ve havuzlarda vücut bulacaktır.
Elçi’nin ilgisini çeken bir başkan nokta ise Paris’te gezdiği anatomi dairesi şeklinde
adlandırdığı Bilimler Akademisi’dir. Elçi, görmüş olduğu anatomik balmumu vücut
maketlerinden hayretle bahsederek, bu maketlerin ders saatleri içerisinde öğrencilere
gösterildiğini, burada çok sayıda ilacın bulunduğundan bahseder (Veinstein, 2002: 107-108).
Elçi özellikle cabinets de curiosités olarak adlandırılan Avrupa’daki müzelerin öncüsü olan
koleksiyonlardan da etkilenir (Kılınç, 2003: 83-84). Ancak o devrede sefâretnâmesinden
etkilenilerek III. Ahmed döneminde Avrupaî tarz bir tıp eğitimi veren okulun açılması için
bir girişimde bulunduğuna rastlanmaz.
Mehmed Efendi, kumaş ve ayna imalathânelerini de hakkında bilgiler alır, kumaş
imalathânesindeki ziyaretinin daha önceden bilinmesinden dolayı kendisine özel bir sergi
açıldığını, bu sergiyi gezdiği esnada ilgisini dokunan kumaşlar ve halılar çeker ve bu halı ve
dokumaları ayrıntılı bir şekilde anlatır. Özellikle dikkatini insan mimiklerinin işlendiği
halılar çeker ve bu halılardan daha önce kendisine bahsedildiğini ancak böyle bir şey
olamayacağını düşünerek bu sözlere inanmadığını yazar (Veinstein, 2002: 110-111). Halı
üzerindeki bu insan mimikli motifler elçinin algısının dışında bir şekle sahip olup, bir
dokumanın bu kadar gerçekçi olabileceğine gözleri ile görmeden inanmaz105. Ancak, elçinin
Fransa’dan dönüşüyle İstanbul’da bulunan çuha fabrikasında, elçinin hayretle betimleyip
anlattığı şekilde dokumaların yapıldığına dair bir kanıt bulunmaz. Elçinin ilgisini çekse de
Fransız kültürünün Osmanlı’da açılan çuha fabrikasına girerek bir insan suretini motif olarak
kullanmasının İslama aykırlığı dolayısı ile mümkün olmadığı görülür.
Osmanlı Devleti’nin Avusturya elçisi olan EMustafa Hattî Efendi, elçiliği esnasında,
Avusturya imparatoru tarafından 16 Temmuz 1748’de gerçekleşecek olan güneş tutulmasını
izlemesi ve müneccimhânelerindeki, sanayi-yi acibe ve âsar-ı garibelerini görmesi için davet
edilir. Hattî Efendi de Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi gibi rasathâneyi ziyaret eder, rasat
aletlerini, güneş, ay ve yıldızların izlendiği teleskopları gözlemler ve kendisine ayrıca çeşitli
ortasında iki yüz otuz beş fıskıye var. Üç kat halinde: birinci kattan seksen kadem su fışkırtmakta; ikincisi biraz
daha az, üçüncüsü biraz daha az. Hepsi birden güneşten bir servi görünüşündedir ve fıskıye lüleleri de baş
parmaktan daha kalındır.” (Uçman, 2017: 97); “… ayrıca üç farklı yere de her birinde on beşer fıskıye bulunan
üç tane şadırvan yapmışlar. Bunların fışkırması düzgün bir çizgi gibi değildir, değişiktir. Havâî fişeğin yirmi
otuz tanesi birden çıkışına “şadırvan fişeği” dedikleri galiba bu türdendir. Bu havuzda ve fıskıyelerde olan
hüneri daha önce hiçbir havızda göremedik” (Uçman, 2017: 98).
105 III. Ahmed döneminde İstanbul’da bir Çuha fabrikasının olduğu ve bu fabrika Çelebi Mehmed Efendi’nin
Fransa’ya gidişinden 12 sene önce 1908’de açıldığnı da belirtmek uygun olur (Baş, 2018: 127 vd).
147
endüstriyel icatlar da gösterdiği, bu icatların elçinin ilgisini çektiği ve bunları ayrıntılı bir
şekilde anlattığı görülür. Onun gözlemlediği bir makine ise anlattığından anlaşıldığına göre
ibtidai bir projeksiyon makinesi106 nüvesidir. Elçi, bu makineyi şu şekilde tasvir eder: “Bir
sandukanın içinde bir ayine ve ol sandukanın taşradan iki tarafında iki adet burma ağaçları
olmağla ol ağaçlar döndükçe sandukanın içinde melfuf olan tûlâni kağıd ceste ceste
münkeşif olub her birinde tasvir olunmuş mücessem gûnâgûn bağ ve bağçeler dürlü dürlü
nâzari nâyâb saraylar ve sahilhâneler ve hıyabanlar ve hıyaz-ı şadırvanlar nümayan
olmasıdır.” (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 22b-23a). Hattî Efendi’nin elçiliğinin 1748 yılında
olduğu göz önüne alındığında Avrupa’daki bilimsel ve endistüriyel devrimin izlerinin,
anlatımlarında kendisini hissettirdiği görülür.
III. Selim devrinde Fransa’ya elçi vazifesi ile gönderilen Ali Efendi Paris, Toulon
şehrinde Franklin savaş gemisinin denize indirilme törenine davet edilir. Elçi, törene katılır
ve tersane ve gemi yapımıyla ilgili bilgiler alır, halatların indirilmesi için kendisinden de
öneriler alır ve elçinin dikkatini halat yapımı, burada kullanılan teknoloji elçinin dikkatini
çeker ve oradaki görevlilerin yaptıkları işlerdeki özenlerini takdir eder (Herbette, 1997: 36;
Altuniş-Gürsoy, 2000: 734).
Ali Efendi Lyon’da bulunan kütüphâneyi ziyaret ederek, kitapların Lyon’a ait
Fransızca kitaplar olduğunu ve kütüphânenin kadınlarla dolu olduğunu belirtir. Elçi’ye
kütüphânedek gezisi esnasında görevli, III. Ahmed çeşmesine yazılan şu tarihi beyti okur:
“Aç besmele ile aç suyu Han-ı Ahmed’e eyle dua” (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 19) bu durum Ali Efendi’nin hoşuna gider.
Elçi ayrıca, Paris’teki bir kütüphâneyi ziyaret eder, burada, gök küresi ve yer küresi
diye adlandırdığı birisi uzayı diğeri ise dünyayı temsil eden iki kürenin varlığından
bahisederek, gök küresinde 12 burç betimlendğini, yer küsesinde ise ülkelerin sınırları ile
gösterildiğini kaydeder. Ali Efendi daha sonra nadir eserlerin saklandığı bir odada çeşitli
taşlar, maden toprakları, Amerika’ya ait çeşitli harp aletleri ve çok eski bakır paraları ve ayrı
Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri görme fırsatı bulur (Altuniş-Gürsoy: 747-748). Burada
sergilenen Amerika’ya ait harp aletleri, muhtemeldir ki 1775-1783 arasında Büyük Britanya
ile Kuzey Amerika’da gerçekleşen On Üç Koloni arasında gerçekleşen Amerikan
Bağımsızlık Savaşı’na aittir.
106 Elçi bu makineyi şöyle tarif eder; “Bir sandukanın içinde bir ayine ve ol sandukanın taşradan iki tarafında
iki adet burma ağaçları olmağla ol ağaçlar döndükçe sandukanın içinde melfuf olan tûlâni kağıd ceste ceste
münkeşif olubher birinde tasvir olunmuş mücessem gûnâgûn bağ ve bağçeler dürlü dürlü nâzari nâyâb saraylar
ve sahilhâneler ve hıyabanlar ve hıyaz-ı şadırvanlar nümayan olmasıdır (Mustafa Hatti Efendi,1197: 23a).
148
Ali Efendi daha sonra Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin de ziyaret ettiği ayna
imalathânesini ziyarete gider ve burada yapılan aynaları merakla gezer, o zamana kadar
yapılmış en büyük aynayı buarada gördüğünü şöyler. Elçiyi hayret içinde bırakan dürbün
hadisesini şu şekilde anlatır: “Bizi üç tarafı mesdûd bir muzlim pencereye ik‘ad ve pişgâha
küçük tepsi kadar kâğıtlı bir nesne vazʻedip sakfında olan dürbünün kapağını güşad eyledikte
sokaktan mürûr u ubûr edenlerin aynleri zikrolunan tepsi üzerinden mürûr ede düşmekle
ta‘accüb olundukta ziyâde yakîn hâsıl olmak içün hadememizi sokağa irsâl ve mürûrunda
elbise ve kıyafetiyle aksi tepsi üzerinde nümâyân oldu. Bunun sırrı sokağa nâzır mârru‘zzikr
pencerenin bâlâsına bir âyine ta‘biye ve âyineden maʻküsatı nakl içün hizâsında bir kıtʻa
dürbün o yere itmelerinden iktizâ eder.”. Elçinin dürbününün gösterdiğine inanmayıp
hizmetinde olan kişlerden birisini dışarıya göndermesi hayreti yanında böyle bir şeyin
olacağınan inanmadığınıu da gösterir. Buna şamr obuskür (chambire obscure) derler.
İtalyanca kamera oskura (camera oscura) derler yani karanlık oda demektir.” (Moralı es-
Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 37; Bişgin, 2016:61).
Ali Efendi’ye göre Fransa kralları matematik, coğrafya ve hendese (geometri) gibi
bilimlere ve bilim adamlarına gösterdikleri itibarla, bilimsel çalışmalar yapmalarını teşvik
etmektedir. Kralların bu destekleri ile yapılan alât ve edevâtı”elçi kendi gözüyle müşahede
etmiş, Louvre’da tuhaflık olarak nitelendirdiği: “şimşeğin benzeri ateşi, zincir ile bir taraftan
diğer tarafa nakletmek şeklindeki değişik uygulamaların” sayısının çokça olduğundan
bahsder. Elçi, Fransa’da şahitlik ettiği bilimsel, teknolojik gelişmeler ve icatlar ışında şu
tespitte bulunur: “Fransızlar yeni şeyler yapmaya meraklı bir millettir.” (Altuniş-Gürsoy:
747-748).
Avusturya’ya nezdinde fevkalade elçi Ebubekir Ratib Efendi, Sibin muhafızının
davetlisi olarak bulunduğu sarayda, Avusturyalıların indinde: “maden-şinaslık bir fenn-i
muteber olduğundan” bahisle kendisine çeşitli madenler gösterilir. Bu madenlerin içerisinde
antropolojik anlamda sergilenen bir takım iskelet kalıntılarının bulunduğunu söyler
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 7a-7b; Uçman, 2012: 14-15). Ayrıca Ratib
Efendi, burada ziyaret ettiği kütüphâne haricinde çeşitli odalarda görmüş olduğu ve tuhaf
eşyalar olarak nitelendirdiği lakin tarif etmediği/edemediği eşyaların neler olduğu da ayrı bir
muammadır.
Elçiye Peşte şehrinde bulunan akademiyayı da ziyarettiğinde, makina-elektira
şeklinde isimlendirdiği bir makine ile: “10-15 miktarı i’mâl-i âcibe ve fizika dedikleri fünuna
dair nice sanâyî ve maârif-i garibe.” diye tanımlamış olduğu fizik ile ilgili birtakım aletler
149
gösterildiğini söyler. Lakin Ratib Efendi, fizik ile ilgili kendisine gösterildiğini söylediği bu
aletlerden bahsetmez. Ayrıca Elçiye nadir maden taşları, antropolojik kazılardan çıkardıkları
ve nadir olduğunu ifade ettikleri hayvan iskeletleri, istiridye ve midye kabukları gösterilir
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, 6096: 20b). Fransa Ali Efendi de madenlerden çıkan
antropolojik kalıntıları gördüğünü ifade etmesi, Avrupa’da arkeoloji ve antropoloji
bilimlerinin Avrupa’da yaygınlaştığı görülmektedir.
Ratib Efendi, Viyana’da Akademiya olarak tabir edilen, Türkçe, Arapça ve Farsça
dillerinin öğretildiği ve kendisinin de tabiri ile Akadimya-yı Asya (Şarkiyat Akademisi)’yı
ziyaret eder. O, bu akademiyanın kuruluş amacını şu cümlelerle açıklar: “…her devlet
muhâbere, mükâtebe, musâlaha, ve muhârebesi olduğu düvel ve milelin lisanlarına vâkıf ve
tercümesinde ârif olmak lazım ve emr-i mühimdir deyü mezkur akadimyayı binâ ve tertîb
etmişlerdir.” (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 28a). Böylece Ratib Efendi,
Osmanlı Devleti’ni ve diğer Müslüman ülkeleri yakından incelemek için dillerini öğreten bu
akademeyi yakından görmem ve tetkik etme fırsatı elde eder.
Ratib Efendi, sefâretnâmesini kısa tutma taraftarıdır. Elçinin Nemçe
Sefâretnâmesi’ni kısa tutmaya çalışmasının en önemli nedenini, şu şekilde ifade eder: “Beç
havalisinde ve varoşlarında ve yedi sekiz saat mesâfe mahallerde mir‘ât ve kâğıt ve tüfenk
ve kılıç ve kılâbdan ve çuka ve çit ve sandal ve fağfur ve hendese âlâtı kârhânelerinden
vardıklarımız ve gördüklerimiz ta’dâd ve tavsif olunsa bâis-i tatvîl olur.” (Sefâretnâme-i
Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 29a) demek suretiyle gördüklerini ve gördükleri
hakkındaki yorumlarını okuyucudan esirgeme yolunu seçer. Buradaki sefaretnâmesini kısa
tutma hususunda elçiyi Avrupa’daki bilimsel gelişmelere kulak tıkamak ya da gözlerini
kapatmak gibi ithamlardan uzak olarak Avrupa’ya gönderiliş amacının eğitim ve bilimsel
faaliyetleri izlemesinden ziyade askerî ve ekonomik alandaki yeniliklerin ve atılımlardan
haberdar olmak olduğunu gözden kaçırmamalıdır.
Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, fevkalade elçi görevi ile bulunduğu Viyana’da
şehrin kütüphânesini ziyaret eder ve bu kütüphâne hakkında, içerisinde yaklaşık 300.000 bin
kitap bulundunu ifade etmesine karşın rağmen bilgi vermez ancak, bu kitaplar içerisinden
sadece Bağdat’ta kaleme alınmış olduğunı belirttiği üç adet Kur’an-ı Kerim ve bir adet
Kaside-i Bürde adlı kitap hakkında bilgi verir ve ayrıca kütüphâne içerisinde yer alan resim
sergisinde bulunan IV. Mehmed’e kadar olan Osmanlı padişahlarının portrelerini
gösterirdiği ifade eder (Yavuz, 1991: 91; Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 19-20).
150
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, elçilik görevi ile bulunduğu Fransa’da birtakım
okulları ziyaret eder. Elçi, ziyaret ettiği okullar hakkında; Fransa’da hiçbir vatandaşın kanunî
eğitimden muaf olmamakla birlikte soylu ya da tüccar herkesin çocuğu temel eğitim alması
yasal olarak bir zorunluktur. Eğitim alan bu çocuklar, aldıkları bu eğitim gereğince ordu ve
yönetimde en üst konumlara ulaşabilmektedirler. Ayrıca Fransa’nın başkenti Paris’te ve
belirli şehirlerinde yatılı okul adı verilen okullar bulunmakta, bu okullara sınavla öğrenci
alınmakta, belirli bir ücret karşılığı eğitim verilmektedir. Fransa’da yukarıda izah edilen
eğitim sisteminden farklı olarak, İmparator Okulları adı verilen bir okul bulunur. Bu okula
mareşal, general ve yüksek din adamlarının erkek evlatları kabul edilmekte ve eğitim
ücretleri de imparatorlukça karşılanmaktadır. Böylece Muhib Efendi, Fransa’da halkın ve
yüksek makamda olan kişilerin çocuklarının almış olduğu eğitimin farklı olmakla birlikte;
halk, eğitim ücretini öderken yüksek rütbeli kişilerin evlatlarının eğitim masrafını
imparatorluk bütçesinden karşılanmaktadır.
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’ye göre bu okullarda tuhaf şeyler öğretilmektedir.
Bu okullarda okuyan öğrencilerin zeki ve bilime elverişli zekalara sahip olduklarını, Osmanlı
Devleti’nde okutulan el-Kimika (simya) adlı dersin Fransa’da kimya adıyla okutulduğunu,
ancak Fransa eğitim sisteminde kimya derslerinin, bakırı, altına dönüştürmek ya da camı,
elmasa döndürmekten çok metallerin, ağaçların, taşların, yani nihayetinde doğada var olan
her şeyin incelenmesi şeklinde yapıldığını ve bu yönü ile de Osmanlı eğitim sisteminden
ayrıldığını belirtir. Elçi, bu kimya eğitimi meselesine şöyle devam eder: “Anladığım
kadarıyla, araştırmalarının amacı, taşın kirece dönüşme ve parmaklarımızın arasında
ufalanıp gitme nedenini; neden kimileri parlatılabilirken, kimilerinin renkli ya da kokulu
olduğunu keşfetmektir. Ağaçların kimileri neden zamk, kimileri sakız, reçine ya da zehir
üretmektedir. Sonuçta bunların tamamı aynı toprağın ürünüdür, aynı kilden gelmektedir.
Aynı zamanda, bunları birbirine benzemez kılan nedenleri araştırmakla da
ilgilenmektedirler. Bu hedefe ulaşmak için, kendi dillerinde kabine olarak adlandırdıkları
yeri açmışlardır. Hükûmet buraya Asya'da, Avrupa'da ve Afrika'da, adalarda, denizde var
olan nadir ya da değerli şeylerden, altın, gümüş, değerli taşlar, demir, kurşun, bakır, cıva,
sonra sarı, kırmızı ve beyaz renkli topraklar, sedef gibi parlayan tahta parçalarından
numunelerin yerleştirildiği büyüklü küçüklü kavanozlar, tuhaf biçimlerde aygıtlar
yerleştirmiştir. Daha sonra, hayatın her türlü görünümünü yansıtan her biçimden ve her
büyüklükten böcekler, balıklar ve taşlaşmış ağaçlar, filler, aslanlar, kaplanlar, yılanlar
151
maymunlar, arılar vb hayvanlar yanında metaller de bilginler için ders konusu olmaktadır...”
(Bareilles, 2018:95).
Muhib Efendi, bu okullarda yapılan bilimsel deneylerinden de bahseder. Bu
deneylerden dikkat çekenlerden birisi, havanın bileşenlerine ayrıldığını ifade ettiği deneydir.
O, bu deneyleri hayretle izlemesine rağmen: “Bilim adamı aynı deneyi benim de
tekrarlayabileceğimi söyledi ama istemedim. Açıklaması zor olacak tuhaflıkta başka araçlar
da gösterdi; şimşekler ve gökyüzünden düşen yıldırımlar. Daha fazlasını görme kaygısında
olmadığımdan çıktım.” (Bareilles, 2018:96-97) demek suretiyle bilime olan ilgisizliğini de
dile getirir.
Muhib Efendi, tıpkı Moralı es-Seyyid Ali Efendi gibi Fransa’da yapılan icatları ve
Fransa Hükümeti’nin bu faaliyetleri desteklerdiğini kaydeder. Elçi, Fransa’da görmüş
olduğu buharla çalışan bir pompa ile ilgili, Fransa’nın, 12 adam gücünde bir buharlı
makineyi daha güçlü hale getirmeyi başaran bir sanayicinin bu makinesini satışı konusunda
tekel olma hakkının kensisine verdiğini, bahsedilen buharlı pompoyı bizzat gördüğünü ve
12 atın yapabileceği bir iş için, tek bir insan buhar pompasının işlemesi için gerekli olan ateşi
besleyecek bir torba kömürü ateşe atması yeterli olduğunu, böylece işin ne kadar
basitleştirilmiş olduğunu ve böylece ne hayvana ne de doğal olarak arpa, kuru ot, saman ve
atlar için seyise ihtiyaç kalmaduğından bahsederek üretimde makineleşmenin hem işlevsel
olduğunu ve hem de tasarruf sağladığını ifade eder. Muhib Efendi, Avrupa’ya gönderilen
diğer elçilerden farklı olarak Avrupa’daki sanayinin makineleşmesinden bahseder. Bu
bilgiler ileride Osmanlı Devleti’nin sanayisini makineleştirmesine ilham olacaktır.
Böylece elçiler gittikleri ülkelerde gördükleri çeşitli bilimsel, teknolojik ve fen ile
ilgili icat ve kullanımları sefâretnâmelerine kaydederler. Ancak bu kaydedilen teknoloji ile
ilgili Osmanlı başkentine dönüşte bir teşebbüste bulunulmaz. Bu da Osmanlı Devleti’nin o
dönemde sadece askerî, mimarî ve iktisadî açıdan Avrupa’daki yenilikler ile ilgilendiğinin
bir kanıtıdır. Ancak sefâretnâmelerde genel olarak öne çıkan bir konu, fen, bilim ve teknoloji
alanında gördükleri yenilikler hakkında heyecan ve hayretle anlatımlar yapan elçilerin
sadece anlatımdan öteye geçemedikleri, bu elçilerin kaleme aldıkları sefâretnâmelerinde
bazen ayrıntılı bir şekilde anlattıkları Avrupa’daki teknolojik yenilikler ve bilimsel
ilerlemeleri tasvir ederlerken, “keşke şu da bizde olsaydı” gibi bir o teknolojiyi alma
hevesinde olmadıkları görülmektedir. Bu ilgisizliğin nedeni olarak da gittikleri yerlerin
İslâm olmayıp Nasranî olması, teknoloji transferi konularında etkili olduğu, çünkü İslâm
152
olan Osmanlı’nın gavur olan Avrupa’dan alacaklar bir şeye ihtiyacı olmadığı zihnetinin ağır
bastığı da ifade edilebilir.
3.5. SIHHÎ UNSURLAR
Avrupa’ya gönderilen elçiler, bu coğrafyada gelişen tıp bilimi ve bu konudaki
ilerlemeleri ziyaret ettikleri devre ve ülke özelinde sefâretnâmelerinde yer verdiği görülür.
Elçiler görevlendirildikleri ülkelerin hastaneleri ve sağlık sistemi hakkında gördükleri ve
duydukları bilgileri kaydederek, Osmanlı Devleti’nde ilerideki devrelerde açılacak olan
Avrupaî tarzdaki tıp okulları ve hastanelerine ilham vereceklerdir.
Fransa’ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransız
topraklarına ayakbastısında karşılaştığı en önemli sağlık problemi Marsilya-Provence
bölgesinde ortaya çıkan veba salgınıdır. Elçi, Toulon’daki Nazarto olarak ifade ettiği
karantina limanında bölgede bir salgın olduğunu yönünde bilgiler alır. Elçi’nin Marsilya
Limanı’na geldiğinde bölgede yaklaşık 80.000 kişinin vebadan öldüğünü ifade etmesi, vaba
salgının Provence eyaletine de yayıldığını kaydetmesi ve gözlem atında olmasının nedeninin
vebadan kaynaklandığı bildiği gösterir (Uçman 2013: 39).
Elçi ve heyetine Fransa’da meydana gelen veba salgını sebebi ile gelenlerin hastalık
taşıyıp taşımadığını öğrenmek için nazarato ya da karantina denilen ve gelen misafirleri
belirli bir zaman için izolede tutan bir sağlık sistemi uygulanmıştır. Bu karantina gereğince
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi hem devlet görevlileri ile hem de halk ile uzaktan
görüşmek zorunda kalır, hatta elçi, Sette limanı civarında Montpellier karşısında kendisine
karantina ikametgâhı olarak ayrılan yerin köhne bir kilise olduğunu ifade eder (Akyavaş,
1993: 3-6).
Mehmed Efendi’nin Avrupa’da uygulanan sıhhî ve idarî karantina yönteminden ve
bu karantina usûlüne tabi tutulmaktan hiç de memnun olmadığı kullanmış olduğu ifadelerden
alışır. Elçi, bu memnuniyetsizliği şöyle açıklar: “Kavm-i mesfûrun hastalıktan ihtirâzları
fevkalâde olmakla, ol mahal bir haylî yeter olup, âmed-şüdden müberrâ olmakla, karantina
etmeğe münâsib görmüşler. Biz dahi ale’l-gafletle gelmiş bulunduk. Ric’at müşkil olmakla,
hezâr gûna fikr ü mülâhazalar ile yine dâmen-i sabra teşebbüsten gayrı tedbir-i hasen
bulamadık.” (Uçman, 2017: 159). Elçi, karantinadan rahatsız olmasına rağmen bu sıhhî
durumun gerekli olduğuna inandığı için bulundupu ülke devletinin koymuş olduğu kurala
uymakta terddüt etmez.
Elçi, Sette limanından kara yolu ile değil de kanal vasıtası ile Bordeaux’ya götürülür,
çünkü Fransa’nın içlerinde veba salgını elçinin bulunduğu tarihlerde pandemisinin en tepe
153
noktasında olduğuı için elçinin veba salgınından olabildiğince etkilenmemesi adına, halktan
uzak ve sağlıklı bir ulaşım vasıtası olan suyolu ile gideceği yere ulaştırılır.
Mehmed Efendi, Fransa özelinde sıhhî açıdan öğrendiğimiz bir başka husus ise askerî
hastanelerin bulunmasıdır. Elçi, Fransa’daki bu hastanede yaralı askerler tedavi edilmekte,
hastanede 500-600 kadar temiz yatak bulunmakta ve hastalar yatakta olduğu halde
doktorların hastaları yatağı başında tedavi etti ifade edetmektedir. Bunun yanında tedavide
kullanılan ilaçların üretildiği üretim yerine gidildiği, ilaçların temiz billur şişelere ve
çeşitlerine göre ayrılıp raflara dizildiği ve çeşitli ecza aletlerinin bulunduğu temiz bir yer
olduğunu ifade eder (Akyavaş, 1993: 28).
Elçi, Paris’teki Bilimler Akademisi’ni ziyaret eder ve orada teşrîhhâne olarak
adlandırdığı anatomi derslerine girer. Elçi’nin kullandığı teşrih kelimesini kullanması,
Osmanlı’da Avrupa dillerindeki anatominin karşılığında olan kelimelerin bulunduğu
gösterimektedir. Elçi’nin, anatomi dersi için hazırlanmış maketlerden etkilendiği, bal
mumundan gerçeğine yakın olan bu maketlerin hayvan ve insanlara ait olduğu, bundan ayrı
olarak ilaç yapımında kullanılan bitkilerin sergilendiği bir botanik bahçesine de ziyarete
gidildiğinden bahseder (Akyavaş, 1993: 41).
Elçinin tabibhâne olarak adlandırdığı ve “devâhâne” olarak nitelendirdiği yerde ait
bir doktorunun olduğunu ve dünyada bulunan bütün ilaçların bu doktrun odasında
bulunduğunu hayranlıkla ifade eder. Elçi, Paris’te bulunan botanik bahçesini: “Yeni
Dünya’dan o kadar ağaç, çiçek ve ot getirmişler ki sayılmaz. Garip ve acayip görülmedik
ağaç, çiçek ve ot gördük. Görmeyene tarif ve tasvif ile ifade etmem mümkün değildir.”
(Akyavaş, 1993: 42) şeklindeki ifadesi ile Amerika kıtasından gelen bitkilerden bahseder.
Muhtemeldir ki bu bitkiler ilaç yapımında kullanılmaktadır.
Elçi bu sıhhî bilgilerin ışığında Osmanlı Devleti içinde Avrupaî tarzada analtılan
hastane veya anatomi merkezi kurulmaması elçinin algısı ile devletin algısı arasındaki farkı
gösterir.
1748’de Avusturya’ya elçi olarak tayin edilen Mustafa Hattî Efendi, elçilik vazifesi
için Avusturya sınırlarına geçtiği zaman kendsisi ve heyetine uygulanan karantinayı: “Bu
kadar müddetten beri kefere beyninde emr-i müttehimü’l-icrâ olan nezarete âdeti
mukaddema Cânibî Ali Paşa merhuma olduğu gibi devletleri tarafından bu defa dahi
hakkımızda ikram-ı tamm olmak üzere zu’mî ile bi’l-külliye nezarete-i resmi metruk olub
fakat nezaretehâne dedikleri mükellef ve müzeyyen bir saraylarına inzal ile iktifa ve kahve
ve şerbet ve şekerleme makulesi rüsum-i ria’yetlerini…” (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 4b).
154
Elçi karantinaya girişini Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi gibi bir eziyet olarak anlatmaz
ve sert bir tepki göstermez. O, büyük ihtimal kendisinden önceki elçilerin raporlarını
okuyarak karantinanın ne olduğunun algısı içinde nezaretehâne olarak adlandırdığı şatafatlı
ve süslenmiş bir sarayın tahsisi, kendisine ikramlarda bulunulduğu için de memnuniyetini
dile getirir. Elçi, Çelebi Mehmed Efendi gibi 40 gün değil sadece bir gün karantinada kalır
ve ertesi gün kendisi için gelen posta ile Viyana’ya doğru yola çıkar (Mustafa Hattî Efendi,
1197: 4b). Muhtemeldir ki Sette’de 40 gün metruk bir kilisede karantina da kalan Yirmisekiz
Çelebi Mehmed Efendi’nin karantinaya verdiği sert tepki ile sadece bir gün karantinada
kalan Musataf Hattî Efendi’nin verdiği tepki arasındaki farklılığın da normal olduğunu ifade
edebiliriz.
Mustafa Hattî Efendi, Zemun’dan hareket ettikleri sırada: “mizaç-ı hakirânemizde
bir miktar inhiraf zuhur edüb, nev‘-i âfiyet tahsil ve bu bahâne ile mestur-ı ceride-i takdir
olan âb u dânemizi istîfâ ve takmil için çend rûz Zemin da mirîzan ikamet…” hastalandığını
ifade eder. Biraz dinlendikten sonra seyahatine kaldığı yerden devam eder (Mustafa Hattî
Efendi, 1197: 5a). Elçi kendi sağlığından başka seâretnâmesinde Avusturya’nın sağlık
kurumları hakkında bir bilgi vermez.
1797 senesinde Fransa nezdine daimî elçi olarak atanan Moralı es-Seyyid Ali Efendi
de diğer elçiler gibi karantinada gözlem altına alınır. Normalde 28 gün sürmesi
kararlaştırılan bu süre Cezayirli gemiciler ile olan diyalog ve oradan alınan bazı malzemeler
nedeni ile sekiz gün daha uzatılarak 36 güne uzatılır. Bu durum Ali Efendi tarafından pek
memnuniyet ile karşılanmaz ancak kendisinden önce Fransa’ya elçilerin 40 günden fazla
karantinada kaldığı ifade edilince biraz olsun itirazından vazgeçer (Herbette, 1997: 14-19).
Ali Efendi, Fransa’da karantinanın çok katı kurallar çerçevesinde uygulandığını,
çünkü zamanında bir Fransız askerinin limandaki bir gemiden çaldığı kumaş nedeni ile
yayılan veba hastalığından 75.000 kişinin öldüğünü ve bu nedenle sağlam, kişiye göre
değişmeyen düzenli bir karantina teşkilatlarının olduğunu yazar. O, karantinaya şehrin önde
gelen 36 kişisinin nezaret ettiğini ve bu konuda kimsenin hatır ve gönlünü aramayan katı
olarak uygulanan kurallar olduğunu ifade eder (Altuniş-Gürsoy, 2000: 731-732). Elçinin
75.000 kişinin öldüğü veba salgını hakkında verdiği bilgilerden, Yirmisekiz Çelebi Mehmed
Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesini okuduğu ve oradaki bilgileri kendi bilgileri ile
karıştırarak verdiği görülür.
Ali Efendi, Lyon’da üç gün kalır. Bu esnada kendisini Lyon halkına seyrettirmek için
hastaneyi ziyarete götürüldüğü, bu hastanenin 500 sene evvel Lyonlular tarafından inşa
155
edildiği, geniş ve siyah bir bina oldğunu söyler. Elçi, bu hastanenin kuruluşundan bu zamana
kadar hastaneye gelen hastaların sayısı, hastalıkları ve tedavileri ile ölüm durumları arşivde
tutulmakta olduğu, arşivin bu kayıtların yer aldığı dosyalarla dolu olduğunu ve hastaneye
açılışından bu yana kimler hakkında bilgi edinmek istenirse hepsinin bilgisinin burada
olduğu hakkında bilgi vermektedir. Ali Efendi buradan ilaç ve merhem satan dükkânları yani
eczaneleri görmek için götürüldüğünü söyler.
Ali Efendi, Lyondaki bu hastanede yemekhâne, doktor ve 12 cerrahın görevli
olduğunu, buranın iki kısımdan oluştuğunu ve 200 yatak kapasiteli olduğunu söyler. Elçinin
ifade ettiği bu 200 yatağın orta sınıf ve sıradan insanlar için olduğunu ancak, zenginlerin
kendilerine ait odalarının bulunduğunu ve ehil doktorlardan faydalanmak maksadıyla özel
odalarda kaldıklarını ifade eder. Elçiye göre bu hastanenin gelirleri, halkın ve iyileşenlerin
hastalardan para alınmamasına rağmen bağışları ve Lyon ve çevresinden gelen bağışlardan
oluşmaktadır107 (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 18-19).
Fransa I. Konsülü Napolyon nezdine fevkalade elçi olarak gönderilen Seyyid
Mehmed Emin Vahid Efendi de zorunlu olarak girdiği Avusturya sınırındaki karantina
hakkında bilgi verir. Bu bilgilere göre, Avrupa’ya dışarıdan gelen kişilerin hasta olup
olmadığının anlaşılması için 30-40 gün kadar sınırlarda veya limanlarda bekletilmektedir
(Ercan, 1991:88). Vahid Efendi, Viyana’da otopsi salonu olarak nitelendirdiği teşrihhâne ve
tıp okulunu da ziyaret eder. Bal mumu kullanılarak yapılan ve çeşitli hastalıkların
belirtilerini insan üzerinde gösteren heykelleri tarif eder ve ebelik mesleği ile ilgili bir takım
balmumu figürlerden bahseder. Elçi, cenin, rahim, çocuk ve doğum gibi durumların bütün
ayrıntılarıyla açıklandığı ve cenin doğuncaya kadar anne karnında geçirdiği evreleri
cerrahlara daha iyi göstermek için beş günlük, beş haftalık diye ölü doğmuş ceninleri ve 3-
4 kollu olan kadavralar otopsi salonuna toplanarak keskin ve saf asitlerle dolu sürahi ve
kâselerin içerisinde sergilenmiştir. Elçi bu durumdan etikilenir ve şaşkınlığını da gizleyemez
(Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222; 8b-9a; Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 22-23;
Çağlar, 2023:127).
Fransa’ya 1806’da Büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi,
bulunduğu ülkedeki hastaneler hakkında bilgiler önemli bilgiler verir. Muhib Efendi,
başkent Paris’in çeşitli mahallelerinde fakirlerin bedava tedavi edildiğini, hastanelerin
bulunduğunu ve tıp okulundaki doktorların bu hastanelerde hizmet vermelerinin zorunlu
107 Elçi, Lyon Hastanesi’nde; kadın ve erkek beş yüzden fazla hizmetli, dört doktor, 12 cerrahın görev yaptığını
ve bunların yiyecek içecek ve ilaç masraflarının buradan karşılandığını yazar.
156
olduğunu, bu zorunlu görev onlar için zengin insanlara sundukları hizmet için bir tecrübe
imkânı sağlamakta olduğundan bahisle bu tecrübeleri ile daha fazla para kazandıklarını
söyler. Ayrıca Muhib Efendi, bahsedilen bu tıp okulunda doktorların yanında çok sayıda
öğrenci bulunduğunu da ek bir bilgi olarak verir.
Elçinin verdiği bilgiye göre muhtaçların tedavi edildiği hastanelerde ölenlerin
vücutları kadavra olarak kullanıldığı, hastane mevzuatına göre bir doktorun tedavisini
üstelendiği hastasının ölmesi durumunda kadavranın onun mülkiyetine geçtiğini ve doktorun
da bu kadavraya ne isterse yapma hakkına sahip olduğunu, bu durumun Fransa’da bir
mecburiyet olduğunu ve tek istisnasının ise kendi evinde ölenlerin olduğunu belirtmektedir.
Muhib Efendi’ye göre yazın bu kadavraların koku yapması nedeni ile gerçek insan
vücudundan kadavra yapımından vaz geçilmiştir108.
Muhib Efendi, tıp okulunda bulunan bu kadavra salonlarını gezer ve Allah’ın
canlıları bu kadar mükemmel yaratma gücüne hayran kaldığını beyan eder. Tıp okulunda:
“Hocalarının verdiği bilgilerin tek kelimesini dahi kaçırmamak için çevrelerinde koşuşturup
duran dikkatli öğrencilerle karşılaştım.” şeklindeki ifadesi dönemin tıp eğitimi veren
okulların işleyişi ile ilgili önemli bilgilerdir. Elçininnin bu gözlemleri ileriki devrelerde
kendi ülkelerinde açılacak olan Tıbhâne-i Âmire adlı kurumun açılmasına ilham kaynağı
olduğu düşünülülebilir109.
Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi de Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi’nin
Viyanada kısmen görüp bahsettiği Fransa’da kadınları doğurtma bilimi olarak adlandırdığı
ebelik mesleğinden bahseder ve şu bilgileri verir: Fransa’da zor durumdaki kadınların bu
bölüme müracaat edebileceklerini, ebelik biliminde uzmanlaşmak isteyen öğrencilerin 8- 10
kişi halinde eğitim gördüklerini kaydeder. Muhib Efendi, hastanede hastaya yaklaşma
hakkının sadece doktorlara ait olduğunu, doktordan başka kimsenin hastanın yanına dahi
yaklaşma hakkı olmadığını, haftada bir hastayı tepeden tırnağa muayene eden doktorların
nabız sayarak, karın ve vücudun diğer kısımlarını da muayene ettiklerini söyler. Bu
hastanede doğum yapan hastanın, doğumdan sonra kurumdan çocuğuyla hastaneden
ayrıldığını ifade eder.
108 “Bu durumda profesör, gerçeğine bakarak yapılmış balmumundan parçaları göstererek nutuk çekmekle
yetiniyor. Bu parçalarda kaslara, sinirlere, damarlara öylesine şaşırtıcı bir gerçeklik kazandırılmış ki, insan
kalıntılarıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünüyorsunuz. Kendi gözleriyle görmeyenin hayal bile edemeyeceği
kadar iyi taklit edilmişler” (Barailles, 2012:87-89).
109 Tıbhâne-i Âmire veya Dârü’t-Tıbb-ı Âmire adıyla anılan yeni tıp okulu Sultan II. Mahmud’un iradesiyle 14
Mart 1827’de resmen kuruldu (Sarı, 2009: 7).
157
Elçi, ebelik hastanesinde eğitim gören kızların daha sonra şehirlerde ebelik mesleğini
icra etmek için hastaneden ayrılmak sorunda olduklarını söyler. Muhib Efendi tercüme
etmek için ebelik mesleğini öğreten kitabı temin eder ancak buradan kullanılan terimlerin
Türkçe karşılığının olmamasından dolayı tercüme işinden vazgeçmek zorunda kalır
(Barailles, 2012:87-90). Muhib Efendi’nin ebelik ile ilgili bu kitabı tercüme edememesi,
kendi ülkelerindeki sağlık sisteminde ebelik eğitimi için Avrupaî tarzda bir gecikmeye neden
olmuştur.
Elçiler gittikleri ülkelerdeki sağlık sistemi ve orada ortaya çıkan hastalıklar hakkında
sefâretnâmelerinde bilgiler verir. Özellikle gittikleri sağlık kurumlarında müşahede ettikleri
tıbbî meseleleri ve gördükleri tıp aletlerini, kadavraları ve bal mumundan yapılmış çeşitli tıp
maketlerini ilgi ile tarif ederler. Sefâretnâmelerde sağlık alanında verilen bazı bilgilerin daha
sonra Osmanlı Devleti’nde yapılacak olan sağlık alanındaki reform hareketlerine ilham
kaynağı olduğu da görülür. Özelikle ebelik mesleği ile ilgili verilen bligiler çok mühimdir.
3.6. SOSYAL VE KÜLTÜREL UNSURLAR
Elçilerin görevli bulundukları ülke ve şehirlerde kendilerine göre ilginç olarak
nitelendirdikleri sosyal, kültürel âdet-geleneklerden sefâretnâmelerinde bahsetikleri görülür.
Gittikleri ülkelerde görükleri bu yabancı âdet ve geleneklere hayretle ya da sıradan bir
olaymış gibi anlattıkları tespit edilir. Elçilerin bu görüşlerini belirli bir kronoloji ile görmek
ve bu konulardaki görüş ve algılarındaki değişiklikleri tespit etmek açısından önemlidir.
Fransa’ya elçi olarak görevlendirilen Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi, Paris’e
doğru seyahati sırada yol üzerinde uğradığı yerleşim birimlerinde elçiyi karşılamak için
yörenin ileri gelenlerinin ve halkın yollara dökülmüş bir şekilde görüldüğü kaydedilir.
Mehmed Efendi bu durumdan memnun olmasına karşın gördüğü bu durumu garipser. Çünkü
dinlenmek için güzergâhı üzerinde olan her konakta kendisine şekerleme ve meyveler ikram
edilmekte ve sevinç gösterileriyle karşılanmaktadır. Bu sevinç ve ilgili karşılamaların
nedenini elçi sefâretnâmesinde şu şekilde izah eder: “Meğer kraldan ferman sadır olmuştur
ki, kangı şehre ve vilayete varırsak a’ayan-ı vilâyet konsolları ile gelip tebrik-i kudüm
eyleyeler ve fevâkih (meyveler, yemişler) ve şekerleme ve dest-i âvîz eyleyeler.” (Uçman,
2017: 163). Elçinin bu şekilde kaşılanması halkın doğal ilgisinin yanında resmî zorunluluğun
da olduğunu göstermektedir.
Elçinin Paris’e şaşalı bir elçilik alayı ile girişinde de halkın da sokaklara dökülmesi,
hoşuna gidecek ve: “Sokağın iki yanında atlı ve yaya askerler iki sıra halinde oldğu halde,
halk da bizi seyredebilmek için birbirlerinin üzerine 10’ar- 15’şer kat halinde dizilmişlerdi.
158
Sanki şehirde oturan bütün halk alayı seyretmeye gelmiş gibiydi.” (Uçman, 2017: 59-60)
demek suretiye gördüğü ilgiden memnuniyetini dile getirir. Mehmed Efendi, daha sonra da
kalabalığın çok olduğunu şöyle açıklar: “… Halk aslında bugüne kadar Osmanlı
görmedikleri için, bunlar nasıl adamlardır diye sırf merak yüzünden böyle bir kalabalık
meydana getirmişlerdir. Hatta kral ve kralın amcası, devlet Naibi Orléans dükü ve bütün
devlet ileri gelenleri kibar sınıfına mensup kişiler bizi seyretmeye durmuşlardı.” (Uçman,
2017: 60-62).
Elçinin anlatımına göre, hem Fransa XV. Louis hem de Fransa halkı savaş dışında
bir Osmanlı görmenin heyecanı ile elçiye olduğundan daha fazla ilgi gösterir. Sefâretnâmede
Fransız makamlarının, halkın elçiyi görmesi için atla gidip gelmesi için özel ricacı olunduğu
görülmektedir (Akyavaş, 1993: 18-19;21). Bu durumda Fransa’da sadece halk değil, kral da
elçiyi merak etmekte ve bunun içinde kral ile elçiyi buluşturmak için çeşitli etkinlikler
düzenledikleri görülür. Elçi kralın bu merakını şöyle anlatır: “Paris halkı hayatlarında hiç
Müslüman görmedikleri için, Osmanlının elbiselerini de bilmiyorlar, bunun için bize hayran
hayran bakıyorlardı. Krala bizden söz ettikçe, daha da meraklanıyormuş. Kendisi daha küçük
olduğu için bizi görmek istiyormuş ancak bunun için bizi açıkça davet etmek usûle aykırı
olduğundan başka yollarla çağırıp kralın arzusunu yerine getirmeye çalışıyorlardı.” (Uçman,
2017: 77).
Mehmed Efendi’nin Fransa’da ilginç olarak görödüğü başka bir konu ise kadınlar ve
onların sosyal statüleri ile ilgilidir. Burada belirtmek gerekir ki elçinin Osmanlı’da gördüğü
kadınlar ile Fransız kadınları farklıdır. Bu duruma Türk ve Müslüman kadını algısı ile bakan
elçiye Fransız kadınlarının günlük yaşamı, giyinişi, sokaklarda dolaşması ve erkeklerin
gösterdiği nezaket kendisine gayet ilginç gelir. Fransa’da kadınlara verilen değer ve
gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Elçi, kadınların Fransa’daki
durumunu şöyle izah eder: “Fransa’da kadınlar ne isterlerse yapılır ve istedikleri yere rahatça
gidip gelebilirler, onlara kimse bir şey diyemez. Mesela rütbe ve mevkii değerli bir beyzade,
en aşağı seviyedeki bir kadına bile haddinden fazla riayet etmek ve saygı göstermek
zorundadır. Buralarda, daha çok kadınları sözü geçer. Öyle ki, “Fransa kadınların cennetidir,
çünkü kadınlar hiç zahmed ve güçlük çekmezler, her türlü arzu ve istekleri derhal yerine
getirilir.” diye söylenmektedir (Uçman, 2017: 47). Tabiki elçinin temsil ettiği kültürde
kadınların bu kadar serbert bir şekilde toplum içine katılmaması Mehmed Efendi’nin bu
durumu garipsemesinin temel nedenidir.
159
Mehmed Efendi, Fransız kadınlarını peri çehreli hatun olarak tasvir eder. Hatta
Bordeaux kalesine gittiğinde dikkatini yine duvardaki, peri çehreli kız resimleri çeker. Bu
kalede duvarda boydan boya resimler olduğunu, Bordeaux’da Mareşal, elçiyi ayağa kalkarak
karşıladıktn sonra peri çehreli güzeller hemen elçinin etrafını sardığından bahseder (Uçman,
2017: 52). Mehmed Efendi’nin Orléans’ı ziyareti sırasında da: “Vilayet ileri gelenleri eski
usûlde olduğu gibi ziyaretimize gelerek, odamızı peri çehreli kadınlarla adeta bir Çin resim
atölyesine110 çevirdiler.” (Uçman, 2017: 57) demek sureti ile kadınlar hakkındaki
yorumlarını yazar.
Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi’ye göre kadınların sokaklarda özgürce gezmesi
ilgi çekici gelir ve “Paris sokakları çok kalabalık görünür, zira kadınlar sokaklarda ev ev
gezerler, asla evlerinde oturmazlar. Erkeklerle kadınlar bir arada olduklarından şehrin içi
ziyade kalabalık görünür. Dükkânlarda oturup, alışveriş edip, pazarlık eden kadınlardır ve
dükkânları emsalsiz ve görülmemiş şeylerle tıklım tıklım doludur.” (Akyavaş, 1993: 43-44)
şeklindeki nitelemeleri elçinin algısındaki kadın figürü ile Fransa’da karşılaştığı kadın
figürünün aynı olmadığını göstermektedir.
Osmanlı ülkesi geniş bir coğrafya üzerinde kurulmuş bir devlet olduğu için ülke
coğrafyasının büyüklüğü de göz önüne alındığında tek bir kadın olgusundan bahsetmek
mümkün değildir. Bunun içindir ki Osmanlı Devleti’nde farklı coğrafyalarda yaşayan
kadınların farklı yaşam tarzlarına sahip olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
Bosna’daki kültür ve sosyal çevrede yaşamını sürdüren Müslüman bir kadın ile Musul’daki
kültürel ve sosyal çevrede yaşayan Keldanî kadının özgürlüğü ve rahat yaşam tarzı
birbirinden çok farklıdır (Akkoy, 2021; 34). Lakin Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi’ye
Fransa’da kadınların sokaklarda dolaşması ve sosyal hayata bu kadar çok dahil olması, hatta
kadınların yemeklerde erkeklerden üstün tutulması ve erkeklerin yemek yerken kadınları
beklemesi elçinin kadın algısına uymadığı görülür.
Mehmed Efendi, Paris’e gelip kendisine tahsis edilen ikametine yerleştikten sonra
bazı Fransız adetleri ile kaşı karşıya kalır. Bu âdet, önemli kişileri yemek yerken seyretme
âdetidir. Mehmed Efendi, bu âdetten pek hazzetmez ve: “… Kimini defedemeyip naçar
ruhsat verirdik” diyerek bulunduğu ortama ayak uydurmak için “Hatır için sabrettik” ifadesi
ile gelenlerin yemek yeme merasiminin seyredilmesine izin verdiğini söyler. Lakin elçiyi
seyretme hususu sadece yemek yemekle kalmayıp kralın yataktan kalkıp giyinmesini dahi
seyretmek âdet olduğundan elçiden bu husus için de izin talebi gelmiş ise de: “Bu türlü
110 Elçinin Çin resimlerinden ve kadınlarından haberdar olduğu görülür.
160
teklifler yaparak bizim canımızı sıktılar.” şeklindeki sözleri bu izin taleplerini reddettiğini
ifade eder (Akyavaş, 1993: 20).
Mehmed Efendi’nin de gidip, görüp bahsettiği opera konusu neredeyse bütün
sefâretnâmelerin ortak konularındandır. Opera, tiyatro gibi konular Osmanlı kültüründen
uzak olduğu için bu tür sanatsal etkinlikler elçilerin hem ilgisini çekiyor hem de heyecan ile
izleyip anlatmalarına neden olur. Mehmed Efendi hem operaya hem de tiyatroya çok ayrıntılı
bir şekilde yer verir. O, operayı, Paris şehrine özel, acayip sanatlar gösterilen ve azim
cemiyet şeklinde ifade eder. O, operaya şehrin büyükleri ve XV. Louis’nin vasisinin
genellikle geldiğini ancak kralın da ara sıra buraya gittiğini belirtir. Opera’ya kralın vasisi
tarafından davet edildiğini ve gitmiş olduğu opera binasının saraya bitişik ve sadece opera
için yapıldığını söyler. Elçi, ilk kez opera görmenin verdiği heyecan ve merak ile oprada
gördüğü her şeyi ayrıntıları ile betimler ve kralın sarayında sadece opera ileri ile ilgilenen
bir bakanın olduğunu, oprara çok masraflı bir sanat olduğu için büyük miktarda devlet malı
vakfedildiği, şehrin hoşa giden eğlence yerlerinden olduğunu belirtir. İkinci kez operaya
davet edilen Mehmed Efendi, bu kez oyunu Kral XV. Louis ile yan yana izler (Uçman, 2017:
93). O, opera konusunda sefaretnâmesinde ayrıntılı bilgi veren elçilerdendir.
Lehistan’a giden elçi İbrahim Müteferrika, bu ülkede gördüğü sosyal-kültürel âdet
ve gelenekleri diğer elçiler gibi garipsemediği görülür. Bunun nedeni de şüphesiz ki elçinin
bir Macar olması, Avrupa’nın âdet ve geleneklerini temiz bir hafıza ile hatırlayacak bir yaşta
Müslüman olmasıdır (Doktor Karaçun, 1326: 178-179). Onun İslamî gelenekleri nedeni ile
alkol kullanmadaki çekincesi, Lehli yöneticiler tarafından olumlu karşılanır ve yemekte
içmesi için limonata (elçinin tabiri ile limon şerbeti) ikram edilir. Elçi, diğer Avrupa
ülkelerinde olduğu gibi Lehler de yemekte erkek ve kadın ayrımı yapmadan aynı sofraya
oturduklarını belirtir.
İbrahim Müteferrika’ya göre yemek odası olarak tabir edilen odada kurulan sofra,
Türklerin alışkın olmadığı masa ve sandalyeden meydana gelir, lenger biçiminde barakalar
olarak nitelendirdiği yemek tabakları ve önlerine serdikleri peçeteler, bir bıçak, bir çatal ve
bir de temiz ve büyük bir yemek altığı olduğunu belirterek Lehlerin sofra düzenini
betimler111. Başhatman, elçinin şerefine vermiş olduğu yemekte padişah ve sadrazam
111 İbrahim Müteferrika bu durumu şöyle tasvir eder: “… Ana yemek odası tesmiye olunup yemek iskemlesi
ise tûlu beş-altı zirâ‘ ve arzı iki zirâ‘ yerden dahi pâyendeler üzre bir buçuk arşun yüksek tahtadan çatılmış ve
musanna‘ peşkirler ile döşenmiş ve etrâfında dâ‘iren mâ-dâr oturmak için iskemleler dizilmiş bir alaylıklı
vaz‘dır. Elli-altmış lenger ile et‘ime envâ‘ı dizilmiş ve otuz-kırk âdem etrâfına oturup her âdemin önüne lenger
misillü baratalar ve bir bıçak ve bir çatal ve bir pâkça ve büyücek yemek makramesi konulur ve bu yemek âlât
ve edevâtı cümle hâs gümüş- dendir ve yemekleri sumât şeklinde döşenmiş, herkes dilediği ta‘âmdan bir
müsâfire gayet ikrâm ederler (Afyoncu-Önal, 2016: 125)”.
161
şerefine sofrada kadeh kaldırmış: “Bâdeyi bir cür’a kalınca merdâne ve rüetemâne nûş
ettiğin cümleye göstermek için kadehi baş aşağı çevirüp yanında oturan marşkala virdi.”
diyerek Lehlerin kadeh kaldırma âdetinden bahseder. Yemek ziyafetinden sonra kral ve
mahiyeti elçiyi kahve içmek için başka bir oraya davet eder ve burada: “Buyurun
dîvânhâneye gidelim lu‘b ve lehvimizi temâşâ edin.” denilerek kendisi için hazırlanmış olan
oyun ve eğlenceyi izlemesini isterler. Kral ve mareşal önde olmak üzere kadın ve erkek
davetliler kendileri için ayarlanan iskemlelere oturup elçiyle birlikte oyunu izler, tasvirinden
anlaşıldığı üzere elçi, Lehlerin yerel oyunları hayretler içinde izler. Elçi, erkek ve kadınların
seri bir şekilde ve akıcı bir dans olduğunu ifade eder112 (Afyoncu-Önal, 2016: 123-126).
İbrahim Müteferrika, ayrıca Lehlerin kıyafetleri hakkında da birtakım bilgiler verir.
Erkeklerin uzun elbiseler giymekte olup kaftanları ve kürkleri yerle beraber olup kuşaklarını
elbisenin üzerinden bağladıklarını ve bellerinde kılıçları: “Çizme ayakta kılıç belde sağir ve
kebirleri bir an kılıçsız gezmezler.” diyerek tarif eder. Leh kadınlarının da gayet uzun ve
birkaç karış yerde sürünür elbise giydiği ve etekliklerini de: “Fistan tabir olunur gayet ile
vasi’ ve a’cube libastır” şeklinde tavir eder. Elçi, Leh kadınların belleri ne kadar ince olursa
toplum arasında o kadar makbul olduklarını, başlarına işlenmiş birer bez oturtarak yüzerine
doğru zülüf gibi sarkıtıklarını ve ara sıra yukarı atıklarını, genellikle de saçları göründüğünü,
ayrıca kıyafetlerinden: “Boyunları, gerdanları ve memelerinin çoğu açıktır” şeklinde tasvir
ederek, Leh kavmi: “İş ü işrete zevk u sefaya sıçrayıp oynamağa, sohbete, nükteli kelama,
letaife ve durub-ı emsale maildir” şeklinde bir değerlendirmede bulunur (Afyoncu-Önal,
2016: 126-127).
Fransa’ya elçi olarak atanan Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi, Paris’e
geldiğinde kendisini birçok kadın merak güdüsü ile ziyarete gelir. Daha önce Fransa’da
bulunmasının etkisi ve güzel Fransızca konuşması, Fransız âdetlerine vakıf olması ona olan
ilgiyi daha da artırdığı görülür ve babası Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin karşılandığı
şekilde karşılanır ve aynı şatafatla Paris’e girdiği ifade edilir.
Said Efendi’nin daha önceki ziyaretlerinde tanışmış olduğu kişiler kendisini ziyarete
gelir, hatta Paris’te belli bir süre için Türk modasının hâkim olmasının nedeni olur, öyle ki
sokağa çıktığı zaman tüm halkın kendisini seyretmeye çıktığı ifade edilir. Ahmed Refik,
112 İbrahim Müteferrika bu durumu şöyle tasvir eder; “Derhâl mûsikiler velvele-endâz olup horaz depmeğe
hâzır oldılar. Beş-on avratlar ve kızlar giyinmiş ve cevhere gark olmuş her birinin eline berdâr yapışup devre
başladılar ve lâkin oyunları gāyet edebâne biri birine tapınarak ve ta‘zîm ederek ve san‘at-ı garîbe ile cûş ve
cünbüş ederek sıçradıkları çokluk bellü olmayup hemen su gibi akup deverân ederek devrin evvel ve âhirinde
karşımıza gelince birer kerre diz çöker gibi egülüp arz-ı ubûdiyyet ederlerdi ve buyurun sizin ile dahi devr
edelim deyü katı çok ibrâm ederlerdi. (Afyoncu-Önal, 2016: 125)”.
162
özellikle Fransız kadınlarının elçiye ilgi gösterdiğini ve onunla sohbet etmekten ve
kompliman yapmaktan hoşlandığını ifade eder.
Elçide elçiliği boyunca opera ve tiyatro izlemekten hoşlanmakta olup, Paris halkı
elçiyi görmek için izleyeceği tiyatrolara ilgi göstermekte, hatta elçi operaya gideceği zaman:
“Yüce Osmanlı Padişahı’nın olağanüstü elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuzu
onurlandırmalarıyla bize övünç vereceklerdir.” şeklinde ilanlar yazılarak Parisliler,
Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi’nin gideceği opera ve tiyatrolara davet
edilmekteydiler. Elçinin düşünceleri, temizliği ve inceliği ile bütün Paris halkını etkiler ve
Voltaire’nin elçiye saygı olarak Muhammed adındaki tiyatro eserini erteler (Altınay,
2011:36-37).
İsveç’e elçi olarak 1732 yılında gönderilen Said Efendi, bu esnada görmüş olduğu
İsveç halkını, genellikle güçlü ve kuvvetli, uzun boylu ve güzel yüzleri olup 80 yaşından
fazla nüfusun yüksektir şeklinde tarif eder. Elçiye göre, İsveç halkı büyüğünden küçüğüne,
erkeğinden kadınına Moskoflu yani Rusyalara düşman olduğunu ve hatta bir kimse Ruslara
iyi dese hemen o kişiye düşman olduklarını, buna karşın İsveç halkının Osmanlı
vatandaşlarına dostluk beslemekte olup gördükleri Osmanlının önünde şapkalarını çıkararak
selam durur ve ona ikram ettiklerini söyler (BOA, TS.MA.e. 450/21). Tabi ki burada
Osmanlı Devleti’nin İsveç’e yapmış olduğu yardımın büyük bir etkisi olduğu görülür.
Mehmed Said Efendi’ye göre İsveç halkının garip olup, dost ve yabancıya ikramdan
hoşlandığı ancak, meyvesinin oldukça nadir olduğu için özellikle üzüm ve narın hiç
yetişmediğinden, taze üzüm ve narı birçok kişinin görmediğini ve kralın tatlı kavun ve
kırmızı karpuz çekirdeği istediğini kaydetmektedir (BOA, TS.MA.e. 450/21).
Avusturya’ya elçi olarak atanan Mustafa Hattî Efendi, Viyana’ya seyahati esnasında
güzergâhı üzerindeki yerleşim yerlerinde bulunan halkın yapı hakkında da bilgiler verir.
Zemun’dan Ösek’e kadar olan yol güzergâhında bulunan ahalinin genelinin Sırplardan
oluştuğunu belirtir (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 9a).
Elçi, diğer elçiler gibi opera ve komadiyaya davet edilir, lu‘bet-hâneler olarak
adlandırdığı opera binalarının in 4-5 tabaka olduğundan, cuma günü hariç her gün ikindiden
sonra erkek-kadınların ve genellikle de kral ve kraliçenin bu oyunları izlediklerini ifade eder.
Lakin elçi, opera ve komedyaya diğer elçiler kadar ilgi göstermez. Kral ve kraliçe tarafından
yapılan davetlere icabet etmez ve bu durumu: “Tarafımızdan çendân rağbet olmadığından
muğber olduklarını ifade eylediklerinde ibrâmlarına binâen davetlerine icabet olunub
163
varıldıkta.” şeklinde açıklar. Buradan da anlaşılacağı üzere davetlere katılmadığı için
kedisine Avusturyalı yetkililer tarafından sitem edilir.
Hattî Efendi, kendisine yapılan ısrarlı davetler üzerine gitmek zorunda olduğu
operayı izlerken salat-ı mağrib içün operadan ayrılmak ister, ancak namaz için kendisine
gösterilen odada da kılabileceği söylenir be namazını operadaki locasında kılar ve oyun
bitiminde kendisine, “elçi efendi operamızdan haz eylediler mi?” şeklinde soru sorulur ve
Avusturyalılar gücendirmemek için evet cevabı verdiğini söyler. (Mustafa Hattî Efendi,
1197: 20a-20b).
Elçinin şair olduğunu ve “Hattî” mahlasından anlayan Avusturyalılar, vuradan yola
çıkarak onun şiirlerinden bir eser talep eder ve bu istek üzerine bir şiir113 yazar ve bu şiiri
yazdığı kâğıda da I. Mahmud’un tuğrasını çeker. Hattî Efendi’nin bu eserini: “divânhâne-i
dârü’l-mülk-i Nemçe ve Macaristan edeceklerine” söz verirler (Mustafa Hattî Efendi, 1197:
21a-21b)
Mustafa Hattî Efendi, Viyana’dan bir saat uzakta kraliçenin amcası olan Josef’in
sarayına davet edilir. Ramazan ayına denk gelen bu ziyarette elçiye saray gezdirilir. Daha
sonra kraliçe, büyük oğlu Josef ile üç kızını ve bunların yanında lalaları ve dayılarını da
elçinin yanına davet eder ve teker teker elçi ile tanıştırır. Daha sonra kraliçe Petro ve Karlos
adındaki iki oğlunu da tanışmaları için elçinin yanına davet eder, ancak bu kez kraliçe
Mustafa Hattî Efendi’ye: “Bu iki çocuğunu özellikle terbiye ettiğini ve Osmanlı Devleti ile
barış içinde yaşamaları için kendilerini özellikle eğittiğini” ifade ettikten sonra: “Beğenip
beğenmediklerini sorar” (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 24a-25a). Bu konu aklımıza
Yirmisekiz Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde geçen kral naibinin, küçük Kralı elçi
önünde yürütmesi ve sonra elçiye beğenip beğenmediğini sorması durumunu getirir (Uçman,
2017: 47). Bu benzerlikte bize o dönemde Avrupa’da böyle bir âdetin olduğunu göstermesi
bakımından önemlidir.
Viyana’ya elçi olarak görevlendirilen Ahmed Resmî Efendi, görevi esnasında Yedi
Yıl Savaşları dolayısı ile Brandenburg kralının şehre saldırabileceği haberleri üzerine Prusya
halkının göstermiş olduğu tepkiyi: “Brandenburg kralının bu defa Beç’e gelme havfında
olmalarından nâşî tedarik-i hariciyeden başka Lat ve Menat misüllü asnâmdan istimdâd ve
istinsar ve her gün itikadlarına göre mazınne-i icâbet olan kinisalara (kiliselere) evlad vü
113 Şiir şöyledir:
Şehinşâh-ı cihân Sultan Mahmud’un bodur işte
Bütün dünyayı teshîr eyeyen tuğra-yı fermanı
Temâşâ it nişan hükmünü seyretmek istersen
Medâr-ı zabt-ı ins ü cân olan mühr-i Süleyman
164
avaneleri ile maşiyen gidib…”(Ahmed Resmî Efendi, 1304: 10) ordularının galibiyeti için
dua edip yakardıkları şeklinde tasvir eder. Böylece Avusturya halkının da kendilerine
yapılan bir saldırı esnasında dinî bir tavır ile kiliselerde askerlerine dua ettiği görülmektedir.
Ahmed Resmî Efendi, Avusturya’da halkın iki farklı toplumsal sınıfa ayrıldığını
tespitini şu örnekle açıklar; Avusturya’da devlete ait koruların bahar günlerinde açıldığını
zenginlerin güney yönüne ve diğer halkın da kuzey yönüne gitmelerine izin verildiğini ancak
bu iki kesimin aralarında bir engel olmadığı halde zenginlerin ve diğer halkın birbirlerine
karışmadıklarını hatta birbirleri ile alışveriş dahi yapmadıkları, ayrıca kuzeyde ve güneyde
süslü sarayların olduğu, ancak bu saraylarda gezintiye çıkma hakkının kibarlar ve zenginlere
ait olduğunu söyler (Atsız, 1980: 36).
Ahmed Resmî Efendi ikinci elçiliği olan Prusya’ya güzergâhı üzerinde bulunan
Lehistan halkının giymiş olduğu kıyafetler hakkında bilgiler verir. Leh şehirlilerinin Tatarlar
gibi dolama adı verilen gömlek, cepken ve kuzu derisinden hafif bir kalpak giydiklerini ve
“Müslümanlara olan muhabbetimizden görünüşümüz ve kılık kıyafetimiz de onların kılık
kıyafetine benzemektedir” (Atsız, 1980: 53) şeklinde söyleyerek bununla övündüklerinden
söz eder.
Elçi, Prusya’nın başkenti Berlin’e geldiğinde şu tespiti yapar; Prusya halkı o zamana
kadar hiç Müslüman görmediği ve Ahmed Resmî Efendi’nin şatafatlı heyetini ve kendisini
görmek isteyen Prusyalılar yollara döküldüğünü söyler. Ona göre halk 3-5 günlük yollardan
gelerek hiç görmedikleri bu Müslüman elçilik heyetini seyretmek için yol güzergâhındaki
köy ve kasabalarda toplanır, elçilik heyetinin gelişinden gidişine kadar ilgi ile izlediklerini
söyler ve bu durumu şu şekilde anlatır: “Bütün hareketlerimizi, oturuşumuzu, kalkışımızı,
yürüyüşümüzü, konuşmalarımızı gözlediler. Bu suretle meydana getirdikleri kalabalığı
hiçbir sözle anlatmak mümkün değildir” (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 48b). O ve heyetinin
şehre girişte bütün şehir çocuğundan büyüğüne, gencinden ihtiyarına elçiyi görmek için
yollarda dizilmiş, apartmanların balkon ve pencerelerine varıncaya kadar hınca hınç
doldurmuşlardır. Berlin halkının: “Osmanlı Devleti’ne karşı bir dostluk ve yakınlık ve saygı
duyma hissini” okuyan elçi, bunun abartıdan uzak bir anlatım olduğunu ifade eder (Atsız,
1980: 55)
Elçiye göre Prusya, Protestan olduğu için din işlerinde bir sorun yaşamaz ve elçi,
Protestan kiliselerinde put olmadığını ve tek Tanrı’ya ibadet etmekle övündüklerini söyler.
Hatta Protestanların, Katoliklere büyük düşmanlık gösterdiğini ve İslam peygamberini
tanıdıklarını ifade ederek, Müslüman oluruz demekten de hiçbir zaman çekinmediklerini
165
ifade eder (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 49b). Onun bu satırları bize, ileride Osmanlı-Prusya
yakınlaşmasının askerî birliğinin arka planındaki nedenleri göstermesi bakımından
önemlidir. Çünkü bu satırlarda Osmanlı elçisinin, dinî bakımdan da Prusya’yı diğer
devletlerden ayırdığını görüyoruz.
Prusyalılar Elçiyi Berlin’de iyi bir şekilde misafirperverlik göstermeye gayret eder
ve etrafı özgürce gezmesi için koçu denilen bir araba tahsis eder, gerekli ikram ve davetlerin
yapılması için kral tarafından devlet ileri gelenlerine talimat verildiğini ifade eder. Ahmed
Resmî Efendi, üç günde bir kendisinin kralın akrabaları ve devlet ricali tarafından bahçe ya
da evlerine davet edildiğinden, şeker ziyafetleri diye nitelendirdiği bayram kutlamalarına
icabet ettiğinden bahseder.
Ahmed Resmî Efendi de diğer elçiler gibi Berlin’de komedya ya da opera ziyaret
eder, kendisine ayrılan özel locasında izleme fırsatı bulduğunu ifade ederek izlemiş olduğu
oyun ile ilgili: “3-4 saat hoşça vakit geçirilerek eğlenilir.” şeklinde bir yorumda bulunur.
Elçi, bu komedyadan ayrı olarak reoute yani maskeli balodan bahseder. Maskeli baloya
devletin ileri gelenleri ve kadınlar karışık bir şekilde katıldığını söyledikten sonra: “Kırmızı
sandal, canfesten cilbab ve kerrake resminde üzerlerine birer şey giyip ve yüzlerine adam
çehresi suretinde birer burunduruk takıp kim olduğu bilinmeden kaldıktan sonra kârhâne
içinde devaran edelerdi.” şeklinde maskeli baloyu tasvir ettikten sonra maskeli olan kişilerin
duyguları doğrultusunda canının çektiği kadının yanına giderek elinden tutup birbirlerini
tanımamalarının da özgürlüğü ile istedikleri gibi dans edip eğlendikleri ve daha sonra ise
kralın verdiği yemekle bu eğlence sona erdiğini ifade eder (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 54a-
54b). Maskeli balo, diğer sefâretnâmelerde geçmemektedir. Bu açıdan sosyal bir toplanma
yeri olan ve bunu yüzlerini saklayarak yapanlara karşı elçinin olumsuz bir söz söylememesi
de dikkate alınması gereken bir konudur.
Osmanlı Devleti’nin daimî elçilerinden birisi olarak Paris’e gelen Ali Efendi
karantinada bulunduğu köhne manastırdaki zorunlu ikametgâhından denizi seyrederken
dikaktini balık tutan insanlar çeker, Marsilyalıların balığı ve tutmasını sevdiğini, genel
olarak da Fransızların boğazlarına düşkün bir millet olduğuna dair bir çıkarımda bulunur.
Elçi, uygun zamanlarda Marsilya şehrinde 300-500 balıkçı kayığının toplanarak balık
avladığını ve bu durumun da İstanbul’da uskumru mevsiminde Tophâne önünde toplanan
balıkçı kayıklarını hatırlattığını belirtir. Ali Efendi karantinada kaldığı esnada,
sefâretnâmelerde genellikle rastlanan, ziyarete gelenlerin elçiye âdetleri olduğu üzere
166
şekerleme, meyve ve çiçek gibi hediyeler getirmeleridir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 9-10).
Elçi Marsilya şehrine girişinde, diğer elçilerde olduğu gibi halkın sokakları
doldurduğu görülür. Bu esnada, şehrin ileri gelenlerinden bir kişi cebinden çıkardığı kâğıtta
elçiye dair övücü uzun bir konuşma yapmış ve halk da Osmanlı devleti ve onun elçisine
kendi dillerinde dualar ederek hoş geldiniz demek sureti ile alkışlar eşliğinde coşkulu bir
karşılama gerçekletirirler. Ali Efendi, Fransızların beğendikleri ve güzel buldukları şeyleri
konuşmanın dışında ellerini çırpmak yani alkışlamanın âdetleri olduğunu belirtir. Elçinin bu
karşılama töreninde giymiş olduğu elmaslı hançerli kıyafeti Fransa gazetelerinde de yer
aldığını belirtir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 12). Elçiler, temsil
ettikleri Osmanlı Devleti’nin ihtişamını ve gücünü görevlendirildikleri ülkelerde yansıtmak
amacı ile bu tür şaşalı kıyafetler giymeyi tercih etmişlerdir.
Ali Efendi kendisinden önce elçilik görevinde bulunmuş olan Yirmizsekiz Çelebi
Mehmed Efendi’nin aksine kara yolu Paris’e doğru seyahat ettiği bilinmektedir. Elçi
Toulon’da 200 pare top atışı ve çeşitli eğlencelerle karşılanacak ve burada bir firkateynin
denize indirilme törenine katılan elçi, bu tören esnasında özellikle Fransız kadınlarının
büyük ilgisi ile karşı karşıya kaldığını söyler (Altuniş-Gürsoy, 2000: 734).
Ayrıca elçi, Toulun’da şahit olduğu ve Yunanlardan kaldığını ifade ettiği bir oyundan
bahseder. Bu oyun şöyledir; oyunun 7-8 kayıkla oynandığını, kürklü bir kayığın başında
elinde uzun sırık bulunan adamların, kayıklar birbirine yanaştığında sırıklarla birbirlerine
vurmaya başladığını, sırığı suya düşen yarışmacının kaybettiğini ve kararlaştırılan ödülü
alamadığını söyler. (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 14-15).
Ali Efendi, Aix şehrine geldiğinde bu şehrin halkını serbest ve edepten uzak şeklinde
olduklarını, çünkü Aix halkının elçiyi rahatsız edecek bir ilgi ile onu karşıladığından
bahseder. O, Aix şehrinden Avignon şehrine geçerek bu şehrin halkını da Aix şehri halkında
olduğu gibi ahalisinin arsız nitelemiş ancak yine de bu halkın dostluklara açık olduğunu
ifade ederek, güzergâhındaki bir başka şehir olan Valence şehri halkı hakkında mutedil ve
edepli; Vienne halkı için de terbiyeli ve cömert oldukları hakkında görüş beyan eder (Moralı
es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 17; Altuniş-Gürsoy, 2000: 736).
Ali Efendi, Lyon şehrine girmeden önce şehir kumandanı tarafından şehrin dışında
karşılanır, 200’den fazla araba karşılamaya gelir ve elçi, kumandana ait arabayla şehre girer,
şehir halkı sokakları doldurarak karşılar ve elçi, şehre girişinde 200 pare top atışı yapıldığını
belirtir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 17).
167
Ali Efendi, Châlon şehrine gelir ve bu şehirde, diğer şehirlerde görülmeyen bir
misafirperverlikle, şehrin ileri gelenleri ve güzel kadınlar ile Fransız müziği eşliğinde yemek
yerler ve elçi bu şehrin halkı hakkından hoş tabiatlı olarak bahseder. O, buradan hareketle
Vesoul şehrine gelir ve bu şehrin halkını beğenmeyerek onların bî-edeb ve köylü şeklinde
niteler. Elçi’nin bu görüşünün nedeni ise kendisini görmeye gelen kadınların evine gelmeleri
ve evini kadınlar hamamına çevirmesidir. Buradan hareketle bir sonraki şehir olan
Auxerre’ye gelen elçi bu şehrin halkını ise edebli olarak niteler.
Ali Efendi ve beraberindeki heyet Sens şehrine gelir, burada dokuz kız tarafından,
yörenin âdeti gereği meyve ve çiçeklerle karşılanır. Halkın elçiyi daha rahat bir şekilde
izlemesi için şehirde bulunan 1300 yıllık kiliseyi gezdirmeye götürülür ve elçi, bu kilisede
olmaktan çok hazzetmemiş ve büyük bir kilse orgundan gelen sesi: “Kar helvası gibi bârid
ve lezzetten bî-nabibidir.” şeklinde tanımlamak suretiyle bir Müslüman olarak kilisede
bulunmayı soğukluk olarak betimlemesine rağmen elçi, Sens şehrinin halkını“makul ve
terbiyelidir şeklinde niteler (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 20-22;
Altuniş-Gürsoy, 2000: 739).
Elçi, Fontainebleau şehrine geldiğinde burada kral sarayını ziyarete gider ve bu
saryada Osmanlı sultanlarının odalarına benzetilen bir odanın tasarımını görür, süsleme ve
nakışlarının Müslüman usûlünde olduğunu gören elçiye: “Sizde de böyle midir?” şeklinde
bir soru sorulur, elçi ise kendisinin sultanlara ait odaları görmesinin imkânsız olduğunu,
lakin bu daireye asla benzemeyeceğini; çünkü odanın Osmanlı mimarisine uygun olmadığını
ifade eder (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 22). Fransızların özellikle
Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin sefâretinden sonra Osmanlı mimarî ve giyinişine bir ilgi
duyduğu buradaki Osmanlı usûlü odadan da anlaşılmaktadır.
Paris’e ulaşan elçi, dışişleri bakanı ile kendi ikametgâhında görüşür, bakana Türk
âdetlerince ikramda bulunulur, bakana, tatlı kahve, buhur (tütsü), gülâb (gülsuyu) ve şerbet
ikramı gerçekleştirdiğini kayıt altındadır (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329:
23).
Ali Efendi’nin diplomatik görevinin bitişi dolayıdıyla Dışişleri Bakanı Talleyrandd
tarafından kendisine yemek ve tiyatro tertip edilir. Bu yemeğe Paris’te bulunan bütün elçiler,
meclis başkanları, generaller katılır ve özellikle yemek sonrasında düzenlenen özel tiyatro
gösterisi ve sonrasındaki balo elçinin tabiriyle: “Bugüne kadar başka bir elçiye, böyle bir
balo tertip edilmiş değildir.” (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 29)
şeklindeki ifadesiyle Osmanlı elçisine özel bir ilgi ve alaka gösterildiği ifade edilir. Ali
168
Efendi’ye karşı gösterilen bu ilgi, 1634’te Habeşistan Kralı Meşhur Zaga Christ’e, Kudüs
hâkiminin elçisi sahte Mehmed Bey veya Jean Cigale’e; gururu ve gariplikleri ile XIV.
Louis’in adamlarını allak bullak eden İran elçisi Mehmed Rıza Bey’e gösterilen riyakâr
saygı ve alaka düşünülürse pek de olağan üstü sayılmamalıdır (Herbette, 1997: 89).
Ali Efendi, 77 sene sonra elçi olarak Paris’e geldiği için halk tarafından da ilgiliyle
karşılandığı hatta bu popülerliğini bazı kişiler ticarete çevirir ve elçinin bizzat geleceği
tiyatro, komedya gibi gösterilerin; yüksek bilet fiyatları ile bahçe ve tiyatro sahiplerine yüklü
paralar kazandırdığı hususnu belirtir (Altuniş-Gürsoy, 2000, 744-745).
Ali Efendi, Paris’te kadığı süre içinde Fransız generali Hoche’un cenaze törenine
katılır. Daha önce 1720 yılında Avusturya elçisi olarak bulunan İbrahim Paşa’nin Avusturya
imparatorunun annesinin cenazesine katıldığı bilinmektedir. Elçi, İbrahim Paşa’dan sonra
Avrupa’da bir cenaze törenine katılan ve bu töreni tasvir eden ikinci kişidir. Elçi, her ne
kadar kâfirlerin batıl anlayışları gereği olarak adlandırdığı törene katılmak istemese de
diplomatik zorunluluk gereği cenaze törenine katılmak zorunda kalır. Elçi, cenazede siyah
giyinmeyi kâfirlerin kötü âdeti olarak ifade eder ve kendisi hariç diğer sefirlerin de siyah
giydiğini, cenazede yeşil ağaç dalının yığılı olduğunu, Elçiye de bir dal verilmek istenmişse
de elçi İslamî geleneklere uygunsuzluğu ve cenaze töreninde kâfirler benzememeyi
düşünerek bu dalı kabul etmez (Altuniş-Gürsoy, 2000, 751-752).
Ali Efendi, Fransa’da bulunduğu zaman zarfında birtakım çıkarımlarda bulunur. Ona
göre Fransa konsülünün hareket tarzı, 2000 sene evvelki cahiliye dönemindeki Romanlıların
ortaya çıkardığı Yunanlar gibidir. Yunanlılar, putperest olup devirlerinde halkı müziğe
yönlendirmek gibi boş oyunlara teşvik etmiş, Fransa konsülü de Yunanlılar gibi halkını
müzik okulları ve öğretmenleri yetiştirmek için okullar kurar. Elçi, bu müzik okulunun
diploma törenine davet edilir ve Fransızların bu müzik okulundan çok hazzetmez ve bunu
sürekli yererek, Yunanlıların cahilleri hoşnut etmesi gibi gereksiz gördüğünü söyler
(Altuniş-Gürsoy, 2000, 752-753).
Avusturya’ya elçi olarak tayin edilen Ebubekir Raib Efendi, Viyana’ya giderken
Sibin kale muhafızına ait sarayın içindeki kütüphâneyi gezer, kütüphânede Osmanlı
Devleti’ne ait birçok çizimler olduğu, Osmanlı sarayında giyilen kıyafetlerinin resimlerinin
olduğu kitaplar gördüğü, bazı coğrafya ve hendeseye ait kitapları incelediğini, hazırda
bulunanlara Voltaire, Rousseau, Montesquieu ve Reinhald gibi yazarların eserlerinden de
haberdar olduğunu ifade eder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 6b). Osmanlı
Devleti temsil eden elçi burada Batı’da olan bitenden haberdar olduğunu ve ayrıca Raib
169
Efendi’nin Avrupa’nın siyasî iklimi ve Batı kültürüne de yabancı olmadığı göstermek ister.
Elçinin, Avrupa’da olup bitenlerden ve yukarıda adı geçen yazarlardan haberdar oluşu,
sarayda III. Selim’in şehzadeliği döneminde, şehzade ile Fransa kralı arasındaki
mektuplaşmaya aracılık etmesi ve sonrasında Avrupa’ya olan ilgisindendir (Arıkan, 1994:
277).
Kütüphande bulunan resimlerin olduğu odalar da ziyaret edilmiş ve elçiye beğendiği
bir resmi seçmesini ve bunların kendisine hediye edileceği ifade edilir. Onun beğendiği
resimler arasında metinde Derviş Ciruvinimu olarak yazılan Aziz Jeremy’in resmi dikkat
çeker ve burada elçiye birkaç resim hediye edilir. Elçi buradan kendisine tahsis edilen
ikametgâhına geri döner (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 7a-7b).
Elçi, Sibin’de baloya davet edilir. Çelebi Mehmed Efendi gibi Raib Efendi’de
balonun bir cemiyet olduğunu ifade eder ve buranın özel bir yer bulunduğunu; kadın, erkek
ve yörenin ileri gelenlerinin burada toplandığını kaydeder. Diğer elçilerin de
sefâretnâmelerinde kaydettiği üzere Raib Efendi, baloda gördüklerini şu şekilde anlatır: “Bir
erkek ve kadının el ele dansından, erkeğin gözünü tuttuğu ve istediği kadınla dans ettiğini
ve bu dansın kırk ile altmış kişiden oluşan bir kalabalıkla yapıldığını, ister asil olsun ister
halkın alt tabakasından olsun aralarında dans konusunda ayıp olmayıp memdûh olur ve dans
bilmemek ayıp olarak algılandığını, dans sırasında yapılan öpüşmenin karışıklığı olmayıp
dans sonrasında bu durum hiçbir şekilde ta‘n vü teşnî etmez.” (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu: 6096: 9a-10a) şeklinde anlaşıldığını ifade eder. Ona göre balo, Batı kültüründe
önemli bir izzet ve ikram yöntemidir. Bir yere gelen önemli kişiler için balo düzenlenir ve
bu onların nezdinde büyük bir ikramdır. Balolarda dansçı çağrılmayıp burada bulunanlar
kendileri dans ederler.
Raib Efendi, şehirli ile taşralıların balo düzenledikleri yerlerin farklı olduğunu,
şehirlerde düzenlenen baloların daha kalabalık olduğunu, düzenleyenlerin misafirlerine birer
bilet verdiğini, misafirlerin bu bileti göstererek baloya girdiğini, eğer kral da baloya icabet
ederse baloda bulunaların alkışlamak sureti ile kralı karşılardıklarından bahseder.O da balo
salonuna girişinde alkışlar ile karşılanır, elçi bu âdetten haberdar olduğu için çevresine
memnuniyetini içeren söz ve hareketler yaparak memnuniyetini belirtir. Elçinin Batı
âdetlerine vukufu orada bulunan general ve diğer şehrin ileri gelenleri tarafından hayretle
birlikte memnuniyetle karşılanır (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 9a-10a;
Uçman, 2012: 19-20).
170
Ebubekir Raib Efendi için Temeşvar’da da bir etkinlik düzenlenir ve kedisi ile 10-15
kişilik bir heyetin davete icap etmeleri istenir. Elçi, Sibin şehrinde balo ve komedyayı114
gördüklerini ancak tragediyayı görmediklerini ifade ederek, tragediya olarak isimlendirilen
oyunun hangi döneme ait ise o dönemin kıyafet ve lisanına uygun olarak yapıldığını ifade
eder. İskender ve Darâ cengini, İmam Hüseyin’in Kerbela’da şehadetini konu alan oyunları
örnek olarak verir. Ancak elçinin izlediği oyunda İspanya kralının bir halktan bir kıza âşık
olmasıyla başlayan bir oyun olduğunu ifade eder. Elçi’ye kral ve generallerin oturduğu loca
tahsis edilir ve kendisine ikram olarak kahve makamında çikolata, şekerleme, dondurma ve
limonata ikram edilir. Ayrıca elçinin bulunduğu bu etkinliğe Temeşvar’ın bütün ileri gelen
erkek ve kadınları da eşlik ederler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 15a).
Elçi, Peşte şehrinde kendisini ziyarete gelen General Mayor Baron Davudavic Pavlov
ve beraberindeki heyete Osmanlı Devleti’nin misafirperverliği göstererek, resmî
davetlerdeki usûl üzere herkese mücevher hokka, zarflı fincan, buhurdan, gülâbdân ile tatlı,
kahve, peşgir, gülâb ve buhurdan ile ikramda bulunulur. O, bu ikram usûlünün misafirler
tarafında hoş karşılandığını söyler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 20a).
Böylece o, sadece aldığı hediye ve ikramları kaydetmez Osmanlı âdet ve geleneklerine göre
vermiş olduğu hediyeleri de kayderder.
Raib Efendi, Peşte şehrinde kütüphâne, akademi, hastane ve askerî siperleri de gezer.
Elçi, kütüphâneyi gezerken: “Bazı kütüb-i efrenciyeye isimleri mesmu‘ ve mazbutum
olduğundan…” kitapların olup olmadığını sorar ve burada bulunanlar elçinin bu sorusunu
şaşkınlıkla karşılar ve hemen kitapları getirirler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:
6096: 20a). Elçinin bu entelektüelliği kendisini diğer elçilerden de ayırır. Ebubekir Raib
Efendi’nin Batı’ya olan aşinalığı, kültür ve geleneklerinden haberdar olması onun algısını
etkileyen en önemli etken olmuştur.
O kütüphânede, Osmanlı Devleti’nden kalma bazı kitapları ve paraları da inceler,
para koleksiyonuna III. Selim’e ait “rub‘iyye ve nısfiyye” yani çeyrek ve yarım ve birkaç
altın para ilave ederek katkıda bulunur. Peşte’deki hastane ve ameliyathâneyi de de gezen
elçi, burada hastalıları teşhis ve tedavi ettiklerini ifade eder. Elçi kütüphâne, hastane ve
ameliyathâneyi beş saatte gezmiş ve daha sonra kütüphânede bulunan hatıra defterini imzalar
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 20a-20b).
114 Komedya dedikleri lu’b aynı ile meddâh ve çengi hikâyeleri şeklinde ve opera, hayâl ile çengi lu’blarından
müretteb olup ikisi dahi mudhikâttan ve ekseri âşık ma’şûka dair hikayât ve ezmine-i salifede olan vâkıâttan
ibaret olup, eğer kral ve ceneral ve ricâllerden birisinin bir ayıp ve kusuru dahi olsa lu’b ve hikaye aralarında
ba’zı fıkralarda îmâ ve telmih ile ikâza dahi murahhas olmalarıyla şehirde haftada iki gece ve üç gece bu
lu’blardan birisi icra olunur (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 14b-15a; Uçman, 2012: 29).
171
Elçi Peşte şehrinde dört gün dört gece kalır, komedya, opera, balo, reoute (maskeli
balo) ve Peşte şehrinde Macaristan Prezidenti Personalin Asamliyası’na (Macaristan
Meclisi) davet edilmiş ve burada ağırlanmıştır (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:
6096: 20b-21a).
Ebubekir Raib Efendi, Moçonok şehrine şehrin muhafızı general tarafından 20 pare
top atışı ile karşılanır, generalin eşi ve çocukları ile hulus-i muhabbet ve tebrik-i kudüm için
ziyarete gelen generale resmî karşılama prosedürü üzere hediyeler vererek, general kendisine
yapılan bu muameleden çok memnun kaldığını elçiye, bildirir. Generalin yakın arkadaşına
ait belirtilen bir çiftlikte ağırlanan elçiye çeşitli tatlı, sütlü çay ve çikolata ikram edilir.
Ebubekir Raib Efendi, bu ikramların sadece kendisine değil, seyislere dahi” yapıldığını ve
özellikle Macarlarda görülen ikram ve ihtiramdan mahcup olduğunu ifade eder
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 21b-22a). Böylece Avusturya’da sadece
elçiye değil elçiyle birlikte hareket eden heyete de büyük bir ilgi ve alaka gösterildiği
gözlemlenir.
Pressburg’da yaşayan Macarlar, Osmanlı müzik aletlerine özlemleri olmakla Sibin,
Peşte ve Budin taraflarından gelen Macar soylularının bu sazların bulunup bulunmadığı
sorarlar. Ebubekir Raib Efendi ise yanında Osmanlı sazlarının olduğunu ve isteyen prens,
kont ve generaller için ikram olarak icra edildiğini ifade eder. Hatta bazı kişilerin Osmanlı
yemeklerine olan ilgilerinden, elçinin mutfağını ziyaret ederek mutfağı: “seyr ü temaşa ve
taaccüb” ettiklerinden de bahseder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 22b).
Pressburg şehrinin Viyana’ya 12 saatlik bir mesafede bulunduğu ve Macarlıların eski
taht yeri olmasından dolayı; komedya, opera, balo ve reoute gibi konularda genellikle
Viyana’yı taklit ettikleri için elçiye Balo salonunda tahta benzer yüksek bir oturma yeri
yapmışlardır. Elçiyi bu baloda şehrin ileri gelenleri karşılar ve ikram olarak da şekerleme,
limonata, çikolata gibi çeşitli yiyecekler ikram ederler. Elçinin aldığı bilgiye göre, baloda
yaklaşık 3000 kişiyi aşan bir kalabalığın olduğu, ayrıca o bu baloda kadın erkek 100 kişinin
dans ettiğini bizzat kendisinin gördüğünü ve bu danslarda da 40 çeşit dans figürünün
olduğunu, bu yapılan dansların hiçbirinden zevk almadığını açıkça ifade etmektedir
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 22b-23a).
Ebubekir Raib Efendi, Viyana’ya yakın bir yerleşim birimi olan Liopoliştad
(Leopoldstad)’ta bulunan sarayda ağırlanır. Saraya gelişinde frenklere mahsus hazırlanan ve
172
çeşitli tatlılar ve meyve ile süslenen uzun peştahta115 şeklinde bir masadaki ürünlerden
ayaküstü birer ikişer tane alır ve kalanını heyette bulunanlara bırakır (Sefâretnâme-i
Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 24b-25a).
Elçilik vazifesini ifa ettikten sonra Ratib Efendi, General Prens Delini tarafından
çiftliğinde verilecek davete katılır. Bu davet sırasında atçılıktaki maharetlerinden dolayı
elçiden cirit oynamaları rica edilir. Bu rica üzerine her ne kadar cirit oynamaya yetenekleri
olmasa da elçilik heyetindeki kişiler cirit oyununu sergilerler (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu: 6096: 29a).
Prusya’ya elçi olarak gönderilen Ahmed Azmî Efendi yol güzergâhı üzerinde
bulunan Budin116 şehri kumandanı General tarafından yemeğe davet edilir. Elçi bu daveti
kabul ederek, komutanın kullanması için gönderdiği hintov arabasıyla saraya gider. Onun
anlatımına göre bu saray iki katlı olup üst kata komutan, şehrin ileri gelen erkek ve kadınları
ile onu kapıda karşılar ve kendi odasına davet ederek tatlı, kahve ve şekerlemeler ikram
ettiğini ifade eder.
Helviç adındaki kasabaya giden elçi, Macaristan ile Moraviye Eyaleti sınırı içindeki
bu kasaba için güzel ve imparatora ait olduğunu yazar. Kasabanın etrafında kral bahçeleri,
sarayları ve bir çarşı olduğunu ve ayrıca yolların tamiri için gelip geçenlerden at başına üç
para almanın âdetten olduğunu ifade eden elçi, kendilerinden bile yol için 20 para aldıklarını
kaydetmektedir (Azmî Efendi, 1303: 20-22).
Ahmed Azmî Efendi, Berlin’deki ikameti süresince balo, opera ve komedya izlemeye
davet edilir. Daha sonra şehrin önde gelen kişileri elçiyi şehirde bulunan bahçelerine davet
ederler. Elçi bu şekilde Berlin’de bir müddet zaman geçirmektedir (Ahmed Azmî: 1303: 38).
O, Prusya’da şahsa karşı işlenen suçların neredeyse olmadığı, Prusya ve Avusturya
vatandaşlarının huzurlu, gelişmiş ve zengin köyleri bulunduğu, bu köylere seyahat eden
vatandaşların hiçbir sıkıntı yaşamadan dörder saatlik ara ile yapılmış menzilhânelerde
dinlenerek büyük şehirdeki işlerini halledip döndüğü, yollarının düzenli ve postacılarının
gittikleri menzilhânelerde dinlenmiş yeni at bulması posta işlerini rahatlatladığını ifade eder.
Elçi Ahmed Azmi Efendi, posta yollarının düzenli olması ve bir elçi ya da tüccarın
menzilhâneye önceden haber vermesiyle, buralara yeterince binek atı verilerek mağduriyetin
önüne geçildiğini söylemektedir (Ahmed Azmî, 1205: 24a-25b).
115 İş yerinde öne konulup üstü masa gibi kullanılan çekmece; sarrafların önlerine alıp para saydıkları akçe
tahtası (Kamus-i Türki, 1317: 356).
116 Hem yazmalarda hem de matbu sefâretnâmede بدوی م şeklinde yazılmaktadır (Ahmed Azmî Efendi, 1306: 6a;
Ahmed Azmî, 1303: 19).
173
Elçi, Prusya halkını ahvâl-i re‘aya adlı müstakil bir başlık altında ele alır. Osmanlı
idarî taksimatı gereğince tasvir etmeye çalışan Ahmed Azmî Efendi, Prusya’nın köylerinin
taksimini “kurranın bir miktarı hâs, bir miktarı timâr, ze’âmet ve malikâne misüllü ahalinin
mülkü olmakla” şeklinde izah eder. Elçi, Prusya halkı ev başına vergi, aşar ve avarıza benzer
vergiler ödemekte, eğer halktan bu vergileri ödemeye gücü yetmeyen olursa, gücü yettiği
kadarıyla vergisini öder ve kalan kısmını da ikamet ettiği köyde bulunan devlet arazisinde
çalışarak ödemekte olduğunu belirtir. Prusya köy sakinleri herhangi bir suç unsuru ile
karşılaşmadan zenginlik içinde, ziraat ve tarlaları ile uğraşmaktadır (Ahmed Azmî, 1303:
61-62).
Ahmed Azmî Efendi Prusya’da, şehirde ikamet edenlerin köydeki ahali kadar vergi
ödemediğini, şehirlerin gelirlerinin gümrük vergilerinden geldiğini, özellikle şehre ithal
olarak getirilen ürünlerden zeytin, zeytinyağı, limon, şarap ve tuhaf (hediye) benzeri
ürünlerden servet vergisi tahsil edildiğini kaydeteder. Elçi, Prusya’da olası bir savaş çıkması
halinde halkından bir vergi talep edilmediği, lakin zahire ya da at ihtiyacı olması halinde
halka yük getirmeyecek çok az bir ücret karşılığında bu ihtiyaçları satın alındığını ifade eder.
(Ahmed Azmî, 1303: 63). Prusya Devleti, halkını gereksiz ve ağır vergilerden korumak
sureti ile onların refah ve zenginliklerini artırma amacı gütmektedir. Osmanlı Devleti ise
vergide adalet söylemlerini Sultan Abdülmecid devrelerinde Tanzimat Fermanı ile dile
getirilmeye başlayacaktır.
Fransa’da elçi olarak görevlendirilen Mehmed Said Hâlet Efendi diğer elçilerden
farklı bir görüş yapısına sahiptir. Diğer elçilerin Avrupa sosyal hayatını sefâretnâmelerine
aksettirdiği üslup ile Hâlet Efendi’nin üslubu farklıdır. Öncelikle Mehmed Said Hâlet Efendi
dinî hassasiyeti ve Avrupa medeniyetine mesafesi ile burada bulunmaktan memnun değildir.
Elçi İstanbul’a göndermiş olduğu bir mektupta: “Bir gün evvel şu Kâfirisatandan hayır ile
halâs olmaklığım için dua niyaz ederim, zira Paris’a kadar geldik halkın nakl ve methettikleri
Frengistanı dahi görmedik o tuhaf şeyler ve o akıllı Frenkler kangı Avrupa’dadır bilmem.”
(Karal, 1940: 31-32) şeklindeki ifadelerinden elçi düşünce dünyasına hâkim olan fikri
görmek açısından önemlidir.
Hâlet Efendi’ye İstanbul’dan gönderilen bir mektupta, Fransa’nın güzelliğinden
bahsedilmesine tepki olarak: “…Bizim Mehmed Dede Efendi cünuna geleceğinde şüphe
yoğidi… Frengistan müreffehliği Müslüman’a göre değilmiş efendim, Cenab-ı Hakk hayrı
ile kariben halâs eyleye” (Karal, 1940: 33) şeklindeki itirazını bildirmektedir. Her ne kadar
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Fransa’yı Kâfirlerin Cenneti olarak nitelese de ondan
174
yaklaşık 80 sene sonra gelen Hâlet Efendi’nin algısında Fransa, Müslümanların
cehennemidir.
Hâlet Efendi, Avrupa’yı övenlere ya da lehine söz söyleyenlere vereceği cevabını
kendine sorduğu bir soru ile destekler, soru: “Avrupa’ya gittin mi?”dir. Elçi karşındaki kişiyi
de bu soruya verdiği cevaba göre değerlendirir. Evet, gittim biraz kaldım ve eğlendim, derse;
“Elbette Frenklerin taraftarı ve casusudur”. Hayır, gitmedim, derse iki kısımdır: “Ya eşektir,
Frenklerin yazdıklarını dinler yahut gayret-i diniyesinden tamamen Frenkleri metheder ki
zımnında ehl-i İslâm çıksın deyü.” (Karal, 1940: 33-34) şeklinde tasnif ettiği görülmektedir.
Hâlet Efendi, diğer elçilerden farklı olarak Fransa’da çıkan gazetelerden de
tercümeler yaparak İstanbul’a göndermekte, bu gazetelerin siyasî olarak yazılar yazdığını,
kendisinin Fransa’ya geldiği esnada gördüğü gazetelerde Osmanlı Devleti aleyhine bir takım
haber ve yazılarından bahisle, Fransa özelinde, Avrupa’ya olan menfî görüşlerini bu
haberleri iletirken de devam ettirmekte olduğu görülür (Karal, 1940. 35-37).
Osmanlı Devleti’nin Londra Büyük elçisi Yusuf Agâh Efendi, ziyaretine gelen
kişilere nargile ikram etmesinden dolayı: “Türk Büyükelçisi Yusuf Efendi, can çekişen tütün
içme âdetini herhalde yeniden canlandıracak.” şeklinde haberlerin çıkmasına neden olur
(Aracı, 2013: 20). Elçi, İngiltere halkının ve özellikle de lordlar, gösteriş ve şatafatı
sevmemedikleri, sokaklarda yanlarında hizmetkarları olmadan yürüyerek gezdikleri ve
sıradan insanlar gibi giyindiklerini ve bunu içindir ki sokakta yürürken bir lordu herhangi
bir insandan ayırt etmenin mümkün olmadığını, ancak sadece törenlerde, o güne özel bir
kıyafet giyindiklerini söylemektedir. Elçi, İngiltere’de erkeklerin genellikle kıyafetlerini
yünlü kumaşlardan, kadınların ise muslin, yani pamuklu kumaşlardan yaptırmayı tercih
ettiğini ve asla kürk ya da parlak renkli kumaşlar giymeyi tercih etmediklerini ifade eder.
Yusuf Agâh Efendi’ye göre, İngiliz erkeklerinin ciddi tabiatlı ve hoş beyefendiler
olduğu ve kadınlarının da Avrupa’daki en güzel kadınlar olduğunu ve bilim ve eğitimi çok
önemsediklerini, en eğitimsiz insanları dahi diğer milletlerin insanlarından eğitimli
olduğunu kaydetmektedir. Elçi, İngiliz halkının günlük hayat, siyaset vb. hadiselerden
gazeteler aracılığı ile bilgi edindiğini, herkes kurallara kesin bir şekilde uyuyduğunu, ancak
bu; onların söz söyleme haklarının olmadığı anlamına gelmediğini ve İngiltere’de herkesin
konuşma ve yazma hürriyeti olduğunu, krallarını dahi karikatürler aracılığı ile
eleştirilebildiklerini ifade etmektedir (Aracı, 2013: 29). İngiltere diğer Avrupa ülkelerinden
demokrasisi ile ayrılmakta ve diğer ülkelerde bu tarz bir demokrasiden söz etmek mümkün
175
değilken; İngiltere’de katı kurallar olmasına rağmen insanların söz söyleme ve yazma
hürriyetlerinin muhafaza edildiği görülür.
Fransa’ya fevkalade elçi olarak gönderilen Mehmed Emin Vahid Efendi, Viyana’ya
da bulunduğu esnada, Avusturya halkı hakkında bu pis kâfir toplumu şeklinde bir
nitelendirme yapmakta, bu pis kâfir toplum tutuculuğu ile meşhur olduğunu ifade
etmektedir. Vahid Efendi, Avusturyalılar özellikle resim, heykele olan ilgileri ve onlara olan
inanç ve saygıları; bazı küçük meydanlar, köprü başları, büyük evler ve bahçe aralarında
tuğla ve taştan yapılmış acayip ve garaib heykel, resim ve nişanelerin inşa edilmesinin
nedeni olduğunu izah eder (Ercan, 1991: 93).
Elçi, Avrupa’ya dair bir yemek kuralından bahseder. Bu kurala göre Avrupalılar, öğle
yemeklerini eşleri ile yerler ancak akşam yemeklerinde ve büyük ziyafetlerde kadınlar
sofrada otururken, erkekler ise bir kenarda durup: “Aç köpek kasap ciğerine bakar gibi
karıların ellerine bakarlar.”. Eğer eşleri insaf ederler de bir lokma yemek verirler ise yerler
yoksa aç kalır şeklinde izah eder. Avusturya’da davete katılan kişilerin sayıları belli olmakla
birlikte, bunun haricinde gelenlereyemek verildiğini ve elçi, bu âdeti bildiğinden kendisi ile
yemek ziyafetine gelen heyetin önlem olarak önceden yemeklerini yediklerini
kaydetmektedir (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222: 15a).
Vahid Efendi, sefâretnâmesinde piçhâneler olarak nitelendirildiği bir kurumdan
bahseder. Elçi, bu piçhânelerin, kiliselerin içinde ve başında da kara giymiş rahibelerin yer
aldığı bir kurum olarak tarif etmektedir. Bu durumdan anlaşılan ise piçhânenin, gayrımeşru
ilişkiler sonucu meydana gelen çocukların kaldığı yetimhâneler olabileceği, bu çocukların
eğitimi için devlet ve halkın ortaklaşa masraflarını ödediği öğretmenler tarafından
eğitildiğini ve yarar duruma geldikleri zaman okumaya meyli olmayanların besleme olarak
evlere hizmetçi, akıllı olanları ise başka okullara gönderilirdiğini ya da köle olarak
kullanıldıklarından bahseder (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222: 19b-20a).
Fransa devleti nezdine elçi olarak görevlendirilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi,
sefâretnâmesinde tab‘hâne olarak isimlendiridiği matbaadan bahseder. Elçi, bu matbaada
basılan gazetler hakkında; “kütüb ve gazete evrakı tab’hâneleri olub işim ve şöhretleri başka
başka olmağla tab’ eyledikleri kütüb ve gazete evrakına isim ve nişanlarını vaz’ edeler ve
gazeteciler etrâf ve eknâkftan celb eyledikleri havâdisî derç etmek âdetlerinden ise dahi
dâhilâ ve hâricî politika maslahatına dokunur maddeleri yine mahalline araz mecbur
oldukları ve Monitör Gazetesi yani resmi havadis tab’ olunur” (Sefâretnâme-i Abdurrahim
Muhib, 1236: 23b) şeklinde ifade ederek, gezmiş olduğu matbaa hakkında da ayrıntılı
176
bilgiler vermektedir. Elçinin verdiği bu bilgiler ileride karşımıza Osmanlı Devleti’nin ilk
gazete ve ilk resmî gazetesi olan Tavkim-i Vekayi olarak çıkması muhtemeldir.
Avrupa’ya giden Osmanlı elçileri Müslüman oldukları için “kâfir” olarak
nitelendirdikleri Batı’yı toplumsal açıdan asla taklit etmeyi akıllarından dahi geçirmezler.
Batı toplumunun âdet-gelenekleri elçilerin sadece ilgilerini çeker ve hayretle bakmalarına
neden olmaktadır. Osmanlı elçilerinin Müslüman kimlikleri ve bu minvaldeki hareketleri
Batı’nın âdet, gelenek ve göreneklerini taklit etmelerin önündeki en büyük engel olarak
görülmektedir.
3.7. ŞEHİR VE MİMARÎ UNSURLAR
Osmanlı elçileri görevli olarak gittikleri ülkelerde görüp, kaydettikleri yapılar
hakkında bilgiler verir. Bu bilgiler Osmanlı mimarî tarzındaki değişim açısından önem arz
etmektedir. Mehmed Efendi’nin Fransa’dan dönüşte yanında getirdiği bina ve bahçe
krokileri, mimarî açıdan Osmanlı’da bir çığır açar ve Avrupaî tarzda bina ve bahçelerin
yükseldiği Lâle Devri için ilham kaynağı olur. Elçiler, görevli olarak bulundukları ülkelerin
şehirlerine ait cadde ve sokaklarının düzenli ve genişliğinden, binalarının yüksek katlı
oluşundan ve şehirlerin düzeninden bahsetmektedirler. Elçiler ve kaleme aldıkları
sefâretnâmeleri Osmanlı mimarisi alanda da önemli bir başvuru kaynağı olmaktadır.
1720’de Fransa’ya elçi olarak görevlendirilen elçi, elçilik seyahat güzergâhında
bulunduğu ve gördüğü şehirlerle, Paris’in mimarî özelliklerinden de bahseder. Elçi, bu konu
ile ilgili bazen ayrıntılı bilgiler de vermektedir; örneğin, Lampedusa adasının çevresi 24 mil
olduğu, taşlık harabe bir yer olduğu, bir zamanlar mamur olduğu, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali
Paşa’nın kalesini yıkıp harap ettiği, bir keşiş üç âdem ile sakin olup sadakayla yaşadığıni ve
bu adada akarsuyun olmadığını ama bu keşiş sahrınç (sarnıç) ihdas etmiş olduğundan
bahseter (Akyavaş, 1993: 3) ve bu gibi ayrıntılı tasvirler yapmaktadır.
Mehmed Efendi, deniz yolu ile seyahât ettiği için Sette Limanı’na geldiğinde kale
muhafızı kendisine bir saray hazırlandığını söyler, ancak Elçi hayalinde kurguladığı saray
yerine: “meğer hazır ettikleri yer üç saat mesafede Montpellier şehrinin karşısında küçük bir
adada köhne ve harabe bir kilise” (Akyavaş, 1993: 5) olduğunu öğrenindiğinde hayal
kırıklığı yaşadığı anlaşılmaktadır.
Elçi, Toulose şehdine ulaştığında şehri “oldukça büyük bir şehir olan Toulouse bize
biraz bakımsız ve harap durumda görür. Şehre karşı bu ilgisizlik herhalde ticaret merkezi
olmamasından ileri geliyordu. Fakat bununla beraber şehrin yine de Fransızların gözünde
önemli bir yeri vardı” (Uçman, 2017: 49-50) şeklinde tasvir etmekte, bu şehrin Fransa’nın
177
önemli bir şehri olmasına rağmen Mehmed Efendi’nin estetik anlayışına uygun olmadığı
görülmektedir.
Daha sonra Bordeaux’ya gelen Mehmed Efendi: “Şimdiye kadar gördüğümüz
şehirler arasında bir benzerini gösteremem. Bordeaux bize gerek yapılışı gerekse binaları ile
oldukça güzel göründü. Garonne nehri şehrin önünde öyle geniş bir sahayı kaplamış ki sanki
İstanbul limanının bir benzeri olmuş.” (Uçman, 2017: 51) şeklinde tasvir ederek,
Bordeaux’yu beğendiğini ifade eder. Bordeaux Kalesini görmesi için götürülen Yirmisekiz
Çelebi Mehmed Efendi; kalenin şehrin dışında nehrin kenarına inşa edildiğini ve gayet güzel,
sağlam olduğunu ifade eder ve kaleye gidişinde kendisini karşılamak için: “Büyük top
şenlikleri ettiler.” demek sureti ile kaledeki karşılama hakkında bilgiler vermektedir
(Akyavaş, 1993: 12).
Elçi, Potiers’in kalesinin eski ve harabeye döndüğünü, binalarının güzel olmadığını
ve zevkimize göre evleri çok az olduğundan bahisle bu şehir hakkında güzel sözler etmez,
ancak bu şehiri geçtikten sonra güzel yapılara rastlandığından bahseder (Uçman, 2017: 54-
55), Amboise şehirde bulunan bahçelerden etkilenir ve gördüğü bahçeleri: “Bunların
güzelliğini burada anlatmam imkânsızdır.” şeklindeki ifadesi ile tasvir edilemeyecek
derecede güzel olduğudan bahseder. Elçi, daha sonra Blois’a gelir ve şehirdeki kasaba ve
saraylardan bahseder, burada dikkatini şehirdeki binaların birbirine yapışık şekilde inşa
edilmesi çekmektedir.
Mehmed Efendi, yolu üzerinde bulunan Loire Nehri’ni beğenir, coşkun, güzel
akışından bahseder. Daha sonra Bloise şehrine gelen elçi, bu şehrin de Amboise şehri gibi
nehir tarafından ikiye ayrıldığını, köprü ile karşıdan karşıya geçildiğiden söz eder. Elçi,
Saint-Laurent kasabasına gelirken yarı yolda dikkatini çeken görkemli büyük bir sarayı
hakkında bilgiler verir. Sarayın, I. François tarafından yaptırıldığından bahseden Yirmisekiz
Çelebi Mehmed Efendi: “Saray pek hoş görünüşü ile altı kubbeli bir buhurdana, sanatkarane
işlemeleriyle de bir masa saatine benziyordu.” şeklinde hayret ve hayranlıkla dile getirir.
Elçinin hayranlığının sebebini ise: “Saray gözle görülmedikçe tarif edilmesi mümkün
değildir.” şeklinde izah eder. Elçi, sarayın etrafında yedi saatlik bir sahayı tahta duvarlarla
çevirildiğini, yer yer kapılar koyulduğunu ve avlanma sahası olduğu ve yolda geyikler
gördüğündan bahsetmektedir (Uçman, 2017: 56).
Mehmed Efendi, Orléans’ın Fransa’nın ünlü şehirlerinden olduğunu, aynı zamanda
da eşi ve benzerinin olmayan bu şehir ile varoşu arasında Loire Nehri’nin aktığını, şehrin
varoşunu geçildikten sonra köprünün üstünden karşısındaki kaleye geçildiğini ve kalenin
178
oldukça harap ve hatta toplarının dahi olmadığını ifade eder (Uçman, 2017: 56-57; Akyavaş,
1993: 16). Elçi, kalenin bakımsız olmasını Orleans şehrinin güvenli ve emniyetli olmasını,
Orleans şehri Paris’e yakın olup Fransa’nın içlerinde yer almasına bağlar.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Paris’in kileri olarak adlandırdığı Etampes
adındaki kasabaya ulaşır. Elçiye göre şehir denilmeye layık, oldukça geniş bir saha üzerinde
kurulu, etrafı tamamen bağ ve bahçe olan kasabanın toprağının bereketli olduğunu ifade
eder. Elçi, yol üzerinde Seine nehri civarında oldukça güzel saraylar görür, düzenleme biçimi
görülmeden anlaşılamayacağını ve son derece latif bahçeler bulunduğunu, bahçe
düzenlemesini de “dalları birbirinin içine girmiş ağaçlar insanı hayrete düşürüyordu”
(Uçman, 2017: 56-57) şeklinde tasvir eder. Elçinin yol güzergâhında dikkatini genelde saray,
bahçe gibi yapılar çekmekte, burada bulunan halk ile çok karşılaşmadığı için halkın durumu
hakkında çok bilgi sunar. Paris’e gelen Mehmed Efendi, şehrin sokaklarının 5-6 arabanın
yan yana geçecek kadar geniş, evlerin genellikle dörder-beşer kat hâlinde olduğu ve
pencerelerinin de sokağa baktığını söylemektedir. (Uçman, 2017: 60,62).
O, geçtiği ve gördüğü şehir ve kasabaların özellikle binaların mimarisi ve bahçelerin
tasarımını dikkatli bir şekilde sefâretnamesinde yer vermekte, binaları güzel, bahçeleri iyi
tasarlanmış şehir ve kasabalar hakkında olumlu görüş bildirmekte, ancak beğenmedikleri
hakkında sadece kısa kısa bilgiler verip geçiştirmektedir.
Mehmed Efendi, Saint-Cloud Saray’ından bahsederken: “Gözlerimin önünde öyle
güzel bir manzara var ki, burada anlatmak mümkün değil” şeklinde hayranlıkla bahseder.
Elçi, sırf bahçeyi dolaşmak için yapılmış şeklinde nitelediği araba ile sarayın bahçelerini
dolaşır ve buradaki fıskiyelerden bahseder (Uçman, 2017: 95). Daha sonra elçi: “Versailles
Sarayı’nı gezip görmeye niyetlendik, diyerek saraya doğru hareket eder ve yolu üzerinde
gördüğü Meudon Sarayı’ndan da: “Gayet hoş bir yer idi, Paris şehri rahatlıklar görülüyordu.”
şeklinde bahseder. Versailles Sarayı için elçi, “oldukça ferahlık veren ve gam dağıtan bir
saray gördük ki, güzelliğini burada anlaymak için kalemimin gücü yeterli değildir.” (Uçman,
2017: 97) şeklinde tasvir bile edemeyecek kadar güzel bir saray olduğunu dile getirir.
Lehistan’a elçi olarak giden İbrahim Müteferrika, özellikle Zalozce’de gördüğü saray
hakkında ayrıntılı bilgililer verir. Elçi, kasaba’nın, bir nehir tarafından ikiye bölündüğü ve
kalesinin ahşaptan inşa edildiği, yerleşim birimlerinin toplu halde olmayıp dağınık bir
şekilde konumlandığını kayderder. Elçi, Potocki sarayının şehrin dışında olduğunu, önünde
nehirden yapılmış bir yapay göl bulunduğunu, set üzerinde köprüler ve değirmenler inşa
edildiğini ifade eder. Ayrıca, bu sarayın taştan yapıldığını, mermerden yapılmış iki
179
merdiveni bulunduğunu, iki katlı inşa edildiğini, zeminin altında ise mahzenler
bulunduğunu, odalarının büyük olup bu odaların birer soba ve ocaklar vasıtası ile ısıtıldığını
ve ocakların dışında odalarda halı, kilim ya da divan gibi eşyalar bulunmadığı şeklinde
ayrıntılı tasvir etmektedir (Afyoncu-Önal, 2016: 124).
İsveç’e elçi olarak görevlendirilen Yirmisekizzade Mehmed Said Efendi,
Stockholm’de bulunan limanın yeni olmasına rağmen İstanbul limanına benzediği şeklinde
bir kıyaslamada bulunur, şehirde gördüğü evlerin bir yerde toplanmadığını ve birbirine yakın
üç odadan ibaret olduğunu, sokakların doğru ve uzun ve kaldırımlı ancak evlerin
Frengistan’da olan evler gibi şöhretli olmadığın şeklinde bilgiler vermektedir (BOA,
TS.MA.e. 450/21). Elçi’nin İsveç’teki evler ile İstanbul’daki evleri karşılaştırmak yerine
Frengistan olarak nitelendirdiği Fransa’daki evlerle karşılaştırması algısı açısından
önemlidir.
Avusturya elçisi Mustafa Hattî Efendi, Viyana yolculuğu esnasında birçok yerleşim
adının isimler Mustafa Hattî Efendi, Tarda adlı köye iki saatte, ertesi gün buradan hareket
edilerek dört saat mesafe ile Beranbır karyesine ulaştıklarını ifade eder. O, tarihî
mekanlardan da geçerek, Mohaç Meydan Muharebesi’nin cereyan ettiği ovaya geldiğinde
Sultan I. Süleyman ile Macar Kralı II. Layoş’tan ve meydan muharebesinden bahseder, Tuna
Nehri’nin karşısında bulunan Mohaç adası hakkında şu bilgileri verir: “Biraz mamur olsa
İstanbul’da Boğaziçi’ne benzer bir yer olacağını.” da yazar. Ve şu ayrıntıyı verir, “menzil-i
merkumda üç ayaklu bir kaz yavrusu müşahede edilmiştir.” (Mustafa Hattî Efendi, 1197:
9b).
Elçi, İstonî (İstolni) Belgrad’tan bahseder. Arka kapısından girdikleri kaleden
dervâzeden yani ana kapıdan çıkış yaparak şehrin varoşunda yani dışarısında bir yere
indiklerini, kale kumandanı olan generalin 70 yaşında olduğu için elçiyi karşılamaya oğlunu
gönderdiğini, karşılama için kaleden üç defa 18 pare top atışında bulunduğunu, kale
köylerinin de onun gelişinden duyduğu mutluluğu ifade etmektedir. Elçi, İstolni Belgrad
Kalesi’nin etrafında Meriç Nehri’nin suyu miktarı kaleyi çevrelemekte, kale tamamen sular
ile çevrili olduğu için birkaç muhafızdan başka kalede bir yerleşim olmadığının müşahede
edildiğini ifade etmektedir (Mustafa Hattî Efendi, 1197: 10b).
Hattî Efendi, seyahat güzergâhı üzerinde bulunan Yanık kalesi hakkında da ayrıntılı
bilgiler vermekte, iki nehir arasında (Rabe ve Tuna) kalan şehirin aynı İstolni Belgrad gibi
çevresi sularla çevrili olduğunu belirtir. Elçi, Ladika olarak ifade ettiği bir konaktan bahisle
bu yerleşim yerinin kaleye benzediğini, bir seyir terası şeklinde çok güzel bir manzaraya
180
sahip olduğunu, büyük odanın yanında birbiri içine girmiş iki odanın gönüllere ferahlık
verdiğini, tavan ve duvar süslemelerinin çok güzel olduğundan bahseder. Elçi bu konağı çok
beğenmiş, mermerden ve ebru işçiliğine benzeyen taşlardan yapılan süslemeleri ve konağın
manzarasının çok geniş ve açık olması Tuna nehrini, Rabe Nehri’ni ve etrafı açık bir şekilde
seyretmeye müsait olan konumu elçinin dikkatini çekmektedir. (Mustafa Hattî Efendi, 1197:
11a).
Avusturya’ya elçi olarak görevlendirilen Resmî Efendi de seyahat ettiği güzergâhta
gördüğü yerler hakkında bilgi vermektedir. Resmî Efendi, İstanbul’dan hareketle sekiz
günde Edirne’ye, sonrasında da Cisr-i Mustafa Paşa köprüsünden geçerek Mustafa Paşa
kasabasına geldiği ve eski önemini yitirdiğinden dolayı “mahsun ve mağmur” bir şekilde
durduğunu belirtmektedir (Ahmed Resmî Efendi, 1304: 4).
Resmî Efendi, Ösek kalesininin, Drava Nehri’nin Tuna’ya döküldüğü yerden iki saat
kadar yukarıda, yere gömülmüş sağlam bir yapıya sahip olduğunu, doğu ve batısında çok
süslü varoşları olduğu ve “açık” tabir edilen deniz vasıtası ile ulaşımın sağlandığını, çok
uzun köprülerin mevcut olduğunu, bazılarının bir saatte geçildiğini ifade etmektedir. Ahmed
Resmî Efendi, İstonî Belgrad’a geldiği, batısında büyük bir göl bulunduğu ve artık itibardan
düşen bir yerleşim yeri olduğundan bahseder. Resmî Efendi, Yanık Kalesi’ne geçerek,
buradan Rabe ve Erbece nehirleri arasında Tuna yakında bulunan, etrafı çeşitli adalar ve
tabyalarla sağlamlaştırılmış muhkem bir kele olarak betimlemektedir. Elçi, Altunburg
şehrine geldiğini, Tuna üzerinde bulunan şehrin etrafının setlerle çevrili olduğunu ve şehrin
içinde kraliçenin büyük zahire ambarları ve değirmenleri olduğu bilgisini vermektedir
(Ahmed Resmî Efendi, 1304: 7-9).
Resmî Efendi, seyahat güzergâhının dönüş yollunda, Kumran adlı kaleyi şu şekilde
tasvir eder; kalenin iki katlı olduğunu, burayı çevreleyen hendeklerin de gayet geniş ve derin
olduğunu, kalenin bir savaş aleti ile korunmadığını ifade eder. Elçi, daha sonra meşhur
Estergon kalesine ulaşılır, tepe üzerinde küçük bir kale olduğunu ve Tuna kıyısında olan
aşağı kalesinin de belirli bir sınır içinde olduğu ifade etmektedir. Elçi ardından Budin’e gelir,
Tuna nehrine bir kurşun atış mesafesinde olup herhangi bir tamirat görmediğinden eski hali
ile kaldığı, bakımlı süslü bir varoşu olup burada da bir ılıca olduğu bilgisini vermektedir
(Atsız, 1980: 24-25). Elçi, son olarak Varadin yani Petervaradin’den bahsederek, kale yalçın
kayadan yüksek bir sırt üzerinde olduğu, Tuna kıyısına kadar ulaşan aşağı kale olarak
adlandırılan sağlam surlu ve çevresinde birçok askerî yapı ve hendeklerle son derece
181
sağlamlaştırılmış bir kale sahip olduğunu ve Varadin’in karşısına da ahşaptan bir kale
yapılmaya başlandığından bahsetmektedir (Atsız, 1980: 24-25).
Elçi, sefâretnâmesinin sonunda Viyana şehrini betimleyen bir yazı kaleme alarak,
Viyana’nın evlerinin 4-5 katlı apartman şeklinde olduğu ve çoğunluğunun kiraya verildiği,
içinde genellikle 5-6 nüfus bulunduğu, kale içinde fıskiyeli havuzlar ve meydanları
bulunmakla beraber kalenin pek sağlam olmadığını ve kalenin varoşunda bağlı ve bahçeli
süslü evlerin bulunduğunu söylemektedir (Atsız, 1980: 35)
Elçi, ikinci sefâretinin de verdiği deneyim ile Prusya’da, Nemçe sefâretnâmesinden
daha fazla gözlem ve tespit yaptığı görülür. Elçi, Prusya Sefâretnâmesinin formunda
birtakım değişiklikler yapar ve seyahat güzerhagı üzerinde uğramış olduğu yerleri sırası ile
yazdığı ve ilk sefâretnâmesine nazaran daha ayrıntılı bilgilerle betimlediği görülür. Elçi,
Yaş’tan bahsederken, burada bulunan gölü İstanbul’da bulunan Göksu’ya benzetir.
Kendisinden önce kaleme alınan sefâretnâmelerden farklı olarak Ahmed Resmî Efendi, Seret
şehirinden bahsederken coğrafî bilgisinden de yararlanır ve şehrin 46. enlemde olduğu
bilgisini vermektedir (Atsız, 1980: 41). Hotin şehrinden bir başlık halinde bahsederken de
özellikle tarihiniden ve el değiştirme sürecinden bahseder ve bu şehrinde 49. dokuzuncu
boylamda olduğunu, şehrin etrafının bostanlık ve bahçelik alanlarla kaplı olduğundan
bahsetmektedir. (Atsız, 1980: 42-43).
Elçi, ayrı başlık olarak açtığı bir diğer şehir ise Kameniçe Kalesi geniş bir ovanın
ortasına konumlandığını, hendeklerle çevirili ve doğal yapı gibi görünür bir şekilde
olduğunu, 1699 Karlofça Antlaşması ile kaybedildiği ifade ettikten sonra ileride bu kalenin
tekrardan Osmanlı toprağı olması ve ezan seslerinin tekrar duyulması için Allah’a dualar
edildiğini söyler (Atsız, 1980: 45-46). Elçi, Osmanlı Devleti’nin bu topraklara tekrar hâkim
olacağı ümidini yitirmediği gösterir. Elçi, Krakov şehrinden, eski başkentlerden olup Leh
krallarının taç giydiği ve sonra da gömüldüğü yer olduğu bilgisini vermektedir (Atsız, 1980:
45-46).
Elçi, Prusya’nın başkenti olan Berlin’i ayrıntılı bir şekilde tasvir eder ve şehrin
kenarından akan Spree nehrinin tıpkı İstanbul’daki Kağıthâne Deresi gibi etrafının yontma
taştan sağlamlalarak, nehrin üzerine ahşaptan otuza yakın köprü bulunduğunu ve Prusya
Friedrich’in, kendisini at üzerinde tasvir eden tunçtan yapılan bir heykelini de taş köprünün
girişine yerleştirdiğinden bahsetmektedir.
Resmî Efendi, Berlin şehrinin Spree Nehri’nin etrafında büyüyen, evleri ve bahçeleri
bu nehir etrafında yapılan ve taşma tehlikesinin olmaması nedeniyle ev ve bahçelere
182
suyolları yapılması kolaylaştıran, ayrıca bu suyolunun hem kuzey denizi kenarındaki
Hamburg’a hem de güneyde Oder limanına ulaştığından bahsetmektedir. Resmî Efendi,
bunun Berlin’i kolay ulaşılabilen bir şehir yaptığı üzerinde durur. Elçi, Berlin’de yeni
yapılmış evlerin duvarlarının birbirine bitişik ve aynı hizada yapıldığı, sokakların ise yer yer
40 metrelik genişliğine ulaşıp ve oldukça geniş olduğunu, gecenin uzunluğunun ise 16,5
saate kadar çıktığını belirtmektedir. Elçi, Berlin şehrinin ayrıca Prusya Kralı’nın sarayının
ve cephâneliğinin de bu şehirde olduğunu, sarayın içinde ve etrafında bahçeler, saraylar, av
köşkleri ve ekilmiş tarlalar bulunduğunu ve 1760 yılında Avusturya ve Rusya Berlin’e
girerek krala ait olan saray ve cephâneliklerine, halkın mal ve mülklerine büyük zarar
verdiğinden bahseder (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 47a; Atsız, 1980: 56-57).
Elçi, Berlin’de bulunan evlerin 3-4 katlı olup taştan inşa edildiğini, eşyaları kışın
soğuktan ve yazın sıcaktan korumak amacıyla evlerinde bodrum inşa etme ihtiyacı
duyulduğunu ve binaların üzerinin çatı ile örtüldüğünü: “(H)örğüçlü tekne olub bir nev’
kalınca kiremit ile örtülmüştür ki 40 senede bir kere aktarma gailesinden müberrâdır.
İhrâktan ahvf ve tahaffuz etmeleriyle gece gündüz bekçilerinden başka her sokakta beşer
onar tulumbalı kuyular her kuyu başında kızaklı fıçular müheyyadır.” şeklinde açıklamakta
ve Berlin’de yangınlara karşı alınan önemlerin ne kadar ciddi olduğuna dikkat çekmektedir.
Elçiye göre Berlin şehrinin duvarının uzunluğu, şehre yeni evlerin ve bahçelerin
yapılması için müsaittir. Berlin’de kaloriferle ısıtılan seraları da gören elçi, burada her türlü
bitki ve çiçeğin yetiştiğini, bunların dünyanın çeşitli yerlerinden buraya getirildiğini hatta
kahve ağacı gibi ağaçların da bu seralarda yetiştirildiğini gözlemler (Sefâretnâme-i Resmî,
1197: 48b-49a; Atsız, 1980: 57-58).
Elçi, Potsdam şehri hakkında da gözlem ve izlenimlerini; bu şehir Berlin’in batısında
ve yedi saat uzaklıkta orta büyüklükte bir şehir olduğunu, kralın başkente yakın çalışma
yapmak için kullandığı bir mekân olduğunu, kral buraya süslü saraylar, bakımlı bahçeler ve
evlerle donatarak ihya ettiğini aktarır. Elçiye göre Kral Friedrich, Berlin’de elçilerin
kendisini rahatsız etmeleri, halkın işlerinden ve şikâyetlerinin yükünden kurtulmak için
zamanının büyük bir kısmını bu şehirde geçirmekte ve Prusya’yı büyütmek için aklına
tasarladığı savaş hileleri konusunda aklına gelenleri not almak ve bunu komutanları ile
konuşmak için de uygun bir yer olarak görmektedir (Atsız, 1980: 66).
Osmanlı Devleti’nin ilk daimî elçilerinden olan Moralı es-Seyyid Ali Efendi,
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’den yaklaşık 77 sene sonra sefâret için Paris’e
bulunmaktadır. Ali Efendi, halefi olan Çelebi Mehmed Efendi gibi Cezayir açıklarından
183
değil İtalya kıyısından Marsilya’ya ulaşarak, Messina şehrinde hava şartları nedeniyle
konakladığını, bu şehrin güzel ve iç açıcı olduğunu, nehirleri bol, bahçeleri çok ve
meyvelerinin çeşitli olduğunu ve gayet gelişmiş bir yer olduğunu ifade etmektedir. Elçi,
Messina şehrinde 1784 yılında büyük bir deprem meydana geldiği için binalarının yıkıldığını
ve harabeye döndüğünü gözlemlediğini ifade etmektedir (Altuniş-Gürsoy, 2000: 730).
Ali Efendi, Marsiya girmiş olduğu karantinadan çıkışından sonra Paris’e doğru
seyahatine devam eder ve yol güzergâhındaki şehirlerden bahseder. Bu şehirlerden Lyon’un
kuyumculuk, ipek dokumacılığı, pul, şerit ve bunlarla ilgili sanayi dallarıyla geliştğini ve
aynı zamanda sanatkârları ile meşhur olduğunu, koalisyon savaşları sırasında binalarının
yıkılıp harap hale geldiğini ve şehir kendi kendini tamir etmekle meşgul olduğunu belitir.
Elçi, Lyon şehrinin iki tarafında Saône ve Rhône adlı iki nehir geçmekte olduğunu ve
Lyon’un ticaret şehri olmasına büyük bir katkı sağlamakta olduğunu belirtmektedir (Moralı
es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 17-18).
Ali Efendi, Paris’te bulunduğu devrede Versailles sarayını ziyarete gider, saray ve
bahçeleri gezmesi için kendisine tahsis edilen araba ile iki saat yolculuk yaparak saraya gelir;
adı geçen sarayın kısa tarihçesinden bahsederek sarayın kendisinden evvel elçi olan Mehmed
Efendi’nin bulunduğu yıllardaki ihtişamından uzak olduğunu ve Mehmed Efendi’nin
sefâretnâmesinde yazan her şeyin yerinde durduğunu lakin bahçe ve havuzların bakımsız
olduğunu belirtmektedir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi, 1329: 32-33). Buradan
anlaşlıyor ki Ali Efendi, kensidinden evvel Paris’te bulunan Çelebi Mehmed Efendi’nin
sefâretnâmesini iyi bir şekilde okumuş ve gezilerinde kensisi bu sefâretnâme ile bir
karşılaştırma yapma fırsatı da bulduğunu göstermektedir.
Ali Efendi, Fransa Maliye Bakanı’nın önerisi ile nebatat bahçesine ziyarete giderek,
Fransa tarihin başlangıcından bu zamana kadar gelen ve kendilerine göre değerli saydıkları
nadir yazılı taşlar, altın, gümüş ve diğer maden topraklar ile çeşitli coğrafyalardan gelen
ilginç hayvanlar bulunmakta olduğunu belirtmekte ve ayrıca burada değerli elmaslar ve
mücevherler gördüğünü kaydetmektedir. Halı imalat hânesini de gezen elçi, halıların
üzerinde insan tasvirleri olduğu için Müslümanlarca makbul sayılmaz. diyerek ve hem de
Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde bahsettiği için ayrıntı vermeye lüzum
görmediğini belirtmektedir. Son olarak Ali Efendi, Louvre sarayını da ziyaret eder ve orada
bulunan müzeden ve müzelerin oluşumundan bahsetmektedir (Moralı es-Seyyid Ali Efendi
Sefâretnâmesi, 1329: 36-37).
184
Ratib Efendi, Avusturya seyahati sırasında yol güzerhagında olan Sibin şehrine gelir
ve burada diğer elçilerden farklı olarak Sibin adının Erdel lisanında, “Nemçe dilindeki”
karşılığının ise Hermanstad (Hermannstadt) olduğunu kaydeder. Elçi, Sibin şehrinin Eflak
ile sınır olduğunu, bu yerlerin daha önce Osmanlı toprağı olmasından dolayı halkının hâlâ
Osmanlılara sıcak davrandıklarından bahsetmektedir (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi,
nu:06096: 4a-4b). Bu husus, diğer elçilerde de geçmekte olup eski Osmanlı topraklarında
gördükleri ilgi ve alaka elçilerin hoşuna gitmektedir.
Ratib Efendi, Sibin muhafızının kendisini ziyaret etmesi üzerine iadei ziyarette
bulunarak, şehir hakkında; güzel binalarının, iş yerlerinin, imaretlerinin ve akademisinin
bulunduğunu ifade eden Ratib Efendi kale muhafızı tarafından aldığı davet sonrasında
aklına, Mehmed Efendi’nin hile ile Bordeaux kalesinde mareşal kumandanının ayağına
götürülmesi gelir ve kale muhafızının yaşlı ve emekli olduğunu öğrendikten sonra aklındaki
şüphe kaybolur (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 6a-6b; Uçman, 2012: 11-
12). Avusturyalı yetkiler elçiye Sibin kalesini ayrıntılı olarak gezdirmezler çünkü kalenin
gezilmesi stratejik olarak kendilerine zarar vereceğini düşünmektedirler117 (Sefâretnâme-i
Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096, 10b).
Ratib Efendi, Sibin şehrinin, Erdel ülkelerinin merkezi olduğunu, Guverner
(governor) adını verdikleri valilerin burada ikamet etmekte, ülkenin alışverişi ve gümrüğü
burada bulunduğundan bahsetmektedir. Elçi, Sibin şehrinin önemli kişilerinin ve askerlerin
çoğunluğunun Sakson olduğunu, şehirdeki Macarların budurumdan rahatsız olduğu için
başkenti buradan Kılavuzonburg (Klausenburg) şehrine taşınması için hükûmete baskı
yaptıklarını, ancak Ratib Efendi, Sibin’den Viyana’a gidişinde problemli olan bu meselenin
Viyana’dan Sibin’e geldiğinde de aynı durumun olduğunu ifade etmektedir (Sefâretnâme-i
Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 8b-9a; Uçman, 2012: 18). Bu bilgiden yola çıkarak
Ebubekir Ratib Efendi, sefâretnâmesini elçilik seyahatini bitirdikten sonran kaleme alındığı
tespit eilmektedir.
Ratib Efendi, seyahat güzergâhı üzerinde olan Lagoş şehri için, 31 köyden
oluştuğunu ve Kraşova kazası ile sınır ve gelişmiş bir yerleşim yeri olduğunu, yüksek bir
yerde yer alan şehrin önünden Timiş Nehri’nin aktığını ve bu nehrin bazen taşarak şehri bir
adaya benzetiğinden bahseder. Büyük bir nehir olan Timiş’in içinden çamlar ve kayıkların
117 Bu hal üzerine elçi şu şiiri yazar:
Söyleyin Şâh Selime görsün
Askerin himmet edip tertibin
Kızıl Elma’ya bedeldir alsın
Erdel’in dinse de alma Sibin
185
gidip geldiğini, Logoş nehri önünde birkaç parçaya bölündüğünü, suyunın çok güçlü
olduğunu ve hiçbir parçasından geçit vermediğini, nehrin üç kısmına verilen isimlerin;
Timiş, Bey suyu, Uslube suyu olduğunu kaydeder ve bu nehir ayrıca açık denilen bir tür
kayık ile geçilebilmekte olduğunu söylemektedir (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:
6096: 12b-13a).
Ratib Efendi ve elçilik heyeti Temeşvar Kalesi’ne gelir, kalenin yüksek bir düzlükte
yerleşmekte olup, etrafında bir engel olmadığı için bir saatlik mesafeden görüldüğünü ve
Ratib Efendi, Temeşvar şehrini görür görmez bu şehre yazıldığı bir şiiri sefâretnâmesine
kaydeder118 (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 13b).
Elçi, Temeşvar şehri hakkında; şehirin düz bir yerde kurulduğunu ve geniş bir alana
yayıldığını, çevresinde herhangi bir engel olmayıp etrafı büyük ve küçük hendeklerle çevrili
olduğunu, etrafınin yaz kış çamurla kaplı olduğundan düşmanın saldırıları için
korunaklılığından bahseder. Elçi, şehrin kalesinin dört kattan oluştuğunu, her bir katın
yaklaşık 11 metre uzunluğunda, içerisinde mahzen ve depo mevcut oluğunu kaydeder119
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 15b-16a).
Ratib Efendi ve heyeti Temeşvar’dan hareket ederek Türk Kanijyesi ve Macar
Kanijyesi adlı köylerden geçerler. Elçi etkilendiği Tays nehri adlı bir nehirden bahseder.
Elçiye göre bu nehir, Sava nehrine eşdeğer olsa da Tuna Nehri’nin muadili bir nehir olarak
büyük bir nehir olup üzerinden her türlü gemi ve benzeri deniz aracı geçebilmektedir
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 16b). Bu nehir büyük bir nehir olup
üzerinden geçen gemi çeşitlerine bakıldığında su ticareti için önemli olduğu görülür. Lakin,
elçi, Osmanlı coğrafyasında bulunan nehirlerin de bu şekilde ıslah edilip su ticaretine
açılmasına dair bir değerlendirmede bulunmadığı görülür.
Ratıb Efendi, seyahat yolu üzerindeki Nayhayzen (Ncuhausel) şehrinden; hayli
büyük olup, içinde güzel evler bulunduğu şeklinde bahsetmektedir. Ancak Ratıb Efendi, bu
kadar güzel evin içinde kendisine ikameti için eski bir konağın seçilmesine içerlenir ve orada
bulunan yetkililere: “Yeni konaklar olduğu halde kendisini neden eski bir konağa ikamet
118 Olduktan ayân çeşmimize şehr-i Temeşvar
Kan aktı gözümden o zaman nehr-i Temeşvar
Sultân Selim’i nicesi ehl-i kulübün
Bu kal’ayı seyf ile ider zabt dimiş var
119 Temeşvar Kalesinin dört kapısı bulunmaktadır; Lagos kapısı, Beç kapısı, Pançeva kapısı ve Varoş
kapılarıdır. Bu kapılardan hangisinden kaleye giriş yapılırsa yapılsın dört kapıyı geçmeden kale kapısına
ulaşamaz. Varoş kapısından girenler ise beş kapıdan geçmediği sürece kale içine ulaşamaz. Kalenin her
kapısında üç top bulunup toplam on iki top vardır. Kale dört kat olduğu için kalede toplam kırk sekiz top
bulunur. Ancak kale deposunda balyemez, sürat ve çeşitli çapta küçük ve büyük yüz adet top bulunmaktadır
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 15b-16a).
186
ettirdiklerin” sorar, yetkililer bu şehrin bir müddet Osmanlı hâkimiyetinde kaldığını ve elçi
için ikamet olarak seçilen bu konağın da paşa konağı olduğunu ifade ederler. Elçi, bu şehrin
başka adı olup olmadığını merak ederek ve sorar, cevap olarak; Osmanlı’daki adının Uyvar
olduğu ifade edilir. Elçi, Osmanlı’dan geri alınan Uyvar’da bir iz kalmadığını bunun
nedeninin de Macarların ve Bulgarların bu şehri almalarından korktuları için şehrin büyük
kısmını yıktıklarından bahsetmektedir (Uçman, 2012:42-43; Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib
Efendi, nu: 6096: 21a-21b). Elçi, Uyvar şehrinin yıkılıp talan edilmesine içerler ve
“Osmanlıdan bir eser kalmadı” diyerek üzüntüsünü dile getirmektedir.
Prestburg (Pressburg) şehrine ulaşan Ebubekir Ratib Efendi ve elçilik heyeti burada
bir süre dinlenir. Eliçiye göre bu şehir gelişmiş bir yerleşim yeri olup Macar hükümdarlık
tacının muhafaza edildiği saraya ev sahipliği yapar. Elçiyi bu şehirde Macar prens ve
soyluları, şehrin ahalisi karşılar. Elçi, bu şehrin halkının Osmanlı Devleti’ne karşı muhabbet
besleyen bir halk olduğunu, elçilik heyetinin gayet güzel bir şekilde karşılandığını ve
Ebubekir Ratıb Efendi’nin ikametine tahsis edilen konağın önününde bekleyen kadın, erkek
ve çocukların elçiyi görmek için merakla beklediklerini söyler. Elçi, arada pencereden
meraklı kalabalığa kendisini gösterdiğini ve meydanda bulunanlara iki avuç çil para atttığını
ve elçinin para atmasıyla: “Aşağıda bir şenlik ve şâdmanlık olub, viyvat! (viyyat:yaşa! var
ol!) deyü cümlesi bir ağızdan çığırdıkça, Nemçeli ifrit olurlar idi.” şeklindeki tasviri ile şehir
tarafından coşku ve merakla karşılandığını betimler.
Ebubekir Ratıb Efendi, bu durumun Viyana’da krallık taç töreninde de ola geldiğini
ifade ederek, kendisinin kral gibi karşılanmasının Avusturyalı yetkilileri sinirlendirdiğini
ifade eder (Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu: 6096: 21b-22a). Ebubekir Ratıb
Efendi, eski Osmanlı topraklarından geçtiği esnada daha çoşkulu bir kalaballık tarafından
karşılandığını ve buralar halkının Osmanlı’ya olan yakınlık ve muhabbetini kaybetmediğini
görmekteyiz. Bu da Osmanlı Devleti’nin o coğrafyada bırkamış olduğu izlerin halen devam
ettiğini göstermektedir.
Prusya’ya elçi olarak görevlendirilen Azmî Efendi yol üzerinde gördüğü Segedin
kalesinin, tuğladan yapıldığı ve içerisinde top ve cephânesi olmayan küçükçe bir kale
olduğunu ve içinde hasta ve seferlere katılamayacak 200 asker olduğunu belirtir. (Ahmed
Azmî, 1303: 15). Bu kalenin savaşma yeteneğini kaybeden askerlerin ikametine verilmiş bir
kale olduğu konusu ve görevi icabı bu tür bir kalenin varlığına diğer elçilerin
sefâretnâmesinde rastlanmamaktadır.
187
Elçi Ahmed Azmî Efendi, Breslau (Wrocław) şehrine gelir ve şehrin, Oder adlı
büyük nehrin kenarında kurulduğunu, kenarında birçok büyük hendeğin sularla dolu
olduğunu, nüfusunun 70.000 kadar olduğunu, Lehistan sınırına yakınlığı nedeniyle ticaretle
uğraşan nüfusunun çokluğu nedeni ile zengin olduğunu belirtir. Oder Nehri’nin şehrin
ticaretini kolaylaştırmakta ve üzerinden kayıklar gidip geldiğinden şehirde, her türlü yiyecek
ve meyveyi bulmak imkânından bahsetmektedir (Ahmed Azmî, 1303: 29). Oder Nehri takip
eden Elçi, Frankfurt (Oder) şehrine gelir ve şehrin bir ticaret şehri olduğunu, şehrin etrafında
yer alan karayolu ve içinden geçen nehir vasıtası ile Frankfurt şehrine tüccarlar vasıtası ile
her türlü malın geldiğin, senede 2-3 kez “panayır” kurulduğunu ve ticaretin yüksek olması
nedeniyle halkı zenginleş olduğundan bahseder (Ahmed Azmî, 1303: 30). Burada dikkat
çeken husus, Prusyalıların suyolları aktif olarak ticarî mânâda kullanmış olması ve elçilerin
görmüş olduğu bu konuda Osmanlı coğrafyasından bir kıyas yapmamalarıdır. Elçi,
suyollarının ticarete olan etkisi ile ilgili Osmanlı ticaretine fayda sağlayacağı yönünde bir
değerlendimede bulunmamaktadır.
İngiltere’ye daimî elçi olarak görevlendirilen Yusuf Agâh Efendi’nin başkatibi
Mahmud Raif Efendi, Londra caddelerinin güzel, geniş ve temiz olduğunu, en uzun
caddelerin ise Oxford, Piccadilly, Strand ve Fleet olduğundan bahseder. Mustafa Raif
Efendi, Londra’nın ticaretinin ve halkın alışveriş yaptığı en kalabalık yerin Esat Cheapside
olduğu ve burada ürünlerin geniş camlı vitrinlerde sergilendiğini, güzel ve pahalı dükkanlar
mevcut olduğunu belirtir. Londra’da, geceleri bütün şehirin ve dükkanların ışıl ışıl
aydınlatılmak olduğunu, sekiz tiyatronun olduğunu ve ilk ve en büyük olanının da Büyük
İtalyan Operası ve diğer ihtişamlı olanlarının ise Drury Lane ve Covent Garden tiyatroları
olduğunu ifade eder (Aracı, 2013: 28). Londra’nın bu devrede önemli ticaret merkezlerinden
olması ve vitrin konseptinin o devrede kullanılması ve sokakların aydınlatılması gibi
uygulamaların varlığı, Avrupa’da başlayan değişimin sefâretnâmelere yansıdığını
göstermektedir.
Napolyon nezdine fevkalade elçi olarak gönderilen Seyyid Mehmed Emin Vahid
Efendi’ziyaret ettiği yerlerin bazıları hakkında bilgiler verirken bazılarının ise sadece adını
zikredip geçmeyi uygun görür. Vahid Efendi, Vidin Kalesi’nden bahsederken Tuna ve
İstanbul kapılarının Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa’nın kuşatması sırasında yıkıldığını ve
çeşitli yerinin de tamir gerektiğini, kaleden sorumlu Pasbandzade Osman Paşa’nın gerekli
onarımlardan sarf-ı nazar etmesinden dolayı kalenin bakımsız olduğunu ifade etmektedir
(Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222:4a-4b).
188
Vahid Efendi şehirlerden bahsederken Ahmed Resmî Efendi’den sonra
sefâretnâmesinde gittiği şehirlerin enlem ve boylamlarını veren ikinci elçidir. Elçi enlem ve
boylamları şu şekilde kaydeder; Temeşvar, bu şehrinin enlem ve boylamını, “… 30 derece
tûlunda ve 4 derece 2 dakika arzında vâki’…” (Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 13); Peşte, bu
şehrinin enlem ve boylamını, “37 derece ve 5 dakika tûlunda ve 47 derece ve 28 dakika 30
sâniye arzında” (Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 15) şeklinde verir. Bu husus elçinin yazmış
olduğu sefâretnâmesinde gittiği yerlerin koordinatlarını gittiği şehir de mi öğrendiği yoksa
gitmeden önce coğrafya olarak bir araştırma mı yaptığı sorularının cevabını maalesef
cevapsız bırakıyor. Ayrıca elçi gittiği şehirlerin fetih tarihlerini ve kimin zamanında
fethedildiği bilgisini de verir. Örneğin, Temeşvar 970 tarihinde (Fransa Sefâretnâmesi,
1304:13); Peşte, 903 tarihinde (Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 15) fethedildiğini aktarır. Bu da
elçinin gideceği yerlerin tarihleri ile ilgili okuma yaptığı izlemini verir.
Temeşvar şehri hakkında elçi, bu şehrin Banat eyaletinin başkenti olduğunu, şehrin
harap olmasından dolayı yerinin değişmiş olabileceği bilgilerini vermektedir. Elçiye göre
şehir düz bir arazi üzerinde olup, etrafında varoşlar bulunmakta ve kale içindeki sokakların
geniş ve güzel olduğunu belirtmektedir. Elçi, Temeşvar şehrinin kagir, dörder-beşer katlı
200 kadar evden oluştuğunu, kalesi içinde birbiri içinde üç bölümden oluşan tabyalar
varlığını, bu tabyalardan geçişin ise büyük hendekler üzerine kurulmuş köprülerle
yapıldığını, kale altındaki mahzenlerde savaş mühimmatları varlığından bahsetmektedir.
Elçiye göre Temeşvar kışlası yaklaşık 5000 askeri barındıracak büyüklüktedir. Elçi bu şehrin
nüfusunu yaklaşık 8000 kişi olarak tahmin eder ve insanlarınu güzel ve güçlü olarak
betimlemektedir (Fransa Sefâretnâmesi, 1304:15-16).
Buradan Peşte şehrine gelen elçi, bu şehrin Macaristan’ın en büyük şehri olduğunu,
düz olduğu için bağ ve bostanlar ile çevirili olduğunu, Budin şehri ile aralarını Tuna Nehri
ayırdığın, şehirde çok sayıda süslü ve mükellef evler, dükkanlar, çok sayıda kilise, askerî
kışlarlar ve zahire ambarları bulunduğundan bahsetmektedir. Elçiye göre Peşte nüfusu; Rum,
Bulgar, Avusturyalı ve Macarlardan oluşmaktadır. Elçi, Peşte şehrinin eski günlerde olduğu
gibi Osmanlı toprağı olmasını ümit eder ve bu coğrafyanın yeniden fethedilmesi için dua
eder (Fransa Sefâretnâmesi, 1304: 15-16). Vahid Efendi ve diğer elçiler eski Osmanlı
topraklarını ziyaretlerinde hüzünlerini saklayamaz, bazı elçiler bu topraklardaki şehirlerin
bakımsızlığından bahser, bazıları da bu toprak ve şehirlerin yeniden fethedilmesi için
Allah’a dua etmekten başka bir çare bulamamaktadır.
189
Vahid Efendi’nin elçiliği Fransa nezdinde olsa da Napolyon ile görüşmek için onu
takip ettiği için yolu Viyana’dan da geçer. Elçinin tasviri ile Viyana şehri, uçsuz bucaksız
bir düzlüğün yokuş kısmında ve Tuna Nehri’nin kenarına kurulmuş, kalesi derin hendeklere
sahip sağlam yapılı, kale içinde altı kata kadar çıkan apartmanlar olup bu türden 1300 adet
evin olduğunu kaydeder. Vahid Efendi’ye göre Viyana da görülmesi gereken yerler
kütüphâne, cephânelik, otopsi salonu, tıp okulu, asker kışlaları, komedya yani tiyatrolar ve
eski bir bina olan kral sarayıdır (Ercan, 1991: 9).
Elçiye göre Viyana şehrinin sokakları daha temiz olsun diye sokak taşları siyaha
boyanmaktadır. Elçi, Viyana sokaklarının dar ve evlerinin de yüksek olması nedeniyle
mahalle aralarınu beğenmemektedir. Elçi, Viyana’da bulunduğu tarihte Viyana
kütüphânesine yakın sarayın küçük meydanına yüksek bir kaide üzerine Avusturya’nın eski
kralı II. Josef’e ait tunçtan dökülmüş ve at üzerine binmiş bir heykelin yapım aşamasında
olduğunu kaydeder. Ayrıca elçi, Viyana kuşatmalarından kaldığını düşündüğü yeniçerilere
benzer bir takım taştan oyulmuş yüz figürlerini kale içinde bir evde gördüğünü
sefâretnâmesine kaydeder120. Elçi, Viyana’da bulunan Kral Hazinesi, Arsanhâne ve Şamrun
Bahçeleri’ni gezmiş, bu gezinin kendisinin içini ferahlattığını ve bu yapılardan etkilendiğini
ifade ederr (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222; 9b-10a; Ercan, 1991: 93).
Viyana’nın sur dışındaki yerleşim yerlerini de gezen Vahid Efendi, burada bulunan
hânelerin sur içinden daha fazla olduğunu ve şehrin nüfusunun 30.000 civarında olduğunu
kaydeder. Elçi, Viyana’nın ülkenin ticaret merkezi olması nedeniyle şehirde Müslüman,
Hristiyan ve Yahudi olmak üzere çeşitli milletlerden insanların bulunduğunu, ayrıca şehrinin
etrafında çok güzel bahçe ve mesire alınları; çini, ayna ve cam fabrikalarının olduğundan
bahsederek, Viyana şehrine yakın meşhur hamamların varlındn da bahsetmektedir
(Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222: 9b-10a).
Fransa’ya elçi olarak tayin edilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, Paris şehrinden
gerek yayıldığı ve gerekse nüfusu itibarıyla Avrupa’nın en büyük şehri olarak bahseder.
Paris şehrini koruyan bir sur bulunmadığından şehir giriş ve çıkışlarında arama karakolları
kurulduğunu ve böylece şehre girip çıkan kişiler ve mallar kontrol altına alındığını
söylemektedir.
120 Sefâretnâmenin derkenarına yazılmış olan bilgi şu şekildedir; “Zaman-ı Sultan Süleyman ve vakt-i râb’i-yi
Mehmed Hân da Beç Kal’ası muhasara olunub şecaât ehl-i imândan derûn-ı kal’aya duhul edenlerin cerr-i
eşbehî olmak üzere meşhur bir yeniçerinin taştan masnû’ bir sureti kal’a derununda kain bir hânenin üzerinde
ve bir ikisinin dahi resm ü hey’etleri tasvirhânelerinde bakidir (Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi, 1222; 9b
derkenarı).
190
Muhib Efendi, Paris’te bütün evler taştan inşa edildiğini ve bunu, insanların üst üste
yaşayacakları şekilde yerleştirilen katlara bölündüğünü, apartman tarzındaki evlerin sıradan
halk tarafından kullanıldığını izah eden elçi, soylular, bakanlar, mareşaller ve bankerler
kendilerine ait müstakil evlerde kalmakta olduğunu, bu apartman dairelerinin ev sahipleri
tarafından kiraya verildiğini, eğer kiracı evden ayrılmak isterse en az bir ay önceden ev
sahibine haber vermek zorunda olduğunu, eğer haber vermez ise kanunen bir aylık kira
bedelini ceza olarak ödemek zorunda kalacağını belirtmektedir. Muhib Efendi Paris’te
görmüş olduğu ve olarak nitelendirdiği otellerde de yabancılar ikamet ettiğini
kaydetmektedir.
Elçiye göre Paris’in eski bir yerleşim yeri olduğundan Fransa’nın gösterdiği gelişime
çok ayak uyduramamıştır. Muhib Efendi, Paris’in eski mahalle ve sokaklarını tozlu yollarla
kaplı ve yazın kötü kötü kokan yerler olduğunu ancak yeni açılmış yerleşim yerlerinin temiz
ve yolların kenarlarına ağaçlar dikilerek güzelleştirildiğini söyleyerek kıyaslamada
bulunmakyadır. Elçiye göre, yol kenarına ağaç dikme âdeti İtalya’dan Framsa’ya geçmiştir.
Muhib Efendi, Paris’in içinden geçen nehrin iki tarafına belirli aralıklarla dizilmiş
taş köprülerin yapıldığından bahseder. Yayalar ve araçlar köprüleri kullandıkları vakit belli
bir ücret ödemek zorundadırlar. Elçiye göre bu vergi, krallar tarafından imtiyaz olarak kırk
yıllığına köprüleri inşa edenlere verilmiştir (Bareilles, 2012:67-68). Buradan anlaşılacağı
üzere Fransa’da yap-işlet yöntemi o tarihlerde geçerlidir.
Elçi, Paris’te suç oranı çok düşüklüğünden bahisle Paris’te polis teşkilatı çok iyi
çalışmakta olduğunu ve şehrin güvenliğinden sorumlu bir Bakan’ın olmasının da Fransa’nın
başkentindeki asayişe vermiş olduğu önemi gösterdiğini söylemektedir. Elçiye göre, Fransa
sakin ve huzurlu bir ülkedir ve Fransa’da bulunduğu zaman zarfında mahallelerde herhangi
birisinin ya da arabanın soyulduğunu hiç işitmediğini ve Paris’in asayiş ve emniyet
bakımından emin bir şehir olduğunu dile getirmektedir (Bareilles, 2012:68-71).
Avrupa’ya giden elçiler gittikleri ülkelerdeki şehirler hakkında sefâretnâmelerinde
önemli bilgiler sunar. Gerek Paris, Viyana, Berlin ve Londra gibi büyük şehirler gerekse yol
üzerinde gördükleri şehirlerin binaları, bahçeleri, yolları ve köprüleri gibi yapılarından
bahsedeler. Elçiler kaleme aldıkları sefâretnâmelerinde aynı şehir hakkında farklı
zamanlarda gördükleri için bu da bize hem elçilerin zaman içinde değişen şehir algılarıyla
gördüğü şehirlerin değişim süreçleri hakkında bilgiler verir. Elçilerin gezip gördüğü ve
geçtiği şehirleri Osmanlı coğrafyasında bulunan şehirler ile kıyalamaması da gözden
kaçmamalıdır. Sefâretnâmelerde sadece birkaç kez İstanbul’a atıf yapılması ve Batılı kâfir
191
memelektlerde gördüğü şehirleri ile kendi memeleketlerini kıyaslayamadan imtina ettiği
fikrini de öne çıkarmaktadır.
192
SONUÇ
Osmanlı Devleti XV, XVI ve XVII. yüzyıllarda Avrupa, Asya ve Afrika’da siyasî,
askerî ve iktisadî egemenlik kurmuş bir devrin en kuvvetlisi olarak algılanan bir konuma
sahipti. Osmanlıların önceleri darülcihad, diyarıküfr olarak adlandırdıkları kâfir
memleketlerde daimî elçilik ihdas etmeleri ve bir Müslüman Osmanlı’nın burada oturması
düşünülemez, Müslüman Osmanlı’nın bir ecnebi dili öğrenmesi söz konusu bile olamazdı.
Zira kâfirin dili bile küfrün dili olarak kabul ediliyordu. Osmanlı Devleti gücünün zirvesinde
iken Avrupa’da kullanılan daimî elçilik gibi bir sistemin içine girmemişti. Osmanlı,
üstünlüğünün kabulü olarak Avrupa devletleriyle tek taraflı bir diplomasi sistemi kurmuştu.
Yabancı bir ülkeye özellikle de düşman bir ülkeye elçi göndermek aşağılanma işareti olarak
algılanmaktaydı.
Osmanlı Devleti tarafından diğer devletlere fevkalade elçi gönderilmesi; padişahların
tahta geçişlerini, yani cüluslarını diğer ülkelere bildirmek, bir ülke arasında yapılmış
anlaşmanın padişah tarafından kabul edilmiş metninin iletilmesi, bir imparatorun taç giyme
töreninde Osmanlı sultanının temsili, padişah tarafından yazılan mektupların muhataplarına
ulaştırılması ve bazen de ülkeler arasında ilişkilerin geliştirilmek ve ittifaklar elde edilmesi
amaçlarıyla idi.
Osmanlı Devleti, Pasarofça Antlaşması uzun sürecek bir barış devresine girmiş, bu
durum, bir fırsata çevrilmiş ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerine hem diplomatik ilişkileri
geliştirmek hem de Avrupa’da olup bitenleri öğrenmek için elçiler gönderilmiştir. 1720
senesinde Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâreti ile
başlayan Avrupa’da olup biteni anlama serüveni, elçilerin sefâretnâmelerinde yer almış ve
Osmanlı Devleti’nin sonrası devrede yenileşmesinde temel rol oynamıştır.
Elçiler, görevli olarak gittikleri ülkelerin idarî, sosyal, askerî, iktisadî vb. konulardaki
işleyişlerini gözlemlemiş ve tetkik etmişler, müktesebatları ölçüsünde hem kendi hem de
devletin görüşlerini sefâretnâmelere yansıtmışlardır. Bunun içindir ki her sefâretnâmede
sefâretnâmeyi kaleme alan elçi “nev’-i şahsına münhasır” değerlendirmelerde bulunarak
Batı’yı anlamlandırmış ve Batı’ya bir anlam yüklemiştir. İslam kimliği ile Avrupa’ya giden
elçilerin algılarındaki en baskın unsur bu kimlik olmuş kâfir, karifistan ve frengistan gibi
nitelendirmelerle elçilerin hem resmî hem de kişisel algıları belli olmuştur.
Elçilerin kriterleri, aldığı eğitim, harcadıkları mesai, bulundukları mekân, sosyal ve
dinî faktörler olmuş, Avrupa’yı ve Batı’yı algılamaları ve ona yükledikleri anlamda
193
belirleyici olmuşlardır. Avrupa’nın maddî değerlerine hayran kalan elçiler aynı zamanda
Avrupalılara ilişkin kaleme aldıkları ifadelerle, onlara güvensizlik ve onları aşağılamaları,
kendi neztlerinde Avrupa’nın düşman olarak algılanmasını sabitleştirmiş ve her an bu
düşmana karşı zihnen ve manen tetikte olmalarının lâzım geldiğine inanmışlardır. Onlar
Batı’nın ikiyüzlü olduklarına inanmışlar ve bunu kabullenmişlerdir.
Avrupa’nın anlaşılması ve algılanmasında dönemin siyasî ve askerî olayları etkili
olmuş, barış zamanında elçilik vazifesini yerine getiren sefirler, gittikleri ülkelerde hoş
karşılanırken, savaş döneminde elçi olarak gitmek mecburiyetinde olan elçiler arzu
edilmeyen muamelelere maruz kalmışlardır. Böyle bir durum da Avrupa’ya ve Batı’ya olan
algıda önemli olmuştur.
Avrupa’ya gönderilen Osmanlı elçilerinin Batı’yı görüş biçimleri ben-öteki
anlayışına göre ortaya konulmuştur. İlk devrelerde Osmanlı elçileri için devletin içinde
bulunduğu zaafın sınırlı olduğu lakin kuvvetinin kalıcı olduğu, Avrupa’nın ise geçici galip,
keşfedilmeyi bekleyen, yabancı, egzotik, ilginç bir dünya niteliğinde olduğu düşüncesi
hâkimdir. Elbette yabancı bir dünya ve kültür ile ilk karşılaşmada hâkim olan hayranlık ve
beğeni hissi ile Avrupa’nın görünen özellikleri ve güzellikleri elçilerin dikkatini çekmiştir.
Bu nedenle Osmanlı elçileri XVIII. yüzyılın başında kaleme almış oldukları eserlerinde
öncelikle Avrupa’ya ait görünen kültürleriyle ve hazır alınabilecek insan yapımı ve maddî
bahçe, çevre düzenlemesi gibi öğelerle ilgilenmişlerdir. Çelebi Mehmed Efendi’nin getirmiş
olduğu çizimlerle ortaya çıkan Lale Devri mimarisi bunun en açık örneğidir. Bunun içindir
ki elçiler Avrupa betimlemeleri özel çaba ve gayretlerine gerek kalmadan
gözlemleyebilecekleri Avrupa’nın gözle görülen güzelliklerini çarpıcı yapı ve kurumlarını
sefâretnâmelerinde konu etmişlerdir.
Ayrıca Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin sefâretnâmesinde yer verdiği lakin
devlet adamları tarafından değer verilmediği görülen astronomi ve sağlık alanındaki
değişikliklerin göz ardı edildiği görülmektedir. Zira Osmanlı Devleti’nin Çelebi Mehmed
Efendi’nin gözlemlerine dayandırdığı Avrupaî tarzdaki modern hastanenin o devrede tespit
edilmesine rağmen kuruluşunun II. Mahmud devresinde olduğu ve bu tip kurumun da bir
asır sonra açıldığı görülmektedir.
Elçilerin siyasî anlamda ortaya koydukları hareket ve davranışlar önemlidir. Zira
1774 Küçük Kaynarca’dan sonra halifelik makamından etkin olarak yaralanması
sefâretnâmelerdeki yapılan sıralamada dikkati çekmiştir. Ahmed Resmî Efendi’nin Prusya
194
elçiliği esnasında Prusya’nın Osmanlı Devleti ile ilişki kurması bahsinde, halifeliğin
kudretini göstermek ve İslamiyet’in ne denli yüksek bir mertebe olduğu konusunu
anlatmanın önemli olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin diplomatik ilişkilerde hilafet
makamından yaralandığını ifade etmiştir.
Osmanlı elçileri ülkelerindeki aksaklıkların nasıl giderileceğine dair
sefâretnâmelerde bir takım önerilerde bulunmuştur. Ahmed Azmî Efendi, ülkesinde bulunan
rüşvet ve iltimas üzerinde durmuş, bu durumu önüne geçilmesi gereken en önemli problem
olarak görerek Osmanlı Devleti’nin bu hoş olmayan durumun ortadan kaldırması
gerekliliğinden söz etmiştir. Prusya’da rüşvet ve iltimasın önüne geçilmiş olmasının sebebini
devlet memurlarının maaşlı olmaları ile ilişkilendirmiştir. Onun tavsiyesi, hem devlete hem
de halka zarar veren makam sahiplerinin bir an evvel görevden el çektirilmesi şerefli ve işini
iyi yapan bürokratların cesur olması lazım geldiği ve başıbozukluğa ve zulüme müsaade
edilmemesi olup, üstü kapalı olarak yeniçeri ocağının atıfta bulunmuştur.
Elçilerin sefâretnâmelerinde askerî anlamda bir yenileşmenin ilk nüvelerine
rastlanmıştır. Elçiler bulundukları ülkelerde kendi askerî sistemlerine entegre edebilecekleri
konular üzerinde durmuşlardır. I. Mahmud saltanatında Avrupa ülkelerine gönderilen elçiler,
tespit ettikleri askerî sistem ve teknikleri Osmanlı bürokrasisine bildirmişlerdir. Bu devrede
Avusturya’ya gönderilen Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi bulunduğu Avusturya’nın
askerî sistemini inceler bu durumu askerî bürokrasiye nakletmiştir. Mustafa Efendi,
Avusturya ordusunun işleyiş şemasına dair önemli bilgiler vermiştir. Ayrıca, Prusya’ya elçi
vazifesi ile gönderilen Ahmed Resmî ve Ahmed Azmî efendiler bulundukları ülkenin askerî
sistemi hakkında verdiği bilgilerle Osmanlı askerî ıslâhâtlarına ön ayak olmuşlardır. Bazı
ülkelerde ise Osmanlı askerî sistemlerinin örnek alındığı görülmüştür. Örneğin İbrahim
Müteferrika gitmiş olduğu Lehistan’da askerlerin yançar adı ile anıldığını ve bunun da
yeniçeriden mülhem bir isim olduğundan bahsetmiştir.
Özellikle Ahmed Azmî Efendi’nin vermiş olduğu bilgiler, Nizam-ı Cedid açısından
önemli bir kılavuz olmuştur. Her ne kadar Ebubekir Ratib Efendi de bu konuda büyük katkı
sağlamış ise de sefâretnâmesinden ayrı bir layiha sunarak bu konuyu iletme gereği
duymuştur. Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin kaleme almış olduğu sefâretnâme diğer
elçilerin sefâretnâmelerine kıyasla Osmanlı askerî yeniliğine daha çok katkı sağladığı
görülmüştür. Zira II. Mahmud Döneminde asker tespiti için yapılan nüfus sayımı, Tanzimat
Döneminde askerliğin süreli ve zorunlu askerliğin getirilmesi gibi yeniliklerin ilham vericisi
195
sefâretnâmeler göz önüne alındığında Abdurrahim Muhib Efendi olmuştur. III. Selim ile
başlayan elçiliğinin II. Mahmud Döneminde sona ermesi ve beş sene Fransa’da kalması
Muhib Efendi’yi ve Fransa Sefâretnâmesini önemli hâle getirmiştir.
Elçilerin bulundukları ülkelerde meclis, cumhur, senato gibi kavramları da
işlemişlerdir. Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi, gitmiş olduğu Fransa’da yerel
meclislerden ve oğlu Mehmed Said Efendi İsveç’te halkın yönetime katılmasından
bahsetmiştir. Fransa’ya giden Moralı Ali Efendi bu ülkede bulunan Beşyüzler ve İkiyüz
Elliler meclislerinden söz etmiştir. Bu bahisler ileride Osmanlı Devleti’nin yönetim
değişikliği için önemli bilgileri içerecektir. Bu bilgiler, 1876’da ilan edilecek Meşrutiyet
yönetiminin bir habercisi ve çekirdeği olduğu görülmüştür. Zamanında bu bilgiler Osmanlı
idarî sistemine bir etki sağlamasa da ileriki devrelerde oluşacak yönetim değişikliğine ön
ayak olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’yı örnek alarak kurdukları müesseseler ya da doğrudan
Avrupa’dan ithal ettikleri kurumlar, geldikleri yerin arka görünümüne sahip olmaması ve
yerli kültürle çatışması neticesi kalıcı olamamıştır. Lakin Osmanlı devlet adamları 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra kendilerini yenilgiye uğratan Avrupa’nın
zaferlerinin sırrını keşfetme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu ihtiyaç, III. Selim Döneminde zirve
yapmıştır. İlk kaşılamada hâkim olan görünür güzelliklere ve maddî müesseselere hayranlık
hissi, zamanla yerini, bu güzellikleri oluşturan Batı medeniyeti şekline bırakmıştır. Onlar,
Avrupa Medeniyetinin ve kurumlarının arka planındaki düşünsel ve toplumsal özellikleri
keşfetmek için bu medeniyetin nizamını daha kuşatıcı ve sistematik olarak anlatmaya
başlamışlardır. Devletin kalıcı yenilgiler aldığını gören ve Batı’nın kurumlarının
üstünlüğünü fark eden elçiler, ülkelerinin yeniden kalkması amacı için önemli gördükleri
idarî, malî, siyasî ve askerî kurumlara eserlerinde daha fazla yer vermeye başladıklarına
tanık olunmuştur.
Osmanlı Devleti’nin fevkalade ya da daimî elçileri ülkelerini en iyi şekilde temsil
etme çabası içinde olmuşlardır. Çelebi Mehmed Efendi’nin Malta esirleri konusundaki
diplomatik tavrı ve hareketi devletinin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Mehmed
Efendi gerektiğinde Fransız devlet adamlarının elçiye karşı göstermiş olduğu diplomatik
nezaketsizliği bertaraf etmekten çekinmemiştir. Çelebi Mehmed Efendi’den 82 yıl sonra
Fransa’ya elçi olarak tayin edilen Mehmed Said Hâlet Efendi de diplomatik nezaketsizlik ile
karışlaşmış, selefinde olduğu gibi Hâlet Efendi de Osmanlı Devleti’nin itibarının elçi
196
üzerinden ayaklar altına alınmasına izin vermemiş ve Talleyrand’a karşı dik durmayı
bilmiştir. Bu durum göstermektedir ki Osmanlı elçileri gittikleri ülkelerde her ne kadar
birtakım acemilikler, aldatmalar ve nezaketsizliklerle karşılaşmış olsalar da temsil ettikleri
devletin onur, şeref ve haysiyetini daima korumayı bilmişler ve ona göre bir tutum
geliştirmişlerdir.
Osmanlı elçilerinin bulundukları Avrupa ülkelerine güvenmemeleri de onların ortak
noktalarından biri olmuştur. Elçilerin Müslüman olmaları, onları “kâfir” olarak
nitelendirmeleri onlara ilşkin güvensizliğin sebebi olmuştur. Avrupa ülkelerinin hile ve
desiselerine dikkat çeken elçiler, karşı bir politika oluşturmaya özen göstermişlerdir. Elçiler,
bahsi geçen hususta kendi hükümdarlarından ilham ve cesaret almışlardır.
Elçilere göre Avrupa ülkeleri coğrafya ve denizi dolayısıyla ekonomileri arzu edilen
seviyede olmakla birlikte, ülkeleri ile kıyaslanacak olursa yoksulları oldukça fazladır. Çünkü
kendileri Müslümandır. Elçiler bilimsel, teknolojik ve fen ile ilgili icat ve keşifleri heyecan
ve hayretle gözlemlemişler, onları adlandırmada güçlük çekmişlerdir. Zira İslâm olan
Osmanlı’nın gâvur olan Avrupa’dan alacakları bir şey bulunmamaktadır. Elçiler, sağlıkla
ilgili kurumlarda da tıbbî meseleler, tıp aletleri, kadavralar ve bal mumundan yapılmış çeşitli
tıp maketlerine de tanık olmuşlar, onların bu tanıklıkları, sonrası hayata geçirilecek olan
sağlığa ilişkin reformların kapısını aralamıştır. Elçiler, gördükleri hastane ve sağlık
binalarının içindeki ekipmanları tarif etmişler ve gelişen yenilikleri de anlatmışlardır. Çelebi
Mehmed Efendi, Amerika Kıtası’ndan ve Fransız sömürgelerinden gelen bitkilerin ilaç
yapımında kullanıldığından dahi bahsetmiştir. Avrupa’da uygulanan sağlık kurallarından
birisi de II. Mahmud Döneminde resmiyet kazanacak olan karantina uygulaması olmuştur.
Hastanede, hasta kayıtlarının uzun süreli tutulup muhafaza edildiğinin, özel oda ve tedavi
sisteminin, bebek maketleri ile verilen ebelik eğitiminin, hafta hafta çocukların gelişiminin
incelenmesi için kadavraların saklandıklarının belirtilmiş olması ileriki süreçte Osmanlı
sağlık reformuna ışık tutmuştur. Fransız tıp okulları hakkında verilen malûmat Tıbhâne-i
Âmire veya Dârü’t-Tıbb-ı Âmirenin açılmasına ilham olmuştur.
Osmanlı elçileri gittikleri bütün ülkelerde ilgi görmüşler, halk onları sokakları
doldurarak ilgi ve alaka içinde karşılamışlardır. Elçiler, opera, komedya ve maskeli balo gibi
güzel sanatları hayret ve merakla anlatmışlar, ayrıntılı tasvirler yapmışlardır. Tabi ki bu
güzel sanatlar ile ilgili anlatımlar ve tasvirler Osmanlı kültür ve toplumsal yapısına uygun
197
olmadığı için edinilmesi önerisinde bulunulmamıştır. Bu hususlar ancak Meşrutiyet’ten
sonra kabul görecek ve toplumda karşılık bulacaktır.
Netice itibarıyla sefâretnâmeler bir bütün halinde tetkik edildiğinde muhtevaları
birçok bilim dalını içine almıştır. Tarih, coğrafya, sosyoloji, fizik, kimya vb. bilim dalları
için dönemi içinde zengin bir bilgi kaynağına sahip olan bu eserler, Osmanlı elçilerinin
“Türk” ve “Müslüman” kimlikleriyle gönderildikleri ülkelerin âdet, gelenek ve göreneklerini
yazıya geçirmiş önemli malzemelerdir. Dolayısıyla devam eden süreçte ve Osmanlı
modernleşmesinde, sonrası hayata geçirilecek olan ıslâhâtlar için sefâretnâmeler kılavuz
işlevi görmüştür. Onlar, çağdaş-laik eğitimin ve toplumsal değişimin ilk nüvesi olmuşlardır.
198
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
Topkapı Sarayı Müzesi Arşiv Evrakı
BOA, TS.MA.e. 450-21. H. 27-05-1146.
BOA, TS.MA.e, 456/27. H. 29.12.1143
Hatt-ı Hümayun Evrakı
BOA. HAT. 2/56. H. 25.08.1149.
BOA. HAT. 142/5876. H.25.04.1213.
BOA. HAT. 195/9733. H. 29-12-1206
BOA. HAT. 194/9553. H. 29-12-1206.
BOA. HAT. 201/10335. H. 28.01.1206.
BOA. HAT. 262/15702 H. 29.12.1218.
Ali Emiri Ahmed III
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 223/21491. H. 29.03.1143.
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 223/21549. H. 29.03.1143.
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 225/21747. H. 29.12.1143
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 226/21775. H. 19.03.1143
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 229/2203. H. 29.05.1116
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III. 1/14. H. 18.03.1143
BOA. Ali Emiri. AE.SAMD.III 226/21805. H. 19.03.1143.
Ali Emiri Mustafa III
BOA. Ali Emiri. AE.SAMT.III. 28/1948. H. 29.ç12.1171.
Cevdet Hariciye Tasnifi
BOA. C.HR. 20/973. H-10.03.1218.
Şûrâ-yı Devlet Maruzâtı
BOA. Y.PRK.ŞD. 3/33. H. 29.12.1320.
Cevdet İktisad
BOA. C.İKTS. 21/1018. H. 13.07.1157.
Yazma ve Matbu Sefâretnâmeler
Ahmed Azmi. (1205). Sefâretnâme-i Prusya. İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi Yazma
Eserler. Nu: 09990.
199
Ahmed Refik. (1331). Moralı Ali Efendi’nin Paris Sefâreti. Tarih-i Osmanî Encümeni
Mecmuası. İstanbul.
Ahmed Refik. (1334). 1131’de Viyana Sefir-i Azimi. Tarih-i Osmani Encümeni. İstanbul:
Hilal Matbaası. (40).
Fransa Sefâretnâmesi, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphânesi Nu: 01733.
Kilisli Mehmed Emin Vahid Paşa. (1222). Sefâretnâme-i Seyyid Vahîd Efendi. Süleymaniye
Kütüphânesi. Esad Efendi koleksiyonu. Nu: 91.
Mehmed Efendi. (1841). Relation de l'Ambassade de Mohammed Effendi (Texte Turk), a
l'usage des élèves de l'École Royale et spéciale des langues orientales vivantes
Chrestomathies orientales. France: Typographie de Firmin Didot Frères.
Mehmed Efendi. (1283). Sefâretnâme-i Fransa. İstanbul: Matbaa-i İlmiye-i Osmaniye.
Moralı es-Seyyid Ali Efendi Sefâretnâmesi. (1329). İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekası
Matbaası.
Mustafa Rasih Efendi Sefâretnâmesi. İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Koleksiyonu. Nu.
05084.
Sefâretnâme-i Abdurrahim Muhib. (1236). Bayezid Kütüphânesi. Veliyyüddin Efendi
Kolleksiyonu. V.3425.
Sefâretnâme-i Ahmed Resmî. İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphânesi. Nu. 01319.
Sefâretnâme-i Ahmed Resmî. (1303). Kostantiniyye: Kütüphâne-i Ebuzziya.
Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi. İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphânesi. Nu.
6096.
Sefâretnâme-i Mehmed Efendi. (1283). İstanbul: Matbaa-i İlmiye-i Osmaniye.
Sefâretnâme-i Mustafa Hattî Efendi. (1197). İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler
Kütüphânesi. Nu. 06095.
Sefâretnâme-i Yirmisekiz Çelebi, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphânesi Nu:
03231
Seyyid Mehmed Vahid Efendi. (1304). Fransa Sefâretnâmesi. İstanbul: Ebuzziya Matbaası.
Yusuf Agâh. (Tarih Yok). Resmî Muhabere Sûretlerini Hâvî Defter. Millet Kütüphânesi,
A.E. Tarih. Koleksiyon No: 840.
Telif ve Tetkik Eserler
1730 Patrona İhtilali Hakkında Bir Eser Abdi Tarihi. (1999). Haz. Faik Reşit Unat, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları.
200
Ágoston, G. (2016). “The Impact of the Habsburg-Ottoman Wars: A Reassessment”, Die
Schlacht von Mogersdorf/St. Gotthard und der Friede von Eisenburg/Vasvár 1664.
Ed. Karin Sperl, Martin Scheutz, Arno Strohmeyer, Eisenstadt.
Ahmed Resmî Efendi. (2011). Hulâsatü’l-İ‘tibâr (1768-1774 Osmanlı-Rus Harbi
Tarihçesi). Haz. Osman Köksal, Ankara: Gazi Kitapevi.
Ahmed Refik. (2011). Tarihi Simalar: Tesavir-i Rical. Çev. Ziver Öktem. İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
Ahmed Refik. (1331). Lale Devri. İstanbul: Kütüphane-i Askeri- İbrahim Hilmi.
Afyoncu, E; Önal, A. (2016). İbrahim Müteferrika’nın Lehistan Elçiliği ve Bilinmeyen
Sefaretnâmesi. Osmanlı Araştırmaları. 48(48), s. 105-142.
Afyoncu, E. (2022). III. Ahmed’in Hattı-ı Hümâyûnları. İstanbul: Yeditepe Yayınları.
Afyoncu, E. (2022). Tulumbacı Ocağı ve Gerçek Davud’a Dair Yeni Belgeler. Tarihin Engin
Sularında Prof. Dr. Vahdettin Engin’e Armağan. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Ağaoğulları, M. A; Köker, L. (2008). Tanrı Devletinden Kral-Devlete. İstanbul: İmge
Yayınevi.
Akal, C. B. (2016). Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı, Ankara: Dost
Kitapevi.
Aksan, V. H. (1997). Savaşta ve Barışta Bir Osmanlı Devlet Adamı: Ahmed Resmi Efendi
(1700-1783). Çev. Özden Arıkan, İstanbul; Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Aktan, B. (2019). Kara Mehmed Viyana (1665). Özer Ergenç Armaganı Cild 1.
Yayınlayanlar. Cemal Kafadar-Gönül A. Tekin. Türklük Bilgisi Araştırmaları.
Harvard University. 51, s. 147-166.
Akyavaş, B. (1993). Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin Fransa Sefâretnâmesi. Ankara:
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
Ali Reşad Bey. (2018). Fransa Büyük İhtilali Tarihi. Haz. Erol Kılınç. İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
Altınay, A. R. (2011). Tarihi Simalar, Tesavir-i Rical. Çev. Ziver Öktem. İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
Altuniş Gürsoy, B. (1997). Âmedî Galib Efendi Sefâretnâmesi. Erdem, 9(27), s. 911-942.
Altuniş Gürsoy, B. (2000). Seyyid Ali Efendi’nin Sefâretnâmesi. Erdem. 12(36), s. 711-846.
Armaoğlu, F. (1997). 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
201
Arnhart, L. (2016). Political Questions: Pollitical Philosophy form Plato to Pinker, USA:
Waveland Press.
Arı, B. (2004). Early Ottoman diplomacy: Ad Hoc Period’ in Ottoman Diplomacy. Ottoman
Ddiplomacy. Edit. A. Nuri Yurdusev. Basingstoke: Palgrave Macmillan, s. 36-65.
Arıkan. V. S. (1996). Nizâm-ı Cedit’in Kaynaklarından Ebubekir Ratib Efendi’nin “Büyük
Lâyiha”sı. Sosyal Bilimler Enstitüsü. (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Arıkan, Z. (2013). Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 43, s. 551-552.
Atak, E. (2018). Osmanlı Mimarisinde Lâle Devri Üslûbu (Anadolu'daki Yansımalar).
Journal of Turkish Studies. 13(10), s. 57-86.
Atalay, F. (2023). Lale Devri’nin (1718-1730) Türk Bahçesi Gelişim Sürecine Etkilerinin
Değerlendirilmesi İstanbul Örneği. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Düzce
Üniversitesi/Lisansüstü Eğitim Enstitüsü/Peyzaj Mimarlığı ABD, Düzce.
Atsız, B. (1980). Resmî Efendi’nin Viyana ve Berlin Sefaretnâmeleri. Tercüman 1001 Temel
Eser İstanbul: Kervan Kitapçılık.
Avaner, T. (2016). Osmanlı Devlet Yönetiminde Eski Yerine Onlara Bakmak Ya Da
Batılılaşmaya Başlarken Düzen Değişikliği Arayışları. Yüzüncü Yıl Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimeler Fakültesi Dergisi. (2), s. 225-255.
Aydoğan, S. (2021). Uygarlık Tarihinde Hitit Uygarlığının ve Kadeş Antlaşmasının Yeri.
Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 8(2), s. 129-151.
Aydüz, S. (1998). XIV.-XVI. Asırlarda, Avrupa Ateşli Silah Teknolojisinin Osmanlılara
Aktarılmasında Rol Oynayan Avrupalı Teknisyenler (Tâife-i Efrenciyân). Belleten.
Ankara. Türk Tarih Kurumu. 62(235), s. 779-830.
Aydüz, S. (2006). XV. ve XVI. Yüzyılda Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi. Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Aytaçoğlu, L. Z. (1993). İstanbul Lâle Devri (1703-1730). (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi): Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/Arkeoloji ve Sanat Tarihi
ABD, Ankara.
Azmzâde Refik Bey. (2023). İttihâd-ı İslâm ve Avrupa. Haz. Tarık Özçelik. İstanbul: Dün
Bugün Yarın Yayınları.
Bahaeddin, Türkçe Lügat, Saçakçıyan Matbaası, İstanbul, 1330.
202
Bareilles, B. (2018). Fevkalade Büyükelçi Abdurrahim Muhib Efendi Paris’te Bir Türk
(1806-1811). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
Başar, F. (2010). Çirmen Savaşı’nın Balkan Tarihindeki Yeri. Güneydoğu Avrupa
Araştırmaları Dergisi. (12), s. 51-55.
Başkan, Y. (2017). Orhan Bey’in Bizans İmparatoru Kantakuzeneos’un Kızı Theodora ile
Evliliği. Tarih Dergisi, İstanbul. (66), s. 47-61.
Behdad, A. (1992). The Oriental(ist) Encounter: The Politics of Turquerie in Molière.
L'Esprit Créateur. 32(3), s. 37-49.
Berkes, N. (2018). Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Beydilli, K. (1991). Avrupa. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye
Diyanet İşleri Yayın Evi. 4, s. 135-151.
Beydilli, K. (1999). Islahat. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları. 19, s. 174-185.
Beydilli, K. (2007a). Prut Antlaşması, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 34, s. 359-362.
Beydilli, K. (2007b). Sefaret ve Sefaretnâme Hakkında Yeni Bir Değerlendirme. Osmanlı
Araştırmaları. 30(30), s. 8-30.
Beydilli, K. (2017). II. Murad’ın Eşi Sırp Prensesi Mara Branković (1418-1487). Osmanlı
Araştırmaları. 49(49), s. 383-412.
Beydilli, K. (2019). İki İbrahim: Müteferrika ve Halefi. İstanbul: Kronik Kitap.
Bilge, S. M. (2023). Osmanlı Çağı’nda Kafkasya ve Kafkasyalılar (1454-1829 (Tarih-
Toplum-Ekonomiler. C. I, İstanbul: Kitabevı.
Bilim, C. (1990). Ebubekir Ratıb Efendi, Nemçe Sefâretnâmesi. Belleten. Ankara: Türk
Tarih Kurumu Yayınları. 54(209), s. 261-296.
Bilim, C. (2019). Osmanlı Dış İlişkileri: Sefâretnâmeler Elçilikler-Antlaşmalar. İstanbul:
Onbir Yayınları.
Birecikli, İ. B. (2011). Amerika’nın Kuruluşu ve ABD-Avrupa İlişkileri (1776-1876),
History Studies. ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı, s. 81-103.
Birinci, A. (2006). Osmanlı Devleti’nde Matbuat ve Neşriyat Yasakları Tarihine Medhal.
Türkiye Araştırmaları Literatürü Dergisi. (7), s. 291-349.
Bişgin, O. N. (2016). Seyyid Ali Efendi’nin Fransa Sefareti (1797-1802). (Yayınlanmamış
Yüksel Lisans Tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/Yakınçağ
Tarihi ABD, İstanbul.
203
Black, J. (1991). The Thirty Years' War. Teaching History. S. 63, 44-46.
Bonney, R. (2002). The Thirty Years' War 1618–1648. USA: Osprey Publising.
Bushkovitch, P. (2016). Rusya’nın Kısa Tarihi. Çev. Mehmed Doğan. İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları.
Câbî Ömer Efendi. (2003). Câbî Tarihi I-II. Haz. Mehmed Ali Beyhan. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınevi.
Can, M. (2019). Elçi Kara Mehmed Paşa Örneği Üzerinden Osmanlı Diplomasi Teşrifatına
Dair Bir Analiz. “Tarihin İzinde Bir Ömür” Prof. Dr. Nuri Yavuz’a Armağan.
Ankara: Berikan Yayınevi, s. 241-264.
Ceran, İ. (2014). XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Fransız İlişkileri, Kanuni Sultan
Süleyman-I. François İttifakı. Turkish Studies. 9(2), s. 391-427.
Cevrioğlu, M. H. (2019). Sultan IV. Murad Döneminde Viyana’da Osmanlı Elçileri. Taras
Shevchenko 4th Internatıonal Congress On Socıal Sciences, s. 140-151.
Clark, G. N. (1928). “War Trade and Trade War, 1701-1713”, The Economic History
Rewiew, 1(2), s. 262-263. http://www.jstor.org/stable/2590335 (Erişim Tarihi:
01.12.2021).
Clark, S. G. (2008). “The Nine Years War, 1688–1697”. Ed. J. S. Bromley. The New
Cambridge Modern History.
Coakley, R. W., Conn, S. (2010). The War of the American Revolution, Narrative,
Chronolohy and Bibliography. Washington: Center of Military History United States
Army.
Çağlar, E. (2023). Napolyon’un Peşinde Bir Osmanlı Seyyid mehmed Emin Vahîd Efendi ve
Fransa Sefâretnâmesi. İstanbul: Telemak Kitap.
Çakmak, A. (2020). Türk Dışişleri Teşkilatının Gelişimi: Hariciye Nezareti. İstanbul:
Ötüken Yayınevi.
Çakı, F. (2011). Türk Sosyolojisinde Bir Geleneksel Düşünce Kaynağı Olarak
Sefâretnâmeler: Kapıcıbaşı Nişli Mehmed Ağa’nın Rusya Sefâretnâmesi Örnek Olay
İncelemesi. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 13(2), s. 15-29.
Çapan, Z. G. (2015). Avrupa’yı Ararken, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, 23(2), s.
27-40.
Çavdar, N-Karcı, E. (2016). XIX. Yüzyıl Sonları ve XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı
Devleti’nde Frengi ile Mücadele Kapsamında Yapılan Yasal Düzenlemeler.
204
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 11(2), s. 157-
176.
Çelik, Y-Yeşil, F. (2023). Osmanlı Modernleşmesinde Tereddüt ve Teceddüt Yılları (1768-
1908). İstanbul: Vakıf Bank Kültür Yayınları.
Çögenli, H. (2011). Princeton Üniversitesi (Amerika) Fırestone Kütüphânesi’nde Bulunan
Tezhibli Bir Kurân-ı Kerîm’in Tahlili. (Yayınlanmamış Yüksel Lisans Tezi). Atatürk
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/İslam Tarihi ve Sanatları ABD, Erzurum.
Çulluk, S. (2017). Büyükelçi Uyardı Ama “Eşek Herif” Olmaktan Yine de Kurtulamadı.
Tarih Dergisi. (https://tarihdergi.com/18-yuzyilin-son-diplomasi-skandali/) (E.T.
22.08.2023).
Davidies, N. (1996). Europe: a History. Oxford University Press: Newyork.
Demir, Y. (2013). XIX. Asır Türk-Fransız İlişkilerinde Dönüm Noktası: Napolyon’un
Mısır’ı İşgali ve Sonrası Oluşan Diplomatik Durum. 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum.
3(5), s. 130-146.
Döğüş, S. (2008). Osmanlılarda Gaza İdeolojisinin Tarihi ve Kültürel Kaynakları. Belleten.
Ankara: Türk Tarih Kurumu. 72(265), s. 817-888.
Durmuş, A. (2022). XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarda Tezhip Sanatında Osmanlı
Modernleşmesinin İzleri: Osmanlı Sarayında Türk Rokokosu Üslûbu ve Ser-
Mücellidân-ı Hassa Hezargradlı Zâde Es-Seyyid Ahmed Atâullah. Milli Saraylar
Dergisi. (22), s. 80-99.
Dyk, G. V. (2017). The Embassy of Soliman Aga to Louis XIV: Diplomacy, Dress, and
Diamonds. Electronic Melbourne Art Journal, s. 1-19.
Eberhard, W. (1947). Çin Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Ekinci, E. B. (2018). Fratricide in Ottoman Law. Belleten. 82(295), s. 1013-1046.
El-Haj, R.A.A. (2018). Modern Devletin Doğası 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı
İmparatorluğu. Çev. Oktay Özel-Canan Şahin. Ankara: İmge Kitabevi.
Emecen, F. M. (2018). Matruşka’nın Küçük Parçası: Nevşehirli Damat İbrahim Paşa
Dönemi ve “Lale Devri” Meselesi Üzerine Bir Değerlendirme. Osmanlı
Araştırmaları. 52(52), s. 79-98.
En-Nâşif, H. (1993). Semitik (Sami) Dillerde Şahıs İsimleri. Antakiyat, Çev. Ferhat Yılmaz.
3(2), s. 292-304.
Enrique D, Virginia, D., J. C., Tuma. (2000). “Europe, Modernity and Eurocentrism”,
Nepantla: Views form South, 1(3). Duke University Press, s. 465-478.
205
Ercan Y. (1991). Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi’nin Sefâretnâmesi. Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. Ankara:
Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 73-125.
Ercan, H, O. (2024). Cânibî Ali Paşa Habsburg Viyanası’nda Son Osmanlı Büyük Elçisi
(1740-1741). İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları.
Erdem, G. (2008). Osmanlı İmparatorluğu’nda Sürekli Diplomasiye Geçiş Süreç.
(Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara: Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Eren, E. (2021). Geleneksel Diplpmasiden Modern Diplpmasiye Diplomasinin Traihsel
Evrimi. Uluslararası Eşitlik Politikası Dergisi. 1 (1), s. 32-55.
Ergenç, Ö. (1999). Osmanlı Klasik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar.
Osmanlı. Editör: Güler Eren. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Ermus, C. (2022). The Great Plague Scare of 1720: Disaster and Diplomacy in the
Eighteenth-Century Atlantic World. Cambridge University Press.
Eroğlu, H. (2002). Klasik Dönemde Osmanlı Devleti’nin İstihbarat Stratejileri. Tarih
Araştırmaları Dergisi. 22(34), s. 11-33.
Eşel, G. (2022). Lale Devri Sefaretnamelerinin Osmanlı Modernleşmesindeki Yeri. Asya
Studies. 6(2), s. 41-46.
Evliyâ Çelebi. (2011). Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Viyana, Eflak-
Boğdan, Bükreş, Ukrayna, Kırım, Bahçesaray, Çerkezistan, Dağıstan, Kalmukistan,
Saray, Moskova. Haz. Seyit Ali Kahraman. 7. Kitap. İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Fisher, S. N. (2014). Sultan Bayezid Han 1481-1512. Çev. Hazal Yalın. İstanbul: Kitap
Yayınevi.
Freeman, E. A. (1882). Historical Geography of Europe. Volme 1. New York: Scribner And
Welford.
Galanti, A. (1947). Türkler ve Yahudiler: Tarihi, Siyasi Tetkik. İstanbul: Tan Matbaası.
Gallouédéc L.-Maurette, F. (1340). Avrupa Coğrafyası. Çev. Ali Macid. İstanbul: Matbaa-i
Amire.
Gencer, A. İ. (1998). Abdurrahim Muhib Efendi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
İstanbul: Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 1, s. 292-293.
Gencer, B. (2019). Gelenekten Modernliğe Osmanlı. İstanbul: Ketebe Yayınları.
Genç, M. (2010). Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi. İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
206
Gerçek, S. N. (1939). Türk Matbaacılığı I: Müteferrika Matbaası. İstanbul: Devlet Basımevi.
Gezer, Ö. (2024). Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Elçiliği. Belleten. 88(311).
S. 147-183.
Gezer; Y. (2015). Yazma Eserler Işığında Patrona Halil İsyanı Hakkında Yeni Bir
Değerlendirme, III. Uluslararası Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu, İstanbul.
Giritli, İ. (1989). Fransız İhtilâli ve Etkileri. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 5(15), s.
539-550.
Green, J. R. (1877). History Of Europe. James Campell&Son: Toronto.
Göçek. F. M. (2023). Osmanlı’da Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü. İstanbul:
Fol Yayınları.
Goff, J. L. (2020). Avrupa’nın Doğuşu. Çev. Timuçin Binder. İstanbul: Literatür Yayınları.
Guarisco, T. (2017). Un Ambassadeur Ottoman À Toulouse Sous La Régence. France:
Histoire Et Civilisations Modernes Et Contemporaines 1ère Année.
Gülsoy, U. (2000). Osmanlı Gayrımüslimlerinin Askerlik Serüveni. İstanbul: Simurg
Yayınları.
Gümüş, İ. (2019). “Lütfi Paşa’nın Asafname’si Üzerine İktidarın Denetimi Bağlamında
Söylem Çözümlemesi”. Karadeniz Araştırmaları. 16(62), s. 284-299.
Gümüş, Ş. Ö. (2013). Napolyon’un Mısır’ı İşgali Sırasında Osmanlı Topraklarındaki
Fransızlar. Tarih Peşinde. (9), s. 249-278.
Günay, B. (2009). Paris'te Bir Osmanlı Seyyid Abdürrahim Muhib Efendi’nin Paris Sefirliği
ve Büyük Sefâretnâmesi. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Günce, Ş. (2020). Osmanlı Devleti’Nde İlk Daimî Elçilikler ve Diplomasiye Etkileri.
Osmanlı Medeniyteti Araştırmaları Dergisi. 6(6). S. 101-114.
Gür, M. (2014). Osmanlı ve Cumhuriyet’te Avrupa Algısının Seyir Defteri: Seyahatname ve
Sefâretnâmelede Avrupa. I. Uluslararası Türk Kültürü Araştırmaları Sempozyumu
(Tükas 2014) Bildirileri. Nevşehir: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi
Yayınları. No:11, s. 336-344.
Gürcan, F. (2020). Sorularla Avrupa Tarihi. İstanbul: Yeidtepe Yayınları.
Gürcan, F. (2021). Osmanlı-Avusturya Rekabetinde Çasarlık İmgesi ve Zitvatorok
Antlaşması. Mavi Atlas, 9(2), s. 182-190.
Gürgen, S. Y. (2018). Devletin Kahyası, Sultanın Efendisi Mehmed Said Halet Efendi.
İstanbul: Dergâh Yayınları.
207
Hanioğlu, M. Ş. (1985). Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902).
Ankara: İletişim Yayınları.
Hassall, A. (1898). The Balance of Power 1715-1789, New York: The Macmillan Company.
Hensch, T. (1992). Imagining the Middle East. Çev. Fred A. Reed. New York: Black Rose
Books Ltd.
Herbette, M. (1997). Moralı Esseyit Ali Efendi 1797-1802 Fransa'da İlk Daimî Türk Elçisi.
Çeviren: Erol Üyepazarcı. İstanbul: Pera Turizm Yayınları.
Hildesheimer, F. (1980). La Protection Sanitaire Des Côtes Françaises Au Xvıııe Siècle.
Revue D'histoire Moderne Et Contemporaine. (27), s. 443-467.
Hof, U. I. (2017). Avrupa’da Aydınlanma, İstanbul: Literatür Yayınları.
Hobsbawn, E. (2003). Sermaye Çağı 1848-1875. Ankara: Dost Kitabevi.
İbrahim Hilmi, Haritalı Coğrafya-yı Umumiye, İstanbul, 1327.
İhsanoğlu, E. (2022). Osmanlı Modernleşmesinde İlk Adımlar: Teknoloji, Bilim ve Eğitim.
İstanbul: Ötüken Neşriyat.
İnalcık, H. (2003). Mehmed II. Türkiye Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 28, s. 395-407.
İnalcık, H. (2019). Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600). Çev. Ruşen Sezer.
İstanbul: Kronik Kitap.
İnalcık, H-Seyitdanlıoğlu, M. (2012). Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu.
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
İşpirli, M. (1995). Elçi. Türkiye Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye
Diyanet İşleri Yayın Evi. 11, s. 3-15.
John Calvin. (2004). (Edt. Donald K. McKim). United Kingdom: Cambridge University
Press.
Jorga, N. (2005). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. C. IV, Çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul:
Yeditepe Yayınevi.
Kahraman, M. A. (2018). Fransız İhtilali’nin Osmanlı İmparatorluğu’na Etkileri. Süleyman
Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi. (44), s. 62-79.
Karaçay Türkal, N. (2012). Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa Zeyl-i Fezleke (1065-22
Ca.1106 / 1654-7 Şubat 1695). (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Marmara
Üniversitesi/Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul.
208
Karagiannis, E. M. (2016). 16. Yüzyıl Fransız Şiirlerinde Türk İmajı: Ronsard, Du Bellay,
Baif, Belleau. Dünyada Türk İmgesi, Editör. Özlem Kumrular. İstanbul: Kitap
Yayınevi.
Karagöz, M. (1995). Osmanlı Devleti’nde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş
Gayretleri (1700-1839). Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırmaları ve
Uygulamaları Merkezi Dergisi. 6(6), s. 173-194.
Karakaya, Y. (1996). Mustafa Rasih Efendi’nin 1793 Tarihli Rusya Sefâretnâmesi.
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler
Enstitüsü/Yakınçağ Anabilim Dalı, İstanbul.
Karal, E. Z. (1940). Halet Efendi’nin Paris Büyük Elçiliği (1802-1806). İstanbul: Kenan
Basımevi.
Karal, E. Z. (1940). Tanzimattan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718-1839). Tanzimat I.
İstanbul: Maarif Matbaası.
Karal, E. Z. (1988). Selim III’ün Hat-tı Hümayunları Nizam-ı Cedid (1789-1907). Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Karataş, L. (2006). Nedîm Dîvânı’nda Lâle Devri Sosyal Hayatının İncelenmesi.
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi/Eğitim Bilimleri
Enstitüsü/Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı/Türk Dili ve Edebiyatı
Öğretmenliği Programı ABD, İzmir.
Karlığa, B. (1991). Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Yeni Bulunan Bir Fizik Kitabı
Tercümesi ve Onsekizinci Yüzyıl Başlarında Osmanlı Düşüncesi. Bilim Felsefe
Tarih. İstanbul: Alemdar Ofset. 1, s. 277-372.
Kaş Tüfekçi, S. (202). Türk Tezhip Sanatında Rokoko Etkisi. Lale. 1(2), s. 12-24.
Kaya, M. (2020). Protestan Reformunun Almanya’da Ortaya Çıkış Süreci. Anasay. (11),
171-187.
Kenan, S. (2010). Sosyal ve Kültürel Farklılığın Sınırlarında Osmanlılar ve Avrupa.
Osmanlılar ve Avrupa: Seyahat, Karşılaşma ve Etkileşim, Erken klasik Dönemden
XVII. Yüzyıl Sonuna Kadar. Editör: Seyfi Kenan. İstanbul: İSAM.
Keskin, C. (2023). Celaleddin Muhtar’ın “Frengi Makalatı” Risalisi Temelinde Osmanlı
Devleti’nde Frendi Sorunu ve Çözüm Arayışları. Akademik Bakış. 17(33), s. 97-117.
Kılıç, B. (2003). Yirmisekiz Mehmed Çelebi’s Travelogue And The Wonders That Make A
Scientific Centre. Travels of Learning. Editör: Roberts S. Cohen vd. Dordrecht:
Springer Netherlands. (233), 77- 100.
209
Kınlı, O. (2002). Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi. Ankara: İmge Kitabevi.
Kırel, S, Kasap Ortaklan, O. (2018). Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Osmanlı
İmparatorluğu’nu Son Ziyareti (1917). Sinecine, 9(1), s. 113-158.
Koçi Bey Risalesi. (1939). Editör: Ali Kemali Aksüt. İstanbul: Vakit Matbaası.
Kodaman, T., Akçay, E. Y. (2010). Kuruluştan Yıkılışa Kadar Osmanlı Diplomasisi Tarihi
ve Türkiye’ye Bıraktığı Miras. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi. (22), s. 75-92.
Korkut, H. (2018). Osmanlı Elçileri Gözü ile Avrupa. İstanbul: Gökkubbe Yayınları.
Köprülü, M. F. (2018). Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri. İstanbul:
Alfa Tarih Yayınları.
Kumrular, Ö. (2016). Köpekler ve Domuzlar Savaşında Kanuni’nin Batı Siyasetinin Bir İz
Düşümü Olarak Türk İmajı. Dünyada Türk İmgesi, Edit. Özlem Kumrular. İstanbul:
Kitap Yayınevi.
Kurtaran, U. (2015). Sultan Birinci Mahmud Dönemi Osmanlı-Rus Siyasi İlişkileri.
Belleten. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 79(285), s. 598-610.
Kurtaran, U. (2016). Karlofça Antlaşması’nda Venedik, Lehistan ve Rusya’ya Verilen
Ahidnamelerin Genel Özellikleri ve Diplomatik Açıdan Değerlendirilmesi. Tarih
Araştırmaları Dergisi. 35(60), s. 97-140.
Kurtaran, U. (2021). Osmanlı’da Bir Elçi Mübadelesi Örneği: Pasarofça Antlaşması’ndan
Sonra Osmanlı-Habsburg Elçi Mübadelesi. Journal of Social and Humanities
Sciences Research, 8(77), s. 317-3214.
Küçükdağ, Y. (1989). Lâle Devri’nde Konya. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Selçuk
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/Yakınçağ ABD, Konya.
Kütükoğlu, B. (1989). Ahmed Resmî. Türkiye Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
İstanbul: Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 2, s. 121-122.
Lee, S. J. (2019). Avrupa Tarihinden Kesitler 1494-1789. Çev. Ertürk Demirel. Ankara: Dost
Kitapevi.
Lefebvre, G. (2015). Fransız Devrimi. Çev. Heval Bucak. İstanbul: Hil Yayınları. Lodge, R.
(1933). Presidential Address: The Treaty of Seville (1729), Transactions of the Royal
Historical Society, (16), s. 1-43.
Levent, A. S. (1963). Siyasetnameler. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten, 10, s. 167-
194.
210
Lewis, B. (1958). Osmanlı İmparatorluğunun İnhitatı Üzerine Bazı Düşünceler. İslam
Tetkikleri Dergisi. 3, s. 161-178.
Lewis, B. (1998). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Çev. Metin Kıratlı. Ankara: Türk ATrih
Kurumu Basımevi.
Lewis, B. (2020). Hata Neredeydi? Doğu’nun 300 Yıldır Cevabını Aradığı Soru. Çev.
Murtaza Özeren. İstanbul: Kronik Kitap.
Lopez, J. C. (2018). Treaty of the Pyrenees (1659). The Encyclopedia of Diplomacy, Edited
by Gordon Martel, s. 1–4.
Lüsebrink, H. J, Reichardt, R. (1997). The Bastille: A History of a Symbol of Despotism and
Freedom. London: Duke University Press.
Luther, M. (2019). Doksan Beş Tez. Çev. C. Cengiz Çevik. İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yayınları.
Mccluskey, P. (2016). An Ottoman envoy in Paris: Süleyman Ağa’s mission to the court of
Louis XIV, 1669. Osmanlı Araştırmaları, 48 48), s. 337-355.
Mehmed Salahî, Kamus-i Osmanî, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1313.
Mehmed Zeki. (1917). Beç’de Osmanlı Sefiri. Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası. 15(47), 325-
329.
Mengüşoğlu, T. (2021). Felsefeye Giriş. İstanbul: Doğubatı Yayınları.
Merriman, J. (2020). Rönesans’tan Bugüne Modern Avrupa Tarihi. Çev. Şükrü Alpagut.
İstanbul: Say Yayınları.
Mete, A. S. (2023). Kavaldan Şeşhâneye Gülleden Fişenge Osmanlı’da Modern Silahlar;
Türk Ordusunun Modernizasyonunda Modern Ateşli Silahlar (1826-1914). İstanbul:
Ötüken Neşriyat.
Murphey, R. (1992). Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci
Teknisyenlerin Sivil ve Askeri Uygulamalardaki Rolü. Osmanlı ve Batı Teknolojisi
Yeni Araştırmalar Yeni Görüşler. Edt: Ekmeleddin İhsanoğlu. İstanbul: Edebiyat
Fakültesi Yayınevi, 1, s. 7-14.
Murphey, R. (1999). Westernisation in The Eighteenth-Century Ottoman Empire: How Far,
How Fast?. Byzantine and Modern Greek Studies. (23), s. 116-139.
Musfafa Kesbî. (2002). İbretnmâ-yı Devlet (Tahlil ve Tenkitli Metin). Haz. Ahmed Öüğreten.
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Mustafa Nâima Efendi. (1281). Tarih-i Nâima. C. 5. İstanbul: Matbaa-i Amire.
211
Oluk, F. (2011). Camiü’d-Düvel, Sultan IV. Mehmed Dönemi, Tercüme, Metin ve
Değerlendirme. (Yayınlanmamış Tarih ABD Doktora Tezi.). Erciyes
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri.
Ortaylı, İ. (2019). Avrupa ve Biz. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Osgood, H. L. (1898). The American Revolution, Political Science Quarterly. 13(1), s. 41-
59.
Osmanlı Tarihi El Kitabı. (2017). Edt. Tufan Gündüz. Ankara: Grafiker Yayınları.
Otara, A. (2011). Perception: A Guide for Managers and Leaders. Journal of Managemend
and Straregy. 2(3), s. 21-24.
Ovacık, Z. (2012). XVIII. Yüzyıl Modernleşmesine Felsefi Bir Katkı: Yirmisekiz Mehmed
Çelebi ve Semeretü’ş-Şecere Adlı Eseri. New World Sciences Academy. Elazığ. 7 (2),
s. 74-82.
Ödemiş, İ. (2013). Mustafa Efendi’nin Viyana Sefâreti ve Sefârenâmesi (Istılah-ı Nemçe)
(1730). (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Çankırı Karatekin Üniversitesi/
Sosyal Bilimler Enstitüsü/Tarih Anabilim Dalı, Çankırı.
Örnek Büken, N. (2006). Tıbbın Evriminde Anatominin Yeri ve Andreas Vesalius. Sendrom.
18(11), s. 75-82.
Öz, M. (2006.). Kuruluştan Fatih Devrine Kadar Osmanlılar ve Gazâ. Türk Modernleşme
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (14 Mayıs 2005) Bildirileri ve Makaleler. Haz. A.
Yaşar Ocak. Ankara: Kültür Bakanlığı ve Türk Ocakları Genel Merkezi.
Özbil, A. (2011). Edirne’nin Gaziler Helvası ve Helva Sohbetleri. Acta Turcica. 1(1), s. 57-
62.
Özcan, A. (1997). Hâlet Efendi (1760-1822). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
İstanbul: Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 15, s. 249-251.
Özdemir, H. (2007). Ulusal Dış Politikalar ve Jeostrateji Bağlamında “Avrupa”nın Anlamı.
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 7(1), s. 91-112.
Özgür, H.-Azaklı, S. (2001). Osmanlı’da Yangınlar ver İtfaiye Hizmetleri. Gazi Üniversitesi
İktisadi ve İdari bilimler Fakültesi Dergisi. 3(1), s. 153-172.
Özgür Koçak, Ö. (2017), XVII. Yüzyıl Osmanlı-Habsburg Diplomasi Tarihine Bir Katkı:
1664 Vasvar Antlaşması’nın Tasdik Sürecine Dair Yeni Bulgular. Divan:
Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 22(43), s. 25-88.
Özkan, S. H. (2021). Avrupa Tarihi. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Özkaya, Y. (2010). 18. Yüzyılda Osmanlı Toplumu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
212
Palmer, A. (2014). Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü Tarihi. İstanbul: Alfa
Yayınları.
Parlaz, S. (2013). Osmanlı Hânedan Evlilikleri Üzerine Bazı Notlar. Tarih Okulu Dergisi.
(15), s. 57-89.
Parrod, D. (2006). France’s War Against The Habsburgs, 1624-1659. The Politics Of
Military Failure, Politica, Guerra Y Sociedad En La Monarquía Hispánica: Política,
Estrategia Cultura En La Europa Moderna, 1500-1700. 1, s. 31-48.
Parthasarathi, P. (2019). Avrupa Zenginleşirken Asya Neden Yoksul Kaldı? Küresel
Ekonomik Ayrışma 1600-1850. Çev. Öktem Kalaycıoğlu. Ankara: İş Bankası Kültür
Yayınları.
Pedani, M. P. (2011). “Osmanlı Padişahı Adına” İstanbul’un Fethinden Girit Savaşı’na
Venedik’e Gönderilen Osmanlılar”. Ankara. Türk Tarih Kurumu Yayınevi.
Pekdoğan, S. (2024). Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’Nin Çeviri Eseri Risâle-i Frengi
Üzerine Bir İnceleme. Osmanlı Bilim Araştırmaları. 25(1), s. 137-174.
Pfeiffer, A. (2017). The Battle Of Chrıstıans And Ottomans In The Southwest Of Bačka
From The Battle Of Mohács To The Peace Of Zsıtvatorok. Istražıvanja Journal Of
Hıstorıcal Researches. (28), s. 86-104.
Polatçı, T. (2013). Osmanlı Diplomasisinde Oryantalist Memurlar: Osmanlı Belgeleriyle
Diloğlanları ve Tercümanlar. Ankara: Akçağ Yayınları.
Polatcı, T. (2011). Osmanlı Batılılaşmasında Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris
Sefaretnamesi’nin Önemi. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi. 2(2), s. 249-263.
Popkin, J. D. (2023). Yeni Dünyanın Başlangıcı Fransız Devrimi’nin Yeni Tarihi. İstanbul:
Fol yayınları.
Price, R. (2020). Fransa’nın Kısa Tarihi. Çev. Özkan Akpınar. İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi.
Principe, L. M. (2002). History of Science: Antiquity to 1700. Virginia: The Teaching
Company.
Quataert, D. (2020). Osmanlı İmparatorluğu (1700-1922). Çev. Ayşe Berktay. İstanbul.
İletişim Yayınları.
Rado, Ş. (2019). Paris’te Bir Osmanlı Sefiri Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa
Seyahatnamesi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Ramsay, D. (1792). The History of the Amercan Revolution. London.
213
Raşit Efendi. (2013). Târih-i Râşid ve Zeyli. C. II. Haz: Abdülkadir Özcan-vd. İstanbul:
Klasik Kitaplar.
Rebejkow, J. C. (2018). Voltaire, Diderot, Catherine II and the Russo-Turkish War of 1768-
1774. Journal of Historical Archaeology & Anthropological Sciences. 3(3), s. 392-
398.
Reformatıon Theology. (2004). Edt. David Bagchi and David C. Steinmetz. United
Kingdom: Cambridge University Press.
Resimli Türkçe Kamus. (1928). Haz. Heyet, İstanbul: Ahmed Kâmil Matbaası.
Roberts, J. M. (2009). Avrupa Tarihi. Çev. Fethi Aytuna. İstanbul: İnkılap Yayınevi.
Robertson, C. (2011). What Did The Moors Do For Us? Retelling Our European Stories,
Renegotiating Our Heritage. Arches Quartely. 4(8), s. 74-82.
Ronan, C. A. (2005). Bilim Tarihi [Dünya Kültürlerinde Bilim Tarihi ve Gelişmesi]. Çev.
Ekmelettin İhsanoğlu-Feza Günergun. Ankara: Türkiye Bilimsel ve Teknoloji
Araştırma Kurumu.
Rudolph, H. (2016). Yeniçağ’ın Başlangıcında İmparatorlukta Türk Elçileri-562’de İbrahim
Bey’in Elçiliği Örneğinde İktidarın Sergilenmesi, Yabancıyla Karşılaşma Tecrübesi
ve Hatırlama Kültürü. Tarih Dergisi. (63), s. 127-155.
Ricci, G. (2020). Türk Saplantısı Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi. Çev. Kemal
Atakay. İstanbul: Selenge Yayınları.
Rustenholz, A. (2012). Croisez vos Chemins. http://www.alainrustenholz.
net/2012/05/croisez-vos-chemins.html (Erişim Tarihi: 07.12.2023).
Sabev, O. (2024). İbrahim Müteferrika Ya Da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni. İstanbul:
Yeditepe Yayınları.
Sadr-ı Esbak Kâmil Paşa. (1325). Tarih-i Devlet-i Osmaniye. C. II. İstanbul: Matbaa-i
Ahmed İhsan.
Sarı, N. (2009). Mekteb-i Tıbbiye (1827-1909). Kuruluşundan Günümüze Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi 1827-1967-2007. Editör. N. Sarı, Z. Özaydın. İstanbul: Nobel Tıp
Kitapevleri, s. 7-28.
Savaş, A. İ. (2007). Osmanlı Diplomasisi. İstanbul: 3F Yayınevi.
Savaş, İ. (2014). Mustafa Hatti Efendi’nin Viyana Sefaret Raporu Üzerine. Ondokuz Mayıs
Üniveristesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 6(1). 241-260.
Sell, E. (2021). Osmanlı Türkleri. Edit. Murat Yılmaz. Eskişehir: Dorlion Yayınları.
214
Setton, K. M. (2022). XVII. Yüzyıl Dünyasında Venedik, Avusturya ve Türkler. Çev. Arif
Erbil. İstanbul: Albaraka Yayınları.
Shaffer, A. H. (1975). The Politics Of History: Writing The History of The American
Revolution 1783-1815. Chicago: Routledge.
Shay, M. L. (2009). Lale Devri ve Sonrası (1720-1734) Venedik Balyoslarının Bakışıyla
Osmanlı İmparatorluğu. İstanbul: Ark Kitapları.
Siam, V. K. (1901). The War of The Polish Succession, London: T. Fisher Unvin.
Signoli, M. (2022). History of The Plague of 1720-1722, in Marseille. La Presse Médicale.
51(3), s. 1-13.
Smith, P. (1914). The Life and Letters of Martin Luther. Cambridge: Boston and New York.
Soyluer, S. (2018). Tüfekhâne-i Âmire’yi Mamur Kılmak: Osmanlı Tüfek İmalatında
Avrupalı Uzmanların Rolü. Osmanlı Araştırmaları. 52(52), s. 267-309.
Subaşı, T. (2018). Lâle Devrine Ait Bir Islahat Takriri. Lale Devri'nde Osmanlı Devleti ve
Nevşehir. Edit. İlyas Gökhav-vd. Konya: Kömen Yayınları, s. 886-900.
Sutto, C. (1967). À l’origine des États Généraux. Revue d'histoire de l'Amérique Française.
21(2), s. 185-198.
Suzuki, T. (1994). Fransa Sefâretnâmesi Müellifi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin
Hayatına Ait Bazı Noktalar Üzerine. XII. Türk Tarih Kongresi. Türk Tarih Kurumu:
Ankara. 3, s. 1121-1124.
Stachoeski, M. (2014). Türkçe Şayka ‘Güvertesiz Bir Çeşit Savaş Kağığı’ Kelimesinin
Macar Kökeni Üzerine Bazı Düşünceler. Dil Araştırmaları. (14). 23-26.
Şahin, K. (2024). Otuz Yıl Savaşları’nın Askerî-Poltik Boyutu. Turcology Research. 79, s.
62-69.
Şakul, K. (2021). II. Viyana Kuşatması: Yedi Başlı Ejderin Fendi. İstanbul: Timaş Yayınları.
Şemseddin Sami. (1317). Kamus-i Türkî, Derssadet, İkdam Matbaası.
Tampınar, A. H. (1988). XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitapevi.
Tanör, T. (2013). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları.
Tansel, S. (1963). Yeni Vesikalar Karşısında Sultan İkinci Bayezit Hakkında Bazı
Mutalâalar. Belleten. 27(106), s. 185-236.
Tanyıldız, S. (2020). III. Selim’e Sunulan Nizam-ı Cedid Layihaları Arasında Bir
Sefaretname: Ebubekir Ratıp Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi. İnsan ve Sosyal
Bilimler Dergisi. 3(1). S. 591-607.
215
Tarih-i Raşid ve Zeyli Raşid Mehmed Efendi Çelebizade İsmail Asım Efendi. (2013). Edit.
Abdulkadir Özcan. İstanbul: Klasik Yayınları.
Tarihte Türk Haritaları. (2018). (Edt. Bülent Özükan). İstanbul: Boyut Yayınları.
Thornton, T. (2010). Bir İngiliz Tacirinin İzlemleriyle Osmanlıda Siyaset, Toplum, Din,
Yönetim. Çev. Ercan Ertürk. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Topaktaş, H. (2005). Osmanlı Sefâretnâmeleri Işığında 1730-1763 Yıllarında Osmanlı
Devleti ile Lehistan/Polonya Arasında Diplomatik İlişkiler. (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi. Karadeniz Teknik Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Trabzon.
Topaktaş, H. (2014). Polonya’nın Türkiye’deki İlk Daimî Elçiliğinin Kurulma Süreci:
Tarihsel Dinamikler. Uluslararası İlişkiler. 11 (43), s. 105-125.
Toros, T. (1968). XVII. Asırda Kahve’yi Fransa’ya Tanıtan Türk Elçisi. Hayat Tarih
Mecmuası. 11, s. 25-28.
Toqueville, A. (1856). The Old Regime and The Revolution. New York: Harper & Brothers,
Punlishers, Franklin Squarel.
Traursch, J. M. (2018). Treaty of Paris (1763). The Encyclopedia of Diplomacy. Ed. Gordon
Martel. John Wiley & Sons, Ltd. Published. DOI:
10.1002/9781118885154.dipl0285, s. 1-5.
Tuncer, H. (1979). Osmanlı Elçisi Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Viyana Mektupları (1792).
Belleten. 43(169), s. 73-106.
Tuncer, H. (1982). Eski ve Yeni Diplomasi (Doktora Tez Özeti). Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi. 31(1), s. 251-257.
Tuncer, H, Tuncer, H. (1997). Osmanlı Diplomasisi ve Sefâretnâmeler. Ankara: Ümit
Yayıncılık.
Tuncer, H. (1987). Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefaretnâmesi (1132-33
H./1720-21 M.). Belleten. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. 51(199), s. 131-
152.
Turan, N. S. (2018). İmparatorluk ve Diplomasi, Osmanlı Diplomasisinin İzinde. 3. Baskı.
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Turgut, M. (1998). Osmanlı’da Devlet Ekonomisi ve Batılılaşmadaki Yanlışlıklar. İstanbul:
Boğaziçi Yayınları.
Turhan, M. (2016). Garplılaşmanın Neresindeyiz?. İstanbul: Altınordu Yayınları.
Uçarol, R. (1995). Siyasi Tarih (1789-1994). İstanbul: Filiz Kitabevi.
216
Uçman, A. (1999). Ebûbekir Râtıb Efendi’nin Nemçe Sefâretnâmesi. İstanbul: Kitabevi
Yayınları.
Uçman, A. (2012). Ebûbekir Râtib Efendi’nin Nemçe Sefâretnâmesi. İstanbul: Kitabevi
Yayınları.
Uçman. A. (2017). Fransa Sefâretnâmesi Yirmizsekiz Çelebi Mehmed Efendi. İstanbul:
Dergâh Yayınları.
Unat, F. R. (1987). Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri. Tamamlayıp Yayınlayan: Bekir
Sıtkı Baykal. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Usta, S. (2021). Dünyayı Değiştiren Düşünürler I-II, Felsefenin Şafağı: Hint, Çin, Yunan,
Roma ve Rönesans Avrupa’sı. C. I-II. İstanbul: Kitap Yayınları.
Uzunçarşılı, İ. H. (1961). Otranto’nun Zaptından Sonra Napoli Kralı ile Dostluk
Görüşmeleri. Belleten. 25(100), s. 593-608.
Uzunçarşılı, İ. H. (1975). Tosyalı Ebûbekir Ratib Efendi. Belleten. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları. 39(153), s. 49-76.
Uzunçarşılı, İ. H. (1983a). Osmanlı Tarihi. C. I. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Uzunçarşılı, İ. H. (1983b). Osmanlı Tarihi. C. II. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Uzunçarşılı, İ. H. (1983c). Osmanlı Tarihi. C. III. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Uzunçarşılı, İ. H. (1983d). Osmanlı Tarihi. C. IV/1. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Waardenburg, J. (2007). Reform, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. 34, s. 530-533.
Wiesner-Hanks, M.E. (2019). Erken Modern Dönemde Avrupa 1450-1789. Çev.: Hamit
Çalışkan, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
Wight, M. (2005). Four Seminal Thinkers in İternational Theory: Machiavelli, Groitus,
Kant, and Mazzini. New York: Oxford.
Wilson, P. H. (2008). The Causes of the Thiryt Years War 1618-1648. English Historical
Review. Oxford Universty Press. CXXIII. (doi:10.1093/ehr/cen160).
Wrigth, D. F. (1994). Martin Bucer: Reforming Church and Community. Cambridge: Boston
and New York.
Yalçınkaya, M. A. (2002). XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-
1789). Türkler. Edit. Hasan Celal Güzel-Kemal Çiçek-Salim Koca. Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları. 12, s. 479-511.
217
Yalçınkaya, M. A. (1996). Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak
Sefaretnamelerin Kaynak Defteri. OTAM Ankara Üniveristesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. 7(7), s. 319-338.
Yenidünya, S. (1998). Mehmed Sait Hâlet Efendi Hayatı İdari ve Siyasi Faaliyetleri (1760-
1822). (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi/Tarih Anabilim Dalı,
İstanbul.
Yardım, M. (2022). Batı Muhayyilesinde Türkofobik Unsurlar ve Ötekileştirme Süreci.
Selçuk Türkiyat. (52), s. 411-427.
Yeşil, F. (2011). Aydınlanma çağında bir Osmanlı kâtibi: Ebubekir Râtib Efendi, (1570-
1799). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Yeşil, F. (2020). Ahmed Azmi Efendi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Türkiye Diyanet İşleri Yayın Evi. Ek-1.
Yeşilyurt, E. (2017). Osmanlı Sefirlerinin Gözünden Rusya. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi). Ordu Üniversitesi/ Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD, Ordu.
Yıldırım, M. Z. (2002). 1724-1727 İran Seferleri Sırasında Askeri Hazırlıklar ve
Aksaklıklar, Sosyal Bilimler Dergisi. Afyon: Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 4(1), s. 139-153.
Yıldız, A. (2019). Türk Tarihyazımı Üzerine Eleştirel Bir Deneme-Yirmisekiz Çelebi
Mehmed Paris’e Neden Gitti?. Toplumsal Tarih. (307), 78-83.
Yıldız, A. (2023). Osmanlı’da Kriz ve İsyan Sultanın Düşüşü. İstanbul: Fol Yayınları.
Yıldız, F. (2018). Papa II. Pius’un Fatih Sultan Mehmed’e Mektubu. Ankara: Akçay
Yayınları.
Yıldız, K. (2014). Yeni Belgeler Işığında Tulumbacıbaşı Gerçek Davud Ağa ve Tullumbacı
Şeritçiçleri Esnafı. Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe İsmial E. Erünsal’a
Armağan. İstanbul: Ülke Armağan.
Yılmaz, G., Akman, S. (2019). Osmanlıdan Günümüze Helvalar ve Helva-i Gazi’nin
Gastronomik Değeri. Gastroia: Journal of Gastronomy and Travel Research. 3(3),
462-469.
Yücel, Y. (1991). Reformcu Bir Hükümdar Fatih Sultan Mehmed. Belleten. 55(212), s. 79-
86.
Yüksel, H. (2007). Osmanlı İmparatorluğu’na Matbaanın Girişi ve Toplumsal Yanlılıkları.
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi/ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Gazetecilik ABD, Ankara.
218
Zinkeisen, J. W. (2019). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. C. V, Çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul.
Dijital Kaynaklar
https://www.oxfordreference.com/view/10.1093/oi/authority.20110803100235103. (Erişim
Tarihi: 22.10.2021).
https://www.britannica.com/topic/history-of-Europe (Erişim Tarihi: 06.06.2021).
The Mariam and İra D. Wallach Division Of Art, Proints and Photographs: Print Collection,
İmage İd: 58098004 (https://digitalcollections.nypl.org/items/fc44ecb0-818a-0137-
5c3e-5963a6b2f670) (Erişim Tarihi: 03.01.2024).
219
EKLER
Paris Sefiri Moralı Es-Seyyid Ali Efendi’nin Mısır’ın İşgal Edilmeyeceğine Dair İstanbul’a
Gönderdiği Takrir Ve III. Selim’in Elçi Hakkında Kendi El Yazısı İle Yazmış Olduğu “Ne
Eşek Herif İmiş” Şeklindeki Notu (BOA. HAT. 142-5876).
220
Osmanlı Devleti’nin Fransa Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Sefâretnâmesinin
1834 Tarihli El Yazma Nüshası.
Kaynak: Bibliothèque universitaire des langues et civilisations, İdentifer: MS.TURC.177
221
Osmanlı Devleti’nin Fransa Elçisi Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin, Sefâretnâme-i
Abdürrahim Muhîb adlı eserinin Veliyyüddin Efendi Kolleksiyonunun/V3435 numaralı
yazma nüshasının ilk sayfası.
222
Osmanlı Devleti’nin Prusya Elçisi Ahmed Azmî Efendi’nin Sefâretnâme-i Prusya adlı
eserinin İstanbul Üniversitesi Kütüphânesinde yer alan Yazma nüshasının ilk sayfası.
223
Ahmed Resmî Efendi’nin Avrupa’da fakirliğin nedeninin kâfirlik olarak tespit ettiği
sefâretnâmesinin ilgili sayfası (Sefâretnâme-i Resmî, 1197: 45a).
224
Ebubekir Ratib Efendi’nin Avusturyallıları “fart-ı hisset ve denâetlerinden (aşırı
cimrilik ve alçaklıklarından)” şeklinde nitelendirdiği sefâretnâmesine ait ilgili sayfa
(Sefâretnâme-i Ebubekir Ratib Efendi, nu:06096: 2b).
225
Sava Nehri Üzerine Elçi Değişminin Yapıldığı Tombaz Köprünün Çizimi (Ercan, 2024,
135).
226
Osmanlı Devleti’nin Fransa Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Kralı XV.
Louis Tarafından Kabulü İçin Basılmış Hatıra Madalyası.
227
Osmanlı Devleti’nin Fransa Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa’da
Bulunduğu Sırada Provence Merkezli Çıkan Büyük Veba Salgınına Şahit Olduğuna Dair Bir
Çizim.
Kaynak: https://www.peopleinmotion-costaction.org/portfolio-items/giancarlo-casalenukhet-
varlik-and-tunahan-durmaz-ottoman-experiences-of-epidemics-experiencingepidemics-
podcast-series-episode-7/
228
Ahmed Azmî Efendi'nin Berlin'de Kral II. Friedrich’e Nâme-i Hümâyun Sunarken (1791)
Kaynak:https://digital.staatsbibliothekberlin.
de/werkansicht?PPN=PPN766613984&PHYSID=PHYS_0001&DMDID=DMDLO
G_0001
229
Osmanlı Devleti’nin Prusya Elçisi Ahmed Azmî Efendi’nin Prusya’ya gelişi ve Osmanlı-
Prusya İttifakı İçin Bastırılmış 1791 Tarihli Madalya.
230
Osmanlı Devleti’nin İngiltere Elçisi Yusuf Agâh Efendi’nin Tiyatro’da Resmedilmiş bir
Çizimi.
Kaynak: https://www.peramuseum.org/blog/an-ottoman-ambassador-and-a-french-bulldogat-
covent-garden/1517
231
Osmanlı Devleti’nin Fransa Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin “Saray Gözle
Görülmedikçe, Tarif Edilmesi Mümkün Değildir” diye tasvir ettiği Château de Chambord.
Kaynak: https://www.worldhistory.org/Ch%C3%A2teau_de_Chambord/
232
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Adı, Soyadı : Sıddık YILDIZ
Yabancı Dili : İngilzce/Farsça
Orcid : https://orcid.org/0000-0001-9997-9623
Eğitim Durumu
Lisans : Erciyes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
Yüksek Lisans: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakınçağ ABD.
Mesleki Deneyim
Okutman : KAEÜ 2013-2016
Öğretim Görevlisi: KAEÜ 2016-(Halen)
Yayınlar:
Kitap ve Kitap Bölümleri
1- Kanar, M., Yıldız, S. (2016) "Ali Haydar Milli Terbiye", İstanbul/Türkiye: Doğu
Kitapevi.
2- Yıldız, S. (2017). 31 Mart İsyanı. Ankara: Gece Kitaplığı.
3- Yıldız, S. (2021) "Mücâhid-i Hürriyet Mahmud Şevket Paşa ve Hareket Ordusu",
İstanbul/Türkiye: Kitabevi Yayınları.
4- Yıldız, S. (2021) "1903 Yılına Ait Jandarma Nizamnamesi Layihası ve
Değerlendirmesi", Kitap: Miras ve Değişim: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e
Jandarma, Ankara/Türkiye: Berikan Yayınevi.
Makaleler
1- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2020) "Mustafa Kemal Paşa’nın Mesaî Arkadaşları
Nezdinde Türk İstiklâl Savaşını Sevk Ve İdare Eden Meclis İle
Özdeşleşmesi", Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 13 (71) pp. 265-277.
2- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2019) "Domuz ve Domuzun Gayrimüslimler Tarafından
233
Müslüman Türklere Yönelik Balkanlar’da Tahrik Aracı Olarak Kullanılması (1850-
1912)", Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal Of Internatıonal Socıal
Research, 12 (64) pp. 263-272.
3- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2018) "Mussolini İtalya’sının 1936 Yılına Kadar
Sahipolduğu Dış Politikası ve Bu Bağlamda Muhteliftürk Büyükelçilikleri
Tarafından Gönderilenyazılarda Ortaya Konulan İzlenim Veintibalar", The Journal
Of Academic Social Science Studies, (68) pp. 257-277.
4- Yıldız, S. (2017) "31 Mart İsyanı’ından Bir Olay İncelemesi: Asâr-I Tevfik Zırhlısı
Komutanı Ali Kabulî Bey’in Öldürülmesi", Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi,
1 (1).
5- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2009) "İkinci Meşrutiyet Devrinde Meclis i Mebusanca
Düşürülen İlk Kabine Kâmil Paşa Hükümeti", T.C. Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13 (1) pp. 11-24.
6- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2008) "14 Şubat 1909 Hükümet Krizi Öncesinde İngiliz
Gözüyle Osmanlı Hükümeti ve Meclis i Mebusan", Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 1 (2) pp. 372-382.
Bildiriler
1- Özüçetin, Y., Yıldız, S. (2023) "Jandarmanın Yeni Türk Devletinin Düzenine Karşıt
Hareketler Bağlamında Belli Başlı Faaliyetleri (1923-1933)", Cumhuriyetin 100.
Yılında Jandarma ve Sahil Güvenlik Sempozyumu , Ankara, Türkiye, (Mayıs 2023).
2- Yıldız, S. (2021) "Hezimetten Kutsal Savunmaya: İranlıların Gözünde Çaldıran
Savaşı Algısı", Yavuz Sultan Selim ve Dönemi Sempozyumu, İstanbul, Türkiye,
(Kasım 2021).
3- Çetin, N., Yıldız, S. (2020) "Silahın Tarihi Seyirdeki İşlevlerine Ek Bir İşlev Olarak
Televizyon Dizilerinin Başrol Oyuncusu Olması", Geçmişten Bugüne Gelenek:
Kültürel Değişme Ulusal Sempozyumu, (pp. 169-174), Ankara, Türkiye, (Mart
2020).
4- Yıldız, S. (2019) "Osmanlı Dönemi Ulak Defterlerine Örnek: İzmit Ulak
Defterleri", Uluslararası Milli Mücadelede Servetiye Cephesi ve Kocaeli Tarihi-
Kültürü Sempozyumu-VI, Kocaeli, Türkiye, (Mart 2019).
5- Yıldız, S. (2019) "H. 1148 (1735/1736)/H. 1152(1739-1740) Tarihli Trabzon Ulak
Defteri Işığında Trabzon’un Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilatındaki Yeri", I.
234
Uluslararası Karadeniz Tarihi Sempozyumu, Avrasya Üniveristesi , Trabzon,
Türkiye, (Aralık 2019).
6- Yıldız, S. (2019) "Hakkari’deki Hristiyan Tayyariler’in Bölge Halkı ile
Münasebetleri", Cumhuriyet Devrinin Bir Serhat Vilayeti Hakkâri, Hâkkari,
Türkiye, (Mayıs 2019)
7- Yıldız, S. (2018) "Yumuşak Güce Örnek: Osmanlı Devleti’nde Bulunan Ruhsatlı ve
Ruhsatsız Protestan Mektepleri", 1st İnternational Congress on People, Power
Politics, (Aralık 2018).
8- Özkoçak, V., Yıldız, S., Bektaş, Y., Gültekin, T. (2018) "Cumhuriyet Dönemine Ait
Antropolojik Bir ÇalışmaBir Fransız Tabibinin Asya’da Antropolojik Tedkikatı", 2.
Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi (INCSOS) , Kudüs, (Mart 2018).
9- Yıldız, S. (2018) "1903 Yılına Ait Jandarma Nizamnamesi Layihası ve
Değerlendirmesi", Uluslararası Dünden Bugüne Türkiye’de Jandarma ve Sahil
Güvenlik, (Mayıs 2018).
10- Yıldız, S. (2018) "1845 Yılı Temettüat Defterlerine Göre Antalya Merkez
Mahallelerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı", Uluslararası Antalya Kongresi,
Antalya, Türkiye, (Eylül 2018).
11- Yıldız, S. (2017) "1842 Yılı Nüfus Defterlerine Göre Merkez Mahallelerde Genç
Nüfusun Yaşlı Nüfusa Oranı", 9. Ulusal Yaşlılık Kongresi, (pp. 23-24), Kırşehir,
Türkiye, (Nisan 2017).
12- Yıldız, S. (2017) "Osmanlı Devleti’nin Yıkılış Sürecinde Amasya ve Merzifon’da
Yabancı Konsoloslukların Ermeni İsyancıları Üzerindeki Faaliyetleri", Uluslararası
Amasya Sempozyumu, (pp. 703-721), Amasya, Türkiye, (Aralık 2017).
13- Yıldız, S. (2013) "Sâlnâmelerde Edremid Kazası", 2. Uluslararası Kazdağları ve
Edremid Sempozyumu, (pp. 273-280), Balıkesir, (Nisan 2013).
14- Yıldız, S. (2011) "1328 1912 Yılı Almanya Prusya Konsolosluk
Defteri", Uluslararası Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu, (pp. 241-
254), Ordu, Türkiye, (Nisan 2011).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder