7 Temmuz 2024 Pazar

67

 HATIRALARDA I. DÜNYA HARBİ VE

OSMANLI DEVLETİ (OSMANLI ZABİT

VE NEFERLERİNİN GÖZÜNDEN)


I. Dünya Harbi, büyük etkileri nedeniyle, siyasî, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla detaylı olarak araştırılmıştır. Özellikle harbin yüzüncü yılının anıldığı son beş yıl içerisinde (2014-2018), bu konuya olan ilgi artmış, bunun bir sonucu olarak da birçok araştırma yapılmış, pek çok hatırat gün yüzüne çıkarılmış ve yayınlanmıştır. Harbi konu alan çalışmalarda bu hatıralardan da faydalanılmıştır. Ancak, çoğunlukla yüksek komuta kademelerindeki askerlerin hatıraları dikkate alınmış, harbin stratejik ve taktik yönetimi üzerinde durulmuştur. Düşük rütbeli askerlerin hatıraları üzerinde yeterince durulmamış, Osmanlı askerinin cephe deneyimi, yaşadıkları, gözlemleri, sıkıntıları ve bunlara bulduğu çözümler yeterince yer bulmamıştır. Değişik cephelere yönelik yapılan çalışmalarda, bu konulara bir nebze değinilse de, diğer cephelerle mukayese yapılarak Osmanlı askerinin savaş tecrübesine yönelik genel bir resim ortaya konmamıştır.

I. Dünya Harbi’ne yönelik siyasî, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla çizilen büyük resmi tamamlamak, ancak harp makinesinin dişlileri arasında ezilen sıradan askerin anlattıklarına kulak vererek mümkün olabilir. Bu çalışmada, Osmanlı askerinin harp deneyimi, kendi hatıraları kullanılarak kişisel gözlemleri üzerinden detaylı olarak incelenmiş, ayrıca askerlerin esaret deneyimi ve savaştıkları cephelerde bölge halkına yönelik gözlemleri de ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hatırat, Zabit, Nefer, I. Dünya Harbi, Cephe Deneyimi, Esaret

IV

ABSTRACT

Owing to its great impacts the World War I its political, military, economic and cultural dimensions were investigated in detail. Especially, in the previous five years (2014-2018), during which the hundreth anniversary of the World War 1 was commemorated, the interest on this subject has arisen. As a consequence, vast amount of research has been conducted and plenty of memoirs have come to light and have been published. Research on the war have made use of those memoirs. However, mostly memoirs of higher ranking military personnel were taken into account and the strategic and tactical aspects of the war were exploited. Memoirs of lower ranking soldiers were not used sufficiently; front line experiences, observations, problems they encountered and the used solutions by the Ottoman soldiers were not reported. Eventhough, some studies exploring different fronts referred to these aspects a comparison between different fronts has not been done, thus the big picture revealing the war experience of Ottoman soldiers was not formed.

To form the big picture of the World War I including the political, military, economic and cultural dimensions can be possible only by analyzing the memoirs of regular soldiers crushed between the gears of the war. In this study, military experiences of Ottoman soldiers from World War 1 has been analyzed in detail using their own observations and memoirs, also their captivity experience and observations regarding the locals of the war front was addressed.

Keywords: Memoirs, Officer, Soldier, World War 1, Warfront experience, Captivity

V

İÇİNDEKİLER

TEZ KABUL TUTANAĞI………………………………………………………… ...... I

YEMİN METNİ……………………………………………………………………. ..... II

ÖZET……………………………………………………………………………….. ... III

ABSTRACT……………………………………………………………………….. ..... IV

İÇİNDEKİLER ............................................................................................................. V

ÖNSÖZ……………………………………………………………………………… .. IX

KISALTMALAR………………………………………………………………….. XIV

KAYNAKÇA ................................................................................................................ XV

GİRİŞ………………………………………………………………………………... .... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI KAMUOYUNUN SEFERBERLİĞE VE HARBE YÖNELİK TUTUMUNUN HATIRALARA YANSIMASI

A- I. DÜNYA HARBİ’NE GİDEN SÜREÇTE AVRUPA………………………... 11

B- I. DÜNYA HARBİ’NE GİDEN SÜREÇTE OSMANLI İMPARATORLUĞU ... 14

C- OSMANLI KAMUOYUNUN ŞEKİLLENMESİNDE ETKİLİ OLAN FAKTÖRLER……………………………………………………………………….. 25

I- Balkan Bozgunu…………………………………………………………… 27

II- İngiltere Tarafından El Konulan Gemiler ve Alman Zırhlılarının Osmanlı Donanmasına Katılışı……………………………………………………………….. 31

III- Kamuoyunun Şekillenmesinde Cemiyetlerin ve Basının Rolü……………. 36

IV- Türkçülük Cereyanı ve Propaganda………………………………………... 40

V- Değerlendirme...……………………………………………………………. 48

Ç- OSMANLI PERSONEL SEFERBERLİĞİNİN HATIRALARA YANSIMASI. 50

I- Seferberlik Kararı ve Uygulanışı…………………………………………... 50

II- Neferlerin Silah Altına Alınması…………………………………………....55

III- Yedek Subayların Silah Altına Alınması……………………………………58

IV- Değerlendirme……………………………………………………………... 62

VI

İKİNCİ BÖLÜM

I. DÜNYA HARBİ’NDE OSMANLI ASKERİNİN HARP DENEYİMİ

A- HATIRALARDA KAFKAS CEPHESİ………………………………………... 64

I- Kafkas Cephesinde Harbin Seyri………………………………………….. 64

II- Sarıkamış Harekatı………………………………………………………… 70

III- Sarıkamış Harekatı Sonrasında Doğu Cephesi…………………………….. 74

a) Zayiat Oranlarının Yüksekliği…………………………………………... 76

b) Lojistik Sıkıntılar……………………………………………………….. 79

c) Sıhhi Koşullar ve Salgın Hastalıklar……………………………………. 84

IV- Bölge Halkına Yönelik Gözlemler………………………………………… 89

V- Ermeni Nüfusa Yönelik Gözlemler…………………………………..……. 91

VI- Değerlendirme……………………………………………………………... 98

B- HATIRALARDA ÇANAKKALE CEPHESİ…………………………………. 100

I- Çanakkale Cephesi’nde Harbin Seyri……………………………………... 100

II- Muharebe Ortamı…………………………………………………………. 104

a) Lağım Harbi……………………………………………………………. 111

b) Hava Harbi……………………………………………………………… 113

III- Siperlerde Hayat…………………………………………………………… 116

IV- Müttefiklerin Cepheyi Tahliyesi…………………………………………... 120

V- Lojistik Sıkıntılar…………………………………………………………... 123

VI- Osmanlı Askerinin Kahramanlığı………………………………………….. 128

VII- Cephede Yaşanan Felaketler ……………………………………………… 133

VIII-Değerlendirme…………………………………………………………….. 135

C- HATIRALARDA SİNA-FİLİSTİN CEPHESİ………………………………… 137

I- Sina-Filistin Cephesi’nde Harbin Seyri……………………………………. 137

II- Kanal Harekâtı….………………………………………………………….. 145

III- Filistin’de Mağlubiyet……………………………………………………... 151

IV- Değerlendirme……………………………………………………………... 162

Ç- HATIRALARDA IRAK CEPHESİ…………………………………………… 164

I- Irak Cephesi’nde Harbin Seyri……………………………………………. 164

II- Cephe Koşulları ve Muharebeler …………………………………………. 169

III- Lojistik Sıkıntılar…………………………………………………………... 174

IV- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ………………..……………………….. 180

VII

D- HATIRALARDA ARAP İSYANI VE HİCAZ CEPHESİ……………………. 181

I- Arap İsyanının Gelişimi…………………………………………………… 181

a) Şerif Hüseyin’in İngilizlerle Temasları ve İsyan Hazırlığı……………. 181

b) İsyanın Başlaması ve Medine Müdafaası……………………………… 189

c) Medine’yi Tahliye Düşüncesi…………………………………………. 192

ç) Osmanlı Yönetiminin İsyancılarla Temasları………………………….. 195

d) İngiliz Propagandası…………………………………………………… 197

e) Medine’nin Teslim Olması……………………………………………. 200

f) İsyana Yönelik Değerlendirme………………………………………… 201

II- Cephe Koşulları ve Lojistik Sıkıntılar……………………………………. 211

III- Suriye, Filistin, Hicaz ve Irak Bölgelerini Konu Alan Hatıralarda Araplara Yönelik Gözlemler……………..…………………………………………………… 214

IV- Değerlendirme……………………………………………………………. 222

E- HATIRALARDA AVRUPA CEPHELERİ………………………………….. 223

I- Osmanlı Birliklerinin Avrupa Cephelerine Gönderilmesi……………….. 223

II- Cephede Hayat…………………………………………………………… 228

III- Bölgeye Yönelik Gözlemler ve Kültür Şoku…………………………….. 231

IV- Değerlendirme…………………………………………………………….. 233

F- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ……………………………………………… 233

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

OSMANLI ASKERİNİN ESARET DENEYİMİ

A- DÜŞMANA ESİR DÜŞMEK…………………………………………………. 239

I- ESİR KAMPINA GİDİŞ…………………………………………………. 243

II- ESİR KAMPLARINDA HAYAT………………………………………… 247

a) Zabitlerin Esaret Hayatı………………………………………………… 247

b) Neferlerin Esaret Hayatı………………………………………………... 254

c) Memleketle Haberleşme……………………………………………….. 262

ç) Esaretin Psikolojik Etkileri…………………………………………….. 264

d) Yabancı Askerlerle İlgili Gözlemler…………………………………… 266

III- ESARETTEN DÖNÜŞ…………………………………………………… 269

IV- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ ………………………………………… 273

VIII

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

OSMANLI ASKERİNİN CEPHE VE CEPHE GERİSİNE DAİR DİĞER GÖZLEMLERİ

A- CEPHEDE DÜŞMAN PROPAGANDASI…………………………………… 277

B- YOLSUZLUK, İLTİMAS VE ADALETSİZLİKLER………………………… 283

C- ASKER KAÇAKLARI VE FİRARİLER……………………………………… 289

Ç- OSMANLI ASKERİNE YÖNELİK GÖZLEMLER…………………………... 299

D- HARBİN FELAKETLERİ ÜZERİNE GÖZLEMLER………………………… 305

I- Cephedeki Askerlerin Yaşadığı Felaketler………………………………….. 306

II- Cephe Gerisinde Harbin Felaketleri………………………………………… 311

E- HARBİN SORGULANMASI………………………………………………… 319

F- ANADOLU’YA VE MÜSLÜMAN TÜRKLERE YÖNELİK GÖZLEM VE DÜŞÜNCELER…………………………………………………………………..… 326

G- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ …………………………………………….. 332

SONUÇ……………………………………………………………………………. 337

EKLER……………………………………………………………………………. 346

EK 1: Günlük ve Hatırat Sahipleri…………………………………………………. 347

EK 2: Belgeler………………………………………………………………………. 378

EK 3: Fotoğraflar ve Resimler……………………………………………………… 388

IX

ÖNSÖZ

Tarih disiplini esas olarak, geçmişte yaşananların, onlardan kalan şahitlikler ışığında, tarihçinin zihninde yeniden inşasıdır. Tarihçi, bu inşa sırasında, geçmişten kendisine seslenen tanıklıklara kulak verir. Yani geçmişin şahitlikleri, tarihin kaynakları olur. Bu kaynaklar arasında günlük ve hatıralar özel bir yere sahiptir. Zira hatıralar tamamen kişisel bir hatırlama kaydı olup, diğer kaynakların aksine, geleceğe seslenmek için kaleme alınır. Yani hatıralar, yazılı kaynaklar içinde nesnelliği en zayıf olan şahitliklerdir. Olayları tamamen hatırat yazarının bakış açısından yansıtır. Hatıralarla ilgili diğer bir tehlike ise hatırlama sürecinin işleyişidir. Tıpkı tarihçi tarafından tarihin üretilmesi gibi, hatırat yazımı da bir yeniden inşadır. Bu inşada, kaynak olarak hafıza kullanılır. Ancak hafıza sanıldığı gibi, geçmişe ait bilgilerin sımsıkı korunduğu bir kasa değildir. Hatırlama süreci, koşullara ve zamana göre değişir. Hafıza, her zaman seçicidir ve her seçimde geçmişi yeniden inşa eder. Yani geçmiş, her hatırlanışında yeniden ve farklı biçimde inşa edilir. Bütün bu tehlikelere rağmen, hatıralar tarihçi için çok değerli ve vazgeçilmezdir. Hatırat türünün barındırdığı tuzaklar, ancak tarih yönteminin iyi seçilmesiyle aşılabilir.

Günlük ve hatıralar, kuşkusuz, tarihin her alanında çok kıymetlidir. Ancak bir harbin tarihini yazmak söz konusu olduğunda apayrı bir önem kazanır. Zira, topyekün savaş çağı harplerinin kitle ordularında sıradan askerler görünmez olur. Onlar resmi belgelerde sadece bir rakamdır. Bir muharebenin başında kaç kişi oldukları ve muharebenin sonunda kaç kişi kaldıkları önem taşır. Nasıl yaşadıkları, neler düşündükleri, nasıl öldükleri, son yemeklerinde ne yedikleri, son mektuplarında ne yazdıkları, kendileri ve çevreleri hakkında ne düşündükleri ve onlarla ilgili pek çok şey resmi belgeler ve harp cerideleri için önemsizdir. Harp makinasının dişlileri arasında ezilen bu sıradan insanlar, harbin gürültüleri arasında sesleri duyulmadan yok olup giderler. İşte hatıralar, onlardan kulaklarımıza ulaşabilen belli belirsiz seslerdir. Ancak bu seslere kulak vererek harbin esas mağduru olan sıradan askerlerin anlattıklarını dinleyebiliriz. Rakamların ötesinde harbin gerçek tarihini yazmak, ancak bu kısık seslere kulak vermekle mümkündür.

I. Dünya Harbi, tarihin gördüğü ilk topyekün harp olarak, gerek cephede, gerekse cephe gerisinde önemli değişimlere ve büyük yıkımlara yol açmıştır. Harbin yıkımından askerler kadar siviller de etkilenmiş, harp hafızalarda derin izler bırakmıştır. Bu izler de kaçınılmaz olarak günlük ve hatıralara yansımış ve böylece sessiz kitlelerin sesleri bize ulaşmıştır. Büyük Harp, üzerinde çok çalışılan, çok konuşulan, çok tartışılan

X

bir konu olmuş ve harple ilgili pek çok tablo çizilmiştir. Ancak I. Dünya Harbi’ne yönelik siyasî, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla çizilen büyük resmi tamamlamak, ancak harp makinasının dişlileri arasında ezilen sıradan askerlerin anlattıklarına kulak vermekle mümkün olacaktır.

Bu çalışmanın amacı, I. Dünya Harbi’nde Osmanlı askerinin savaş deneyimini asker hatıraları üzerinden incelemektir. I. Dünya Harbi, çok ilgi uyandıran bir konu olarak, değişik boyutlarıyla detaylı olarak araştırılmıştır. Harp konusunda yapılmış pek çok askeri tarih çalışması mevcuttur. Özellikle harbin 100. yılının anıldığı son beş yıl içerisinde konuya olan ilgi daha da artmış, yeni araştırmalar ve hatıralar yayınlanmıştır. Harbi konu alan çalışmalarda, hatıralardan da faydalanıldığı görülmektedir. Ancak, çoğunlukla yüksek komuta kademelerindeki askerlerin hatıraları dikkate alınmış, harbin stratejik ve taktik yönetimi üzerinde durulmuştur. Düşük rütbeli askerlerin hatıraları üzerine yeterince eğilinmemiş, Osmanlı askerinin cephe deneyimi, yaşadıkları, gözlemleri, sıkıntıları ve bunlara bulduğu çözümler yeterince yer bulmamıştır. Değişik cepheler özelinde yapılan bazı çalışmalarda sıradan askerin sesine kulak verilmişse de, diğer cephelerle mukayese yapılarak Osmanlı askerinin savaş tecrübesine yönelik genel bir resim ortaya konmamıştır. Bu boşluğu doldurmak için Mehmet Beşikçi tarafından yakın zamanda yapılan bir çalışma özellikle ufuk açıcı olmuştur.1 Beşikçi, yalnızca günlük ve hatıraları değil, mektup, dilekçe, ifade tutanağı gibi diğer kişisel benlik belgelerini de kullanarak, Osmanlı askerinin harp deneyimine yönelik kapsamlı bir tablo çizmiştir. Beşikçi’nin çalışması, konuyla ilgili yegane inceleme olarak, Osmanlı askerinin harp deneyimine yönelik detaylı çalışmalara bir giriş teşkil etmiştir.

Çalışmamızda, Osmanlı askerinin harp deneyimini, kendi gözlemleri üzerinden detaylı olarak incelenecek, ayrıca askerlerin esaret deneyimi ve savaştıkları cephelerde bölge halkına yönelik gözlemleri ele alınacaktır. Birinci Bölüm’de, Osmanlı kamuoyunun seferberliğe ve harbe yönelik tutumu, hatıralar üzerinden tartışılacaktır. Öncelikle ‘kamuoyu’ kavramından ne anlaşılması gerektiği, Osmanlı kamuoyunu şekillendiren unsurlar ve bu unsurların kamuoyunu ne yönde etkilediği araştırılacaktır. Bundan hareketle kamuoyunun seferberlik ve harbe giriş kararı karşısındaki tavrı ortaya konacaktır. Müteakiben, seferberliğin ilanından harbin başlamasına kadar olan süreçte Osmanlı personel seferberliği, hatıralar üzerinden incelenecektir. İmparatorluğun seferberlik havuzu iki gruptan oluşmaktadır. Bu gruplar büyük oranda kırsal kesimden

1 M.Beşikçi, Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.

XI

gelen neferler ve çoğunlukla şehirlerden gelen ihtiyat zabitleridir. Osmanlı seferberliğine yönelik inceleme, neferler ve ihtiyat zabitleri olmak üzere, iki ana başlık altında yapılacak, Osmanlı ordusunun insan kaynağını teşkil eden bu iki grubun seferberlik karşısındaki tavrı tartışılacaktır.

İkinci Bölüm’de, Osmanlı askerinin savaş deneyimi, hatıralar üzerinden incelenecektir. Bu inceleme, her cephe için ayrı bir başlık altında yapılacaktır. Öncelikle ilgili cephede harbin seyri ele alınacak ve hatıralar üzerinden cephenin stratejik ve taktik yönetimi tartışılacaktır. Müteakiben siperlerin içine girilerek sıradan askerin savaş deneyimi üzerinde yoğunlaşılacaktır. Bu deneyim; siper hayatı, muharebe ortamı, lojistik sıkıntılar, bölge halkına ve düşmana yönelik gözlemler temelinde ele alınacaktır. Bölümün sonunda Osmanlı askerinin harp deneyiminin ortak yönleri ortaya konularak genel bir resim çizilmeye çalışılacaktır.

Üçüncü Bölüm’de, harbin doğal bir parçası olan savaş esirliği konusu işlenecek ve Osmanlı askerinin esaret deneyimi hatıralar üzerinden tartışılacaktır. Bu tartışmada; düşmana esir düşme olayı, esir kamplarına gidiş yolculuğu, esir kamplarında yaşam koşulları, bölge halkına ve kamptaki yabancı ülke askerlerine dair gözlemler ile esaretten dönüş konuları üzerinde durulacaktır.

Çalışmanın son bölümünde, Osmanlı askerinin cephe ve cephe gerisine dair diğer gözlemleri değişik başlıklar altında incelenecektir. Bu kapsamda; cephede düşman propagandası, ordu içindeki iltimas ve adaletsizlikler, asker kaçakları ve firariler sorunu, harbin cephe ve cephe gerisinde yol açtığı felaketler, askerler tarafından harbin meşruiyetinin ve yönetiminin sorgulanması ile askerlerin Anadolu’ya ve Anadolu halkına yönelik gözlem ve düşünceleri ele alınacaktır.

Çalışmada Osmanlı ordusunda görev yapan değişik rütbe ve makamda 82 askerin günlük ve hatıratından faydalanılmıştır. Bunlarda 47 tanesi meslekten asker olup, 28 tanesi alay ve daha üst kademede komutanlık yapmış veya üst seviyede karargâh subaylığı görevinde bulunmuştur. Yani harbin operatif ve stratejik seviyelerinde karar mekanizmasında bulunmuşlardır. Meslekten asker olan 19 subay ise tabur ve daha alt seviyede harbe iştirak etmişlerdir. Bu subayların mesleki formasyonu ve işgal ettiği mevkiler doğal olarak günlük ve hatıralarına da yansımıştır. Üst seviyede komutanlık ve karargâh subaylığı yapan askerler harbin operatif, stratejik ve siyasî yönetimiyle ilgili gözlem ve yargılarına daha çok yer verirken, alt seviyedeki subayların hatıralarında taktik hareketler ve cephe deneyimi ağır basmıştır. Meslekten asker olan subayların tanıklıklarında ordu içindeki günlük yaşam, subay-er ilişkileri, cephedeki

XII

askerin durumu, yaşanan sıkıntılar, savaşın asker üzerindeki travmatik etkileri gibi konulara belli oranda değinilmekle beraber hak ettiği kadar yer bulmadığını söylemek mümkündür. Bu nedenle yalnızca subayların hatıraları üzerinden yapılan analizler, savaş deneyimi konusunda eksik ve yanıltıcı olabilecektir.

Çalışmada meslekten asker olmayan 25 yedek subay ve 10 erbaş ve ere ait günlük ve hatırat da incelenerek, bunların harp deneyimine dair düşünceleri analiz edilmeye çalışılmıştır. Askerlik hayatı ve harp gerçeği ile bir anda karşı karşıya kalan bu insanlara ait tanıklıklarda cephedeki askerin savaş deneyimi ile ilgili detaylı bilgiler verilirken, diğer yandan “sıradan insanın” harp konusundaki algısını ortaya koyacak önemli ipuçlarını bulmak da mümkündür. Ayrıca sivil kaynaklı olmalarından kaynaklı olsa gerek, harp ettikleri bölgelerdeki sivil halka dair önemli gözlemlerde de bulunmuşlardır. Görüldüğü gibi ikinci grup hatıralarda ağırlığı ihtiyat zabitlerine ait olanlar teşkil etmektedir. Erbaş ve erlere ait günlük ve hatıraların, bu unsurların ordu içindeki ağırlığı dikkate alındığında oldukça az olduğu görülmektedir. Bu durum, Osmanlı toplumunda okur-yazar oranının çok düşük olmasının doğal bir sonucudur. Neferlerin harp deneyimine dair tanıklıkların eksikliği, harbin kapsamlı bir resmini çizme girişiminde önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu engeli aşmanın yolu olarak yedek subaylara ait günlük ve hatıralar daha çok önem kazanmaktadır. Zira bu tanıklıklar, içinde neferlerin harp deneyimine dair önemli bilgiler içermektedir.

Ayrıca yukarıda değinilen 82 günlük ve hatıratın yanında, harp boyunca Osmanlı ordusunda görev alan 8 Alman ve bir Avusturyalı subayın hatıraları da incelenmiştir. Böylece Osmanlı askerinin harp deneyimini, onlarla beraber muharebe eden müttefik subayların gözünden değerlendirme imkânı elde edilmiştir. Değişik cephelerde Osmanlı ordusuna karşı savaşan dört İngiliz subayının hatıratı ise Osmanlı harp çabasına düşmanın gözünden bakma olanağı vermiştir.

Bu çalışma, bu konuda gösterilen bütün özene rağmen, muhakkak ki bünyesinde pek çok eksiklik barındırmaktadır. Dört sene boyunca sürmüş ve milyonlarca insanın hayatını derinden etkilemiş olan bir savaşın eksiksiz bir resmini çizme iddiasında bulunmak, mümkün değildir. Bununla beraber, bilimsel ilkeler doğrultusunda yapmaya gayret sarf ettiğimiz tespit ve değerlendirmelerle konuya bir nebze de olsa katkı yapabilmek ve yeni çalışmalara ufuk açabilmek bizim için başarı sayılacaktır.

Bu tezin ortaya çıkmasında yardımları olan tüm isimleri burada anmak mümkün değil. Ancak özellikle doktora eğitimim boyunca esirgemedikleri kıymetli emekleri ve vazgeçilmez destekleri için değerli Hocalarım Prof.Dr.S.Esin DAYI ve Doç.Dr. İsmail

XIII

EYYÜPOĞLU’na şükranlarımı arz ederim. Ayrıca her zaman güler yüzlü ve destekleyici olan Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün tüm değerli çalışanlarına teşekkürlerimi sunarım.

Doktora eğitimimin başından itibaren hiç bir konuda desteğini esirgemeyen, bilimsel bir bakış açısıyla beni yönlendiren ve bu zorlu süreci daha kolay atlatmamı sağlayan çok değerli Danışmanım Prof.Dr.Erdal AYDOĞAN’a sonsuz şükranlarımı sunmayı borç bilirim. Son olarak çalışma sürecinde kendilerini ihmal etmek zorunda kaldığımı eşim ve çocuklarıma da teşekkür ederim.

Erzurum 2020

XIV

KISALTMALAR

ATAM : Atatürk Araştırma Merkezi

ATASE Başkanlığı : Askeri Tarih Stratejik Etüt Başkanlığı

A.Ş. : Anonim Şirket

BDH : Birinci Dünya Harbi

Bkz. : Bakınız

BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi

C. : Cilt

Der. : Derleyen

DH. EUM. : Dahiliye Emniyet-i Umumiye

DH.İ.UM. : Dahiliye İdare-i Umumiye

DH.İ.UM.EK. : Dahiliye İdare-i Umumiye Ekleri

Ed. : Editör

Genkur : Genelkurmay

Haz. : Hazırlayan

HR. MA. : Hariciye Matbuat

HR. SYS. : Hariciye Siyasî

KS. : Kısım

MEB : Milli Eğitim Bakanlığı

S. : Sayı

s. : Sayfa

SBF : Siyasal Bilgiler Fakültesi

TDV : Türkiye Diyanet Vakfı

TTK : Türk Tarih Kurumu

Y. : Yıl

Yay. : Yayınlayan

XV

KAYNAKÇA

A- ARŞİVLER

1-Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı (Osmanlı Arşivi)

2-Resmi Yayınlar ve Tutanaklar

Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi I, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, İstanbul, 2013.

Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 2005.

Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri II, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 2005.

B- SÜRELİ YAYINLAR

1- Gazeteler

Cumhuriyet

İkdam

Tanin

Tasvir-i Efkar

Tercüman-ı Hakikat

2- Dergiler

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi

Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi

Askeri Tarih Belgeleri Dergisi

Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi

Atatürk Üniversitesi Atatürk Dergisi

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi

Belleten

Bilig

Boğaziçi Üniversitesi Dergisi

Cogito

Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi

Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi

XVI

Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi

Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi

Journal of Contemporary History

Middle Eastern Studies

Tarih İncelemeleri Dergisi

Tarih ve Gelecek Dergisi

OTAM

VAKANÜVİS - Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi

C- SÖZLÜK, KLAVUZ VE ANSİKLOPEDİLER

Osmanlı Ansiklopedisi (Yeni Türkiye Yayınları)

Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (Mehmet Zeki Pakalın, MEB Yayınları)

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (İletişim Yayınları)

TDV İslam Ansiklopedisi (Türkiye Diyanet Vakfı)

Türkler (Yeni Türkiye Yayınları)

D- KİTAPLAR

1- Hatıralar

Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, I, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992.

AKGÖL, Eyüp Sabri, Esaret Hatıraları, İstanbul, 1978.

APAK, Rahmi, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988.

AARONSOHN, Alexander, Türk Ordusuyla Filistin’de, Selis Kitaplar, İstanbul, 2003.

ARIKAN, İbrahim, Osmanlı Ordusunda Bir Nefer, Bir Mehmetçiğin Çanakkale-Galiçya-Filistin Cephesi Anıları, (Yay.Haz.Selman Soydemir, Abdullah Satun), Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.

ATAMAN, Halil, Harp ve Esaret, Doğu Cephesi’nden Sibirya’ya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

ATAY, Falih Rıfkı, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2004.

ARSLAN, Emir Şekip, İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları, Klasik Yayınları, İstanbul, 2005.

AYDEMİR, Şevket Süreyya, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967.

XVII

BAYRI, Mehmet Halit, Cephe Arkadaşı, Çanakkale Cephesi’nde Bir İstanbullu, (Yay.Haz.Lokman Erdemir), Timaş Yayınları, İstanbul, 2015.

BAYTIN, Arif, Sessiz Ölüm, Sarıkamış Günlüğü, (Yay.Haz.İsmail Dervişoğlu), Yeditepe Yayınevi, İstanbul ,2007.

BEYATLI, Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebi Hatıralarım, Baha Matbaası, İstanbul, 1973.

Bir Teğmenin Doğu Cephesi Günlüğü, (Yay.Haz.Bahtiyar İstekli), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.

Birinici Dünya Savaşından Kurtuluş Savaşına Bir Subayın Günlükleri, İhtiyat Piyade Üsteğmen İhsan Ulvi Efendi, (Yay.Haz.İhsan İplikçioğlu, Ömer Yıldırım), Kültür Ajans Yayınları, İstanbul, 2017.

Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare, Halil Paşa’nın Hatıraları, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul, 2018.

Kurtuluş Savaşı’nda Adalet Bakanı Ahmet Rifat Çalıka’nın Anıları, (Yay.Haz.Hurşit Çalıka), İstanbul, 1992.

CEBECİYAN, Avedis, Bir Ermeni Subayın Çanakkale ve Doğu Cephesi Günlüğü (1914-1918), Aras Yayıncılık, İstanbul, 2019.

CEBESOY, Ali Fuat, Milli Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul, 2010.

Cemal Paşa, Hatıralar, (Yay.Haz.Alpay Kabacalı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.

Cepheden Cepheye, Esaretten Esarete (Ürgüplü Mustafa Fevzi Taşer’in Hatıraları), (Yay.Haz.Eftal Şükrü Batmaz), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000.

Cephelerde Bir Ömür, Ahmet Nuri Diriker Paşa’nın Hatıratı, (Yay.Haz.Ahmet Diriker), Scala Yayıncılık, İstanbul 2010.^

ÇAKMAK, Fevzi, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi Harekâtı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2005.

Çanakkale Hatıraları, I-III, (Yay.Haz.Metin Martı), Arma Yayınları, İstanbul, 2001.

EGE, Abidin, Harp Günlükleri, Çanakkale, Irak ve İran Cephelerinden, (Yay.Haz.Cemali Yılmza), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

ERBUĞ, Merih Baran, Kaybolan Yıllar, Mülazım Ahmet Hilmi’nin Sarıkamış-Sibirya-Afganistan Hatıraları ve Hayatı, Vadi Yayınları, Ankara, 2007.

ERDEN, Ali Fuad, Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları I, Kopernik Kitap, İstanbul, 2018.

XVIII

, Çölde Son Türk Destanları, Suriye Hatıraları II, Kopernik Kitap, İstanbul, 2018.

, Paris’ten Tih Sahrasına, Ulus Basımevi, Ankara, 1949.

ERDURAN, Behçet Sabri, Cephedeki Bir Doktorun Gözünden 1915 Baharında Çanakkale, (Yay.Haz.Tamay Açıkel), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.

ERKİN, Behiç, Hatırat (1876-1958), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010.

ET-TERCÜMAN, İhsan, Çekirge Yılı, Kudüs 1915-1916, Klasik Yayınları, İstanbul, 2012.

ETİ, Ali Rıza, Bir Onbaşının Doğu Cephesi Günlüğü, 1914-1915, (Yay.Haz.Gönül Eti), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.

FALKENHAYN, Erich von, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012.

FİLMER, Cemil, Hatıralar, İstanbul, 1984.

GENİŞOL, Hüseyin Fehmi, Çanakkale’den Bağdat’a Esaretten Kurtuluş Savaşı’na, Cephede Sekiz Yıl Sekiz Ay (1914-1923), (Yay.Haz.Mustafa Yeni), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.

GOLTZ, Colmar von der, Yirminci Yüzyıl Başlarında Osmanlı-Alman İlişkileri, “Golç Paşa’nın Hatıratı”, (Yay.Haz.Faruk Yılmaz), İz Yayıncılık, İstanbul, 2012.

GUHR, Hans, Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016.

GUZE, Felix, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007.

GÜNAY, Salahattin, Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk? Suriye ve Filistin Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

Hafız Hakkı Paşa’nın Sarıkamış Günlüğü, (Yay.Haz.Murat Bardakçı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.

HAMİLTON, Ian, Gelibolu Günlüğü, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972.

Harbiyeli Bir Osmanlı Ermenisi Mülazım-ı Sani Sürmenyan’ın Savaş ve Tehcir Anıları, (Yay.Haz.Yaşar Tolga Cora), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2015.

Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin Esaret Hatıraları, (Yay.Haz.Bedrettin Görgün), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009.

Hasan Remzi Fertan’ın Harp Hatıraları (Çanakkale, Kafkas, Filistin Cepheleri ve İstiklal Harbi), (Yay.Haz.Lokman Erdemir), Bağcılar Belediyesi, İstanbul, 2016.

XIX

Hüseyin Cemal, Yeni Harp Başımıza Tekrar Gelenler, (Yay.Haz.Aziz Korkmaz), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.

İbrahim Naci, Allahaısmarladık, Çanakkale Savaşı’nda bir Şehidin Günlüğü, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2018.

İhsan Latif, Bir Serencam-ı Harp, (Yay.Haz. Burhan Göksel), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.

İLDEN, Köprülü Şerif, Sarıkamış, (Yay.Haz.Sami Önal), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

İLTER, Aziz Samih, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları, (Yay.Haz.Zekeriya Türkmen, Elmas Çelik), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007.

İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, 1985.

İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete Birmeyen Savaş, (Yay.Haz.Taylan Sorgun), Kamer Yayınları, İstanbul, 1997.

İYBAR, Tahsin, Sibirya’dan Serendib’e, Ulus Basımevi, Ankara, 1950.

Kalbimi Filistin’e Gömün, Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Vecihi Bey’in Anılarıyla Filistin Ricatı, (Yay.Haz.İlyas Kara), Yediveren Yayınları, İstanbul, 2011.

Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye, İhtiyat Zabiti Münim Mustafa’nın Harp Hatıraları, (Yay.Haz.Ahmet Yurttakal), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2018.

KANATLI, Şükrü, Irak Muharebelerinde 3’ncü Piyade Alayı Hatıraları, (Yay.Haz.Fatma İlhan), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2006.

KANNENGİESER, Hans, Çanakkale Cehenneminde 500 Alman, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2015.

KARABEKİR, Kazım, Birinci Dünya Savaşı Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011.

, Erzurum ve Erzincan’ın Kurtuluşu, Karbon Kitaplar, İstanbul, 2019.

Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, (Yay.Haz.İ.Bahtiyar İstekli), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015.

KICIMAN, Naci Kaşif, Medine Müdafaası, Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1994.

Kıyamet Koptuğunda, Hasan Cevdet Bey’in Çanakkale ve Doğu Cephesi Günlüğü, (Yay.Haz.Mutlu Karakaya), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015.

Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?, Klasik Yayınları, İstanbul, 2006.

XX

KRESSENTEİN, Friedrich Freiherr Kress von, Son Haçlı Seferi, Kuma Gömülen İmparatorluk, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007.

KUNTMAN, M.Derviş, Bir Doktorun Harp ve Memleket Anıları, (Yay.Haz.Metin Özata), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009.

KUŞÇUBAŞI, Eşref, Hayber’de Türk Cengi, (Yay.Haz.Philip H. Stoddard, H.Basri Danışman), Arba Yayınları, İstanbul, 1997.

Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid Bey’in Savaş Günlükleri, (Yay.Haz.Bahtiyar İstekli), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017.

LAWRENCE, T.E., Bilgeliğin Yedi Sütunu, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2015.

Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.

Mahmut Talat Bey, Plevne Müdafaası, (Yay.Haz.Eyüp Kul), Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2010.

Meçhul Subay, Çanakkale Cephesi’nde Bir Topçu Subayının Günlüğü, (Yay.Haz.Lokman Erdemir, İsmail Güneş), Timaş Yayınları, İstanbul 2015.

Mehmet Arif Bey, Başımıza Gelenler, (Yay.Haz.M.Ertuğrul Düzdağ), İz Yayıncılık, İstanbul, 2014.

Mersinli Cemal Paşa’nın Yaveri Yüzbaşı Cevat Rıfat Bey’in Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Dönemi Anıları, (Yay.Haz.Celil Bozkurt), Gündoğan Yayınları, İstanbul, 2016.

Mirliva Sedat, Filistin’e Veda, Yıldırım Orduları Bozgunu, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2009.

Musullu Abdülhadi’nin İzinde Bozgundan Zafere, Abdülhadi Altan’ın Güncesi, (Yay.Haz.Esat Arslan), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2005.

Mülazım-ı Sani Sivaslı Hakkı’nın Günlüğü, Çanakkale’den Kafkasya’ya, (Yay.Haz.Sevilay Özer), Asitan Kitap, Ankara, 2015.

MÜHLMAN, Carl, Çanakkale Savaşı, Bir Alman Subayının Anıları, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.

NOGALES, Rafael de, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, Yaba Yayınları, İstanbul, 2008.

ORAL, Mehmet, Hicaz Çöllerinde Bir Avuç Türk’ün Kahramanlığı, Sarıkamış, Hicaz Cepheleri ve Esaret Anıları, (Yay.Haz.Salih Özkan), Kömen Yayınları, Konya, 2012.

XXI

ÖZGEN, Mehmet Sinan, Bolvadinli Mehmet Sinan Bey’in Harp Hatıraları, (Yay.Haz.Servet Aşar, Hasan Babacan, Muharrem Bayar), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

ÖZKAN, Vehbi, Esaret Yıllarım, Asteğmen Vehbi Bey’in Sibirya’dan Kaçışı, (Yay.Haz.Bingür Sönmez), Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2017.

POMİNAKOWSKİ, Joseph, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, 1914-1918 I. Dünya Savaşı, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2014.

PRİGGE, Erich R., Liman von Sanders Paşa’nın Emir Subayı Binbaşı Erich P. Prigge’nin Çanakkale Savaşı Günlüğü, (Yay.Haz.Bülent Erdemoğlu), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

Rauf Orbay’ın Hatıraları (1914-1945), (Yay.Haz.Orhan Selim Kocaoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2005.

Rıza Paşa, Abdülhamit’in Seraskeri Rıza Paşa’nın Anıları, (Yay.Haz.Mahir Aydın), Kitabevi, İstanbul, 2012.

SABİS, Ali İhsan, Harp Hatıralarım, I - IV, Nehir Yayınları, İstanbul 1990.

SAĞLAM, Tevfik, Cihan Harbinde III. Orduda Sıhhi Hizmete Ait Küçük Bir Hülasa, Askeri Tıbbiye Matbaası, İstanbul, 1940.

SANDERS, Liman von, Türkiye’de Beş Yıl, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

SANDES, Edward.W.C., Kuşatma ve Esaretin Adı Kutulamare, Esir Bir İngiliz Subayının Anıları, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017.

Selçuk, İlhan, Yüzbaşı Selahhatin’in Romanı I, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2005.

Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı Bir Osmanlı Zabiti (1917-1918), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

SEYHAN, Hüseyin Nuri, Irak Cephesi Hatıraları, Ketebe Yayınları, İstanbul, 2018.

SORGUÇ, İbrahim, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları, İstiklal Harbi Hatıratı, Kaybolan Filistin, (Yay.Haz.Erdoğan Sorguç), İzmir, 1996.

SUNATA, İ. Hakkı, Gelibolu’dan Kafkaslara I. Dünya Savaşı Anılarım, (Haz.Kansu Şarman), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.

ŞENÖZEN, Vasfi, I. Dünya Savaşı Yılları ve Kafkas Cephesi Anıları, (Yay.Haz.Saro Dayan), Okuyan Us, İstanbul, 2003.

Talat Paşa, Hatıralarım ve Müdafaam, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006.

XXII

Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya, Savaşın ve Esaretin Günlüğü, (Yay.Haz.Mesut Uyar, Ahmet Özcan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.

Telsiz Telgraf İhtiyat Zabiti Tevfik Rıza Bey’in Çanakkale Günlükleri, (Yay.Haz.V.Türkan Doğruöz, E.Yasemin Yücetürk, Raşit Gündoğdu), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017.

TOKAD, M.Fuad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış Sibirya Günlükleri, (Yay.Haz.Jack Snowden), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

TONGUÇ, Faik, Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Yedek Subayın Anıları, (Yay.Haz.Mürşit Balabanlılar), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1999.

TOWNSHEND, Charles V.F., Mezopotamya Seferim, Kurna, Kutülamare ve Selmanıpak Muharebeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.

YALÇIN, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000.

YALMAN, Ahmet Emin Y, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim I, Pera Turizm ve Ticaret A.Ş., İstanbul, 1997.

YAZMAN, M.Şevki, Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer? M.Şevki Yazman’ın Anıları, (Yay.Haz.Kansu Şarman), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

YENGİN, Sami, Drama’dan Sina-Filistin’e Savaş Günlüğü (1917-1918), (Yay.Haz. Ahmet Tetik, Sema Demirtaş, Ayşe Seven), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007.

YERGÖK, Ziya, Sarıkamış’tan Esarete, Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları (1915-1920), (Yay.Haz.Sami Önal), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006.

2- Araştırma Eserler

ADIVAR, Halide Edip, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, İstanbul, 1955.

AĞANOGLU, H. Yıldırım, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Balkanlar'ın Makus Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2001.

AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki (1908-1914), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013.

AKSAKAL, Mustafa, Harb-i Umumi Eşiğinde, Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.

AKŞİN, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, Ankara, 2011.

XXIII

ALLAWİ, Ali A., Irak Kralı I. Faysal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016.

ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983.

BAYKAL, Deniz, Siyasal Katılma: Bir Davranış İncelemesi, SBF Yayınları, Ankara, 1970.

BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılap Tarihi, II/3, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1951.

, Türk İnkılap Tarihi, II/4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983.

, Türk İnkılap Tarihi, III/1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983.

, Türk İnkılap Tarihi, III/3, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983.

, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri, Güven Basımevi, Ankara, 1963.

BELEN, Fahri, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi 1915 Yılı Hareketleri II, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1964.

BEŞİKÇİ, Mehmet, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.

, Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.

BİLGE, A.Suat, Güç Komşuluk: Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri, 1920-1964, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992.

BİLGENOĞLU, Ali, Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya, 2007.

BİLSEL, M.Cemil, Lozan I, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998.

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Sina-Filistin Cephesi, C.IV, KS.2, Genkur. Basımevi, Ankara, 1986.

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi V, Çanakkale Cephesi, Genkur. Basımevi, Ankara, 1978.

Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, C.I-II-III, (Yay.Haz. Hülya Toker, Nurcan Aslan), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009.

XXIV

Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri, (Yay.Haz.Özlem Demireğen, Alev Keskin, Fatma İlhan), Genelkurmay Basımevi, Ankara 2011.

BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi (1908-2002), İmge Kitabevi, Ankara, 2005.

CARR, Edward Hallet, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.

CENGİZ, Mehmet Ali – GÜLSEREN, Mehmet, Mustafa Kemal’in Askerleri (Yaşayan Gaziler), Bahar Matbaası, İstanbul, 1964.

CLEVELAND, William L., Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008.

CROSBY, Alfred W., Ateş Temek, Tarihte Fırlatma Teknolojileri, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003.

ÇAKMAK, Fevzi, Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik?, (Yay.Haz.Ahmet Tetik), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

ÇOLAK, Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2006.

EARLE, Edward Mead, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003.

ERİCKSON, Edward J., Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2011.

EVANS, Richard J., Tarihin Savunusu, İmge Kitabevi, Ankara, 1999.

FAROQHI, Suraıya, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003.

FRASER, T. G. - MANGO, A. - MCNAMARA R., Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011.

FROMKİN, David, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon, İstanbul, 2013.

GÜLSOY, Ufuk, Osmanlı Gayrimüslimlerinin Askerlik Serüveni, Simurg Yayınları, İstanbul, 2000.

GÜNÇAN, Ömer Kamil, Demiryollarının Ülke Stratejisine ve Ekonomisine Etkinliği, Ankara, 1992.

GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), TTK Basımevi, Ankara, 1991.

, Ermeni Dosyası, Ankara, 1985.

XXV

GÜVENÇ, Serhat, Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yolda Osmanlıların Dretnot Düşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.

HALL, Richard C., Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası, Homer Kitabevi, İstanbul, 2003.

HALE, William, Türk Dış Politikası, 1774-2000, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, Mart, 2003.

HALKIN, Leon E., Tarih Tenkitinin Unsurları, TTK Yayınları, Ankara, 2000.

HART, Basil Liddel, Birinci Dünya Savaşı Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.

HOBSBAWN, Eric, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Dost Kitabevi, Ankara 2005.

HOPKİRK, Peter, İstanbul’un Doğusunda Bitemeyen Oyun, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, İstanbul, 1995.

HOURANİ, Albert, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.

JELAVİCH, Barbara, Balkan Tarihi II, Küre Yayınları, İstanbul, 2006.

KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı II, Türkiye Yayınevi, 1973.

KAFADAR, Cemal, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Metis Yayınları, İstanbul, 2010.

KANDEMİR, Feridun, Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2006.

KAPANİ, Münci, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1989.

KARABEKİR, Kazım, Türkiye’de ve Türk Ordusunda Almanlar, Emre Yayınları, İstanbul, 2001.

KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi VII, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1977.

, Osmanlı Tarihi V, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983.

, Osmanlı Tarihi IX, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999.

KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Sütun Yayınları, İstanbul, 2011.

KARPAT, Kemal H., Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, İmge Kitabevi, Ankara, 2006.

KAYALI, Hasan, Jön Türkler ve Araplar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1998.

KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1996.

XXVI

KILINÇKAYA, M.Derviş, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004.

KÖROĞLU, Erol, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Propagandadan Milli Kimlik İnşasına, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.

KÖSE, İsmail, İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı, Kronik Kitap, İstanbul 2018.

KUMKALE, Taner, Tarihten Günümüze Türk-Rus İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1997.

KUTAY, Cemal, Birinci Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, Ercan Matbaası, İstanbul, 1962.

KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982.

LANGLOİS, Charles Victor, SEİGNOBOS, Charles, Tarih Tetkiklerine Giriş, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010.

MACFİE, A.L., Osmanlının Son Yılları (1908-1923), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003.

MASSİE, Robert K., Dretnot, İngiltere, Almanya ve Yaklaşan Savaşın Ayak Sesleri, Sabah Kitapları, İstanbul, 1995.

McCARTHY, Justin, Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014.

MOREAU, Odile, Reformlar Çağında Osmanlı İmparatorluğu, Askeri “Yeni Düzen”in İnsanları ve Fikirleri 1826-1914, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.

MÜHLMAN, Carl, İmparatorluğun Sonu (1914), Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.

NEDİM, Şükrü Mahmut, Filistin Savaşı (1914-1918), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995.

OGLANDER, C.E.Aspinall, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı: Seferin Başlangıcından 1915 Mayısına Kadar I, Arma Yayınları, 2005.

ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul 1987.

, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfusu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008.

Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I-II, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005.

XXVII

Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi I, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, İstanbul, 2013.

ÖKE, Mim Kemal, Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara, 1993.

ÖZBEK, Nadir, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, Siyaset, İktidar ve Meşrutiyet (1876-1914), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.

ÖZÇELİK, Selahattin, Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2007.

PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III, MEB Yayınları, İstanbul, 1975.

PAMUK, Şevket, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, 1820-1913, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2005.

POLAT, Nazım H., Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.

REİTER, Joseph, World History at a Glance, The Garden City Publishing Co.,İnc., New York, 1943.

RENOUVİN, Pierre, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye, 1914-1918, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2004.

RUDENNO, Victor, Gelibolu Denizden Saldırı, İstanbul, 2009.

SABİS, Ali İhsan, Balkan Harbinde Neden Mağlup Olduk?, (Yay.Haz.Hasip Saygılı), İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2014.

SEÇER, Turhan, Anılarla Çanakkale Cephesi ve Neticesi, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2008.

SHAW, Stanford J., Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu, Savaşa Giriş, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.

SHAW, Stanford J.- SHAW, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, E Yayınları, İstanbul, 2010.

STEEL, Nigel – HART, Peter, Gelibolu, Yenilginin Destanı, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997.

Ziya Şakir, 1914-1918 Cihan Harbini Nasıl İdare Ettik?, Muallim Fuat Gürcüyener Anadolu Türk Kitap Deposu, İstanbul, 1944.

, 1914 Cihan Harbine Nasıl Girdik, Çatı Yayıncılık, İstanbul, 2007.

TAŞKIRAN, Cemalettin, Ana Ben Ölmedim, I. Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

TOGAN, A.Zeki Velidi, Tarihte Usul, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981.

XXVIII

TOPRAK, Zafer, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950), Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1995.

TOSH, John, Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2008.

TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler I, İkinci Meşrutiyet Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.

, Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi III, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1989.

TÜRK, Fahri, Türkiye ile Almanya Arasındaki Silah Ticareti, 1871-1914, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2012.

Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, C.III, KS.6 (1908-1920), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1996.

Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, Osmanlı Devri Birinci Dünya Harbi İdari Faaliyetler ve Lojistik, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1985.

UĞURLU, Nurer, Yemen, Savaşanlar Anlatıyor, Örgün Yayınları, İstanbul, 2007

URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul, 1987.

UYAR, Mesut-ERİCKSON, Edward J., Osmanlı Askeri Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.

ÜLMAN, A.Haluk, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, İmge Kitabevi, Ankara, 2012.

VARDAR, Galip – TANSU, Samih Nazif, İttihad ve Terakki İçinde Dönemler, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1960.

WALLACH, Jehuda L., Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1985.

YILMAZ, Veli, 1’nci Dünya Harbi’nde Türk-Alman İttifakı ve Askeri Yardımlar, İstanbul, 1993.

3- Lisansüstü Tezler

a-Yükseklisans Tezleri

AKKOR, Mahmut, I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya, 2006.

ALKAMA, Dilber, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Askerinin Siper Hayatı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2019.

ASLANEL, M.Nazım, Kamuoyu ve Kamuoyunun Oluşmasında Kitle İletişim Araçlarının Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 1993.

XXIX

ŞAR, Onurcan, Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nin Asker Anlatılarıyla Değerlendirilmesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kocaeli, 2019.

b-Doktora Tezleri

BAŞ, Halit, I. Dünya Savaşı'nda Irak-İran Cephesi: İaşe ve Sağlık Hizmetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Muğla, 2009.

BATMAZ, Şakir, II. Abdülhamit Devri Osmanlı Donanması, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 2002.

AVCI, Orhan, Türk Ordu Teşkilatı Irak Cephesi (1914-1918), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 1997.

DUMAN, Harun, Balkan Savaşı Edebiyatımız, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1991.

İNCE, Gökcen Başaran, Toplumsal Hatırlama/Unutma Sürecinde Basın: Kolektif Siyasî Belleğimizdeki Cumhuriyet Tasavvuru, (Basılmamış Doktora Tezi), İzmir, 2010.

KIRANLAR, Safiye, Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (1914-1923), (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2005.

KUTLU, Cemil, I. Dünya Savaşında Rusya’daki Türk Savaş Esirleri ve Bunların Yurda Döndürülmeleri Faaliyetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 1997.

SAYILIR, Burhan, Çanakkale Kara Savaşları Öncesi ve Sırasında Psikolojik Harekat Faaliyetleri, Askerlerin Psikolojileri ve İçinde Bulundukları Koşullar (Mart 1915-Ocak 1916), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2005.

TÜFEKÇİ, Vedat, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere Esir Düşen Türk Askerleri, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2019.

ÜNER, Merve, 1. Dünya Savaşı ve Sonrasında Rusya’daki esir Kampları, (Basılmamış Doktora Tezi), Balıkesir, 2016.

YATAK, Süleyman, Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990.

E- MAKALE VE BİLDİRİLER

ADIVAR, Halide Edip , “Halas Muharebesi”, Tanin, 11 Aralık 1914.

AĞAYEF, Ahmet, “Goeben ve Breslau”, Tercüman-ı Hakikat, 12 Ağustos 1914.

AHMAD, Feroz, “Great Britain’s Relations with the Young Turks, 1908-1914”, Middle Eastern Studies, II/4, 1966, s.302-329.

XXX

……………….., “İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası (1908-1919)”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.293-303.

……………….., “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.19-56.

………………., “Ottoman Armed Neytrality and Intervetion, August-November 1914”, Studies on Ottoman Diplomatic History 4, 1990, s.41-69.

AKKOR, Mahmut, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’da Bulunan Türk Esirleri ve Esir Kampları”, Uluslararası Türk Savaş Esirleri Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul, 2018, s.203-238.

AKŞİN, Sina, “Jön Türkler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.832-841.

AKTAR, Ayhan, “Yüzbaşı Torosyan’ın Adı Yok!”, Sarkis Torosyan, Çanakkale’den Filistin Cephesi’ne, (Yay.Haz.Ayhan Aktar), İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.11-98.

ARIKAN, Mustafa, “Birinci Cihan Harbi Türk Esir Mektuplarında Duygu ve Düşünceler”, Osmanlı Araştırmaları, 11, 1991, s.35-48.

ARIKAN, Zeki, “Balkan Savaşı ve Kamuoyu”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.168-190.

ARSLAN, Esat, “Goben ve Breslav’ın Alınmasının Perde Arkası, ABD’nin Yunanistan’a Verdiği İki Savaş Gemisi: Mississippi ve Idaho Dretnotları”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 16, (Ağustos-2010), s.67-88.

ASLAN, Betül, “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’nda Türk Esirler”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 42, (2010), s.283-305.

ASLAN, Nurcan – İLHAN, Fatma, “Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Askerlik Hizmeti ve Askere Alımlar”, Askeri Araştırmaları Dergisi, 11, (Şubat-2008), s.188-202.

ATABEY, Figen, “Belgelerle 18 Mart 1915”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.151-174.

, “Kutü’l-Amâre Kuşatması’na Giden Yolda Osmanlı’nın Selman-ı Pak Zaferi”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.203-228.

XXXI

AVŞAR, Servet, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti”, OTAM, 14, (2003), s.65-127.

, “Çanakkale Savaşlarında İstihbarat ve Propaganda”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 1, (Mart-2003), s.64-98.

BAĞIŞ, Ali İhsan, “İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun Toprak Bütünlüğü Politikası ve Türk Diplomasisinin Çaresizliği”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.45-54.

BAŞLAR, Gülşah, “ ‘Kullanıcı Üretimi’ Kolektif Hafıza: Adelet Yürüyüşü Örneği”, Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, 28, (2018), s.143-175.

BAYKARA, Tuncer, “Birinci Dünya Savaşı’na Girişin Psikolojik Sebepleri”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.360-368.

BENGİ, Hilmi, “Birinci Dünya Savaşı’nın Başlangıcında Türk Basınının Yaklaşımı ve Haber Değerlendirme Biçimleri”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.387-422.

BEŞİKÇİ, Mehmet, “Askeri Tarihçiliğin Gayri Resmi Kaynakları: Asker Anıları ve Günlükleri”, Osmanlı Askeri Tarihini Araştırmak: Yeni Kaynaklar Yeni Yaklaşımlar, (Der. Cevat Şahin, Gültekin Yıldız), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s.91-104.

BİRİNCİ, Ali, “Hatırat Türünden Kaynakların Tarihi Araştırmalardaki Yeri ve Değeri”, ATAM Dergisi, XIV/41, ( 1998), s.611-620.

BOSWORTH, R.J., “İtalya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.89-123.

BUZPINAR, Tufan, “Arap Milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde Gelişim Süreci”, Osmanlı II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.168-178.

CANKUT, Ayhan – ŞİMŞEK, Erdoğan, “Çanakkale Savaşları’nın Deniz Cephesi”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.129-150.

ÇİÇEK, M. Talha, “Erken Cumhuriyet Dönemi Ders Kitapları Çerçevesinde Türk Ulus Kimliği İnşası ve “Arap İhaneti” ”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 17/32, s.169-188.

ÇİÇEK, Rahmi, “Dadaylı Halit Akmansü’nün Irak Cephesİ, Musul’un İşgali ve VI. Ordunun Lağvına Dair Hatıraları”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı

XXXII

Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.603-626.

DAYI, S.Esin Derinsu, “Türk Yurdu’nda Balkanlar ve Balkan Savaşları ile İlgili Haberler”, Atatürk Dergisi, C/1, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü, (Temmuz- 2012), s.21-48.

DERİNGİL, Selim, “II. Abdülhamit’in Dış Politikası”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.304-307.

ENGLANDER, David, “Mutinies and Military Morale”, The Oxford Illustrated History of The First World War, (Ed.Hew Strachan), Oxford Universty Press, 1998, s.191-203.

FULTON, L.Bruce, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.219-262.

GÖKBEN, Mustafa, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral Mehmet Seyfettin Çalbatur’un Hatıraları”, Askeri Tarih Bülteni, 20/38, (Şubat-1915), s.11-41.

HABECK, Mary R., “Birinci Dünya Savaşı’nda Teknoloji: Aşağıdan Bir Bakış”, I. Dünya Savaşı ve 20. Yüzyıl, (Ed.Jay Winter, Geoffrey Parker, Mary R. Habeck) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s.91-117.

HAYTA, Necdet, “ I. Dünya Savaşı’na Giden Yolda 1908 Reval Mülakatı ve Osmanlı Devleti’ne Etkileri”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.17-36.

HUT, Davut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, VAKANÜVİS - Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi I, Ortadoğu Özel Sayısı, 2016, s.105-150.

HÜLAGÜ, M.Metin, “İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddî Yardımları”, Belleten, LIX/225, (1996), s.429-445.

KARAKAŞ, Nuri, “ Britanyalıların Gözüyle Sina-Filistin Cephesi’nde Türk Askeri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVII/2, (2012), s.403-425.

, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na Girişi”, Türk Dış Politikası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s.99-160.

KARATAŞ, Murat, “Çanakkale Muharebelerinde Lağım Muharebeleri”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, (Bahar/Güz-2008), s.43-60.

XXXIII

KAŞIYUĞUN, Ali, “I. Dünya Savaşı’nda Esirler Meselesi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Tarih ve Gelecek Dergisi, IV/1, (Nisan-2018), s.74-98.

KILIÇ, Selami, “Alman İmparatorluğu’nun Kutsal Savaşı: ‘Cihat’ Mimarları, Söylem ve Girişimleri”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu (20-22 Mayıs 2009) Bildirileri-I, Genkur.ATASE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2009, s.275-291.

KOLOĞLU, Orhan, “İttihat ve Terakki Partisi’nin Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.233-239.

KÖKSAL, Osman, “Osmanlı Devleti’nde Askerliğin Vatandaşlık Mükellefiyetine Dönüşümünün Evrimi”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri I, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s259-271.

Köprülüzade Mehmet Fuat, “Müdafaa-i Milliye”, Tasvir-i Efkar, 11 Şubat 1913.

KÖSE, İsmail, “The Loyd George Goverment of The UK: Balfour Declaration The Promise For a National Home to Jews (1916-1920)”, Belleten, LXXXII/294, Ağustos-2018), s.727-754.

KÖSTÜKLÜ, Nuri, “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler”, ATAM Dergisi, XXIII/83, (Temmuz-2012), s.1-16.

KUTLU, Cemil, “Krasnoyarsk’ın Ölüm Kampından Yatılı Üniversiteye Dönüşmesi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 32, (2007), s.245-267.

, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’daki Savaş Esirleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 43, ( 2010), s.319-328.

KUTLU, Mehmet Necati, “Osmanlı Hilalinin Altında Bir Venezuelalı ve Anlatılarında Yer Alan 1915 Yılı Olayları Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XLVI/2, (2006), s.163-179.

KÜÇÜK, Cevdet, “II. Abdülhamit’in Dış Politikası”, II. Abdülhamit Dönemi Paneli II, İstanbul, 2000, s.132.

MALKOÇ, Eminalp, “Vecihi Bey’in Gölgede Kalmış Birinci Dünya Savaşı Anıları: 15. Kolordumuz Galiçya’da-Zlota Lipa Kenarında Bir Sene”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.647-682.

NADİ, Yunus, “Hakiki Safha”, Tasvir-i Efkâr, 2 Kasım 1914.

XXXIV

NİZAMOĞLU, Yüksel, “1917 Yılında Hicaz Cephesi: Arap İsyanının Yayılması ve Medine’nin Tahliye Programı”, Bilig, 66, (Yaz-2013), s.123-148.

OKAY, M.Orhan, “Hatırat”, TDV İslam Ansiklopedisi, XVI, s.445-449.

OLICK, Jeffrey K., “Kolektif Bellek: İki Farklı Kültür”, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi, 1, (2014), s. 175-211.

ORTAYLI, İlber, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap Milliyetçiliği”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi IV, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.1032-1036.

ÖZCAN, Ahmet, “Unutulan Cephede Unutulmayan Hatıralar: Irak ve Kutü’l-Amâre Hatıraları Üzerine Bir Deneme”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.39-58.

ÖZCAN, Azmi, “Şerif Hüseyin”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXVIII, İstanbul, 2010, s.585-586.

ÖZDEMİR, Atasay, “Petrolün Birinci Dünya Savaşı’ndaki Yeri ve Savaş Sonrası Düzenlemelere Etkileri”, 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak (20-21 Kasım 2014), Uluslararası Sempozyum, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2014, s.61-84.

ÖZDEMİR, Hikmet, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunda Kayıp İstatistikleri Üstüne Bir Değerlendirme (1914-1918)”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri I, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.383-392.

ÖZDEN, Kemal, ‘Hans Von Kiesling’in Gözünden Birinci Dünya Savaşı Sırasında Kutü’l-Amâre ve İran Operasyonları’, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.337-364.

ÖZER, Sevilay, “I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Tifüs (Lekeli Humma) Salgını”, Belleten, LXXX/287, (Nisan-2016), s.219-260.

PEHLİVANLI, Hamit, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında Müttefiklerin Propagandası ve Karşı Propaganda”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, VII/S.21, (Temmuz-1991), s.535-552.

REYHAN, Cenk, “Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı 1878-1914”, Belleten, LXIX/254, (2005), s.217-265.

XXXV

SONDHAUS, Lawrence, “Deniz Gücü ve Deniz Savaşları”, Dretnot, Tank ve Uçak, Modern Çağda Savaş Sanatı (1815-2000), (Ed.Jeremy Black), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s.185-206.

SONYEL, Selahi R., “İngiliz Belgelerine Göre Medine Müdafii Fahrettin Paşa”, Belleten, XXXVI/143, (1972), s.333-375.

, “Albay T.E. Lawrence, Haşimi Araplarını, Osmanlı İmparatorluğu’na Karşı Ayaklanmaları İçin Nasıl Kışkırttı, İngiliz Belgelerine Göre”, Belleten, LI/199-201, (1988), s.231-279.

SÖNMEZ, Bingür, “Sarıkamış-Kafkas Cephesinden Sonra Yerli Halk ve Esirlerin Durumu”, 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak (20-21 Kasım 2014), Uluslararası Sempozyum, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2014, s.319-336.

Süleymanoğlu Ahmed Hamdi Bey, “19 ncu Süvari Numune Alayı Komutanı Erzincanlı Süleymanoğlu Ahmed Hamdi Bey’in Hatıraları (1311-1343)”, Askeri Tarih Bülteni, 19/37, (Ağustos-1994), s.146-193.

TERZİOĞLU, Derin, “Tarihi İnsanlı Yazmak: Bir Tarih Anlatı Türü Olarak Biyografi”, Cogito, 29, (Güz-2001), s.284-296.

TEZCAN, Yılmaz, “06-10 Ağustos 1915 Anafartalar Muharebeleri’nin Kazanılmasında Anafartalar Grup Komutanı Kur.Alb.Mustafa Kemal’in Ayak İzleri ve Komutanlık Sanatı”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.175-196.

TOPRAK, Zafer, “Cihan Harbi’nin Provası Balkan Harbi”, Toplumsal Tarih, 104, (Ağustos-2002), s.44-51.

, “Milli İktisad”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.741-747.

, “Cihan Harbi Yıllarında İttihat Ve Terakki’nin İaşe Politikası”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, 6, 1978, s.211-225.

TRUMPENER, Ulrich, “Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.175-217.

TUNCER, Hüner, “Viyana Kongresi, ‘Doğu Sorunu’ ve Büyük Güçler (1815-1829)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.61-70.

XXXVI

TURAN, Mustafa, “I. Dünya Savaşı Öncesinde Avrupa Devletlerinin Siyaset Stratejileri ve Osmanlı Devleti”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.57-89.

TURAN, Ömer, “II. Meşrutiyet ve Balkan Savaşları Döneminde Osmanlı Diplomasisi”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.241-253.

TÜRKMAN, Saim, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda İktisadi Durumu”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 3, (Şubat-2004), s.109-144.

ULU, Cafer, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında Basının Propaganda Aracı Olarak Kullanılması: Harp Mecmuası Örneği”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 10/12, (Bahar-2012), s. 61-83.

UYAR, Mesut, “Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu’nda İhtiyat Zabitliği”, Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya Savaşın ve Esaretin Günlüğü, (Yay.Haz.Mesut Uyar, Ahmet Özcan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.xııı-lx.

WILLIAMSON, Samuel R., “The Origin of the War”, The Oxford Illustrated History of The First World War, (Ed.Hew Strachan), Oxford Universty Press, 1998, s.9-25.

YANİKDAĞ, Yücel, “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22”, Journal of Contemporary History, 34/1, (January-1999), s.69-85.

YASAMEE, F.A.K., “Ottoman Diplomacy in the Era of Abdülhamit II (1878-1908)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 223-232.

, “Colmar Freiherr von der Goltz and the Rebirth of the Ottoman Empire”, Diplomacy and Statecraft 9, (Temmuz-1998), s.91-128

YAŞAR, Hakan, “Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı Devleti’nin Firari Askerler Sorununa Dair Genel Bir Değerlendirme”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XVI/32, (Bahar-2016), s.5-41.

YATAK, Süleyman, “Fahreddin Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi XII, İstanbul 1995, s.87-89.

YILDIRIM, Ceylin, “Birinci Dünya Harbi Ekseninde Çanakkale Muharebeleri’nde Hava Gücü”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.197-240.

XXXVII

ZÜRCHER, Erik J., “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Askeri”, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Atatürk Türkiyesine Bir Ulusun İnşası, Akılçelen Kitaplar, Ankara, 2015, s.263-300.

F- ELEKTRONİK KAYNAKLAR

http://www.askerihukuk.net/kara_harbinin_kanunkari_ve_adetleri_hakkinda_sozleşme.pdf (Erişim tarihi 23.01.2020)

1

GİRİŞ

Tarih felsefesi üzerinde süregelen tartışmalar, tarih kelimesinin iki anlamı üzerinde yoğunlaşmıştır. İlk anlamıyla “tarih”, insanoğlunun ortaya çıkışından bugüne kadar gerçekleşen soyut ve somut her şeyi ifade eder. Bu anlamıyla tarih, ulaşılması imkânsız, dipsiz bir kuyudur. Kelimeye yüklenen ikinci anlam ise insanoğlunun ortaya çıkışından bugüne kadar gerçekleşenlerin, onlardan kalan şahitlikler ışığında, tarihçilerin zihninde yeniden inşasıdır. İkinci anlamıyla tarih, insan aklında gerçekleşen soyut bir yaratımdır. Tarih bilimi, kelimenin bu ikinci anlamında ifadesini bulur.

Tarihin bu tanımı, beraberinde çok çetin iki soruyu getirmektedir. “İnsan zihninde gerçekleşen yeniden yaratım” olarak tarih, “bugüne kadar gerçekleşenler” olarak tarihle aynı olabilir mi? Buna bağlı olarak, tarih bir “bilim” sayılabilir mi? Bu konudaki felsefi tartışma halen devam etmektedir. Ancak genel kabul, tarihin yöntemi itibarıyla bir bilim olduğudur. Bununla beraber, ortaya çıkan sonuçlar değişmez yasalar değil, ancak bugünkü veriler ışığında “geçerli” kabul edilen varsayımlardır. Tarih yönteminin kaçınılmaz aşaması olan “insan zihnindeki yaratım süreci”, ister istemez tarihi, bilimin sınırlarından çıkarıp sanata yaklaştıracak ve bilimle sanat arasında tespit edilmesi imkansız bir noktaya taşıyacaktır. Bu durumda tarihçinin yapabileceği tek şey, tarihe bilimsellik vasfı kazandıran “yöntemi” mükemmelleştirmektir.2

Tarihte yöntemin özünü “tenkit” kavramı oluşturur. Daha önce belirttiğimiz gibi tarih geçmişin, ondan kalan şahitlikler ışığında, tarihçinin zihninde yeniden inşasıdır. Yani tarihçinin zihnindeki yaratıcı eylem, geçmişten kalan şahitliklerin yol göstericiliğine muhtaçtır. İşte “tenkit” bu noktaya devreye girer ve geçmişin şahitlikleri üzerinde uygulanarak, yeniden yaratım için gerekli “nesnel” hammaddeyi ortaya çıkarır. Bu hammaddenin nesnelliği, ancak tenkitin doğru uygulanması ile mümkündür.

Tarih tenkidi, iç ve dış tenkit olarak ikiye ayrılır. Dış tenkit ya da dışsal eleştiri, eldeki şahitliğin -bu genelde yazılı bir belgedir- doğru olup olmadığının, yani tarih çalışması için geçerli olup olmadığının araştırılmasıdır.3 Dış tenkit, tenkit işleminin teknik yönü ağır basan safhasıdır. İç tenkit ya da içsel eleştiri ise şahitliğin tarihçi için ne anlama geldiğinin araştırılmasıdır. İç tenkit yapılırken; “Bu şahitlikten ne

2 Tarihin tanımı ve bilim olup olmadığı konusunda kapsamlı izahat için bakınız; Leon E.Halkin, Tarih Tenkitinin Unsurları, , TTK Yayınları, Ankara, 2000, s.3-9; John Tosh, Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2008, s.1-30; Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s.65-98.

3 J.Tosh, Tarihin Peşinde, s.59.

2

anlamalıyız? Hangi sonuçları çıkarmalıyız?” sorularının cevapları aranır.4 Tarihçi, geçmişin şahitlikleriyle uğraşırken şunu asla aklından çıkarmamalıdır: Bütün şahitlikler, geçmişte olanların, bunları kaynaklara aktaran bireylerin ve kurumların zihninden kırılarak yansımasıdır. İçlerinde muhakkak, yaratıcılarının -az veya çok- izini taşırlar. Bu tehlike karşısında tarihçi, şahitliğin kimin ürünü olduğuna ve ne zaman ortaya konduğuna bakmak zorundadır. Bu tarihçiye kaynak üzerinde nasıl bir tahribatın yapıldığı konusunda ipucu verecektir.5 Bunun yanında, mevcut bütün kaynakları karşılıklı değerlendirmek, bu tahribat konusunda aydınlatıcı olacaktır. Tenkit neticesinde elde edilen hammaddeler ile tarihçi, tarihi zihninde yeniden inşa işine girişir. Yeniden inşa, bilimselliği ağır basan tenkidin aksine, tarih yönteminin sanat yönü ağır basan kısmıdır.

Tarihin tanımına ve yöntemine yönelik açıklamalardan sonra tarihin şahitlikleri konusu üzerinde durulmalıdır. Tarihin şahitliklerine genel olarak verdiğimiz isim kaynaklardır. Kaynaklar, tarih çalışmasının merkezinde yer alır ve tenkit neticesinde tarihçinin işleyeceği hammaddeleri sağlar. Kaynak deyince aklımıza öncelikle yazılı olanlar gelir. Bu çok normaldir, zira yazılı kaynaklar geçmişin tanıklığında tartışmasız bir üstünlüğe sahiptir. Ancak kaynakları sadece yazılı olanlara indirgemek büyük bir hata ve geçmişin tarihçiye bıraktığı diğer delillere haksızlık olur. Yazlı kaynakların yanında sözlü, görsel ve işitsel kaynakların da mutlaka dikkate alınması gerekir.

Çalışmanın ana eksenini oluşturacak olan günlük ve hatırat türü eserler, yazılı kaynaklar içinde önemli bir yere sahiptir. Bir edebi tür olarak hatırat; “bir kimsenin içinde yaşadığı veya tanık olduğu olayları anlattığı eser”6 olarak tanımlanır. Hatıratta, yazarın hayatının bir bölümü veya tamamı, bir bütünlük içinde kâğıda dökülür ve bu işlem, olayların üzerinden belli bir süre geçtikten sonra yapılır. Hatırat günlük olarak tutulan notlara ve saklanan belgelere dayanarak yazılabileceği gibi, yalnızca hatırda kalanlarla da yazılabilir.7 Günlüğün, hatırattan farkı, yaşanan olayların günlük olarak ve çoğunlukla kısa notlar şeklinde yazıya geçirilmesidir.8 Günlükler, hatıratın aksine yayınlanmak için kaleme alınmazlar. Bu haliyle “günlük, kişinin şahsi hatta mahrem

4 İç ve dış tenkitin icrası konusunda detaylı bir açıklama için bakınız; Charles Victor Langlois, Charles Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010, s.66-206.

5 E.H.Carr, Tarih Nedir?, s.49.

6 Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, “Hatırat”, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1971, s.675.

7 Turan Karataş, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Sütun Yayınları, İstanbul, 2011, s.237.

8 T.Karataş, Ansiklopedik Edebiyat…, s.220.

3

hayatını, düşünce ve duygularını, çevresindeki insanlar hakkında samimi kanaat ve intibalarını aksettirdiği için daha tabiidir”.9

Hatırat türünün geçmişi antik döneme kadar uzanır. Roma İmparatoru Jül Sezar’ın Gallia Savaşı adlı hatıratı MÖ I. yüzyılda kaleme alınmıştır.10 Ancak rönesansa kadar bu örnekler çok sınırlı kalmıştır. Rönesans ile beraber, Batı medeniyetinde hatırat türünün gelişme gösterdiği görülür.11 Bu gelişmede belli faktörler rol oynamıştır. Rönesans ile birlikte “insanın” ön plana çıkması ve insana ait olan her şeyin değerli görülmeye başlaması, belirleyici bir faktördür. Ayrıca matbaa kullanımının ve okur-yazarlığın toplum içindeki artışının da önemli bir etkisi olmuştur.12

Hatırat türü, İslam dünyasında da uzak bir geçmişe sahiptir. Ancak bağımsız bir tür olarak görülmemiş, genellikle tarih, seyahat, tezkire, menakıb gibi daha yaygın türlerde yazılmış eserlerin içinde yer almıştır.13 Hindistan’da Babür İmparatorluğu’nu kuran Babür Şah’ın Babürname isimli eseri hatırat türünde olup, XVI. yüzyılda kaleme alınmıştır.14 Hatırat türünün, Osmanlı toplumunda Tanzimat’la ortaya çıktığı yönünde yaygın bir kanı vardır. Ancak son dönemde yapılan araştırmalar, Tanzimat öncesinde de bu türün varlığına işaret etmektedir.15 Osmanlı denizcisi Barbaros Hayrettin Paşa’nın hatıralarını içeren Gazavat-ı Hayrettin Paşa, XVI. yüzyılda kaleme alınmıştır.16 XVII. yüzyılda kaleme alınan Evliya Çelebi Seyahatnamesi, seyahatname türünde olmakla beraber önemli hatırat öğeleri de taşımaktadır.17 Tanzimat öncesi dönem, asker hatıraları yönünden de kısır değildir. Bir Osmanlı askeri olan Temeşvarlı Osman Ağa’nın hatıratı XVIII. yüzyıl sonu Osmanlı-Hapsburg çatışmasına yönelik önemli gözlemler sunmaktadır. Yine XIX. yüzyıl başında Osmanlı ordusunda görev yapan Kabudlu Hacı Mustafa Vasfi Efendi’nin hatıratı, bu dönemde Anadolu ve Balkanlar’daki Osmanlı askeri deneyimine yönelik önemli bir şahitliktir.18

9 M.Orhan Okay, “Hatırat”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, s.448.

10 Ali Birinci, “Hatırat Türünden Kaynakların Tarihi Araştırmalardaki Yeri ve Değeri”, ATAM Dergisi, C.XIV, S.41, (Ankara-1998), s.612

11 Mehmet Beşikçi, “Askeri Tarihçiliğin Gayri Resmi Kaynakları: Asker Anıları ve Günlükleri”, Osmanlı Askeri Tarihini Araştırmak: Yeni Kaynaklar Yeni Yaklaşımlar, (Der. Cevat Şahin, Gültekin Yıldız), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s.93.

12 J.Tosh, Tarihin Peşinde, s.38.

13 M.O.Okay, “Hatırat”, s.445.

14 Meydan Larousse, “Hatırat”, s.675.

15 Bu konuda detaylı bilgi ve hatırat örnekleri için bkz.: Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s.43-71; Suraıya Faroqhı, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003, s.229-233.

16 A.Birinci, “Hatırat Türünden…”, s.612

17 Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı I, Türkiye Yayınevi, (1973), s.564.

18 M.Beşikçi, “Askeri Tarihçiliğin…”, s.94.

4

Yukarıda verilen örneklere rağmen, hatırat türünün Osmanlı toplumunda yaygınlaşması Tanzimat dönemimde başlamıştır. Bilindiği gibi Tanzimat’la beraber Batı kültür ve edebiyatının Osmanlı toplumuna girişi hızlanmış ve belirgin bir hal almıştır. Akif Paşa’nın (1789-1848) Tabsıra isimli eseri bu dönemde yazılmış ilk hatırat sayılabilir.19 1870’den sonra hatırat türünde eserlerin çoğalmaya başladığı görülür. Namık Kemal’in Magosa Hatıraları, Ziya Paşa’nın Defter-i A’mal’i ve Muallim Naci’nin Ömer’in Çocukluğu ilk akla gelen örneklerdir.20

Tanzimatla başlayan dönemde asker hatıraları hususunda da benzer bir artış görülür. Bu artış iki ana koldan ilerlemiştir. Birinci grup yüksek rütbeli yönetici ve subayların, yani paşaların hatıralarıdır. Bu hatıralar, yazarlarının kendilerini tarihe mal etme ve çoğunlukla da kendini savunma amacına yönelmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin Doğu Cephesi Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın hatıratı21 birinci amaca yönelmiş iken; II. Abdülmahit döneminde on yedi yıl Seraskerlik yapmış olan Rıza Paşa’nın hatıratı22 ‘devr-i sabıka’ yönelik bir savunma niteliğindedir. Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu Mahmut Muhtar Paşa’nın Balkan Harbi’ne ait hatıratı da, mağlubiyet sorumluluğuna karşı bir savunma olarak kaleme alınmıştır.23 Balkan Harbi’nde Şark Ordusu Komutanı olan Abdullah Paşa’nın hatıratı da aynı gruptadır.24

İkinci gruptaki hatıralar ise daha düşük rütbeli askerler tarafından kaleme alınmıştır. Bu hatıralarda, kendini övme veya savunma kaygısından çok, yaşananlarla ilgili tarihe not düşme arzusu ön plana çıkar. Plevne müdafaasına tabur komutanı olarak katılmış Mahmut Talat Bey’in hatıratı,25 93 Harbi’nde Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın özel katibi olarak görev yapmış olan Mehmet Arif Bey’in Başımıza Gelenler26 adlı eseri, Balkan Harbi’nde Edirne müdafaasında takım komutanı olarak görev yapmış olan Hüseyin Cemal’in hatıratı27 ve Ömer Seyfettin’in Balkan Harbi Hatıraları28 öne çıkan örneklerdir.

19 T.Karataş, Ansiklopedik Edebiyat …, s.238.

20 A.Kabaklı, Türk Edebiyatı, s.564.

21 M.Beşikçi, “Askeri Tarihçiliğin…”, s.96.

22 Rıza Paşa, Abdülhamit’in Seraskeri Rıza Paşa’nın Anıları, (Haz.Mahir Aydın), Kitabevi, İstanbul, 2012.

23 Mahmut Muhtar, Balkan Harbi, 2012.

24 Abdullah Paşa, Balkan Harbi Hatıratı, 2012.

25 Mahmut Talat Bey, Plevne Müdafaası, (Haz.Eyüp Kul), Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2010.

26 Mehmet Arif Bey, Başımıza Gelenler, (Haz.M.Ertuğrul Düzdağ),İz Yayıncılık, İstanbul, 2014.

27 Hüseyin Cemal, Yeni Harb Başımıza Tekrar Gelenler, (Haz.Aziz Korkmaz), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.

28 Ömer Seyfettin, Balkan Harbi Hatıraları, 2011.

5

XX. yüzyılın ilk yarısı, Türkiye’de günlük ve hatırat türü açısından önemli bir gelişmeye şahit olmuştur. Çalışmanın merkezinde yer alacak olan I. Dünya Harbi’ne yönelik günlük ve hatırat türü eserler bu dönemde kaleme alınmıştır. I. Dünya Harbi’ni konu alan hatırat sayısı diğer dönemlerin önüne geçmiştir. Bu durum iki faktörün sonucu olarak görülebilir. İlki, I. Dünya Harbi’nin, Osmanlı Devleti’nin sonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu açısından çok önemli bir rol oynamasıdır. İkinci olarak, harbe katılan diğer ülkelerde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de savaş deneyiminin gerek cephede gerekse cephe gerisinde çok yoğun hissedilmesidir. Siyasî, sosyal, ekonomik ve psikolojik açıdan çok ağır etkileri olan harp, derin izler bırakmış ve bu izler hatıralar yoluyla dışa vurulmaya çalışılmıştır.

Yukarıda da değinildiği gibi, I. Dünya Harbi’ni konu alan asker hatıraları da iki ana başlık altında incelenebilir. İlk başlığı yüksek rütbeli subayların hatıraları teşkil eder. Bu hatıralar, çoğunlukla harbin siyasî ve stratejik yönetimi konuları üzerine eğilmektedir. Hatırat sahipleri harp boyunca karar verici makamlarda bulunmuş veya bu makamlarda bulunan kişilerin yakınında görev yapmışlardır. Bu hatıraların kaleme alınmasında öne çıkan sebepler şöyle sıralanabilir:

-Harple ilgili verilen ve kötü sonuçlanan kararlarla ilgili olarak kendini savunma ihtiyacı,

-Hak ettiği takdiri görmeme ve haksızlığa uğrama düşüncesinin yarattığı kızgınlık,

-Olayların gelişiminde oynadıkları rolü ve önemi ortaya koyma ihtiyacı,

-Tarihe ışık tutma ve gelecek için dersler çıkarma düşüncesi.29

Bu tür hatıralarda, ordu içindeki günlük yaşam, subay-er ilişkileri, cephedeki askerin durumu, yaşanan sıkıntılar, savaşın asker üzerindeki travmatik etkileri gibi konulara değinilmediği görülmektedir.30 Bu nedenle yalnızca yüksek rütbeli komutanların hatıraları üzerinden yapılan analizler, savaş deneyimi konusunda eksik ve yanıltıcı bilgi verebilmektedir.

Çalışmanın çok önemli bir kısmını teşkil eden ikinci grup hatıralar ise düşük rütbeli zabitler, ihtiyat zabitleri ve neferler tarafından kaleme alınan hatıralardır. Bu hatıraların sahipleri karar verici makamda olmayıp, kendilerini harbin akışı içinde sürüklenirken bulmuşlardır. Bu hatıralar, yukarıda zikredilen sebeplerden ziyade, tarihe

29 Mesut Uyar, “Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu’nda İhtiyat Zabitliği”, Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya Savaşın ve Esaretin Günlüğü, (Haz.Mesut Uyar, Ahmet Özcan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.xlv-xlvi.

30 M.Beşikçi, “Askeri Tarihçiliğin…”, s.97.

6

not düşmek ve yaşadıklarını başkalarına aktarmak düşüncesiyle kaleme alınmıştır.31 Bu haliyle, bahse konu hatıraların birinci gruptakilere oranla daha nesnel olacağı değerlendirilebilir.32 Bu hatıralar, bir yandan cephedeki askerin savaş deneyimi ile ilgili detaylı bilgiler aktarırken, diğer yandan “sıradan insanın” harp konusundaki algısını ortaya koymaya yardım ederler. Bu şahitlikler, son yıllarda gittikçe önem kazanan “aşağıdan tarih” yaklaşımı için çok önemli hammaddeler sağlamaktadır. Bilindiği gibi “aşağıdan tarih” geçmişte yaşamış sıradan insanların bakış açılarını, deneyimlerini araştıran ve olaylara onların gözü ile bakmaya çalışan tarih anlayışını ifade etmektedir.33 Yani “büyük adamlar” dışında kalan sessiz kitlelerin tarihi ortaya çıkarılmaktadır.

İkinci grup hatıralarda, ağırlığı ihtiyat zabitlerine yani yedek subaylara ait olanlar teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı toplumunda okur-yazar oranı çok düşüktür.34 Toplumun okur-yazar nüfusunu, büyük oranda yükseköğretim kurumlarından ve medreselerden mezun olanlar oluşturmaktadır. Bu grup 1910’da çıkarılan “İhtiyat Zabiti Teşkilatı Hakkında Kanun” gereğince seferde ihtiyat zabiti olarak istihdam edilmiştir.35 I. Dünya Harbi’nde Osmanlı toplumunun tahsilli gençleri büyük oranda ihtiyat zabiti olarak cephelerde görev almıştır. 1914 yılında, orduda mevcut bulunan 19.220 zabitin 880’i ihtiyat zabitidir. Bu sayı 1916’da 2.055’e yükselmiştir.36 Savaş deneyimini cephede bütün zorlukları ile tecrübe eden bu kuşak, yaşadıklarını geleceğe aktaracak imkâna ve isteğe sahip olmuştur. Osmanlı ordusunun büyük kısmını oluşturan neferler ise, büyük oranda okur-yazar değildir. Bu nedenle neferlerin savaş deneyimleri ile ilgili çok az şahitlik bu güne kalmıştır. Bu şahitlikler de, büyük oranda ihtiyat zabitlerinin hatıraları içinde gizlidir.37

Tezin başlığında “Osmanlı Ordusu” ifadesi kullanılmıştır. Bu tercihin maksadı, I. Dünya Harbi’nde savaşan ordunun kozmopolit yapısını vurgulamaktır. Bununla beraber tez içinde “Türk Ordusu” kavramı da kullanılmıştır. Zira, döneme ait pek çok

31 M.Uyar, “Birinci Dünya Savaşında…”, s.xlvi.

32 Ancak dikkat edilmesi gereken husus, bu nesnelliğin, ilk gruptaki hatıralara göre nispi bir durum olduğudur. Zira anı ve günlükler, doğaları gereği, her zaman özneldirler.

33 Richard J. Evans, Tarihin Savunusu, İmge Kitabevi, Ankara, 1999, s.170-171; Derin Terzioğlu, “Tarihi İnsanlı Yazmak: Bir Tarih Anlatı Türü Olarak Biyografi”, Cogito, 29, (Güz-2001), s.286.

34 1927 yılında dahi nüfusun yalnızca % 10.6’sı okur yazardı. (Stanford J Shaw- Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, E Yayınları, İstanbul, 2010, s.457.)

35 Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.164

36 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, Osmanlı Devri Birinci Dünya Harbi İdari Faaliyetler ve Lojistik, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1985, s.615.

37 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.167-168.

7

çalışmada Osmanlı Ordusu için Türk Ordusu adı kullanılmış ve cephede savaşan askerin Türk askeri olduğu kabulü yapılmıştır. Ayrıca incelenen yerli ve yabancı hatırat türü eserlerde de Osmanlı askeri, Türk askeri olarak nitelenmiştir.

Osmanlı Ordusu’nda ekseriyeti Müslümanların teşkil ettiği, bu grup içinde de Anadolu kaynaklı Türk nüfusun baskın olduğu tartışma götürmez. Ayrıca gayrimüslimlerin silah altına alınmaya karşı ciddi bir direnç gösterdikleri de gerçektir. Bununla beraber ordu içindeki Araplar38 ve daha az miktarda bulunmakla beraber gayrimüslümlerin varlığı da inkar edilemez.39 Genel olarak kabul edildiği gibi gayrimüslünler yalnızca geri hizmette ve “amele taburlarında” görev yapmamıştır. Gayrimüslimlerinin büyük çoğunluğunun amele taburlarında istihdam edildiği bir gerçektir. Bununla beraber, sayıları çok olmamak kaydıyla, cephede görev alan kıta komutanı, tabip ve eczacı gayrimüslim subay ve erler de mevcuttur. Özellikle tabip ve eczacılar arasında bu oran yüksektir. Ordu içinde Türk kökenleri olmayan askerlerin sadakatine şüpheyle yaklaşıldığı hatıralarda sıklıkla vurgulanan bir husutur. Ancak Arap ve gayrimüslüm askerlere yönelik olumsuz kanaatler, bunların harp boyunca Osmanlı ordusunun bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmez. Osmanlı askerinin harp deneyimini ele alırken, Anadolu kaynaklı Türk nüfus haricindekileri yok saymak sağlıklı bir yaklaşım olmayacaktır.40

Yöntem

Günlük ve hatıralar, tarihçi için çok değerli kaynaklardır. Ancak bunlar üzerinde çalışmak, içinde bazı tehlikeler barındırır. Bu tehlikelerin en önemlisi hatırlama sürecinin işleyişidir. Hatırat yazımı, kaynak olarak hafızayı kullanır. Ancak

38 Örnek olarak Yıldırım Orduları Grubu karargahında görev yapan Hüseyin Hüsnü Erkilet, yayınladığı bir raporda Ordular Grubu’nun etnik kompozisyonunu % 66’sı Türk, % 26’sı Arap ve % 8’i diğerleri olarak vermiştir. (Mehmet Beşikçi, Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, s.151.)

39 Osmanlı gayrimüslümlerinin askerlik konusu incelenediğinde şu sonuca varılır; “Tanzimatın ilanından itibaren sürekli işlenip, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi'nde çok daha net şekilde ifade edilen, istisnasız bütün Osmanlı vatandaşlarının hak ve vazifelerde eşit olduklarına dair temel ilke, askerlik alanında 1909'a kadar maalesef gerçekleştirilememiştir. Meşrutiyetin ilanından sonra devlete hakim olmaya başlayan yeni zihniyet ve anlayış, askerliği, Osmanlı topraklarında yaşayan farklı etnik gruplann birbirleriyle kaynaşması açısından önemli ve gözardı edilemez bir vasıta olarak görmüştür.” Nitekim, 1909 Ağustos’un da bedel-i askeri vergisi kaldırarak, gayrimüslim Osmanlı vatandaşları da askerlikle mükellef tutulmuş, 1910'dan itibaren gayrimüslimler fiilen askere alınmaya başlamıştır. Buna karşın gayrimüslimler, silah altına alınmaya karşı ciddi bir direnç göstermişlerdir. Hıristiyan halk, askerlik kararından duyduğu memnuniyetsizliği bazı yerlerde pasif direnişler, bazı mahallerde ise aleni ve toplumsal tepkilerle ortaya koymuştur. (Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrimüslimlerinin Askerlik Serüveni, Simurg Yayınları, İstanbul, 2000, 181-183)

40 Bu konuda detaylı bir tartışma için bkz. M.Beşikçi, Cihan Harbi’ni Yaşamak…, s.149-191; Ayhan Aktar, “Yüzbaşı Torosyan’ın Adı Yok!”, Sarkis Torosyan, Çanakkale’den Filistin Cephesi’ne, (Yay.Haz.Ayhan Aktar), İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.11-98.

8

hafıza, geçmişe ait bilgilerin değişmez biçimde saklandığı bir depo değildir. Hatırlama süreci, koşullara ve zamana göre değişir. Hafıza, her zaman seçicidir ve her seçimde geçmişi yeniden inşa eder. Bireyin hafızası toplumsal bir çerçeve içinde şekillenmektedir. İçinde bulunulan toplumsal grup, hafızanın şekillenmesinde ve yeniden inşasında etkilidir. Bireyler, ait oldukları toplumsal grubun perspektifini de hafızlarına eklerler. Bireyin hafızası, daha büyük bir toplumsal gruba ait hafızanın, yani “kolektif hafızanın” bir parçasıdır.41 Kolektif hafıza konusunda öncü düşünür Maurice Halbwachs’a göre; “İnsanların belleklerini edindikleri yer normal olarak toplumun içidir. Yine toplumla beraber hatırlar, anlar ve hatırladıklarını nereye konumlayacaklarına karar verirler.”42 Yani bireyler, geçmiş tecrübelerini yazıya dökmek istediklerinde, bu bireyin tam olarak bağımsız bir eylemi olamaz. Bireyin iradesi, içinde yaşadığı toplumun değerleriyle sınırlanır.43 Yani hatıratla inşa edilen geçmiş, bugünün izlerini taşır. Bu tehlikenin farkında olan tarihçi, hatıratın ne zaman ve hangi toplumsal koşullar altında kaleme alındığını dikkatle incelemelidir.

Günlük ve hatıralarla ilgili diğer bir tehlike ise, nesnellik problemidir. Esasında insan tarafından üretilen hiçbir yazılı kaynak -mesela bir arşiv vesikası- tam olarak nesnel olamaz. Ancak hatıralar, yazılı kaynaklar içinde nesnelliği en zayıf olan şahitliklerdir. Hatta tamamen kişiseldir. Olayları tamamen hatırat yazarının bakış açısından yansıtır. Yazar, olaylar üzerinde kasıtlı bir çarpıtma yapmasa da -ki yapmak için pek çok sebep bulunabilir- ön yargıları, hisleri, olayların içinde bulunduğu konum ve idrak seviyesi yaşananları yorumlama şeklini etkileyecektir.44 Nesnellik problemi ancak, hatırat yazarının formasyonunu, olayın yaşandığı ve yazıldığı dönemde toplum içindeki konumunu dikkate almakla bir nebze aşılabilir.

Hatıraların diğer yazılı kaynaklardan başka bir farkı, yazılış amacıdır. Yazılı kaynaklar, çoğunlukla olayların çağdaşları tarafından okunmak üzere kaleme alınır. Resmi yazışmalar, gazete haberleri, mektuplar gelecek kuşaklar düşünülerek kaleme alınmaz. Hatıralarda durum farklıdır. Hatırat yazarının amacı, geleceğe seslenmektir. Yazarının geleceğe seslenme kaygısı, olayları aktarmadaki nesnelliğini olumsuz yönde

41 Gülşah Başlar, “ ‘Kullanıcı Üretimi’ Kolektif Hafıza: Adelet Yürüyüşü Örneği”, Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, S.28, İstanbul, 2018, s.146-147; Gokcen Başaran İnce, Toplumsal Hatırlama/Unutma Sürecine Basın: Kolektif Siyasi Belleğimizdeki Cumhuriyet Tasavvuru, (Basılmamış Doktora Tezi), İzmir, 2010, s.6-7.

42 Jeffrey K. Olick, “Kolektif Bellek: İki Farklı Kültür”, Hacettep Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi, 1, 2014, s.178.

43 M.Beşikçi, Cihan Harbi’ni Yaşamak…, s.47-49.

44 A.Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981, s.36.

9

etkileyecektir. Tarihçi hatıraları incelerken “Bu hatırat kimin için yazıldı?” sorusunu ihmal etmemelidir.

Hatıralarla ilgili dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, olayların vukuundan belli bir süre sonra kaleme alındığıdır. Bazı hatıraların olaydan yıllar sonra kaleme alındığı bilinmektedir. Bir kısmı günlük olarak tutulan notlara ve saklanan belgelere dayanarak yazılsa da, bu durum tamamı için geçerli değildir. Aradan geçen zaman, olaylarla ilgili pek çok detayın unutulmasına yol açacak ve bu boşluklar doğal bir eğilimle yazar tarafından doldurulacaktır. Bu koşullarda yazarın anakronizme düşme tehlikesi göz ardı edilemez.

Göz ardı edilmemesi gereken diğer bir tehlike de, hatıratın bazı kaygılarla mirasçılar ve hazırlayanlar tarafından düzeltme, sadeleştirme, ekleme, çıkarma gibi müdahalelere maruz kalmış olabileceğidir. Böyle müdahaleleri tespit etmek, özellikle karşılaştırma imkanı yoksa, çok mümkün görünmemektedir.

Yukarıda ortaya konan tehlikeleri aşmak için, çalışmanın merkezinde yer alan hatıralar üzerinde çok dikkatli bir iç ve dış tenkit uygulanmıştır. Dış tenkit konusunda temel sıkıntı hatıraların orijinal metinlerine ulaşma imkanının çok kısıtlı olmasıdır. Sonradan hazırlanmış metinler, çeviri ve sadeleştirme işlemlerine tabii tutulmuşlardır. Bu işlemlerde yapılan hatalar, şahitlikler üzerinde bazı bozulmalara yol açabilir. Bu kapsamda çalışmada sadeleştirilmiş metinler dikkate alınmamış, çeviri konusunda en muteber metinler kullanılmıştır. Şüpheye düşülen noktalarda değişik çeviriler arasında karşılaştırma yapılarak en uygunu bulunmaya çalışılmıştır.

İç tekit konusunda hatırat sahibi ile ilgili şu hususlar özellikle dikkate alınmıştır;

-Hatırat sahibi kimdir? Olaylar içindeki mevkii ve sorumluluğu nedir? Formasyonu ve toplum içindeki konumu nedir?

-Hatırat ne zaman kaleme alınmıştır? Kaleme alındığı dönemin hatırat üzerindeki etkileri nelerdir?

-Hatırat ne maksatla yazılmıştır?

-Hatırat kimin için yazılmıştır? Hedef kitlesi kimdir?

-Hatırat ne zaman yayınlanmıştır?

Okuyucunun da benzer bir değerledirmeyi yapabilmesi için hatırat sahipleri ve hatıralarıyla ilgili kısa bilgiler verilmiştir.

10

Hatıralarla ilgili yapılan tenkit işlemi neticesinde en doğru ve anlamlı şahitliklere ulaşılmaya çalışılmıştır. Şahitliklerin, arşiv vesikalarıyla, olaylarla ilgili bilinen gerçeklerle ve birbirleriyle mukayesesi konusuna özel önem verilmiştir.

11

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI KAMUOYUNUN SEFERBERLİĞE VE HARBE YÖNELİK TUTUMUNUN HATIRALARA YANSIMASI

A- I. DÜNYA HARBİ’NE GİDEN SÜREÇTE AVRUPA

I. Dünya Harbi 28 Temmuz 1914’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a savaş ilan etmesi ile başladı. Bu olay, Avrupa’da 43 yıl süren uzun bir barış döneminin sonu oldu. “Avrupa Barışı” (Pax Europeana) olarak adlandırılan bu dönem 1871’de başlamıştı.45 Bu tarihte cereyan eden Almanya-Fransa Harbi’nden sonra Avrupalı büyük güçler İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya arasında bir çatışma yaşanmamıştı. Bu dönem boyunca yaşanan bütün gerilimlere rağmen, 1914 yılında genel bir savaşın çıkacağını kimse düşünmüyordu.46 Zira, büyük güçler arasında yaşanan bütün gerilimler, diplomatik yollarla aşılabilmişti. Ancak Temmuz 1914’de yaşanan kriz aşılamadı ve dünya, o güne değin gördüğü en büyük savaşa sürüklendi.

I. Dünya Harbi’nin tohumları savaştan önceki yarım yüzyılda atılmıştı. 1870’lerde 1914’e giden süreçte iki olgu belirleyici olacaktı. Bunlar sömürge yarışının hızlanması47 ve Balkanlar’daki milliyetçilik akımlarının güçlenmesiydi. 1870’lerden yıllardan sonra hızlanan sömürge yarışında Avrupa devletleri sık sık karşı karşıya geldi. İngiltere; Mısır ve Sudan konusunda Fransa ile rekabet halindeyken, Afganistan ve İran konusunda Rusya ile mücadele ediyordu. İngiliz politikasının temelinde, imparatorluğun can damarı olan Hindistan yolunun emniyeti kaygısı vardı. Bu devletler ile İngiltere arasındaki sömürge mücadeleleri XX. yüzyılın ilk yıllarına kadar sürmüş ve bir araya gelmelerine engel olmuştu. Ancak Almanya’nın izlediği “weltpolitik” (dünya politikası) İngiltere’yi “muhteşen yalnızlık”tan vazgeçmeye sevk etmişti.

Alman İmparatorluğu, Otto von Bismarck’ın Şansölye/Başbakan olduğu dönemde yayılmacı bir politika izlemedi. Ancak 1887’de II. Wilhem’in tahta geçmesiyle Alman dış politikası köklü bir değişime uğradı. Yeni imparator süratle sanayileşen ve ekonomik olarak güçlenen Almanya’nın dünyada hak ettiği konumu elde

45 A.Haluk Ülman, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, İmge Kitabevi, Ankara, 2012, s.17.

46 Eric Hobsbawn, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Dost Kitabevi, Ankara, 2005, s.328.

47 Joseph Reiter, World History at a Glance, The Garden City Publishing Co.İnc., New York 1943, s.329; XIX. yüzyıl başında dünya topraklarının % 35’i Avrupalıların işgal ve ya denetimi altında iken bu oran 1914’de % 84’e ulaşmıştı. (Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1996, s.176.)

12

etmesi gerektiğine inanıyordu.48 Kayser Wilhem, Almanya için “güneşte bir yer” istiyordu.49 Süratli büyümeyi sürdürebilmek için yeni kaynaklar ve pazarlara ihtiyaç duyan Alman endüstri çevreleri de imparatorun politikasını destekliyordu.50 Almanlara göre, dünyadaki siyasî ve askeri rol dağılımı ekonomik güçteki değişime uygun olarak yeniden yapılmalıydı.51

Almanya’nın İngiltere’yi kuşkuya düşüren davranışlarının başında bu devletin Osmanlı politikası geliyordu.52 Osmanlı topraklarını doğal yayılma alanı olarak gören Almanya, Osmanlı üzerindeki ekonomik, siyasî ve askeri etkisini gittikçe artırıyordu.53 Almanya’nın 1899’da Bağdat Demiryolu ayrıcalığını alması, Orta Doğu’yu kendi etki alanı olarak gören İngiltere’yi çok rahatsız etmişti. İngilizler demiryolunun Basra’ya ulaşmasını, Hindistan yolunu tehlikeye sokacak bir durum olarak görüyordu.54

Ayrıca Almanya’nın izlediği donanma politikası, İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğüne meydan okuyordu. Baltık Denizi’nde üslenecek güçlü bir Alman donanması, İngiltere’nin güvenliği açısından kabul edilemez bir durumdu.55 Bu gelişmeler İngiltere’yi, 1904’de Fransa ve 1907’de Rusya ile anlaşarak sömürge problemlerini çözmeye teşvik etti. Böylece I. Dünya Harbi’nde kurulacak ittifakın yolu açılmıştı.

I Dünya Harbi’ne giden süreçte, Balkanlar’daki milliyetçilik akımının önemli bir etkisi olmuştu. Balkanlar bu dönemde Avrupa’nın “barut fıçısı” olarak görülüyordu.56 Bölgedeki ulusçuluk akımlarının en güçlü kolunu Slav milliyetçiliği oluşturuyordu. Rusya’nın Balkanlar’da izlediği Panslavizm politikası Avusturya-Macaristan tarafından

48 Almanya’nın kömür üretimi 1890’da yılda 89 milyon ton dan 1914’de 277 milyon tona yükselerek, İngiltere’nin 292 milyon tonluk üretimine yaklaşmıştı. 1914’de Almanya’nın 17,6 milyon tonluk yıllık çelik üretimi İngiltere, Fransa ve Rusya’nın toplam üretimini aşıyordu. Almanya’nın ihracatı 1890-1913 arasında üç kat artarak dünya genelinde İngiltere’nin ardından ikinci sıraya gelmişti. Almanya’nın dünya imalat sanayindeki payı İngiltere’nin % 13,6’lık payını aşarak % 14,8’e çıkmıştı. (P.Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi…, s.245-246.)

49 E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı…, s.344.

50 A.H.Ülman, I. Dünya Savaşı’na …, s.159; Almanya’nın ihracatı 1897 ile 1913 arasında % 170 oranında artmıştı. ( Pierre Renouvin, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye, 1914-1918, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2004, s.16.)

51 E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı, s.342.

52 E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı, s.342-343.

53 A.H.Ülman, I. Dünya Savaşı’na …, s.210.

54 Edward Mead Earle, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınevi, İstanbul 2003, s.187; Bu dönemde ortaya sürülen Halford Mackinder’in ‘Kara Hakimiyet Teorisi’ne göre, demiryolları en kısa ve düz çizgide giderek deniz yoluna göre daha hızlı asker nakline imkan veriyor ve stratejik üstünlük denizden karaya geçiyordu. (David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon, İstanbul, 2013, s.32.)

55 P.Renouvin, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye, s.204; E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı…, s.345.

56 E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı…., s.327.

13

kabul edilemezdi.57 Zira, bu devlet sınırları içinde on bir ayrı ulustan insan yaşıyordu ve Slav milliyetçiliği hareketi giderek güçleniyordu. Avusturya-Macaristan için Rusya ile mücadele her şeyden önce bir beka sorunuydu.58 Nitekim Almanya’nın Avusturya-Macaristan’dan yana taraf olmasıyla kıtadaki bloklaşma başladı.59 Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya 1882’de Üçlü İttifak ile bir araya geldi. Buna karşı 1894’de Fransız-Rus ittifakı sağlandı.60 İngiltere’nin 1904’de Fransa ve 1907’de Rusya ile anlaşması ile de Üçlü İtilaf tamamlanmış oldu.

1912-1913 Balkan Savaşları bölgede yeni bir bunalımın doğmasına sebep oldu. Sırbistan’ın II. Balkan Savaşı’ndan ciddi toprak kazanarak çıkması Avusturya-Macaristan’ı çok rahatsız etmişti. Hatta bu ülke Bulgaristan lehine savaşa müdahale etmeye niyetlenmiş, ancak Almanya’dan istediği desteği görememişti.61 Avusturya-Macaristan, Balkanlarda güçlenen Sırbistan’ın başını ezmeye ve Sırp milliyetçiliğini kontrol altına almakta kararlıydı.

Nihayet 1914 Temmuz’unda Saray-Bosna bunalımı patlak verdiğinde iki taraf da geri adım atmadı. Avusturya-Macaristan, Sırbistan’ı ezmekte kararlıydı. Almanya ise müttefikinin arkasındaydı.62 İtalya, bir süre önce Üçlü İttifak’tan uzaklaşmış ve İtilaf Devletleri’ne yanaşmaya başlamıştı. Kayser Wilhem, her şeye rağmen İngiltere’nin savaşa girmeyeceğini düşünüyordu. Ona göre; İngiltere’yi uzun süredir meşgul eden İrlanda problemi, bu ülkeyi savaş dışı kalmaya zorlayacaktı. Ancak Almanya’nın hesabı doğru çıkmayacak ve İngiltere müttefiklerinin yanında savaşa girecekti. İngiltere’nin güvenliği açısından hayati gördüğü Belçika’nın Almanlar tarafından işgali, bu ülkenin savaş kararında belirleyici olmuştu.

57 Stanford J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu, Savaşa Giriş, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014, s.27.

58 Samuel R. Williamson, “The Origin of the War”, The Oxford Illustrated History of The First World War, (Ed.Hew Strachan), Oxford Universty Press, 1998, s.13; P.Renouvin, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye, s.205.

59 E.Hobsbawn, İmparatorluk Çağı, s.338.

60 J.M.Roberts, Avrupa Tarihi, s.551.

61 A.H.Ülman, I. Dünya Savaşı’na …, s.290.

62 Robert K. Massie, Dretnot, İngiltere, Almanya ve Yaklaşan Savaşın Ayak Sesleri, Sabah Kitapları, İstanbul, 1995, s.689; S.R.Williamson, “The Origin of the War”, s.18; Rusya’nın gemi yapımı programı ve Polonya’da devam eden demiryolu inşası Almanya’yı rahatsız etmişti. Bu programlar 1917 yılında tamamlandığında Rus ordusu Doğu Avrupa’da ve Akdeniz’de önemli bir güç elde edecekti. Alman genel karargahına göre bu gerçekleşmeden Rusya ile hesaplaşılmalıydı. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983, s.514.)

14

B- I. DÜNYA HARBİ’NE GİDEN SÜREÇTE OSMANLI İMPARATORLUĞU

XIX. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun “en uzun yüz yüzyılı” olmuştu. İmparatorluğun son yüzyılının temel özelliği değişim arzusunun, en azından devlet kademelerinde, belirleyici hale gelmesi ve değişimin daha önce görülmedik bir hıza ulaşmasıydı. Yüzünü Batıya çevirmiş olan Osmanlı aydını, bir önceki yüzyıla göre daha bilinçli ve programlıydı. Ayrıca çok daha aceleciydi. Nitekim Osmanlı aydını ve bürokrasisi modernleşmeyi sırtlamış ve topluma dikte etmişti. Bu koşullarda otokratik bir modernleşme hareketi ortaya çıkmış ve anayasal monarşiye giden yol açılmıştı.63

Osmanlı modernleşmesi bilinçli bir tercihten ziyade pragmatik bir gereklilikten kaynaklanmıştı. Modernleşme hareketinin temelinde bekâ sorunu vardı. Bekâ sorunu, XVIII. yüzyıl içinde hissedilmeye başlamış ve XIX. yüzyıl başında şiddetli bir hal almıştı. İmparatorluk, bir yandan Batılı devletlerin tehdit ve müdahalelerine karşı koymaya çalışırken, diğer tarafta ülke içinde gittikçe güçlenen adem-i merkeziyetçi eğilimlerle mücadele ediyordu. Bekâ sorunu, imparatorluğun bütünlüğünü koruma, devletin gücünü devam ettirme, yani bir var olma sorunuydu. Bu bağlamda, modernleşme ihtiyacının temel motivasyonu dış tehdit ve ayrılıkçı eğilimlere karşı merkezin gücünü artırmak ve imparatorluğun birliğini sağlamaktı.64 Bunun için merkeze sadık, modern ve güçlü bir orduya ihtiyaç vardı. Bu ordunun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ise gelişmiş bürokratik kurumlarıyla merkezileşmiş bir devlete ihtiyaç vardı. Bu gereklilik orduda başlayan modernleşme hareketinin müteakiben devlet kurumlarının tamamına ve sosyal yapıya uzanmasını sağladı.

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, planlanan idari reformun manifestosuydu. Fermandaki önemli bir nokta, düzenlemelerden Müslümanlar kadar gayrimüslimlerin de yararlanacak olmasıydı. Yapılacak yasalarla kanun önünde eşitlik ilkesinin hâkim olacağı vurgulanıyordu.65 İmparatorluğu sarsan milliyetçilik akımlarına karşı düşünülen çare, bir Osmanlı ulusu yaratmaktı. Ancak devleti kuvvetlendirmek ve parçalanmasını önlemek için girişilen Tanzimat hareketi, bütün çabalara rağmen istenen sonucu vermemişti. Gayrimüslimlerin ayrılıkçı eğilimleri hız kesmemiş, yabancı devletlerin müdahaleleri engellenememiş ve hedeflenen ıslahat gerçekleştirilememişti. Bu koşullar, Tanzimat’ın otokrotaik yapısı karşısında özgürlükçü bir muhalefet

63 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul, 1987, s.23-25.

64 Kemal H.Karpat, Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s.21-22.

65 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983, s.170-171.

15

hareketinin gelişmesine yol açtı.66 Yeni Osmanlılar olarak isimlendirilen muhalif hareket, dış gelişmelerin de etkisiyle, meşrutiyetçiliğe doğru evrilerek anayasal monarşiye geçişi sağladı. Meşrutiyet denemesi çok kısa sürse de, Osmanlı aydınının zihnine bir daha çıkmayacak şekilde yerleşmişti. Nitekim II. Abdülhamit döneminin baskıcı yönetimine karşı gelişen Jön Türk muhalefetinin gayesi meşrutiyeti geri getirmekti. Böylece bir kez daha Osmanlı ulusu yaratma idealine dönüldü. Jön Türklere göre, gayrimüslimlerin ayrılıkçı hareketlerine karşı koymanın yegâne çaresi buydu.67 Ancak bu düşünceyle girişilen II. Meşrutiyet hareketi de istenen sonucu veremeyecek ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması önlenemeyecekti.

XIX. yüzyıl reform hareketinin amacı merkezin güçlendirilmesiydi. Osmanlı yönetimi bu uğurda başlatılan girişimlerin pek çoğunda Avrupalı devletlerin desteğine başvurmak zorunda kaldı. Avrupa devletleri, reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasî veya malî destek karşılığında, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılmasını sağladılar. Böylece reform girişimleri, ekonominin dış ticarete ve yabancı sermayeye açılması doğrultusunda Avrupa devletlerine verilen ödünlerle beraber yürüdü.68 Nitekim modernleşme hareketi, yarı sömürgeleşme süreciyle beraber gelişti. XIX. yüzyıl boyunca süren yarı sömürgeleşme sürecinde imparatorluk toprakları Avrupa devletlerinin mücadele alanı haline gelmişti. Bu mücadele “Şark Meselesi” olarak isimlendirildi. Şark Meselesi’nin temelinde Yakın Doğu’nun yani Osmanlı topraklarının geleceği konusu yatıyordu.69

İmparatorluğu’nun son yüzyılında uyguladığı dış politikanın temelinde, Avrupa’da ki güç dengesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanma düşüncesi vardı. Bu politikanın esası büyük güçlerden biri ve birkaçından gelebilecek tehdide karşı diğer bir büyük güce dayanmaktı.70 Bu güç, yüzyılın son çeyreğine kadar İngiltere olmuştu. Ancak 1880’den itibaren İngiltere’nin bu politikası değişmeye başladı. İngiltere’nin Osmanlı Devleti konusundaki politika değişikliği ilk olarak 1878 Berlin Konferansı’nda açığa çıktı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin bitiren Berlin Antlaşması ile; Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını kazanmış, Bulgaristan Osmanlı Devleti’ne vergi veren bağımsız bir prenslik haline gelmiş, Bosna-Hersek’in yönetmi Avusturya-Macaristan’a

66 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi VII, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1977, s.300-301.

67 Sina Akşin, “Jön Türkler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.832.

68 Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, 1820-1913, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2005, s.151-152.

69 Hüner Tuncer, “Viyana Kongresi, ‘Doğu Sorunu’ ve Büyük Güçler (1815-1829)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.63-64.

70 William Hale, Türk Dış Politikası, 1774-2000, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003, s.6.

16

bırakılmış, Kars-Ardahan ve Batum sancakları Ruslara terk edilmiş, Teselya Yunanistan’a bırakılmıştı.71 İngiliz yönetimi, Osmanlı hükümetinin bütün gayretine rağmen konferansta gerekli desteği göstermemişti. Kıbrıs’ın 1878’de İngiliz kontrolüne geçmesi ve 1882’de Mısır’ın işgali de bu değişimin göstergeleriydi. İngiliz yönetiminin Osmanlı’nın toprak bütünlüğü konusunda kararlılığı azalmıştı. İngiltere’nin Osmanlı politikasındaki değişim, imparatorluğun Almanya ile yakınlaşmasında etkili oldu. II. Abdülhamit, Rus tehdidine ve İmparatorluk üzerindeki İngiliz-Fransız nüfuzuna karşı Alman dostluğunu kullanmayı planlıyordu.72 Almanya’nın Müslüman sömürgesi yoktu. Ayrıca azınlıklar konusunda diğer batılı devletler kadar baskıcı değildi. Bu durum Almanya’nın tercih edilmesinde etkili oldu. Alman sermayesinin Osmanlı devletine akışı 1880’den itibaren hızlanmıştı.73 Almanya, II. Abdülhamit’in İslamcılık siyasetini de desteklemiş, Alman İmparatoru II. Wilhelm 1898’de Osmanlı İmparatorluğu’nu ikinci defa ziyaret etmişti. Bu ziyaretinde Orta Doğu’ya da giden Kayzer, Şam’da yaptığı konuşmada 300 milyon Müslümanın halifesi olan Abdülhamit’in en iyi dostu olduğunu vurgulamıştı. Salahattin Eyyübi’nin mezarını ziyaret eden Kayzer Wilhelm, Hristiyan olarak doğmasa Müslüman olmak isteyeceğini söylemişti.74 İngiltere’nin bu politikaya karşı, Osmanlı padişahı yerine bir Arap halife teziyle çıkması75 Almanya’ya duyulan sempatiyi artıracaktı.

Almanya’nın Şark Meselesi’ne taraf olarak katılışı Deutsche Bank’ın faaliyetleri ile başlamış, Anadolu ve Bağdat demiryollarının yapımı ile sürmüştü. Berlin’den Basra Körfezine uzanacak demiryolu, denizde İngiliz donanması ve ticaret filoları ile rekabet edemeyen Almanya’nın kara yoluyla Yakın Doğu’ya girmesini sağlayacaktı.76 Bir harp durumunda Alman askerleri, İtilaf orduları tarafından tehdit edilmeden bölgeye ulaşabilecekti. Almanya’nın 1899’da Bağdat Demiryolu ayrıcalığını alması, Orta

71 Ali İhsan Bağış, “İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun Toprak Bütünlüğü Politikası ve Türk Diplomasisinin Çaresizliği”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.52;

72 Cevdet Küçük, “II. Abdülhamit’in Dış Politikası”, II. Abdülhamit Dönemi Paneli II, İstanbul, 2000, s.132; F.A.K. Yasamee, “Ottoman Diplomacy in the Era of Abdülhamit II (1878-1908) ”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s 224; F.Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.30-31.

73 1887’de Osmanlı ticaretinin % 18’ini teşkil eden Almanya-Avusturya, bu rakamı 1910’da % 42’ye çıkarmıştı.73 Osmanlı dış borcunda Almanya’nın payı 1888’de % 7,5 iken 1914’de % 21 çıkmıştı. Aynı dönemde dış borçlar dışındaki yabancı sermayedeki payı ise % 1’1’den % 27,5’e yükselmişti. (Ş.Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık…, 84.)

74 Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitemeyen Oyun, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, İstanbul, 1995, s.37-40; E.Z.Karal, Osmanlı Tarihi VIII, 177.

75 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfusu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.15.

76 P.Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitemeyen Oyun, s.12.

17

Doğu’yu kendi etki alanı olarak gören İngiltere’yi çok rahatsız etti. İngilizler demiryolunun Basra’ya ulaşmasını, Hindistan yolunu tehlikeye sokabilecek bir durum olarak görüyordu.77 Benzer kaygıları Fransa da taşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli ekonomik çıkarları olan Fransa, Suriye’yi kendi nüfuz alanı olarak kabul etmişti.78

Almanya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzu, Osmanlı’ya gelmeye başlayan Alman askeri heyetlerinin etkisiyle arttı. Albay Kaehler başkanlığındaki dört kişilik heyet, 1882 yılından itibaren orduda ıslah çalışmalarına başladı.79 Özellikle 1885’de heyet başkanı olan Von der Goltz’un Osmanlı subayları üzerinde büyük etkisi oldu.80 Harp Okulu ve Harp Akademisini Alman modeline göre düzenleyen Goltz, bu okullardan pek çok Alman hayranı subay yetişmesini sağladı.81 Ayrıca 1883’den itibaren askeri eğitim için Almanya’ya subay gönderilmesine başlandı. Goltz ve diğer Alman danışman subaylar, Osmanlı yönetimini Almaya lehine yönlendirme çabalarının yanı sıra, başta Krupp olmak üzere Alman silah fabrikalarının Türkiye’deki temsilcisi gibi çalıştı. Bu dönemde Osmanlı Devleti silah alımlarını büyük oranda Alman firmalarından gerçekleştirdi. Goltz’un heyet başkanı olduğu 1885-1895 yılları arasında, Almanya’ya 100 milyon Frankın üzerinde silah siparişi verildi.82

XX. yüzyıl başında imparatorluğun en acil sorunu Makedonya Meselesi’ydi. Bölgede Türkler, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Rumlar ve Ulahlar karışık bir vaziyette yaşıyordu. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın Makedonya’da çatışan iddiaları vardı.83 1905’e gelindiğinde İmparatorluğun bölgedeki siyasî ve malî hâkimiyeti büyük

77 E.M.Earle, Bağdat Demir ve Petrol …, s.187.

78 L.Bruce Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.259.

79 Jehuda L.Wallach,. Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1985, s. 31-42.

80 Von der Goltz 15 Haziran 1883’de Kurmay Yarbay rütbesi ile Osmanlı ordusunun hizmetine girmiştir. 23 Haziran 1886’da tümgeneralliğe, 20 Nisan 1895’de mareşalliğe terfi etmiştir. Osmanlı ordusundaki görevine Askeri Okullar Müfettişi olarak başlayan Goltz, 1886’da Erkan-ı Harbiye İkinci Reisi olmuştur. 1895’de Osmanlı ordusundaki görevinden ayrılan Goltz’un Türk subayları ile irtibatı sürmüş, 1908 yılında bir ziyarette bulunmuştur. 17 Nisan 1915’de I. Ordu Komutanı olarak Osmanlı ordusunda göreve başlayan Goltz 14 Ekim 1915’de VI. Ordu Komutanlığına atanmıştır. 19 Nisan 1916’da Bağdat’ta vefat etmiştir. (Veli Yılmaz, 1’nci Dünya Harbi’nde Türk-Alman İttifakı ve Askeri Yardımlar, İstanbul, 1993, s.39-41.)

81 Kazım Karabekir, Türkiye’de ve Türk Ordusunda Almanlar, Emre Yayınları, İstanbul 2001, s.205; J.L.Wallach,. Bir Askeri Yardımın…, s.54.

82 J.L.Wallach,. Bir Askeri Yardımın…, s.90-91; Fahri Türk, Türkiye ile Almanya Arasındaki Silah Ticareti, 1871-11914, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2012, s.96-103.

83Richard C. Hall, Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası, Homer Kitabevi, İstanbul, 2003, s.6; Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, II, Küre Yayınları, İstanbul, 2006, s.94-95.

18

oranda ortadan kalmıştı.84 Makedonya Meselesi, II. Meşrutiyet’in ilanı konusunda oynadığı rol ile devletin siyasî hayatında büyük önem arz etmişti.

Makedonya’da gelişen olaylar, Bulgar çetelerine karşı verilen mücadele ve dış devletlerin müdahalesi, bölgedeki Osmanlı subay ve memurları arasında meşrutiyetçi eğilimlerin artmasına neden olmuştu.85 Bu mektepli aydınlar, okul yıllarında temas ettikleri liberal siyasal fikirlerin etkisiyle rejime muhalif olmuşlardı. Nitekim 1908’de Reval’de gerçekleşen İngiltere-Rusya görüşmesi Makedonya’nın elden gideceği korkusunu artırdı. Görüşme, Batı basınında “Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımına karar verildiği” şeklinde yorumlanmıştı. Bu durum Rumeli’nde büyük bir heyecana yol açmıştı. İttihatçılar bu durumdan II. Abdülhamit’i sorumlu tutuyorlardı. Onlara göre, Makedonya’nın elden çıkmasını engellemek için hemen harekete geçilmeliydi.86 Nitekim Temmuz 1908’de rejime karşı hareket başladı. Padişah nihayet miladi 23 Temmuz’da meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.87

Meşrutiyet’in ilanı imparatorlukta coşkulu bir iyimserliğe yol açtı. Meşrutiyet’in, devletin tüm sorunlarını çözecek sihirli bir formül olduğu düşünülüyordu.88 II. Abdülhamit’in “İslamcılık” siyasetinden89 bir kez daha “Osmanlıcılık” siyasetine dönüldü. Dış politikada İngiltere ve Fransa ile yakınlaşma eğilimi hâkim oldu.90 Jön Türkler, bu iki ülkenin Avrupa modelini örnek alarak meşruti bir sistem kuran yeni rejime sempatiyle bakacağını düşünüyorlardı. II. Abdülhamit ile kurduğu ilişkiden dolayı Almanya’ya şüphe ile bakıyorlardı.91

Ancak bu iyimser hava kısa sürede dağıldı. Nitekim II. Meşrutiyet istenen sonucu vermeyecek ve İmparatorluğun parçalanması önlenemeyecekti. İngiltere ve

84B.Jelavich, Balkan Tarihi, II, s.99-100; S.J.Shaw, E.K.Shaw, Osmanlı İmparatorluğu …, s.260-261.

85 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, Ankara, 2011, s.118-119.

86 Necdet Hayta, “ I. Dünya Savaşı’na Giden Yolda 1908 Reval Mülakatı ve Osmanlı Devleti’ne Etkileri”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.28

87 S.Akşin, Jön Türkler ve…, s.130; Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013, s.29.

88 İsmet İnönü şunları aktarır; “Meşrutiyet ve Kanuni Esasi idaresi hakkında, o zamanki bilgilerimiz şaşılacak kadar esassız ve sathidir. Bir kanaatte çok samimi sağlam duruyorduk: Kanuni Esasi, iç politika ve dış politikanın bütün aksi cereyanlarını yenecek ve hiç güçlüğe uğramadan saat gibi düzgün işleyen bir idare kurulacaktı.” (İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, 1985, s.45.)

89Selim Deringil, “II. Abdülhamit’in Dış Politikası”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.306-307.

90Feroz Ahmad, “İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası (1908-1919)”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.293; Ömer Turan, “II. Meşrutiyet ve Balkan Savaşları Döneminde Osmanlı Diplomasisi”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s 243.

91 Ulrich Trumpener, “Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.198; F.Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s.33; E.M.Earle, Bağdat Demir ve Petrol …, s.198.

19

Fransa ile yakınlaşma politikası da, bu ülkelerin isteksizliği sonucu akim kalacaktı.92 Bu koşullarda İttihatçılar, II. Abdülhamit’in daha önce eleştirdikleri Almanya politikasına dönmek zorunda kaldılar. Hatta bu konuda II. Abdülhamit’ten daha tutkulu davrandılar.93

İmparatorluk içindeki ayrılıkçı eğilimler gayrimüslümlerle sınırlı kalmamıştı. İmparatorluk tebaası olan Araplar da, gayrimüslüm azınlıklara benzer bir süreç yaşadı. XIX. yüzyılda Arap seçkinler arasında doğan ulus bilinci, gayrimüslim azınlıkların aksine, siyasal eylem ve bağımsızlık isteği aşamasına ulaşmamıştı.94 II. Meşrutiyet’le beraber bu durum değişmeye ve Arapçılık akımı siyasileşmeye başladı. İttihat ve Terakki’nin izlediği merkeziyetçi politikalar karşında, Araplar arasında yerel özerkliği korumaya ve genişletmeye yönelik hareketler gelişiyordu.95 Özellikle Balkan Harbi sonrasında “Türkçülük” akımının güçlenmesiyle, Arap ulusçuluğu reaksiyoner bir nitelik kazanmış ve siyasileşmişti.96 Osmanlı yönetimi üzerinde Alman etkisi arttıkça, İngiltere’nin Arap milliyetçilerine desteği hız kazanacak ve “Arap halife” söylemi ön plana çıkacaktı.97 Harp yıllarında Şerif Hüseyin liderliğinde gerçekleşecek isyanın tohumları bu dönemde atılmıştı.98

Meşrutiyet’in ilanı Balkanlar’da önemli gelişmelere yol açtı. Jön Türk reformlarının yaratabileceği olumlu etkiden çekinen devletler harekete geçti.99 5 Ekim

92 W.Hale, Türk Dış Politikası, s.23. Osmanlı yönetimi İngiltere’yi Üçlü İtilaf’ın temel direği olarak görüyordu. Bu ülke ile yakınlaşmanın Fransa ve Rusya ile yakınlaşmanın yolunu açacağına inanıyordu. (Cenk Reyhan, “Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı 1878-1914”, Belleten, LXIX/254, 2005, s.232.)

93 İ.Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman …, s.121.

94 İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap Milliyetçiliği”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, IV, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.1032; Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1951, s. 207.

95 Alexander Lyon Macfie, Osmanlının Son Yılları 1908-1923, Soysal Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s.102.

96 Trablusgarp ve Balkan Harpleri ile İmparatorluğun güç kaybetmesi ve Orta Doğu’da büyük devletlerin gücünün artması Arap ulusçularını harekete geçirmişti. Arap İhtilal Cemiyeti tarafından Şubat 1914’de yayınlanan bir beyannamede şöyle deniyordu; “Ey Beni Kahtan! Ey sülale-i Adnan! Uyuyor musunuz ve ne zamana kadar uyuyacaksınız?... Memleketlerinizin ecnebiye satıldığını ne vakit anlayacaksınız?... Adetleri (sayıları) sizin adetlerinizden kalil (az) olduğu halde Ermeniler, Türk devletine rağmen istiklal-i idariye nail oldular, yakında kendi işlerinin idaresinde müstakil olacaklardır…. Türkler size etmedikleri hürmeti Ermenilere etti; size vermedikleri hukuku onlara verdi! Siz şu hakikatin Ermenilerde isabetini görmediniz mi?... Türkler Rusya ve Balkan muharebelerinde münhezim olan askerlerini sizi öldürmek ve cinsiyet-i arabiyenizi mahvetmek ve sizden baki kalan kuvvet de hatime çekmek için üzerinize sevk ediyor… Ey Araplar! Kıyam ediniz, Kahtaniler! Kılıçlarınızı kınından çıkarınız! Memleketlerinizde zalim ve müstebid ve sizi tahkir eden kimseyi bırakmayınız! Size ve sizin lisanınıza, cinsinize adavet edenlerden memleketinizi tathir ediniz…”. ( Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, s.226-229.)

97 Kazım Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 20011, s.149-150.

98 Kemal Karpat, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na Girişi”, Türk Dış Politikası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s.120; S.J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.36-37; Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, s.208.

99 R.C. Hall, Balkan Savaşları, s.9.

20

1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Ertesi gün Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i ilhak etti. Bosna-Hersek’in ilhakı gerek Rusya, gerekse Sırbistan açısından küçük düşürücü bir olaydı.100 Bu gelişmeler Balkanlar üzerindeki Avusturya-Rusya mücadelesini daha da kızıştırdı. Balkanlar’da süren bu mücadele I. Dünya Harbi’nin temel sebeplerinden biri olacaktı.

Ekim 1911’de İtalya Trablusgarp’ı işgal etti ve Osmanlı-İtalyan Harbi başladı. İtalya’yı Üçlü İttifak’tan ayırarak yanına çekmek isteyen İngiltere ve Fransa işgale tepki göstermedi. Aynı sebeple Almanya’dan da ciddi bir tepki gelmedi. Dış destekten mahrum kalan Osmanlı yönetimi savaşı gönülsüzce kabul etti. O kadar ki, yerli halkı eğitmek ve teşkilatlandırmak için Trablus ve Bingazi’ye gidecek Osmanlı subaylarının resmi ataması dahi yapılmadı. Bu subaylar izinli sayılarak Mısır üzerinden gizlice bölgeye gittiler.101 Bununla beraber bölgeye gönderilen Enver Bey, Mustafa Kemal (Atatürk) Bey gibi Türk subayları iyi seçilmişti ve yerel nüfusla ilişkileri gayet sağlamdı.102 Nitekim bölgede ustaca uygulanan gerilla harbi sonuç verdi.103 Bu subayların komutasındaki Senusiler, İtalyan işgalinin kıyılardan içeriye girmesine engel oldu. Bölgedeki direnişi kıramayan İtalya, Nisan 1912’de Çanakkale Boğazı’na bir baskın yaptı. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi boğazı mayınlayarak kapattı. İtalya’nın boğazlara yönelik hamlesi İngiltere ve Rusya’yı rahatsız etti. Bu devletlerin baskısıyla İtalyan donanması boğazlardan çekildi. Ancak işgal ettiği 12 Ada’yı elinde tutarak baskıya devam etti.104 Ekim 1912’de başlayan Balkan Harbi, Osmanlı yönetimini İtalya ile anlaşmaya mecbur etti. İki ülke arasında Ekim 1913’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Trablusgarp İtalya’ya bırakıldı.

Balkanlar’da XIX. yüzyıl boyunca devam eden milliyetçi hareketler yüzyılın son çeyreğinde hız kazanmıştı. XX. yüzyıl başına gelindiğinde, Balkan devletlerinin yayılmacı emelleri Makedonya üzerinde kesişiyordu. Makedonya üzerindeki rekabet Balkan devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir ittifak kurmasına engel

100 B.Jelavich, Balkan Tarihi, II, s.101.

101 Orhan Koloğlu, “İttihat ve Terakki Partisi’nin Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s.236.

102 Odile Moreau, Reformlar Çağında Osmanlı İmparatorluğu, Askeri “Yeni Düzen”in İnsanları ve Fikirleri 1826-1914, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s.212.

103 Mesut Uyar-Edward J.Erickson, Osmanlı Askeri Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.448-449; Trablusgarp’ta Türk subaylarının liderliğinde yürütülen gerilla harbinin başarı göstermesi İngiliz ve Fransızlarda Mısır, Tunus ve Cezayir’de milliyetçi bir hareketin başlayabileceği kaygısı doğurmuştu. (O.Koloğlu, “İttihat ve Terakki Partisi’nin …”, s.236.)

104 R.J.Bosworth, “İtalya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed.Marian Kent), Alfa, İstanbul, 2013, s.106; A.H.Ülman, I. Dünya Savaşı’na …, s.279-280.

21

olmuştu.105 Ancak II. Meşrutiyet’in ilanı ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı, Balkan devletlerini aralarındaki sorunları çözmeğe zorladı. Bu devletler, Jön Türkler etkili reformlar uygulamadan önce harekete geçmek istiyordu. Balkan devletlerinin bu kararı, Rusya’nın bölgede daha faal bir politika izleme kararıyla aynı döneme rastlamıştı.106 Balkan ittifakı Mart 1912’de Bulgaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşma ile tesis edilmeye başladı. Bunu mayıs ayında Yunan-Bulgar anlaşması ve ekim ayında Karadağ’ın Sırbistan ve Bulgaristan ile yaptığı anlaşmalar izledi.107

Bu gelişmeler olurken Osmanlı İmparatorluğu iç meseleleri ile meşguldü. Trablusgarp Harbi, Yemen ve Arnavutluk isyanları ile zor duruma düşen İttihat ve Terakki Fırkası muhalefete çekilmek zorunda kalmıştı.108 İttihatçılarla muhalifleri arasında şiddetli bir mücadele sürüyordu. Osmanlı yönetimi Balkanlar’daki gelişmeleri doğru okuyamıyordu. O kadar ki Eylül 1912’de 60-70 bin civarında yetişmiş asker terhis edilmişti.109

Trablusgarp Harbi’ni ve süren isyanları fırsat olarak gören Balkan devletleri Ekim 1912’de harekete geçti. Harbin seyri Osmanlı yönetimi için tam bir felaket olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, harbin sonunda Batı Trakya’daki son topraklarını kaybetmişti. Doğu Trakya’yı ise güçlükle elinde tutabilmişti. Balkan Harbi, Osmanlı yönetimine ciddi bir diplomatik yalnızlık içinde olduğunu göstermişti. Ayrıca İmparatorluğun nüfus kompozisyonu büyük oranda değişerek homojenleşmişti. Bu durum, takip eden dönemde izlenecek iç ve dış politikada önemli sonuçlara yol açacaktı.

1913 ortasına gelindiğinde Osmanlı yönetimi ciddi bir travma yaşıyordu. Meşrutiyet’in ilanı ile Bulgaristan ve Bosna-Hersek elden çıkmış, Avrupalılar 1878 Berlin Anlaşması’nın ihlali karşısında kayıtsız kalmıştı. Birkaç yıl içinde önce Trablusgarp ve müteakiben Balkan toprakları kaybedilmişti. Balkan Harbi başında büyük devletler tarafından sınırların değişmesine müsaade edilmeyeceği açıklanmış, ancak İmparatorluğun mağlubiyeti ile bu söz unutulmuştu. Bu süreçte İmparatorluk,

105 R.C. Hall, Balkan Savaşları, s.6-7.

106 R.C. Hall, Balkan Savaşları, s.11-14.

107 B.Jelavich, Balkan Tarihi, II, s.102.

108 S.Akşin, Jön Türkler ve…, s.317.

109 Talat Paşa’ya göre Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesinin bu hareketinin asıl amacı İttihat ve Terakkiye darbe vurmaktı. (Talat Paşa, Hatıralarım ve Müdafaam, s.28); Ali İhsan Sabis, Balkan Harbinde Neden Mağlup Olduk?, (Yay.Haz.Hasip Saygılı), İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2014, s.45; Fevzi Çakmak, Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik?, (Yay.Haz.Ahmet Tetik), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.16.

22

bütün gayretine rağmen dış destekten mahrum kalmıştı. Devletin toparlanabilmesi için barışa ve zamana ihtiyacı vardı. Bunun için tek çare güçlü bir devletle bağlaşmaktı. Savaşı önceleyen aylarda Osmanlı yönetiminin temel kaygısı büyük devletlerden biri veya bir kaçıyla yapacağı bir ittifakla kendisini garanti altına almaktı.110

Esasında dış destek bulma çabası Meşrutiyet’in ilanı ile başlamıştı. Yeni rejimin temel gayesi imparatorluğun toprak bütünlüğünü güvence altına alarak planlanan siyasî, ekonomik ve askeri reformları hayata geçirmekti. İttihatçılar bu güvencenin ancak, büyük güçlerden biri veya birkaçı ile yapılacak bir ittifakla mümkün olacağına inanıyorlardı. II. Abdülhamit yönetimiyle sıkı ilişkileri nedeniyle Almanya’ya şüphe ile bakılıyordu. İtilaf Devletleri ve özellikle İngiltere en makul müttefik olarak görülüyordu. İngiliz ve Fransızların, meşruti rejime sempatiyle bakacağı ve destek vereceği düşünülüyordu.111 Ancak bu beklentier doğru çıkmadı. Gerek İngiltere gerekse Fransa ve Rusya nezdinde yapılan bütün girişimler sonuçsuz kalmıştı. İttifak çabalarının akim kalması iki nedene dayanıyordu. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu faydalı olacak bir müttefik olarak görülmüyordu.112 Özellikle Balkan Harbinden sonra imparatorluğun uzun müddet daha yaşayabileceğine olan güven yok olmuştu. Toprakları üzerinde bütün büyük güçlerin önemli çıkarları olan bu zayıf devlet, müttefiklerini arzu etmedikleri bir çatışmaya sürükleyebilirdi.

Bu koşullarda Osmanlı Devleti’nin ittifak tekliflerine cevap veren tek devlet Almanya oldu.113 Osmanlı-Alman ittifakının en önemli nedeni Rusya’dan duyulan

110 Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde, Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s.4; Carl Mühlman, İmparatorluğun Sonu (1914), Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.60; D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.45.

111 S.Akşin, Jön Türkler …, s.216-218; F.Ahmad, “İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası (1908-1919)”, s.293. Bu konuda Cemal Paşa şunları yazar; “Bu hale göre evvela Fransızlarla, sonra da İngilizlerle hoş geçinmek ve memlekette yeni ıslahat yapmak emelinde olduğumuz hakkında kendilerini ikna etmek ve bu suretle bizi Rusya tecavüzünden koruınalarını sağlamak, en esaslı kararlarımız arasında bulunuyordu.” (Cemal Paşa, Hatıralar, (Yay.Haz.Alpay Kabacalı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s.119)

112 Alman Genelkurmay Başkanı Moltke Mart 1914’de Avusturyalı mevkidaşına şunları yazıyordu; “Türkiye, askeri bakımdan sıfırdır ... Ordu anlatılması imkansız bir durumdadır. Daha önce Türkiye’den hasta adam olarak söz edildiğine göre şimdi ‘ölen adam’dan söz edilmesi gerekir”. Moltke 18 Mayıs 1914 tarihli bir muhtırasında işe şunları söylüyordu; “Yakın bir gelecekte Türkiye’yi üçlü ittifak yararına hesaba katmak tam bir yanılgı olacaktır.” (Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2006, s.48-49); J.L.Wallach, Bir Askeri Yardımın…, s.134.

113 Kayser’in Osmanlı ile ittifak konusundaki fikirlerinin şekillenmesinde bazı asker ve uzmanların önemli rolü olmuştu. Bunlardan biri Mareşal von der Goltz’du. İmparatorlukta görev yapan Alman subaylar arasında Goltz’un özel bir yeri vardı. Goltz, Harp Akademisi’nin başında bulunarak geleceğin yüksek komuta kademesi üzerinde önemli etkiye sahip olmuş ve diğer yabancı subaylardan farklı davranışlarıyla yakın ilişkiler kurmuştu. Almanya’da önemli bir Osmanlı uzmanı olarak görülüyordu. Goltz, kaçınılmaz olarak gördüğü bir Alman-İngiliz harbinde Osmanlı ile ittifakın çok faydalı olacağına

23

kaygılardı. Petersburg’un Boğazlar ve Doğu Anadolu’ya yönelik emelleri bilinmiyor değildi. Bu konuda genel kabul gören düşünce; Osmanlı Devleti’nin ciddi bir Rus tehdidi altında olduğu, içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulmak için öncelikle İtilaf Devletleri’ne başvurduğu, olumsuz cevap alınca Almanya ile bağlaşmak zorunda kaldığı şeklindeydi. Trablusgarp ve Balkan harplerinde yaşananlar, İmparatorluğun diplomatik bir yalnızlık içinde olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Osmanlı elitine göre ne uluslararası sistem, ne de Osmanlı askeri gücü İmparatorluğun güvenliğini sağlayabilirdi. Hayatta kalmak için bir bağlantıya girilmesi zorunluydu. Devletin güçlenmesi için yapması gereken reformlar, ancak sağlam bir ittifakın sağlayacağı garanti ortamında mümkündü. Bu düşünce dönemle ilgili bütün hatıralarda kendini gösterir.

Cemal Paşa’ya göre Rusya, Osmanlı Devleti’nin can düşmanıdır ve İstanbul'u almak başlıca emelidir. Rusya'yı bu emelden vazgeçirmek imkansızdır. Rusya’nın müttefikleri olan İngiltere ve Fransa, bu uğurda Rusya’yı desteklemekten geri durmayacaktır. Bu koşullarda Osmanlı Devleti’nin Almaya ile iş birliği zaruridir. Zira Almanya, Osmanlı Devleti’nin kuvvetli olmasını en ziyade arzu eden devlettir. Almanya’nın çıkarları yalnızca Türkiye’nin kuvvetli bulunmasıyla korunabilir. Almanya, Türkiye’yi bir sömürge gibi ele geçiremez. Almanya'nın ne coğrafya vaziyeti ne de vasıtaları buna uygundur.114

Talat Paşa, Balkan Savaşı’ndan sonra zayıf düşen Osmanlı Devleti’nin artık hiçbir hakka sahip bulunmadığı kanaatindedir. ‘Kuvvet hakka galiptir’ teorisi Osmanlı

inanıyordu. Anadolu’dan Suriye ve Irak’a uzanan demiryolları birleştiğinde, Osmanlı ordusu stratejik bir güce sahip olacaktı. Zira Osmanlılar sınıra hızla birlik kaydırıp Mısır’ı ve Basra’yı tehdit edebilecekti. Goltz’a göre, bu durum İngiltere’yi Orta Doğu konusunda daha uyumlu davranmaya mecbur edecekti. (S.J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda… , s.12-13; M.Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde, s.79; F.A.K. Yasamee; “Colmar Freiherr von der Goltz and the Rebirth of the Ottoman Empire”, Diplomacy and Statecraft 9, (Temmuz-1998), s.115); Kayzer üzerinde etkili olan diğer bir isim Max Freiherr von Oppenheim’dı. Oppenheim, uzun süre Orta Doğu’da ki Alman diplomatik misyonlarında görev yapmıştı. Resmi görevinin yanında Alman istihbarat ajanı olarak hizmet vermişti. Oppenheim “militan İslam”ın bir savaş durumunda Alman çıkarları için önemli bir silah olacağı düşüncesindeydi. İngiliz ve Fransız sömürgelerinde yaşayan Müslümanların isyan etmesi, bu devletlerin savaş çabalarına öldürücü bir darbe vuracaktı. Oppenheim, kendisi gibi düşünen Dışişleri Bakan Yardımcısı Arthur Zimmermann, oryantalist Ernst Jackh ve tarihçi Carl H.Becker’in desteğiyle Kayser üzerinde etkiye sahip olmuştu. Kayser’in 1898’de Orta Doğu’ya yaptığı ziyarettin arka planında yer almıştı. Nitekim, beklediğinin aksine, İngiltere’nin harbe girmesiyle Kayser şöyle diyecekti; “Konsoloslarımız ve temsilcilerimiz tüm İslam dünyasını bu yalancı ve vicdansız millete karşı ayaklandırmalıdır.” I. Dünya Harbi’nde Alman Dışişleri Bakanlığı Şark İstihbarat Birimi’nin başı olarak görev yapan Oppenheim’ın etkisi, savaş boyunca da sürecekti. (K.Karpat, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci…”, s.120; S.J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda… , s.19-20; M.Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu…, s.29-30; Selami Kılıç, “Alman İmparatorluğu’nun Kutsal Savaşı: ‘Cihat’ Mimarları, Söylem ve Girişimleri”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu (20-22 Mayıs 2009) Bildirileri-I, Genkur.ATASE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2009, s.279; P.Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitemeyen Oyun, s.11, 79-81)

114 Cemal Paşa, Hatıralar, s.135-137.

24

Devleti hakkında alenen tatbik edilmektedir. Rusya’nın ve onun hırslı fikirlerine ve maksatlarına razı olmak mecburiyetinde kalan İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti hakkındaki görüşleri açığa çıkmıştır.115 Bu koşullarda, Babıali’nin siyasetinde İngiltere’den ziyade Almanya’ya yönelik bir istikamet kuvvet bulmuştur.116

Kazım Karabekir, Osmanlı kamuoyunun Rusya hakkındaki hassasiyetini şöyle açıklar; “Cihan Harbi çıktığında halkımızın müşterek duygusu şu olmuştu: Çarlık Rusya’nın mağlup ve perişan olması, parçalanması. Asırlardan beri Çarların Türk vatanının bağrında açtığı yaraların acısını her Türk derinden duyuyordu. Anadolu ve Rumeli halkı her harpte, her evden birkaç kurban vermişti. Moskof kaygısı: ‘İlan-ı harpsiz hudutları geçer, ansızın donanmamızı yakar, ordusu geçtiği yerleri bir silindir gibi düzler’ şeklinde köylülerimizin bile ağızlarında dolaşıp dururdu. Rusya’ya karşı halkımızda, o kadar büyük itimatsızlık vardı ki onun fırsat bulunca yine bir tarafımızı koparacağına ve yine yüzbinlerce Türkün kurban gideceğine herkes kani idi… İşte halkın ruhuna sinmiş olan ‘Çarlık Rusya’ya karşı nefret ve intikam’ duygusu şu Cihan Harbi’nde bir fırsat kollayarak Almanlarla birlikte Rusya’ya karşı harbe girişimek arzusunu efkar-ı umumiye haline getirmeye çok müsaitti. ”117 Nitekim, Alman ittifakının içeriğine ve uygulanışına dair ciddi eleştiriler getiren Karabekir de Almanya ile bağlaşmanın kaçınılmaz olduğu fikrindedir; ““… şunu da ilave edeyim ki eğer o zaman fikrimi sorsalardı ben de artık Almanlarla ittifak yapılmasına taraftar olduğum cevabını verirdim… Çünkü: Meydanda bulunan tehlikeye karşı Boğazların müdafaa kudretini ve dolayısıyla vatan müdafaasını başka suretle temine imkanımız kalmamıştı…”118

Karabekir’in mesai arkadaşı Ali İhsan Sabis de, Almanya ile ittifakı zaruri görmüştür. Sabise göre, her iki tarafın savaş sahası içine tesadüf etmesi ve özellikle Rusya'nın beslediği hasmane emeller nedeniyle Osmanlı Devleti’nin harbin dışında kalması mümkün değildir. Bu durumda üçlü ittifak lehine vaziyet almaktan başka bir çare kalmamıştır.119

İsmet İnönü o dönemki ruh halini şöyle aktarır; “Balkan Harbi çıktığı zaman Osmanlı idaresi Almanlara çok güvenmiştir. Fakat Almanların bize hiçbir faydası olmadı. Balkan Harbi’nde diğer büyük devletler gibi seyirci kaldılar, hiçbir şey yapmadılar. Bu durum, Türk-Alman dostluğuna soğukluk soktu. Ondan sonra uzun

115 Talat Paşa, Hatıralarım ve Müdafaam, s.28-29.

116 Talat Paşa, Hatıralarım ve Müdafaam, s.174-175.

117 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.174-175.

118 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.53, 56.

119 Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım I, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990, s.72.

25

görüşmelerle, muhtemel bir Cihan Harbine karşı Almanlarla beraberlik tezi ortaya çıktı. Bu tezi savunanlar: ‘Başka çare yok. Diğerleri bizi tutmuyorlar ve tutmayacaklardır diyordu.’ Bu lafları çok işitmişizdir.”120

Halide Edip Adıvar’a göre, Osmanlı Devleti’ni Almanya’nın yanına sürükleyen iki önemli saik vardır. Birincisi Balkan hezimetinin tesir-i izâle temek arzusudur. İkinci ise muhtemel bir harpte İtilaf Devletleri galip gelirse, Osmanlı Devleti’nin İstanbul ve Boğazları kaybetmesi ihtimaline karşı, bu fikre muarız olan Almanya ile beraber olarak bu tehlikenin önüne geçmek düşüncesidir.121

Rusya aleyhinde oluşan kamuoyu, sıradan insanların hatıralarında da ifadesini bulur. Harbe yedek subay olarak katılan Faik Tonguç o dönemde sıklıkla söyledikleri bir marşı aktarır;

“Yüz sene var ki, Moskof’un derdi,

Yurdumuzun bağrını deldi.

Marş, marş, haydi arkadaş,

Göğsünü ger, Kafkasları aş.”122

Bütün bu aktarılanlarda Rusya’dan duyulan kaygılar ve İngiltere tarafından yalnız bırakılmanın hayal kırıklığı öne çıkmaktadır. Bu durumda, Alman ittifakı yegane kurtuluş yolu olarak görülmüştür.

C- OSMANLI KAMUOYUNUN ŞEKİLLENMESİNDE ETKİLİ OLAN FAKTÖRLER

Kamuoyu (efkar-ı umumiye) kavramının üzerinde uzlaşılmış tek bir tanımı yoktur. Bununla beraber kamuoyunu; belli bir zamanda, belli bir tartışmalı sorun karşısında, bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına hakim olan kanaattir, şeklinde tanımlamak mümkündür. Bu tanıma göre kamuoyu, çoğunluk tarafından desteklenen görüşleri içermektedir.123

Ancak kavrama yönelik başka yaklaşımlar da mevcuttur. Diğer bir tanıma göre kamuoyu; hükümet dışı özel çevrelerden hükümete doğru yönelen ve hükümetçe göz önünde bulundurulması doğru olan kanaatlerdir. Yani, kamuoyu bir siyasal katılma türüdür. Kamuoyu, bir siyasal katılma ve denetleme yolu olarak büyük halk kitlesinin veya küçük bir grubun kanaatlerini içerebilir. Bu önemli değildir. Önemli olan

120 İ.İnönü, Hatıralar, s.145-146.

121 Halide Edip Adıvar, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, İstanbul, 1955, s.110-111.

122 Faik Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Yedek Subayın Anıları, (Haz.Mürşit Balabanlılar), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1999, s.19.

123 Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1989, s.146.

26

açıklanan kanaatlerin karar verme aşamasını etkileme gücüne sahip olmasıdır.124 Belirli bir görüşün hakim kanaat haline gelebilmesinde, bu amaç doğrultusunda örgütlenmiş kişilerin yoğun çalışmasının etkisi göz ardı edilemez. Yani kamuoyunun belirlenmesindeki çoğunluk, bir sayı üstünlüğü değil, kendi görüşünün doğruluğunu kabul ettirebilen ‘etkili bir çoğunluktur’. Buna göre kamuoyunun oluşumu için sayı çoğunluğu şart değildir.125

Az gelişmiş ülkelerde, kamuoyunun ulus çapında yaygın olarak duyurulamayışının nedeni, halk arasında etkenlik duygusunun zayıflığıdır. Etkenlik duygusu, bireyin çevreye egemen olma konusunda kendisini güçlü hissetmesi ya da hissetmemesidir. Bu duygu, siyasal katılmayı etkileyen psikolojik unsurlardan biridir.126 Az gelişmiş ülkelerde etkenlik duygusu zayıftır. Bunun nedeni, bu ülkelerde nüfus çoğunluğunun kırsal bölgede yaşamasıdır. Bu insanlar, olaylar hakkında bir kanaate sahip olmalarına rağmen, bu kanaatlerini duyurmak için daha az çaba harcarlar. Zira kendi kanaatlerinin, olayları ve kararları etkileyebileceğine inanmazlar.127

Kamuoyu, yönetenle yönetilenler arasında karşılıklı bir ilişki olarak da tanımlanır. Buna göre, rejimin demokratik niteliği arttıkça, yönetimle yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşim artacaktır. Aksi durumda ise etkileşim, devletten halka doğru olmak üzere tek yönlü olacaktır.128 Yani kamuoyunun oluşmasında yönetenlerin ve bunların dile getirdiği resmi söylemin etkisi baskın olacaktır.

Kamuoyu kavramıyla ilgili genel bir çerçeve çizildikten sonra, Osmanlı kamuoyunun harbe yönelik tutumu incelenebilir. Dönemin birçok tanıklığına göre, Osmanlı efkarı umumiyesi seferberliğe ve harbe taraftardır. Bu yargıyı ortaya koyduktan sonra, “Osmanlı efkarı umumiyesi”nden ne anlamak gerektiğinin tartışılması uygun olacaktır. Bu dönemde varlığı kabul edilen kamuoyunu, modern toplumlarda olduğu gibi, toplumun geniş kesimlerinin kanaatlerini gösteren bir ölçüt olarak kabul etmek zordur. Büyük şehirlerin dışında kalan ve nüfusun büyük kısmını teşkil eden kırsal bölgelerde siyasî bilinç seviyesinin düşük olduğu bir gerçektirr. Bu kitlenin gerek dünya, gerekse ülke içindeki siyasî gelişmelerden ne kadar haberdar olduğu ve bu gelişmelerden doğan cereyanlara ne kadar maruz kaldığı son derece muğlaktır. Yine bu kitlenin, genel eğilimlerini, Osmanlı yönetimine duyurma ve karar alma süreçlerine

124 M.Nazım Aslanel, Kamuoyu ve Kamuoyunun Oluşmasında Kitle İletişim Araçlarının Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 1993, s.11-12

125 M.Kapani, Politika Bilimine Giriş, s.147.

126 Deniz Baykal, Siyasal Katılma: Bir Davranış İncelemesi, SBF Yayınları, Ankara, 1970, s.97.

127 M.N.Aslanel, Kamuoyu ve Kamuoyunun Oluşmasında…, s.18

128 M.N. Aslanel, Kamuoyu ve Kamuoyunun Oluşmasında…, s.21

27

katılma imkan ve isteği son derece sınırlıdır. Bu bağlamda, çalışmada vurgulanan “efkarı umumiye”, esas olarak kentli orta ve üst orta sınıfların eğilimlerini tanımlayacaktır. Kırsal kesimde kamuoyu oluşup oluşmadığı, oluştu ise ne yönde kanaatler taşıdığı ve bunların karar alıcılara ne kadar ulaşabildiği konularında çalışmalar yapılması aydınlatıcı olacaktır.

Osmanlı kamuoyunun harbe yönelik tutumunu ortaya koymak için öncelikle bu kamuoyunun oluşmasında etkili olan faktörleri incelemek gerekir. Zira, harbi önceleyen yıllarda Osmanlı Devleti açısından çok önemli olaylar gerçekleşmiş ve bunların travmatik etkileri olmuştur. Nitekim Kazım Karabekir’in ifade ettiği gibi; “Her içtimai hadise gibi harbe girişimiz dahi, tek bir insan iradesinin eseri değil, bir takım girift amillerin muhassalasıdır.”129

I- Balkan Bozgunu

Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile ittifakında ve I. Dünya Harbi’ne girişinde, Balkan Harbi felaketinin önemli psikolojik etkisi olmuştur. İmparatorluk orduları, birkaç hafta içinde, eski tebaa milletlerin orduları tarafından bozguna uğratılmış, Bulgarların başkente girmesi zorlukla durdurulabilmişti. Avrupalı devletler, harbin başında verdikleri sınır değişikliği olmayacağı yönündeki sözlerini unutmuşlar, ata yadigârı Balkan toprakları kaybedilmiştir. Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü ve nüfusunun % 69’unu kaybetmiştir.130 Türklere göre kaybedilen topraklar, Mısır veya Trablusgarp gibi uzak diyarlar değildir. Balkanlar, Anadolu ile birlikte İmparatorluğun ana yurdudur. İsmet İnönü şunları aktarır; “Milliyet cereyanı asrında Batı Rumeli’nin kaybı, bugünkü tetkikçiler için tabii bir netice zannolunur. Bizim yetiştiğimiz devirde Batı Rumeli’nde biz kendimizi gitmek üzere olan bir idare mahiyetinde asla görmüyorduk. Beş yüz sene zarfında burada yerleşmemiz derin kök salmış bir varlık halindeydi. Her yerde şuurlu ve iradeli bir Türk Cemiyeti, Rumeli’nde kalmak için ruhunda kuvvet hissediyor, kendisini karışık cemiyetler içinde muvazeneyi ve adaleti temin edecek bir lüzumlu unsur telakki ediyordu.”131

Ahmet Emin Yalman da, İsmet İnönü gibi, Balkan bozgununun Türk halkı üzerinde büyük bir şok etkisi yarattığını söyler. Osmanlı orduları kısa süre içersinde

129 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.125.

130 Mustafa Turan, “ I. Dünya Savaşı Öncesinde Avrupa Devletlerinin Siyaset Stratejileri ve Osmanlı Devleti’, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s.83.

131 İ.İnönü, Hatıralar, s.82.

28

bozguna uğrarken İmparatorluğun en gelişmiş, en ileri bölgeleri kaybedilmiş ve buralarda yaşayanlar, düşmanların insafına terk edilmiştir. Bütün bunların acısıyla Türk milleti, sarsıcı, uyandırıcı bir şok karşısında kalmıştır.132 Kazım Nami Duru, Balkan felaketinin, Türk milletini bir daha uyumamak üzere uyandırdığını yazar. Duru’ya göre mağlubiyet, milletin ruhunda büyük sarsıntılar uyandırmıştır. Balkan Harbi sonrasında yazılan yazılar, şiirler, söylenen türküler bunun ifadesi olmuştur.133

Balkanların kaybı, İmparatorluğun son sığınağı olan Anadolu’nun da tehlikede olduğunu göstermiştir. Bu ruh hali, 1 Kasım 1912 tarihli Ahenk’te şöyle anlatılır; “Rumeli elden gittikten sonra acaba Anadolu’yu elimizde bırakacaklar mı?.. Ey Anadolu ahali-i İslamiyesi! Ey ecdatları Viyana kapılarına kadar dayanan, bütün Avrupa devletlerini kılıçlarına boyun eğdiren Müslümanlar! Rumeli elden gidiyor? Rumeli şehit oluyor. Rumeli kefensiz çıplak musalla taşına konuyor…”134

Balkan bozgunu, büyük devletlerin tavrı ve Balkan Türklerinin yaşadığı felaketler hafızalardan silinmemiştir.135 Ahmet Emin Yalman’a göre, bozgunun acı hatıraları ve kaybedilen vatan topraklarında yaşanan zulüm karşısında intikam hislerinin galeyana gelmemesi mümkün değildir. Ayrıca, Müslümanlar aleyhinde taraf tutan ve mezalim karşısında ilgisiz kalan Batı alemine karşı da büyük bir hayal kırıklığı ve küskünlük ortaya çıkmıştır.136

Harp sonrasında, bozgun ve felaketle ilgili pek çok kitap, makale ve şiir yazılmıştır. Bu yayınlarda öne çıkan söylemler; “lekelenmek, lekeyi kanla temizlemek, intikam, unutmamak, milli kin, ittihat ve tesanüt” ifadeleri üzerine kurulmuştur.137

132 Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim I, Pera Turizm ve Ticaret A.Ş., İstanbul, 1997, s.225.

133 Nazım H. Polat, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s.12

134 Aktaran; Zeki Arıkan, “Balkan Savaşı ve Kamuoyu”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.181-182.

135 Fransız yazar Pierre Loti, Edirne'nin geri alınması sonrasında gördüklerini Daily Telegraph gazetesine çektiği bir telgrafta şöyle anlatmıştı; “Hıristiyan kurtarıcılar birkaç ay içinde bu kadar tahribatı yapmak için kim bilir nasıl bir vahşi hırsla çalışmışlardır. Bulgarların istilasından evvel Trakya ovalarınınn nüfusça kalabalık ve müreffeh hayatına malik bir vilayet olduğu malumdur. Fakat bu gün hiçbir şey yok. Beni Edirne'ye götüren otomobilde hiçbir insan yüzü görmeden kilometrelerce yol aldık. Yalnız orada burada iskeletler, taş yığınları göze çarpıyor. Bu viranelere yaklaştıkça enkaz arasından ürkek yüzlü bir zavallı meydana çıkıyor. Mesela Havsa 'da cami ve minaresi yıkılmış, mezarlar dahi açılarak kirletilmiş, köyün binden fazla ahalisinden yalnız kırkı kurtulmuştu.” (H.Yıldırım Aganoglu, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Balkanlar'ın Makus Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul, Kasım, 2001, s.74); Ayrıca harp süresince Balkan Müslümanlarının maruz kaldığı kırım ve sürgünler hakkında detaylı bilgi için bakınız; Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, s.141-187.

136 A.E.Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim…, s.227.

137 Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Propagandadan Milli Kimlik İnşasına, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.124; Kafkas cephesinde 30. Fırkada görev yapan Mülazım Ahmet Hilmi, 1914 Kasım’ında Köprüköy Muharebesi’nde ki galibiyet üzerine şunları yazmıştı; “Ah!..

29

Köprülüzade Mehmet Fuad, 11 Şubat 1913 tarihli Tasvir-i Efkâr’da Müslüman ve Türkleri şu sözlerle intikam almaya çağırmıştır; “…Bugün, hain ve kavi (güçlü) Garp aleminin tahkirat (aşağılama) ve tecavüzatına (saldırı) maruz bulunan bilumum İslam ve Türklerin en büyük vazifesi; milliyet fikrini, haysiyet ve intikam akidelerini (inanç) , sa’y (çalışma) ve kuvvetin lüzumuna iman ihtiyacı layıkıyla anlamak ve avam kitlesinin ruhuna onları aynı kuvvetle ilka etmektir (ortaya çıkarmak)… Ben Türk ve İslam olmak haysiyetiyle iddia ediyorum ki, ak saçlı kadınların beşik başlarındaki türküsü bir nida-yı intikam, çiftçinin sabanını sürerken terennüm ettiği name (söylediği şarkı) bir heva-yı kin, vaizin camideki mevizesi (nasihatı) bir hutbe-i ikaz olsun… Ey Müslümanlar, ey Türkler, vatan için, dinü millet için ölünceye kadar çalışın. Ve ezanlarınızı çan sesleriyle tahkir (aşağılama) ve tezyif (küçümseme) edenlerden İslam’ın intikamını alın!”138

İntikam söylemi, sıklıkla şiirlerle de işlenmiştir.139 Harp sonrası yazılan ders kitaplarında da intikam söylemi hakim olmuş, Balkan Müslümanlarına yapılan eziyetler detaylı olarak işlenmiş ve intikam söylemi ön plan çıkarılmıştır.140 Aynı söylem

Şu havadis uğursuz Balkan Harbi’nin benim kalbimde yarattığı yeis ve gamı bir parça olsun hafifletmeye sebep olduğu için ne kadar memnunum.” (Merih Baran Erbuğ, Kaybolan Yıllar, Mülazım Ahmet Hilmi’nin Sarıkamış-Sibirya-Afganistan Hatıraları ve Hayatı, Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s.19.)

138 Köprülüzade Mehmet Fuat, “Müdafaa-i Milliye”, Tasvir-i Efkar, 11 Şubat 1913.

139 İhsan Vecihi, 20 Haziran 1913’de yayınlanan şiirinde intikam almayı öğütlemektedir;

“Kalbin bir intikam ile çarpsın senin bugün,

Göğsün şehik-i gayz ile şişsin ve daima,

Bir gün al intikamını ağlatma hep, beni,

Ayat-i infialini nakş et dimağına,

Azmeyle! Ölmez azmeden ey milletim düşün!”

Aka Gündüz de, 30 Mayıs 1913’de yayınlanan şiirinde intikam arzusunu öne çıkarmıştır;

“Türkoğluyum, yani barut yutan evladı

Öc almaktır, Türkoğlunun bugün muradı,

Öc almak çün sür ileri! Turan evladı

Yansın cihan, aksın alkan, yok bir umurum.” (Harun Duman, Balkan Savaşı Edebiyatımız, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1991, s.156-157.);

Bu dönemde söylenen bir türkünün sözleri ise şöyledir;

“Camilere haç takıldı,

Minareler hep yıkıldı,

Anne, baba, öksüz, alil,

Kahbecesine kesildi, of!

….. İntikam! Ah! İntikam.” (N.H. Polat, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, s.13.);

Celal Sahir ise, Türk Yurdu’nda yayınlanan “Öc” başlıklı şiirinde mağlubiyetten duyulan öfkeyi dile getirmiştir; “Sakın sakın Edirne’yi unutma; Öc almanın vakti gelir, sen kinini uyutma.” (S.Esin Derinsu Dayı, “Türk Yurdu’nda Balkanlar ve Balkan Savaşları ile İlgili Haberler”, Atatürk Dergisi, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü, C/1, (Temmuz-2012), s.25.)

140 “… Bu esnada bir çok Müslüman ve Türk kanı akıtıldı. Kadın, çoluk ve çocuğa bakılmadı, kesildi, biçildi. Köyler yakıldı, kavruldu. Şimdi Rumeli’de her taşın, her toprağın altında intikam bekliyen binlerce parçalanmış, gözleri oyulmuş, karınları deşilmiş cesedler var… Bizden gasbedilen hukukun iadesine çalışmak, seller gibi akıtılan bi-günah ve masum kanlarının istikbalde intikamını almağa hazırlanmak bizim evlad-u ahfadımızın uhdesine düşen bir vatan vazifesidir…” (Tuncer Baykara, “Birinci

30

kışlalara da hakim olmuştur. Osmanlı askerlerine söyletilen marşlardan biri şöyledir: “1328’de Türk namusu lekelendi, ah. Ah, ah, ah, ah intikam!”141

İntikam arzusu siyasî söyleme de yansımıştır. Meclis Başkanı Halil (Menteşe) Bey, 1914 yasama yılı açış konuşmasında milletden Rumeli’yi unutmamasını istemiştir. Halil Bey’e göre Selanik, Manastır, Kosova, İşkodra ve Yanya her zaman akılda tutulmalı, buralarda kurtarılmayı bekleyen Müslümanlar olduğu fikir ve sanat adamları tarafından işlenerek sürekli topluma hatırlatılmalıdır.142

Şevket Süreyya Aydemir, bu intikam hissinin, Türklük bilincinin gelişmesinde etkili olduğunu söyler. Madem ki eski Osmanlı topluluğunu teşkil eden milletlerden her biri artık kendi benliğine dönmektedir, o halde bu milletler arasında Türk olan kütle için de bir milli ruh, bir milli benlik duygusu lazımdır. Bu bir kendine dönüş ve kendini buluş demektir. Aydemir’e göre Türkçülük akımı ve bundan gelişen ‘Turan ideali’ özellikle eğitimli kitlelerde yankı bulmuştur. Bu akımlar gençlere mağlubiyet karşısında duyulan manevi acılardan bir çıkış yolu sağlamıştır.143

Balkan Harbi’nin neden olduğu felaketler ve yitirilen topraklar, Osmanlı toplumunda gayrimüslimler ile Müslümanlar arasında derin bir uçurum açmıştır.144 Rumeli’nin kaybedilmesiyle İmparatorluğun çok uluslu ve çok dinli yapısında ciddi bir değişim olmuş, Müslüman ve Türk nüfus baskın hale gelirken, devletin ağırlık merkezi Anadolu üzerine kaymıştır.145 Nitekim, Balkanların kaybedilmesiyle Osmanlı kimliği bir yana bırakılmış ve yeni bir kimlik olarak Türk milliyetçiliği ön plana çıkmaya başlamıştır. I. Dünya Harbi’ne giden süreçte Balkan felaketinin, buna karşı gelişen intikam hissinin ve hakim duruma gelen Türk milliyetçiliğinin önemli etkisi olmuştur.146

Dünya Savaşı’na Girişin Psikolojik Sebepleri”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.362-363.)

141 M.Cemil Bilsel, Lozan I, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998, 125-126;

142 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler III, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1989, s.465-466.

143 “Bu ses başka ve beklenmeyen bir sesti. Balkan yenilgisinden sonra, memleketin az çok okumuş genç neslinin görüş, anlayış ufkunda bir uyarıcı sabah rüzgarı gibi esti… o nesil ona muhtaçtı. Çünkü bu ses bize mağlubiyetin haysiyet kırıcı ruh sefaletini unutturan, bizi aşağılık duygularından kurtaran, günlük hayat kaygılarını hor gösteren ve kafalara ümit, hayal enginlikleri veren bir şeydi. Yeni geniş ufuklar açılıyordu. Bu bir kurtuluş ümidiydi… Mağlupların derlendiği, toplandığı, yeni fütuhat için yeni yollar bulup, mızraklarını naralarla havaya kaldırdıkları bir yeni Ergenekon’du…” (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967, s.59-62.)

144 Zafer Toprak, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950), Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1995, s.107.

145 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, s.186.

146 Zafer Toprak, “Cihan Harbi’nin Provası Balkan Harbi”, Toplumsal Tarih, 104, (Ağustos-2002), s.45-46; Kemal Karpat, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci…”, s.124-125; Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde, s.28-29; H. Yıldırım Aganoglu, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e…, s.60.

31

II- İngiltere Tarafından El Konulan Gemiler ve Alman Zırhlılarının Osmanlı Donanmasına Katılışı

Osmanlı kamuoyunun şekillenmesi konusunda değinilmesi gereken çok önemli bir olay da, Goeben ve Breslau zırhlılarının Osmanlı donanmasına katılışıdır. Alman zırhlılarının donanmaya katılışı, Osmanlı Devleti’nin harbe sürüklenmesinde çok önemli yer işgal eder. Goeben ve Breslau’nun Osmanlı Devleti açısından önemini anlamak için öncelikle İngiltere’nin Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyması süreci incelenmelidir. Osmanlı Devleti’nin donanmasını güçlendirme gayreti Sultan Abdülaziz döneminde hız kazanmış ve o günün şartlarında güçlü bir donanma kurulmuştur. Ancak II. Abdülhamit döneminde, özellikle de politik sebeplerle donanma ihmal edilmiş ve muharip bir güç olma vasfını yitirmiştir.147

II. Meşrutiyet’in ilanı ile donanma konusu tekrar ön plana çıkmış ve kamuoyunda yankı bulmaya başlamıştır. Yunanistan ile yaşanan Girit problemi ve Ege’de ki güç mücadelesi, donanma meselesini kritik hale getirmiştir.148 Ayrıca Rus-Japon Harbi’nin sonucunun belirlenmesinde önemli rol oynayan Thushima Muharebesi, Osmanlı yönetimin gözünde parlak bir örnek olarak duruyordu. Japon donanması, 1905’de Thushima’da Rus donanmasını bozguna uğratarak denizdeki savaşı kazanmıştır. Nitekim kamuoyunun donanmanın önemi konusunda bilinçlendirilmesi amacıyla 10 Temmuz 1909’da “Donanma-yı Osmanî Muâvenet-i Milliye Cemiyeti” adı altında bir dernek kurulmuştur. Cemiyetin kurulmasında, Alman Donanma Cemiyeti’nin başarıları örnek olmuştur.149 Bilindiği gibi Alman donanması kısa zamanda büyük ilerleme kaydederek İngiltere’den sonra en büyük donanma haline

147 II. Abdülhamit döneminde donanmanın ihmal edilmesinin sebebi konusundaki tartışma neticelenmemiştir. Bir görüşe göre, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde donanmanın oynadığı rolü unutamayan Sultan II. Abdülhamit, benzer bir darbenin kendisine karşı da gerçekleşebileceği kaygısıyla

Donanmayı Haliç’e hapsetmiştir. Başka bir görüşe göre, Sultan Abdülhamit, tahta geçmesi ile birlikte karşılaştığı malî buhran karşısında kara ordusunun veya donanmanın güçlendirilmesi konusunda bir seçim yapma durumunda kalmış ve tercihini geleneksel anlayış yönünde kullanarak kaynakları kara ordusuna yöneltmiştir. Bu görüşe göre, deniz teknolojisindeki değişim hızını yakalamanın mümkün olmadığı ve donanmaya yapılacak yatırımların malî sıkıntıdan başka bir şey sağlayamayacağı kabul edilmiştir. Diğer taraftan Sultan II. Abdülhamit’in kendi vehim ve korkusunu gizlemek amacıyla malî buhranı bahane ederek donanmayi ihmal ettiği de iddia edilmiştir. Aynı zamanda dış etkilerin de bu duruma sebebiyet verdiğini savunan yazarlarda vardır. Örneğin Osmanlı Devleti’nin yine yüksek maliyetlerle donanma yapımına devam etmesinin başta İngiltere olmak üzere sömürgeci devletleri üzerine çekebileceği, Navarin ve Sinop baskınları gibi donanmanın yok olacağı ve emeklerin boşa gideceği endişesinden kaynaklandığı da söylenmektedir. Bu konuda bkz.Şakir Batmaz, II. Abdülhamit Devri Osmanlı Donanması, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 2002, s.43-44.

148 Selahattin Özçelik, Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2007, s.8-9.

149 Esat Arslan, “Goben ve Breslav’ın Alınmasının Perde Arkası, ABD’nin Yunanistan’a Verdiği İki Savaş Gemisi: Mississippi ve Idaho Dretnotları”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 16, Ankara, (Ağustos-2010), s.72; Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.50-51.

32

gelmiştir. Cemiyet, kuruluş nizamnamesinde amacını şöyle açıklamıştır; “Donanma Cemiyeti, Osmanlı Devleti’nin büyük devletler arasındaki yerini muhafaza, umumi menfaatleri ve ticari münasebetleri temin için, ihtiyacımıza göre, bir deniz kuvveti meydana getirmek maksadıyla kurulmuştur. Bu maksadın gerçekleşmesi için maddi ve manevi her türlü tedbire ve meşru vasıtaya başvurmakla yükümlüdür.”150 XX. yüzyıl başında dretnota151 sahip olmak, bu günün nükleer silahları gibi, bir ülkenin uluslararası güçler dengesinde önemli bir yer edinmesi anlamına geliyordu. Özellikle bir ülkenin kendi kaynaklarıyla dretnot inşa etme kabiliyeti, büyük güç statüsünün ölçüsünü oluşturuyordu.152 Osmanlı yönetimi de, yeni ve güçlü bir donanma ile büyük bir atılım yapacağına ve yeniden büyük güç sıfatı kazanacağına inanıyordu.

Donanma Cemiyeti’nin en önemli faaliyeti, savaş ve nakliye gemileri alınabilmesi için yardım kampanyaları başlatmak olmuştur. Cemiyet ilk aşamada torpido gemileri, ikinci aşamada nakliye gemileri ve son olarak da dretnot tipi savaş gemileri almak için kampanya yürütmeyi planlamıştır. Bu kapsamda 1910 yılı içinde Almanya’dan Yadigar-ı Millet, Muavenet-i Milliye, Numune-i Hamiyet ve Gayreti Vataniye torpidoları ile Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis zırhlıları alınmıştır. Ancak cemiyetin asıl başarısı Sultan Osman ve Reşadiye dretnotlarının alımı için düzenlediği yardım kampanyası olmuştur. Osmanlı yönetimi, 1911’de İngiliz Armstrong şirketine Reşadiye dretnotunu sipariş vermiş; Brezilya Hükümeti tarafından yaptırılmakta olan Riodejenaro dretnotunu ise Sultan Osman adıyla satın almıştır.153

Yunanistan’ın 1909 yılında satın aldığı Averof zırhlısı, Yunan donanmasına tartışmasız bir üstünlük kazandırmıştır.154 Balkan Harbi’nde Ege’de deniz üstünlüğünün tamamen Yunanlılarda olması, Garp Ordusu’na deniz yoluyla ikmal ve bütünleme yapmayı imkânsız kılmıştır. Bu mağlubiyet Girit, Ege Adaları ve hatta bütün Balkanlara malolmuştur. Yaşanan kötü tecrübe, donanma geliştirme projesinin ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Osmanlı donanmasının iki dretnotla takviye edilmesi, Yunanistan’ın Ege’deki deniz üstünlüğünün sonu anlamına gelecektir. Bu

150 Serhat Güvenç, Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yolda Osmanlıların Dretnot Düşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.22

151 Dretnot, İngiliz donanmasında 1906 yılında denize indirilen bir savaş gemisinin adıdır. Gemi, sürati, zırhı ve ateş gücü ile denizcilik tarihinde çığır açmış ve benzer özelliklere sahip gemilere dretnot adı verilmeye başlanmıştır.

152 Lawrence Sondhaus, “Deniz Gücü ve Deniz Savaşları”, Dretnot, Tank ve Uçak, Modern Çağda Savaş Sanatı (1815-2000), (Ed.Jeremy Black), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s.195.

153 E.Arslan, “Goben ve Breslav’ın Alınmasının…”, s.74; S.Güvenç, Birinci Dünya Savaşı’na…, 50-51.

154 S.Güvenç, Birinci Dünya Savaşı’na…, s.28-29.

33

durum Atina’yı çok rahatsız etmiş155 ve dretnot temin etme gayretine sevk etmiştir. Yunanistan, yoğun bir gayret göstererek Haziran 1914’de ABD’den Mississippi ve Idaho dretnotlarını almayı başarmıştır. Bu durumda Osmanlı Devleti, çok arzu ettiği Ege’deki deniz üstünlüğünü bir an evvel sağlamak için Sultan Osman ve Reşadiye gemilerini beklemeye başlamıştır.156

Halil Menteşe, Sultan Osman ve Reşadiye zırhlılarına verilen önemi şöyle aktarır; “Brezilya hükümeti İngiltere’de inşası biten zırhlısını satmak için teklifte bulunmuştu. Averof’u Yunanlılara kaptırdığımızın acısı, yüreğimizde idi. O günkü şeraite göre para bulmakta çok müşküldü. Fransız Perrier Bankası geminin bedeli olan iki buçuk milyon lirayı ikraza muvafakat etmişti. Fakat şerait çok ağırdı. Maliye nazırı Menemenlizade Rıfat Bey mukaveleyi imzada tereddüt gösteriyordu. Talat mukaveleleri hazırlatmış, Heyet-i Vükela odasının yanındaki odaya bankanın represantanını da getirmiş, Heyet-i Vükela içtima halinde idi. Rıfat Bey’e hitaben: - ‘Beyim adam geldi’ dedi. Rıfat Bey; -‘Canım Talat Bey nasıl imza edeyim bu mukaveleyi?’ der demez Talat heyecanla kalktı, Rıfat Bey merhumun zayıf vücudunu kuvvetli bazularının arasına aldı, büyük bir heyecanla; --‘Beyim adaları alacağız, santim düşünecek halde değiliz’ dedi.”157 Cemal Paşa da yakın gelecekte Yunanistan ile bir mücadeleye girişilmesinin muhakkak olduğu, buna hazır olmak için bir an evvel donanmanın güçlendirilmesi gerektiği kanaatindedir.158

Nitekim Sultan Osman dretnotunun teslim alınması için Rauf (Orbay) Bey ve gemi mürettebatı 1914 baharında İngiltere’ye gönderilmiştir. Geminin son taksiti olan 700 bin lira ödenmiş, teslim işlerini bir an önce bitirmek için tecrübelerin bir kısmında da vazgeçilerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin teslimi konusunda mutabık kalınmıştır. Ancak taksidin ödenmesinden sonraki gün için kararlaştırılan sancak çekme töreninden yarım saat evvel İngilizler tarafından Sultan Osman’a el konulmuştur. İngiltere Sultan Osman’dan sonra, Vikers tezgahlarında inşası tamamlanan Reşadiye

155 Cemal Paşa, Haziran 1914’de İngiliz Akdeniz Donanması Komutanı Amiral de Robeck’in kendisine şunları söylediğini aktarır; “Sultan Osman'ın Osmanlı sularına gelmesi Yunanlıları son derece korkutuyor. Bu istenmeyen sonucun gerçekleşmesine engel olmak için her türlü vasıtaya müracaatı arzu

ediyorlar. Benim aldığım malumata göre, İngiltere'de gemi daha son tecrübelerini yapmazdan evvel birtakım fedailer vasıtasıyla gemiyi tahrip ettiremezlerse, Osmanlı sularına gelmek üzere yola çıktığı sırada Cebelitarık taraflarında bir Yunan denizaltısı vasıtasıyla batırınaya teşebbüs edecekler ve buna da muvaffak olamazlarsa, geminin Yunan sularından geçişi sırasında bütün Yunan donanmasıyla gemiye hücum etmeyi bile göze alacaklardır.” Cemal Paşa, bu sözlerin kendisini korkutmak ve Sultan Osman hazır olsa bile Reşadiye bitene kadar İngiltere’de bekletmeye ikna etmek için söylendiği düşüncesindedir. (Cemal Paşa, Hatıralar, s.114.)

156 E.Arslan, “Goben ve Breslav’ın Alınmasının …”, s.80-82.

157 “Halil Menteşe’nin Hatıraları”, Cumhuriyet, 9 Kasım 1946.

158 Cemal Paşa, Hatıralar, s.100.

34

zırhlısı ile daha önce pazarlığı yapılmış olan iki torpido destroyerine de el koymuştur. İngilizler tarafından yayınlanan bir beyanname ile, hangi devlete ait olursa olsun, İngiliz tezgahlarında inşa edilmekte olan harp gemilerinden hiç birinin hiçbir vesile ile İngiltere kıyılarından ayrılamayacağı tebliğ edilmiştir.159

İngiltere’nin gemilere el koyma kararında, Donanma Bakanı Winston Churcill’in önemli etkisi olmuştur. İngilizler, Sultan Osman gibi dönemin en güçlü gemilerinden birini kaybetmek istememiştir. Ayrıca bu geminin bir şekilde Almanların eline geçmesinden korkuyorlardı.160 İngiliz yönetiminin gemilere el koyma kararında etkili olan düşünce, Osmanlı Devleti’nin durumu için kabul ettikleri “seçeneksizlik” varsayımıdır. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin harbe girmesini istemiyordu. Ancak, bu uğurda fedakârlıkta bulunmayı gerekli görmüyordu. Londra’ya göre, Osmanlı Devleti için tarafsızlığını muhafaza etmek dışında bir seçenek mümkün değildir.161 Savaşın ilk aylarında Osmanlı Devleti’ne yönelik İngiliz diplomasisi hep bu ‘seçeneksizlik’ varsayımından hareketle yürütülmüştür.162 Ancak bu varsayımın geçerli olmadığı kısa zamanda ortaya çıkacaktır.

Parası büyük oranda halktan iane olarak toplanan ve heyecanla beklenen dretnotlara el konulması, ülkede büyük bir hayal kırıklığı ve İngiltere’ye karşı öfke yaratmıştır. Olay yoğun şekilde protesto edilmiş, ülkenin değişik köşelerinden gazetelere ve İngiliz elçiliğine pek çok protesto telgrafı çekilmiştir. Behice isimli bir kadın tarafından elçiliğe gönderilen bir telgrafta şunlar ifade edilmekteydi; “Dişimizden tırnağımızdan artırarak aldığımız gemileri böyle bir zamanda almanız doğrusu bize fena dokundu… Sen bizim iki gemimizi aldın. Allah da sizin inşallah tekmil gemilerinizi Alman donanmasına çiğnetir, amin.”163

I. Dünya Harbi’ne yedek subay olarak katılan ve başından itibaren savaş aleyhinde fikirlere sahip olan İ.Hakkı Sunata, gemilere el konulmasının toplumda infial yarattığını aktarır. Sunata’ya göre İngiliz Hükümeti’nin davranışı devletler hukukuna uygundur. Ancak milletin en fakir kısmının bile yaptığı yardımlarla alınan gemilere el konması vicdanları yaralamıştır. Balkan Harbi mağlubiyetinin biraz da deniz kuvvetlerinin yokluğundan ileri geldiğine inanıldığından bu iki zırhlıya büyük umutlar

159 Rauf Orbay’ın Hatıraları (1914-1945), (Yay.Haz.Orhan Selim Kacaoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2005, s.5.

160 S.J Shaw., Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.547; David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.52.

161 Feroz Ahmad, “Great Britain’s Relations with the Young Turks, 1908-1914”, Middle Eastern Studies, 2/4, 1966, s.325.

162 S.Güvenç, Birinci Dünya Savaşı’na…, s.71-72.

163 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.56.

35

bağlanmıştır. Sunata, hukukî sebebini bildiği halde hırsından neredeyse ağlayacacağını söyler.164

Gazeteci Ahmet Emin Yalman da, bu zırhlılar sayesinde Osmanlı donanmasının Yunan donanmasına üstün geleceğine inandıklarını, bu nedenle halkın varını, yoğunu vererek Donanma Cemiyeti'ne yardım ettiğini yazar. İngilizlerin bu zırhlıların önce hareketine mani olmaları, sonra tazminat vermeden bunlara el koymaları, Türk milletini can yerinden vurmuş, halkın İngiltere aleyhindeki hisleri feveran haline gelmiştir.165

Kamuoyunda, gemilerin alıkonulması meselesinde Rusya’nın etkili olduğu fikri hakimdir.166 Aynı günlerde Yunanistan’ın ABD’den aldığı Mississippi ve Idaho zırhlılarının, Kilkis ve Limnos olarak Yunan donanması katıldığı öğrenilmiştir. Bu olay kamuoyundaki hayal kırıklığı ve öfkeyi daha da arttırmıştır.167 Bu koşullarda Goeben ve Breslau gemilerinin gelişi coşkuyla karşılanacaktır. 11 Ağustos 1914 tarihli İkdam gazetesinde olay şöyle duyurulmuştur: “Osmanlılar müjde… Almanya hükümetinin Goeben ve Breslav zırhlıları hükümet-i Osmaniye tarafından seksen milyon marka satın alınmıştır. Yeni zırhlılarımız Çanakkale’den içeri girmiştir. Bugün limanımıza geliyor.” Aynı gazetenin 12 Ağustos tarihli sayısında ise şunlar yazıyordu; “Hükümetimizin, bütün efrad-ı milleti sevincinden ağlatan muvaffakiyet-i fevkaladesinden olarak Almanlardan “Goeben” ve “Breslav” sefinelerinin satın alınması haberi dün sabahtan beri şehrimiz ahalisini tasvire sığmaz bir şok ve galeyan içinde yaşatmıştır.”168

Ahmet Ağayef 12 Ağustos 1914 tarihli yazısında; harp karşısında tüm devletler kuvvetlerini toplamaya çalışırken Osmanlı Devleti’nin bir hıyanete maruz kaldığını, bu hiyanetin yalnızca Osmanlılarda değil bütün İslam aleminde tepkiyle karşılandığını belirtmiştir. Ağayef, İngilizlerin dostluğuna güvenilemeyeceğini, yüz milyonlarca Müslüman ahaliyi tahakkümü altında bulunduran İngilizlerin “Hilafet-i Osmaniye’nin güçlü olmasını istemeyeceğini” belirterek “maskeleri düşen” İngilizlerin açıktan düşmanlığa başladığını vurgulamıştır. Ona göre; Almanya’nın deniz kuvvetlerinin iki önemli parçasını Osmanlı Devleti’ne vermesi büyük bir hayırhahlık (cömertlik)

164 İ. Hakkı Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara I. Dünya Savaşı Anılarım, (Yay.Haz.Kansu Şarman), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s.21-22.

165 A.E.Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim…, s.245.

166 Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.126.

167 M.Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde, s.127.

168 İkdam, 11-12 Ağustos 1914, s.1; Cemal Paşa, Alman zırhlılarının gelişiyle ilgili basında yapılan yayınları bizzat yönlendirdiğini itiraf eder; “Sultan Osman'la Reşadiye'nin İngilizler tarafından müsaderesine karşılık, işte şimdi diğer iki gemi elde etmiş olduğumuza dair pek hareketli makaleler neşretmelerini basın mensuplarından rica ettim.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.135.)

36

nişanesidir. Almanya’nın gemileri para karşılığı vermiş olmasının da bir önemi yoktur. Yalnızca Osmanlılar değil üç yüz milyonluk âlem-i İslam da Almanya’ya büyük şükran duyguları içindedir.169

Bu dönmede Erkan-ı Harbiye’de görev yapan yarbay Friedrich Freiherr Kress von Kressentein’e göre seferberlik emrinin ilanı ne halkta ne de basında hiçbir coşkunluğa sebep olmamıştır. Ancak İngiltere’nin Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyması basında ve İstanbul sokaklarında bir nevi harp havası ve kin galeyanı yaratmıştır. Osmanlı kamuoyunun Almanya lehine dönmesinde Goeben ve Breslau gemilerinin Osmanlı donanmasına katılmasının önemli etkisi olmuştur.170 Yarbay Hans Kannengieser de, İngilizlerin bu kararının Almanya lehine önemli sonuçlar doğurduğunu söyler. Kannengieser’e göre İngilizler, gemilere el koyarak, istemeyerek de olsa Almanların lehine büyük bir propaganda yapmıştır. Alman zırhlılarının gelişi, Osmanlıların Almanlara karşı duyduğu minnetterlığı çok artırmıştır.171

Kazım Karabekir de, Alman zırhlılarının kamuoyunda Almanya lehine yarattığı havaya değinerek şunları aktarır; “…Buna bir de İngiltere’nin kendi tezgahlarında yaptırdığımız ve parasını da verdiğimiz dretnotlarımızı gasp etmesi ve Almanların buna karşılık yapar gibi, iki harp gemisini İstanbul’a sokmaları eklenirse, Cihan Harbi’nin ilk safhalarında Almanlara karşı gösterilen itimat ve sevginin sebebi anlaşılır.”172 Ahmet Emin Yalman da, Almanya'nın o sırada kendi hesabına bundan daha tesirli bir propaganda yapamayacağı kanaatindedir.173

III- Kamuoyunun Şekillenmesinde Cemiyetlerin ve Basının Rolü

I. Dünya Harbi öncesinde Osmanlı kamuoyunun şekillenmesinde, II. Meşrutiyetle yaygınlaşan cemiyetleşme olgusunun önemli etkisi olmuştur. Tarık Zafer Tunaya, Meşrutiyetin ilk beş yılında sayılamayacak kadar cemiyet kurulduğunu, bu

169 Ahmet Ağayef, “Goeben ve Breslau”, Tercüman-ı Hakikat, 12 Ağustos 1914.

170 Friedrich Freiherr Kress von Kressentein, Son Haçlı Seferi, Kuma Gömülen İmparatorluk, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007, s.8-9.

171 Hans Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde 500 Alman, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2015, s.35-36.

172 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.175.

173 “Hele Donanma Cemiyeti'nin parasiyle Londra'da yapılan Sultan Osman ve Reşadiye zırhlılarına el konunca, taksitleri bile geri verilmeyince, buna karşı Almanya Goeben ve Breslau harp gemilerini 11 Ağustos'ta Çanakkale'ye yetiştirip el konan harp gemilerinin yerini almak üzere Türkiye'ye devredince, Türk umumi efkarını Almanya lehine bir coşkunluk sarmıştır. Almanya'nın o sırada kendi hesabına bundan daha tesirli bir propaganda yapması imkansızdı.” (A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.254.)

37

cemiyetlerin toplumun kendini bulma atılımını temsil ettiklerini söyler.174 Ancak İttihat ve Terakki yönetiminin 1910’dan itibaren otoriterleşmesi ve bu eğilimin Babıali Baskını (1913) sonrasında zirveye çıkmasıyla bu durum değişmiştir. II. Meşrutiyet’le başlayan ve çok sesliliğe müsaade eden liberal iklim kısa sürede yok olmuş ve İttihatçıların düşünceleri ile uyuşmayan sivil toplum örgütlerine yaşam hakkı tanınmamıştır.175

Gerek savaş öncesinde, gerekse savaş yıllarında Osmanlı “sivil” toplum alanı iki cemiyetin önemli derecede etkisi altında kalmıştır. Bunlar “Donanma-yı Osmanî Muâvenet-i Milliye Cemiyeti” (Osmanlı Donanma Cemiyeti) ve “Müdafaa-i Milliye Cemiyeti”dir. Daha önce değinildiği gibi Donanma Cemiyeti, kamuoyunun donamanın önemi konusunda bilinçlendirilmesi amacıyla 1909’da kurulmuştur. Cemiyetin kurulmasında, Alman Donanma Cemiyeti’nin başarıları örnek olmuştur. Cemiyetin en önemli faaliyeti, savaş ve nakliye gemileri alınabilmesi için yardım kampanyaları düzenlemektir. Cemiyetin asıl başarısı, Sultan Osman ve Reşadiye dretnotlarının alımı için düzenlediği yardım kampanyası olmuştur.176 Devlet tarafından önemli destek gören cemiyet177, kapsamlı bir militarist-milliyetçi propaganda yürütmüştür. Mehmet Beşikçi’ye göre, cemiyetin yayın organı olan “Donanma Mecmuası” bir yandan Osmanlı kamuoyunda güçlü bir donanmanın gerekliliğine dair farkındalık yaratmaya çalışırken, diğer yandan imparatorluğun parçalanması tehdidini bertaraf etmeye yönelik daha genel bir siyasî hedef için bir tür ‘forum’ işlevi de görmüştür. Donanma Mecmuası, imparatorluğun selameti açısından harbin elzem olduğuna, harbin bir “milli diriliş” fırsatı sunduğuna ve seferberliğin desteklenmesine yönelik yoğun bir yayın faaliyeti yürütmüştür.178

Müdafaa-i Milliye Cemiyeti ise Balkan Harbi’nin sıkıntılı günlerinde, 1 Şubat 1913’de kurulmuştur. Balkan Harbi’nin yarattığı düş kırıklığı, öfke ve korku cemiyetin faaliyetlerinde belirleyici olmuştur. Kültür ve sağlık alanının yanında askeri bir amaca dayanan cemiyet, halkı savaşa hazırlamayı önemli bir hedef olarak belirlemiştir.

174 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler I, İkinci Meşrutiyet Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.19.

175 T.Z.Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s.401-403; M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.49.

176 Ahmet Emin Yalman’a göre cemiyetin faaliyetleri resmi politikanın ürünüydü; “Ondan sonra da Türk siyasetinin hedefi, Donanma Cemiyeti yoluyla umumi efkan harekete getirmek, Yunanistan'a karşı deniz üstünlüğüne kavuşmak vadisinde kaldı.” (A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.217.)

177 Nadir Özbek, iane kampanyaları sırasında hükümet çevrelerinin Donanma Cemiyeti’ne doğrudan yardım sağladığını, cemiyetin bu kampanyaları sanki Dahiliye Nezareti’nin bir dairesiymiş gibi yürüttüğünü belirtir. (Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, Siyaset, İktidar ve Meşrutiyet (1876-1914), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 297-303.)

178 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.53.

38

Cemiyet nizamnamesinde bu amaç açıkça dile getirilmiştir; “…meydan-ı harbe koşabilecek kuvveti, idmanı, inşirahı verecek esbab-ı terbiyeyi tehiye ve te’min etmek ve alam ve mesaib-i harbin teskinine muavenet ve milletin refah ve saadet-i haline ala-kadr-il imkan gayret eylemeğe mükellefdir.”179 Cemiyet, sürdürdüğü sosyal ve kültürel çalışmalar yanında, gerek Balkan Harbi’nde, gerekse I. Dünya Harbi’nde orduya gönüllü katılımı sağlamak için faaliyetler yürütmüştür.180

Müdafaa-i Milliye Cemiyeti de, Donanma Cemiyeti gibi, halkı savaş için mobilize etmek ve harp lehinde kamuoyu oluşturmak için faaliyet göstermiştir.181 Bu cemiyetler, sıkıyönetim ve seferberlik dönemlerinde uygulanan kontrol ve sansür rejiminin baskısına maruz kalmadan hükümet desteğiyle faaliyetlerini yürütmüştür. Her iki cemiyet de, yaptıkları yayınlar, tertipledikleri konferanslar ve dönem boyunca yapılan mitinglere verdikleri destekle, Osmanlı kamuoyunun harp lehinde şekillenmesinde etkili olmuştur.

Osmanlı kamuoyunun harp lehinde şekillenmesinde, basının da önemli etkisi olmuştur. Basın üzerindeki kontrol, iki yolla sağlanmıştır. Birincisi, harbin başlamasıyla basının Havas ve Reuters gibi İtilaf devletlerine yakın haber ajanslarıyla bağlantısı kesilmiş ve dış haberleri tamamen Alman Wolff ajansından almaya başlamıştır. Bu nedenle, harp boyunca gelişmeler Alman bakış açısından tek yönlü olarak izlenebilmiştir.182 Ayrıca Osmanlı Hükümeti’nin yabancı posta faaliyetlerini durdurmasıyla İngiliz ve Fransız gazetelerinin ülkeye girişi büyük oranda kısıtlanmıştır.183 Göz ardı edilmemesi gereken bir husus, Alman Büyükelçiliğinin, Alman yanlısı yayın yapılması için bazı gazetelere yaptığı yardımlardı. Hilmi Bengi, Wangenheim’ın Berlin’e İkdam, Tanin ve Sabah gazetelerine 1000’er lira, Tasvir-i Efkar ve Tercüman-ı Hakikat’e 500’er altın lira yardım yapıldığı yönünde bir rapor gönderdiğini aktarır. Ayrıca, Alman İstihbarat Bürosu tarafından bu gazetelere haber, makale ve fotoğraflar servis edilerek, Türk basınına yönelik izlenen politika desteklenmiştir.184 Ahmet Emin Yalman da, Almanların bir kısım Türk gazetelerini para

179 T.Z.Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s.475-477.

180 Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin yürüttüğü faaliyelerle ilgili detaylı bilgi için bkz. Nazım H. Polat, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.

181 N.Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda…, s.306; M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.58.

182 Hilmi Bengi, “Birinci Dünya Savaşı’nın Başlangıcında Türk Basınının Yaklaşımı ve Haber Değerlendirme Biçimleri”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2015, s. 390.

183 H.Bengi, “Birinci Dünya Savaşı’nın…,” s. 393.

184 H.Bengi, “Birinci Dünya Savaşı’nın…”, s. 398.

39

ile satın aldığını ve böylece Osmanlı kamuoyunu devamlı bir baskı altında tuttuklarından bahseder.185

Osmanlı basınını kontrol altında tutmanın başka bir yolu olarak da, gazete kağıdı temini meselesi kullanılmıştır. Gazete kağıdı satın alma ve bunu Osmanlı İmparatorluğu’na ithal etme tekeli, Alman ve Avusturya-Macaristan Büyükelçiliklerine tanınmıştır. Bu sayede bahsi geçen büyükelçilikler, gazetlerin kendi ülkelerine yönelik haber politikasına göre kağıdın fiyatını ve miktarını ayarlayarak gazeteleri baskı altına alabilmiştir. Buna karşın bir grup gazeteci kağıt teminini Matbuat Cemiyeti vasıtasıyla doğrudan Almanya’dan yaparak büyükelçiliklerin baskısından kurtulmaya çalışmış ancak, bunun çok az etkisi olmuştur.186

Basın üzerindeki kontrol, seferberliğin ilanı ile uygulamaya geçen sıkı bir sansür rejimi ile zirveye çıkmıştır. 7 Ağustos 1914 tarihli Talimatnâme’ye göre; yeni ajans veya gazete kurulamayacak, gazeteler ek baskı yapamayacak, gazeteler dağıtımdan önce İstanbul Postanesi’ndeki sansür odasında kontrol edilecek ve sansür memurunun uygun görmesi durumunda yayınlanacaktır. Ordu ve donanma ile ilgili her türlü bilgi, iç ve dış politikayla, yabancı diplomatlarla, malî durumla, sağlıkla ilgili bilgiler sansüre tabiidir.187 O kadar ki Karabekir, Dahiliye Nezareti’nin Tanin haricinde bütün gazeteleri kapatmayı düşündüğünü aktarır.188

Ahmet Emin Yalman, uygulanan baskı ve sansür rejiminin, harbe muhalif olan kesimlerin sesini duyurmasını engellediği kanaatindedir. Yalman’a göre, harp

185 A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.254.

186 S.J. Shaw., Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.167-169; A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.366.

187 Sansür Talimatnamesi’nin matbuatla ilgili maddeleri şöyledir;

“50- Bilumum matbûâtın sansür ta‘limâtına riâyet etmeleri mecburidir. Aksi sûretle hareket eden gazete veya ajanslar ya derhal lağvolunur veya muvakkat müddetle tatil sûretiyle tecziye edilir. Lağvolunanlar bir daha hiçbir nâm ile intişâr edemez. Müdür-i mes’ulleri de Divan-ı Harb-i Örfî'ye tevdî‘ olunur.

51- Seferberliğin devamı müddetince yeniden hiçbir nâm ile hiçbir gazete veya ajans intişâr edemez.

52- Her türlü ilâveler ve addition tarzında mükerrer tab‘lar memnû‘dûr. Her gazete evvelce olduğu gibi yevmiye bir defa intişâr edebilir.

53- Haricden gelen ve sansür elinden geçmeyen hiçbir telgrafı ajanslar neşredemez.

54- Pâyitahtda intişâr eden bi'l-cümle cerâid sabahleyin neşr olunacak nüshalarının provalarını gece zevâlî saat dokuzdan on ikiye kadar, akşam nüshalarının provalarını da gündüz on ikiden dörde kadar İstanbul Sansür Müfettişliği'ne tevdî‘ ederler ve gazetelerinin tamamen kontrol edildiğini müş‘ir zîrine (ta‘limâta mutabıkdır) kaydıyla sansür memuruna ve nöbetci sansür zabitine imzalatdıkdan sonra gazetelerini neşredebilirler. Ve intişâr eden nüshalardan birini tekrar sansür memuruna kontrol için gönderirler.

55- Sansür tarafından çizilmiş olan veya imzalanmamış bulunan mevâddın neşri o gazete veya ajansın lağvını ve müdürünün Divan-ı Harb'e tevdî‘ini mûcib olur.” (BOA, HR. MA, 1177/15-18; Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi I, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, İstanbul, 2013, s.125-126.)

188 Karabekir şunları yazar; “Talat Bey’le yalnız makamında değil, hususi hayatında müsteşarlık yapan İsmail Canbulat Bey, bana bu kararın esbab-ı mucibesini söylemekten çekinmedi: ‘-Korktuğumuz, diğer gazetelerin harp aleyhtarlığı yapmasıdır.’ ” (K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.232.)

40

propagandası açıkça ele alınmış, harp taraftarlığı cereyanı her tarafı sarmıştır. Bütün gazeteler bu istikamette dil kullanmaya başlamışlardır. Vatandaşların büyük çoğunluğu, Balkan Harbi'nin facialarından sonra, büyük devletlere karşı harbe girişmeyi fena karşılıyordu. Fakat bunlar teşkilatsızdırlar. Memleketteki bütün teşkilatlı kuvvetler, harp taraftarlarından mürekkep bir azınlığın elindedir.189

Nitekim Kazım Karbekir, basının kamuoyunu harbe hazırlamak için şu konuları özellikle işlediğini belirtir; “1.Almanların galebesi muhakkaktır. 2.İslamların kurtuluş zamanıdır. Fırsat kaçırılmamalıdır. 3.Alem-i İslam ihtilallere kalkabilmek için Halife’nin emrini belkiyor. 4.Balkan devletlerinden Romanya, Bulgarya ve Yunanlıların, Almanlar aleyhine harbe girmelerine ihtimal yoktur… 5…Rusya’daki Türkler Sultan’ın arkasından gideceklerinden Rusya parçalanacaktır.”190

IV- Türkçülük Cereyanı ve Propaganda

Bilindiği gibi Balkan Harbi ile Osmanlıcılık siyaseti iflas etmiş, Türkçülükten Turancılığa uzanan milliyetçi akımın önü açılmıştır. Türk Yurdu ve Türk Ocağı gibi kuruluşlar, geleceğe yönelik ideoloji ve politikaların oluşturulduğu platformlar haline gelmiştir. Bu süreçte İttihat ve Terakki liderliği, içindeki ılımlı unsurları ve azınlık temsilcilerini devre dışı bırakarak, Türkçü-İslamcı unsurların kontrolüne geçmiştir.191

Ağustos-Kasım 1914 tarihleri arasında, Turancı-Panislamist söylemli yoğun bir savaş propagandasının yürütülmüştür. Bu propagandaya göre, Mısır ve Kafkasların fethi için savaş fırsatı kaçırılmamalıdır. Böylece Turan’a ulaşılacak ve İslam birliği sağlanacaktır.192 Türkçü hareket bu etkinliğe kendiliğinden ve dağınık bir biçimde değil, bir emir doğrultusunda ve belirli bir merkeze bağlı olarak, sistemli bir biçimde girişmiştir.193

Karabekir, İttihat ve Terakki erkânının yürütülen savaş propagandasında önemli etkisi olduğu fikrindedir. Bu süreçte Ziya Gökalp’in etkili olduğunu söyleyen Karabekir şunları ifade etmiştir; “Ziya Gökalp, merkez-i umumide her gün Turancılık mefkuresini işliyordu. Bu suretle merkez-i umumi, Turan mefkuresinin tahakkuku için fırsat gözlemeye başlamıştı… Merkez-i umumi bu suretle cephelerde faaliyete girerek, Osmanlı Devleti’ni harbe sürüklemekte daha müessir bir rol alıyordu. Çünkü onlarca,

189 A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.259-260.

190 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.246.

191 K.Karpat, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci…”, s.124.

192 E.Köroğlu, Türk Edebiyatı ve …, s.179.

193 E.Köroğlu, Türk Edebiyatı ve …, s.169.

41

‘Turan İmparatorluğu’ kurmak için vakt-i mevud gelmişti! Bu fırsatı kaçırmak cinayetti.”194 Bu eğilim, basın ve edebiyat yoluyla kamuoyuna mal edilmeye çalışılmıştır; “Balkan Harbi felaketi, ne gariptir ki bizde yeniden ‘İttihad-ı İslam’cılık ve ‘Turancılık’ ideallerinin münebbihi oldu! Her iki fikir de ayrı ayrı kendisine alemdarlar ve taraftarlar buldu ve envai neşriyat ve propagandalarla bu idealler, zavallı Anadolu Türkü’nün efkar-ı umumiyesi haline getirilmek için, işlendi durdu.”195

Karabekir gibi Ali İhsan Sabis de, İttihat ve Terakki erkânının savaş propagandasında önemli rolü olduğunu söyler. Sabis’e göre, Tanin gazetesindeki harp taraftarı neşriyat, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nin ve Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in tensibiyle yapılıyordu. Tanin'deki neşriyatın ilk seferberlik günlerinden itibaren kamuoyunu harbe hazırlamak maksadına matuf olduğu aşikardı. Hükümet resmen tarafsızlık ilan etmiş olsa da; matbuatta, özellikle de Hükümetin kontrolündeki Tanin gazetesinde Turan istilasından, Turanın hakimi sultan olacağından bahseden yazılar yazılması dikkate değer.196

Turancı propaganda, halkın duygularına hitap edecek şekilde şiirler ve marşlarla yürütülmüştür. 8 Ağustos 1914 tarihli Tanin gazetesinde Ziya Gökalp’in Kızıl Destan şiiri yayınlanmıştır;

“Düşmanın ülkesi viran olacak!

Türkiye büyüyüp Turan olacak!

İngiliz gasp etti Sultan Osman’ı.

Bununla tutacak Hint’i, Umman’ı!

İslamlık tanıdı kimdir düşmanı.

Çok geçmez ki mesut bir an olacak!

Düşmandan öc alan kuran olacak!”197

Şevket Süreyya Aydemir ise, talimgâhlarda askerlere Turancı marşlar söyletildiğini yazar;

194 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.144-145.

195 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.171.

196 A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım, c.1, s.200, 204.

197 “Seferberlik vardır yazdı ilanlar.

Koşunuz orduya gürbüz arslanlar!

Türkoğlu değildir evde kalanlar.

Yiğitlik vaktidir meydan olacak!

Yeryüzü korkağa zindan olacak.

Macar dedi: Sanma, kalmak isterim.

Atımı meydana salmak isterim.

Türklerin öcünü almak isterim.

Altay yurdu büyük vatan olacak!

Turan’ın hakimi Sultan olacak!” (Tanin, 26 Temmuz 1330 (8 Ağustos 1914))

42

“Türküz, ederiz daima iftihar,

Hilkatle başlar tarihimiz var,

Kalplerde Türklük aşk ile çarpar,

Yok bize başka yar…

Önde sancak, elde süngü, kalbde tanrı biz,

Dünya’ya hakim olmak isteriz,

Mabedimiz Türk ocağı, kabemiz de yüce parlak Turandır,

Hep ancak…”198

Yahya Kemal Beyatlı, bu dönemde biri menfi, diğeri müspet iki fikrin hakim olduğunu yazar. Menfi kanaate göre, Osmanlı Devleti Boğazları açamazdı, çünkü İtilaf Devletleri’ne güvenilemezdi. Boğazlardan girerlerse bir daha çıkmazlar ve İstanbul’u Rusya’ya peşkeş çekerlerdi. Müspet kanaate göre ise, Kafkasya ve Mısır’ı almaksızın Osmanlı Devleti varlığını sürdüremezdi. Mısır’ın pamuğu ve Kafkasya’nın petrolünden vazgeçilemezdi. Özellikle bu ikinci kanaat işitiliyordu. Kafkasya ve Mısır fütuhatı ortada en fazla tedavül eden sikke idi. Beyatlı’ya göre Osmanlı Devleti’nin başına gelen bütün belalar, 2 milyon gencin ölümü, vatanın her taraftan nihayet Polatlı’ya kadar istilası hep bu fikirden çıkmıştı.199

Harp lehinde yürütülen propaganda faaliyeti basınla sınırlı kalmamıştır. Okuma yazma oranının düşük olduğu Osmanlı toplumunda, sözlü propagandaya da önem verilmiştir. Ali İhsan Sabis, milleti harbe hazırlamak ve harp lehinde kamuoyu oluşturmak için bir yandan neşriyatla uğraşılırken; diğer yandan İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nin kararıyla bazı mebusların konferanslar vermek üzere memleketin değişik bölgelerine gönderildiğini yazar.200

Kazım Karabekir, Almanların Osmanlı efkar-ı umumiyesini ustalıkla kullandıkları kanaatindedir. Turancılık ve İslamcılık cereyanları Almanlar tarafından da dikkatle işlenmiştir. Almanların bu zeminde yazdıkları eserler, makaleler bazı Osmanlı muharrirleri elinde bilmeyerek millileştirilmiş ve bu suretle ‘İslam Birliği’ ve ‘Turan Birliği’ gibi iki büyük dava, Anadolu Türk’ünün omuzlarına yüklenmiştir.201 Karabekir’e göre; harp başladığı zaman halkın müşterek duygusu Rusya’nın mağlup ve perişan olması, parçalanması olmuştur. İşte halkın ruhuna sinmiş olan ‘Rusya’ya karşı

198 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.77.

199 Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, Baha Matbaası, İstanbul, 1973, s.132-133.

200 A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.201, 205.

201 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.147.

43

nefret ve intikam duygusu’, Almanlarla birlikte harbe girişmek arzusunu efkar-ı umumiye haline getirmeye çok müsait bir ortam yaratmıştır.202

Balkan felaketiyle gelişme gösteren Turancı-Panislamist akım ve I. Dünya Harbi ile başlayan yoğun propaganda, özellikle eğitimli genç kuşak üzerinde etkili olmuştur. Rahmi Apak, bu havayı şöyle aktarır; “Almanlar, Müslüman Türkiye’nin İslam alemi üzerinde tesirinden maada Rusya’da yaşayan otuz kırk milyon Türk’ün maddi ve manevi yardımlarından ümit beklediklerinden, Kuzey İran ve Türkistan bölgelerinde Ruslara güçlük çıkaracak hareketlerin icrasına Türkiye’yi teşvik ediyorlar. Hem Panturanizm ve hem de Panislamizm hülyaları içinde yaşayan İttihatçılar ise böyle sergüzeştlere girmek için yanıp tutuşuyorlardı. İlk olarak, bu bölgelerde kuvvetlice bir sergüzeşt seferi için Enver Paşa’nın amcası Albay Halil kumandası altında Beşinci Seferi Kuvvet adı altında kuvvetli bir tümen kuruldu, o zaman ben de heyecanlı Türkçü ve Turancı idim… Turan’a gidiyorduk. İran Azerbaycanı’na girip Azeri Türklerini ayaklandıracak, sonra Türkistan’a sızacak, oradaki Türklüğü silahlandıracak ve büyük Turan davası için çalışacaktık.”203 Ancak, Beşinci Kuvve-i Seferiye, 1915 başında 3. Ordu’nun mağlubiyeti üzerine, daha İran sınırını dahi geçmeden geri çevrilerek Erzurum’a gönderilecektir.204

Harbe yedek subay olarak katılan ve Kafkas Cephesi’nde esir düşen Faik Tonguç, eğitimli gençlerin çoğunlukla Turancılık akımının etkisi altında olduğunu söyler. Bu gençler, Türk Ocağı Cemiyeti ve Türk Yurdu gibi gazete ve dergilerin tesiri altında kalmış ve Turancılık cereyanı hemen bütün memleketi sarmıştır. Tonguç, Turancılık’ın ne olduğunu ve Turan’ın neresi olduğunu tam olarak bilmediklerini de itiraf eder. Yalnız genel olarak Türk ırkının yaşadığı tüm ülkeleri kapsadığını düşünmüşlerdir. Tonguç’a göre toplumun her kesiminden gençler bu fikirleri paylaşmıştır. Hukukçular, hariciyeciler, mülkiyeliler, medreseliler, yüksekokul öğrencileri, İstanbul ve taşranın eğitimli gençleri bir tek emel ve idealde birleşmişlerdir.205

Çanakkale ve Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak görev yapan İ.Hakkı Sunata, her ne kadar kendisi bu fikirlerin aleyhinde olsa da, yoğun bir Turancı

202 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.174-175.

203 Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s.95.

204 Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare, Halil Paşa’nın Hatıraları, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul, 2018, s.139.

205 Faik Tonguç şunları yazar; “Turan marşları söylemek, bir ibadet haline gelmişti… O sırada savaş başlamış, resmi bildiriler Sarıkamış ve Kars’tan söz ediyorlardı. Turan’ın fethine yetişemeyeceğimizden endişe ediyorduk.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.17.)

44

propagandanın yürütüldüğünü aktarır; “Ben Vefa’nın dördüncü sınıfına geçtiğim sıralarda Türk Ocağı kurulmuş ve Türk Yurdu mecmuası neşre başlamıştı… Bu arada Ziya Gökalp’in muhtelif yazıları çıkıyor: Kızıl Elma’dan, Turan’dan bahsediliyor, halka bir ülkü aşılanmaya çalışılıyordu. Halkça ve milletçe bir şeyler aranıyor, ama aranan şey bilinemiyordu… Ne yapacaktık? Önümüzde bir Turan yolu ve buna sapanların bir elinde Kuran, bir elinde Turan efsanesi.” İ.Hakkı Sunata’ya göre bunlar akıl almaz hayallerdir; “Yüz binlerle, belki milyonlarla Türk’ün oturduğu Rumeli topraklarını bir hamlede elden çıkardık. Turan hezeyanıyla Rusya’daki milyonlarca Türkü ve Tatarı, Türk topluluğuna katmak niyetindeyiz. Bu ne akıl, bu ne izan anlayamıyorum.”206

Şevket Süreyya Aydemir, Turancılık akımıyla Balkan Harbi’nden sonra okulda tanıştığını söyler. Aydemir, dershanelerin duvarlarına asılan haritaların başına toplanıp Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalıştıklarını, Meriç Nehri’nden Çin sınırına uzanan topraklara bakıp “Buralarını hep biz kurtaracağız. Bunlar hep bizim!” dediklerini aktarır.207 Aydemir, harbin başlamasıyla bir an evvel asker olmak ve Turan yolunu açacak harbe katılmak arzusunu duyduğunu da ekler.208

Osmanlı kamuoyunu etkilemeye yönelik çaba gösteren sadece İttihat ve Terakki erkanı değildir. Osmanlı Devleti’ndeki Alman ricalinin tamamı da, harbe giriş yönünde kamuoyu oluşturmak için yoğun bir çaba harcamıştır. Kazım Karabekir’e göre Alman İstihbarat Bürosu, doğrudan doğruya gazetelere havadisler ve hatta makaleler dağıtmıştır. Hiçbir resmi makamın bunları kontrole hakkı yoktur. İş gazetelerimizin dirayetlerine kalmıştır. Onlar da yazıları ve resimleriyle daima harbe girmenin faydalı olacağını, Almanların galip geleceğini, İtilaf Devletlerinin şimdiden perişan olmuş bulunduğunu, İslam ve Türklük alemlerini kurtarmak zamanının geldiğini işlemişlerdir.209

Alman Islah Heyetin’deki subaylar da bu gayrete katılmıştır. II. Ordu Harekât Şube Müdürü Ali Fuat Erden, Alman subaylarının faaliyetleri ile ilgili şunları aktarır; “

206 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara… , s.12-14; Vasfi Şenözen de, dönemin ruhunu ortaya koyan bir anısını aktarır; “Kumanda sırasında ağzımdan çıkan bir söz, o günün hükümetince tasarlanan, Hindistan’a kadar gidiş hülyasıyla, biraz alay eder gibi olmakla beraber, o günün genelliğini saran Türk birliği yani bugünkü anlamda Turancılık idealini de ifade ediyor gibiydi. Kumandayı şöyle verdim: ‘Hazır ol! Adi adım marş! İstikamet Tibet Yaylası!’ ” (Vasfi Şenözen, I. Dünya Savaşı Yılları ve Kafkas Cephesi Anıları, (Haz.Saro Dayan), Okuyan Us, İstanbul, 2003, s.53.)

207 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.64.

208 Şevket Süreyya Aydemir şunları yazar; “Mektebe döndüğüm zaman, içimden her gün bir an evvel asker olmak, bir an önce harbe katılmak ihtirası taşıyordu. Hem de yerim cephede ve cephenin en ileri hattında olmalıdır diyordum. Bu cephe, Türkiye’nin dışında kalan Türk ülkelerine varan yolların geçtiği cephe olmalıydı.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.71.)

209 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.249.

45

Reisi (2. Ordu kurmay başkanı von Frankenberg) ordu erkanı harbiyesinin bulunduğu büyük bir odada, bir coğrafya atlası üzerine eğilmiş Türk erkanı harp zabitleri ile beraber, Devlet-i Osmaniye’nin bu harbi umumi neticesinde kazanacağı hududun teferruatını muhakeme etmekle meşgul buldum… Alman zabitleri her gün öğleyin Limon von Sanders Paşa’yı ziyaret ederek maruzatta bulunurlar ve ondan talimat telakki ederlerdi. Bu zabitanın vazifesi Türk zabitlerinin şevk ve heyecanını inkişaf ettirmek ve mütemadiyen artırmak ve orduda bu surette harp lehinde bir halet-i ruhiye ihzar etmekti ve bu vazifelerini Almanlık nokta-ı nazarından cidden hakiki bir vatanperverlikle ifa etmekte idiler.”210

İsmet İnönü ve Ali İhsab Sabis de benzer gözlemlerde bulunmuştur. Osmanlı Genel Karargahı’ndaki Almanların, Osmanlı Devleti’nin harbe girişi hususundaki baskıları gün geçtikçe artmıştır. Alman subaylar tarafından, Alman zaferinin yakın olduğu ve savaşın yakında sona ereceği, Osmanlı Devleti için harbe girerek kazançlı çıkma fırsatının kaçmakta olduğu sürekli olarak telkin edilmiştir.211

Bütün bu aktarılanlar, Osmanlı Devleti’nde harp lehinde yoğun bir propaganda ve geniş bir kamuoyu olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre harp haklı, meşru ve gereklidir. Osmanlı Devleti için harp bir intikam ve istiklal harbi olacaktır. Meclis Reisi Halil (Menteşe) Bey, 14 Aralık 1914’de Meclis’de harple ilgili olarak şunları dile getirmiştir; Cihan Harbi, Osmanlı Devleti için kısıtlı bir amaca yönelmiş hususi ve geçici bir harp değildir. Bir var olma ya da yok olma meselesidir. Harpte bazı milletler intikamını, bazıları zaferlerini, bazıları da cezalarını bulur. Osmanlı Devleti harpte muzaffer olarak hak ve intikamını, Ruslar ve müttefikleri ise cezalarını bulacaklardır.212 Halide Edip (Adıvar) de, 11 Aralık tarihli Tanin’de “Halas Muharebesi” başlığı altında benzer görüşler dile getirmiştir. Ona göre çocukluğundan beri beklediği intikam ve kurtuluş günü artık gelmiştir.213 Tasvir-i Efkâr’ın yazarı Yunus Nadi ise, harbin her fırsatta Osmanlı Devleti’nin hayatına kasteden Avrupa tahakkümünün kökünden kesilip

210 Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, Ulus Basımevi, Ankara, 1949, s.17

211 İ.İnönü, Hatıralar, s.153; Ali İhsan Sabis bu konuda şunları yazar; “İşte 1914 senesi yazında ordumuzda hizmet gören Alman zabit ve generallerinin, Almanya'nın Fransa'yı çabuk yere sereceği hakkındaki resmi, hususi iddiaları ve propagandaları da, bazı kimselerin kafasında, Almanya'nın çabuk harbi kazanacağı ve Almanlarla ittifak ederek süratle harbe girmekliğimiz kanaatini hasıl ediyordu.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.72.)

212 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, III/1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s.277-278.

213 Halide Edip şöyle yazar;“… Bunu ben ta çocukluğumdan beri evvela ırkımın bu kin ve intikam, bu halas ve hayat gününü müphem bir elemle sezmiş, sonra onu kendi senelerimle, fikrimle, kalbimle, bütün hayatımla beraber büyüterek yaşıyorum… İşte azim ve uzun bir hazırlıktan sonra yapacağımız bu halas muharebesini bugün yapmak için zaman önümüze bir fırsat açtı…” (Halide Edip (Adıvar), “Halas Muharebesi”, Tanin, 11 Aralık 1914.)

46

atılmasına fırsat sağlayacağını, İslâm âleminin varlığını kurtarmak ve yükseltmek için savaşa atılmanın bir fariza hükmünü almış olduğunu yazmıştır.214

Osmanlı kamuoyuna hakim olan savaş yanlısı hava, pek çok hatıratta ifadesini bulmuştur. Galip Vardar’a göre; “Herkes bu savaşa Osmanlı İmparatorluğu’nun iktidarda bulunan ittihatçı kabinesinin tasvibiyle girildiğini söylemekte müttefiktir. Hatta bir çok kimseler bunda Talat, Enver ve Cemal Paşaların tesirinin daha büyük olduğunu iddia etmektedir. Yine bu vaziyeti dikkatle tetkik edenler, neticede en evvel bir kişiyi mesul saymaktadırlar. O da Harbiye Nazırı Enver Paşa’dır… Bu bir hakikat değildir. Hakikat, İttihat ve Terakki erkanının his itibarıyla Almanlara taraftar olmalarında, Balkan Harbi’nin hazin facialarının tesiri altında kalmalarında, Rusya’dan korkmalarında, İngiltere ve Fransa’ya asla güvenmemelerinde, para bulmak zorunda bulunmalarında ve nihayet bazı hadiselerin akıntısına kapılarak, onların da mütereddit kaldıkları Cihan Savaşı’na sürüklenmiş olmalarındadır.”215

Hüseyin Cahit Yalçın da, Galip Vardar ile aynı kanaattedir. Osmanlı Devleti için savaşın hazin sonunu gördükten sonra savaşa girme kararını verenleri kabahatli görmek çok kolaydır. Ancak harpten evvelki günlerde savaşı bir felaket sayarak istemeyenlerin sayısı çok azdır. Yalçın’a göre aydın ve düşünen Türkiye’nin büyük bir bölümü, pek küçük bir ayrılıkla, savaş taraftarıdır. Özellikle İttihat ve Terakki Genel Merkezi istisnasız bu kanaattedir.216 Cemiyet içinde harp taraftarı olmayanlara ise öfkeyle bakılmaktadır. Öyle ki, Talat Paşa, Cavit Bey’in harp aleyhtarı olarak kabineden istifasından sonra, kendisine yakın koruma polisi vermek ihtiyacı hissetmiştir.217

Mahmut Muhtar Paşa, İtilaf Devletleri’nin emellerinin kamuoyunca malum olduğu ve genel hissiyatın onların aleyhinde olduğunu söyler. İtilaf Devletleri’nin Balkan Harbi’nden itibaren Osmanlı Devleti aleyhinde izledikleri politikalar, gerçek niyetlerini belli etmiştir. Bu koşullarda Türkler de bütün ümitlerini kendilerini koruyabilecek ve her şeye kadir olduğunu düşündükleri Kayzer’e bağlamışlardır.218

214 Yunus Nadi, “Hakiki Safha”, Tasvir-i Efkâr, 2 Kasım 1914.

215 Galip Vardar-Samih Nazif Tansu, İttihad ve Terakki İçinde Dönemler, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1960, s. 253.

216 Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2000, s.219.

217 “Cemiyetin iç tarafında, adanmışlar ve coşkunlar çevresinde Cavit’e karşı o kadar şiddetli bir kızgınlık duygusu doğdu ki Talat, geceli gündüzlü Cavit’in evinde kalmak ve sokağa çıkışında ona arkadaşlık ederek korunmasına dikkat etmek üzere iri yarı bir polis memuru atamak gereğini duydu.” (H.C.Yalçın, Siyasal Anılar, s.297)

218 Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, s.117.

47

Paşa, harpten sonra tarafsızlık yanlısı görünen çok kişinin esasında 1914’de harbe taraftar olduğunu da ekler.219

Dönemin gazetecilerinden Ziya Şakir, iki farklı İstanbul olduğunu aktarır. Birincisi hadiselerin sevk ve cereyanına sürüklenerek, hiçbir şey bilmeden ve hiçbir şey hissetmeden propagandacıların peşine takılan ve her vakayı “ -Yaşasın!” diye alkışlayan İstanbul’dur. Diğeri ise, akıl ve şuuruna sahip olan, her hareketin arkasında bir fayda ve zarar arayan, propaganda cereyanları ne kadar kuvvetli olursa olsun, hiçbir zaman o cereyana kapılmayarak daima idrak ve muhakemeye dayanan İstanbul’dur. Şakir’e göre, Almancılık cereyanı git gide güçlenmiş ve nihayetinde kamuoyuna hakim olmuştur; “Birinci İstanbul coşmuştu. Beyoğlunun meçhul kaynaklarından taşan kuvvetli bir havaya tabi olarak, heyecan içinde Tanenberg zaferini alkışlıyordu. Daha dün, Rusların şarki Prusya’yı altüst etmesinden sebepsiz ve manasız heyecan duyarak: - Rus silindirinin tazyikine dayanılır mı hiç? diyenler, bu gün de general Hindenburg’un Tanenberg’de kazanmış olduğu parlak muvaffakiyet karşısında yine sebepsiz ve manasız heyecana kapılıyorlar: -Alman ordusunun süngülerine dağlar bile dayanamaz. Ruslar, mukavemet edebilir mi hiç? diye, mest oluyorlardı… Artık Alman zaferinin, bir an bile durmadan, bir silsile halinde devam edip gideceğine dair hararetli sözler işitiliyordu.”220

Ziya Şakir, İttihat ve Terakki kulüplerinde bu havanın hüküm sürdüğünü söyler. Bir kulüpte önüne bir harita açmış ve kendi savaş planını aktaran bir İttihatçının söyledikleri dönemin havasını anlamak açısından dikkate değer; “Şurası Kafkas hududu… Şimdi buradan ileri atılacağız. Şöyle İran’ı atlayacağız. İkiye ayrılacağız. Sağ cenah kuvvetlerimiz, Afganistan’ı silip süpürecek, sol cenah kuvvetlerimiz Turan’a girecek… Turan istilası çarçabuk bitecek. Sonra kuvvetlerimiz birleşecek. Yıldırım süratiyle Himalaya dağlarından Hindistan’a iniverecek.”221

Feroz Ahmad’a göre, Osmanlı Devleti’nin harbe girişi sırf Almanlar ile İttihat ve Terakki’nin savaş taraftarları arasındaki gizli bir anlaşmanın sonucu değildir. Ekseriyetle, İttihat ve Terakki’nin, Enver’in şahsında temsil eder hale geldiği milliyetçi hevesleriyle belirlenmiştir.222 Harbe giriş sürecinde Sadrazam ve kabinenin bir kesiminden gelen tepkinin zayıf kalması bu şekilde açıklanabilir. Harpten çekinenler de

219 Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, s.125.

220 Ziya Şakir, 1914 Cihan Harbine Nasıl Girdik?, Çatı Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.269-270.

221 Ziya Şakir, 1914-1918 Cihan Harbini Nasıl İdare Ettik?, Muallim Fuat Gürcüyener Anadolu Türk Kitap Deposu, İstanbul, 1944, s.70.

222 Feroz Ahmad, “Ottoman Armed Neutrality and Intervetion, August-November 1914”, Studies on Ottoman Diplomatic History 4, 1990, s.60.

48

dahil, bütün Osmanlı yöneticileri, harbin düşledikleri bağımsızlığı ve itibarı kazanmak için tarihsel bir fırsat olduğunu hissetmiş gibidir.

V- Değerlendirme

Birinci bölümde Osmanlı kamuoyunun harbe yönelik tutumu, hatıralar üzerinden tartışılmış ve bazı sonuçlara varılmıştır. İncelenen hatıraların büyük kısmında şu konularda fikir birliği vardır:

- II. Meşrutiyet büyük umutlarla ilan edilmiş, gerek içerdeki ayrılıkçı eğilimlere, gerekse dışardan gelen baskı ve tehditlere çare olacağı düşünülmüştür. Ancak beklenen olmamış, Osmanlı milletleri arasındaki bölünme artarak sürmüştür. Avrupalıların, Osmanlı Devleti’ne yönelik baskıcı ve tehditkâr tavrında da bir değişiklik olmamıştır.

- Osmanlı Devleti için asıl büyük darbe Balkan Harbi ile gelmiştir. Birkaç yıl içinde önce Trablusgarp ve müteakiben Balkan toprakları kaybedilmiştir. Balkan Harbi başında, büyük devletler tarafından sınırların değişmesine müsaade edilmeyeceği açıklanmış, ancak İmparatorluğun mağlubiyeti ile bu söz unutulmuştur. Bu süreçte İmparatorluk, bütün gayretine rağmen dış destekten mahrum kalmıştır. Devletin toparlanabilmesi için barışa ve zamana ihtiyacı vardır. Bunun için tek çare güçlü bir devletle bağlaşmaktır.

- Esasında büyük güçlerle ittifak arayışları II. Meşrutiyetin ilanı ile başlamıştır. Yeni rejimin temel gayesi, öncelikle Devletin toprak bütünlüğünü güvence almak ve bu güvence altında planlanan siyasî, ekonomik ve askeri reformları hayata geçirmektir. Osmanlılar, bu güvencenin ancak büyük güçler ile dengeli bir ittifakla mümkün olacağına inanıyorlardı. İtilaf devletleri, özellikle İngiltere en makul müttefik olarak görülüyordu. İngiliz ve Fransızların meşruti rejime sempatiyle bakacağı ve destek vereceği düşünülüyordu. Ancak beklenen olmamış, Avrupalılar, özellikle Balkan Harbi’nden sonra, imparatorluğun uzun bir müddet daha yaşayabileceğine olan inançlarını yitirmişlerdir.

- Bu konuda genel kabul gören düşünce; Osmanlı Devleti’nin ciddi bir Rus tehdidi altında olduğu, içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulmak için öncelikle İtilaf devletlerine başvurduğu, olumsuz cevap alınca Almanya ile bağlaşmak zorunda kaldığı şeklindedir. Trablusgarp ve Balkan Harplerinde yaşananlar, İmparatorluğun diplomatik bir yalnızlık içinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Osmanlı elitine göre; ne uluslararası sistem, ne de Osmanlı askeri gücü İmparatorluğun güvenliğini sağlayabilirdi. Hayatta kalmak için bir bağlantıya girilmesi zorunluydu. Devletin,

49

güçlenmek için yapması gereken reformlar, ancak sağlam bir ittifakın sağlayacağı garanti ortamında mümkündür. Hatırat sahiplerinin ancak küçük bir kısmı, Alman ittifakı aleyhinde olduklarını söyler.

-İmparatorluğu yok olmaya götüren bozgundan sonra, Almanya ile beraber harbe girme sorumluluğu genel olarak İttihatçılara ve özel olarak Enver, Cemal ve Talat üçlüsüne yüklenmiştir. Karar verici makamlarda bulunan bu şahısların, siyasî sorumluluğu inkar edilemez. Ancak sorumluluk sadece onlara mı aittir? Harbin başladığı döneme ait şahitlikler, yöneticilerin bu fikirlerinde yalnız olmadığını ortaya koymaktadır. Osmanlı kamuoyu, II. Meşrutiyet’ten itibaren Türk Ocağı, Donanma Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti gibi milliyetçi örgütlerin etkisi altındadır. Balkan Harbi’yle beraber milliyetçi propaganda hız kazanmış ve etkisini artırmıştır. Balkan Harbi’nin neden olduğu felaketler, yitirilen topraklar, Osmanlı toplumunda gayrimüslimler ile Müslümanlar arasında derin bir uçurum açmıştır. Nitekim, Balkanların kaybedilmesiyle ile Osmanlıcılık siyaseti iflas etmiş, Türkçülükten Turancılığa uzanan milliyetçi akımın önü açılmıştır. Bu iklimde faaliyet gösteren cemiyetler, sıkıyönetim ve seferberlik dönemlerinde uygulanan kontrol ve sansür rejiminin baskısına maruz kalmadan, hükümet desteğiyle faaliyetlerini yürütmüştür. Bu cemiyetler, yaptıkları yayınlar, tertipledikleri konferanslar ve dönem boyunca yapılan mitinglere verdikleri destekle, Osmanlı kamuoyunun harp lehinde şekillenmesinde etkili olmuştur. İttihatçı yönetimin fikirleriyle uyuşmayan sivil toplum örgütlerine ise yaşam hakkı tanınmamıştır. Bu durum, seferberliğin ilanı ile uygulanmaya başlayan sıkı bir sansür rejimi ile zirveye çıkmıştır. Özellikle Ağustos-Kasım 1914 tarihleri arasında, Turancı-Panislamist söylemli yoğun bir savaş propagandası yürütülmüştür.

-Balkan felaketiyle gelişme gösteren Turancı-Panislamist akım ve büyük harp ile başlayan yoğun propaganda, özellikle eğitimli genç kuşak üzerinde etkili olmuştur. Bu koşullarda, harp haklı, meşru ve gerekli görülmüştür. Osmanlı Devleti için harp, bir intikam ve istiklal harbi olacaktır. Harpten çekinenler de dahil, Osmanlı yöneticilerinin ekseriyeti, harbin düşledikleri bağımsızlığı ve itibarı kazanmak için tarihsel bir fırsat olduğunu hissetmiş gibidir.

-Osmanlı Devleti’nin harbe girişini hazırlayan nedenlerden bir diğeri harbin kısa süreceği ve Almanların mutlak galip geleceği inancıdır. Avrupa kamuoyunda yaygın olan kanıya göre savaş kısa sürecek ve mutlak bir zaferden ziyade müzakere edilmiş bir barış antlaşması ile sona erecektir. Osmanlı kamuoyunun bu genel havadan etkilenmiş olabileceği göz ardı edilemez.

50

Nitekim bütün bu faktörlerin şekillendirdiği kamuoyu, Osmanlı Devleti’nin harbe giriş kararını olumlu karşılamıştır. Bu karara yönelik bir direnç oluştuğuna dair herhangi bir bulgu mevcut değildir. Osmanlı nüfusunun büyük kısmını oluşturan kırsal kesimin tepkisi tam olarak ortaya konulamasa bile, en azından harbe giriş kararının bu kesimce pasif bir şekilde kabullenildiğini söylemek mümkündür.

Ç- OSMANLI PERSONEL SEFERBERLİĞİNİN HATIRALARA YANSIMASI

I- Seferberlik Kararı ve Uygulanışı

Avrupa’da harbin başlaması üzerine, Osmanlı Hükümeti 2 Ağustos 1914 tarihinde genel seferberlik ilan etmiştir. 3 Ağustos 1914’de yürürlüğe giren seferberlik durumu, 30 Ekim 1918 tarihli Mondoros Mütarekesi’ne kadar devam edecekti. Seferberlik ilan edildiğinde yalnızca üç tertip, yani 1891-1893 doğumlular silahaltında olup Osmanlı ordusunun mevcudu yaklaşık 200 bindi. Seferberlik ilanıyla 1875-1890 doğumlu on altı sınıf ihtiyat er ve 1868-1874 doğumlu yedi sınıf müstahfız er silah altına çağrılmıştır. Böylece 20-45 yaş arasındaki tüm erkekler orduya alınmıştır.223 Harbin başlangıcında seyyar Ordu’nun mevcudu yaklaşık 12 bin 500 subay ve 477 bin neferdi. Seyyar Ordu birlikleri seferberliklerini tamamladıktan sonra mevcud 14 bin 500 subay ve 820 bin nefere ulaşmıştır.224 Bu sayı Temmuz 1915’de yaklaşık 1 milyon 943 bine ulaşacaktır.225 Bu kadar çok tertibin aynı anda silah altına alınması, muhtemelen harbin kısa süreceği beklentisinden kaynaklanmıştır. Avrupa kamuoyunda yaygın olan kanıya göre, harp kısa sürecek ve mutlak bir zaferden ziyade müzakere edilmiş bir barış antlaşması ile sona erecektir. Osmanlı yönetiminin de bu genel kanaatten etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir.226 Halbuki harp dört uzun yıl sürecek, harp boyunca 18-

223 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, C.III, KS.VI (1908-1920), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1996, s.162.

224 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, s.102.

225 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, s.164-165.

226 Hüseyin Cahit Yalçın’a göre; “Savaşın pek az süreceği üzerine genel bir kanı doğmuştu. Almanlar Fransa’nın işini hemen bitirdikten sonra çeşitli ve hızlı taşıt araçlarıyla ordularını doğuya geçirecekler ve orada ki Rus kuvvetlerini de ezecekler diye düşünülüyordu… Bir yanda savaş taraflıları, özellikle Enver olmak üzere, gittikçe sabırlarını yitiriyorlar, fırsatın kaçacağından korkuyorlardı. Bu savaşta Almanlarla bağlaşma, onların gözünde, Türkiye için Tanrının lütuf ve bağışı sayılacak kadar beklenmedik bir nimetti.” (H.C.Yalçın, Siyasal Anılar, s.216-217.); Ali Fuat Erden, Enver Paşa’nın İttifak Devletlerinin zaferiyle gelecek ganimete geç kalmaktan korktuğunu söyler; “Enver Paşa, bu harpte Almanya’nın galip geleceğine kani idi. Almanya muzaffer olduktan sonra harbe girmenin bir faydası olmazdı. Zaferin semerelerinden faydalanmak için zaferin kazanılmasına yardım etmeli ve bu uğurda fedakârlık yapmalı idi. Yani harbe mümkün mertebe erken girilmeliydi.” (Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, s.21); İ.Hakkı Sunata kamuoyunda yaygın olan bu fikri şöyle aktarır; “Harp Avrupa’da bütün hızıyla devam ediyor. Almanlar bütün kuvvetleriyle Fransızların üzerine yüklendiler. Önce Belçika’yı

51

50 yaş arasında erkekler askere çağırılacak ve silah altına alınan asker sayısı yaklaşık 2 milyon 600 bine ulaşacaktır.227

Asker alma işlemleri, 12 Mayıs 1914 tarihli Mükellefiyet-i Askeriye Kanunu esaslarına göre yürütülmüştür. Bu kanuna göre; 20 yaşından itibaren Osmanlı sülalesi hariç tüm erkeklere kara kuvvetlerinde piyade için iki yıl, diğer sınıflar için üç yıl, deniz kuvvetlerinde ise beş yıl askerlik hizmeti yüklenmiştir. Bu hizmeti tamamlayanlar 40 yaşına kadar muvazzaf, 45 yaşına kadar ise müstahfız olarak yedeğe ayrılacak ve seferberlik durumunda ihtiyaca göre silah altına çağırılacaktır.228 Asker alma işlemleri ahz-ı asker daire, kalem ve şubelerince yürütülecektir. Asker almada bölge usulüne geçilmiş, her kolorduya asker temini için belli bir bölge tahsis edilmiştir. Kolordu bünyesinde teşkil edilen Ahz-ı Asker Daireleri, Ahz-ı Asker Kalemleri’ne bölünmüş, kalemler ise Ahz-ı Asker Şubeleri’ne bölünmüştür. Böylece 12 Ahz-ı Asker Dairesi, 35 Ahz-ı Asker Kalemi ve 362 Ahz-ı Asker Şubesi teşkil edilmiştir.229 Asker alma sisteminin temelini şubeler teşkil etmiş ve yükün büyük kısmı şubelerin omuzlarına binmiştir.

Dönemin pek çok şahidine göre, Osmanlı Devleti seferberlik için gerekli hazırlıkları zamanında yapmamış, bu nedenle seferberliği iyi yönetememiştir. Bu dönemde genel karargahta görev yapan Ali İhsan Sabis durumu şöyle değerlendirir. Bu seferberlik, Alman sistemine göre yapılmış ilk seferberlikdir. Bu nedenle herkeste biraz acemilik ve ülfetsizlik vardır. Muntazam yoklamalar ve nüfus kayıtları olmadığından silah altına çağrılan efradın ne kadar tutacağı, bunlardan ne miktarının davete icabet edecekleri, seferber kıtaların mevcutlarını doldurmak, cebhane ve nakliye kolları teşkil etmek için kaç sınıf efrad gerekeceği, ne kadar fazla efrad, hayvan vesaire kalacağı, bunlarla ne yapılacağı malum değildir. İnsan kaynağının kifayeti kestirilemediğinden, depo teşkilatından başka, ayrıca sefer teşkilatı, yani barış zamanı mevcut olan fırkalardan gayri, harb zamanına mahsus ihtiyat fırkaları ve kolorduları yapılıp

çiğnediler, Liege’i zapt ettiler. Sonra Brüksel’i aldılar… Alman ordusu, bütün kuvvetiyle Belçika’yı çiğneyip Fransa’ya girdi. Bu gidişle harbin birkaç ayda sona ereceğine kanaat getiriyoruz.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara… , s.31.)

227 Cemalettin Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, I. Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.57; Askerlik kanununa göre yirmi olan askere alma yaşı, artan asker ihtiyacı nedeniyle önce on yediye düşürülmüş, müteakiben yaşına bakılmaksızın fiziki durumu müsait olanlar silah altına alınmıştır. (Osman Köksal, “Osmanlı Devleti’nde Askerliğin Vatandaşlık Mükellefiyetine Dönüşümünün Evrimi”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri I, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.267.)

228 Nurcan Aslan-Fatma İlhan, “Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Askerlik Hizmeti ve Askere Alımlar”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 11, (Şubat-2008), s.188-189.

229 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, C.III, KS.VI, s.120.

52

yapılmayacağı da malum değildir. Tüm sınıflar silah altına çağrılınca davete icabet edenlerin miktarlarının fazla gelmesi ihtimali kuvvetlidir. Nitekim seferberlik günleri ilerledikçe davete icabet edenlerin miktarı fazlalaştığından evvela depo teşkilatına ehemmiyet verilmiş; müteakiben fazla kalan yaşlı efrad ilk zaman için terhis olunmaya başlamıştır. Bu pürüzler meydana çıktıkça barış zamanı çalışmalarının eksikliği daha iyi anlaşılmıştır.230

Seferberliğin ilanıyla, beklenin aksine, büyük insan kitleleri Ahz-ı Asker Şubeleri’ne akın etmiştir. Bu kitlelerin, şubelerce birliklerine ulaştırılması gerekiyordu. Halbuki Sabis’in de belirttiği gibi, bu kadar askerin ihtiyacını karşılamak için gerekli hazırlıklar yapılmamıştır. Devlet aygıtının elinde geçerli nüfus sayımları ve yoklamalar olmaması, davete cevap verecek insan sayısının tespit edilmesini imkansız kılmıştır. Elde geçerli yoklamalar olsa bile, devletin, seferberliğin ihtiyaçlarını karşılayacak lojistik ve ulaştırma imkanlarına sahip olduğu çok şüphelidir. Nitekim Ahz-ı Asker Şubeleri bu insan akınıyla baş etmekte yetersiz kalmıştır.

IX. Kolordu Kurmay Başkanı Köprülü Şerif (İlden), seferberlik ilan edildiğinde pek çok birliğin seferberlik planlarının dahi hazır olmadığını aktarır; “Gerçekten bütün kolordu çevresinden seferber olacak birliklerin seferberlik projeleri, seferberlikten bir gün önce tamamlanmıştı. Biz bunu kendi hesabımıza bir başarı gibi saydık ve memnun olduk. Bu garip başarıyı bir Avrupalı subay ihtimal ki gülünç bulurdu çünkü oralarda seferberlik projeleri birlik komutanlarının kasalarında sürekli hazır durur ve zaman zaman ancak küçük düzeltmelere uğramaktan başka değişiklik geçirmez. Fakat bizim durumumuz öyle değildi. Tümenler henüz Balkan Savaşı’ndan dönüyorlardı. Yerel kaynaklar bile büyük değişikliğe uğramış sayılabilirdi. Yine zaman kanıtladı ki öbür kolordular için seferberlik emri bu yönden bir baskın etkisi göstermişti.”231

Şerif İlden, seferberliğin ilanıyla IX. Kolordu’da çok umut kırıcı bir manzarayla karşılaştıklarını söyler. Tekalif-i Harbiye (savaş vergisi) Komisyonları’nın232

230A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.159-160.

231 Köprülü Şerif İlden, Sarıkamış, (Yay.Haz.Sami Önal), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s.22-23.

232 9 Ağustos 1914’de yürürlüğe giren Tekalif-i Harbiye Kanunu’na göre; imparatorlukta tekâlif-i harbiye mıntıkaları tespit edilecek, tekalif-i harbiye tarhı kararlaştırılan mıntıkanın en büyük mülkiye ve maliye memurları ile askeri yetkililerden bir zat ve bulunamadığı takdirde o mıntıkanın jandarma kumandanından ve idare meclisi ve belediyeden seçilen birer azadan mürekkep olarak her mahalde bir Tekalif-i Harbiye Komisyonu teşkil edilecek ve bu komisyon ahalinin ihtiyacına yeterli miktarın terkiyle üst tarafına el koyacak ve el koyduğu ihtiyaç maddelerine karşılık sahiplerine tutanak verecektir. Yani komisyona bölgede halkın ihtiyacı fazlasındaki tüm yiyecek ve gerekli malzemenin tespiti ve yönetimini devralma yetkisi verilmiştir. Tedarik-i Vesait-i Nakliye kanununa göre ise aynı esaslarla taşıt ve nakliye hayvanlarına el konulmuştur. (S.J Shaw., Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.253-255.)

53

toplayabildiği araçlar ihtiyacın ancak onda birini karşılayabilecek durumdadır. Birliklerde subay mevcudu yarı yarıya eksiktir. Topçu cephanesi, birçok yazışmaya karşılık bin bir güçlükle tamamlanabilecektir. Seferberliğin birinci günü tümenlerden bildirilen ihtiyaç çizelgeleri insana ümitsizlik verecek derecededir. İğneden ipliğe dek bütün bu eksiklikler ya Harbiye Nezareti’nden istenmeli, yahut çevreden Tekalif-i Harbiye Komisyonları aracılığıyla tamamlanmalıdır. İlden’e göre Harbiye Nezareti, henüz barış kadrosu eksiklerini dahi gereğince tamamlayamadığı Osmanlı Ordusu’nun genel seferberliğini ilan etmiştir.233

Şerif İlden, başarılı bir seferberliğin ancak modern bir sivil yönetim aygıtı ile mümkün olabileceğini yazar. Sivil yönetim düzeni çağdaş ve bilimsel bir biçimde işlemedikçe seferberlikte askeri yönetim düzeni de işlemez. Bu nedenle her şeyin barış döneminde hazırlanması gerekir. Birlikler sefer zamanında oluşturacağı cephane kolları için çok sayıda at, öküz, deve ve arabaya gereksinim duyar. Bu araçlar ülke içinde var mıdır? Sayısı ne kadardır, hangi sancak veya kazalar kaç tane at, araba verebilir? Bunlara ait istatistikleri vilayetlerin, belediyelerin zamanında askerlik şubelerine bildirmeleri gerekir. Ancak Osmanlı Devleti’nin yönetim aygıtı bu ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır.234

Alman Subayı Von Kress’e göre, seferberlikle ilgili asıl problem lojistik imkansızlıklardan kaynaklanmıştır; “Genel beklentinin aksine ve memnuniyet verici bir şekilde silah altına çağırılanlar öyle kütleler halinde geliyorlardı ki, bunların nasıl barındırılıp doyurulacakları bilenemiyordu. Bununla beraber seferberliğin bitmesini geciktiren yeterince zorluklar mevcuttu. Her taraftan her çeşit teçhizat, silah, malzeme, cephane, eğitimli er, araba, işe yarar hayvan kısaca harbe hazır olacak bir orduya gerekli olan her şeyin eksik olduğuna dair haberler gelmekteydi… Cephane meselesi özellikle çok kötüydü. Her ne kadar bir Türk tümeni topçusu yalnız 24 top kuvvetinde idiyse de elde mevcut olan cephane miktarı sonradan tamamlanacak mühimmat hesaba

233 Ş.İlden, Sarıkamış, s.23-24; Ali İhsan Sabis bu hususta şunları yazar; “Seferberliğin ikinci günü, 4 Ağustos 1914 öğleden sonra, Harbiye Nezareti Müsteşarı merhum Mahmud Kamil Paşa'nın odasına bazı işler ve bilhassa tecemmü meselesi hakkında hususi görüşmeye gitmiştim. Masasının üstünde birkaç şifre gördüm: Erzurum'daki Dokuzuncu Kolordu'dan gelen bu şifrelerde sahra topçu kıtalarının ve Erzurum kalesi topçularının cebhanelerenin çok noksan bulunduğu, kıt'aların zabit mevcutlarının üçte bir nisbetinde eksik olduğu, bunların bir an evvel ikmali ve İkinci Nizarmiye Süvari Fırkası Karargahı için erkânıharp zabiti ile, yaver, mülhak vesairenin tayin ve izamları yazılıyordu. Bizce bunlar malum dertlerdi Çünkü Balkan Harbinden mağlub olarak yeni çıkmıştık; henüz bu noksanları ikmal için vaktimiz ve paramız olmamıştı. Bereket versin, hemen harbe başlamayı icab ettirecek bir düşman tecavüzü karşısında değildik. Vaktimiz bulunduğunu ümit ve zannederek noksanları ikmale çalışacaktık.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım I, s161.)

234 Ş.İlden, Sarıkamış, s.19.

54

katılmazsa, daha ilk cephane ihtiyacını karşılayamayacak halde bulunuyordu. Mevcut olan 15 santimetrelik üç obüs taburundan başlangıçta yalnız bir tanesi seferber edilebiliyordu; çünkü diğerleri için gerekli cephane yoktu. Türk ordusunda bulunan savaş malzemesinin aynı çeşit olmayıp farklı çeşitlerden olması cephane ve teçhizat ikmalini son derece güçleştiriyordu.”235

Von Kress, subay sayısının yetersizliğini, personel seferberliğiyle ilgili çok önemli bir problem olarak değerlendirir. Bu durum, harpte birliklere komuta etme kabiliyeti yetersiz olan bir grup emekli subayın ve yedek subayların göreve çağrılmasını mecbur kılmıştır. Kress’e göre bunlar arasında da vazifelerine sadık, cesur kimseler vardır. Fakat çoğu modern bir harbin istediği şartlara elverişli değildir. Bunun yanında barış zamanı gerek vakit ve gerekse vasıta eksikliğinden dolayı bilhassa yedek subayların talim ve terbiyesi son derece ihmal edilmiştir.236

Liman von Sanders’e göre Osmanlı ordusu lojistik açıdan sefererliğe ve harbe hazır değildir. Sanders, Osmanlı askeri yapısı ve bu yapıyı yöneten subaylara yönelik sert eleştiler getirir. Osmanlı birliklerinde hemen her şeyin eksikliği çekilmektedir. Subaylar, askerleriyle ilgilenmeye ve onları kontrol etmeye alışık değillerdir. Neferler sağlık durumu kötüdür. Banyo ve mutfak hizmetleri iyi yürütülememektedir. Süvari birliklerindeki atların durumu kötüdür. Havyanların bakımı ihmal edilmektedir. Birliklerdeki levazım depoları boştur. Askeri hastanelerin durmu çok kötüdür. Yatak ve tıbbi malzeme sayısı yetersizdir. Hastanelerde hijyen kurallarına uyulmamakta ve hastalarla yeterince ilgilenilmemektedir. Hastalanan askerler, tıbbi bakımın yetersizliğinden hayatlarını kaybetmektedirler.237

Sanders’e göre en büyük problemlerden biri de ulaşım hatlarının yetersizliğidir. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan ve Şark demiryolu denen yegane hat, Balkan Harbi’nde tamamen yetersiz kalmıştır. Bu hat, harpten önceki son aylarda ve hatta harp esnasında mümkün olduğunca iyileştirilmiş ve böylece en azından acil ihtiyaçlara cevap verebilmiştir. İstanbul ile ülkenin iç kesimleri ve çevresine bağlantı sağlayan yegane demiryolu hattı –Anadolu ve Bağdat demiryolu- büyük ölçüde Almanlar ve İsviçreliler tarafından çalıştırılmaktadır. Yeterli sayıda lokomotifi ve vagonu bulunmayan bu tek hatlı demiryolunu, Avrupa’daki büyük demiryolları hatlarıyla kıyaslamak mümkün değildir. General, Toros ve Amanos tünellerinin harp sonuna kadar açılamamasının,

235 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 16-17.

236 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 39.

237 Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.17-19.

55

Filistin ve Irak cephelerini lojisitik açıdan büyük bir çıkmaza soktuğunu yazar. Suriye, Filistin ve Mezopotamya ile bağlantının can damarı olan büyük Toros Tüneli, ancak 1918 yılının Eylül ayının sonlarında tamamlanabilmiştir. 1918 Ekim ayına kadar Halep’e aktarmasız tek bir tren bile gidememiştir. Harbin sonuna kadar Torosların kuzeyinde aktarma yapmak gerekmiştir. Nakliye işi dağlarda araba ve develerle, sonra da kamyonlarla yapılmak zorundadır. Halep’in güneyinde Suriye, Filisin ve Hicaz istikametindeki demiryolları ise randımanlı değildir. Demiryolu ulaşmıyla ilgili diğer bir sorun ise lokomotifler için kömür ve odun bulma zorluğudur. Kömür İstanbul’dan ya hiç gelmemekte ya da çok yetersiz miktarda gönderilmektedir. Harpten önce Ereğli kömür havzasında 1 milyon ton kömür çıkarılırken harp esnasında bu rakam 200 bin tona düşmüştür.238 Odun temini bile ormanların az olduğu bölgelerde büyük zorluklara sebep olmuştur. Mezopotamya’da ki 6. Ordu’nun ana menzil yolu, Halep yakınlarına kadar, Suriye’de bulunan birliklerinkiyle aynıdır. Buradan itibaren ya Fırat üzerinde nehir aşağıya ulaşımla Bağdat’a veya önce demiryoluyla o zamanlar son durak olan Ras al-Ayn’ (Ceylanpınar) ve oradan da 350 kilometre uzunluğundaki –yağışlı havalarda balçık zeminde veya bataklık arazide ilerlemeyi çok zorlaştıran- karayoluyla Musul’a gitmektedir. Musul’dan Bağdat’a kadar olan mesafe de yine yaklaşık 350 kilometredir. Yolun son kısmında Samara-Bağdat dekovil hattı vardır.239

Ele alınan tanıklıklardan varılan sonuç, Osmanlı seferberliğinin kötü yönetildiğidir. Silah altına çağrılan insan kitlesinin büyük oranda bu çağrıya uyduğu görülürken, devlet aygıtı gerekli hazırlıkları tamamlamaktan çok uzaktır. Nitekim seferberlik süreci düzgün yürütülememiş ve daha yolun başında mağduriyetler yaratılmıştır.

II- Neferlerin Silah Altına Alınması

Osmanlı Hükümeti’nin 2 Ağustos 1914 tarihli seferberlik ilanının halk arasında coşkuyla karşılandığı kabul edile gelmiştir. Bu yönde şahitlikler olduğu gibi aksi yönde şahitlikler de mevcuttur. Yedek subay olarak silah altına alınan Halil Ataman seferberlikle beraber toplumu derin bir yeis ve korkunun sardığını söyler.240 Onbaşı olarak Sarıkamış Harekâtı’na katılan Ali Rıza Eti de, seferberlik ilanın coşkuyla

238 Saim Türkman, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda İktisadi Durumu”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 3, (Şubat-2004), s.109-144.

239 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.43-46.

240 Halil Ataman şöyle yazar; “Bunun (seferberlik) üzerine sanki insanlık dumura uğramış gibiydi; diller tutulmuş, ağızları bıçak açmaz olmuştu. Herkesi derin bir yeis ve korku sarmıştı.” (Halil Ataman, Harp ve Esaret, Doğu Cephesi’nden Sibirya’ya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.19.)

56

karşılanmadığına şahit olduğunu yazar; “… Alayımızın 1. Taburu paldır küldür geçiyordu. Onun arkasından bizim tabur muntazam, askere yakışır şekilde geçmeye başladı… Her evdeki ağlamalar, hıçkırıklar uzaktan bile işitiliyor. Her hane bir ölü evine dönmüş. Taburu uğurlamaya gelenler, duvar başlarına, yol kenarlarına dökülen anneler, kız kardeşler, eşler hep ağlıyorlar. İnsan bu manzaraya nasıl tahammül etsin… Dağ ağlıyor, taş ağlıyor, kısacası dünya ağlıyor.”241 Seferberliğe Trakya’da şahit olan Şevket Süreyya Aydemir de benzer bir tablo resmetmiştir.242 Bu tespitlerde dikkat çeken nokta, seferberliğe yönelik bir çoşku olmamakla beraber bir dirençden de söz edilmemiştir. Bir direnç oluşmamasında, getirilen cezaların ağırlığı da etkili olmuş olabilir. Zira bir hafta içinde mazeretsiz davete uymayanların ve askerlik hizmetinden kaçanların idama mahkum edileceği duyurulmuştur.243

Şevket Süreyya, askere alınanların gidişini ise şöyle anlatır; “Askere gidecek olanlar, ertesi sabah gün ışırken, çeşme başındaki ağaçların altında toplandılar. Komşu köy Kızılcapınar tarafından bir davul zurna sesi geliyordu. Az sonra o köyün kafilesi de göründü… Askere gidenlerin torbalarını, dağarcıklarını, ya ihtiyar asker babaları, yahut da analar, gelinler arkalarına vurmuşlar, kafileyi sarmışlardı… Kafileler yola düzüldüler… Kafileler ilerledikçe sağdan soldan yeni davul zurna sesleri geliyordu. Yeni bayraklar, yeni kafileler görülüyordu. Ovalardan, tepelerden inen yeni yeni kollar birbirlerine katılıyorlardı. Köyler boşalıyordu. Pınarların dereleri doğurması, derelerin çaylara karışması ve çayların nehirleri meyda getirmesi gibi daima üreyerek, daima genişleyerek kol kol insan dalgaları bir yerlere doğru akıyorlardı.”244

Silah altına alınacaklardan bir haftalık yiyeceklerini, bir takım elbise ve ayakkabılarını yanlarında getirmeleri istenmiştir.245 Bu tedbire rağmen, seferberliğe yönelik hazırlıkların tam olmaması sonucunda büyük aksaklıklarla karşılaşılmış ve çağrıya uyan geniş kitleler mağduriyetler yaşamıştır. Seferberlik ilan edildiğinde Sivas’ta 30. Tümen’de görev yapan Mülazım Ahmet Hilmi, yaşanan aksaklıklar hakkında şunları aktarır. Seferberlik herkesi askeri daireler önüne koşturmuştur.

241 Ali Rıza Eti, Bir Onbaşının Doğu Cephesi Günlüğü, 1914-1915, (Yay.Haz.Gönül Eti), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.7-8.

242 Şevket Süreyya Aydemir şunları aktarmıştır; “Erkekler cami duvarının gölgesine çömelmişlerdi. Yirmi yaşından kırk beş yaşına kadar herkes askere gidecekti. Bu gidenlerin çoğunun, Balkan harbinden dönmeleri üstünden henüz iki yıl bile geçmemişti. Yaşlıcalarının ise ömürleri, Yemen’de, Bağdat’ta, Arnavutluk’ta geçmişti. Adları okunanlar bir yana diziliyordu. Künyesi çıkanlar içinde babalar, oğullar, amcalar, dayılar yanyana sıralandıkça, kadınlar tarafından gelen mırıltılar dalga dalga artıyordu. Bu mırıltılara sesler, hıçkırıklar karışıyordu.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.67.)

243 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III/VI, s.162.

244 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.67-68.

245 S.J Shaw., Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.148.

57

Köylerden gelen binlerce genç, kaydedilmek üzere ahzı asker daireleri önlerini doldurmuşlardır. Ancak hükümet askere alma konusunda akla sığmaz idaresizlikler ve tecrübesizlikler göstermiştir. Pek çok genç ahzı asker şubelerinin kapısında bir hafta on gün beklemek durumunda kalmış, bunlara yatacak yer verilememiş, beraberlerinde getirdikleri erzakları tükenince, aç olarak sokaklarda yatmak zorunda kalanlar olmuştur. Ahmet Hilmi’ye göre bunların devlete güvenleri ve izzetinefisleri daha bu andan itibaren kırılmıştır.246

Erzurum’da bulunan 83. Alay Komutanı Binbaşı Ziya (Yergök) Bey de, seferberlik hazırlıklarının tam olarak yapılmadığı ve ilanı için gerekli tedbirlerin alınmadığı fikrindedir. Seferberlik genel olduğu için 38-45 yaş arası dışında kalan 18 yıllık dönem toptan silah altına çağrılmıştır. Silah altına çağrılan 18 yıllık dönemdekiler suçlu durumuna düşmemek için derhal askerlik şubelerine koştmuştur. Ancak askerlik şubeleri bu duruma hazırlıklı değildir. Kadroları dar, kayıtları yanlış ve eksik olduğu, üstelik celp ve sevk pusulaları da hazır olmadığı için askerlik şubelerinin önü ikmal askerleriyle dolmuştur. Bunların bir çoğu günlerce dışarıda sokaklarda, cami avlularında yatmak zorunda kalmış, işlerinin görülmemesi yüzünden perişan olmuş, , bazı askerler de evlerine dönmek mecburiyetinde kalmıştır. Ziya Bey’e göre, ordu dışındaki devlet kurumlarının kayıtsızlığı da, seferberliğin aksamasında etkili olmuştur. Ordu gayretle çalıştığı halde, sivil idare buna katkıda bulunmamış ve bütün yükü askerlerin üzerine atmıştır.247

Filistin’de silah altına alınan ve Osmanlı ordusunda nefer olarak görev yapan Alexander Aaransohn da hatıratında seferberlikle beraber yaşanan sıkıntılara değinmiştir. Aaransohn askerlik şubesinden sevk edildikten sonra birliğine varmak için dört gün boyunca sıcakta yürümek zorunda kaldıklarını, iaşelerinin sağlanmadığını ve bu nedenle yanında parası olmayanların aç kalarak geçtikleri köylerde yağmaya başladıklarını yazar. Birliğine ulaştığında ise kendilerine sağlam üniformalar verilemediğini, verilenlerin kullanılmış, kirli ve kötü durumda olduklarını da ekler.248

246 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.151.

247 Ziya Yergök bu konuda şunları aktarır; “Ordu böyle çalıştığı halde vilayet barış dönemindeki çalışmasına bir şey katmamıştı. Ordu didinir, parçalanır, fakat ordu kadar ilgili olması gereken hükümet hiç normal durumunu bozmazdı… Öyle sanıyorum ki memurlar ‘Muharebe askerin görevidir. Ordu askerini toplasın, erzakını hazırlasın, ihtiyaçlarını karşılasın. Biz de elimizden geldiği kadar yardım edelim’ diye düşünüyorlardı. Bu düşünce hükümet memurlarının zihnine iyice yerleşmişti.” (Ziya Yergök, Sarıkamış’tan Esarete, Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları (1915-1920), (Yay.Haz.Sami Önal), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006, s.23-25.)

248 Alexander Aaronsohn, Türk Ordusuyla Filistin’de, Selis Kitaplar, İstanbul, 2003, s.22-23.

58

III- Yedek Subayların Silah Altına Alınması

Seferberliğin ilanı ile ordudaki subay eksikliği konusu gündeme gelmiştir. Bunun üzerine, Balkan Harbi sonunda kaldırılan 1910 tarihli İhtiyat Zabiti Teşkilatı Kanunu yürürlüğe konarak yedek subaylık statüsü yeniden ihdas edilmiştir. 4 Ağustos 1914’den itibaren yapılan duyurular ile yüksekokul ve dengi medreselerin mezun ve öğrencileri askerlik şubelerine çağrılmıştır. 9 Ağustos 1914’de Harbiye Mektebi Pangaaltı Kışlası’nda “İstanbul İhtiyat Zabitleri Talimgahı” açılmıştır. Ekim 1914 sonuna kadar yaklaşık 20 bin aday talimagaha kayıt yaptırmıştır.249

Münim Mustafa’ya göre, Osmanlı toplumunun tahsilli gençliği seferberlik çağrısına coşkuyla cevap vermiştir; “Bütün münevver gençlik Harbiye Mektebi’nde ihtiyat zabit namzetleri talimgahına kayıt için koşuyordu. Oradan gençliğin tehacümünden o kadar bir çokluk hasıl olmuştu ki zabitler kayıt için yetişemiyordu… O vakit gençliğin bütün düşünce ve zevki vatanı müdafaa için bir an evvel hazırlanmak, ihtiyat zabiti olabilmek idi. Bu temiz his ve duygu arasında maddi hayatın yüz bin türlü ihtiraslarından biri görülemezdi.”250

Yedek subaylık konusu seferberlikten önce düşünülmemiş ve gerekli hazırlıklar yapılmamıştır. Bu nedenle, yedek subayların silah altına alınması ile barınma, yeme içme, silah, teçhizat ve eğitim kadroları konularında sıkıntılar yaşanmıştır.251 Vasfi Şenözen, yüzlerce yedek subayın Harbiye Mektebi’ni doldurmasıyla iaşe meselesinin sıkıntıya girdiğini, ilk günlerde adaylara yalnız birer kepçe pirinç lapası ve birer dilim ekmek verildiğini yazar. Şenözen, İsmail Kemal isimli bir yedek subay adayının ‘Lapa Şiiri’ adında bir şiir yazarak bu durumu eleştirdiğini, bu şiirin Enver Paşa’nın kulağına kadar gittiğini ve nihayetinde yemeklerin düzeldiğini aktarır.252

İ.Hakkı Sunata, yedek subay adaylarının talimgâha katılır katılmaz eğitime başladığı aktarır. O kadar ki üniforma yaptıracak vakit bulamayanlar bir müddet sivil elbiseleri ile talime çıkmış, bu garip bir görüntü teşkil etmiştir.253 Vasfi Şenözen’e göre

249 M.Uyar, “Birinci Dünya Savaşında…”, s.xxvi-xxviii. Pangaaltı’ndaki Harbiye Mektebi Yedek Subay Talimagahı olarak tahsis edilmişti. Ancak zaman içinde sayının artmasıyla İstanbul içinde değişik talimgahlar açıldı.

250 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye, İhtiyat Zabiti Münim Mustafa’nın Harp Hatıraları, (Yay.Haz.Ahmet Yurttakal), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2018, s.25, 27.

251 M.Uyar, “Birinci Dünya Savaşında…”, s.xxviii.

252 “Bu şiirde ‘İhtiyat Zabit Alayı Hiç Unutmazlar Seni’ demişti. ‘Ey lapa ümmi müşfik’ diye başlayan bu şiir, Enver Paşa’ya kadar gitmiş ve nihayet verilen tahsisatla kuru fasulye, nohut ve bulgur yemekleriyle halimiz biraz düzelmişti.” (V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.21-22.)

253 İ. Hakkı Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara I. Dünya Savaşı Anılarım, (Yay.Haz.Kansu Şarman), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s.22-25; V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.41; Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya Savaşın ve Esaretin Günlüğü,

59

bu aksalıklar ilerleyen dönemde de devam etmiş parası olanlar dışarıdan elbise yaptırmış, olmayanlar kullanılmış olarak verilen nefer elbiseleriyle yetinmek zorunda kalmıştır. Kullanılmış nefer elbiselerinin bile bulunmadığı durumlarda, sivil pantolon üzerine aşağıdan dize kadar dolak sarılarak idare edilmiştir. Asker postalları da çok az miktarda olduğu için pek çok kendi potin ve iskarpinlerini giymek zorunda kalmıştır. Şenözen, tüfek kayışlarının dahi eksik olduğunu, parası olanların dışarıdan aldığını, diğerlerinin ise kayış niyetine ip askı kullandığını da yazar.254

Yedek subay olarak silah altına alınanlar yüksekokul ve dengi medreselerin mezunlarından oluşmuştur. II. Meşrutiyet’e kadar medrese talebeleri silah altına alınmıyordu. Bu nedenle medreseler, askerlikten kaçmak isteyenlerle dolmuştur. Meşrutiyetin ilanı ile bu durum değişmiş, imtihan usulü getirilmiştir. Harbe yedek subay olarak katılan Halil Ataman bu konuda şunları aktarır; “Ama o tarihlerde bir cereyan vardı: Medrese talebeliği. Biraz okur yazar olan gidip medreseye kaydoluyor ve askerlikten kurtuluyordu. Ben de rüştiyeden mezun olmuştum, okumam yazmam çok iyi idi, o halde bundan ben niçin istifade etmeyeyim diye düşündüm. Ve bu düşünce ile gidip Dink mahallesindeki Kör İsmail Medresesi’ne kaydoldum… 24 Temmuz idi. Hürriyet ilan olundu. Bu sırada da medrese talebeleri için imtihan usulü kabul olunmuştu. Altı senede, altı imtihana tabi tutularak, başarılı olan öğrenci, medreseden mezun olacak ve hiç askere alınmayacaktı. Çok büyük bir panik başlamıştı medrese vesilesi ile askerlikten kaçanlar arasında. Bu medrese konusu öylesine suiistimal olunmuştu ki, hiç okuma yazma bilmeyenler, bilhassa köylülerden askerlikten kaçmak isteyenler, medreseye talebe-i ulum diye kaydolarak askerlikten paçalarını kurtarıyorlardı… Müderris olarak bu müesseselerin başında oturanlar birkaç kuruş, bir iki koyun veya daha küçük menfaatler karşılığında… bu ilim müessesesini kirletmişler, asker kaçaklarının yuvası haline getirmişlerdi.”255

Yedek subayların silah altına alınması ile medreseliler konusu tekrar gündeme gelmiştir. Yedek subay adayı olarak gelenlerin bir kısmı okuma yazma konusunda dahi sıkıntı yaşadığı görülür.256 Nitekim, Eylül 1914’de bir yazılı sınav yapılarak, başarısız

(Yay.Haz.Mesut Uyar, Ahmet Özcan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.3; Cemil Fîlmer, Hatıralar, İstanbul, 1984, s.42; İcra edilen talimlerle ilgili detaylı anlatımlar için bkz.Abidin Ege, Harp Günlükleri, Çanakkale, Irak ve İran Cephelerinden, (Yay.Haz.Cemali Yılmaz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.5-72; Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye, s.25-26.

254 V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.41.

255 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.11-12.

256 Yedek subay Abidin Ege, bu konuda şöyle yazar; “Öğrencilerin bilgi seviyesi arasında o kadar büyük fark mevcut ki imla yazamayanlarla yan yana idiler… Bu büyük farka çok şaşırdım” (A.Ege, Harp Günlükleri, s.4.)

60

olanlar nefer olarak kıtalara sevk edilmiştir257. Taşköprülü Mehmet Efendi yapılan sınavda “Askerlik hakkındaki fikrinizi beş satırla ifade ediniz” şeklinde tek soru sorulduğunu, bu soruya cevap yazamayan çok kişi olduğunu ve bunların mektepden ayrılarak nefer olarak kıtalara sevk edildiğini söyler.258 Vasfi Şenözen hatıratında başka bir sınavdan daha söz eder. Bu sınavda adaylardan bir göreve tayin için dilekçe yazmaları istenmiştir. Şenözen, daha sonra bu sınavın amacının Türkçe okuyup yazmayı bilmeyen Rum, Ermeni ve Yahudi mektepleri mezunlarını ayıklamak olduğunu öğrenmiştir.259

Yedek subay adayları 1910 tarihli İhtiyat Zabiti Teşkilatı Kanunu’na tabiydi. Ayrıca, 1913’de kabul edilen Harbiye Mektebi reform prensiplerinin yedek subaylar için de geçerli olması kararlaştırılmıştır. Buna göre, yedek subay adayları kıtalara subay statüsünde “zabit namzedi” olarak onbaşı rütbesiyle gidecek, üç ay sonra çavuş olacak, altıncı ayın sonunda amirlerinin olumlu kanaatleri ile yedek subaylığa terfi edeceklerdir.260 Böylelikle orduda altı ay boyunca astsubay (küçük zabit) kadrolarında görev yaparak Osmanlı ordusunun önemli bir problemi olan astsubay sınıfı eksikliğinin giderilmesinde kullanılacaklardı.261 Kıtalara onbaşı olarak çıkacak olmaları, kendilerini subay olarak gören yedek subay adaylarında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.262 İhsan Ulvi, bu konudaki rahatsızlığı şöyle not etmiştir; “Çok acayip burada namzetlik. Paraya vesaireye gelince nefer oğlu nefer. Vazifeye gelince zabit.”263 Vasfi Şenözen ise bu sistemin cepheye giden yedek subaylar için büyük sıkıntı yarattığını aktarır.264 Ayrıca bu durum, kıtalara çıktıklarında bazı statü problemlerine de yol açacaktır.

257 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.34; A.Ege, Harp Günlükleri, 5-6.

258 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.5.

259 “Talimlere başlanıldığının ikinci ayında Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde garip bir imtihan yapıldı. Birbirimize bakamayacak gibi mesafeli bir dağınık oturma yapıldıktan sonra hepimize birer kağıt verildi ve bunlara bir göreve tayin için dilekçe yazmamız emredildi. Biz o zaman bundan bir şey anlamamıştık. Ancak meclis hayatında iken bir tren yolculuğu sırasında Naci Paşa’dan o imtihanın sebebini sordum… ‘O sırada aranızda Türkçe okuyup yazmayı bilmeyen Rum, Ermeni ve Yahudi mektepleri mezunları vardı. Onları ancak böyle bir yazı imtihanı ile ayıklayabilmiştik.’ Gerçekten de aramızda Minas, Manol, Kadyos ve İlya gibi isimleri olan gayrimüslim arkadaşlar bulunuyordu. Bunlardan Türk okullarında okuyanlar da vardı ki o imtihandan sonra bu gibilerden aramızda kalanlar oldu.” (V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.23.)

260 M.Uyar, “Birinci Dünya Savaşında…”, s.xxxviii.

261 M.Uyar-E.J.Erickson, Osmanlı Askeri Tarihi, s.485.

262 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.42; Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, (Yay.Haz.İ.Bahtiyar İstekli), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015, s.45.

263 Birinici Dünya Savaşından Kurtuluş Savaşına Bir Subayın Günlükleri, İhtiyat Piyade Üsteğmen İhsan Ulvi Efendi, (Haz.İhsan İplikçioğlu, Ömer Yıldırım), Kültür Ajans Yayınları, İstanbul, 2017, s.13

264 Vasfi Şenözen şunları yazar; “Bu sistem cepheye giden arkadaşlarda büyük bir sıkıntı yarattı. Zabit namzedinin maaşı yirmi beş kuruştan ibaretti. Özel geliri yoksa subay tabildotuna giremiyordu… Konak yerlerinde de subaylara ayrılan yerlerde kalamıyorlardı.” (V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.40.)

61

Muharebelerin en zorlu günlerinde birliklerine katılır katılmaz bölük komutanı olan bazı yedek subaylar, bu görevi onbaşı rütbesiyle ifa edecektir.

Aynı durum askeri okullardan mezun edilen öğrenciler için de geçerlidir. I. Dünya Harbi’nin başlamasıyla Harbiye Mektebi eğitime ara vermiştir. Bu durumda askeri idadilerden mezun olan öğrenciler, yedek subaylarla beraber İhtiyat Zabitleri Talimgahı’nda eğitim görerek, onlarla aynı statüde kıtalara gönderilmişlerdir. Subay olma hayaliyle askeri okullara giren bu gençler, kıtalara onbaşı olarak gönderilmekten büyük üzüntü ve öfke duymuşlardır.265

Esasında bu idealist Türk gençleri, ilk hayal kırıklıklarını henüz cepheye gitmek için İstanbul’dan ayrılmadan yaşamaya başlayacaklardır. 1915 başında Kanal Cephesi’ne sevk edilen Münim Mustafa, kendilerine yapılan muameleyi üzüntü ile nakleder. Münim Mustafa, kendilerine hiçbir malumat verilemeden Bekirağa Bölüğü’ne götürüldüklerini, bir gün boyunca orada gözaltında tutulduklarını, müteakiben de Haydarpaşa’ya getirilerek buradan trenle sevk edildiklerini yazar; “…harbe yazılışımızdaki neşe ve arzu, çoşkunluğu hatırladıkça gençliğin esasen en tatlı hülyalarından biri olan kıtada askere kumanda ederek vatanı müdaafa etmek zevk ve hissi üzerine lüzumsuz şu tazyik hepimizin neşesini kaçırıyordu. Birbirimize soruyorduk. Niçin bizi serbest bırakmıyorlar? Biz niçin halkın, ailelerimizin hararetli tezahürleriyle teşyi edilerek vatan müdafaası vazifesine koşmayalım. İhtiyat zabiti olmak için Harbiye’ye koşan biz değil mi idik? Aylarca askeri talimlerde fasılasız çalışan yine bu kişiler idi. Kalplerde vatan müdaafası aşkı bulunan bu münevver kitle, ‘Neden böyle bir maphus gibi vazifelerimize sevk ediliş?’ diyorlardı.”266

Yedek subay adayı olarak silah altına alınanlar, Osmanlı toplumunun eğitimli ve entelektüel tabakasını oluşturuyordu. Doğal olarak bu grup ülkedeki fikir akımlarından haberdardı ve bunların etkisi altındaydı. Şevket Süreyya Aydemir, yedek subaylar arasında Turancılık akımının yaygın ve güçlü olduğunu yazar. Aydemir’e göre talimgahta söylenen marşlar, bu neslin ruhunu ve hedefini yansıtıyordu;

“İhtiyat zabitleri yol göründü, kalkın,

Gidiyoruz işte Kafkasya’ya, bakın Turan bizi bekliyor…

Şanlı Günlerdeyiz,

Bir taraftan Kahire, bir taraftan Batum, Kars,

Bir taraftan Hint, Afgan,

265 Musullu Abdülhadi’nin İzinde Bozgundan Zafere, Abdülhadi Altan’ın Güncesi, (Haz.Esat Arslan), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2005, s.82, 84,89, 124.

266 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye, s.27-28.

62

Bir taraftan Farisistan,

Bizi bekliyor.”267

Talimgâhtan ayrılıp kıtaya gidecekler için en büyük merak konusu nereye gidecekleri olmuştur. Kendisini ‘Turancılık’ akımına kaptıranlar Doğu Cephesi’ne gitmeyi arzulamıştır. Diğerleri, zorlu kış şartları nedeniyle Doğu Cephesi’ne gitmekten çekinmişleridir. Sarıkamış Harekâtı sonrasında baş gösteren tifüs salgını ile ilgili duyumlar da bu kaygıları artırmıştır. Suriye, Irak veya Arabistan gibi sıcak yerlere gidecekler daha şanslı addedilmiştir. Bununla beraber, ılık iklimli ve harbin vuku bulmadığı İzmir, Adana, Antalya gibi yerler en çok arzu edilen yerler olmuştur.268

IV- Değerlendirme

Bu Bölüm’de; Osmanlı personel seferberliği, hatıralar üzerinden incelenmiş, hatıraların tamamında şu konularda fikir birliği olduğu görülmüştür:

- Osmanlı Devleti seferberlik için gerekli hazırlıkları zamanında yapamamış, bu nedenle seferberliği iyi yönetememiştir. Seferberliğin ilanıyla beraber, büyük insan kitleleri Ahz-ı Asker Şubeleri’ne akın etmiştir. Devlet aygıtının elinde geçerli nüfus sayımları ve yoklamalar olmaması, davete cevap verecek insan sayısının tespit edilmesini imkansız kılmıştır. Bunun yanında, devletin seferberliğin ihtiyaçlarını karşılayacak lojistik ve ulaştırma imkanlarına sahip olduğu da şüphe götürür. Nitekim Osmanlı asker alma sistemi bu insan akınıyla baş etmekte yetersiz kalmıştır.

- Seferberlikle ilgili asıl problem mali ve lojistik imkansızlıklardan kaynaklanmıştır. En büyük problemlerden biri ulaşım hatlarının yetersizliğidir. İstanbul ile Kafkas, Irak ve Suriye Cephelerini birbirine bağlayan yegane demiryolu hattı, Anadolu ve Bağdat demiryoludur. Yeterli sayıda lokomotifi ve vagonu bulunmayan bu tek hatlı demiryolu Toros ve Amanos Dağlarında iki yerde kesilmektedir. Suriye, Filistin ve Mezopotamya ile bağlantının can damarı olan büyük Toros Tüneli, ancak 1918 yılının Eylül ayının sonlarında tamamlanabilmiştir. Demiryolu ulaşmıyla ilgili diğer bir sorun ise lokomotifler için kömür ve odun bulma zorluğudur. Odun temini bile ormanların az olduğu bölgelerde büyük zorluklara sebep olmuştur.

- Osmanlı ordusu, neferlerinin büyük kısmını kırsal bölgelerden temin etmiştir. Neferlerin silah altına alınmasına yönelik şahitliklerde, seferberliğe yönelik bir coşkudan da, dirençden de söz edilmemiştir. Bu kitlede, pasif bir kabullenme durumu

267 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.77.

268 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.42-43.

63

kendini gösterir. Bir direnç oluşmamasında, getirilen cezaların ağırlığı da etkili olmuş olabilir. Zira bir hafta içinde mazeretsiz davete uymayanların ve askerlik hizmetinden kaçanların idama mahkum edileceği duyurulmuştur.

- Ordudaki subay eksikliğini gidermek için yüksekokul ve dengi medreselerin mezun ve öğrencileri ihtiyat zabiti olarak silah altına alınmıştır. Yedek subay adayı olarak silah altına alınanlar, Osmanlı toplumunun eğitimli ve entelektüel tabakasını oluşturmuştur. Ülkedeki fikir akımlarının etkisi altında olan bu kitle, seferberlik çağrısına coşkuyla cevap vermiştir.

- Yedek subaylık konusu da seferberlikten önce düşünülmemiş ve gerekli hazırlıklar yapılmamıştır. Bu nedenle, yedek subayların silah altına alınması ile barınma, yeme içme, silah, teçhizat ve eğitim kadroları konularında sıkıntılar yaşanmıştır.

64

İKİNCİ BÖLÜM

I. DÜNYA HARBİ’NDE OSMANLI ASKERİNİN HARP DENEYİMİ

A- HATIRALARDA KAFKAS CEPHESİ

I- Kafkas Cephesinde Harbin Seyri

Kafkas Cephesi, Osmanlı ordusunun ilk mermiyi attığı, en uzun süre muharebe ettiği ve en çok zayiatı verdiği cephe olmuştur. Cephede çatışmalar Karadeniz Baskını’nın hemen ertesinde başlamış ve Mondoros Mütarekesine kadar sürmüştür. 1917 sonuna kadar Rus ordusuyla muharebe edilmiş, Rusya’nın savaş dışı kalmasıyla bölgedeki Ermeni kuvvetleriyle mücadele sürmüştür.

Kafkas Cephesi’nde 22 Aralık 1914-19 Ocak 1915 arasında vuku bulan Sarıkamış Harekâtı özellikle önem arz eder.269 Kuzeyden bir kuşatma ile Sarıkamış’ı ele

269 Sarıkamış Harekâtı’nın maksadı ve harekât konusunda Almanların etkisi çok tartışılan bir konu olmuştur. Von Kress, Alman Genelkurmay Başkanı Von Moltke’nin 10 Ağustos 1914’de Enver Paşa’ya bir yazı göndererek, Türk ordusunun mümkün olduğunca çok İtilaf askerini üzerine çekmek üzere derhal harekete geçmesini istediğini yazar; “Bu maksatların sağlanması için Kafkasya’ya karşı bir hareketle birlikte özellikle Mısır’a karşı bir teşebbüse girişilmesi arzu olunuyordu. Avusturya’nın yükünü hafifletmek için Türk cephelerindeki harekâtın mümkün olduğu kadar çabuk başlaması lazımdı.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s.17); IV. Ordu Kurmay Başkanı Von Frankenberg’e göre, Alman Başkomutanlığı’nın Osmanlı Ordusu’ndan beklentileri şöyleydi; “Alman Başkumandanlığı Türkiye’ye üç ödev vermişti: Çanakkale Boğazını kaptamak, Kafkasya’ya taarruz, Kanal’a taarruz.” (Ali Fuad Erden, Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları I, Kopernik Kitap, İstanbul, 2018, s.35); Von Kress, Alman Genel Karargâhının Kafkas seferi konusundaki talebine rağmen, Türk Genel Karargâhındaki Alman subayların buna taraftar olmadığını iddia eder; “Kafkasya’ya karşı yapılacak bir harekâtla kazanılacak yeni topraklar, Türklere Balkan Harbi’nde kaybettikleri Avrupa kıtasındaki topraklarını telafi etmek imkanını verecekti. İşte bundan dolayıdır ki, Enver’le onun çevresinde Kafkasya’ya karşı büyük ölçüde bir harekât yapmak için kuvvetli bir meyil vardı. Biz Almanlar bu planı uygun görmüyorduk; çünkü Kafkas cephesinde böyle bir Türk taarruzunun Avusturya’nın yükünü hafifleteceği kabul edilse bile, bu yükün hafiflediği çok geç hissedilecekti. Bundan başka Türklerin Kafkasya’da önemli sayıda Rus kuvvetini bağlayabilecekleri hiçbir şekilde kesin değildi… Biz Almanlar, bilhassa yolsuz, dağlık, şiddetli ve kar dolu bir mevsimde Türklerin bir kış harbinin büyük teknik zorluklarına göğüs gererek başarılı olabileceklerinden şüphe ediyorduk.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 18-19); Ali Fuat Cebesoy, 1921’de Moskova’da Enver Paşa ile görüştüğünü ve kendisine Sarıkamış Harekâtı’yla ilgili şunları söylediğini yazar; “(Ali Fuat Cebesoy) ‘- Alman askeri kudretinin devam edeceğine inandığınız bir sırada ve kara kışın en çok hüküm sürdüğü aylarda alelacele Sarıkamış taarruzuna neden lüzum görmüştünüz? Bu harekâtı daha sonralara bırakmak acaba mümkün olamaz mıydı?’ Eski başkumandan vekilinin gözleri dumanlanmıştı. Onbinlerce Türk evladının mahvına sebep olan bu felaketli taarruzun bütün mesuliyeti onun üzerinde toplanıyordu. Sağ elinin parmakları ile saçlarını karıştırdı. (Enver Paşa) ‘-Almanlar netice verecek kat’i meydan muharebelerine doğru yürürken bizleri ataletle ithama başlamışlardı. Bu sebeple Sarıkamış taarruzu tamamen askeri bir lüzum üzerine yapılmıştır.’ ” (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul, 2010, s.73-74); Von Sanders ise, Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekâtı için cepheye gitmeden önce kendisine kuşatma planını izah ettiğini, kendisinin planla ilgili kaygılarını Harbiye Nazırı’na ilettiğini aktarır; “Harekâtın, tamamen imkansız olmasa da çok zor olacağı sonucuna varmıştım. Söz konusu yollar, haritadan gördüğüme ve sair kaynaklardan öğrendiğime göre, ekseriyetle yüksek sırtlardan geçen dar dağ yolları veya patikalardı. Şimdi muhtemelen hepsi karla kaplanmıştı. Türklerin ellerindeki vasıtalarla cephane takviyesini ve yürüyüş sırasında yiyecek ikmalini nasıl yapacakları, düşünülmesi gereken başlı başına bir meseleydi. Görevim olduğu üzere, Enver Paşa’nın dikkatini bu büyük mahzur üstüne çektim; fakat o, her şeyin düşünüldüğünü ve bütün yolların

65

geçirmek ve Rus kuvvetlerini çembere almak için yapılan harekat gerekli hazırlıkların yapılmaması270, lojistik imkansızlıklar271, kötü hava koşulları ve çetin arazi nedeniyle

durumunun belirlendiğini veya belirleneceğini iddia etti. Görüşmemizin sonunda, tamamen fantastik, ama dikkate değer fikirler öne sürdü. Bana, daha sonra Afganistan üzerinden Hindistan’a yürümek niyetinde olduğunu söyledi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.59-60); Ali İhsan Sabis’e göre Von Sanders yazdıklarında samimi değildir; “Eğer Liman Paşa, gerek Kafkas Cephesinde yapılacak taarruz hareketlerinin ve gerek kuvvei seferiye sergüzeştlerinin muvaffakiyetsizliğe uğrayacağını evvelce düşünüp takdir edebilseydi, haiz olduğu salahiyete dayanarak bu·hareketlerin icrasına mani olabilirdi.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım II, s.253.)

270 29. Tümen Komutanı Albay Arif (Baytın) Bey, önemli bir eksiğe parmak basar; “Hududu aşar aşmaz meçhul bir diyara girmiş bulunduk. Her nedense seferberlikte birliklere dağıtılan haritalarda verilen bilgi, hudut çizgisi ile nihayet buluyordu. Bu yüzden harekâtın idaresi, gözle görülebilen ve ele geçen kılavuzlardan alınan bilgiye dayanıyordu.” (Arif Baytın, Sessiz Ölüm, Sarıkamış Günlüğü, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, Ocak 2007, s.107); Şerif İlden, harekâtı bizzat planlayan Hafız Hakkı Paşa’nın dahi bölgeye ait düzgün bir haritaya sahip olmadığını söyler; “Albay Hafız Hakkı Bey’in elinde bizim sınırımızın dışında kalan Kafkasya’nın ancak pek eksik, pek yanlış bir 1:40.000 ölçekli haritasından başka harita yoktu ve bütün 10’uncu Kolordu bu diyarın yabancısıydı. İstanbul topoğrafya şubesi tarafından –başka bir çözüm bulunamadığı için, bir hizmet isteğiyle- Rusların bir haritasından değişiklik yapılarak askeri basımevinde basılan bu harita, keşke ve keşke olmasaydı. Çünkü bir keçi izi bile olmayan dağların üzerinde şoseler gösteriyordu.” (Ş.İlden, Sarıkamış, s.159.)

271 Şerif İlden, Ekim 1914’de 190 bin insan ve 60 bin hayvan mevcuduna sahip olan III. Ordu’nun lojistik durumunu şöyle özetler; “Bu mevcudun altı aylık iaşesi için yaklaşık 88 milyon kilogram buğday, çavdar ve arpaya gereksinin varken, ordu ambarlarında yalnız 1.250.00 kilogram yiyecek ve tahıl vardı.” (Ş.İlden, Sarıkamış, s.43); Sarıkamış Harekâtı’nın mimarlarından olan Hafız Hakkı Paşa dahi lojistik zorluklardan habersiz değildir; “En ziyade herkesi düşündüren mesele, iaşe meselesi idi… 200 bin insan, 60 bin hayvandan mürekkep ordunun iaşesi için yalnız iki günlük mesafede menzil kolları tesisi mekkari hesabıyla 40 bin hayvana ihtiyaç hissettiriyor. Menzil kolları, yiyecekleri, vesaire, netice 40 bin hayvana dayanıyor. Halbuki Trabzon ve Erzincan’dan erzak nakli lazım. Yani bu hesap beş misli büyüyor. 400 kiloluk arabalar olsa yine 40 bin araba lazım… Ordu ilerledikçe bu müşkülat artacak ve bi’l-farz yazdığımız emir dairesinde III. Ordu ilerlemeye muvaffak olursa arkadan iaşe tam daha bir misli güçleşecektir (cephane ikmali, hasta nakliyesi … hariç).” (Hafız Hakkı Paşa’nın Sarıkamış Günlüğü, (Yay.Haz.Murat Bardakçı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.58); Tanıklıklar, Enver Paşa’nın da birliklerin durumundan ve lojistik sıkıntılardan haberdar olduğunu ortaya koyar. Köprülü Şerif Bey, Aralık 1914’de bölgeye gelen Enver Paşa’nın cepheyi gezdiğini, birliklerin eksikliklerini gördüğünü, buna karşın kuru sözler haricinde bir tedbir almadığını aktarır; “Başkomutan vekili Enver Paşa cepheyi gezdi. Savaş hattını baştan başa dolaştıktan sonra Köprüköy’e döndü. Cephede erleri aç ve çıplak gördü. Fakat erler ve subayları bir türlü ümitlerle uğurlayacak sözler söyledi. Ertesi gün ise tüm orduya uzun bir emir yayımladı…: ‘Askerler, hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını da gördüm. Fakat karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda saldırarak Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü bolluğa kavuşacaksınız. İslam dünyasının bütün umudu sizin son bir yardımınıza bakıyor.’ Askerin büyük bir yoksulluk içinde bulunduğunu Başkomutan Vekili biliyordu. Ve ancak bu yoksulluğa Kafkasya’ya girerek çözüm getireceğini sanıyordu.” (Ş.İlden, Sarıkamış, s.146-147); Albay Arif (Baytın), 15 Aralık 1915’de Enver Paşa’nın tümenini denetlediğini söyler. Arif Bey, kılık-kıyafet konusundaki aksaklıklara rağmen, beklenin aksine, Enver Paşa’nın tepki göstermediğini aktarır; “Belki bizi mazur görmüşlerdi. Çünkü subay olsun, nefer olsun umumiyetle giyim işleri mevsimin ve mahallin icaplarına hiçbir veçhile uygun değildi. Başkumandan Vekili’nin cepheyi ziyaretinde bizzat gördüğü bu hale derhal çare bulmak imkanları kalmamıştı. Çünkü ordunun teçhizat ve elbisesini getireceği beklenen Mithat Paşa Vapuru Karadeniz’de batırılmış ve Rus denizcileri Türk ordusuna vereceği zararlardan en büyüğünü vermişti.” Arif Bey’e göre “bu vaziyeti yakından bilen ve çaresizlik içinde kıvranan” Enver Paşa’nın tek yapabildiği tamimler yayınlayarak askerin maneviyatını artırmaya çalışmaktı. (A.Baytın, Sessiz Ölüm, s.88); IX. Kolordu 83. Alay Komutanı Binbaşı Ziya (Yergök) Bey, 25 Aralık 1914 günü Kolordu’dan aldığı sözlü emir karşısında şaşkınlığını gizleyemediğini aktarır. Ziya Bey ile Kolordu Birinci Şube Müdürü Kurmay Binbaşı Merzifonlu Ömer Lütfü Bey arasında şöyle bir konuşma geçmişti; ‘‘ ‘-Azizim, bundan sonra erzak ve cephane beklemeyeceksiniz. Düşmanı süngü hücumuyla tepeleyeceksiniz. Onun için cephaneye ihtiyacınız kalmayacaktır. Erzakınız da Tekalif-i Harbiye usulüyle mülkümüzde köylümüzden, düşman arazisinde ambarlarından ve düşman köylerinden sağlanacaktır. Yakında gideceğiniz istikamet bildirilecektir.’ ‘-Şaka etme, hiç cephanesiz harp edilir mi? Süngünün de sırası vardır. Sırası gelinde elbette ki süngü

66

başarısız olmuş, III. Ordu kolay kolay telafi edemeyeceği bir yıkıma uğramıştır. Fahri Belen, Sarıkamış Muharebesi’nde Osmanlı ordusunun yaklaşık 40 bin esir ve şehit vererek mevcudunun üçte ikisini kaybettiğini söyler.272 III. Ordu Kurmay Başkanı Yarbay Felix Guze’ye göre ise; Osmanlı ordusunun kaybı yaklaşık 30 bin şehit ve 27 bin esirdir.273 Değişik kaynaklarda verilen rakamlar tam uyuşmasa da, Osmanlı ordusunun büyük bir darbe yediği tartışma götürmez.

Sarıkamış hezimetinden sonra Ocak 1915’de Erzurum’un doğusuna çekilen III. Ordu, savunma durumuna geçerek toparlanmaya başlamıştır. Ancak 1915 bahar ve yaz aylarında süren çatışmalar buna imkan vermemiştir. 1915 muharebeleri sonunda Erzurum doğusunda önemli bir değişiklik gerçekleşmezken, Ruslar cephenin güneyinde ilerleyerek Van ve Malazgirt’i ele geçmiştir.274

Ocak 1916’da başlayan Rus taarruzu, Osmanlı ordusu açısından büyük bir sürpriz olmuş ve taarruz süratle gelişmiştir.275 Savaş düzenini kaybederek zorlu bir geri çekilme yapan III. Ordu çok zayiat vermiş, büyük miktarda erzak, mühimmat ve malzemeyi geride bırakmak zorunda kalmıştır. Nitekim Şubat 1916’da Erzurum, mart ayında Rize, Muş ve Bitlis Rusların eline geçmiştir. Bu gelişmeler üzerine II. Ordu’nun Kafkas Cephesi’ne gönderilmesi ve Diyarbakır’ın doğusundan kuzeye, Rusların yan ve gerilerine taarruz etmesi planlanlanmıştır. Ancak bu ordunun cepheye taşınması çok uzun sürecek ve istenen sonuç alınamayacaktır.276

hücumu yapılır.’ ‘-Şaka etmek için bir sebep yok. Başkomutanlığın emri böyledir ne yapalım... Gideceğiniz istikametten yük ve binek hayvanları bile zor geçer. Her taraf karla kaplı… Sözün kısası kendiniz kendi başınızın çaresine bakacaksınız.’ ” Ömer Lütfü Bey’in son cümlesi, Sarıkamış Harekâtı’nın lojistik planının özetidir. (A Aziz Samih İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları, (Yay.Haz.Zekeriya Türkmen, Elmas Çelik), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007, s.10.)

272 Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi 1915 Yılı Hareketleri II, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1964, s. 91.

273 Felix Guze, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007, s.41.

274 Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi II, s. 123.

275 Edward J. Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2011, s.174.

276 Von Sanders’e göre, Başkumandanlık Doğu Cephesi’nin ihmal etmiş ve gerekli tedbirleri almamıştır; “3. Ordu’nun güçlü birliklerle süratle desteklenmesi zordu, çünkü Türk Genel Karargahı 1915 yılının Ekim ayından beri Trakya’da bulunan II. Ordu’yu İngilizlerin Gelibolu’dan geri çekilmesinden hemen sonra Doğu Cephesi istikametinde ve en azından Ulukışla’ya kadar Anadolu demiryolu boyunca ileriye doğru kademelendirmeyi ihmal etmişti.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.171); Sedat (Doğruer) Paşa da, cephenin takviye edilmemesini büyük bir hata olarak görür; “III. Ordu veya diğer bir tabirle Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış hezimeti ile başlamış olan facianın ikinci safhasını doğuran en önemli etken de bu ordu cephesinin zamanında takviye edilmemiş olması (idi.)” Sedat Paşa, Erzurum’un düşüşünden sonra cephede genel bir taarruz planalandığını ve 2. Ordu’nun bölgeye sevk edildiğini aktarır; “III. Ordu önce Trabzon’un güneyinden taarruza geçerek kendi cephesindeki Rus kuvvetlerini tutacaktı. Daha sonra II. Ordu Hasankale yönünen taarruz edecekti. Böylece Rus sol cenahı yarılarak, merkez ve sağ cenahı sarılarak imha olunacaktı.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda, Yıldırım Orduları Bozgunu, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2009, s.38.)

67

II. Ordu’nun güneyde toplandığını tespit eden Rus Komutanlığı, bu ordunun cepheye girmesinden önce taarruzla III. Ordu’yu saf dışı bırakmaya karar vermiştir. Bu kapsamda, 1916 ilkbaharında ilerleyen Rus birlikleri nisan ayında Trabzon’u ele geçirmiştir. Bu noktada Başkumandanlık büyük bir hata yapmış, 1916 Mayıs ayı sonunda III. Ordu ile taarruza geçmeye karar vermiştir. Halbuki II. Ordu henüz cepheye gelmemiştir. II. Ordu’nun desteği almadan yapılan taarruz neticesinde III. Ordu büyük zayiat vermiş ve başarısız olmuştur. Nitekim Temmuz 1916’da Erzincan da Rusların eline geçmiştir.277 Ağustos 1916’da taarruza geçen II. Ordu ise, bazı mevzi başarılar elde etmiş, ancak eylül başında başlayan Rus karşı taarruzu ile geri çekilmek zorunda kalmıştır.278

277 Sedat (Doğruer) Paşa’ya göre; “Bu sırada … II. Ordu henüz III. Ordu’nun taarruzuna katılacak bir durumda değildi. Başkumandalık Vekaleti Rusların Avrupa’ya kıtalarını çekmesine engel olmak üzere, 3. Ordu’nun gecikmeden taarruzunu istiyordu. Halbuki gerçekte Ruslar Avrupa’ya kıtalar göndermiyor, aksine Kafkas Cephesi’ni takviye ederek Türk ordusunu imha etmek istiyordu. Görülüyor ki, Genel Karargahımızın kurmay başkanlığı, Başkumandan Vekilini durum hakkında aydınlatamamış, lüzumsuz ve acaleci bir taarruz kararı, 3. Ordu’yu ikinci defa mahvolma tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştır… Verilen emir sonunda (taarruza başlayan) 3. Ordumuz adeta saf dışı addedilecek derecede zayiata uğramıştı. Binlerce firari Sivas vilayetine kadar kaçıp dağılmıştı. Kıtaların mevcudu taarruzdan önceki miktarın üçte birine inmiş bulunuyordu. Bununla birlikte cephede kalan bu zayıf mevcut da maneviyatını tamamen kaybetmişti.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.41-42); Von Sanders ise şunları yazar; “(Erzurum) Müstahkem mevki ile büyük bir Türk bölgesinin kaybı Türk Ordusu Başkumandanlığı’na o kadar önemli görünmüştü ki büyük çaplı bir harekât yaparak burada savaşa kesin bir dönüm noktası getirmeye karar verdi… 2. Ordu’nun (Trakya’dan) intikali Nisan (1916) ayında başladı ve Ağustos ayına kadar sürdü… Ruslar, Türk Ordu Başkumandanlığı’nın niyetinden önce davranmışlar ve 2. Ordu’nun intikali bitmeden 3. Ordu’yu kesin bir mağlubiyete uğratmışlardı. Bu nedenle, iki ordu birlikte hareket edemediler… söz konusu harekât, Dünya Harbi’nin tamamı boyunca Türkiye’de girişilen bütün taarruz harekâtları gibi uzun ve yetersiz ulaşım hatları nedeniyle başarısızlığa uğramıştır.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.172-176.)

278 Von Sanders’e göre, II. Ordu da Doğu Cephesi’nin değişmez kaderine ortak olmuş, lojistik imkansızlıklar ve kış şartları yüzünden büyük kayıplar vermişti; “Kar ve buzla kaplı patikalarda yiyecek ikmali için gerekli olan vasıtaların olmayışı, sonradan 2. Ordu’nun bir sonraki kışta insan ve hayvan mevcudunun büyük bir kısmını kaybetmesine sebep olan olağanüstü acıklı durumlara yol açtı.” General, Doğu Cephesi’nde ki lojistik sıkıntıların bir nedenin de Ermeni tehciri olduğunu iddia eder; “2. Ordu, çok sert geçen kış mevsiminde sonsuz ıstırap çekti. Ordunun bulunduğu bölge Ermeni tehciri nedeniyle kısmen boşalmış ve ıssızlaşmıştı. Dolayısıyla bütün iktisadî şartlar en kötü şekilde etkilendi. Tarların büyük kısmı sürülmeden kalmıştı. Zanaatkarların eksikliği duyuluyordu ve teknik eleman gerektiren bütün işyerleri atıl kalmıştı. Bu nedenle, bölge, ordu ihtiyacı olan gıda maddeleri ile diğer hizmetleri hemen hiç veremiyordu İkmal tamamen yetersizdi ve evvelce bahsolunduğu üzere o kadar az şey getirilebiliyordu ki cephede binlerce kişi açlıktan veya zayıf düşmekten ölüyorlardı… Ermeni tehcirinin Türk ordusuna bu kadar kötü tesir etmesi neredeyse kaderin bir cilvesiydi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.176, 210-211); Joseph Pomainkowski de Von Sanders ile aynı fikirdedir; “Enver Paşa’nın İzzet Paşa ordusunun teşkili ile ilgili planı ve ordunun müşterek harekâtı büyük bir hata idi. 2. Ordunun uzun bir yürüyüşten sonra ve ayrıca geçilmesi güç Dersim-Bingöl dağlık bölgesi ve her iki ordu arasındaki coğrafi ayrılık itibariyle 3. Orduya destek sağlaması mümkün değildi. Üstelik Enver Paşa’nın 2. Ordunun yürüyüş ve harekât bölgesinin, Harput-Diyarbakır ile Van Gölü arasındaki sahanın Ermenilerin buralardan gidişi sebebiyle tenhalaştığını bilmesi gerekirdi. Bu yerlerde toplanan birliklerin iaşesi, bilhassa kış ortasında ikmal yolu ile mümkün olamayacağı için 11 tümeni sevk etmek açlık ve soğuktan mahvına sebep olmak demekti. Enver Paşa, 1914-1915 ve 1915-1916 kışında 3. Ordunun başına gelen felaketlerden hiç ders almamışa benziyordu.” (Joseph Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, 1914-1918 I. Dünya Savaşı, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2014, s.181-182.)

68

1917 yılında cephede önemli bir muharebe gerçekleşmemiş, kasım ayında gerçekleşen Bolşevik Devrimi ile Rusya savaştan çekilmiştir. Ruslarla çatışmalar 18 Aralık 1917’de imzalanan Erzincan Mütarekesi ile kesilmiş ve Rus orduları 1918 başında cepheyi terk etmiştir. Ancak, Rus birlikleri çekilirken silah, malzeme ve teçhizatını bölgedeki Ermeni kuvvetlerine bırakmıştır.279 Bu koşullarda Şubat 1918’de Osmanlı birlikleri ileri harekâta başlamış ve Erzincan geri alınmıştır.

İki devlet arasındaki barışı düzenleyen Brest-Litovsk Antlaşması 3 Mart 1918 tarihinde imza edilmiştir. Antlaşma uyarınca iki devlet arasındaki sınırın 1877–1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden önceki sınır olması, Ermeni milis kuvvetlerinin dağıtılması, Elviye-i Selâse’de280 yeni idare şeklinin, bölge ahalisince “komşu devletler ve bilhassa Türkiye ile mutabık kalınmak suretiyle” kurulması öngörülmüştür.281 Ancak anlaşma hükümlerinin uygulanmasında sorunlarla karşılaşılmış282 ve Brest-Litovsk Antlaşması ertesinde de ileri harekâta devam edilmiştir. Mart ayında Erzurum, nisanda ise Van, Doğubeyazıt, Ardahan, Sarıkamış, Kars ve Batum geri alınmıştır. Nisan 1918 sonunda 1877 sınırına ulaşılmış, ağustos ayı içerisinde yapılan halk oylaması ile Elviye-i Selâse Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştır.283 Bunanla beraber Osmanlı ileri harekâtı, 30 Ekim’de imzalanan Mondoros Mütarekesi’ne kadar aralıklarla devam etmiştir.284 Nitekim,

279 Sovyet Rusya ile barış görüşmeleri devam ederken, 11 Ocak 1918 tarihinde Sovyet Rusya tarafından 13 Numaralı Kararname yayınlanmıştır. Buna göre, “Türk Ermenistanı” olarak nitelendirilen bölgeden Rus askerlerinin çekilmesi ve yerine Ermeni milisleri kurulması ile bölgede bir Ermeni ulusal hükümetinin kurularak “kendi kaderini tayin hakkının” uygulanması öngörülmüştür. (Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), TTK Basımevi, Ankara, 1991, s.1-2.) Doğal olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nca bu maddelerin kabulü mümkün görülmemiştir.

280 Ardahan, Kars ve Batum sancakları.

281 A.Suat Bilge, Güç Komşuluk: Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri, 1920-1964, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992, s.19-20.

282 Brest-Litovsk Anlaşması Sovyet kamuoyunda büyük tepkiye yol açmış, Moskova yönetimi anlaşmayı onaylamasına rağmen itirazlarını sürdürmüştür. Özellikle Elviye-i Selâse hususundaki hükümler, Rus tarafınca bir ‘dikte’ olarak kabul edilmiş ve Ermeni milis kuvvetlerinin dağıtılması hususu sürüncemede bırakılmıştır.

283 Taner Kumkale, Tarihten Günümüze Türk-Rus İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1997, s.45.

284 Halil (Kut) Paşa, Kafkas Harekâtı’nın amacını şöyle nakleder; “Fakat biz ne pahasına olursa olsun Bakü’yü kurtarmalıydık. Sonra da Hazar Denizi üzerinden Kuzey İran kıyılarına geçmeli, orada tutunmalıydık… Bizim Kars’tan ilerleyen Kazım Karabekir Kolordumuz da zaten Güney Ermenistan’ı sınırlayan Aras Nehri üzerinden İran’a yürümüş ve hatta Tebriz şehri bile işgal edilmişti. Maksadımız bu suretle İran Azerbaycanı’nda yerleştikten sonra… güneye sarkmaktı. Güneyde Disful-Şoster (petrol bölgesi) üzerinden daha güneye ve Basra istikametinde İngiliz Irak ordusunun doğu kanadına iniliyordu. Eğer kanadı tutabilir ve İngilizleri bu çehreden petrol ikmalinden men edebilirsek, Irak’ta İngiliz ordusunun vaziyeti sarsılırdı. Hatta Bağdat’ı kurtabilirdik. Hülasa planımız çok genişti. Muazzam mesafeler üzerinde hareket emrediyordu. Kafkasya-İran ve Irak, yani binlerce kilometrelik bir mesafe üzerinde harekâta girişicektik. Zaten maksat bu değil miydi ki hem Kafkas ve Doğu Anadolu ile İran’daki birliklerimiz hem de Irak cephesindeki Altıncı Ordumuz, bütünüyle benim emrime verilmişti.” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare, s.199-200); Ali Fuat Cebesoy, 1921’de Moskova’da Enver Paşa ile yaptığı görüşmede Kafkas Harekâtı konusunu dile getirmiştir; “Ali Fuat Cebesoy: -… 9 Haziran 1918’de Batum, Kars ve Beyazıt mıntıkalarında süratle ve mükemmelen dört fırkalı üçüncü orduyu ve altı fırkalı dokuzuncu orduyu teşkile muvaffak oldunuz. Bunları Batum’un şimaline gönderecek ve Kafkas

69

Ermeniler tarafından ele geçirilmiş olan Bakü, Azeri hükümeti ile yapılan ittifak anlaşması gereği 15 Eylül 1918’de geri alınmıştır.285

Burada değinilmesi geren bir nokta da, Osmanlı Devleti’nin Kafkas harekatına ilk karşı çıkanın, müttefiki Almanya olmasıdır.286 Berlin, Osmanlı Devleti’nin Brest-Litovsk Antlaşması’nda belirlenen bölgenin doğusuna geçmemesini istemiş ve bu uğurda müttefiki ile silahlı çatışmaya girmekten çekinmemiştir.287 Ancak Osmanlı Hükümeti müttefikinin engellemelerine rağmen harekattan vazgeçmemiştir.288 30 Ekim

Azerbaycanı ile Acemistan Azerbaycanının işgaline memur edecek yerde şark hudutlarımızda o zamanın şartlarına göre kafi derecede bir kuvvet bıraktıktan sonra umumi bir ihtiyat olarak Anadolu'nun’içlerine çekemez miydiniz? Ruslardan kalmış olan birçok silah, cephane, harp malzemesi ve teçhizatı Anadolu’nun emin mahallerinde yığdıraz mıydınız?

Enver Paşa: -Harbin 1918’de aleyhimize olarak nihayet bulacağını tahmin etmemiştim. Bizden ve Almanya’dan evvel Bulgarlar ve Avusturyalıların çökeceğini ve memleketimizin bundan sonra garptan bir yardım bekleyemeyeceğini düşünmüştüm. Bu sebeple şarkta memleketimiz için bir dayanak, bir kuvvet membaı aramaya mecbur oldum. Bu maksadı temin edebilmek için de iki ordu kurarak Kafkaslar ve Acemistan’a doğru sevk etmiştim. Eğer cephelerimizin çökme felaketi birkaç ay daha sonraya kalmış olsaydı, hem şarkta temine çalıştığım ikmal membalarını temin ve hem Anadolu’nun ortalarında kuvvetli ihtiyatlar yığınağı vücuda getirecektim. Birincisini temin ederken hem müttefiklerimiz ve hem de biz mağlup olmuştuk.” (A.F.Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.80.)

285 23 Şubat’ta Rusya’dan ayrılan Gürcüler, Azeriler, Ermeniler ve Dağıstanlılar tarafından Ön-Kafkas Birleşik Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Kendi içinde birlik sağlayamayan Ön-Kafkas Birleşik Sosyalist Cumhuriyeti 26 Mayıs’ta dağılmış ve Gürcü, Azeri, Ermeni ve Dağıstan devletleri ortaya çıkmıştır. Osmanlı ile Azeri hükümeti arasında 4 Haziran’da yapılan anlaşmada, Ermeni işgalinde bulunan Bakü’nün kurtarılması karara bağlanmıştır. (K. Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri, s.2-4.)

286 Savaşın sonuna yaklaşırken petrolün askeri önemi daha iyi anlaşılmıştı. Savaş gemileri, kamyonlar ve uçaklar için ihtiyaç duyulan perol gitgide artmakydı. Almanya, petrol sıkıntısını Kafkaslardan gidermeyi planmlamış ve 1918’de Gürcistan ekonomisini kontrol altına almıştı. Ancak bölgede asıl rezevler Bakü’de bulunuyordu. Bu koşullarda, Türk birliklerinin Bakü’ye yönelmesi Berlin’de kaygıya neden olmuştu. Alman hükümeti, Berlin’de ki Rus büyükelçisine, Bakü petrollerinin bir kısımının kullanımı hakkı karşılığında Osmanlı ilerleyişini durdurma teklifini götürmekten dahi geri durmamış, Moskova bu teklifi olumlu karşılamıştı. (D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.300); Joseph Pomiankoeski’ye göre Berlin’in Kafkaslar politikası, İstanbul’un emelleri ile çatışıyordu; “Alman siyaseti, Rusya üzerinde baskı sağlamaya, Bakü petrol üretimini ele geçirmeye ve Kafkasya’ad ki bütün hammaddeleri elde etmeye ve Kafkasya’dan İran’a, Orta Asya’ya, Afganistan’a ve İran’a giden yolu açmaya yönelikti.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.362.)

287 Pomiankowski, Almanların bu uğurda Türklerle çatışmaya girmekten kaçınmadığını da ekler; “Bu yüzden İstanbul Hükümetine baskı yaparak Kafkasya’da bulunan Türk kuvvetlerinin sonbaharda muhtemel bir İngiliz saldırısına karşı koymak için Irak’a gönderilmesini istediler… Alman ordu üst idaresinin bu tedbir ve sürekli baskılarına rağmen Türk Hükümeti Panturanizmle ilgili kararlarını sürdürmekte ısrar etti ve Batum Anlaşmasına dayanarak Tiflis’i zaptetmeye karar verdi. Bu amaçla 11. Kafkas Tümeni 10 Haziran’da Gümrü’den Gürcistan’ın başşehrine doğru yürüyüşe geçti. Alman birlikleriyle muharebe için Waronzovka’ya gelindi. Yapılan savaşlarda Almanlar geri çekilmeye zorlandı ve bir kısmı da Türklere esir düştü.”287 (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.359); Halil (Kut) Paşa, Kafkas Harekâtı geliştikçe bölgedeki Alman birlikleri ile karşı karşıya geldiklerini, hatta silahlı çatışmalar gerçekleştiğini aktarır; “Fakat Güney Kafkasya’ya girip bihassa Gürcistan’la da temasa girince bu sefer karşımızda bir de Almanları bulduk. Bir miktar Alman askerle Tiflis’te çalışan Alman generali Von Kress, burada hem bir nevi Alman mümessili hem de Gürcistan’ın, hatta Ermenistan’ın koruyucusu tavrını takınmıştı. Güneyden ve Gümrü istikametinden gelen Türklere karşı, bazı Alman kuvvetleri çıkarılmıştı. Bunlarla askerlerimiz arasında, bazı çatışmalar bile oldu. Hülasa Alman müttefiklerimiz, yani bize Kafkas yollarını işaret eden dostlarımız, şimdi önümüzde bu yollar açılınca, bizim hareketimize engel oluyorlardı.” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare…, s.202.)

288 Halil Paşa, Von Kress’in Bakü Harekâtı’na Alman birliklerinin de katılması konusunda ısrarcı olduğunu, ancak buna imkan tanımadığını aktarır; “Bu arada en garip hadise, müttefikimiz Almanların

70

1918’de imzalanan Mondoros Mütarekesi ile Osmanlı birlikleri 1878-1879 Osmanlı-Rus Harbi ile belirlenen hatta çekilmek zorunda kalmış, Kafkaslar, Kars, Ardahan ve Batum boşaltılmıştır.

II- Sarıkamış Harekatı

Sarıkamış Harekatı, büyük amaçları ve dramatik neticesi ile çok tartışılan bir konu olmuştur. Harekatla ilgili pek çok hatırat kaleme alınmış, yaşananlar çarpıcı şekilde aktarılmıştır. Sarıkamış Harekatı ile ilgili öne çıkan hususlardan biri, askerin kışlık kıyafet ve teçhizata sahip olmamasıdır. 29. Tümen Komutanı Albay Arif (Baytın) Bey hatıratında, neferlerin giyim kuşamlarının acınacak halde olduğunu aktarır. Arif Bey, bölgeye kışlık melbusat ve teçhizat getiren Mithat Paşa vapurunun Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmasının, ikmal ve donatım hususunda büyük bir aksaklığa yol açtığını söyler.289

Süvari Kolordusu Kurmay Başkanı Aziz Samih Bey de benzer görüşlerini şöyle dile getirir; “Velibaba’da 4’ncü Tümenin tefitişinde gördüğüm manzara yürek parçalayıcıydı. Merkezi Viranşehir olan bu tümenin erleri, sıcak yerler halkından olduklarından hepsi yalnız don ve gömlek giymiş, kaput yerine maşlahlı idiler. Yoksul köyün dar ve pis oadalarında toprak üzerinde örtüsüz yatıyorlardı. Eksi beş derece soğuk olan bu mevsimde kapının önünde nöbete çıkmak bile bu giyimsiz köy çocukları için en büyük işkenceydi. Tümen teftiş edilmek için sabahın ayazında ata binip, çıktığı zaman çıplak ayakların demir üzengilere basmaktan ne kadar korkup kıvrıldığını gördüm. Bunların hali beni utandırdı. Bu erlerle nasıl muharebe edileceğine aklım ermedi… 30 Ekim 1914’de Erzurum’a geldim. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’ya giderek süvari alaylarının halini, teçhizatını, savaş için önemlerini anlattım. Ordu Komutanı: ‘Balkan Muharebesi’nde ordu mükemmel bir şekilde giyinmiş ve teçhiz edilmişti. Fakat yenildik. Bu defa da teçhizatsız savaşalım.’ dedi.”290

Tiflis’te bulunan generali Von Kress’in, Bakü’ye mutlaka birkaç tabur Alman askeri göndermek, yani şehri elinde bulundurmak yolundaki ısrarı oldu. Bu gülünç bir şeydi. Von Kress’in bu teşebbüsünü evvela savsaklamak istedik. Sonra ısrar artınca da, yeğenim Nuri Paşa’yla mutabık kalarak daha kesin bir yol tuttuk; Tiflis’le telgraf hatlarını keserek muhaberatı durdurduk, öyle ki, daha sonra Von Kress, bizim Bakü’yü aldığımızı ve idareye de el koyduğumuzu her şey olup bittikten sonra öğrendi!” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare…, s.202.)

289 Arif (Baytın) Bey hatıratında şöyle yazar; “Eratın elbisesi ise çok söz götürecek ve belki de acınacak halde idi. 29. Tümen’in Erzincan garnizonundan çıkarak Erzurum ovasına geldiği ve burada geçirdiği müddet zarfında ele geçen yazlık, kışlık elbise, kaput, çamaşır, ayakkabı ve daha ziyade çarıklarla erat şöyle böyle donatılmış, yazlık elbisesi olana kaput, kışlık elbisesi olana da sıcak yelek, çamaşır vermek suretiyle vücudu örtülmüştü.” (A.Baytın, Sessiz Ölüm, s.31.)

290 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.2.

71

Sarıkamış Harekatı’nda 30. Fırka’da görev yapan Mülazım Ahmet Hilmi’ye göre, daha harekat başlamadan evvel lojistik konularda sıkıntılar başlamıştır. Ahmet Hilmi, neferlerin üzerinde sadece birkaç günlük peksimet, kavurma ve bir kaç kutu konserve çorba olduğunu, iaşe hizmetinin düzgün sağlanamadığını, askerin büyük bir yorgunluk ve acıklı bir sefaletin tazyiki altında ezildiğini yazar. 291

Harekat başladıktan sonra durum çok daha kötüleşmiştir. Arif (Baytın) Bey, koca bir ordunun göz göre göre açlığa mahkum edildiğini söyler. İaşe meselesi tamamen tesadüfe terk edilmiş, hatta Başkumandan Vekili ile maiyeti dahi açıkta geçirdikleri ilk gecede civardaki birliklerden yiyecek istemek mecburiyetinde kalmışlardır. Arif Bey’e göre tüm ümitler, iaşe için orduca başlıca hedef gösterilen Sarıkamış’ın zaptı ile ele geçeceği tahayyül edilen erzağa bağlanmıştır.292

Mülazım Ahmet Hilmi, lojistik aksaklıklar nedeniyle birliklerin süratle eridiğini söyler; “ İki gün şiddeti şitanın birahim bürudeti (kışın şiddetli acımasız soğuğu) altında efrat bila istirahat (dinlenmeden) yürüyüşe devam etti. Koca bir yürüyüş kolu, tesiratı muhtelifenin netayic’i tabiiyesinden (çeşitli etkilerin doğal sonucundan) olarak efradı dağ başlarına, köy içlerine serpiyor, kuvvet mütemadiyen azalıyordu… Bölüğün mevcudu umumiyesi ancak 110 neferden ibaret kalmıştı. Halbuki Homiki’den 260 neferle çıkmıştık. Sekiz on günlük seri bir yürüyüş, efradı perişan etmişti. Aradan on gün geçtiği ve hiçbir yerde efrada muntazam erzak ve ekmek verilmediği halde, üzerlerinde taşıdıkları beş günlük demirbaş erzağın ekli (tamamlanması) için de bir emir vürut etmemişti (gelmemişti) İşte bu suretle aç ve yorgun ve az mevcutlu bir bölükle Allah’a sığınarak saf’ı harbe dahil olduk (savaş hattına girdik).”293

IX. Kolordu 83. Alay Komutanı Ziya Bey, askerin eksi 15-20 derecede, 30-35 kilogramlık sırt çantalarıyla bir metreden fazla karlar içinde düşe kalka ilerlemeye çalıştığını, ağır yükün altında zahmet çeken askerlerin ter içinde kaldığını, dinlenmek için yol kenarına oturduklarında donup kaldıklarını, yol boyunca bu şekilde donmuş binlerce askere rastladıklarını yazar. Ziya Bey, muharebe için çok önem arz eden cephaneyi taşıyan hayvanların ve bunları idare eden neferlerin de büyük zorluklar

291 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.155.

292 A.Baytın, Sessiz Ölüm, s.158.

293 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.156-157; Onbaşı Ali Rıza Eti, harekâtın ilk haftasında taburunun verdiği kayıpları şöyle yazar; “Alay cetvelleriyle tabur cetvelini düzenleyerek gönderiyoruz. Taburumuzda kırk sekiz şehit, seksen beş yaralı var. Firar eden askerlerden yakalanabilenler ve hizmetçi erlerle birlikte tabur mevcudu yüz elli. Yirmi otuz kadar esir, üç yüz elli de firar.” (A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.113.)

72

yaşadığı aktarır.294 Ziya Bey, Napolyon ordusunun 1814 Moskova seferinde yaşadığı felaketi düşünmüş ve aynı akıbete uğramamak için dua etmiştir.295 Ne yazık ki Sarıkamış önlerinde Ziya Bey’in korkusu gerçek olmuş, Napolyon ordularını telef eden ‘kış’, Türk askerini de mağlup etmiştir; “Dolaştığım yerlerde can çekişmekte olan birçok yaralıya rastladım. Bunlardan bazıları sönmekte olan bir ateşin başında yatıyor, bazıları çamların dibinde ah of ediyor, bazıları da iki üç kişi bir arada pelerinlerine sarılı bir vaziyette son dakikalarını yaşıyorlardı… Tedbirsizliğin, çılgınlığın kurbanı olan bu masum gençlerin hayatını kim ödeyecek, nasıl ödenecek diye içimden düşündüm.”296

Mülazım Ahmet Hilmi de, Allahuekber dağlarını aşarken askerlerin yorgunluktan, açlıktan ve soğuktan kırıldığını söyler. Ahmet Hilmi, yaşananları hayatının sonuna kadar unutamayacağını, Allahuekber dağlarının soğuk ve buzlu bir mezara dönüştüğünü, askerlerin düşman mermi ve süngüleriyle değil, şiddetli soğuğun tatlı ve uyuşturucu zehriyle hayatlarını kaybettiğini, her yüz metrede bir donup kalmış zavallı askerlere rast geldiklerini yazar.297 Albay Arif Bey de, ilerlerken giden birliğin yolun iki tarafında bıraktığı bir hayli donmuş efradın cesetlerine, köyler dahilinde kalmış hastalarına ve bir hayli döküntülere tesadüf ettiklerini aktarır.298

294 Ziya Bey şunları yazar; “Bu yürüyüş sırasında yük ve binek hayvanları da devriliyor, hayvanlar yükleriyle karlara gömülüyor, bunları kaldırıp yüklerini yeniden yüklemek çok zor oluyordu. Bu işleri eldivensiz yapmak mümkün değildi. Eldiveni olmayan, ayakkabıları sağlam olmayan, çorapları yırtık olan askerde hayır kalmıyordu… cephane taşıyan yük hayvanlarının ve onları idare edenlerin çektikleri dayanılmaz zahmeti gördüm.” (Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.100-101.)

295 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.100-101.

296 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.116-117.

297 Mülazım Ahmet Hilmi, şunları yazar; “Gerek Oltu’da ve gerekse Kumur Muharebesi’nden epeyce bir Rus esiri de almıştık. Allahuekber denilen meşhur dağa çıkacaktık. Hemen eksi 20-25 derecelik bir soğuk, zaten mükemmel bir elbiseye malik olamayan efradı donduruyordu. Yalnız tırmanarak çıkılabilecek dar bir keçi yolundan uzun bir yürüyüş kolu, tek kolda ve bin müşkülatla yürüyüşe devam ediyordu… Efratta hal kalmamıştı. Bölüklerin ve dolayısıyla tekmil kıtaatın şiddetli bürudetten (soğuğun şiddetinden), yorgunluktan, açlıktan, günden güne, saatten saate mevcudu tenakus ediyordu (azalıyordu)… Burasının biaman (amansız) soğuğunu hayatımın nihayetine kadar unutamam. Çünkü burası, Türk’ün soğuk ve buzlu bir mezarı olmuştu!.. Bizden evvel geçen 89 ncu Fırka kıtaatı burada her yüz metrede bir incimad (donarak ölüm) vermişti. Zavallı kahraman askerler, şu buzlu dağlarda düşmanın sivri kurşunları ile, keskin kılıçlarıyla, amansız süngüleri ile değil, detin (şiddetli soğuğun) tatlı ve uyuşturucu zehirleriyle terki hayat etmişlerdi. Askerin birisi incimad eden (donan) kardeşini burada terk etmek istemiyor ve yanına oturmuş hıçkırıklarla ağlıyordu.” (M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.162.)

298 A.Baytın, Sessiz Ölüm, s.101; Şerif İlden, X. Kolordunun Allahuekber Dağı’nı aşarken yaşadığı felaketi, tanıklarından dinlemiştir; “Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi… Hâlâ gözümün önündedir: Yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek çığlık atarak dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu. Kaldırıp yola götürmek istedim, er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu. Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki on bin kişiden çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik.” (Ş.İlden, Sarıkamış, s.212.)

73

Derviş Kuntman da yukarıdakilere benzer bir tablo çizer; “… rüzgâr nispeten duruldu, havadaki sis kayboldu. Önümüzde şimdi yer yer ayak izleri… Artık alayın geçtiği yol üzerindeyiz. Fakat manzara korkunç!.. Fırlatılıp etrafa rastgele atılmış portatif kürekler, mataralar, palaskalar, kırılmış cephane sandıkları… Hepsi karla örtülmüş. Bunlar iyiye alamet değil!. İzleri takip ederek yürümeye devam ediyoruz. Ama bu defa, yol üzerinde saman kırıntıları, yem torbaları, kâğıtları etrafa saçılmış evrak sandıkları, hayvan ölüleri… Ve biraz ileride, kucaklarında silahlarıyla kaskatı donmuş askerler!.. Kar zavallıların üzerini bir kefen gibi örtmüş; yalnız ayakkabı, kaput ve kabalakları kısmen açıkta kalmış…”299

Albay Arif Bey, soğuk ve donma olayları nedeniyle dehşete kapılan neferlerin dağılmaya başladığı, firar edenlerin birlik önünde kurşuna dizilmesine rağmen askerlerin dağılmasına engel olamadıklarını söyler.300 Sıhhiye Onbaşı Ali Rıza Eti de, pek çok donma ve firar olayı aktarır.301 Eti, malzeme eksikliğinden yakınırken, can çekişen askerler karşısında doktorların yaşadığı çaresizliği de vurgular. 302

Harekata X. Kolordu ile katılan Derviş Kuntman, Sarıkamış önlerinde kolordunun perişan durumunu şöyle resmeder; “Biraz sonra Kolordu Komutanı Hafız Hakkı Bey geldi. Alaydan ‘tam’ haberi istedi. Köy meydanında toplandık. Yapılan yoklamada 250 mevcutlu bölüklerin 30 kişiye düştüğü, zayiatın yüzde 88 olduğu anlaşıldı. Bu oran diğer birliklere yansıtıldığında kolordunun erimesi anlamına geliyordu. Kumandan bu rakamların korkunçluğu karşısında çok üzüldü. O da acı bir

299 M.Derviş Kuntman, Bir Doktorun Harp ve Memleket Anıları, (Yay.Haz.Metin Özata), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.86; Mülazım Ahmet Hilmi, Sarıkamış’ı ele geçirmek için yapılan son hücumlarla ilgili şunları söyler; “Düşmana ani bir baskın ve şiddetli bir hücum yapacaktık. Fakat efradzede (asker kırılmış).. Hangi kuvvetle? Emirler layetenahi (durmadan) devam ediyordu. Fakat bu kuvvetin fıkdanını (eksikliğini, yokluğunu), askerin yorgunluk ve bitaplığını kimse düşünmüyordu… Şu dakikalar ağlanacak bir hal idi. Şimdi barid (sevimsiz) bir muamele ile hatta icap ettiği takdirde sopa ile efradı cem ediyorduk (askerleri topluyorduk). Zavallı neferlerin her birisi bir ağaç altına çekilmiş kendi yar’ı (derin) ıstırabını, acılarını teskin etmeye çalışıyordu. Bunlardan bazıları kendilerine içtima (toplanma) için verilen emre, dermayan edilen (ileri sürülen) teklife karşı, soğuğun şiddetinden büsbütün kopmuş ve düşmüş el ve ayak parmaklarını göstermekle iktifa ediyorlardı. Şu manzara en taş yüreklileri bile dihun etmeye (yaralamaya) kifayet ediyordu.” (M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.169.)

300 A.Baytın, Sessiz Ölüm, s.142.

301 Ali Rıza Eti şunları yazar; “Soğuk son dere şiddetli. Beş asker donmuş, getirdiler. İkisi Eğinli aslan gibi babayiğitler, gözümün önünde kıvrana kıvra can veriyorlar… Gözleri bakarak yalvara yalvara ölen zavallıları gördükçe, hiçbir surette sarsılmayacağını ümit ettiğim manevi gücüm kırılıyor. Allahım zavallı milleti sen kurtar. Eceli geleni kurşunla öldür. Bu gün otuz kadar firar var. Cahiller kaçmakla kurtulunur mu sanıyorlar?” (A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.105-106.)

302 “Erkenden çadırın kapısındaki yalvarma sesleri arasında dışarı çıktım. On bir asker can çekişiyor. Ah bu soğuk, uğursuz soğuk. Elimizden bir şey gelmiyor… Doktor da çıktı, baktı baktı da başını yumruklamaya başladı. Ağlıyor, ‘-Ne yapayım oğlum ben de sizin gibiyim. Bu halleri düşünmeyip de bu işe teşebbüs edenler kahrolsun’ diyor. Zavallılara hiçbir yardım edilemiyor. Çünkü malzeme eksik. Birer birer ölüyorlar. Bu manzaranın asabımda yaptığı tesirleri tarif edemem.” (A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.107-108)

74

şekilde anladı ki bir kumandan için ordusunu geride bırakıp onun hiçbir derdiyle meşgul olmadan önde koşup ona sadece zorunlu yürüyüş emri vermek çok hatalı ve tehlikeli hareket imiş.”303

Hafız Hakkı Paşa’nın Emir Subayı Tahsin İybar hatıratında, Ruslara esir düştükten sonra cephe gerisinde karşılaştığı Kafkas Kazak Tümeni Komutanı General Baratof’la arasında geçen konuşmayı aktarır. Baratof, Türkleri iyi tanıdığı, cesur bir millet olduklarını, ordunun eğitim seviyesinin de yüksek olduğu, fakat eksik malzeme ve teçhizatla bu mevsimde böyle bir harekata nasıl giriştiklerini anlayamadığını söylemiştir. Baratof, Sarıkamış bölgesinin 35 sene önce Osmanlı toprağını olduğunu dile getirmiş ve “ordunuzda bu bölgeyi tanıyan, bu koşulları öngörebilen kimse yok mu?” diye sormuştur.304

III- Sarıkamış Harekatı Sonrasında Doğu Cephesi

Sarıkamış Harekatı’nın hemen ertesinde bölgeye gelen askerler, yaşanan felaketin acı sonuçlarıyla karşılaşmışlardır. III. Ordu Karargahı’nda bulunan Ali İhsan Sabis, ordunun acınacak bir halde olduğunu yazmıştır. Her tarafta bakımsızlık, gıdasızlık, şiddetli bir kışın doğurmuş olduğu ıstırap göze çarpmaktadır. Elleri, ayakları donmuş, zayıf düşmüş, hastalıktan perişan olmuş pek çok asker hava değişimine gönderilmektedir. Sivas'tan Hasankale'ye kadar bütün yollar inliyerek, topallayarak köylerine dönen hasta ve bitap askerlerle doludur. Mezarlıklar, tifüs kurbanlariyle dolmuştur. Sabis, bölgenin adeta bir depremden çıkmış gibi harap halde olduğunu söyler.305 Ocak 1915 sonunda bölgeye gelen Faik Tonguç da, cepheye yaklaştıkça acı manzarayla karşılamıştır. Özellikle Erzincan’dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin gerilere gitmeye çalışmaktadır. Yol kenarları cesetlerle doludur.306

303M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.88; ; Ali İhsan Sabis, X. Kolordu’nun 13 Ocak 1915 tarihli kuvvesini şöyle verir; 30. Fırka 280 tüfek, 1 makinalı tüfek; 31. Fırka 600 tüfek, 1 makinalı tüfek; 32. Fırka 350 tüfek, 6 makinalı tüfek; İstihkam Taburu 280 tüfek. (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım II., s.307.)

304 Tahsin İybar, Sibirya’dan Serendib’e, Ulus Basımevi, Ankara, 1950, s.25; Mülazım Ahmet Hilmi, Sarıkamış önlerinde esir olduktan sonra Rus hatları gerisinde gördüklerini şöyle aktarır; “Bir müddet sonra üsera (esirler) kafilesine iltihak ettik (katıldık). Kazak süvarileri kucaklarında cephane sandıkları olduğu halde, avcı hattına dört nala cephane sevk ediyorlardı. Şu manzara karşısında cidden çok müteessir oldum. Bizim değil cephane, sahra topları bile o semalar kadar yükselen buzlu dağlarda, yorgun ve bitap efradın kuvvei pazusu (bitkin askerin kol kuvveti) ile çekiliyordu… Bu şerait (şartlar) Ruslarınki ile nispet kabul etmez bir tezat ve mübayenet (başkalık) teşkil ediyordu. Ademi muvaffakiyetin (başarısızlığın), inzalin (düşüşün) başlıca amili bu, zamana ve iklimin ihtiyacı hakikisine göre vesaite malik olmadığımızdan, ifrat dercede kuvveti suiistimal etmemizden ileri gelmişti.” (M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.172-173.)

305 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım II, s.373.

306 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.26.

75

Halil Ataman, aynı günlerde Sivas’tan Doğu Cephesi’ne uzanan yolda benzer sahnelere şahit olmuştur. Sarıkamış Harekatı’ndan sağ çıkabilen askerler açlık ve hastalığın pençesinde can vermektedir; “Bu sırada karşımızdan Suşehri’nden öküzlerin çektiği kağnılar geliyor. Bir de ne görelim her kağnının üzerinde 5-6 tane elbiseleriyle yatırılmış ve başlarıyla bacakları sallanan asker cesetleri… Ürpertici ve korkutucu bir manzara, sanki beynimizden vurulmuştuk; kim bilir belki geleceğimizdi önümüzde yatanlar… Soramadık bile bu nedir diye. Ancak arabaları sayabildim. Bir, iki, üç… sekiz, evet tam sekiz araba dolusu asker cesedi… Şehre girmek üzereyken bahçelerin içinde ve ağaçların altında sağda solda gölgeleri görülen ve yatmış uyuyor hissini uyandıran karaltılar görmüştük. Meğer onlar da hep asker ölüsü imiş. O bedbahtlar da ölüm kasırgasının sağa sola fırlatıp attığı, sahipsiz ve himayesiz can veren Türk gençleri imiş. ” Ataman, kasabanın içinde daha feci manzaralara şahit olmuştur; “Hele, o cami avlusunda perişan yatan, kimi rahmeti rahmana kavuşmuş, kimi son nefeslerini alıp veren baygın ve kendinden geçmiş bir şekilde çırpınanlar… Ya rabbim ne büyük ve hazin bir milli felaketti bu…”307

Faik Tonguç, Erzurum’un doğusunda cepheye yaklaştıkça durumun daha kötü bir hal aldığını anlatır. İd kasabasında hastane yapılan evler, hasta ve yaralılarla doludur. Kasabanın boş yerlerinde, her biri 20-30 ceset alabilen geniş çukurlar kazılmış, bunlardan bazıları dolmuş, ötekilerin dolması beklenmektedir. Sokaklar cesetlerle doludur. Ölüler birbiri üzerine yığılarak tepecikler meydana gelmiştir. Bu tepeciklerden istifler halinde kağnılara yüklenen cesetler gömülecekleri çukurlara taşınmaktadır. Ölümlerin büyük çoğunluğu tifo, ateşli humma ve özellikle tifüsten kaynaklanmıştır. 308

Halil Ataman ise, Nisan 1915’de Narman’da gördüğü manzarayı şöyle resmeder; “Kasabanın girişinde kocaman ve cesetlerden oluşan bir loda, 80 belki 100 metre uzunluğunda bir ölüler tepesi görülüyor. Bu ceset lodası, 2500 veya daha fazla babayiğit askerin cesetlerinin üst üste atılmasından meydana gelen, upuzun bir tepe. Yine aynı yerde 100’den fazla asker, ellerinde kazma ve küreklerle 50 metre uzunluğunda ve 15-20 metre genişliğinde, derince ve daha önceden hazırlanmış çukurun başında bekleşiyorlar. Bu üst üste yığılı cesetleri bu çukura doldurup, üstünü toprakla kapatacaklarmış… bir başka askere bu cesetlerin nereden geldiğini, ölümlerinin nasıl olduğunu sordum. ‘-Efendim asker kırımı var, bu mezar dördüncüsü, aha şu görünen tepe gibi yüksek yerler var ya, onlarda mezar’ dedi... O ana kuzusu

307 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.35-37.

308 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.30-32.

76

yiğitlerin çukurlara atılıp üstlerinin toprakla doldurulmasına insan yüreği nasıl dayanır? Ağladım… Yine ağladım… Taze, gencecik gelinlerin sevgililerine, boyunları bükük babamız gelecek diye bekleşen yavrulara ve beklenip de hiçbir zaman dönmeyecek olan babalarına.”309

Kafkas Cephesi’ndeki feci manzaralar, Sarıkamış Harekatı’nı takip eden günlerle sınırlı kalmamıştır. Harp boyunca cephenin karakterini belirleyen olgular; zayiat oranlarının yüksekliği, lojistikte ve sağlık hizmetlerindeki sıkıntılar olmuştur. Cepheye yönelik hatıralarda ortak yargı, birlikler süratle eridiğidir. Bunun esas sebebi olarak da muharebelerden ziyade, iaşe-barınma imkanlarının yetersizliği, sağlık hizmetlerindeki aksalıklar ve salgın hastalıklar vurgulanmıştır.

a) Zayiat Oranlarının Yüsekliği

Hatıralarda sıkça vurgulanan bir konu birlik mevcutların düşüklüğüdür. Cephe koşullarında yaşanan büyük zayiatlar birlikleri eritmiş, mevcutlar muhafaza edilememiştir. Osmanlı ordusunun kronik problemi olan perseonel eksikliği Kafkas Cephesi’nde de kendini göstermiştir. 28. Tümen 83. Alay’da bölük komutanlığı yapan Mülazım-ı Sani Celal Bey, Haziran 1915’de bölük mevcudunun iki subay, 48 nefer olduğunu aktarır.310 Nisan 1915’de X. Kolordu 32. Tümen’e katılan Halil Ataman, bölük mevcudunun 1 subay, 22 asker, 16 tüfekten ibaret olduğunu belirtir.311 Aynı dönemde IX. Kolorduya katılan Şevket Süreyya Aydemir, bölüğünde ancak 38 nefer bulabilmiştir. Subay ise hiç yoktur.312

Kayıpların küçük bir kısmı muharebeler esnasında düşman ateşiyle gerçekleşirken, büyük kısmını firariler, donanlar, açlık ve hastalıktan ölenler oluşturmuştur.313 29. Tümen Komutanı Hans Guhr’un aktardığı rakamlar zayiat oranlarını anlamak açısından aydınlatıcı olacaktır. 1 Ekim 1916’da 6575 olan tümeninin mevcudu 1 Kasım 1916’da 6214’e düşmüştür. Halbuki ordu teşkilatına göre bir tümenin toplam mevcudu 310 subay, 12 bin 228 er olmalıdır. Bir ay içinde 17 kişi şehit düşmüş, 105 kişi yaralanmış, 413 kişi firar etmiş, 51 kişi mevzilerde ölmüş ve 622 kişi hastaneye

309 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.45.

310 Bir Teğmenin Doğu Cephesi Günlüğü, (Yay.Haz.Bahtiyar İstekli), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.13.

311 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.47.

312 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.103.

313 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.394. Harp esnasında donma vakalarının nasıl meydana geldiği ve askerlerin kendilerini nasıl soğuğun kollarına bıraktığı ile ilgili aydınlatıcı bir tasvir için, bu tecrübeyi bizzat yaşayan Şevket Süreyya Aydemir’in hatıratına bakılabilir. (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.126-128.)

77

kaldırılmıştır. Bu kayıpların telafisi ise, iyileşip hastaneden taburcu edilenler 400 kişi, tekrar geri dönen kayıplar 23 kişi ve yeni takviyeler 424 kişidir. Görüldüğü gibi muharebe kayıpları 122 kişi iken firar, donma, açlık ve hastalıktan kaynaklanan kayıplar 1086 kişiydi. Kasım ayında durum daha da kötüye gitmiş, 4 kişi yaralanmış, 105 kişi firar etmiş, 215 kişi kuvvetten düştüğü için mevzilerde ölmüş ve 1340 kişi hastaneye kaldırılmıştır. Toplam kayıplar 1664 kişiyi bulurken 479 kişi takviye olarak gelmiştir. Bir ayda tümen 1185 kişi azalmış ve Kasım ayı sonunda mevcudu 5029 kişiye düşmüştür.314 1917 Ocak’ına gelindiğinde durum çok daha kötü bir hal almıştır. Tümenin mevcudu 3424’e düşerken, bir ay içerisinde 13 kişi donmuş, 174 kişi firar etmiş, 313 kişi mevzilerde kuvvetten düştükleri için ölmüş, 585 kişi hasteneye kaldırılmıştır.315

Yedek subay İ.Hakkı Sunata, cepheye gelirken 300 kadar olan bölük mevcudunun 1917 kışı sonunda elliye düştüğünü yazar.316 Vasfi Şenözen de hatıratında, cepheye 250 mevcutla yola çıkan bölüğünün, kısa süre içinde 25 kişiye düştüğünü not eder.317 Rahmi Apak da, tümeninin kısa zamanda 10 bin kişi zayiat verdiğini üzüntüyle nakleder.318

Mevcutları artırma gayretleri ise sonuçsuz kalmıştır. Zira bölüklere gelen ikmal efradı, kısa zamanda içinde kendilerinden öncekilerle aynı kaderi paylaşmıştır. Aziz Samih Bey, gelen ikmal efradına üniforma dahi verilemediğini yazarak şunları paylaşır; “Birliklere hayli ikmal efradı geliyordu. Fakat bunlar kendi elbiseleri ile geliyordu. Bu elbiselerde çok düzgün olmadığından çıplak sayılabilirler. Bu hal hem sağlıklarını hem de emniyeti bozuyordu.”319 Halil Ataman ise, bu durumu şöyle izah eder; “… 4 ay 19 gün içinde bölüğüme, badefter 450 asker ikmal efradı olarak aldım. Ama bölüğümün mevcudunu 40 askerden yukarı, maalesef acı bir gerçek, çıkaramadım. Bu kırkların çoğunluğu Sarıkamış artığı ve onlardan toplama. Yeni gelenler ise, 1314 doğumlu henüz çocuk yaşta delikanlılardı. Karın içinde beyliği üzerinde en çok üç gün yatabilen bu delikanlılar, hemen hastalanarak hastaneye gidiyorlar, geriye iyileşip gelen hiç yok.

314 Hans Guhr, Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016, s.78-79.

315 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.86.

316 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.385.

317 V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.80.

318 Rahmi Apak şunları yazar; “1914 kışına doğru Hasankale bölgesine geldiğmizde, tümenimizin insan mevcudu 16 bin idi. Orada tifüs salgınında iki binden fazla insan kaybettik. Sonra Ahlat, Bulanık muharebelerinde ve Rusları kovalarken yaptığımız takip kavgalarında ve çekilirken verdiğimiz artçı muharebelerinde büyük kayıplarımızdan dolayı, Hınıs bölgesinde yerleştiğimiz zaman tümenimizin insan sayısı altı bine inmişti.” (R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.129.)

319 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.40.

78

Ya yolda kara saplanıyorlar ya da kar tipisinde boğuluyorlardı. Bilinmez bir bela ve afet…”320

Derviş Kuntman, 1916 Ocak ayında alayına gelen ikmal efradı hakkında şunları söyler; Bunlar İzmir tarafından gelmiş efe yapılı insanlardır. Ancak ayaklarında çarık, sırtlarında ince elbiseden başka giyecekleri yoktur. Yiyecek olarak da sadece kuru peksimet verilebilmektedir. Nitekim birkaç gün içinde el ve ayaklarında donma vakaları başlamış ve büyük kısmı cephe gerisine gönderilmiştir. Kuntman’a göre el ve ayakları donarak cephe gerisine gönderilmeleri onlar için büyük şanstır. Zira cephede birkaç gün daha kalsalar donarak ölmeleri kaçınılmazdır.321

Rahmi Apak’ın, 1916 yazında Birecik’te yaşadığı bir olay, Osmanlı Ordusu’nun durumunu göstermesi açısından kayda değer; “Birecik’te, kıtalarımızın geçişini tanzim için beş gün kaldık. İlçe kaymakamının evinde misafiriz. Sokakta çocukların mahalli şive ile bir harp türküsünü çığırdıklarını işitiyorum bunlarda ikisini çağırttım. Bu türkünün güftesini yazdım. O zamanki durumu ne güzel tasvir ediyordu:

‘Binbaşı geliyor el, sopalı,

Arkasına takmış körü, topalı,

Halimiz çok yaman oldu, Seferberlik çıkalı.

Aman aman hallerin yaman,

Erzurum Dağını bürüdü duman.’

Evet, harbin henüz ikinci yılı. Erzurum dağını duman bürümüş, yani Erzurum düşmüş. Artık cepheye körler ve topallar da sevk ediliyor. Askerlik şubesi başkanı binbaşı bunları sopa ile sürüyor. Memleketin bu halini çocuklar sokaklarda bağırarak ilan ediyorlar. Lakin Başkumandanlık Avusturya’da Galiçya cephesine bir kolordu ve Romanya cephesine de diğer bir kolordu göndermiş…”322

Aziz Samih Bey’e göre mevcutların süratle azalması ve mütemadiyen takviye personelin gelmesi, birliklerin disiplinini ve muharebe kabiliyetini olumsuz etkilemiştir. Zira piyade birlikleri her gün yeni gelen, dolup boşalan erlerden dolayı inzibat sağlayamamıştır. Ayrıca birlikler sürekli değişen askerlerinin kayıtlarını da düzgün tutamamışlardır. Böyle gelen erlerden o sırada muharebede yaralanan, şehit olan ve muharebeden kaçanların hiçbir yerde kaydı yoktur. Askerlik şubelerinin defterlerini dolduran yaşayıp yaşamadıkları meçhul olanların çoğu bunlardır. Aziz Samih Bey, ölümlerin yüzde kırbeşinin donmadan olduğunu söyler.323

320 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.73.

321 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.109.

322 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.153-514.

323 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.16.

79

b) Lojistik Sıkıntılar

Demiryolu ve karayolu eksikliği, Osmanlı Devleti’nin harp ettiği tüm cephelerde ikmal ve ulaştırma faaliyetlerinde büyük aksaklıklara yol açmıştır. Doğu Cephesi’nde ise durum çok daha kötüdür. Zira, Ankara’nın doğusuna uzanan demiryolu hattı mevcut değildir. Mevcut karayolları bakımsız ve kullanılmaz haldedir. Otomobil bulmak bir mucize olarak görülmektedir. Bu koşullarda ulaştırma ancak hayvanlarla ve kağnı arabalarıyla sağlanabilmiştir. At, deve ve katırlardan oluşan karma bir kervanın saatteki hızı yaklaşık 5 kilometredir. Günde yaklaşık 25-30 kilometre mesafe gidilebilir. Bu rakam, bir trenin hızının yaklaşık onda biri kadardır.324

Batıdan Kafkas Cephesi’ne sevk edilen birlikleri zorlu bir yolculuk beklemektedir. Trenle Ulukışla’ya gelen askerler, buradan cepheye kara yoluyla Kayseri-Sivas-Erzincan üzerinden ulaşabilmiştir. Ancak burada düzgün ve bakımlı bir yol olmadığı gibi motorlu ulaştırma vasıtaları da yoktur. Mekkare hayvanı bulmak bile oldukça güçtür. Pek çok asker bu yolu hayvan sırtında veya yaya olarak kat etmek zorunda kalmıştır. Mehmet Oral, İstanbul’dan 29 Nisan 1916’da hareket eden birliğinin ancak 24 Haziran’da cepheye varabildiğini, Ulukışla’dan itibaren yapılan yürüyüşte pek çok müşkülat çeken askerlerin yaklaşık % 25-30’nun yol üzerindeki hastanelerde bırakıldığını, üç yüz mevcutlu bölüklerin ancak 200 kişiyle cepheye varabildiğini yazar.325 Halil Ataman’ın İstanbul’dan ayrılıp bölüğüne katılması tam 58 gün sürmüştür.326 Kafkas Cephesi’ne giden pek çok askerin hatıratında, bu yolculuk ve çekilen sıkıntılar detaylı anlatılır.327

Ulaştrma konusundaki sıkıntılar, cephede yaralanarak geriye nakledilen askerler üzerinde özellikle etkili olmuştur. Mülazım-ı Sani Celal Bey, cephede yaralandıktan sonra Erzurum’a giderken çektiği sıkıntıları şöyle aktarır; “Bugün sabah saat 8.30’da güçlükle sefalethaneden kalkarak bir otomobile bindik. Hakiki değil, öküz arabası. Türkiye’nin doğu vilayetlerine özgü otomobillerden! Yola koyulduk. Bu arabalarda birçok yaralı asker de vardı… taş ve bataklıktan ibaret olan yollarımız üzerinde araba taştan taşa veya çukurdan hendeğe sıçradıkça ben de içinde ıstıraptan utanmasam

324 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.44.

325 Mehmet Oral, Hicaz Çöllerinde Bir Avuç Türk’ün Kahramanlığı, Sarıkamış, Hicaz Cepheleri ve Esaret Anıları, (Yay.Haz.Salih Özkan), Kömen Yayınları, Konya, 2012, s.20-21.

326 Ataman bu konuda, biraz da dalga geçerek, şunları aktarır; “En son bir yol bulunmuştu. Nakliye teşkilatında ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ adı altında bir nakliye kurulmuştu. Bu kolu yürütmek için de bahriye zabitlerine görev verilmişti. İşte kurulan bu kolda, yurdun eşekleri yürüyecek, yurt taşımacılığında vazife yapacak.” (H.Ataman, Harp ve Esaret, s.30.)

327 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.80-95.

80

bağırıp duracağım.”328 Mülazım-ı Sani Kalusd Sürmenyan da benzer bir yoculuk yaptığını yazar.329

Rahmi Apak, nakil vasıtalarının yetersizliği nedeniyle yaralı askerleri düşman terk etmek zorun kaldıklarını yazar. Apak’a göre Osmanlı ordusu geri hizmet işinde ve bilhassa bu geri hizmetin bir kolu olan sağlık işlerinde çok yetersizdir. On bin kişilik bir tümeninde muharebe meydanında bırakacağı yaralıları geriye taşımak için ancak altı yaylı araba vardır. Bunun da ikisi kırılmıştır, onaracak vasıtamız yoktur. Geri çekilirken düşmana tek etmek zorunda kaldıkları yaralıların, kendilerini bırakmamaları için yalvardıklarını üzüntüyle nakleder.330

Cephede lojistik konusunda yaşanan diğer bir sıkıntıda iaşe meselesidir. Yetersiz iaşe, diğer cephelerde olduğu gibi, Kafkas Cephesi’nde de kronik bir sorun haline gelmiştir. Fevzi (Çakmak) Paşa, iaşe sıkıntısı hakkında şöyle yazar; “2’nci ve 3’ncü Orduların lojistik destek bölgelerinde yiyecek ve et edinmek mümkündü. Yalnız nadir yiyecek olan şeker, kahve, çay gibi şeyler az miktarda İstanbul’dan gönderiliyordu. Buğday almakla iş bitmiyordu. Değirmen ve fırın bularak un ve ekmek yapmak gerekiyordu. Böyleyken geri çekilme hareketlerinde, ıssız yerlerde ve halkın göç etmesiyle boş kalan yerlerde ekmek edinmek ise mümkün değildi. Peksimet kısa zamanda tüketiliyor, elde buğdaydan başka bir şey kalmıyordu. En ilkel yöntemlerle iaşeye başvuruluyor, buğday kavrularak askere veriliyordu ki buna kavurga deniliyordu.”331

Tümen Komutanı Hans Guhr ise şunları aktarır; “Türk insanının şaşırtıcı kanaatkârlığına rağmen iaşe ikmali inanılmaz derecede yetersizdi. Birkaç gram koyun eti ve yassı bir yufka ekmeği onlara yetiyordu. Ekseriyetle sadece çok sulu bir tarhana

328 Bir Teğmenin Doğu …, s.30; Faik Tonguç da, yaralandıktan sonra deve sırtında çok sıkıntılı bir yolculukla Erzurum’a hastaneye geldiğini aktarır. (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.55.)

329 “Yaralı subaylar olarak hastanede kendi halimize bırakılmıştık. Bir gün öküz arabaları getirip bizi o arabaların içinde Erzurum’a doğru yola çıkarmaları iyi oldu. Kışın o soğuğunda ve o acınası öküz arabalarıyla, ne zaman ve nasıl Erzurum’a ulaştığımı bilmiyorum. Sadece bir gün gözlerimi açtığımda, yaralıların bulunduğu hastane yerine, bulaşıcı hastalıklar hastanesinde buldum kendimi.” (Harbiyeli Bir Osmanlı Ermenisi Mülazım-ı Sani Sürmenyan’ın Savaş ve Tehcir Anıları, (Yay.Haz.Yaşar Tolga Cora), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2015, s.49.)

330 “… Tabur harekete geçti, yaralılar karanlıkta, otlar içinde hışırtı çıkararak gerileyen arkadaşları görünce ve benim diktiğim direkle beyaz mendile bakınca kendilerini bekleyen feci akıbeti öğrendiler: ‘Amanın din gardaşları bizi bırakmayın, amanın din gardaşları, bizi bırakmayın…’ diye bağırmaya başaldılar. Sesler duyulmayacak kadar ıraklaşıncaya değin bu kahraman çocukların amanın din gardaşları, bizi bırakmayın feryadını dinledim ve ağladım. Bu bağırtı hala kulaklarımda çınlar, şimdi bu satırları karalarken dahi. İşte bizim Mehmetçikten istediğimiz yüksek fedakarlığın karşılığı olan nankörlük budur.” (R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.125-126.)

331 Fevzi Çakmak, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi Harekâtı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2005, s.311.

81

çorbası ve ilaveten birkaç zeytin veriliyordu. Yemek listesinde hiçbir zaman değişiklik olmuyordu; tuz, tütün ve şeker aylardan beri dağıtılmıyordu.”332

Süvari zabiti Mehmet Seyfettin Çalbatur, erzağın insan sırtında taşındığı ve ancak ölmeyecek kadar dağıtıldığını söyler. Asker ve sivil halktan teşkil edilmiş nakliye kollarında her insanın arkasına 5 kilo buğday alan birer torba takılmakta, bu suretle de kollar yaklaşık yarımşar ton buğday nakletmektedir. Bu buğdaylar, bölük veya takımlarda askerlere subaylar nezaretinde her ere yaklaşık iki avuç verilmektedir. Erler de mevziler gerisinde yaktıkları ateşlerde buğdayları kavurup, kavurga yaparak karınlarını doyurmaya çalışmaktadır. Çalbatur, motorlu nakliye kolları ile yiyecekleri taşınan ve olağanüstü beslenen düşma ordularına karşı savaşan Osmanlı askerinin kavurga yiyerek yarı aç mücadele ettiğini yazar.333

İaşe problemi özellikle kış aylarında dayanılmaz bir hal almıştır. Faik Tonguç, 1915 kışında karla beraber büyük bir yiyecek sıkıntısı yaşandığını aktarır. Yolların çamur deryası haline gelmesi, taşıtların azlığı yüzünden ciddi bir açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalınmıştır. Askerler açlıktan etrafta bulunan otları yemek zorunda kalmıştır. Tonguç, sağlam yapılı bu köylü çocuklarının açlıktan zayıf düşerek mevzilerde ölüp kaldığını yazar.334 Aynı dönemde Kafkas Cephesi’nde bulunan Halil Ataman da Tonguç’u doğrular; “… dayanılmayacak kadar şiddetli bir soğuk, cehennemi bir soğuk, bunlara açlık, sefalet, hastalık ve bit belalarını da kat. Ondan sonra ne kadar dayanıklı olursa olsun, dayansın bakalım insanoğlu bu duruma. Yiyebildiğimiz bu günlerde, sadece yarım tayın, başka bir şey hak getire. Ekmek en başta gelen problemimiz. Yemeği düşünen yok, sadece ekmek. Çevredeki köyler bomboş, yol yok, vasıta yok; ancak ve ancak her türlü imkansızlıklar içerisinde sadece ‘yokluk’ var orta yerde.”335

Tahir Baykal’a göre Osmanlı ordusu Kafkas Cephesi’nde dört düşmanla savaşmaktadır. Bunlar Rus ordusu, soğuk, açlık ve salgın hastalıklardır. Bu düşmanlarda en zorluları ise açlık ve hastalıktır. Yiyecek bulunamadığı gibi, hastalıklara karşı yeterli doktor ve ilaç da mevut değildir.336 Vasfi Şenözen ise, askerin

332 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.44.

333 “1916 yılının başında gittiğim Şark Cephesi’nde Ruslarla yapılan savaşta savaş meydanına girdiğim gün bütün piyade bölüklerinin manga onbaşılarının göğüslerinde asılı birer üzeri delikli küçük dört köşe teneke gördüm, bunların ne olduklarını sordum. Kavurga tavası dediler…Ne hazindir ki motorlu nakliye kolları ile yiyecekleri taşınan ve olağanüstü beslenen en zengin ordularla savaş yapan bizler de yıllarca kavurga ile yarı açtık.” (Mustafa Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral Mehmet Seyfettin Çalbatur’un Hatıraları”, Askeri Tarih Bülteni, 20/38, (Şubat-1915), s.20.)

334 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.47.

335 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.61.

336 Tahir Baykal, cephedeki durumu şöyle anlatır; “Türk Ordusu olarak karşımızda bir değil, dört düşmanla savaşıyorduk. Asker arasında tifo salgını vardı. Doktor, ilaç, bakım nerede?... Açlık iliklerimize

82

açlıktan bitki köklerini yemeye başladığını, bu nedenle çok kişinin hastalandığını nakleder.337

İ.Hakkı Sunata, iaşe sıkıntının 1917 kışında da baş gösterdiğini söyler;338 Sunata, ilerleyen günlerde bu durumun korkunç bir hal aldığını yazar. Aç kalan askerlerin yolda düşüp ölmekte olan mekkare hayvalarına saldırdığına, hatta kestikleri eti çiğ olarak yiyenlere şahit olmuştur.339 Askerlerin yemek için kargaları avladığını, çevrede buldukları kedi ve köpekleri yediğini de ekler.340 Abdülhadi Altan, 8 Aralık 1916’da günlüğüne şu notu düşmüştür; “Efrad kedi eti yemiştir.”341

Hans Guhr da aynı dönemde benzer manzaralara şahit olmuştur; “Yolda korkunç bir manzara arz eden birçok yürüyüş kolunun yanından geçtik. Ayakları, kulakları ve elleri donmuş olan ve iskeleti çıkacak ölçüde zayıflamış bulunan insanlar takatlarının son gücüyle sürünürcesine ilerliyorlardı. Birçoğu bir daha kalkmamak üzere yığılıp kalıyorlardı. Sefaleti şimşek gibi aydınlatan acıklı manzaralar da eksik değildi: Bir çok kere yol üstünde eşek ve at dışkılarının başına çöken ve azap verici açlıklarını dindirmek için sindirilmemiş tahıl tanelerini ayıklayıp kavuran askerler gördük. Yemek için hayvan leşlerinden et kesilmesini yasaklamak zorunda kaldım. Yüzbaşı Rauch

işlemişti. Sıcak yemek bulmak şöyle dursun kuru peksimet bile bulamıyor; ceplerimize koyduğumuz çiğ nohut, üzüm ve buğday taneleri ile gün geçiriyorduk. Erlerimiz hem kar içerisinde mevzi bekler, hem de ceplerinden, donan elleri ile çıkarabildikleri bir avuç buğdayı rastladığı kumandanlarına ikram etmek isterlerdi. Biz bu mahrumiyetler içerisinde işte böyle asil askerlerimizin fedakarlıkları sayesinde savaşıyorduk.” (M.A.Cengiz-M.Gülseren, Mustafa Kemal’in Askerleri, s.35.)

337 “Yiyecek için askerlerimiz bazen toprağı karıştırırlar ve bitki kökleri bulup onları yerlerdi; fakat bir çeşit kök vardı ki askeri yirmi dört saat içinde deli ederdi. Asker saçma söylemeye başlar, hareketleri bozuk düzen olur; çavuşlar onu bölük komutanlarına bildirirler ve o neferin başına bir süngülü nöbetçi dikilerek yirmi dört saaat için hapis hayatı geçirtilirdi.” (V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.107.)

338 “Yiyecek eksikliği yüzünden askerin daima sararan gözleri çukurlaşmakta, yanak etleri çökmekte, elmacık kemikleri çıkık bir şekil almakta. Çehrelerinde bugün daha fazla ümitsizlik ve bıkkınlık görünmekte…” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.320.)

339 “İki de bir rastladığım askerlerin çehrelerinde kötü bir mahrumiyet ve sefaletin izleri var. Zayıflamış, sararmış, gıda yetersizliğinden takatsiz kalmış vücutlar, çukura kaçmış gözler, hayatının sonuna yaklaşmış gibi irileşmiş kemikler. Bu zavallılar salına, salına gidiyorlar… Yolda… düşüp ölen veya can çekişmekte olan katır ve beygirlere rastlamaya başladık. Bu ölen hayvanlarda her birinin etrafında üç beş nefer, ellerindeki adi birer çakı ile bu hayvanların kaba etlerini kesip alıyorlar; bazıları torbalarına dolduruyor, hatta bazıları çiğ çiğ ısırıyor, yemeye çalışıyor… Kıçının kaba eti tamamen alınmış bir katırın, geri kalan etini bir taraftan neferler koparmaya, bir taraftan da birkaç köpek yemeye çalışıyor… Bir taraftan köpeklerin yediği bu leşlerle diğer taraftan askerlerimiz beslenmeye çalışıyor. Şu anda en büyük düşman: açlık ve sefalet.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.352-353.)

340 “Bizim odanın önünde bir köy köpeği vardı. Fıstık gibi beslenmiş, güler yüzlü, sevimli bir hayvancıktı. Bir gün evin önünde bir silah patladı. Doktorla birlikte ‘Neler oluyor?’ diye dışarı çıktı. Bizim sevimli köpeğin başı karların üzerinde duruyor. Gövdesi uçmuş. Köyde yenen son köpekmiş… Çok geçmeden kediler de eksilmeye başladı. Onlarda askerler tarafından kesilerek yeniyormuş.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.378-379.)

341 Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.136.

83

merhamet dolu bir ürpermeyle, hiç yiyecek kalmadığı için ölmüş bir atın derisini kemiren nöbetçiler gördüğünden bahsetti.”342

Yiyecek sıkıntısı gibi, giyecek ve donatım eksikliği de kendini göstermiştir. Hans Guhr, 1916 sonbaharında 29. Tümeni şöyle tasvir eder. Tümenin bütün muharebe mevcudu 3900 kişidir. Erat, gözleri çukura kaçmış, bedenen perişan, bir deri bir kemik kalmış, ruhen çökmüş ve hissizleşmiş vaziyettedir. Buna karşın gayet itaatkardılar. Melbusat ve teçhizat feci vaziyetteydir. Pek az subayın çizmesi ve iç çamaşırı vardır, eratta ise hiç yoktur. Askerler kendi yaptıkları, kayış, ip veya sicimle baldırlarına bağladıkları çarıkları giymektedir. Ancak üç dört askerden birinin kaputu, battaniyesi veya çadır bezi vardır. Yama yokluğundan elbiseler tamamen yırtık pırtıktır. Düğme bulmak mümkün değildir. Bunlar artık ‘üniforma’ denecek halde değildir. Askerlerin ekserisi sırt çantalarını kaybetmiştir. Ancak içlerine konacak hiçbir şeyleri olmadığı için bunun eksikliği hissedilmemektedir.343 Mehmet Oral da, yedek subay olmasına rağmen ayakkabı bulamadığını ve askerlerin yaptığı çarıkları giymek zorunda kaldığını, ancak bunların arazi koşullarında kısa zamanda parçalanıp elden çıktığını aktarır.344

Aziz Samih Bey’e göre, kış şartlarına uygun giydirilmeyen ve düzgün bir şekilde beslenemeyen askerin, şiddetli soğuklara karşı gerekli tedbirleri almış Rus askerine karşı başarılı olması mümkün değildir. Rus ordusu ise soğuğa karşı gerekli tedbirleri almıştır. Ruslar hava koşullarını dikkate alarak sabah dokuzla öğleden sonra dört-beş arasında harekat yapmakta, geceyi köy evlerinde uygun koşullarda geçirmektedir. Alınan esirlerin üzerinde sağlam elbise ve kaputlar, yün çorapların üzerine giyilmiş mükemmel çizmeler ve onun üzerine geçirilmiş keçe çizmeler olduğu görülmüştür. Böyle giyinmiş bir er, soğuğun en şiddetli zamanında bile karlar içinde kalabilir. Osmanlı askerlerinin üzerinde ise, eski bir elbise ile yırtık bir çarıktan başka bir şeyleri yoktur.345

Hasan Remzi Fertan ise, lojistikteki büyük problemler nedeniyle Kafkas Cephesi’ni bir mezbahaya benzetir; “Çok soğuk bir iklime gelmiş ve muharebeye

342 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.86.

343 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.42-43.

344 “Bu harekâtta bütün arkadaşların ayaklarında ayakkabı kalmamış, tamamen eskimişti. Çünkü, İstanbul’dan cepheye hareket ettiğimiz zaman, ayaklarımızda ancak bir çift ayakkabımız bulunuyordu. Başka bir yerden ayakkabı temin etmek katiyen mümkün değildi. Ayaklarımızda bulunan ayakkabılarla evvelen aylarca yol yürümekle cepheye gelmiştik… Bu meyanda benim ayakkabımın altları olduğu gibi eskiyip düşmüştü. Yalın ayak bulunuyordum. Neferlere keçi ve koyun derilerinden çarık diktirip ayağıma giyiniyor isem de, ne fayda taş ve orman içerisinde yarım saat kadar bile dayanamayıp, olduğu gibi parçalanıp dağılıyordu.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.97-98.)

345 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.71-72.

84

tutuşmuştuk. Askerin yalnız bir kaputu vardı. Yukarı makamın bu lüzumsuz gibi görünen ve hakikatte hayati ehemmiyeti hazi olan şeyleri düşünmemeleri yüzünden bilhassa bu Kafkas Cephesi, Birinci Cihan Harbi’nde mezbahayı andırdı, giden gelmez cephesi oldu. Açlık, soğuk, cehalet orduyu, orduları boğdu, eritti.”346 Fertan, zayiatın küçük bir kısmının düşman kurşunu ile olduğunu, büyük kısmının açlık ve soğukdan kaynaklandığını söyler; “Bu cephede verilen zayiatın yüzde ancak beşi muharebeden olmuştur, umum zayiat yüzde sekseni bulmuştur… her yerde hüküm süren açlık telefatın başlıca amilini teşkil eder… Subay ve erlerin başlıca gıdası devedikeni, çayır ve hatta taşlar arasından toplanan kuru ottu… Ölen bir devenin parça parça etinin alındığı ve pisleyen bir hayvanın pisliği içinden arpa tanelerinin alınarak yenildiği çok görüldü… Şark Cephesi bir muharebe cephesi değil, binlerce insanın sefalet, ızdırap ve mahrumiyet içinde kıvranarak öldürüldüğü bir mıntıka idi.”347

Hatıralarda üzüntü ve öfkeyle vurgulanan bir husus da, cephe gerisindeki depoların erzak ve giyim kuşam malzemeleri ile dolu olması, ancak bunun cephedeki askere dağıtılmamasıdır. Nitekim geri çekilme başlayınca, bu malzeme geri taşınamamış ve düşman eline geçmiştir. Faik Tonguç, 1916 başında geri çekilme esnasında Erzurum’da şahit olduğu olayı şöyle anlatır. Karşılaştıkları bir köydeki ordu ambarı askerler tarafından yağmalanmıştır. Ambarda çuvallar dolusu fındık, sandıklar dolusu konserve, denklerle pastırma, çok miktrda elbise, çamaşır ve çadırlar mevcuttur. Tonguç’a göre bütün bu felaketler idaresizlikten meydana gelmektedir.348

c) Sıhhi Koşullar ve Salgın Hastalıklar

Hatıralarda sıklıkla yakınılan bir konu da sağlık hizmetlerinin yetersizliğidir. Cephe gerisindeki hastanelerin koşulları iyi değildir. Aşırı kalabalık olan bu yerlerde gerekli hijyen tedbirleri alınmamış, bu koşullarda hastaneler bir hastalık yuvası haline gelmiştir. Sıhhiye Onbaşı Ali Rıza Eti, bazı askerlerin cepheden kaçmak için hastaneye gitmeye uğraştığı, halbuki hastanelerin cepheden daha tehlikeli olduğunu söyler. Eti’ye

346 Hasan Remzi Fertan’ın Harp Hatıraları (Çanakkale, Kafkas, Filistin Cepheleri ve İstiklal Harbi), (Yay.Haz.Lokman Erdemir), Bağcılar Belediyesi, İstanbul, 2016, s.61.

347 Hasan Remzi Fertan’ın…,, s.74-75.

348 “Geride ambarlar dolusu erzak ve eşya varken, bilinmez hangi fikre hizmet edilerek, ilerdeki zavallı bizler bin türlü mahrumiyet içinde bocalarken, bu ambarlardan faydalanamaz, dar bir zamanda nakli de mümkün olmaz, emir almadan kimse bunları da yok edemez, düşman gelir, memleketin görmediği yiyecekleri bizim terk ettiğimiz yerlerde bulur.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.123.)

85

göre hastanelerin şimdiki hali, birer ölüm yuvasıdır ve hastaneye girmek ölümünü hızlandırmaktan başka bir şey değildir.349

Sarıkamış Harekatı sonrasında hastaneleri gezen Hafız Hakkı Paşa çok feci bir manzara ile karşılaşmıştır. Paşa, Erzurum’daki hastanelerde günde yaklaşık 420-450 askerin hayatını kaybettiğini, son yirmi günde yaklaşık 9000 askerin öldüğünü yazar.350 Kafkas cephesinde yaralanarak Erzurum’da tedavi gören Mülazım-ı Sani Celal Bey de hastanelerin kötü koşullarından bahseder.351

Mart 1915’de rahatsızlanarak cepheden Tortum’da hastaneye sevk edilen Faik Tonguç, karşılaştığı manzara karşısında şok olmuştur; “Hastane olarak kullanılan bu okul binasının, her türlü hastalığın kaynağı, mikrop yuvası bir yer olduğunu anladım. Önemsiz bir yarayla buraya giren bir insan bünyesi sağlam bile olsa en az bir hastalık geçirmeden buradan çıkamıyormuş, çıkarsa toprağa girmek için çıkıyormuş. Bacağından yaralı bir efendi önce tifoya, sonra da tifüse yakalanarak uzak olmayan ebedi mekanına defnedilmiş. Okulun ön ve arka bahçelerinde hazırlanmış geniş, derin hendeklerin yeni geleceklerle dolmasını beklemekte oldukları görülüyordu.”352

III. Ordu Kurmay Başkanı Guze de sağlık hizmetleri konusundaki sıkıntılara değinmiştir. Hastanelerin sayısı ve büyüklüğü hiç yeterli değildir. Mevcut hastanelerde de çamaşır ve yatak eksiktir. Doktorların miktarı da ihtiyaca göre yeterli değildir. Hastaneleri ıslah için atılan ileri adımları gerçekte çok yavaştır. Hastaların geriye nakillerinde çok büyük zorluk vardır. Bu iş için demiryolu ya da otomobil yoktur. Hastalar, sıhhatlerine uygun olmayan at arabaları, kağnı, yük hayvanı gibi araçlarla nakledilmektedir. Bu nakliye araçlarının miktarı da yeterli değildir. Yaya yürümesi uygun olmayan bazı hastalar da yaya gitmektedir. Her gün cephede hasta miktarı artmaktadır. Geriye nakliyattan vazgeçmekte mümkün değildir.353

349 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.74.

350 Hafız Hakkı Paşa şunları yazar; “Hastaneleri gezdim. Felaket. Maktel: Yevmiye 44 şehit, 40 da Köprüköy’de, bu gün 130 Erzurum’da. Bir o kadar da yollarda ve diğer hastaneleri de sayarsak harp zayiatı hariç yevmiye 420-450 nefer zayi veriyoruz. O halde şu son 20 gün zarfında 9000 genç gömdük demektir.” (Hafız Hakkı Paşa’nın…, s.101.)

351 Celal Bey hastanelerle ilgili şunları aktarır; “Bizim hastane yalnız hastane değil, mezbaha, kavurmahane, dikişhane… Özetle, bir alay hastanesi ile bir arada olmayacak işler bir aydan beri hastane bahçesinde yürütülüyor. Hastaneler için koyun kesilip kavurmalar yapılıyor. Medeni milletler mezbahalarını şehrin içine bile bile sokmazken bizimkiler, Ordu Baştabibinin rızasıyla hastane içerisinde koyun kesiyorlar… Sonra da hastalara bakmak yok. Kaşıklar pis, yemeklerin içinde her şey mevcut.” (Bir Teğmenin Doğu …, s.49.)

352 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.39.

353 F.Guze, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas…, s.53.

86

Sıhhi koşulların bozukluğu ve yetersiz beslenme sonunda salgın hastalıklar ortaya çıkmış ve kısa zamanda cepheyi sarmıştır. Özelllikle tifüs354 yıkıcı bir etki yapmıştır. Doktor Derviş Kuntman, Sarıkamış Harekatı sonrasında korkunç bir tifüs salgını başladığını ve bunun hem askeri, hem de bölge halkını kırıp geçirdiğini yazar; “Sarıkamış’tan sonra tifüs, memlekette korkunç bir şekil aldı. Bütün köy ahırları hastalarla ve samanlıkları ölülerle doldu. Bizim Samikale samanlıklarında birçok ölü topladık. Burada rastgeldiğim manzara beni dehşet içinde bıraktı. İki üç asker karavanalarını bir ölünün dizleri üstüne koymuşlar, karşı karşıya geçmiş öylece yemeklerini yiyorlardı. Beni görünce hiç aldırmadılar, yemelerine devam ettiler. Ben de görmemezlikten gelerek dışarı çıktım. Biraz sonra cenazeyi kaldırttım. Askerlerimiz artık kanıksamışlardı. Ölüden, ölümden kesinlikle ürkmüyorlardı. Ne yapsınlar! Zavallılar o kadar bitlenmişlerdi ki kırmakla, kaynatmakla başa çıkamıyor, bu nedenle rahat yüzü görmüyorlardı. O kadar ki doğrudan doğruya bitlerin saldırısına uğrayıp ölenler vardı. Kısacası bitsiz yer kalmamıştı. O da ancak ölülerdi; çünkü insap ölüp de cesedi soğuyunca bitler derhal kaçıyordu.”355

Geri çekilen ordunun getirdiği hastalıklar, bölge halkı üzerinde yıkıcı etkisini göstermiştir. III. Ordu Sertabibi Tevfik Sağlam, harekattan sağ dönebilen askerlerin çok zayıf düştüklerini, bu nedenle kolayca hastalandığını yazar. Hastalar ve yaralılar etrafa dağılmış, birçok yerlere sığınmışlar ve birçokları da yollarda ölmüşlerdir. Bilhassa Pasinler ovasında, Tortum vadisinde, Erzurum ovasında köylere sığınan efrattan ölenler olmuş, hastalananlar böylece bakımsız bir halde kalmışlardır. Hasankale’de Pasinler ve Erzurum ovalarında birçok köyler hasta ve yaralılarla dolmuştur. Bu nedenle salgınlar büyük bir yaygınlık ve şiddet kazanmıştır.356

354 Tifüs; çok eski devirlerden beri bilinen, insandan insana bitler aracılığı ile bulaşan, savaş, kıtlık ve sefalet dönemlerinde salgın halinde seyreden, ateşli bir hastalıktır. Ateşli dönemde bulunan hastanın kanını emen bit, hastalık etkenini almış olur. Bitlerin kan emerken döktükleri tükürük salgısı insanda kaşıntı yapar. Bu kaşınma sırasında bitin dışkıyla çıkardığı tifüs etkeni kan emerken açılan yaradan vücuda girer. Hastalık etkeninin vücuda girişinden itibaren geçen 10 ile 13 günlük süre, hastalığın kuluçka devrini oluşturur. Tifüs, baş ağrısı, ateş, üşüme, titreme, halsizlik ile kendini gösterir. Hastalar şiddetli baş ağrısı çeker, gözleri kızarır ve ışıktan rahatsız olur hale gelirler. Kısa zaman içerisinde 40 dereceye kadar yükselen ateş hastanın iyileşmesi ya da ölümüne kadar yüksek kalır. (Sevilay Özer, “I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Tifüs (Lekeli Humma) Salgını”, Belleten, LXXX/287, (Nisan-2016), s.219.)

355 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.97.

356 Tevfik Sağlam, Cihan Harbinde III. Orduda Sıhhi Hizmete Ait Küçük Bir Hülasa, Askeri Tıbbiye Matbaası, İstanbul, 1940, s.6; Erzurum Valiliği tarafından gönderin 11 Şubat 1915 tarihli yazıda, tifüs, humma-yı racia ve dizanterinin ordu ve halk arasında mühim tahribatta bulunduğu, askerden 20.000 kişinin hasta olduğu, bazı köylerde ölümlerin korkunç bir şekil aldığı bildiriliyordu.(BOA, DH.İ.UM.EK, 6/42)

87

Sarıkamış Harekatı’na katılan Kalusd Sürmeyan da benzer bir tablo çizer. Aşırı soğuk, besin kıtlığı, pislik ve diğer olumsuz şartlar, orduda tifüs salgınına neden olmuştur. Her gün yüzlece insan ölmektedir. Köyler, şehirler, Erzurum’dan başlayarak Sivas’a kadar her taraf, epey uzun süre bu ölümcül hastalığın etkisi altında kalmıştır Hastalık, hem orduda hem de halkta on binlerce insanın hayatını almıştır. Sürmeyan, ordu komutanının bile tifüse kurban gittini vurgular.357

Sarıkamış Harekatı’nın hemen ertesinde cepheye gelen Faik Tonguç, harbin bölge halkı üzerindeki yıkıcı etkileri hakkında şunları yazar; “Her taraf, her türlü hastalığın milyarlarca mikrobu ile doluydu. Bilhassa tifo ve tifüsün askerlerden köylüye bulaşarak yaptığı tahribat çok korkunçtu. Binlerce aile sönmüş, köyler tenhalaşmış, ordunun verdiği zayiatın birkaç mislini halk vermişti. Evinde misafir kaldığımız Mustafa Ağa boynunu bükmüş, üzgün ve kadere boyun eğmiş bir halde diyordu ki; ‘Köyümüzde 15 kadar ihtiyardan başka kimse kalmadı, hele çocuklar toptan bitti, halimiz böyle ne olacak.’ Zavallı adamın gözyaşları aksakalını ıslatıyordu.”358

1915 başında Kafkas Cephesi’ne gelen Doktor Server Kamil (Tokgöz), Sivas ve Erzincan’da tifüsün çok yaygın olduğunu ve her gün aralarında doktorların da bulunduğu onlarca kişinin hayatını kaybettiğini yazar.359 Kamil Bey, Mart 1915’te Erzincan’da Hilal-i Ahmer Hastanesine baştabip olarak geldiği zaman, askerler arasında tifüsten günde 50-60 ölüm olayının görüldüğünü aktarır.360 Süravi Alay Komutanı Süleymanoğlu Ahmet Hamdi Bey, İd hastanesinde her gün tifüsten onlarca askerin öldüğünü, ölenlerin 80-100 metre uzunluğunda 1,5 metre derinliğinde açılmış çukurlara topluca gömüldüğünü söyler.361

Derviş Kuntman, bölgedeki doktorların da bu durum karşısında çaresiz kaldığını ve onların da büyük kayıplar verdiğini aktarır. İd hastanesine yaptığı ziyarette, hastanenin kapısı önünde üstüste yığılmış bir sürü ceset görmüş, toprak donmuş olduğu için bunların gömülemediğini, Erzurum’da yüz kadar doktor öldüğünü öğrenmiştir.

357 Harbiyeli Bir Osmanlı Ermenisi…, s.49

358 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.30.

359 “Yollarda lekeli hummanın Erzurum ve havalisinde salgın bir tarzda icra-i tahribat ettiğini işitmiştim, Şubat evasıtına doğru Sivas’a geldiğimiz zaman ise bu felaket daha bariz bir surette kendini göstermişti. O vakit on beş bin talimgâh efradına aramgâh bulunan Sivas muhitinde gerek efrad ve gerekse ahali arasında lekeli salgınına karşı mücadelede bulunmaklığı Vali Muammer Beyefendi arzu etmiş ve ordudan istihsal edilen mesaide üzerine üç hafta kadar Sivas’ta çalışmış ve icabat eden tedabir-i şedidenin tatbiki ile salgının tevsii yollarını kapamaya muvaffak olarak Mart nihayetinde Sivas’ı terk etmiştik.” (S.Özer, “I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.225.)

360 Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri, (Yay.Haz.Özlem Demireğen, Alev Keskin, Fatma İlhan), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2011, s.15.

361 Süleymanoğlu Ahmed Hamdi Bey, “19 ncu Süvari Numune Alayı Komutanı Erzincanlı Süleymanoğlu Ahmed Hamdi Bey’in Hatıraları (1311-1343)”, Askeri Tarih Bülteni, 19/37, (Ağustos-1994), s.158.

88

Kuntman, Doğu vilayetlerinin bütün köy, kasaba ve şehirlerinin bu müthiş salgından etkilendiğini, tifüs ile hummay-i racianın (kene veya bitten bulaşan ateşli hastalık) elele vererek korkunç ölüm tırpanıyla milleti kırıp geçirdiğini yazar.362

Erzurum’da görev yapan doktor Nazım Şakir Bey, durumun ciddiyetini şöyle anlatmıştır: “Harbin başlamasından bir hafta sonra hastanenin 300 yatağı doldu. Berbat bir bakım ve tedavi örneği verdik. Otoklav olmadığı için derhal ve bolca bitlendik. Şehirde harpten evvel de mevcut olan lekeli humma birden bire alevlendi, bütün evlere ve hastanelere yayıldı. Tifüs bir afet halini aldı. Hastalara yetişemiyorduk. O esnada mektepten yeni çıkan 1914’lü genç doktorlar Erzurum’a geldi. Bunlar genç ve tecrübesiz olduklarından bizden evvel tifüse yakalandılar. Hastalık gayet vahim seyrediyor ve % 70 öldürüyordu.”363

Liman von Sanders hatıratında, 1915 baharında kendisine ulaşan raporlardan ortaya çıkan tabloyu şöyle aktarır. Trabzon’un bütün hastanelerinde ağır tifüs vakaları vardır. Salgın, felakete benzer bir yaygınlığa ulaşmıştır. Hastanedeki 900 ila 1000 kadar askerde günlük ölüm oranı 30 ile 50 arasındadır. Erzincan’da da hastaneler doludur. Sağlık tesislerinin ve yeterli tıbbi müdahalenin olmayışı, Osmanlı askerlerinin saflarını Alman şartlarına göre inanılmaz bir şekilde kırıp geçirmektedir. Boşalan ordu saflarını doldurmak da mümkün olmamaktadır. Zira acemi er talimgahlarından yola çıkarılan ordunun ihtiyat birlikleri de hastalık ve firarlar nedeniyle erimektedir.364

Kafkas Cephesi’nde salgın hastalıklardan ölümler harp boyunca devam etmiştir. Doktor Avedis Cebeciyan, Ocak 1917’de günlüğüne şu notları düşmüştür; “Tifüs hastalığı hala bu tarafta hükümfermandır. Bugünlerde hastanemizde çok vefat var. Hastanemiz 500 yataklıdır, günde 30 adem ölüyor. Palu hastanesi 1500 yatak ile günde 70-80 vefat… Bu ay hastanemizde 450 vefat oldu, nispet 400/1000’dir.. Açlık kötü bir şekil alıyor, hastalara beş gündür ekmek verilemiyor.”365

362 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.97-98; Aziz Samih Bey, tifüsten ölen Hafız Hakkı Paşa’yı kast ederek, doktorların bütün çabalarına rağmen tifüsün ordu komutanını dahi etkileyecek kadar yayıldığını söyler; “Ordu komutanına kadar sirayet dairesini genişleten tifüs ve ateşli humma çok adam öldürüyor. Hasankale’nin kuzeyinde uzun ve derin hendekler açılmış. Her gün arabalar bunlara mütemadiyen ölü taşıyordu… Bitle geçen, fakat tedavisi bilinmeyen bu hastalık her tarafta kurban buluyor. Erzurum’da intaniye doktoru kalmadı. Yirmi doktor hasta yatıyordu. Doktorlarımız çok fedakarca hareket ediyorlardı. Çekinmeden seve seve hayatlarını tehlikeye koyuyorlardı.” (A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.32.)

363 Mustafa Karatepe, “1. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi’nde Tifüs”, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, 176, (Ağustos 2001), s. 23.

364 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.76-77.

365 Avedis Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın Çanakkale ve Doğu Cephesi Günlüğü (1914-1918), Aras Yayıncılık, İstanbul, 2019, s.141.

89

Tifüs, sadece Kafkas Cephesi’nin problemi olmamıştır. Aynı oranda olmamak üzere diğer cephelerde de yıkıcı etkisini göstermiştir. Cepheler arasında hareket eden birlikler, firari askerler, Ermeni ve Müslüman göçmenler vasıtasıyla hastalık memleketin dört yanına yayılmıştır. Osmanlı birliklerinde bu hastalıktan ölenlerin oranı yüzde elliye yaklaşırken, kendi sağlık hizmetlerinde çok dikkatli olan Almanlar arasında dahi ölüm oranı yüzde onu bulmuştur.366

Ayrıca bölgedeki tek salgın hastalık da tifüs olmamıştır. Bunun yanında hummay-ı racia, tifo, dizanteri, kolera, çiçek, sıtma ve tetanos da yaygın olarak görülmüştür.367 Kafkas Cephesi’nde harp boyunca, yaklaşık 1 milyon 6 bin asker hastalıktan dolayı hastanelere girmiş, bunların 183 bin 700’ü hayatını kaybetmiştir. Bu rakama kayıt altına alınmayan ölümler ve firari askerlerden hastalık nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı dahil değildir.368

IV- Bölge Halkına Yönelik Gözlemler

I. Dünya Harbi boyunca, İmparatorluğun değişik köşelerinde harp eden Osmanlı askerleri, halkın yaşadıklarına ve harpten nasıl etkilendiklerine şahit olmuşlardır. Bu durum, harbin etkilerinin siviller üzerinde yoğun şekilde hissedildiği Kafkas Cephesi’nde daha belirgindir. Kafkas Cephesi’nde Van, Bitlis, Erzurum gibi illerde yaşayan Müslümanların % 40’ı kıtlık, açlık, hastalık ve Ermeni çetelerinin katliamları sonucunda hayatını kaybetmiştir.369 Nitekim bu cepheye yönelik hatıralarda, bölge halkına yönelik pek çok gözlem yer alır. Halkın harpten nasıl etkilendiği detaylı olarak işlenir ve çok üzücü manzaralar aktarılır.

Onbaşı Ali Rıza Eti, harbin başlamasıyla askerler kadar bölge halkının da ciddi sıkıntılar yaşadığını aktarır. Özellikle kötü hava koşulları nedeniyle birliklerin köylerde konaklamak zorunda olmaları halkta rahatsızlığa yol açmıştır. Ordunun lojistik desteğinin tam olarak sağlanamaması, köylüler üzerindeki baskıyı artırmıştır. Eti’ye göre halk bu şikâyetlerinde haksız değildir.370

366 Erik J. Zürcher, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Askeri”, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Atatürk Türkiyesine Bir Ulusun İnşası, Akılçelen Kitaplar, Ankara, 2015, s.280

367 Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık…, s.15.

368 Hikmet Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunda Kayıp İstatislikleri Üstüne Bir Değerlendirme (1914-1918)”, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri I, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.390-391.

369 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922) , Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, s.189.

370 “Üç tabur gayet yüksek bir dağın tepesi olan köyün harmanlarında, soğuktan fır dönüyoruz. Kimi ağlıyor, kimi sızlıyor, kimi de subaylar tarafından yasaklandığı halde çerçöp toplayıp ateş yakmaya çalışıyor. Kısacası, taştan yürekleri bile parçalayacak bir manzara. Köy halkının, çoluk çocuğun ahlayıp

90

Cephede yaşanan bozgun, ordu kadar halkın üzerinde de yıkıcı bir etki yapmıştır. Birliklerin geri çekilmesi ve Rus ordusunun ilerlemesi ile bölgedeki Müslüman halk Anadolu içlerine doğru göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç, zorlu iklim ve coğrafya koşullarında, büyük kayıplara yol açmış ve çok acı manzaralar ortaya çıkmıştır. Sarıkamış Harekatı’nın mimarlarından olan Hafız Hakkı Paşa dahi, halkın perişanlığı karşısında duygularını gizleyememiştir; “Muhacirler meselesi bir felaket. Topların nakli için zavallıların öküzlerini de almışlar. ‘Keşke Rus elinde olup şehit olsa idik!’ diye bağıranlardan gece gündüz kadın, çocuk vaveylası!”371 “Of, hele muhacirlerin sefaleti. Ağlayan, el-ayağı donmuş, çocuklar, ihtiyarlar, kadınlar…”372

Aziz Samih İlter gördüğü üzücü manzaraları şöyle not eder. Yolda kalpleri yakan göç manzaraları vardır. İhtiyarlar, kadınlar ve çocuklar yalınayak yürümeye çalışmaktadır. Kağnılara yükleyebildikleri birkaç parça malzeme haricinde hiçbir şeyleri yoktur. Hasta, ihtiyar anasını sırtına almış erkekler, çocuklarını yorgana sarmış, omuzlamış, kucaklamış kadınlar, çocuklar nereye gideceklerini bilmeden kağnıların arkasında yürümektedir. Rus askerinden ve Ermeni çetelerinden canını, namusunu korumak için kaçan halkın ne kadarının yollarda can verdiğini bilmek ise mümkün değildir.373

Tonguç, Doğu Cephesi’nde 1915 sonunda ordunun geri çekilişi esnasında şahit olduklarını şöyle aktarır; “Şipek dağlarındaki geri çekiliş, en katı yürekleri bile sızlatacak bir durumdaydı. Yaralı, hasta askerler, yaşlı köylü kadınlar, erkekler, anasını babasını kaybetmiş her yaşta çocuklar, bazısı donmuş, azabın sonunu bulmuş, bazıları ağlayarak eceli çağırıyor, zalim doğa hiç merhamet göstermiyor, şiddetli soğuk az geliyormuş gibi karla karışık fırtına darbeler indiriyordu. Bedbaht Türk köylülerini sanki yok etmeye karar vermiş, soyunu kurutmaya kastetmiş bir doğaydı bu.”374 Aynı dönemde bölgede olan M.Fuad Tokat da onu doğrular; “… her tarafta yine bir hüzün vardı. Köyden bakarken artık köylüleri görmeli idi. Zavallılar da kaçıyor idi. Fakat öküzü yolda kalmış üstüne yüklettiği (…) bend epeyi dökülmüş. Onu orada bırakmış, çocuğunu kucağına almış. Boyuna geziyor. Ne sefalet, ne felaket. Bunları gördükçe

inlemeleri ise üzerine biber. Cephane ve hayvan dolu ahırlardan dışarı çıkarılan hayvanlarını karanlıkta hem arıyorlar, hem de ağlıyorlar. Kapı aralıklarından ekmek için yalvaran askerlere bayağı düşman gözüyle bakıp işitilmedik sözler söylüyorlar. Doğrusu insan bir anlam veremiyor. Çünkü hangi tarafın gözünden bakarsan o taraf haklı. Bu da tuhaf bir hal…” Eti, askerlerin bir kısmının köylerde yağma ve hırsızlık gibi işler yaptığını da üzüntüyle nakleder. (A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.43, 47-48.)

371 Hafız Hakkı Paşa’nın…, s.95.

372 Hafız Hakkı Paşa’nın…, s.100.

373 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.16-18.

374 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.114.

91

insanın kalbi yaralanıyor.”375 Derviş Kuntman da, 26 Ocak 1916 tarhili günlüğünde benzer bir manzara çizmiştir.

Şevket Süreyya Aydemir’in anlattıkları da farklı değildir. İhtiyar, kadın ve çocuklardan oluşan göç kafileleri Ağrı’dan, Pasinler’den, Erzurum, Bayburt taraflarından geriye doğru gitmektedir. Bir kısmı uzun zamandır yollardadır. Yurtlarından, köylerinden kopup yollara düştükleri günlerden beri bu sonu gelmeyen yolculuğun sona ereceğini ummaktadırlar. Fakat arkadan gelen yeni göçmen selleri, onları ileriye itince, yeniden tükenmez yollara sürüklenmişlerdir. Aydemir, Suşehri’nde karşılaştığı yaşlı bir ninenin gözyaşları içinde yaktığı ağıtta, harbin acılarını dinlemiştir.376

Hans Guhr da, gördüğü feci manzaraları aktarmaktan geri durmamıştır; “Fakat çevrenin cazibesi yolda görülen sefaletten dolayı gölgeleniyordu. Yüzlerce aile bir parçacık ev eşyasıyla Rusların işgal ettikleri yerlerden memleketin içlerine doğru sel gibi akıyordu. Bağıran çocuklar, kollarında emzirdikleri bebekleriyle dövünen anneler; ciddi, asık yüzlü erkekler; üstleri başları paramparça, çoğu yalınayak yanımızdan geçip gidiyorlardı.”377

V- Ermeni Nüfusa Yönelik Gözlemler

XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve Berlin Antlaşması ile uluslararası boyut kazanan Ermeni sorunu, İmparatorluğun son dönemine damga vuran meselelerden birisi olmuştur. Osmanlı vatandaşı Ermenilerin ayrılıkçı hareketi, savaş yıllarına kadar artarak gelişmiş ve kanlı isyanlarla kendini göstermiştir.378 Savaş

375 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış Sibirya Günlükleri, (Haz.Jack Snowden), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.57;

376 “Makamla anlattığı şey, kendilerinin acıklı macerasıydı. Arkada kalan yurt, aşılan mesafeler, tükenmez yollar, kaybolan çocuklar, hastalanan inek, ölen keçiler, tükenen azık, yalnızlık, ümitsizlik, her şey bu seste dile geliyordu.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.89-91.); Harp gazisi Süleyman Koçak ise şunları aktarır; “Sivil halk çok perişan bir halde idi… Gece o güzelim şehir kıpkızıl alevler içresinde cayır cayır yanarken sersefil olmuş, evinden, malından, ihtiyar anasından, babasından, yataktaki hastasından olmuş binlerce halk yollara dökülmüş, bir ana baba günü olmuştu. Analar gördüm o gün kucağında çifte yavruları ile gece karanlığında çamurlara bata çıka yürüyen, kayalara çarpıp parçalanan. Bunlar yürekler acısı işler. Cephede savaşmanın gözüne kurbanım. İnsan bu halleri görmez hiç olmazsa.” (Mehmet Ali Cengiz-Mehmet Gülseren, Mustafa Kemal’in Askerleri (Yaşayan Gaziler), Bahar Matbaası, İstanbul, 1964, s.68.)

377 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.35; Hatıralarda, bunlara benzer pek çok sahne anlatılır; “21 Mart (1917) sabahı hareket ettik. Daha Çapakçur’dan çıkmadan, yol kenarında zayıf bir ihtiyara rastladık. Eline aldığı bir taşla, bir kemik parçasını dövüp toz haline getirmeye çalışıyor. Kadit haline gelmiş vücuduna bir gıda olacak bu kemik tozu. Hey Allahım, bu milleti bu kadar sefalete düşürecek bu harp belasına ne lüzum vardı?” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.462.)

378 Ermeni Meselesi’nin ortaya çıkışı ve savaş yıllarına kadar yaşanan gelişmeler için bkz. Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul, 1987; Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara, 1985; Mim Kemal Öke, Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara, 1993.

92

yıllarında durum daha ciddi bir boyut almıştır. Özellikle Doğu Anadolu’da bulunan Ermeni komitacıların Rus ordusuyla işbirligi yapması379 ve komitacıların teşvikiyle gerçekleşen isyanlar380 Kafkas Cephesi’ni tehdit edecek bir durum yaratmıştır. Ayrıca silah altına alınan Ermenilerin yer yer firar edip Rus ordusuna katılması ve “Ermeni Gönüllü Alayları” adı altında askeri birlikler oluşturulması Osmanlı Devleti’ni tedbir almaya mecbur etmiştir.381 Nitekim Osmanlı hükümeti, gayrimüslim askerlerin bilfiil cephede savaşmasından vazgeçerek “amele taburları” adı altında yol yapımı, nakliyat ve benzeri geri hizmetlerde çalıştırmaya başlamıştır.382 Ayrıca cephe gerisindeki Ermeni nüfusun zorunlu göç ettirilmesine karar verilmiştir.383

Kafkas Cephesi’ne ait hatıralarda, bölgedeki Ermeni çetelerinin Rus ordusuna verdiği destek, Ermeni nüfusun ayaklanması ve Müslümanlara yönelik katliamlara ilişkin pek çok şahitlik yer alır. Aziz Samih İlter, ordudaki Ermeni askerlerin düşman tarafına firara meyilli olduğunu nakleder. Muharebenin daha başlangıcında birliklerdeki Ermeni erler kaçmaya ve düşman katılmaya başlamıştır. Hatta Ermeni doktorlardan bile kaçanlar olmuştur. İlter, Osmanlı ordusunun bunları kendi öz evlatlarından ayırmadığını, taburlarda onbaşı ve çavuşların oldukça fazlasının Ermenilerden nasb olunduğunu da ekler.384

379 Van Valiliği’nden Dahiliye Nezareti’ne yollanan 6 Kasım 1914 tarihli yazıda; “Gerek İran'da ve gerek Kafkasya'da Ruslarla beraber bulunan Ermeni çetelerinin Ruslara pîşdârlık vazifesini gördükleri anlaşıldı. Şu hâl Ermenilerin umumî bir kıyâm-ı muhtemeline delâlet (ettiği)” bildiriliyordu. (BOA, DH.ŞFR, 456/97)

380 Ermeni isyanların gerçekleştiği bölgeler şunlardır; Zeytun, Kayseri, Bitlis, Erzurum, Mamuretülaziz, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Ankara, Van, İzmit, Adapazarı, Hüdavendigâr, Adana, Halep, İzmir ve Canik. (E.Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, s.593-604.)

381 Erzurum valiliğinden Dahiliye Nezareti’ne yollanan 1 Kasım 1914 tarihli yazıda; “Bugünlerde gerek silah altından firar ederek [gerek] köylerde bulunan Ermenilerden birçok kimselerin Iğdır'da Surpen nâm şahsın teşkil etmiş olduğu çeteye iltihak etmek üzere Ekrâd'dan bazılarının delâletiyle Rusya'ya firar etmekte oldukları” bildiriliyordu. (BOA, DH.ŞFR, 445/128); Van vilayetinin 22 Kasım 1914 tarihli yazısında, Ermeni efrâddan firar ve düşmana iltihak edenler olduğu belirtilmişti. (BOA, DH.ŞFR, 450/132); Eleşkirt’deki hudut taburundan IX. Kolordu’ya gönderilen 20 Ekim 1914 tarihli yazıda, büyük kısmı asker kaçağı Ermenilerden oluşan yakşalık 8000 kişilik milis kuvvetinin Rus işgali altındaki Kağızman’da toplandığı istihbar edilmişti. (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, 83, (Mart-1983), s.15.)

382 Dahiliye Nezareti’nden vilayetlere gönderilen 1 Eylül 1915 tarihli yazıda, Urfa Amele Taburu’nun bir bölüğünde isyan eden Ermeni neferlerin kazma ve küreklerle bölük komutanı yüzbaşıyı ve bazı Müslüman neferleri öldürerek firar ettikleri bildiriliyordu. (BOA, DH.ŞFR., 55-A/11)

383 Osmanlı Hükümeti tarafından 23 Mayıs 1915 tarihinde Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerdeki Ermenilerin Musul vilayetinin güneyi ile Zor sancagı ve merkez kazası hariç Urfa sancagı, ayrıca Halep vilayetinin dogu ve güneydogusu ile Suriye vilayetinin dogusunda gösterilecek yerlere göç ettirilmesi ve barındırılması kararlaştırılmıştır. 27 Mayıs 1915 tarihinde ise “Tehcir Kanunu” olarak bilinen “Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun” Mebusan Meclisi’nde kabul edilmiştir. Buna kanuna göre; Ordu, bagımsız kolordu ve tümen kumandanları askeri nedenlerden dolayı veya casusluk ve ihanetlerini hissettikleri köy ve kasaba tebaasını tek tek veya toplu olarak diger bölgelere sevk ve iskân ettirebilecekti. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, III/3, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983, s.37-40.)

384 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.30.

93

1915 başında bölgeye gelen Rahmi Apak, Rus askerlerinin girdikleri ve girmek üzere oldukları bütün yerlerdeki Ermenilerin Rusları kurtarıcı olarak karşıladığını, Türkler aleyhinde katliamlar başladığını ve Ermenilerin Rus ordularına katıldığını yazar.385 Apak, Van’da gördüğü acı manzaraları ise şöyle nakleder; “Tatvan’a gelip Van gölü’nü bir deniz gibi seyrettiğimiz zaman, koca göl içersinde Ermeniler tarafından öldürülmüş erkek ve kadın Türklerin cesetlerini su üstünde şişmiş ve yüzer görmüştük. Ermeniler, tamamıyla kapalı olmayan cephe aralarında vızır vızır işlemekte ve Türk askeri kuvvetleri ve hareketleri hakkında Ruslara haber götürmekte idiler.”386 Apak’a göre, Van’da on binden fazla Müslüman Ermeniler tarafından katledilmiştir; “Bizim Birinci Seferi Kuvvetmizi takip ederek, Van bölgesine giren meşhur Ermeni Baratof Tugayı buradan çekilmeye çalışan Türk halkından on binden fazlasını öldürmüştü. Bunlardan bir kısmı kayıklara ve küçük gemilere doldurularak gölün ortasında suya atılmışlardı. Analar, babalar ve çocuklar birbirlerini görerek, feryatlar içinde gölün sularında boğulmuşlardı. Biz Tatvan’da ve Ahlat’ta gölün kıyılarına sürüklenip gelmiş olan bu cesetleri görüp ağlardık. Bu faciaya rağmen göç esnasında hastalık yüzünden ölüp kalmış Ermenilere acımaktan kendimi alamadım.”387

Ali Rıza Eti de, bölgedeki Ermenilerin Rus ordusuna katılarak, Müslüman köylülere saldırdıklarını vurgular.388 Eti, Kasım 1914’de Erzurum’un doğusunda bir köyde gördüğü manzarayı şöyle tasvir eder. Köy harap bir haldedir. Halkı Müslüman olan köyde kimse görülmemektedir, Sokaklarda parçalanarak atılan Kuran-ı Kerim sayfaları vardır. Köyün camisi ahır olarak kullanılmıştır. Köydeki bütün hayvanlar, sığır ve koyunlar süngülenerek katledilmiştir.389

Eti’nin hatıralarında, incelenen diğer hatıralarda karşılaşmadığımız bir konu aktarılır. Eti’ye göre, Ermenilerin hareketleri Türk neferlerde öfkeye yol açmış, bunun neticesinde Ermeni neferlerin “kazara” vurulması olayları görülmeye başlamıştır; “Harbin sonunda acaba Ermenilere bir şey yapılmayacak mı? Bunların ihanetlerini askerlerde anlamış olacaklar ki günde her taburdan üç beş Ermeniyi kazayla vuruyorlar.”390 Hatırat sahibi, kendisinin de bu öfkeye yenik düştüğünü itiraf eder;

385 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.101.

386 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.114.

387 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.150.

388 “Ateş hattının gerisinde bir zincir hattı oluşturmuşlar, yüzünü geri çevireni vuruyorlar. Cenaze ve yaralılarını arabalarla geriye naklediyor, naaşları büyük çukur yapıp dolduruyorlar. Bu angaryaları hep bizim köylü arabalarına çektirip Müslüman cenazelerini halince terk ediyorlar. Kısacası geçtikleri köylerde tutan dal bırakmayıp soyup soğana çeviriyorlar.” (A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.51.)

389 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.66.

390 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.104.

94

“Acaba harpten sonra da yine kardeş, vatandaş olacak mıyız? Kendi hesabıma hayır! İntikamımı almak benim için çok kolay. Hastanedeki Ermenilerden dördüne süblime içirerek öldüreceğim.”391 Eti, Ermeni neferlerin sıkça firar etmeleri nedeniyle, Enver Paşa’nın emriyle taburlardaki Ermenilerin ayrılarak mekkare hizmetlerine verildiğini söyler.392

İbrahim Arıkan, Çanakkale Cephesi’nde de benzer olayların yaşandığını aktarır. Bölüğündeki bir Ermeni nefer, silahı silerken ‘güya’ kazaen iki askeri vurmuştur. Arıkan’a göre bu olay, Ermeni askerlerin her fenalığı yapmaya, yani haince hareket etmeye karar vermiş olduklarının delilidir. Diğer birliklerde de Ermeni askerlerin fena hareketleri tezahür ettiğinden komutanlık, bütün Ermenileri silahsız olarak geri hizmetlerde, yani amele taburlarında istihdam edilmek üzere göndermiştir.393

Hatırat sahiplerinin ekserisi, uygulanan ‘tehcirin’ yerinde bir karar olduğu düşüncesindedir.394 Faik Tonguç, çoğu kere Rus birlikleriyle beraber hareket eden

391 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.135.

392 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.77.

393 İbrahim Arıkan, Osmanlı Ordusunda Bir Nefer, Bir Mehmetçiğin Çanakkale-Galiçya-Filistin Cephesi Anıları, (Yay.Haz.Selman Soydemir, Abdullah Satun), Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s.39.

394 Osmanlı ordusundaki yabancı subayların bu konuda değerlendirmelerini incelemek ilgi çekici olacaktır. Von Sanders, tehcir hakkındaki fikirlerini şöyle aktarır; “Türk iktidar sahiplerine bu nedenle haklı olarak yapılan bütün itham ve suçlamalar bir yana, hakşinas olmak isteniyorsa, aşağıdaki husus göz ardı edilmemelidir: Türklerin Ermeni siyasetini bu iktidar sahipleri icat etmemişlerdir. Onlar bu düşünce tarzı ile eğitilmiş ve büyümüşler ve hükümete düşman olan unsurları uzaklaştırırlarsa gelecek için yurtlarına vatanperver bir hizmette bulunacaklarına inanmışlardı. Kapitülasyonların kaldırılmasından beri hüküm süren ve ‘Türkiye Türklerindir’ sloganını doğurmuş olan coşkunluk da asapları germiş ve salim kafayla düşünmeyi engellemişti. Ermenilerin, çoğu kez istilacı Ruslarla işbirliği yapmış olmaları ve Müslüman halka birçok zulümde bulunduklarının ispatlanmış olması, birçok yerde tehcire vesile teşkil etmiştir. Tehcirin yapılması esnasında korkunç ve lanetlenmesi gereken kötülüklerin yapılması, üst makamların alınmasını istediği tedbirlerin şahsi nefret ve soygun hırsı ile öyle olması istenmeyen ve çok katı bir şekilde uygulanması şüphesiz alt kademelerin suçudur… Fakat anlaşılması mümkün olmayan husus, Alman subaylarının Ermenilerin kovuşturulmasına katıldıklarına dair olan Levanten iftiralarına geniş çevrelerde nasıl inanılmış olduğudur.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.211-212); Von Kress de tehcir kararını makul bulurken, uygulamada acı sonuçlar doğduğunu söyler; “Bu şartlar altında Osmanlı Hükümeti’nin memlekette bu gibi tehlikeli ve alçakça tertip edilmiş taarruzların daha fazla yayılması ve bir daha tekrarlanmasından kendini korumak için tedbirler alması sadece onun açıkça bir hakkı değil, aynı zamanda hükümetinin muhafaza ve devamı için de çok gerekli bir zaruretti… Her yaş ve cinsten milyonlarca kimsenin ikametgahlarından kaldırılarak yüzlerce kilometre uzakta çorak, iklim ve iktisadî şartlarına alışmamış oldukları sahalara sürülmesi ve şaki bir Bedevi halkının arasında yeni bir hayata başlayabilmesi biz Avrupalılar için tasavvur edilemez. Doğulu biri için ise bu tür idari tehcirler alışılmışın dışında ve gayrimümkün değildir… Tehcirden değil fakat bu tehcirin tarzından dolayı o vakit ki Türk idarecilerine ağır mesuliyetler yüklenir.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 150-151, 154); Joseph Pomiankowski, tehcir uygulaması konusunda çok olumusuz görüşlere sahip olmasına rağmen, Osmanlı yönetiminin buna mecbur kaldığını da kabul etmekten geri durmaz; “Fakat bu ikazlara rağmen Ermeniler, gene de Türkiye aleyhine hasmane devranışlarda bulunmaktan ve hatta Türk birliklerine karşı saldırmaktan hiç çekinmiyorlardı. Harbin başlamasından hemen sonra, Ermeni asıllı pek çok asker ile subay başlarında bir Ermeni mebusu ile sınırı geçtiler. Bundan sonra Ermeni gönüllü teşkilatına giridiler. Bu teşkil edilen birlikler, Rus cephesindeki sınırdan geçerek Müslüman halkın oturduğu Türk topraklarını kasıp kavurdular. Ayrıca Ermeni çeteleri, Osmanlı ordusunun arkasında kalan Türk karakollarına, nakliye araçlarına ve tecrid edilmiş birliklere baskınlar düzenliyorlardı. Türk hükümeti ve ordu kumandanlığı Ermeni halkının büyük bir isyan çıkaracağından

95

Ermenilerle karşı karşıya geldiklerini yazar ve “…ya bu Ermeniler tehcire tabi tutulmasalardı?” diye sorar. Harp başladığı zaman, Erzurum ve Sivas vilayetlerinde, yoğun nüfuslu büyük Ermeni köyleri olduğunu, iyi derecede silahlanmış bu köylülerin Osmanlı ordusunu arkadan vuracağını, birliklerin Ermeniler ve Rus ordusuyla, iki ateş arasında kalacağını ve Ermeni çetelerinin saldırıları sonucunda Müslüman halkın büyük zarar göreceğini söyler.395 Tonguç, Rus hatlarında çarpışan Ermenilerin ne harp hukuku, ne de insanlık kaidelerine hiçbir şekilde riayet etmediğine birçok kez şahit olmuştur. Yanlarında Rus askerleri bulunmadığı zaman, ele geçirikleri asker ve sivilleri işkence ederek katletmektedirler. Ağzı burnu kesilmiş, gözleri oyulmuş, cinsel organları kesilerek ağızlarına sokulmuş şehit subay ve erlerin sayısı az değildir. Rus subaylarının dahi bu vahşetten üzüntü duyduğunu da ekler.396

İ.Hakkı Sunata ise, 1917 yazında Erciş’te bir köyde gördüklerini şöyle aktarır; “İki nefere bir çukur kazdırmaya başladım. Bir insan kafatası çıktı. Başka bir yeri kazdırdım. Bir kadın başı saçlarıyla birlikte çıktı. Az bir miktar kazmakla on bir kafatası çıktı meydana. Aralarında erkek ve kız çocuk başları da var… Kazmakta devam etsem durmadan çıkacak. Vazgeçtim… Burada bir katliam yapılmış. Ölenler kim, öldürenler kim? Ermeni mi, Türk mü, Kürt mü? Bilinmiyor ki. Köyde tek bir adam yok.” 397 Sunata, takip eden günlerde İran’ın Kotur bölgesinde de benzer manzaralar gördüğünü aktarır; “Öğleye doğru Dilman şehrinde mola verdik. Bazı arkadaşlar şehre girmişler. Geri geldiler. ‘Berbat içerisi’ dediler. ‘Leş kokuyor. İnsan leşi. Ermenilerden Van’dan

endişe ediyordu. Gerçekten böyle bir hadise, Rusların yardımı ile Ermenilerin Türk birliklerine karşı saldırıya geçtikleri ve bu mücadelelerini aylarca sürdürdükleri Van’da ortaya çıktı.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.151); Hans Guhr, Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeni nüfus hakkında detaylı bilgi sahibi olmadığını itiraf etmekle beraber, Ermeni meselesinin dini ve etnik düşmanlıktan ziyade ekonomik eşitsizlikten kaynaklandığını iddia eder; “Bölgede yaşayan ve ekserisi kadın ve çocuklardan olan Ermeniler hakkında tam bir fikrim yok. Ama ayaklanmalarda Türkleri acımasız fanatik zalimler, buna mukabil Ermenilerin takibata uğrayan zavallı bahtsız Hıristiyanlar olduklarına dair Batı dünyasında çok yaygın olan kanaat her halükarda yanlıştır. Bana göre karışıklıkların dinle pek ilgisi yoktu. Anadolu’da hemen hemen tüm zanaatları ellerinde tutan, zeki, iş bilir ve çalışkan Ermeniler, onların yaptıkları işlere muhtaç olan Türklerden fahiş ücretler istemekle kalmıyor, üstelik her fırsatta onları kandırmayı seviyorlardı. Ermeniler böylece çok zengin oldular. Daha iyi evlerde oturuyorlardı; daha değerli atları ve develeri vardı; karılarının elbiseleri ve mücevherleri Türklerinkinden daha pahalıydı. Bu da Türklerin kıskançlığına ve hoşnutsuzluğuna sebep oluyordu. Dolayısıyla aileler ve köyler arasında, nihayet bütün ülkede çatışmalar çıktı. Hükümet gücünü ortaya koymak zorunda kaldı ve ağır cezalarda verildi. Üstelik iki tarafın din adamları da işe karıştı ve cemaatlerini kışkırttılar. Bu yüzden nefret arttı ve kavgalar daha kanlı oldu…” Guhr’a göre; “Ermeni meselesinde nasıl tavır alınırsa alınsın, İttihat ve Terakki hükümetinin bulduğu çözüm her halükarda yanlıştı. Ermenilerin tehciri, ülkenin adını kötüye çıkardı ve kendisine de çok zarar verdi. Çünkü Ermenilerin yaşadığı bir çok yer terk edildi, mevcut olan az sayıda tarla ıssızlaştı ve Anadolu’da zanaatkar kalmadı.” (H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.107-108.)

395 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.137.

396 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.140.

397 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.477-478.

96

kaçınca buraya gelmişler. Kim geçerse ellerine, kadın, erkek, kız ve çoluk çocuk dememişler, öldürmüşler.’ Ben de merak ettim, şehre girdim. O kadar feci ki, ark kenarlarında insanları boğazlamışlar. Şehir müthiş bir koku içinde, gezemedim, döndüm.”398

Şevket Süreyya Aydemir, 1917 sonunda Rus ordusunun çekilmesinden sonra yerlerini Ermenilerin aldığını söyler. Aydemir, bu andan itibaren harp kaidelerinin ortadan kalktığını, Ermenilerin geniş çaplı katliamlara giriştiğini aktarır.399 Aydemir, 1918’de Türk ileri harekatı geliştikçe, Ermeni çetelerinin daha da vahşileştiğini söyler. Ermeni ordusuna Taşnak komitecileri hakimdir. Bu komitenin bütün gayesi, sadece bir imha ve intikam savaşından ibarettir. Erzurum yolu üstündeki Evreni köyünde, kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmekle kalmamış, öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkanlarındaki etler gibi, duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştır. Cinis’te ise bütün köy halkı süngülenerek öldürülmüştür. Aydemir’e göre bütün bunları yapanlar adeta yaptıklarından zevk almaktadırlar.400

Kazım Karabekir, 1918 başında Erzurum’a doğru ilerlerken geçtiği köylerde Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlara şahit olduğunu aktarır; “Tarassut mevkiine hareketimden önce köyü dolaştım. Facianın en müthişi buradaydı. Süngülenmiş veya yakılmış cesetlerin başındaki ağlaşma ve bağrışmalar insanın tüylerini ürpertiyordu. Süngülenmiş memedeki çocukları kucağına almış bazı analar saçlarını yoluyorlardı. Sanıyorum ki yeryüzünde bu kadar feci bir sahneyi gören gözler pek mahduttur.”401

Karabekir, Mart 1918’de Erzurum’u geri aldığında ise korkunç bir manzarayla karşılatığını yazar. Şehrin içi çok fena bir haldedir. Erzurum sahra demiryolu istasyonu, sanki ölülerini dışarı fırlatmış bir mezarlıktır. Binaların içi yanmış Türk cesetleriyle doludur. Kars Kapısı’ndaki kale mahzenleri de, katledilmiş sivillerle dolmuştur.402 Halil (Kut) Paşa da, Türk ordusu Eylül 1918’de Bakü’ye girdiğinde gördüğü feci manzaraları

398 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.483.

399 “Çar ordusu dağıldı. Fakat onun yerini her tarafta, Rus ordusunun silahlarına konan, bazı döküntüleri de toplayan Ermeni birlikleri aldı. Ermeni kıtalarının karşımızda yer almasıyla beraber harp, artık harp olmaktan çıktı. Devam eden şey artık bir harp değildi. Harbin karşılıklı bütün kaideleri ortadan kalktı. Ermeni birlikleri, bir taraftan cephede savaşmaya çalışırken, bir taraftan, işgal ettikleri sahada kalan yerli sivil Türk halkı üstünde geniş bir kaatil ve imha işine girişmişti. Hem düşmanı sürmek, hem de içeride kalanları bir an öce kurtarmak lazımdı. Aramızdaki savaş artık kör ve aman bilmez bir boğazlaşmaydı.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.125.)

400 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.129-130.

401 Kazım Karabekir, Erzurum ve Erzincan’ın Kurtuluşu, Karbon Kitaplar, İstanbul, 2019, s.155.

402 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.677-678; Justin McCarthy’e göre Erzurum ve çevresinde katledilen Müslüman sayısı 8 bini bulmuştur. (Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, s.222.)

97

hatıratında aktarır.403 Justin McCarthy’e göre bu dönemde Bakü’de 8 ile 12 bin arasında Müslüman öldürülmüştür.404

Abdülhadi Altan, 1918 baharında Bayburt’tan Kars’a giderken şahit olduğu manzaraları şöyle not eder; “Ermeniler buradaki İslamların kısm-ı azamını ambarlara doldurarak ihrak ve suret-i saire ile imha etmiştir… Ermeniler buraya tasavvur edilmez derecede mezalim yapmışlardır… Ermeniler bu civardaki bütün İslam köylerini yakmış ve yıkmış, ahali-yi İslamı katl ve imha etmiştir… yine bir çok harap köylerden geçerek Ağavere geldik. Burası İslam köyüdür. Ahalisini Ermeniler yakmış, kesmiştir… Akşam Erzani’ye geldik. Şimdi buradayız. Burada Ermeniler erkek namıyla kimse bırakmamışlardır. Hepsini samanlıklara doldurmak suretiyle ihrak ve imha etmişti. Bununla beraber tekmil mevaşi ve inekleri kurşuna dizmiş, binlerce mevaşi laşesi (leşleri) vardır. Bu kıtalı gören kan ağlamamak kabil değildir… Vay zavallı İslamlar… Bu gece Çamurlu’da kaldık. Bu köy ahalisi kısmen Ermeniler tarafından katledilmiş köy kısmen harap olmuştur. Sokaklarda leş çoktur.”405

Harbin sonunda Türk ordusunun Kafkaslardan çekilmeye başlaması üzerine bölge halkında büyük bir korku ortaya çıkmıştır. Bölge halkı asker çekildikten sonra Ermenilerin kendilerine yapacağı eziyetlerden kaygı duymaktadır. İ.Hakkı Sunata, bölge halkının “Siz giderseniz biz ne olacağız?” soruları karşısında yaşadığı çaresizliği aktarır.406 Şevket Süreyya Aydemir de, mütareke ile Kafkaslardan çekilirken halkın “Bizi kime bırakıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diya feryad ettiğini yazar.407

403 “Bu sırada sokaklarda Ermeniler tarafından katledilmiş bulunan yerli Türk halkının cesetleri toplanıyor ve yüzlerce çocuk, genç ve ihtiyar kadın, erkek kendileri için kazılan mezarlarındaki son uykularını terkediyorlardı. İnsanlığın gördüğü vahşetlerden birisi de İngilizlerin işgaleri altında bulunan Bakü'de Türk halkına karşı Ermeniler tarafından gösterilmiş bulunan bu vahşettir.” (İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete Birmeyen Savaş, (Yay.Haz.Taylan Sorgun), Kamer Yayınları, İstanbul, 1997, s.229)

404 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, s.244.

405 Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.177-185.

406 “Halkı hep Müslüman ve Türk ve hepsi derin korku içinde. ‘Siz giderseniz biz ne olacağız?’ diyorlar. Ermenilerden çok korkuyorlar. Halkın bu suali karşısında içim burkuldu. Bile bile yalandan onları teselliye çalıştım. İnsanın yüzüne öyle hüzünlü ve acı bir bakışları var ki… Buraları bırakacak olduktan sonra keşke gelmeseydik diyorum. Hakikaten bu halkı Ermenilerin eline bırakmak çok feci olacak… Bir köy muhtarı on beş yaşında olan kızını doktora nikahlamak istiyormuş. ‘Siz giderseniz Ermeniler bunları kasten berbat edecekler. Hiç olmazsa bir Müslüman tarafından kızlığı bozulmuş olsun’ diye yalvarmış. Ne acı talih.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.583-584.)

407 “Aradan biraz zaman geçince gelen ikinci bir emir de, fethettiğimiz yerlerin, tayin edilecek gün ve saatte adım adım Ermeni kıtalarına teslim edilmesi, çekilişin gece ve yerli Türk halkından habersizce yapılması bildiriliyordu. Öyle ki, akşam bizim bayraklarımız altında uykuya dalan şu kurtardığımız Türkler sabah olunca gözlerini yabancı ve katil bir süngünün gölgesinde açacaktı… Yollar, atlı, yaya, genç, ,htiyar, kadın, erkek insanlarla dolmuştu. Hepsi de asker kollarının yanı sıra koşuyor, ağlıyor, yırtınıyor, feryad ediyorlardı:‘-Bizi kime bırakıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?’ ” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.143-146.)

98

Hüseyin Fehmi Genişol ise oldukça farklı bir olay aktarır. Irak Cephesi’ne giderken Halep’te bir köyde, memleketi Adapazarı’ndan göç ettirilmiş Ermenilere karşılamıştır; “Burada adalı Ermenilerle görüştüm. Kafirler derhal boynuma sarılarak ‘Hamdolsun, senelerden beri insana yakın olan hemşerilerimizden seni gördük’ dediler. Bu kadar vahşi Arapların elinde ağlayıp inliyorlardı. Bir dükkana davet edildim. Ellerinde bulunan bir takım yemek, karpuz ve üzüm yedirdiler. Gideceğim zaman mazur görülmelerini rica ettiler ve tekrar gelmemi söylediler. Köy dışına çıkınca uğurlar olsun diyerek geri döndüler.”408

Ermenilere yönelik olumsuz gözlemler Kafkas Cephesi’yle sınırlı değildir. Esir düşen askerler de Ermenilerin düşmanca davranışlarına şahitlik etmiştir. Irak Cephesi’nde Nisan 1916’da İngilizlere esir düşen Taşköprülü Mehmet Efendi, İngilizlere tercümanlık yapan bir Ermeni ile ilgili şu gözlemleri aktarır; “Bana tercümanlık eden, Mardinli bir Ermeni’ydi ki şu hal beni pek çok düşündürdü. Tercümanın bana öyle bir bakışı vardı ki adete bizim esaretimizden keyifleniyordu.”409 Filistin’de 1918’de esir düşen İbrahim Arıkan da, İngilizlerin yanındaki Ermeni tercümanların düşmanca tavırlarından söz eder; “Yüzünden kin ve lanet akıyordu. Türklerden intikam almak memlinde olduğu ortaya çıkmıştı. Her fırsatta hakaretamiz kelimeler sarf etmekten geri kalmıyordu. ”410 Yarbay Hasan Yetimi Bey’in, Bellary esir kampıyla ilgili raporunda Ermeni tercümanların kötü davranışlarıyla ilgili bilgiler yer alır; “Esirleri bunaltmak için ellerinden gelen kötülüğü yapma konusunda kesinlikle fırsat kaçırmamış, esirlerin özel haberleşmelerini ertelemiş veya kesintiye uğratmışlardır.”411

VI- Değerlendirme

Kafkas Cephesi’nde dört yıl süren çetin muharebeler, bölgenin zorlu coğrafyası ve sert iklimiyle birleşince, Türk askerinin harp deneyiminde derin izler bırakmıştır. Bu izler, çarpıcı tasvirlerle hatıralarda aktarılmıştır. Harp boyunca cephenin karakterini belirleyen olgular; zayiat oranlarının yüksekliği, lojistikte ve sağlık hizmetlerindeki sıkıntılar olmuştur.

408 Hüseyin Fehmi Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a Esaretten Kurtuluş Savaşı’na, Cephede Sekiz Yıl Sekiz Ay (1914-1923), (Yay.Haz.Mustafa Yeni), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.52.

409 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.63-64.

410 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.236.

411 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.113.

99

Demiryolu ve karayolu eksikliği, Osmanlı Devleti’nin harp ettiği tüm cephelerde ikmal ve ulaştırma faaliyetlerinde büyük aksaklıklara yol açmıştır. Kafkas Cephesi’nde ise durum çok daha kötüdür. Zira, Ankara’nın doğusuna uzanan demiryolu hattı mevcut değildir. Mevcut karayolları bakımsız ve kullanılmaz haldedir. Otomobil bulmak bir mucize olarak görülmektedir. Bu koşullarda ulaştırma ancak hayvanlarla ve kağnı arabalarıyla sağlanabilmiştir. Batıdan Kafkas Cephesi’ne sevk edilen birlikleri zorlu bir yolculuk beklemektedir. Trenle Ulukışla’ya gelen askerler, buradan cepheye kara yoluyla Kayseri-Sivas-Erzincan üzerinden ulaşabilmiştir. Bu yolculuk yaklaşık iki ay sürmekyedir. Kafkas Cephesi’ne giden pek çok askerin hatıratında, bu yolculuk ve çekilen sıkıntılar detaylı anlatılır.

Hatıralarda cepheyle ile ilgili öne çıkan hususlardan biri, askerin hiçbir şekilde uygun donanıma sahip olmadığıdır. Ayrıca iaşe ve sağlık hizmetleri de düzgün şekilde yürütülememiştir. Bu nedenle, zayiat oranları çok yüksek olmuş ve birlikler süratle erimiştir. Kayıpların küçük bir kısmı muharebeler esnasında düşman ateşiyle gerçekleşirken, büyük kısmını firariler, donanlar, açlık ve hastalıktan ölenler oluşturmuştur.

Sıhhi koşulların bozukluğu ve yetersiz beslenme sonunda salgın hastalıklar ortaya çıkmış ve kısa zamanda cepheyi sarmıştır. Sarıkamış Harekatı sonrası, başta tifüs olmak üzere pek çok salgın hastalık yayılmış, gerek asker gerekse sivil pek çok insan hayatını kaybetmiştir. Geri çekilen ordunun getirdiği hastalıklar, bölge halkını adeta kırıp geçirmiştir.

Cephede yaşanan mağlubiyetler, ordu kadar halkın üzerinde de yıkıcı bir etki yapmıştır. Birliklerin geri çekilmesi ve Rus ordusunun ilerlemesi ile bölgedeki Müslüman halk Anadolu içlerine doğru göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç, zorlu iklim ve coğrafya koşullarında, büyük kayıplara yol açmış ve çok acı manzaralar ortaya çıkmıştır. Nitekim Van, Bitlis, Erzurum gibi illerde yaşayan Müslümanların % 40’ı kıtlık, açlık, hastalık ve Ermeni çetelerinin katliamları sonucunda hayatını kaybetmiştir.

Kafkas Cephesi’ne ait hatıralarda, bölgedeki Ermeni çetelerinin Rus ordusuna verdiği destek, Ermeni nüfusun ayaklanması ve Müslümanlara yönelik katliamlara ilişkin pek çok şahitlik yer alır. Ordudaki Ermeni askerlerin düşman tarafına firara meyilli olduğu ve henüz harbin başlangıcında Ermeni erlerin Rus hatlarına kaçmaya başladığı vurgulanır. Bu nedenle birliklerdeki gayrimüslim neferler cephe gerisinde Amele Taburları’na toplanarak geri hizmete alınmıştır. Hatırat sahiplerinin ekserisi, uygulanan ‘tehcirin’ yerinde bir karar olduğu düşüncesindedir.

100

Nitekim harp gazisi Hasan Remzi Fertan, Kafkas Cephesi’yle ilgi çarpıcı bir tanımlama yapmış ve cepheyi bir mezbahaya benzetmiştir; “…Kafkas Cephesi, Birinci Cihan Harbi’nde mezbahayı andırdı, giden gelmez cephesi oldu. Açlık, soğuk, cehalet orduyu, orduları boğdu, eritti… Şark Cephesi bir muharebe cephesi değil, binlerce insanın sefalet, ızdırap ve mahrumiyet içinde kıvranarak öldürüldüğü bir mıntıka idi.”412

B- HATIRALARDA ÇANAKKALE CEPHESİ

I- Çanakkale Cephesi’nde Harbin Seyri

Çanakkale Harekatı’na yol açan süreç, Kafkaslarda gerçekleşen Türk taarruzu karşısında kaygıya kapılan Rusya’nın İngiltere’ye başvurusu ile başlamıştır. Çar, 2 Ocak 1915’te İngiltere’nin Saint Petersburg Büyükelçisi’nden, Osmanlı Ordusu’na karşı karada veya denizde bir askeri gösteride bulunarak Kafkas Cephesi’nden asker çekmeye zorlamalarını istemiştir. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener, bu teklifi olumlu karşılamış ve Çanakkale Boğazı’na yönelik bir deniz saldırısı planlanmıştır. Kafkaslar’daki Türk taarruzu Ocak 1915 ortasında kırılmasına rağmen, Londra bu plandan vazgeçmemiş ve bir İtilaf Donanması, Boğazı geçerek İstanbul’u almak üzere Çanakkale’ye gönderilmiştir.413

Çanakkale Cephesi’nin açılmasında belirleyici olan faktör, Batı Cephesi’nde oluşan denge durumu olmuştur. Burada kısa vadede sonuç almak mümkün görünmüyordu. Bu çıkmaz ancak, yeni müttefiklerle ve yeni açılacak cephelerle giderilebilirdi. Bu koşullarda, zaferin kilidinin Balkanlar’da açılabileceği fikri öne çıkmıştır. Balkan devletlerinin İtilaf safına katılmasının yolu ise İstanbul’un ele geçirilmesi ve Rusya ile deniz bağlantısının sağlanmasından geçiyordu. Zira Rus savaş sanayii, harbin muazzam yükünü kaldırabilecek durumda değildir. Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması, harbe girmek için galip gelecek tarafı kestirmeye çalışan Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’ı ikna edebilirdi. İtilaf Devletleri bu sayede, Avusturya-Macaristan’ın açık olan güney sınırında büyük bir kuvvet oluşturabilirdi.414

412 Hasan Remzi Fertan’ın Harp Hatıraları, s.61.

413 C.E.Aspinall Oglander, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekâtı: Seferin Başlangıcından 1915 Mayısına Kadar I, Arma Yayınları, İstanbul, 2005, s.76; D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.108.

414 Carl Mühlman, Çanakkale Savaşı, Bir Alman Subayının Anıları, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.53; H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.63-64.

101

Çanakkale Boğazı’na yönelik ilk saldırı 3 Kasım 1914'te gerçekleşmiş, İngiliz-Fransız birleşik filosu tarafından boğazın girişindeki tabyalar bombalanmıştır. Bu bombandırmanın amacı askeri olmakdan ziyade siyasidir ve müttefiklerin Osmanlı Devleti’ne savaş ilanını temsil etmiştir.415 Boğaza yönelik asıl saldırı, boğazın deniz yoluyla geçilmesi kararını müteakip 19 Şubat 1915’de başlamıştır. Bu tarihten itibaren İtilaf Donanması boğaz tahkimatlarını tahrip etmek ve mayınları temizlemek için harekâta başlamıştır.416 Amiral Carden komutasındaki filo 18 Mart 1915’de boğazı geçmek için taarruz etmiş,417 ancak Osmanlı savunmasının etkili atışları ve mayın hatlarının temizlenememesi nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmıştır.418 Bu girişim müttefiklere çok pahalıya mal olmuş, üç zırhlı batarken dört gemi muharebe edemez duruma gelmiştir. İtilâf Donanması’nın savaş gücünün yaklaşık üçte biri yok olmuş; Fransız Bouvet, İngiliz Irresistible ve Ocean zırhlıları batmış; İngiliz Inflexible, Fransız Suffren ve Gaulois zırhlıları görev yapamayacak şekilde ağır hasara uğramıştır. Ayrıca iki muhrip ve yedi mayın tarama gemisi de batmıştır.419

Boğazı denizden geçme girişiminin başarısız olması üzerine Londra’daki savaş kabinesi bir çıkarma harekatı planlamıştır. Bu plana göre karaya çıkan birlikler tabyaları susturarak boğaz tahkimatını ele geçirecek ve donanmanın boğazı geçişini emniyete alacaktır. Londra bu harekat konusunda çok iyimserdir ve büyük beklentiler içine girmiştir.420 Müttefik çıkarması 25 Nisan 1915’de başlamış, yarımadanın güney ucunda

415 F.Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi II, s.143.

416 Müttefik Deniz Kuvvetleri, Boğaza karşı ilk büyük harekâtını 19 Şubat 1915’de yapmıştır. 25 Şubat ve takip eden günlerde bu harekât tekrarlanmıştır. Birleşik filonun bu taarruzları 18 Mart’a kadar sürmüş ve boğaz girişinde bulunan tabyalar imha edilmiştir. (Ayhan Cankut- Erdoğan Şimşek, “Çanakkale Savaşları’nın Deniz Cephesi”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.133-138.)

417 Boğazı zorlayan birleşik filonun komutanı Amiral Carden sonuçtan çok emindir. 2 Mart 1915’de Amirallik Birinci Lordu Churchill’e gönderdiği telgrafta “14 gün sonra İstanbul’dayız” demiştir. (Victor Rudenno, Gelibolu Denizden Saldırı, İstanbul, 2009, s.46.)

418 8 Mart 1915’de Nusret Mayın Gemisi tarafından Karanlık Liman’da sahile paralel olarak dökülen 26 mayın harekâtın sonucuna büyük etki yapmıştır. Nitekim Fransız Bouvet zırhlısı ile İngiliz Irresistable ve Ocean zırhlıları bu mayınlara çarparak muharebe dışı kalmıştır. (A.Cankut- E.Şimşek, “Çanakkale Savaşları’nın Deniz Cephesi”, s.140-148)

419 Figen Atabey, “Belgelerle 18 Mart 1915”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu…, s.171.

420 Akdeniz Seferi Kuvvetler Komutanı Ian Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’ın Çanakkale’ye yönelik bir harekâttan çok umutlu olduğunu aktarır. Hamilton’a göre, Kitchener çıkarmaya gerek dahi kalmayacağı, donanmanın taarruzu ile boğazın geçileceği kanaatindeydi; “Kitchener, ‘fakat’ dedi, ‘harekâta bu sayının yarısı bile yetecektir. Türkler zaten cephede meşguller; bu derece bir kuvveti dahi karaya çıkarmamız gerekmeyecek ümit ederim. Şayet böyle bir kitle çıkartması icap ederse, kuvvetli bir donanma arkanızda, birinci destek faktörü olarak, seçtiğiniz zaman ve mevkide yer alacaktır.’ ” Lord Kitchener, böyle bir başarının Batı Cephesi’nde yaşanan kilitlenmeyi çözeceği ve İtilaf zaferine giden yolu açacağına inanıyordu; “Kitchner şöyle diyordu: ‘Donanma, Çanakkale Boğazı’nı aşar, İstanbul kendiliğinden teslim olur ve siz başarıya ulaşırsanız, bu bir muharebemin değil, bir harbin galibiyeti

102

Seddülbahir bölgesi ve batıda Arıburnu bölgesi çıkarma yeri olarak seçilmiştir.421 Saros Körfezi ve Anadolu kıyısında ise aldatma hareketleri yapılmıştır.422 Osmanlı kuvvetlerinin kıyıları zayıf tutması nedeniye çıkan birlikler ilerleme ve kıyıbaşını tutma imkanı yakalamıştır.423 Buna rağmen Osmanlı askerinin çetin savunması ve şiddetli

olacaktır.’ ” Esasında Ian Hamilton da, kendisini benzer bir iyimserlikten kurtaramamıştı. Çıkarmadan on gün önce 16 Nisan 1915’de günlüğüne şunları yazmıştı; “Mağrur Enver Paşa’nın, bizimle alışverişi çok kısa sürecektir ve İmparatorluğun kalbine çok yakın bir yerde ayağımızı karaya basarsak, taarruza başladığımızıdan en çok bir hafta sonra, İstanbul caddelerinden geçişimizi bir muzaffer kumandan olarak değil, esirler safında seyredecektir.” (Ian Hamilton, Gelibolu Günlüğü, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972, s.11, 19, 82-83.)

421 Seddülbahir bölgesine çıkan İngiliz tümeninin ilk hedefi Alçı Tepe, Arıburnu’na çıkan Anzak kolordusunun hedefi ise Kabatepe üzerinden Conkbayırı-Kocaçimen bölgesiydi. Nitekim iki kuvvet birleşerek Kilitbahir platosunu ele geçirecek ve Türk savunması çökertilecekti. (Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi (25 Nisan 1915-04 Haziran 1915), C.V, Kitap 2, Gnkur. ATASE D. Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2012, s. 8-11.)

422 Tanıklıklar çıkarma yerinin tespiti konusunda V. Ordu Komutanı Von Sanders’in başarısız olduğunu ortaya koyar. Von Sanders, çıkarma haberini alır almaz süratle Bolayır’a gittiğini, Esat Paşa’nın bizzat yanına gelerek düşman çıkarmasının yarımadanın güney ucundan yapıldığını bildirmesine rağmen gün boyu orada kaldığını yazar; “Ben şimdilik Bolayır’da kalmak zorundaydım, çünkü yarımadanın bu kısmının serbest kalması çok önemliydi.” General, yarımadanın güneyinden sürekli çıkarma haberlerini geldiğini ve kendisinin de Saros’da ki harekâtın bir gösteri çıkarması olduğundan şüphelendiğini yazar. Buna rağmen ertesi sabaha kadar bölgede kalmayı tercih eder; “Saros Körfezi’nde bizim kesimimize düşmanın bir gösteri yaptığı fikri gitgide güçlenmişti… Saros Körfezi’nde bir gece çıkarması ihtimaline karşı, ertesi sabaha kadar Bolayır tepesinde kaldım.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.94); Selahattin Adil Paşa’ya göre, yığınaklanma döneminde en önemli problem düşmanın esas çıkarma yerlerinin doğru olarak tespit edilmesiydi. Ancak Von Sanders, bu konuda hatalı bir düşünceye kapılmıştı; “Liman Paşa galiba genelkurmayın da görüşlerine dayanarak düşman çıkarmasının Saros Körfezi veya Beşike kıyılarına yapılacağına inanmış ve Anafarta çıkarmasına kadar bunda ısrar etmişti.” (Çanakkale Hatıraları I, (Haz.Metin Martı), Arma Yayınları, İstanbul, Kasım, 2001, s.141.)

423 5. Ordunun Alman komuta heyeti ile Türk komutanlar arasında savunma düzeni konusunda önemli fikir ayrılıkları mevcuttu. Von Sanders’e göre Türk birliklerinin boğaz sahillerini kuvvetli şekilde savunmak için dağıtılması yanlıştı; “Mevcut beş tümenin 26 Mart’a kadarki konumlarının tamamen değiştirilmesi gerekiyordu. Şimdiye kadar… tüm sahil boyunca tamamen farklı bir prensibe göre dağınık olarak yerleştirilmişlerdi. Karaya çıkan düşman her yerde biraz direnişle karşılaşacaktı, ama geride bırakılan kuvvetler güçlü ve enerjik bir ilerleyişi durduramayacaklardı. Her tümenin kuvvetlerini bir arada tutmasını ve kesimlerinde, sahile ancak çok gerekli emniyet kuvvetlerini sürmelerini emrettim. Ne olacaksa olsun nihai zafer için yegane çare, zayıf kuvvetlerimizle bir yerde çakılıp kalmak değil, üç muharebe grubunun hareketliliği idi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.91); Hans Kannengieser, savunmanın teriplenmesi konusunda Von Sanders ile aynı kanaatte olduğunu yazar; “Çanakkale Boğazı’nın hem Avrupa hem de Asya atarflarında uzanan kıyı şeridinin tümünü tutmak imkansızdı. Mevcut kuvvetler… bunun için yeterli değildi. Ayrıca, ‘her yeri savunan kişi, hiçbir yeri savunamaz.’ Şimdiye dek birlikler bu kadim plana göre kullanılmıştı ve beş tümenin mevcut birlikleri tıpkı eski günlerin sınır bekçileri gibi kıyı üzerinde dağıtılmıştı. Bu gözleme görevinin uzun süresi sonucunda birlikler miskinleşmişlerdi. Buradaki yapılanmada daha enerjik değişimler gerekliydi.” ( H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.118); Türk komutanlar ise kıyının kuvvetli şekilde tutulmasına taraftardı. Çanakkale Müstahkem Mevkii Kurmay Başkanı ve müteakiben 12. Tümen komutanı olan Selahattin Adil Paşa, bu konudaki görüş ayrılığını şöyle aktarır; “Liman Paşa savunmanın Anadolu tarafından Menderes Çayı gerisine kadar çekilmek ve sonra karşı saldırı ile düşmanın denize dökülmesini düşünüyor ve kıyıların zayıf kuvvetlerle gözetlenmesini yeterli buluyordu. Halbuki müstahkem mevkii genelinde savunmanın kıyıdan başlamasını uygun görerek çıkartmayı muhtemel gördüğü kıyı kısımları boyunca piyade siperleri yaptırmış, Kabatepe’de bir dayanak noktası kurmuş ve kumsalları tel örgülerle çevirmiş, bazı topçu yerlerini saptamış ve hazırlamıştı.” (Çanakkale Hatıraları I, s.141); 27. Alay Komutanı Şefik Aker de, Selahattin Adil’le aynı fikirdedir; “Karaya ayak bastırmamak için düşmanı deniz kenarında karşılamak meselesine gelince; denizin müdafiiler lehine yaratacağı ve emin edeceği vaziyetten dolayı çok az bir kuvvetle başarı sağlanabileceği kanaati kuvvetliydi…. Bu sebepten dolayıdır ki, 5. Ordu’nun oluşumunan önce Boğazın karadan savunulması sorumluluğunu üzerinde taşıyan Türk

103

karşı taarruzları sayesinde müttefik ilerlemesi durdurulmuş ve kıyıya geri sürülmüştür.424 Ancak işgalcileri kıyıdan sökmek mümkün olmamıştır.425 Temmuz sonuna gelindiğinde müttefikler çok büyük zayiatlara rağmen kıyıdan ancak birkaç kilometre içeri girebilmişler ve hiçbir hedefi ele geçirememişlerdir.

Çanakkale cephesinde verilen büyük zayiat karşılığında başarı elde edilememesi İngiliz kamuoyunda rahasızlık yaratmış, Londra’daki savaş kabinesi yeni bir çıkarma harekatıyla düğümü çözmeye karar vermiştir. Anafartalar ve Suvla bölgesinde gerçekleşecek olan çıkarma 6 Ağustos 1915’de başlamıştır. Yarımadanın en hakim noktası olan Kocaçimen Tepe’yi ele geçirmek yapılan taarruz, Mustafa Kemal komutasındaki Anafartalar Grubu tarafından durdurulmuş ve bu girişim de boşa çıkartılmıştır.426

komutanları bilhassa Maydos mıntıkasının Arıburnu ve emsali çıkarma sahalarına hakim noktaları kuvvetli bulundurmak ve buralarda düşmanı deniz kenarında karşılamak tarzındaki savunmayı kabul etmişlerdi… Hangi tarafın haklı olduğunu olaylar göstermiştir. 25 Nisan 1915 çıkarma muharebeleri Türklerin lehine kazanılmış başarılar kaydetmesine rağman orkomutanlığın bu mıntıkada tatbik ettirdiği savunma tarzını çürütmüş ve belki başka cephelerde dökülecek olan iki tarafın kanının sekiz ayda Gelibolu yarımadasının topraklarında akması sonucunu vermiştir.” (Çanakkale Hatıraları I, , s.197-199); Mustafa Kemal Paşa, Ruşen Eşref Ünaydın’a verdiği mülakatta aynı görüşleri dile getirmiştir; “Benim kanaatime göre düşman çıkarma teşebbüsünde bulunursa iki noktadan teşebbüs ederdi: Biri Seddülbahir, diğeri Kabatepe civarı!... Ve benim görüşüme göre düşmanı karaya çıkartmadan bu sahil parçalarını doğrudan doğruya müdafaa etmek mümkündü. Bundan dolayı alaylarımı, böyle sahilden müdafaa edecek surette yerleştirdim. Bu vaziyet takriben Şubat 1330 (1915)…” (Çanakkale Hatıraları III, , s.19.)

424 Arıburnun’dan Conkbayırı’na doğru süratle ilerleyen Anzak birlikleri, kendi inisiyatifiyle hareket geçen 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in karşı taarruzuyla durdurulmuş ve muharebenin çok kritik bir aşaması atlatılmıştır. (E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.11); Von Sanders’in emir subayı Binbaşı Erich P. Prigge şöyle yazar; “Mustafa Kemal, bu gün erkenden kurmaylarıyla birlikte Kocaçimen Dağına çıkmış, Arı Burnu ve Kaba Tepe’deki çıkarmayı gözleriyle görmüştü. Durumun önemini kavrayarak, buyruğundaki bir alayı, bir dağ topu bataryasını Kocaçimen Dağı’na gödermişti. Bu dağın ele geçirilmesiyle, düşmanın Maydosa doğru ilerleyeceğini ve çok önemli olan Boğaz egemenliğini eline geçireceğini doğru olarak görmüştü.” (Erich R. Prigge, Liman Von Sanders Paşa’nın Emir Subayı Binbaşı Erich P. Prigge’nin Çanakkale Savaşı Günlüğü, (Yay.Haz.Bülent Erdemoğlu), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.73.)

425 Von Sanders, kıyı başı tutan İtilaf birliklerini kıyıdan sökmek için pek çok taarruz icra edildiğini, bu taarruzların süratle geliştiğini, ancak düşman gemilerinden açılan topçu ateşinin kesin sonuç almaya imkan vermediğini söyler; “Her seferinde de gemi toplarının gün ağarırken başlayan kahredici ateşi, Türk askerlerini mevzilerine geri çekilmeye mecbur etti.” Sanders’e göre, donanmanın ateş desteği, çıkarmanın kaderinde belirleyici rol oynamıştı; “Çanakkale Savaşı, Dünya Harbi’nin bir kara ordusunun sürekli olarak bir düşman ordusuna ve donanmasına karşı savaşmak zorunda olduğu yegane büyük savaşıydı. Bu nedenle, düşmanın harp gemilerinin topçu ateşinin, karaya çıkardıkları ordu için olağanüstü bir destek olduğunu burada vurgulamak gerekir. Karadaki hiçbir ağır topçu yerini çabucak değiştiremez ve gemilerdeki ağır topların yaptığı gibi düşmanı arkadan ve yanlardan vuramaz. Bir de bu gemi topları, kendileri ateş altında olmadan, atışlarını poligondaymışcasına yönlendirebilmekteydiler.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.102.)

426 Sanders, Anafarta çıkarması karşısındaki başarının önemini şöyle özetler; “Anafarta çıkarması, büyük çapta girişilmiş bir teşebbüstü. Amaç, müttefiklere karayoluyla Çanakkale boğazını açmak ve aynı zamanda 5. Ordu’yu tecrit etmekti. Çanakkale Savaşı, Anafarta çıkarması ile İngilizler tarafından istenen sonuca ulaşsaydı, müstahkem mevkinin pek az cephanesi olan Boğaz’daki bataryaları kısa zamana susturulurlardı. Sonra Boğaz’daki mayınlar temizlenirdi ve muzaffer İngiliz ordusu ile müttefik filonun İstanbul’a karşı müşterek bir harekâtta bulunması için önemli bir zorluk kalmazdı.” (L.v.Sanders,

104

Her iki çıkarma harekatından da sonuç elde edilememesi müttefiklerin direncini kırmış, kasım ayının başlarından itibaren yarımadayı tahliye planları yapmaya baslanmıştır. Nitekim 19 Aralık 1914’de Arıburnu ve Anafartalar bölgeleri boşaltılmış, Seddülbahir bölgesinde kalan birlikler ise 8 Ocak 1915’de yarımadayı tahliye etmiştir.427 Çanakkale Muharebeleri’nde Osmanlı Ordusu’nun zayiatı yaklaşık 57 bini şehit olmak üzere 218 bine ulaşmıştır. İngiliz zayiatı 205 bin, Fransız zayiatı ise 49 bin civarındadır.428

II- Muharebe Ortamı

Çanakkale Cephesi, Osmanlı ordusunun harp ettiği diğer cephelerden farklı özellikler göstermiştir. Çok dar bir alan içine sıkışmış büyük birliklerin karşıya karşıya gelmesi, muharebelerin karakterinde belirleyici olmuştur. Çok iyi tahkim edilmiş mevzi hatlarına karşı yapılan kitle taarruzları, süngü muharebeleri ve donanma atışlarının yıkıcı etkisi zayiatın çok fazla olmasına neden olmuştur. Nitekim siper muharebeleri, Batı Cephesi’ndekine benzer bir savaş alanı yaratmıştır. Carl Mühlman’a göre, birliklerin çok dar bir alana sıkışması ve derinliğine savunma imkanı olmaması sonucunda, Batı Cephesi’ne göre daha zorlu muharebe şartları oluşmuştur. Toprak kaybetme konusunda Batı Cephesi’nde bile belli bir esneklik varken, Çanakkale’de hiçbir esneklik yoktur. Her karış toprak, kaç askerin canına mal olursa olsun savunulmalı, kaybedilen hatlar karşı taarruzlarla muhakkak geri alınmalıdır.429

Türkiye’de Beş Yıl, s.126); Mustafa Kemal’in bağlı bağlı olduğu Kuzey Grubunun Kurmay Başkanı olan Fahrettin Altay ise şunları söyler“9 Ağustosta Mustafa Kemal, Anafartalar’a gelen kuvvetleri bölgeye gelen İngilizler karşı tertip ve düzenledikten sonra 10 Ağustos’ta Conkbayırı’na gelmiş, oradaki kuvvetleri de tertipleyerek bir saldırıyla İngilizleri geri atmayı başarmıştı. İşte sonradan Ordu Komutanı Liman Paşa’ya hediye ettiği ve hayatını kurtaran ‘saat’ bu savaşta parçalanmıştı. Onun direnmesi sayesindedir ki, İngilizler büyük umutlarla ve masraflarla kıyıya çıkardıkları Kolorduları artık oldukları yerde çakılıp kalmışlar; bekledikleri zaferi, Boğaz’a hâkim olma ve İstanbul’a ulaşma umudunu kaybetmişlerdi. Ben öyle derim ki Mustafa Kemal, 10 Ağustos’ta yalnız İstanbul’un değil, bütün bir memleketin işgalini önlemişti. Artık umutları kalmayan İngilizler, iki ay sonra Gelibolu Yarımadası’nı boşaltıp çekilip gitmeye mecbur kalacaklardı.” (Yılmaz Tezcan, “06-10 Ağustos 1915 Anafartalar Muharebeleri’nin Kazanılmasında Anafartalar Grup Komutanı Kur.Alb.Mustafa Kemal’in Ayak İzleri ve Komutanlık Sanatı”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.190.

427 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 128-129.

428 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.129. Değişik kaynaklarda değişik sayılar verilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, EK-23a’ya göre, Osmanlı Ordusu’nun zayiatı yaklaşık 57 bini şehit olmak üzere 208 bindir.

429 “Bir siper kısmını ya da daha büyük bir toprak parçasını da gönüllü olarak feda etmek için –eğer tutunmaya bağlı olan kurbanlar sözkonusu olan arazinin değeri ile orantılı değilse- hiçbir engel yoktu. Bu bakımdan diğer cephelerde, hatta en donmuş olan siper savaşlarında da belirli bir esneklik gelişyordu. Ama böyle bir esneklik Gelibolu için sözkonusu olamazdı. Kaybedilmesinin Boğazların düşmesine yol açacağı çevreye hakim olan sıra tepeler, güney ucunda olduğu gibi Arıburn’nda da öndeki Türk hatlarının birkaç kilometre gerisinde bulunuyordu. Bu sebeple, her karış toprak, verilen kurbanlara

105

Cepheye yönelik tanıklıklarda; topçu atışlarının şiddeti, kanlı süngü muharebeleri ve kayıpların büyüklüğü canlı şekilde tasvir edilmiştir.430 Behçet Sabri Erduran, Yıldız Tabya’dan şahit olduğu 18 Mart 1915 Muharebesi’nin şiddetini günlüğüne şöyle geçer; “12.35… Artık Mecidiye de ateşe başladı; düşmanı zor durumda bıraktı. Fakat yine yaylım ateşe devam ediyor. Off dehşet içinde döndüler. Bugüne kadar bir ay oluyor, Allah için böyle bombardıman görülmedi. Etraf alevler, gümbürtüler, dumanlar içinde. Mesudiye ve Dardanos kaynıyor… Mesudiye dumanlar içinde alevlerle çevrili, fakat yine müdafaaya devam ediyor. Muharebenin şiddeti devam ediyor. 13.00. Bütün saha ateş ve duman içinde. Barut kokusu burnu rahatsız ederken, müthiş çınlamalar kulaklarda derin sarsıntılara sebep oluyor. Baykuş (Dağı’nın) tepesinde çakan volkanlar da hep Mesudiye’nin üzerinden aşanları gösteriyor. Sarsıntılar, gümbürtüler hep yeri sarsıyor, oynatıyor. Mermiler karşılıklı bilardo topları gibi birbirine karışıyor… Mermiler oraya buraya düşüyor. İşte kıyametten bir gün! Öyle bir karmaşa ki kalem yazmaktan aciz. Birbirini takip eden patlamaların gümbürtüleri dehşet saçıyor. Yeryüzü sarsılıyor.”431

İ.Hakkı Sunata, İtilaf zırhlılarından açılan topçu ateşinin etkisini şöyle aktarır; Evvela zırhlının bir şimşek gibi görülen parıltısına, sonra topların müthiş gürültüsü eklenmektedir. Daha sonra mermilerin düştüğü yerler gözükür ki, güllenin havada giderken hasıl ettiği uğultudan ne tarafa gittiği az çok anlaşılabilir. Merminin düştüğü yerde ise evvela bir ateş ve alev görünür, sonra demir, taş, kaya parçaları, toprak ve her şey havaya fırlar. Aynı zamanda kesif bulut gibi bir duman ortalığı kaplar. İnsanın bulunduğu tepenin civarına düşecek olursa zelzele oluyor gibi tepe sarsılır.432

İngiliz Seferi Kuvvetler Komutanı Ian Hamilton da, donanma topçusunun yıkıcı gücünü tarif etmekten kendini alamamıştır; “İşte Türkler geliyor! Önce mermi yağmuru yamacın eteklerine doğru yayılıyor ve yağıyor; sonra bir kısım mermiler körfezin sathında su sütunları çıkararak kayboluyorlardı. ‘Prince of Vales’ kruvazörü, derhal Türklerin üzerine çevirdiği toplarıyla ateşe başlıyor. Arkasından Amiral Thursby’nin

bakılmaksızın ve geriye doğru daha uygun savunma şartlarının mevut olup olmadığı nazarı itibare alınmaksızın elde bulundurulmak zorundaydı. Birkaç yüzmetrelik bir arazi kaybı –ki batıda veya doğuda olması önemsizdi- Gelibolu için en büyük önemi taşımaktaydı ve tekrar eski hatları ele geçirmek için zayiatı bol bir karşı saldırı gerektiriyordu.” (C.Mühlman, Çanakkale Savaşı, s.112-113.)

430 Silah sistemlerinin yıkıcı etkisi, harbe dair yabancı hatıralarda da yer bulur. Gelişmiş silah sistemlerinin Fransa Cephesi’ndeki askerler üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin hatıralara yansıması konusunda bkz. Mary R. Habeck, “Birinci Dünya Savaşı’nda Teknoloji: Aşağıdan Bir Bakış”, I. Dünya Savaşı ve 20. Yüzyıl, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s.91-117.

431 Behçet Sabri Erduran, Cephedeki Bir Doktorun Gözünden 1915 Baharında Çanakkale, (Yay.Haz.Tamay Açıkel), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.32-33, 36.

432 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.131.

106

‘Queen Triumph’, ‘Majestic’, ‘Bacchante’, ‘London’ zırhlıları toplarıyla ölüm saçmaya başlıyor. Mermiler denizi aşıyor ve mevzilenmiş birliklerimizin üzerinden geçerek, tepenin yüksek yamaçlarını cehenneme çeviriyor. Gök kırmızı, sarı, kül rengi dumanlar ve alevlerle çakmak çakmak yanmakta… Taş, toprak, kemik, et yığınları birbirine karışıyor.”433

Bazı tanıklara göre, Çanakkale’deki İtilaf topçusunun etkisi, top sayısı ve atılan mermi miktarıyla emsalsiz olan Batı Cephesi ile kıyaslanabilecek seviyededir. Harbin ilerleyen yıllarında Batı Cephesi’nde görev yapan Yarbay Hans Kannengieser, 1917 Ağustos’unda Batı Cephesi’nde Flanders’teki muharebelerde bile, Çanakkale’deki toplu ateşin yarattığı yıkıcı etkiyi yaşamadığını yazar.434

İntepe Tabyası’nda görev yapan bir topçu zabiti, 25 Nisan 1915’de açılan topçu ateşini şöyle tarif eder; “Şafakla düşman gemileri her ne kadar var ise Seddülbahir tarafına büyük ateş açtılar. Badehu bizlere de bir aynı yağmur gibi mermi yağdırmaya, biz onlara, onlar bize. Böyle ateş daha kimseler görmüş değildir. Aman Ya Rabbi nasıl anlatsam! Topların ateşinden bir dumandır çöktü. Denizi, karası görünmez bir dereceye geldi… Tayyareler üzerimizde keşfediyorlar, bombalar atıyorlar. Hangisinden sakınacaksın. Öyle ateş olunduğu tarifi gayr-i kabil, bataryamızın her tarafını kalbur gibi yapıp hallaç pamuğu gibi attı.”435 Meçhul Subay, muharebenin başından 1915 Eylül ayına kadar geçen sürede bataryasının mevcudunun yüz otuz sekizden kırk ikiye düştüğünü, kayıpların büyük çoğunlukla düşman topçu ateşinden kaynaklandığını söyler.436

Yedek subay Şükrü Fuad Gücüyener, 25 Nisan ile ilgili benzer bir tablo çizer. Yüzlerce top mermisi havayı yararak acı iniltilerle üzerlerinden geçmekte ve düştükleri yerlerde müthiş bir gürültü ile patlamaktadır. Patlamayla taş ve kaya parçalarından

433 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.113; İngiliz eri R.Sheldon, Seddülabir’de şahit oldukları hakkında şunları yazmıştır; “Öyle bir gürültü cehennemiydi ki, ondan sonra on beş gün sağır oldum; korkunç ve şiddetli ateş de çevreye ölüm yağdırıyordu… yağan binlerce mermi Türk siperlerinin tozunu attırıyor, düşmanın çektiği bütün tel engelleri paramparça ediyordu. Düşen her merminin ardından havaya bacaklar, kollar, başlar, gövde parçaları ve akla gelebilen her şey uçuşmaktaydı. Korkunç ve insanın kanını donduran bir sahneydi.” (Nigel Steel-Peter Hart, Gelibolu, Yenilginin Destanı, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997, s.136.)

434 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.172.

435 Meçhul Subay, Çanakkale Cephesi’nde Bir Topçu Subayının Günlüğü, (Yay.Haz.Lokman Erdemir, İsmail Güneş), Timaş Yayınları, İstanbul, 2015, s.63-65.

436 Meçhul Subay, s.123; Abidin Ege ise topçu ateşinin etkisini şu sözlerle anlatır; “Öğleden sonra topçumuz düşman mevzilerine ateş baskını yaptı. Düşman siperleri alt üst oluyor, insan cesetlerinin havaya savrulduğunu gözümüzle görüyorduk.” (A.Ege. Harp Günlükleri…, s.149.)

107

sütunlar yükselmekte, her yeri simsiyah bir duman kaplamaktadır. Gücüyener, topçu atışının etkisinden tepelerin yok olduğunu ve arazinin şeklinin değiştiğini yazar.437

Hasan Remzi Fertan, Zığındere’de şahit olduklarını şöyle not etmiştir; “8 Temmuz sabahı bütün düşman topları ve makinelileri üç gün evvelki gibi ateş püskürmeye başladı. İki saat durmadan yapılan bu cehennemi ateşten sonra solumuzda Sığındere’nin iki tarafından düşman piyadesi hücuma kalktı, Türk siperlerine atladı. Bir, iki, üç… Kafileler atlıyor, ne olduğu belli değil. Kısa bir süngü şakırtısı, derhal derin bir sükut!.. Onu müteakip aslan Mehmetlerin düşman siperlerine atıldığı görüldü. Düşman topçusu bütün ateşi o siper üzerine topladı. Kol, bacak, kafa, gövde hep havada. Öyle bir manzara ki, yazılmasına, anlatılmasına, hatta düşünülmesine imkan yok.”438

6 Ağustos 1915’de Anafartalar’a yapılan İtilaf taarruzuna şahit olan Münim Mustafa’nın çizdiği tablo da farklı değildir. Münim Mustafa, hatıratında o günkü muharebeyi detayları ile resmetmiştir; “Gün ağırırken nihayet düşmanın ilk obüs topu patladı ve siperlerimize düştü. Müteakiben siperler civarında sahra ve cebel topları daha geriden obüsler deniz kenarından monitörler üzerinde pek büyük çaptaki kale topları sağımızda Saros Körfezi’nde ve solumuzda Çanakkale Boğazı medhalinde yanlarımızdan ve Seddülbahir açıklarında cephemizden İngiliz-Fransız filoları toplanarak durmadan dinlemeden saymaya imkan bulunmayan topçu ateşiyle üzerimize bir afet gibi; hayır, müthiş bir tufan veya kasırga gibi mütemadiyen ateş ediyorlardı. Aman ya Rabbi!.. O ne idi!.. Tasavvur edilemeyecek Allah’ın bir felaketi!... Bizim bilip işittiğimiz top ateşi işitilebilen sayılabilen fasılalı bir gürleme olabilirdi. Bu öyle değil, saatlerle devam eden gök gürültüsü gibi inleyen mütemadiyen çakan şimşekler gibi ateş saçan bir sahne!..”439

437 “Patlayan… müthiş toplar havayı yırtıyorlar… Havada çok acı, çok yaman iniltiler yaparak üzerimizden geçiyorlar… geçiyorlar… geçiyorlar… yüzlerce yüzlerce geçiyorlar. Fasılasız, bir arada atılan bu yüz ve yüzlerce topun o acı!.. O müthiş sesleri ile… sahilden itibaren taaaa!.. gerilere… uzaklara doğru bütün ovada düşüp patladıkları yerlerden gelen acı, müthiş gürültüleri… birbirine karışıyor. Arkama bakıyorum: ‘-Aman Yarabbiiii!...’ Bütün yerler… sanki bir hallacın önündeki pamuk gibi atılıyor ovada!... Yer yer… siyah… simsiyah dumanla karışık topraklar… büyük taş, kaya parçaları sütun sütun yükseliyor havaya!... Tepeler düzeliyor… Düzeldikçe… düzeliyor tepeler!...” (Çanakkale Hatıraları I, s.150-151.)

438 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.42-43; Mümin Mustafa da benzer bir tablo çizer;“Her taraf yıkılmış, namütenahi çukurlar açılmış, iki taraf siperlerinin arasındaki açık arazide sayılamayacak kadar telef olmuş insanlar, ikiye bölünmüş, başları bedenlerinden ayrılmış vücutlar; kolu yok, bacağı yok, yalnız bir gövde, yalnız bir bacak. Elhasıl, harbin yaptığı kanlı faciaların bütün eserleri meydanda, hepsi göz önünde.” (Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.107.)

439 Münim Mustafa yoğun topçu ateşini takiben İtilaf taarruzu başladığını, Osmanlı topçusunun isabetli atışlarla taarruza kalkan İtilaf kıtalarını ateş altına aldığını yazar; “Dürbünü düşmana tevcih ettiğim vakit tüfeklerinin ucunda parıl parıl parlayan süngü takmış İngilizlerin ilk kademesi kum torbalarını çekerek

108

Çanakkale Cephesi’nde muharebelerin karakterini belirleyen diğer bir olay süngü muharebeleri olmuştur. Topçu atışlarıyla dövülerek yumuşatılan düşman mevzilerine topluca hücum edilmekte, kanlı boğuşmalar ve süngü muharebeleriyle düşman siperleri ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Mümin Mustafa, bir süngü muharebesini şöyle resmeder; “Nihayet düşman kıtaatı siperlerimize girmişlerdi. Bu sırada bütün cephede top ateşi kesilmiş bir tek tüfek sesi işitilir olmuştu. Siperlerde bir vaveyla. Bombalar patlıyor. Süngü mübarezeleriyle mütemadiyen kasaturalar şakırdıyor, Allah! Allah! Sesleri yüseliyor. Ah! Aman! Sadaları yükseliyordu. Bir metre eninde ve kilometrelerce uzunluğundaki bu toprak kovuğunda siperlerde akıllara durgunluk verecek kanlı boğuşmalar oluyordu. Binlerce insanın üstü kan revan içinde müsellah bir halde hasmını yok etmek için şuurunu kaybedercesine insanlar birbirlerinin boğazına sarılmışlardı. Yarım saat devam eden bu melhame-i kübranın hayali bile şimdi gözümün önüne geldiği vakit titriyorum. Nihayet bir müddet daha geçmişti. Siperlerimize giren düşmandan kısm-ı azamının telef olmasıyla orada barınamayacağını anlayan bakiyesinin siperlerimizi terk ederek kendi hatlarına ricat ettiği görüldü… Siperler daha vücutları soğumadan insan ölüleriyle dolmuştu. Bir o kadar da üst üste yatan yaralının yaralarından kanlar akıyordu. Siperler gezilemeyecek kadar ölülerle dolmuştu.”440

Mehmet Sina Özgen de, muharebelerinin şiddetine hatıratında yer vermiştir. İtilaf kuvvetleri 10 Ağustos 1915 sabahı Anafartalar’da taarruza geçmiş ve bütün cephe kesimini şiddetli bir ateş sağanağı kaplamıştır. Her iki tarafın ağır ve hafif topları, piyade ve makinalı tüfekleri, el ve tüfek bombalarının çıkardığı sesler yekpare ve korkunç bir uğultu haline gelmiştir. Yaralılar geriye doğru akarken takviye kıtaları ileri yanaşmaktadır. Siperler elden ele geçe geçe toprak un gibi elenmiş, meydan insan

kendi siperlerinden çıkmakta olduğunu görüyordum. Tam ilk hücum saffı sahaya çıkmıştı, beyinlerinde Türk topçusunun bir şarapnel grup ateşi patladı. Aman ya Rabbi! Bu grup ateşi bizim kuvve-i maneviyemizi ne kadar kuvvetlendirmişti. Siperlerden sahaya çıkan İngiliz askeri olduğu gibi yerlere serilmiş, askerlerimiz mahall-i mahfuzlarından tamamıyla siperlere çıkarak düşmana ateş ediyor, makineli tüfekler tarıyor, düşmanı olduğu yerde imha etmeye çalışıyordu. Bu esnada idi ki İngilzlerin siperlerinde ikinci hücum kademesinin süngüleri parlamaya başladı ve müteakiben bu hücum kademesi de siperlerden dışarı fırladı. Müthiş bir şarapnel grubu onları da iyi korktmuş ve hatta yerlere sermişti.” Münim Mustafa’ya göre bu anlarda zihinler tamamen boşalıyor, yalnızca harp etmek ve galip gelmek düşüncesi ile meşgul oluyordu; “Fakat harp bu, üçüncü bir kademenin yine siperleden çıkmasıyla hep beraber bu üç kademeden sağ kalan kıtalar üç saf teşkil ederek süngülerini ileriye uzatmış bir halde bir dakika içinde ya onlar hayata veda etmiş veya biz bir süngü darbesiyle ebediyen dünyaya gözlerimizi kapamış bulunacaktık. O dakikada ne analarımızn ak saçları ne sevgililerin tebessümleri ve ne de çocukların gül yüzleri akla bile gelmiyordu. Bu herc-ü mercde dövüşerek galip gelmek. Tecavüz eden düşman süngüsünü göğse batırtmamak, daha evvel düşmana batırmak. Fikiler, dimağlar delice bir düşünce ile hep bunu düşünebiliyordu. Herkesin gözlerinde ateş yanıyormuş gibi bir hararet vardı.” (Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.99-102.)

440 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.102.

109

cesetleriyle dolmuştur. Özgen bu anlarda, askelerin varlıklarını ve benliklerini unuttuklarını, şuursuzca düşmanlarını öldürmeye çalıştığını yazar.441

Şükrü Fuad Gücüyener hatıratında, süngü hücumuna hazırlanan birliğini şöyle tasvir eder; “Üçüncü Fırkanın on bini geçen süngüsü, çok dikkatli ve çok mahir tek elle tutuluyormuş gibi, en ufak bir ses çıkarmadan kınlarından sıyırıyor. Düşman tarafı sessiz, hareketsiz, epeyce bir müddet kulaklarla dinlenip kolaçan edildikten sonra, bu süngüler, hiçbir düşman gözüne gösterilmeden, bulunduğumuz siperler içinde, yanıp sönerek namlulara takılıyor. Asker ve subay, herkes yerli yerinde… bütün fırka hücuma hazır bir vaziyet alıyor nihayet!.. Orada bulunan askerlerin hepsi kalp çırpıntıları içinde, adına ‘Heyecan’ denen o müthiş hissin on son haddini yaşıyorlar!.. Biraz sonra kanlı bir mahşer halini alacak olan Domuz derede onlar, sık sık ve sıra sıra, siperlerin kenarına dizilmişler… bir anda ve hep birden yukarı fırlamak, süngüleriyle düşmana atılmak için ‘hücum’ emrini bekliyorlar… Belli ki için için yanıyor onların içleri… Tepeden tırnağa kadar, görünmeyen alev dalgalarıyla kavruluyor, onların vücutları… Ölmemek, mutlak öldürmek, kaygusu içinde onlar, bir an evvel düşman siperlerine atılmak için dehşetli bir bekleme devresi geçiriyorlar!..”442

Ahmet Nuri (Diriker) Bey, Seddülbahir’de 23 Temmuz 1915’de yaşanan muharebeyi şöyle resmeder. Siperler kamilen şüheda ile dolmuştur. Askerler dolan siperlerde kalabilmek için cesetleri üstüste yığarak sütreler yapmış ve bunların arkasından ateş etmektedir. 250 mevcutlu bölükler 30-40 kişi kalmıştır. Sargı mahalli yaralılarla mahşere dönmüştür. Şüheda odun yığıntısı gibi birbiri üzerine yıkılmış, yaralılar acı içinde yardım beklemektedir. Ancak taaruz bitene kadar bunlara yardım etmek mümkün olmayacaktır.443

Abidin Ege ise birkaç gün sonra, 15 Ağustos 1915’de gerçekleşen Kanlıtepe Muharebesi için şunları yazar; “Yirmi dört saat devam eden muharebe pek kanlı ve feci olmuştur. Düşman her türlü fedakarlığı göze alarak bu hakim tepeyi ele geçirmeye çalışıyor. Bizimkiler de Allah’ın takdir edeceği azim ve metanetle bu tepeyi düşmana vermemek için aslanlar gibi çarpışıyordu.” Ege’nin anlatımına göre, muharebe belli bir safhadan itibaren vahşi bir boğazlaşmaya dönüşmüştür; “Artık taşlar ve kayalar arkasına saklanıp mevzi almaya, ateş etmeye lüzum kalmamıştı. Süngüsünün ve

441 Mehmet Sinan Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan Bey’in Harp Hatıraları, (Yay.Haz.Servet Aşar, Hasan Babacan, Muharrem Bayar), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.29.

442 Çanakkale Hatıraları I, s.216-217.

443 Cephelerde Bir Ömür, Ahmet Nuri Diriker Paşa’nın Hatıratı, (Yay.Haz.Ahmet Diriker), Scala Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.64.

110

pazusunun kuvvetine güvenen olanca saldırganlığıyla düşmanı süngülüyor ve öldürüyordu. Şimdi artık bu yalçın ve sarp tepe bir mahşere benziyor, adeta tutuşmuş yanıyordu. Çünkü kucak kucağa gelen muharipler birbirini taşlarla, yumrukla mahvetmeye, bayırdan aşağı yuvarlamaya, paralamaya, dişleriyle birbirinin gırtlağına sarılmaya, elleriyle diğerinin boğazını sıkarak birbirini boğmaya çalışıyorlar. Gerek bizim ve gerek düşmanın topçusu bütün şiddetiyle hep bir noktayı, yani bu kanlı sırtı dövüyor, bombalar patlıyor, her taraf ateş ve alev içinde yanıyordu.” Bu kanlı muharebe pek çok askerin canına mal olmuştur; “Bu gırtlak gırtlağa ve kucak kucağa devam eden dehşet verici harp iki saat kadar devam etti. Her taraf cesetle dolmuştu… Bu muharebeden sonra tam üç gün gece gündüz cesetler defnetmekle ve yaralı toplamakla uğraştığımız halde ancak bitirebildik.”444

Ian Hamilton ise, 8 Mayıs 1915’de Alçı Tepe önünde şahit olduğu süngü muharebesini şöyle resmetmiştir; “Karşımızdaki geniş ova birden canlılarla doldu. Süngü parıltıları bir anda ufku baştanbaşa kapladı. Derken kıpırdanışlar dürbünlerimizde şekillenmeye ve birer insan biçimini almaya başladı. Türkler süngü hücumuna kalkmışlardı. İnsanlar kana boyanıyor, yuvarlanıyor, düşüyor, kaçıyor, dalgalanan insan seli akıyordu. Birden hatlar çözülüyor, tekrar birleşiyor, parçalanıyor, dağılıyor ve gözden kayboluyordu… bir an içinde aktıkları harp alanı, bir sel felaketine uğramış gibiydi. Yıkıp geçtiği, kana buladığı bu çığ, sonra yön değiştirdi ve henüz kimsenin sahip olmadığı topraklar, insan cesetleriyle doldu. Nice asker, obüslerin öldürücü tehlikesine maruz kalmadan can verdi. Kimse, şuraya buraya koşuşan, cenk aleminde bağıran, nara atan bir nizam tatbikine çalışan insanların boğuşmalarını görmeğe tahammül edemez.”445

Cephede yaşanan şiddetli muharebeler ve hiç kesilmeyen topçu bombardımanları nedeniyle zayiat oranları çok yüksek olmuştur. 19 Mayıs 1915’de yapılan Anafartalar taarruzunda bir gün içinde 3420 şehit, 6064 yaralı olmak üzere toplam 9418 kayıp verilmiştir.446 İbrahim Arıkan, 19 Ekim 1915’de Seddülbahir’de cepheye giren 350 kişilik bölüğünün 22 Ocak 1916’da 40 kişi kaldığını aktarır.447 Hasan Cevdet Temizkanlı, 6 Ağustos 1915’de Arıburnu’nda başlayan İtilaf taarruzları

444 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.129-131.

445 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.139-140.

446 Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi, V/2, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1978, s. 211.

447 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.71.

111

karşısında, 224 kişi olan bölük mevcudunun dört günde 60’a düştüğünü yazar.448 Hasan Remzi Fertan, Temmuz 1915’de 14 bin mevcutle cepheye gelen ve muharebeler boyunca 22 bin ikmal eratı alan tümeninin Ocak 1916’da 6 bin kişi kaldığını nakleder.449 Hans Kannengiesser, XVI. Kolordu’nun 14 Ekim-9 Aralık 2015 tarihleri arasında 509 şehit, 2158 yaralı, 3386 hasta ve 2159 hava değişimi olmak üzere 8212 kayıp verdiğini söyler.450

a) Lağım Harbi

Hatıralarda muharebelerle ilgili olarak değinilen bir konu da lağım harbidir.451 Tahkimli mevzilere yapılan taarruzlarda çok zayiat verilmesi ve bunun karşılığında önemli kazanımlar elde edilememesi, tarafları değişik arayışlara sevk etmiştir. Lağım harbi, bu arayışlardan doğmuştur. Lağım harbinde esas, düşman mevziini ele geçirmek için mevzinin altında bir tünel kazılması ve tünele doldurulan patlayıcıların infilak ettirilmesidir. Çanakkale Cephesi’nde lağım harbi 28 Mayıs 1915’de Osmanlı askerlerinin Bombasırtı’nda patlattığı bir lağım ile başlamıştır. III. Kolordu Komutanı Esat (Bülkat) Paşa, lağım harbinin başlamasıyla ilgili şunları aktarır. Cephede değişik noktalarda toprak altında işitilen kazma seslerinden, düşmanın lağım kazmakta olduğu kanısına varılmıştır. Esat Paşa, Levazım Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa’ya doğrudan doğruya başvurarak Zonguldak’tan maden kazmakta uzman olan dört-beş madencinin acele gönderilmesini rica etmiştir. Üç dört gün içinde dört uzman madenci gelerek çalışmaya başlamıştır. Kısa zaman içinde kazılan lağım düşman siperleri altında patlatılmıştır.452

Mehmet Sinan Özgen, Ağustos 1915’deki Anafartalar Muharebesi’nden sonra yoğun bir “yer altı harbinin” başladığı söyler. Bu tarihten itibaren harp eski şiddetinden biraz kaybetmekle beraber yine deniz ve kara topları tamamen faaliyettedir, piyade ve bomba muharebeleri aralıksız bir surette yapılmaktadır. Yalnız bunlara eklenen ve

448 Kıyamet Koptuğunda, Hasan Cevdet Bey’in Çanakkale ve Doğu Cephesi Günlüğü, (Yay.Haz.Mutlu Karakaya), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015, s.56.

449 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.47.

450 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.311.

451 Lağımcılık, kuşaltılan kale surlarının altına kazılan tünellere patlayıcı yerleştirilerek surun çökertilmesi esasına dayanan bir istihkam tekniğidir. Bu görev, 1826’da lağvedilene kadar Lağımcı Ocağı tarafından icra edilmiştir.

452 Murat Karataş, “Çanakkale Muharebelerinde Lağım Muharebeleri”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, (Bahar-Güz 2008), s.50; Karşılıklı lağım harbine dair belgeler için bakınız; Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005; BOA, HR. MA, 1136/14, BOA, HR. MA, 1136/35, BOA, HR. MA, 1136/58, BOA, HR. MA, 1137/29.

112

değişen bir şey vardır; yeraltı harbi. Toprak üstü muharebelerinde başarılı olamayan İngilizler ve Fransızlar bu sefer siperler boyunca yeraltı lağımları oluşturup bunları patlatarak siperleri uçurmaya başlamışlardır. Yer yer yapılan bu saldırılardan dolayı can kaybı da çok olmaktadır. Ayrıca patlamanın tesiriyle açığa çıkan askerler düşman ateşine maruz kalarak kayıp vermektedir.453

Münim Mustafa, bizzat şahit olduğu lağım saldırısına hatıratında detaylı olarak yer verir; “Akşamüstü takriben saat dört buçuktu. Zeminlikte oturduğum bir sırada toprağın içinde tazyik ediliyormuşum gibi bir hareket hissetmiş bir saniye geçmeden müthiş bir gürültü ile havadan toprak yağmakta olduğunu görmüştüm. Zeminlikten başımı çıkardım. Bir de ne göreyim. Güneşli bir yaz günü olmasına rağmen güneş ve sema görülemiyordu. Benimle sema arasında topraktan bulut gibi bir tabaka hasıl olmuş, mütemadiyen havadan yerlere topraklar, taşlar, bu meyanda insanlar yağıyordu… Düşman birinci hatt-ı müdafaada sağ cenahtaki Aytepe’nin altından lağım atmak suretiyle tepeyi ortadan yok etmiş. Orada bulunanlardan eser yok. Düşman açılan boşluğa hücum ederken civarında bulunan Mülzaım Hayri Efendi kumandasındaki takım düşmana mukabil bir hücumla oranın düşman tarafından işgaline mani olmuş. Evvelce tepe şimdi çukur bir yer olan arazi elimizde… Yeryüzündeki silahlar, denizlerdeki zırhlılar, havalardaki tayyereler yetişmiyormuş gibi şimde de lağım harbini de mi düşünecektik.”454

Hasan Cevdet Temizkanlı da, karşılıklı yürütülen lağım harbiyle ilgili bilgiler aktarır; “İstihkam Bölüğü dört lağım kazmış, düşman bunlardan ikisini keşfederek karşılık olarak açtığı lağımlarla ikisini atmıştı. Halen elimizde iki lağım mevcud idi ki sağdaki lağımın uzunluğu on beş metreden fazla soldakinin ise sekiz metre idi. Sağdakine 90, soldakine 45 kilo barut konularak lağımların ağzı kapatıldı… 3.30’da lağımlar patlayacak ve fedai erler hemen düşman siperlerini işgal ederek bunlara katılan iki manga istihkam eri de düşman hattındaki siperleri müdafaa edilecek bir duruma getirecekti… Beklenen vakit geldi. Müthiş bir patlama ile düşman siperlerinin bir kısmı havalanmıştı. Küçük bir kıyamet koptu. Fedailer düşman siperlerini işgal etti ve bölüğümde asıl hattı işgal etmişti.”455

453 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.31-32.

454 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.97.

455 Kıyamet Koptuğunda, s.31-32; Sokrat İncesu da, Kanlısırt’ta benzer deneyimler yaşadağını yazar; “Bir sabah tünel kazmakta olan postanın başı bana gelerek ‘- Komutanım’ dedi, ‘düşmanın kürek seslerini işitiyoruz,’ derhal o yöne hareket ettim, geniş ve derin tünelimizn ses geldiği tarafını tespit ederek burada çok itimat ettiğim bir askeri bırakarak diğerlerini başka tüneller çektim. Durumu tabura ulaştırdığım gibi aynı zamanda burada görevlendirdiğim askerime: ‘-Bak evladım, düşmanın kazma

113

Mehmet Sinan Özgen, Mehmetçiğin kısa süre içinde bu işte ustalaştığını ve yer altı harbinde üstünlüğü ele geçirdiğini aktarır. Düşman lağımlarla dikkatle tespit edilerek karşı lağımlarla etkisiz hale getirilmekte ve lağımda çalışan düşman askerleri imha edilmektedir. Bu işleri görürken de Osmanlı askerinin elinde tek bir vasıta vardır. O da bakır karavanadır. Bunu dinleme aleti olarak kullanır, kazma ve kürek seslerinin hangi istikametten ve kaç metre uzaktan geldiğini fark ederek bir köstebek gibi o istikamette kazmaya başlar ve karşı tarafın açtığı lağımları bularak onu kullanılmaz bir hale sokar. Bazen de düşman lağım teşkilatını birden bozmaz, yanyana biraz ilerledikten sonra tamamlanmış lağım yuvalarından birini delerek orada bekler, çalışmak için içeriye giren düşman erlerini birer birer esir ederek Türk siperlerine getirir.456

b- Hava Harbi

Hatırlarda sıkça değinilen başka bir husus ise hava harbi ve düşman uçaklarının saldırılarıdır. Cephede, hava kuvvetleri konusunda müttefiklerin tartışmasız bir üstünlüğü vardır. 24 Nisan 1915 tarihinde müttefiklerin 42 uçağına karşı, Osmanlı Ordusu’nun üç kara, bir deniz uçağı vardır ve bunlardan sadece biri uçabilir durumdadır. Ağustos ayında Osmanlı filosu sekiz uçağa çıkarken müttefikler 70 uçağa sahip olmuştur.457 İtilaf uçakları, bir yandan hava saldırıları gerçekleştirerek Türk birliklerine zayiat verdirirken, bunun yanında zırhlılardan açılan topçu atışlarına ileri gözetleyicilik yaparak bu atışların hedefi bulmasına yardım etmişlerdir. Hava saldırılarında bombalar, özel yapım çiviler ve el bombaları kullanılmıştır.458 Mehmet Sinan Özgen, her gün cephe üzerinde uçan keşif ve bombardıman uçaklarının tespit ettikleri mühim hedefleri bombaladıklarını, ayrıca harp gemileri ile irtibat sağlayarak onların atışlarına klavuzluk ettiğini yazar.459

kürek sesleri ağır ağır yaklaşıyor. Şayet burada bir gedik açılır da düşman görünürse el bombasını ateşleyip hemen kendini dışarı atarsın.’ Hakikaten tahminimizde yanılmamıştık. Bir müddet sonra bizim tünele birleşen düşman tüneli içindeki çok sayıda asker, Mehmetçiğin el bombası ile parça parça olmuşlardı. Kanlısırt’ın toprak altında açılan bu tüneller ciden enterasan bir hal alıyor, üstü de altı da bir harp meydanı oluyordu.” (Çanakkale Hatıraları I, s.335.)

456 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.31-32; Münim Mustafa da, karşılıklı açılan iki lağımın yer altında karşılaştığına ve lağımın içinde bir boğuşma yaşandığına tanık etmiştir. (Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.116); Karşılıklı lağım harbine yönelik belgeler için bakınız; BOA, HR. MA, 1143/26, BOA, HR. MA, 1145/26, BOA, HR. MA, 1155/44, BOA, HR. MA, 1148/18; Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri II, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005.

457 Ceylin Yıldırım, “Birinci Dünya Harbi Ekseninde Çanakkale Muharebeleri’nde Hava Gücü”, 100’üncü Yılında Çanakkale Zaferi Sempozyumu (28-29 Nisan 2015), İstanbul, 2015, s.213, 228

458 Cenk Avcı, Çanakkale Cephesi’nde Hava Savaşları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.55.

459 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.18.

114

Uçaklar tarafından renkli işaret fişekleriyle savaş gemisine atış yönlendirmesi şöyle yapılmaktadır. Pilot, arazi içinde gizlenen hedefi bulduktan sonra işaret fişeği atarak yerini gemiye bildirmekyedir. Topçu atışından sonra tekrar hedef üzerinde uçarak, gemiden atılan merminin hedefin neresine düştüğünü gösteren diğer renkli bir işaret fişeği atılmaktadır. Kırmızı renkli fişek, merminin hedeften uzağa düştüğü; yeşil renkli fişek ise, mermi tam isabet etti gibi anlamlara gelmektedir. Topçu atışlarını düzenlemede kullanılan diğer bir yöntem ise balonla atış tanzimidir. Bu yöntemde balon gemisi güvenli bir yerde demir atmakta ve içinde iki gözetleyici bulunan sepet, iplerle bağlı olduğu balonla yukarı doğru çıkmaktadır. Sepet; gemiye, çelik halat ve telefon kablosu ile bağlıdır. Sepetteki gözetleyiciler, ellerindeki dürbünlerle hedefi bulmakta ve ellerindeki haritaya hedefin yerini işaretlemektedir. Sonra hedef koordinatlarını, ağızlıklı ses borularıyla geminin telsiz odasına bildirmektedirler. Topçular, iletilen koordinatlara göre gerekli ayarları yaptıktan sonra görmedikleri hedefe doğru ateş açmakta, yaklaşık iki veya üç deneme atışından sonra hedefe vurulmaktadır.460

Kazım Şakir, Türk birliklerinin hava saldırılarından duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirmiştir; “Tayyareler, ufukları dolduran tehditkar uğultularıyla bulutlar arasından geçip gidiyor. Bu harp mıntıkalarının en hatırşinas, en vefakar ziyaretçisi tayyareler… Onlar aradıklarını her yerde takip ederler. Bütün gökyüzü mahlukatını ürkütüp kaçıran bu hayret verici beşer sanayisinin mahsulü tayyareler semalardan topraklara gönderdiği ince müthiş oklar ve etrafa volkanlar saçan bombalarıyla günümüzde harbin en korkunç bir afeti, hakiki bir kartalı oldu. Boğaz boğaza müsademe edemediği hasmının üzerinde yırtıcı bir kuş gururuyla, alaycı çığlıklarıyla ufukları inleterek dolaşır, süzer, kendi topçusuna en güzel muvaffakiyetleri hazırlar. Bir yandan da o katil bombalarıyla oraları parçalar, bir kan deryası haline kor ve sonra ağır uğultular içine aynı ameliyeyi tekrar etmek için bulutlar arasında müstehzi süzülür gider.”461

İhtiyat Zabiti Tevfik Rıza Bey’e göre, hava taarruzları ile cephedeki zorluklar daha da çok artmıştır. Tevfik Rıza Bey, şimdiye kadar düşman gemilerinden yapılan topçu atışları ve torpido gemilerinin himayesinde çalışan mayın tarama gemileriyle uğraştıklarını, şimdi bunun üzerine bir de düşman uçaklarının saldırılarıyla uğraşmak zorunda kaldıklarını yazar. Uçaklar cephe üzerinde uçmakta ve belirledikleri noktalara

460 C.Avcı, Çanakkale Cephesi’nde Hava Savaşları, s.59-61, 81-82.

461 Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.39-41.

115

bombalarını bırakmaktadır. Bu durumda yerdekilerin “acaba bizi mi hedefleyecekler!” kaygısıyla heyecan içinde uçakların havadaki manevralarını seyrettiklerini söyler.462

Münim Mustafa, cepheye gelir gelmez düşman uçakları ile tanışmasını şöyle aktarır; “Biraz istirahat etmek üzere bir tarafa çekileyim diye düşünürken karşıdan tayyareler göründü. Sıralanmışlar, baykuş gibi üstümüze geliyorlardı. Biraz sonra tam tepemizdeydiler, havada bir hışırtı işitildi. ‘Bu nedir?’ demeye kalmadan tayyare bombası yağmur gibi üstümüze akmaya başladı. On dört kadar tayyare durmadan tayyarelerindeki bombaları boşaltıyordu. Sağımızda solumuzda patlamalar, gürültüler, tozu dumana katan infılak seslari işitiliyordu. Bu ateş fırtınasını da atlatmıştık. Fakat Çanakkale Cephesi’nde tesadüf ettiğimiz şu ilk harp ateşi, bu cephede bambaşka bir cehennemi harp cereyan edeceği hissi tevlit etmişti.” Münim Mustafa, zamanla hava saldırılarını kanıksadıklarını da ekler; “Tayyare bizim her günkü meşgalemizdi. Sesini duyduk mu: -‘Çocuklar sağa kaçın, ağaç dipleri daha iyidir, tepenin arkasına!’ Herkes bir türlü kumandasıyla kendini, efradını muhafazaya çalışyordu.”463

Hava saldırılarında uçaklardan özel olarak yapılmış çiviler de atılmıştır. Ok veya sivri çıkıntılar şeklinde yapılan çelik çiviler; siperlere ve askerlerin toplu olarak bulunduğu noktalarda askerlerin üzerine atılmıştır. Atılan çivilerin isabet şansı azdır, ancak isabet ettiği zaman etkisi ölümcül olmuştur464. Münim Mustafa hatıratında, etraflarında düşman uçaklarından atılan çivilerin isabetiyle ölmüş pek çok insan ve hayvan gördüklerinden bahseder.465

Hasan Cevdet Bey de hatıratında, uçaklardan atılan çivilerden bahseder. Ok biçimindeki sivri çivilerin yüzlercesi uçaklardan atılmakta ve bu çiviler insan, hayvan neye isabet ederse onu delip geçerek öldürmektedir. Cevdet Bey, atılan bir çivinin bir yük hayvanına isabet ederek, sırtındaki semeri ve hayvanı delip yere saplandığına şahitlik etmiştir. Hasan Cevdet Bey’in bahsettiği diğer konu ise özellikle ilginçtir. Buna göre uçaklardan gayet güzel, yaldızlı zarflar atılmakta, bu zarflar askerler tarafından

462 Telsiz Telgraf İhtiyat Zabiti Tevfik Rıza Bey’in Çanakkale Günlükleri, (Yay.Haz.V.Türkan Doğruöz, E.Yasemin Yücetürk, Raşit Gündoğdu), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s.121.

463 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.77-78; İbrahim Arıkan da, cepheye gelir gelmez hava taarruzlarına maruz kaldıklarını not eder; “Bolayır’dan Eksemil’e gitmekte iken birkaç İngiliz tayyaresi bizi açıkta yakaladı. Bunlar derhal üzerimize bomba ve makineli ateşi yağdırmaya başladılar. Bu sebepten asker çil yavrusu gibi dağıldı. Herkes kendini muhafaza edebilmek için bir çukur ve mahfuz yer arıyordu. Tayyareler bombalarını boşalttılar, gittiler.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.32.)

464 C.Avcı, Çanakkale Cephesi’nde Hava Savaşları, s.59.

465 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.88.

116

beyanname veya başka bir kağıt zannıyla alınmakta, zarf yırtılınca alev almakta ve çıkardığı gaz yanında bulunanları zehirlemektedir.466

III- Siperlerde Hayat

Siper, cephedeki askerin açık bir hedef olmaktan korunabileceği, içererisinden ateş edebileceği ve cephe hattına kolayca gidip gelebileceği şekilde toprağın uzunlamasına kazılmasıyla oluşturulan hendeklerdir. Siper harbi ise; iki hasım tarafın, tuttukları cepheyi sürekli bir siper hattıyla sınırladığı ve karşı tarafın siper hattının aşılmaya çalışıldığı savaş şeklidir.467 Siper harbi, I. Dünya Harbi’nin karakteristik bir özelliği olmuş ve tüm cephelerde uygulanmıştır. Askerleri siper kazmaya ve sürekli olarak bu siperler içinde kalmaya sevk eden husus, silah sistemlerindeki gelişmeler olmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren silah teknolojisinde yaşanan gelişmeler sonucu, kamadan dolan ve hızlı ateş olanağı sağlayan yivli toplar, şarjörlü ve yivli tüfekler ve makinalı tüfekler muharebe sahasına hakim olmuştur. Açıkta duran askerler üzerinde muazzam etkiye sahip olan bu yüksek ateş gücü karşısında, birlikler siperlere ve yer altı sığınaklarına çekilmek zorunda kalmıştır.468

I. Dünya Harbi boyunca Osmanlı cephelerinde de siperler kazılmış ve siper harbi, muharebenin belirgin bir özelliği olmuştur. Buna bağlı olarak, cephedeki askerin harp tecrübesi büyük oranda siperlerde şekillenmiştir.469 Nitekim, harbe yönelik hatıralarda siper hayatıyla ilgili pek çok şahitlik aktarılır. Siper harbi, bütün cephelerde görülmekle beraber, düşmanla karşılık mesafenin çok az ve ateş gücünün çok yoğun olduğu Çanakkale Cephesi’nde özellikle öne çıkmıştır. Bu koşullarda Çanakkale Cephesi’nin belirleyici özelliklerinden biri, karşılıklı olarak bir birine çok yakın siperlerde yaşanan hayat olmuş ve bu cepheye ait şahitliklere sıklıkla yansımıştır.

Hatıralar incelendiğinde siper hayatıyla ilgili şu hususlar öne çıkar. Siper hayatının büyük kısmı, siper kazmak ve tahkimat yapmakla geçiyordu. Münim Mustafa, tahkimat için yoğun mesai harcandığını ve adeta toprak altında şehirler inşa edildiğini söyler; “Cephede bütün kıtalar kazma ve küreğe sarılmış harıl harıl siper yapmakla meşgul bulunuyordu. Badehu bizim de iştirak ettiğimiz tahkimat ve kazma kürek ile

466 Kıyamet Koptuğunda, s.43.

467 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III, MEB Yayınları, İstanbul, 1975, s.235.

468 Alfred W. Crosby, Ateş Etmek, Tarihte Fırlatma Teknolojileri, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s.124.

469 Osmanlı askerinin siper hayatıyla ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz. Dilber Alkama, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Askerinin Siper Hayatı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2019.

117

çalışma usulü, Cenub Grubu mıntıkasında toprağın altında at, araba vesair gibi vesaite mahsus ayrı ayrı yollarıyla, piyadelerin cepheye gidebilmesi için rah-ı mesturlarıyla, nihayet cephede yek diğerine müvazi müdafaa hatlarıyla bunları birbirine bağlayan zikzak muvasala yollarıyla, asker ve zabitanın muharebede muhafazası için zeminlikleri üstü kapalı bomba ve mitralyöz mevkileriyle, adeta muazzam bir şehir vücuda getirilmiş, köstebek yuvası gibi toprak delik deşik edilerek binlerce mevcutlu kıtaat, toprak üzerinde hiç görünmeden buralarda yaşamak ve harp etmesi kabil olmuştu.”470

Siper hayatı, askerlerin daha önceden tecrübe etmedikleri bir hayattır. Zabit, efrad istinasız herkesiz bütün hayatı ya bir mahall-i mahfuz denilen yerden iki veya üç metre derinlikte siperler içinde geçmektedir. İstirahatlar geniş bir mezar cesametinde üstü küçük top mermilerine mukavemet edebilecek kadar demir kalası vesaire ile tahkim edilmiş toprak kovuklarında yapılmaktadır. Geceler, istinasız herkesin cephede uyanık bulunarak düşmanla harp etmesiyle veya siperleri tanzim ve tahkim ile uğraşmakla geçmektedir. Düşman birlikleri hiçbir suretle baskıyı hafifletmemekte, harbin şiddetini muhafaza etmek için cephede, siperlerde ve gerilerde, ateş düellosu bazen hafif, bazen pek şedit devam etmektedir. Ancak güneş çıktıktan sonra uyumak mümkündür. Fakat bu esnada da yine harp olayları pek çok kez askerleri uyandırarak istirahatlerine engel olmaktadır.471

Siperlerin birbirine çok yakın olması –ki bazı mahallerde bu mesafe 10 metrenin altına düşüyordu- askerleri düşman nişancıları için kolay hedef haline getiriyordu. Siperlerdeki askerler vurulmamak için çok dikkatli olmak zorundaydı; “Düşman aynı zamanda hilekar ve kurnazca hareket ediyordu. Tüfeğini bizim mazgala sabitlemiş, bizim efrad mazgalın önüne gelir gelmez ateş ediyor, bu yüzden çok zayiat verdiriyordu. Bununla da kalmayarak bir küreğin ucuna bir şapka geçiriyor, şapkayı bizim siperden görünür bir şekle sokuyor, tekrar başka bir İngiliz de bizim siperden görünecek şekilde güya siper temizlermiş gibi kürekle toprak atıyordu. Bu vaziyet karşısında bizimkiler aldanıp da düşman şapkası gibi görünen kürekteki şapkaya insan zannıyla mazgaldan ateş etmek teşebbüsünde bulundu mu, bizim mazgala sabitlenen düşman tüfeği ayna ile gözetleyen asker tarafından derhal ateşleniyordu. Böylece düşman, bizim ateş etmek

470 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.87; Her türlü arazide, düşman ateşi altında ve yalnızca kazma küreklerle yapılan bu zorlu iş büyük fedakârlık istiyordu. Abidin Ege, neferlerin bu zor şartlarda gösterdiği fedakarlığı övgüyle nakleder; “Askerimizin burada gösterdiği faaliyet ve fedakarlığı hiçbir suretle tarif edemem. Bir tayınla yetinen ‘Mehmet’ bütün gün ve gece katiyen durmayarak ve uyumayarak elinde kürek, omzunda tüfek durmaksızın siper kazıyor, gizli geçit yapıyor. Kısaca hep tahkimatla uğraşıyor.” (A.Ege. Harp Günlükleri…, s.127.)

471 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.90.

118

teşebbüsünde bulunan askeri şehit ediyordu.”472 Siperde yakılacak bir sigara veya çıkarılacak gürültü de bomba taarruzlarına davetiye çıkarıyordu.473

Mustafa Mevzi Taşer de, siper hayatıyla ilgili benzer bir tablo çizer. Düşman siperleriyle Osmanlı siperleri arası on beş, yirmi metre mesafededir. Bazı yerlerde aynı siper hattının bir kısmı düşman elinde, bir kısmı ise müdafiilerdedir. Mesafenin bu kadar yakın olması İtilaf topçu atışlarını engel olmaktadır. Zira düşmanın top mermilerinden kendi askerleri de zarar görmektedir. Siperlerin tehlikeli olaylarından biri durmadan atılan el bombalarıdır. Bu bombaların düştüğü yerdeki tahribat büyük olmaktadır. Bu tahribatı önlemek için dört kişi ellerinde battaniye ile nöbet tutmakta ve battaniyelere düşen bombaları hemen silkeleyerek dışarı fırlatmaktadır. Bunun yanında iki tarafta ayna tutarak kendini gösteren askerlerin yerlerini tesbit etmekte ve bunları vurmaktadır. Her kez olabildiğince gizlenmeye ve hedef küçültmeye çalışmaktadır.474

Özellikle muharebelerden sonra siperler yaşanmaz bir hal alıyordu. Ağustos 1915’de gerçekleşen Anafartalar Muharebesi’ne katılan Mehmet Sinan Bey, muharebeden sonra oluşan manzarayı şöyle resmetmiştir; “Cephenin durumu cidden feci idi. Süngü muharebesinin cereyan ettiği iki siper arası taze leş ve yaralı ile dolmuştu. Bilahare günlerce arada kalan bu cesetler, güneş karşısında şişmiş ve patlamış olduğundan tahammül edilemez bir koku yaymaya başlamış ve İngilizler tulumbalarla gaz ve benzin serperek bu cesetleri yakmış ve böylece temizlemeye muvaffak olmuşlardı.”475

Abidin Ege de, benzer manzaralar aktarır. Gezdiği siperlerin ilerisinde bir aydan beri kalıp gömülmemiş olan düşman cesetleri bulunmakta ve fevkalade kötü bir koku yaymaktadır. Etleri dökülmeye başlamış çehreler, cesetler, bacaklar hep çürümüş ve kurtlanmış bir haldedir. Bu manzara son derece tiksindiricidir. Sıhhiyeler durmaksızın bu bitmek bilmeyen cesetleri örtmeye, üzerlerine asit ve kireç dökmeye çalışmaktadır.476 Hasan Fehmi Fertan, kokuya karşı erlerin burunlarına bağlamak üzere içinde naftalin bulunan bezler kullandıklarını yazar.477

472 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.52-53.

473 “Düşman siperleriyle hatt-ı müdafaamız arası azami 120’den başlayarak iki siper arasındaki mesafe bazı yerlerinde on beş metreye kadar inerdi. En dar noktalarda görüşmek, sigara içmek ve hatta yürümek düşman siperlerinden göründüğü sezildiği, işitildiği için çok tehlikeliydi. Ziyaretçi kumandanlar buraya geldiği vakit bomba yağmuruna tutulmamaları için ikaz olunur; sessizce, süratle geçmeleri temenni olunurdu.” (Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.91.)

474 Cepheden Cepheye, Esaretten Esarete (Ürgüplü Mustafa Fevzi Taşer’in Hatıraları), (Yay.Haz.Eftal Şükrü Batmaz), TC Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s.11.

475 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.31.

476 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.146.

477 Hasan Remzi Fertan’ın…,, s.41.

119

Münim Mustafa, siperlerin önündeki açık arazinin taarruzlar esnasında iki tarafın bıraktığı, ellerinde silahlarıyla yüz üstü yatan cesetlerle dolu olduğunu yazar. Geceleri ateş sükût bulup fırsat oldukça siperlerin önüne çıkan keşif kolları, açıktaki naaşları siperlere çekmeye çalışmakta, ancak çok küçük bir kısmının bu yolla alınabilmektedir. Özellikle sıcak havalarda fena kokuların çıkmasına mani olmak için asit vesair ilaçlar kullanılmakta buna rağmen kokuya engel olunamamaktadır.478 Hatıralarda, gömülemeyen cesetlerden kaynaklanan korkunç bir kokudan ve sinek sürülerinden sıkça bahsedilir; “Çanakkale harp cephesinde ikinci derecede bizi izaç ve muzdarip eden şey sinekler idi. Cephede milyonlarca sinek, ne uyurken ve ne de yemek yerken bizi rahat bırakmazdı. Yemek yerken çatalımızın ucundaki lokmaya binlerce sinek refakat eder ve ellerimizle bu haşeratı defetmeye muvaffak olamazdık.”479

Siper hayatının tek sıkıntısı muharebeler ve tahkimat çalışmaları değildir. Her an düşmanla karşı karşıya olmanın verdiği yorgunluk, yaşam koşullarındaki zorluklarla birleşerek kıtalarda yıkıcı etkiler yapar. İbrahim Arıkan, siper hayatının zorluklarıyla ilgili şunları yazar; Üniforma daima askeri üzerindedir. Banyo ve elbise değiştirme imkanı yoktur. Herkes bitlenmiştir. Uyku büyük bir lüks sayılmaktadır. Siperde ayaklarını uzatacak yer dahi bulmak zordur. Yağışlı havalarda siperlerin içi suyla dolmakta, biriken sular karavanalarla atılmaya çalışılmaktadır. Buna rağmen su ve çamurdan kurtulmak mümkün olmamaktadır.480 Arıkan, siper koşullarının askerlerin sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler yaptığını söyler. 19 Ekim 1915 günü cepheyi teslim aldıklarını, 22 Ocak 1916’ya kadar cephede kaldıklarını, bu müddet zarfında yani 92 gün boyunca hiç istirahat etmeden ve hiç çamaşır yıkamadan imkansızlık içinde yaşadıklarını söyler. Bu koşullardan yüzünden askerlerin büyük kısmı hastalanmıştır. Buna karşın tabur doktorunun kullanabileceği tek bir ilacı vardı. Baş ağrısına, diş ağrısına, her şeye yalnız kinin verilmektedir.481

Münim Mustafa da, benzer bir tablo çizer; “Çanakkale’de yüz yirmi gün devam eden siper hayatımız mahdut ve muayyen bir kısım arazi sahası her gün bir evvelki hayatın aynı şekilde cereyan etmekle geçerdi. Bu müddet zarfında her an harp halinde olduğumuzdan üzerimizden elbise, ayağımızdan potinlerimiz çıkmaz halde oturur, kalkar, yatar, uyunurdu. Cephane ve bomba sandıkları karyolanızı, bir koyun postu yatağınızı, kaputunuz da yorganınızı teşkil ederdi… Yıkanmaya imkan olmadığı için

478 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.90-91.

479 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.91; Çanakkale Hatıraları I, s.317.

480 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.48.

481 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.71.

120

tufeyli hayvancıklarla (bitlerle) iptidaları epey mücadele istedikse de sonraları bunlara da ülfet ve ünsiyet ettik, alışmıştık.”482

Harp koşulları kadar hava koşulları da siperdeki askerin hayatını etkilemiştir. İ.Hakkı Sunata, 26-27 Kasım 1915 gecesi yaşanan sel ve peşinden gelen soğuk havayla ilgili acı hatıraları aktarır. Siperler yapılırken, düşman sızmasın diye derelerin mecrası tıkanmıştır. Bu nedenle yağmurun birden getirdiği seller, bütün siperleri su ile doldurmuştur. Tam da askere yemek ve ekmek geldiği zamana rastlamış olan sel nedeniyle bazı hayvanlar ve hatta bir kısım insanlar siperlerden çıkamayarak boğulmuştur.483 Hans Kannengiesser, birkaç gün süren şiddetli soğuklarda yalnızca 12. Tümen’den doksan kişinin donduğunu yazar.484

Aynı selden ve peşinden gelen soğuk havanın etkilerinden İngiliz kaynaklarında da bahsedilir. İngiliz eri Joe Murray şunları yazar; “Birden bent patlar ve su önüne kattığıyla aşağı inerdi. Cesetler, her türlü teçhizat, boğulan insanlar. Dere yatağının bizim tarafımızdaki siperleri dolmuş taşıyordu. İçine girecek siper yoktu, Türkler de, biz de dışarıda duruyorduk. Felaket bir yağmurdu… Ne yapacağımızı bilemiyorduk… Savunma diye bir şey kalmamıştı. Her şey suya kapılıp gitmişti. Dizanteriye tutulmuş olanlar devrilmişler ve kendi siperlerinde boğulmuşlardı ve diğerleri onların üzerine basıyorlardı. Ne kadar çok insanın boğulduğunu ancak fırtınadan sonra anlayabildik.”485

IV- Müttefiklerin Cepheyi Tahliyesi

Çanakkale Cephesi’nde uğranılan başarısızlık üzerine, Müttefikler Kasım 1915’den itibaren yarımadayı tahliye etme planları yapmaya başlamıştır. Bu doğrultuda, 1915 Aralık ayının ilk haftasında Arıburnu ve Anafartalar bölgelerinin boşaltılmasına, Seddülbahir bölgesinin ise bir süre daha elde tutulmasına karar verilmiştir. Tahliye faaliyeti çok dikkatli yürütülmüş ve müttefikler Çanakkale harekatının sadece bu aşamasında bir başarı elde edebilmiştir. Cephede bulunan on binlerce müttefik askeri

482 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.92-93.

483 “Uzakta yolunu şaşırarak batağa saplanmış bir nefer “İmdat!” diye bağırıyor. Merhametten bunu kurtarmak isteyen bir iki nefer de batağa gömülmek tehlikesi karşısında geri dönüyorlar. Nihayet o biçare “Din kardeşler, acıyın, merhamet!” diye bağıra bağıra, gecenin ölüm karanlığı içinde, derece derece sesi kesilerek sönüp gitti… Biraz ötede cephane sandıkları… Bunların arasında yine boğulan asker cesetleri, birbirlerine yakın, boylu boyunca uzanmışlar, bu felaketin kendilerini uğrattığı feci akıbetten habersiz yatıyorlar. Ah harp, seni takdis eden, seni bir selamet, necat ve saadet yolu sayanlar acaba bu manzara karşısında ne hissedecekler?” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.184-187.)

484 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.309.

485 N.Steel-P.Hart, Gelibolu, Yenilginin Destanı, s.272.

121

kademeli olarak yarımadadan ayrılmaya başladıgında, Türk komuta heyeti durumun farkına varamamıştır. Müttefikler; gün boyu gemilerden karaya asker ve malzeme sevk ederken geceleri daha fazla sayıda asker ve malzemeyi gemilere taşımış; alışılagelmiş günlük faaliyetlerini ve topçu atışlarını sürdürmüş; Türk tarafının uçaklarla keşif yaparak durumu anlamasını engellemek için büyük çaba göstermiştir.486 Nitekim 19 Aralık 1914’de Arıburnu ve Anafartalar bölgeleri boşaltılmış, Seddülbahir bölgesinde kalan birlikler ise 8 Ocak 1915’de yarımadayı tahliye etmiştir.487

Hans Kannengieser, Müttefiklerin 19 Aralık 1915 gecesi gerçekleştirdiği Arıburnu-Anafartalar tahliyesini zamanında tespit edemediklerini yazar; “20 Aralık gecesi yaklaşık 3’te Hulusi Bey… gözlem mevkiinden düşmanın sahilde, biri Tuz Denizi civarlarında, diğeri Azmakdere ağzında olmak üzere iki büyük fener yaktığını görmüş olduğunu bildiren bir raporla yanıma geldi. Gerçekte bunlar, daha sonra tespit ettiğimiz gibi, ateşe verilmiş iki çöplüktü. İki fenerin arasında, kıyıya paralel olarak sekiz kruvazör ya da savaş gemisiyle birlikte bir çok küçük savaş gemisi bunların ardında da bir çok taşıma gemisi duruyordu ki bunlar ve kıyı arasında her türden mavnalar ve teknelerin oluşturduğu hareketli trafik gerçekleşmekteydi. Bu ya İngilizlerin geri çekilişini belli ediyordu, ya da yarına büyük çaplı bir saldırı beklememiz gerekliydi… Acilen düşmanın niyetini belirlemek ve tahliye durumunda mevcut kuvvetlerle deniz kıyısına ilerlemek gerekliydi… Bu sırada tümenlerden sürekli raporlar aldım; ancak bunlar, çoğunlukla olduğu gibi, o kadar çelişki içerisindeydi ki, durumun açık bir görüşünü elde edemedim.”488 Kannengieser, tahliyedeki müttefik başarısını takdir etmekten geri duramamıştır; “İtiraf etmem gerekir ki, İngilizler çekilmelerini harika biçimde hazırlamış ve çok zekice uygulamışlardı.”489

Kannengieser, tahliye edilen sahilin yoğun bir şekilde tuzaklandığını ve çok zayiat verildiğini de ekler. Tahliye esnasında muazzam miktarda malzenenin terk edilmiş olduğunu, ayrıca çok miktarda erzağın imha edilemeye çalışıldığını da hayretle not eder. Kendi kolordusu bölgesinde bulunan malzemeyi; 300 km’lik telefon teli, 180 km’lik dikenli tel, milyonlarca kum torbası, üç yüz adet çadır, toplar, silahlar, mühimmat, giysiler, siper malzemeleri, erzak, sıhhi, telefon, dar ray ve gemi yapım malzemeleri olarak sıralar. Canlı olarak sadece iki katır ele geçirebildiklerini, bir ev

486 N.Steel-P.Hart, Gelibolu, Yenilginin Destanı, s.276-277, 284.

487 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 128-129.

488 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.318-320.

489 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.330.

122

yüksekliğinde konserve yiyecek stoklarının petrole bulanıp ateşe verilmiş olduğunu, un stoklarının üstüne hidroklorik asit dökülerek imha edilmeye çalışıldığını yazar.490

8 Ocak 1915 gecesi yapılan Seddülbahir tahliyesi de, Arıburnu tahliyesine benzer şekilde gerçekleşmiştir. İbrahim Arıkan, bu tahliyeyle ilgili şunları aktarır. İtilaf kuvvetlerinin depoları ateşe vererek tahliyeye başlaması üzerine yukarıdan verilen emirle ileri harekata başlanmıştır. Askerler tel engelleri keserek düşman siperlerine girdiklerinde burayı boş halde bulmuşlardır. Arıkan bu esnada yoğun bir donanma ateşine maruz kaldıklarını yazar. Bu vaziyet karşısında zayiat vermemek için mecburen tekrar kendi hatlarına çekilmişlerdir. Bu koşullarda ancak sabah düşman siperlerine ilerleyebilmişler, burada ise tuzak ve mayınlarla karşılaşmışlardır.491

Hasan Remzi Fertan da benzer şeyler aktarır; “Mahfuz mahal üstüne çıkıp oturdum… Gece yarısı oldu. Birden bire Teke Burnu’nda büyük bir yangın göründü. Bunu bir infılak takip etti. Hemen yer yattım, dürbünle bakmaya başladım. Siperden küçük gruplar halinde erlerin yangına doğru koştuğunu gördüm. Hemen yere atlayarak Reşat Bey’e vaziyeti söyledim ve düşman kaçıyor dedim.” Fertan, mayınlardan kaynaklanan zayiat nedeniyle sabaha kadar kıyıya ilerleyemediklerini belirtir; “… takip birlikleri siperden çıkarılmış, fakat nereye basılırsa muhtelif yerlerde patlamalar oluyor. Düşman gelişigüzel her tarafı mayınlamış. Fırakaya vaziyeti anlattım… sabaha kadar takibe çıkılmaması emredildi.”492

İbrahim Arıkan, İngilizlerin tahliyeyi gizlemek ve Türkleri aldatmak için hazırladığı bazı düzeneklere de şahit olmuştur. Mesela iki gaz yağı tenekesi araları açık olmak üzere birbirinin üzerine konmuş, üsteki teneke su ile doldurulmuş, altında ufak bir delik açılmıştır. Altta bulunan tenekenin üst kısmında ise bir huni olup tüfeğin tetiğine bağlanmıştır. Üsteki tenekeden alttakine tedricen akan su bu tenekenin ağırlığını

490 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.322, 327.

491 “Düşman, depoları ateşlemiş kaçıyordu. Bölük kumandanı askere silah başı yapmasını emretti. Bunu müteakip taburdan gelen bir emir üzerine askere ileri hareket emri verildi. Derhal hareketle telleri keserek birinci hat siperlerine vardık… Çok geçmeden ‘Süngü tak, ileri!’ emri verildi. Siperden atlayarak düşman tel örgüsüne vardık. Düşman tel örgüsüne gece ses çıkarması için çıngıraklar koymuştu. Tel örgüsünü kestik ve düşman siperlerine atladık. Bomboştu, kimse yoktu. Her siperde bisküvi tenekeleri mevcuttu. Askerler torbalarına boyuna bisküvi yerleştiriyorlardı… Bunun üzerine düşman, terk etmiş olduğu siperlerini Türk askerinin işgal ettiğini bildiği için zırhlılardan, siperleri müthiş bir şekilde bombardıman etmeye başladı… Şimdi bütün harp sahası cehennemi bir vaziyet aldı. Bu vaziyet karşısında zayiat verdiğimiz için mecburen tekrar kendi hatlarımıza çekilmek emri verildi… Verilen emir üzerine siperden çıkıp tekrar düşman siperine vardık. Sabah yakındı. Hiç vakit kaybetmeden avcı hattına çıkarak ilerledik. Düşman, telefon hattı şekli verdiği bir çok telefon kablosuna bombalar bağlamış ve üzerini hafifçe toprakla örtmüştü. Karanlıkta ilerleyen askerlerimizn ayakları tellere dokunur dokunmaz bombalar infılak ediyordu. Bu yüzden zayiat verdiyorduk. Çünkü mayın tarlasına düşmüştük.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.60-61.)

492 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.55.

123

artırmakta, neticede tetik düşerek ve tüfek patlamaktadır. Tüfeğin namlusu Osmanlı siperlerine tevcih edildiği için tüfekten çıkan mermi siperlerin üstünden geçmekte ve müdafiiler İngilizlerin eskisi gibi siperlerinde olduğunu düşünmektedir.493

İbrahim Arıkan, cepheyi tahliye eden İngilizlerin arkalarında muazzam miktarda malzeme ve erzak bıraktığını yazar. Bırakılan malzeme arasında nir kolorduyu en azından bir sene idare edecek kadar erzak ve binlerce takım elbise, çizme, potin vardır.494 Mülazım-ı Sani Hakkı da Arıkan’ı doğrulayan şu bilgileri aktarır; “Düşman hayvanları öldürmüş, erzak, elbise, mühimmat, top, tüfek velhasıl bütün büyük ve küçük ağırlığını bırakıp kaçmıştı. Asker yağmaya başladı. Bizim alayın efradı başlarındaki kabalaktan başka elbise, çamaşı, çorap, fotin, çanta, matara, torba, velhasıl her şeyi İngiliz malı idi. Bir hafta bütün erzak, cephane kolları, tabur mekkareleri erzak, eşyayı taşımakla ve bütün cephedeki asker yağma etmekle bitiremediler.”495

V- Lojistik Sıkıntılar

Osmanlı Ordusu’nun savaştığı bütün cephelerde olduğu gibi Çanakkale’de de lojistik sıkıntılar yaşanmış ve bu sıkıntılar cephedeki askerin hayatını olumsuz etkilemiştir. Türk birliklerinin en temel sıkıntısı silah ve mühimmat eksiği olmuştur. Özellikle top ve makinalı tüfek mühimmatında sorun yaşanmıştır. İntepe Tabyasında görev yapan bir topçu zabiti 25 Nisan 1915’de günlüğüne şu notu düşmüştür; “Üç yüz mermi kadar attık. Cephanemiz kalmadı. Ne yapacağız, şaşırdık.”496 Aynı zabit, cephanesiz kalmanın verdiği çaresizliği şöyle anlatmıştır; “Üç topa on bir mermimiz kaldı. Cephane bekliyoruz. Düşman her tarafa ateş etmektedir. Mevziimizi tamamıyla öğrendi. Düşman kamilen atmış olduğu mermiyi pek yakın düşürmekte, sağımıza düşerse sola, solumuza düşerse sağa kaçıyoruz… Cephanemiz tükendi. Elimiz koynumuzda kaldı. Akşama kadar bizi zırhlılarla dövdüler.”497

Topçu Zabit Vekili Mehmet Sinan Özgen, bataryasında sarf ettikkleri top ve makinalı tüfek mermilerinin noksanlarını bir türlü tamamlayamadıklarını, Ağustos 1915

493 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.69.

494 “Bütün Seddülbahir sahasında İngilizlerin kaçıramayıp bıraktıkları ganimetler meydanda duruyor, katır ve katanalar sağa sola kaçışıyordu… Bir de deniz kenarına yaklaştım ki, apartmanlar gibi elbise ve erzak depoları vardı. Bir kolorduyu en azından bir sene idare edecek kadar erzak mevcuttu. Terk edilen elbise, çizme, potin, kuru üzüm ve sair şeyleri tarif etmek ve yazmak kabil olmayacağından bu safhayı burada bırakıyorum. Çünkü tariften kalem acizdir.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.62-64.)

495 Mülazım-ı Sani Sivaslı Hakkı’nın Günlüğü, Çanakkale’den Kafkasya’ya, (Yay.Haz.Sevilay Özer), Asitan Kitap, Ankara, 2015, s.15.

496 Meçhul Subay, s.65.

497 Meçhul Subay, s.71-73.

124

sonunda top başına yalnızca beş mermi kaldığını söyler. Özgen, bu durumdan kaygıya kapılan batarya komutanı yüzbaşısının yemek içmekten kesildiğini yazar. Eksiklikler mühimmatla sınırlı değildir. Bunun yanında harp için gerekli pek çok malzeme ve teçhizat da yetersizdir. Örneğin gerek ileri hatları geriye bağlayan ve gerekse gözetleme yerlerini bataryalara ve piyade bölüklerine birleştiren mevut bütün telefon ve haberleşme vasıtaları yıpranmış, eskimiş, bozuk, kırık hatta kullanılmaz haldedir.498

Behçet Sabri Erduran, 18 Mart muharebesinde düşmana ancak seksen mermi atabilen Mecidiye Tabyası Komutanı Hilmi Bey’in, komutanlık tarafından “çok mühimmat harcadın!” diye ikaz edildiğini üzüntüyle aktarır.499 Kazım Şakir de, Osmanlı topçusunun cephanesizlik nedeniyle düşman topçu ateşlerine cevap vermediğini nakleder.500 Carl Mühlman ise, bazı zamanlarda Osmanlı bataryalarının piyadeye topçu desteğinin yapıldığı hissini vermek için manevra cephanesiyle ateş etmek zorunda kaldığını yazar.501

Hasan Remzi Fertan’a göre silah ve cephane yokluğundan kaynaklanan zafiyet, Osmanlı askerinin kahramanlığıyla telafi edilmiştir; “… Çelikle et çarpışıyordu. Topçumuzun cephanesi pek mahduttu. Onlarda ancak bir taarruza karşı saklanıyordu. Henüz ‘Berlin yolu’ açılmamış olduğundan her erin günde azami üç kurşundan fazla sarf etmemesi emredilmişti. Bombanın yüzünü arasıra görüyorduk. Bütün güvenimiz allı, morlu, yeşilli basmalardan yapılmış kum torbaları arkasında ve yumuşak topraklı boy siperleri içindeki aslan yürekli, asil kanlı Mehmetçiklerin manevi kuvveti ile ellerdeki süngüleri idi.”502 Carl Mühlman da, benzer bir görüş aktarır; “Ateş üstünlüğünün düşmanın elinde olması; torpido atıcılarının hiç olmaması, el bombaları, makineli tüfek ve ateşli silahların eksikliği ve yokluğu… Saldırıların ilk safhasında olduğu gibi mevzi savaşı esnasında da Türkler bu açığı daima can kaybıyla telafi etmek zorundaydı.”503

Silah ve teçhizat sıkıntısı, ancak Almanların Romanya’yı mağlup edip Balkan yolunu açması ile bir nebze giderilebilmiştir. Bu tarihten itibaren Almanya ve

498 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.33-34.

499“Bu gece yine Mecidiye’nin kumandanı Hilmi Bey misafir geldi. Fedakar kumandan, düşmana indirdiği darbelerden dolayı takdir edileceğine, ‘seksen mermi attın’ diye azarlanıyor. Üç bin tane gülleye karşılık seksen tane atıyor; ikisini üçünü de batırıyor, yine de ‘Çok attın!’ diyorlar. Onlarda haklı, o da haklı… Haksızlık hep o gaddar, hain zalimlerde.” (B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.52-53.)

500 “… Bizim topçular cephanesizlikten dolayı bir cevap veremiyor, elem içinde sükut ediyorlar. Bu ne kadar da hüzün verici bir manzara arz ediyor!” (Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.95.)

501 C.Mühlman, Çanakkale Savaşı, s.116.

502 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.44.

503 C.Mühlman, Çanakkale Savaşı, s.116.

125

Avusturya’dan 15’lik ve 24’lük toplar, top ve makinalı tüfek mermileri, kürek, kazma, çadır, ilaç gibi birçok hayati madde ve malzeme gelmiştir.504 Abidin Ege de, bu tarihten itibaren Avusturya toplarının ve çok miktarda mühimmatın gelmeye başladığını aktarır.505 Burada dikkate değer nokta, Osmanlı Ordusu’nun Çanakkale Muharebeleri’nin en zorlu dönemlerinde, bu silahlara sahip olmadığı halde galip gelmesidir.

Osmanlı Ordusu’nun savaştığı diğer cepheler kadar olmasa da, bu cephede de iaşe sıkıntıları yaşanmıştır. Hatırat sahipleri, başkente bu kadar yakın olan cephede erzak sıkını yaşanmasına anlam verememiştir. Mehmet Sinan Özgen, Çanakkale Muharebelerinin devamı müddetince kendisi en çok üzüntü içinde bırakan şeylerin, haberleşme vasıtalarının yokluğu ile askere ve hayvanlara verilen erzağın yetersizliği olduğunu söyler. Askerler, acı zeytinyağlı kurtlu bakla ile kum darı ve mısır unundan yapılmış taş gibi ekmeklerden layıkıyla gıda alamadığı ve usandığı gibi cephe gerisinde bekleyen koşum ve binek hayvanları da arpasız ve samansızlıktan takatsiz kalarak ölüp gitmektedir.506 Çanakkale Cephesi’ne ait hatırlarda “kurtlu bakla” sıkça zikredilir.507

Hans Kannengieser de hatıratında erzak sıkıntısı konusuna değinmiş, neferlerin bu koşullardan bile memnun olması karşılığında şaşkınlığını gizleyememiştir; “Pilav ve et onlar için en iyi ziyafettir. Tam tayınları, o da mevcut olduğunda, bir parça ekmek ve biraz da zeytinden oluşuyordu; bu ikincisi genellikle pek nadir görülen bir mendilin köşesine sarılıydı. Sabahları bir çorba, akşama doğru yine çorba, bazen arasında etle birlikte ve her zaman yağ ile hazırlanmış. Ana gıda bulgurdur. Bulgur, genellikle kokmuş yağ içinde pişirilmiş ve soğuk dağıtılan yemektir… Ama askerler hallerinden hoşnuttu. ‘Bu gerçek savaş değil’ dediler, ‘her gün yiyecek alıyoruz.’ Akıllarına,

504 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.33.

505 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.192-193; Liman von Sanders, Çanakkale Muharebeleri’nin sonuna kadar cepheye yalnızca bir Avusturya havan ve bir top bataryası geldiğini söyler. (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.134.)

506 Aynı zamanda İstanbul’a birçok yollarla bağlı olan ve eldeki nakil araçlarına göre çok yakın bulunan Çanakkale’deki muharip fertler ve hayvanlar iyi beslenmiyor ve hele Akbaşlarda bir İngiliz denizaltısı tarafından batırılan iaşe vapurumuzdan sonra beslenme durumu çok fena bir hal almış, acı zeytinyağlı kurtlu bakla ile Alman çorbasının ve kum darı, mısır unundan yapılmış taş gibi ekmeklerden layıkıyla gıda alamadığı ve usandığı gibi cephe gerisinde bekleyen koşum ve binek hayvanları da arpasız ve samansızlıktan takatsiz kalarak ölüp gidiyorlardı.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.34.)

507 “Siperdeki vaziyete gelince, erzakımız her gün yalnız böcekli bakla.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.48.); “Zeytinyağlı fasulye yahut kara bakla, bulgur çorbası taburun hiç değişmeyen yemek listesini teşkil ediyordu. Zeytinyağıyla pişirilmese, vaktinde hazır edilse ne ala…” (Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.50.)

126

midelerini çimenle doldurmak zorunda kaldıkları ve açlıktan düşamın kurşunlarından daha fazla korktukları, Balkan savaşının korkunç anıları geliyordu.”508

Yaşanan erzak sıkıntısı muharebe dönemleri ile sınırlı değildir. Muharebelerin yaşanmadığı dönemlerde de askere yeterli miktarda yitecek verilememiştir. Mehmet Şevki Yazgan, Çanakkale Muharebeleri sonrasında Trakya’ya çekilen birliğinin iaşesiyle ilgili şunları yazar. Et namına haftada ancak bir iki defa keçi eti verilebilmektedir. Bu da çok az miktardadır. Verilen yemek zeytinyağlı bulgur pilavından ibarettir. Efrad ancak etraftan ot toplayarak karnını doyurabilmektedir.509

Çanakkale Cephesi’nde doktor olarak harbe katılan Behçet Sabri Erduran hatıratında; cephede sağlık hizmetleri konusunda büyük sıkıntı yaşandığını, iki üç doktorla üç bin yaralıya aynı anda bakmanın imkansızlığını dile getirmiştir.510 Tabur Tabibi Avadis Cebeciyan da, akın akın gelen binlerce yaralıya yardımcı olamamanın acısını nakleder. Cebeciyan, 1915 Ağustos ayı başında üç günde 11 bin, ağustos ortasında altı günde 20 binyaralı sevk ettiklerini yazar.511

Münim Mustafa ise, cephe gerisinde bir sahra hastanesinde gördüklerini aktarırken isyan etmekten geri duramamıştır; “Ağaderesi ve Çamburnu hastanelerine yaklaştığım vakit hayvanımı ileriye müşkülat ile sürüyordum. Büyük taarruzun akabinde gördüğüm o yaralı yığınının feci manzarası yine karşıma çıkacağından korkmaktan adeta dizlerimin bağı çözülmüştü. Hastanelerde yanıma verilen bir neferin yardımıyla yaralı çadırlarını geziyordum ve alayın yaralılarını görüp hatıralarını sorduğum vakit yine hepsi başladılar: ‘-Ah efendim, doktorlar koşuyor yetişemiyorlar, pansumanlar temiz yapılamıyor. Yolsuzluk, vasıtasızlık, ilaçsızlık, ameliyat masaları toprak üstünde. Aman, bizi buradan kurtarın.’ Kuru toprağa konan minderler üstünde yatan bu kahraman Türk çocuklarının lisanından bunları işitince kendi kendime ‘ah’ ediyordum. Acaba bu millet ne vakit bu yolsuzluktan kurtulacak. Ne vakit, bir memlekete saldıran

508 Hans Kan H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.197; Yedek subay İ.Hakkı Sunata, 2 Ağustos 1915’de kendisine verilen erzakı şöyle aktarır; “Ne erzak saklayacak yerim ne de pişirecek kabım var… Bu iş öyle ters geldi ki bana. Böyle bir şeyi müsait yerde yapmazlar, böyle dağ başında çiğ erzak vermeye kalkarlar… Erzak olarak verilen şey, beş yüz gram yağla, iki buçuk kilo pirinç, bir miktar tuz ve bir kalıp sabundan ibaret. Hani bunun eti, sebzesi?” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.125.)

509 M.Şevki Yazman, Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer? M.Şevki Yazman’ın Anıları, (Yay.Haz.Kansu Şarman), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.4

510 B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.129.

511 Bu yaralı akını Cebeciyan’ın günlüğünde pek çok defa zikredilir; “11-12 Ağustos 1915: Çok yaralılarımız var. Ne acılı manzaralar, binlerce yaralılar görmek ve onları sevk etmekten başka bir şey yapamamak hakikaten acıdır. Üç günde 11.000 yaralı sevk ettik, vaporlar istiap etmeyor (yetmiyor).”511 “17 Ağustos 1915: Altı günde 20.000 yaralı gönderdik… 22-23 Ağustos 1915: Bu iki günde dört bin kadar yaralıyı sevk ettik.” (A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.84-85.)

127

cephedeki düşman kadar zalim olan yolsuzluğa karşı husumet ilan edilerek onu ortadan yok etmek için uğraşılacak, didinilecek, mücadele edilecek.”512

Cephede yaralanan Bekir Kösbalaban, İstanbul’a ulaşana kadar yaşadıklarını şöyle aktarır. Kösbalan, önce Akbaş iskelesine getirilmiştir. Burada yaklaşık 5.000 yaralı beklemektedir. Mevsimin en sıcak günleridir ve düşman denizaltı tehtidinden dolayı vapurlar işlememektedir. On gün burada kalan ve pansuman yapılmayan Kösbalan’ın yarası iltihap toplamış ve kurtlanmıştır. Müteakiben gelen vapura 3.000 yaralı bindirilmiş, ancak torpil tehtidi nedeniyle vapur bir hafta bekletilmiştir. Bu süre içresinde yemek ve su bulabilmek büyük sorun olmuş ve çok zorlu günler geçirilmiştir. Nitekim yaralandıktan günler sonra İstanbul’a ulaşarak hastaneye yatabilmiştir.513

Kazım Şakir, kötü beslenme ve temiz su yetersizliğinden dolayı, askerin dizanteriden kırıldığını yazar. Kazım Şakir, yemekleri ıslah ederek ve suyu kaynatarak sıkıntıdan kurtulunabileceğini, ancak kimsenin bu tedbirlere kafa yormadığını söyler.514 Doktor Avedis Cebeciyan da günlüğüne düştüğü notlarda Kazım Şakir’i doğrular; “4 Ağustos 1915: Efrad arasında pek çok malaria (sıtma) ve dysentery (dizanteri) hastalığı var… 11-12 Eylül 1915: Binlerce dizanteri hastalarımız var; evvel gün bir günde beş bin tane sevk olundu.” 515

Kazım Şakir’e göre, cephede rahatsızlanıp geride hastanaye gönderilenlerin iyileşmesi de pek mümkün değildir. Zira hastalara bakım çok yetersiz ve hastane idaresi çok kötüdür.516 Nitekim, cephe koşulları nedeniyle on binlerce asker hastanırken, binlerce hayatını kaybetmiştir. Harp boyunca Çanakkale Cephesi’nde 354 bin 634 asker hastalıktan hastanelerde yatmış, bunlardan 67 bini hayatını kaybetmiştir. Bu rakama, kayıt altına alınmayan ölümler dahil değildir.517

512 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.123-124.

513 M.A.Cengiz-M.Gülseren, Mustafa Kemal’in Askerleri, s.43-44.

514 “Efrat ise zeytinyağlı sıcak yemeklerden ve fena sulardan içilmesinden tamamen hasta, hepsi dizanteriye müptela idi. Doktor sabah vizitesinde elinde sopa bu haklı hastaları istikbal ederken hiç kimsenin hatırına yemekleri ıslah etmek, suyu kaynatarak neferlere içirmek gelmiyordu…” (Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.51.)

515 A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.80, 92.

516 “Güzel binaları, tıbbi imkanları ve aletleri çok geniş olan şu hastane o kadar fena bir intizamsızlık içinde yuvarlanıyor ki, hayret etmemek kabil değil. Şurada yemek listesini zikretmek bunu derhal ispat eder. Hastalık ne olursa olsun verilen yemekler şunlar: Öküz yağıyla pişirilmiş bulgur ve un çorbası, öküz söğüşü, aynı yağ ile pişirilmiş pirinç lapası ve bulgur pilavı… Benim gibi midesinden mustarip olanların bulgur çorbası ve bulgur pilavını nasıl yiyeceği cevap isteyen bir sualdir. Süt ve yoğurt ancak parası olan hastalar için Gelibolu’dan hizmetçiler vasıtasıyla tedarik ediliyor… Bu yemeklerin değil hastaları sağlam, sağlamları bile hasta yapacağı düşünülecek olursa Gelibolu Hastanesi’nden şifa ümit edenlere kahkahalarla gülmek icap eder.” (Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.58.)

517 H.Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.391-392.

128

Giyim kuşam ve teçhizat konularında aksaklıklar da kendini göstermiştir. Hans Kannengieser, bu konuda çok olumsuz bir tablo çizer. Osmanlı neferinin giysileri, savaşın henüz başında olunmasına rağmen inanılmayacak derecede kötüdür, yırtık pırtıktır. Yaz ve kış için ayrı elbisler yoktur. Ayakkabılar herkeste değişik, çoğunlukla sicimle bağlanmış tek bir parça kumaştan ibarettir.518 Von Sanders de, askerlerin tahkimat için İstanbul’dan getirtilebilen az miktardaki kum torbasını “lime lime olmuş elbiselerini tamir için” kullandığını aktarır.519

Carl Mühlman, müttefiklerle Osmanlı birlikleri arasında, her alanda olduğu gibi, giyim kuşam konusunda da muazzam bir dengesizlik olduğunu not eder; “Beslenme ve donatım bakımından İngilizlerle yapılan bir karşılaştırmanın da Türklerin aleyhine sonuç vereceği malumunuzdur. Paçavralar içindeki Anadolulular, dişlerini sıkarak, acılı hislerle, çamaşır, pabuç ve giysi takımından en iyi şekilde donatılmış esirleri gözden geçiriyorlardı… Kasım’da artık bir üniformaya bile sahip olmayan ve alacalı bulacalı yurt giysileri içinde dolaşan 5. Ordu askerleri, avcı hendeklerine zengin bir renk kazandırıyordu. Kaputlar da yoktu, öyle ki Kasım ve Aralık’ta termometre sıfırın altına düştüğünde donma olaylarıyla karşılaşılıyordu.”520

VI- Osmanlı Askerinin Kahramanlığı

Gerek yerli gerekse yabancı hatıralarda ortak vurgu, Osmanlı askerinin kahramanlığıdır. Özellikle, ordunun çoğunluğunu teşkil eden Anadolu kökenli Türk neferlerin mükemmel asker olduğu sıklıkla vurgulanır. Von Sanders, Çanakkale Muharebeleri’nde zaferin esas amilinin, askerin kahramanlığı olduğunu teslim eder; “Sadece ve sadece Anadolulu askerlerin sarsılmaz metaneti, soğukkanlılığı ve kesin kanaatkarlığı sayesinde bütün bu zorlukların üstesinden gelinebildi.”521 Carl Mühlman da, Von Sanders’le aynı duyguları paylaşır; “Bu ağır sınama döneminde Türklerle birlikte hareket eden herkes, bu sessiz kahramanlık karşısında sınırsız saygı ve hayranlık duyar ki, o dürüst Anadolu insanına karşı bu duyguyu düşmanı bile esirgemeycektir.”522

518 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.205.

519 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.105; H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.189.

520 C.Mühlman, Çanakkale Savaşı, s.117-118.

521 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.105.

522 C.Mühlman, Çanakkale Savaşı, s.172.

129

Joseph Pomiankowski523, Osmanlı neferinin dünyanın en kuvvetli ordularına karşı kahramanca savunma yaparak zafere ulaştığını söyler. Türk askerinin ifadesi güç mahrumiyetler içinde ve tahammülü oldukça zor şartlar altında cesaret ve metaneti, fedakarlık ruhu ve kabiliyeti, eski çağ kahramanlarının mücadele meziyetleriyle mukayese edilebilecek derecededir. Bu askerler, yazın kavurucu sıcaklarında sinek ve böcekten, kışın dondurucu soğuktan, kardan, yağmurdan, icabında aç-susuz durmadan dinlenmeden vatanlarını savunmak için, en modern silah ve cihazlarıyla teçhiz edilmiş üstün düşman kuvvetlerine ve dünyanın en güçlü donanmasına karşı savaşmışlardır. Türk milletinin savaş gücü ve askeri dehası Gelibolu Yarımadası’nda gün gibi ortaya çıkmıştır.524

Von Sanders’in Emir Subayı Binbaşı Erich R. Prigge, şahit olduğu bir Türk taarruzunu şöyle anlatmıştır; “Düşman kuvvetleri yanaştı. Kendi askeriyle düşmanı aynı anda vurmamak için gemi topları susmuştu. Bu anı Türkler kullandılar. Başında, Mekke hacılarının yeşil türbanı olan beyaz sakallı hoca, siperlerden çıkan ilk kişiydi. Onun yanısıra askeri okulu henüz bitirmiş olan genç bir subay kılıcını çekerek, tel engellerin saldırı için bırakılmış aralığını gösterdi. Müslümanların içindeki duygular köpürmüştü. İnsanın içine işleyen ‘Allah! Allah! Allah! Allah!’ sesleri, sırttan aşağıya doğru saldıranların üzerine doğru çınladı. Yaşlının yanındaki genç düştü. Yüzyıllarca Batı Avrupa’yı korkutan, uyuyan içgüdü uyanmıştı. Düşman şaşırmıştı. Topçu ateşi, bu şeytanları etkilemiyor gibi gözüküyordu. Kampta subaylar, Türklerin yalnızca savunmada savaştıklarını, saldırı yapamayacaklarını anlatmışlardı. Düşman saldırırsı başarısız olmuştu. Subaylar ölmüş, bedeninde biraz canlılık duyumsayan herkes, yaklaşan teknelere doğru denize atılarak, yüzmeye başlamıştı… Bir tarafta Peygamberin manevi gücüyle donanmış, benzersiz yiğitlik ve cesaretle çoşmuş bir birlik, öte tarafta ise savaş tekniğinin en yüksek basamağına ulaşmış dünyanın ilk filosu!”525

Hans Kannengiesser, komuta ettiği Osmanlı askerini şöyle tarif eder; Türk askeri, Anadolulu ve Trakyalı’dır. Büyük bir çoğunluğunu Anadolulular oluşturmaktadır. Bu asker az eğitimli, yürekli, güvenilirdir. Azla yetinir, kendinden yüksek rütbelilerin otoritesine karşı koymak asla aklına gelmez. Liderini sorgusuz

523 1909-1918 yılları arasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun askeri ateşesi olarak İstanbul’da görev yapmıştır. 1927 yılında kaleme aldığı hatıratı, Osmanlı yönetiminin gerek harbin yönetimi gerekse müttefikleriyle ilişkileri konularında önemli bilgiler içerir.

524 J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.135-136.

525 E.R.Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü, s.74-75

130

sualsiz, düşmanın bağrına yapılan bir saldırıda bile takip eder. Her şeyi Allah’ın arzusu olarak görür. Son derece dindardır ve bu yaşamı, daha iyisine doğru olan bir ilk seviye olarak görür. Türk askeri en ağır yaraları harika bir metanet ile karşılar. Ağsından ancak çok hafif bir sızlanma, ‘Aman, aman’ sözleri duyulur.526

İngiliz Generali Ian Hamilton günlüğünde, Türk neferinin İngiliz askerlerinin kalbine saldığı korkuyu itiraf eder; “Bir komutan için en büyük düşman, etrafa korku salan kimsedir. Türkler, gerçekten cesur ve görüldükleri yerde dehşetli korku yaratıyorlar. Masal kitaplarında değil, ama süngü takmış parıltılar içinde bir uzun insan hattı ‘Allah! Allah!’ naralarıyla üzerimize koşuyor.”527 Çanakkale Muharebeleri öncesinde Türk ordusunu küçümseyen Hamilton’ın fikirleri, hasmını görünce değişmiştir; “Hakikaten ben hayatımda bu derce cesur asker görmedim. Bazıları ideal evsaftalar. Hücuma kalkıp, ilerlemeye başladık mı, üzerlerine yağdırdığımız mermi sağnağına aldırmadan, soğukkanlıkla ayağa kalkıyor, siperlerden fırlıyor ve başlıyorlar ateş etmeye, el bombası atmaya…”528 General, Osmanlı askerinin düşmanına karşı dahi gösterdiği şevkat karşısında da şaşkınlığını gizleyememiştir; “Garip! Çerkez asıllı Türk esirlerinden biri, yaralı bir İngiliz askerini ateş altında sırtına alıp taşımış.”529

Londra Daily Telegraph’ın muhabiri olarak Çanakkale muharebelerini izleyen Ellis Ashmead Bartlett, Osmanlı askerinin göstermiş olduğu kahramanlık ile ölüm karşısındaki soğukkanlılığının İngiliz askerleri tarafından takdirle karşılandığını yazar. İngilizler, son derece yüksek bir askerî maharetle sevk ve idare edilen cesur ve inatçı bir düşmanla savaşmaktadır. Türk, bir köşeye sıkıştırılıp savunma durumuna geçtiği zaman dehşetli ve korkunç bir düşman olup kalır. Bartlett, Çanakkale’de savaşan Osmanlı askerini, Gazi Osman Paşa’nın kumandasında Plevne’yi savunan askerle bir tutar.530

19. Tümen Komutanlığı ve müteakiben Anafartalar Grup Komutanlığı yapan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’ya göre Çanakkale’de zaferi getiren en önemli etken askerin kahramanlığıdır; “Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşı siperler arası mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulmamacasına bütünüyle düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne imrenilmeye değer bir soğukklanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar

526 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.192-193.

527 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.125.

528 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.180.

529 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.198.

530 Nuri Karakaş, “ Britanyalıların Gözüyle Sina-Filistin Cephesi’nde Türk Askeri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVII/2, (Aralık-2012), s.412.

131

öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’anı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelimei şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”531

Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri Bey hatıratında, Seddülbahir’de şahit olduğu manzarayı şöyle tarif etmiştir: Savunma mevzileri işgal edilmiş, askerler silahları elinde hazır beklemektedirler. Yüzlerinde ne suretle olursa olsun düşmana saldırmak arzusu okunmaktadır. Üstlerine yağan top mermileri ve taarruza geçen üstün düşman kuvvetleri onları kesinlikle yıldıramamaktadır. Hemen yanlarında arkadaşları top mermileriyle parçalanmakta, makinalı tüfeklerle biçilmekte ise de bu duruma aldırmamakta ve silahını kullanacak zamanı sabırsızlıkla beklemektedir. Mahmut Sabri Bey gördükleri karşısında şu haklı soruyu sorar; “Bu derece metanet ve kuvvet-i kalbe sahip olan işbu asker milleti takdir edilmez mi?”532

Çanakkale Cephesi’nde doktor olarak harbe katılan Behçet Sabri Erduran, askerin kahramanlığına dair şahitliklerini hatıratının pek çok yerinde aktarmıştır; “Ne müthiş bir savaş! Bu yaralar, sargılar arasında ne çelik yürekli canlara rastladım. Karşı karşıya kaldıkları durumlarla ilgili hepsinin farklı duygusal tepkileri var… Daha pek yakın bir geçmişte (Balkan Harbi’nde), demiryollarında, tüfekleri sırtlarında, vatanlarını bilerek bilmeyerek düşmanın ayakları altına ipek halılar gibi serip kaçanlar görsün! ‘Ah, iki gün daha vurulmasaydım da o alçak, korkak düşmanı süngümle denizlere sürseydim’ diyor biri… Öbür tarafta yerde yatan yüzünden yaralanmış arkadaşı, hiç üzülmemesini, o vazifeyi kendisinin arkadaşlarıyla birlikte yerine getirdiğini söylüyor… Akşam kafilesi geçiyor arabalarla… Al kanlara bulanmış kahramanları taşıyor.”533

Erduran, 18 Mart muharebesinin en şiddetli anlarında tabyalardaki askerlerin ruh halini şöyle nakleder; “İnsan o dakikaları yaşarken gerçekten kendine sahip olamıyor.

531 Çanakkale Hatıraları, C.I, s.34.

532 “Savunma kuvvetinin ilerde bulunan kısmı avcı hendeklerini işgal ve mütevekkilen vazifenin gelmesi zamanını beklerken ihtiyat kısmı da diz çökmüş, silahları elinde fırlamış, ne suretle olurda olsun düşmana saldırmak arzu ettikleri tavır ve hallerinden anlamak kabildi. Çoğunun arkadaşları yanında toprakla gömüldüğünü ve bir kısmının bacağı, başı havaya fırladığını gördüğü halde düşmanın üstün kuvvetini ve mühimmatını katiyyen hatır ve hayaline getirmeyerek silahını kullanacak zamanı sabırsızlıkla bekliyor ve arasıra hendekten başını çıkararak ateş zamanı geldi mi diye bakınıyorlardı. Mermi tesiriyle düzlenen siperlerde sağ kalanlar mermi çukurlarına yerleşiyorlar ve yeni siperler yapıyorlardı.” (Çanakkale Hatıraları III, s.68.)

533 B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.125.

132

O dehşet yağmuru altında, topunun başında mermiler savururken isabet ettirdiğinde sevinçten oynayanlardan tutunuz da, atış yapmadığı zamanlarda hemen yine topunun başında Allah için ibadet edenlere kadar neler görüyor. Hayal edebileceğinizin çok ötesinde bir ruh hali. Yaralıların feryatları, şehitlerin cesetleri arasında gözlerinde ateş, kalplerinde imanla yalnız Allah’a sığınan; daha ruhu göğe yükselmeden önce, kumandanına eliyle işaret ederek ‘Ben ölmedim, şu bacağıma bir sargı sarılsın’ diyen, vatan aşkıyla dolu muhterem vücutların hissiyatı ancak görmekle anlaşılır.”534

Mülazım-ı Sani İbrahim Naci tuttuğu notlarında, Çanakkale’de beraberce şehit düştüğü askerler hakkında şunları yazmıştır; “Hakikaten bunlar ne sağlam istihkamlar, ne yıkılmaz kalelerdi. İşte aylardan beri cehennem tufanları içinde çarpışan bu kahramanlar şimdi karşımda, ne kadar sessiz fakat ne kadar vakur duruyorlardı. Ve bu muharebede metanet ve şecaatlerini ne kadar kesin ve açık bir şekilde ispat etmişlerdi. Türk askerinin sadakat ve itaatini, hamaset ve cesaretini tasdik etmeyen zannedersem dost, düşman kalmadı.”535

Behçet Sabri Erduran, 17 Nisan 1915’de boğazdan geçerken kuma saplanarak hareketsiz kalan İngiliz E15 denizaltısının esir alınışını ve esirlere karşı Osmanlı askerinin yüce gönüllülüğünü günlüğünde övgüyle aktarır; “Aslan nişancılar artık onun çekilemeyeceğini anlamış, ateşi kesmişlerdi. İçerdekiler, kısa bir duraklamadan sonra teker teker çıkmaya başlayanlar, Osmanlı’nın büyüklüğüne sığınmak için beyaz mendillerini sallıyor ve kendilerini durgun sulara bırakarak sahile doğru yüzmeye çalışıyorlar. Beş dakika önce aziz vatanı korumak için ateşler yağdıran yiğitler, şimdi kıyıda toplanmışlar. Bir kaçı yarı bellerine kadar suya dalmış, hilalin kollarına çaresiz atılanları kollarından tutuyor; büyük bir şefkatle, Osmanlı’nın katıksız misafirperverliğiyle onları odalarda istirahate terk ediyorlar. Çaylar kahveler ikram ediyorlar. Onlar asırlarca Türkleri barbar bildiler de; acaba bu izzeti ikramdan sonra hala öyle mi düşünüyorlar?”536

534 B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.53; İhtiyat zabiti Tevfik Rıza Bey de benzer sahneler aktarır; “Ne ateş! Ne ateş! Korkunç. Mermiler hemen yakınımıza düşüyor. Yer değiştirmemiz gerekiyor; fakat nereye gidebiliriz?.. Askerler şarkı söyleyerek kahramanlığa devam ediyor. Ceketlerini çıkarmış, kolları çıplak, avaz avaz şarkı söylüyorlar. Bir mermi Mecidiye’deki ikinci topun üstüne düşüyor. Askerler yığınlarla yerde yatıyor, hemen sonra şarkı söyleyerek hiçbir şey olmamış gibi topları temizlemeyi sürdürüyorlar. Türk askeri gerçekten çok cesaretli ve Kuleli-Burgaz kaçaklarına hiç benzemiyorlar.” (Telsiz Telgraf İhtiyat…, s.77.)

535 İbrahim Naci, Allahaısmarladık, Çanakkale Savaşı’nda bir Şehidin Günlüğü, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2018, s.82.

536 B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.108.

133

Çanakkale Muharebeleri’ne katılan İbrahim Arıkan, 1918’de Filistin Cephesi’nde esir düşerek Mısır’da esir kampına götürülmüştür. Kamp komutanı İngiliz subayı da Çanakkale Muharebeleri’ne katılmıştır. Arıkan, kampta yaşadığı bir olayı şöyle anlatır; “Bir gün yoklama saatleri dışında kamp kumandanı tarafından düdük çalındı… bütün asker yoklama yerine gittik… Kamp kumandanı ‘Dardanos’ta harp eden asker 10 adım ileriye çıksın’ dedi… Bu emir esirleri büyük bir korkuya ve düşünceye sevk etti. Malum olduğu üzere çok çetin harpler olmuş ve yüzbinlerce İngiliz askeri telef olmuştu. Acaba esir kumandanı bu askerden intikam mı alacaktı?.. kimse ileri çıkmak cesaretini gösteremiyordu. 7500 kişiden ancak 100 kadar Çanakkale’de bulunan asker ileri çıktı… kamp kumandanı esirlere uzun uzadıya baktı ve sonra başlıyarak: ‘Arkadaşlar! Görüyorum ki, teklifime karşı çok çekingen hareket ettiniz. Bu vaziyetinize bir mana veremedim. Halbuki ben sizi kalpten gelen, vicdanımın ve muhakememin emriyle görmek ve konuşmak için buraya çağırdım. Ben sizinle yanı cephede aylarca beraber bulundum ve kolumu da orada kaybettim. Sizin çok cesurca ardı arkası kesilmeyen hücum ve taarruzlarınız, gözümün önünden her zaman bir sinema şeridi gibi geçmektedir. Bu münasebetle bir defa daha sizi yakından görmek için çağırdım… Bundan dolayı da size küçük bir ikramda bulunacağım’ dedi. Beraberinde getirmiş olduğu sigara sandığından yüz kişiye, beşer paket sigara verdi.”537 Çanakkale Muharebeleri’nde kolunu kaybeden İngiliz subayı, esarette dahi olsalar, Osmanlı askerinin kahramanlığını teslim ve onları takdir etmekten geri durmamıştır.

VII- Cephede Yaşanan Felaketler

Diğer Osmanlı cephelerinde olduğu gibi, Çanakkale Cephesi’nde de harbin yıkımına askerler kadar sivil halk da maruz kalmıştır. İhtiyat Zabiti Tevfik Rıza Bey, 29 Nisan 1915’de İngilizler tarafından bombalanan Maydos’da (Eceabad) gördüğü manzarayı şöyle tasvir eder; “Öğleden sonra düşman Maydos’u bombalıyor. Ben de at binerek Maydos’a yöneldim… Maydos’un yandığını, bir gemi topu mermisinin hastaneye düştüğünü söylüyorlar… Hastanenin önüne geliyorum. Önümde bir asker kanlar içinde yatıyor. Sağ kolu neredeyse kopmuş. Sağ bacağı kırılmış… Hastanenin içi karma karışık. Yaralılar yürüyemiyorlar… Çoğunun bacakları kırık… Kargaşayı, özellikle halkın heyecanını anlatmak imkansız. Çoğunluğu kadın, genç kız ve

537 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.249-250.

134

çocuklardan oluşuyor. Zavallı yaratıklar, böyle bir felaketi hak edecek ne yaptınız! Siz ey uygar İngilizler! Ne büyük bir suç işlediğinizin farkında mısınız?”538

Maydos’da gördüğü manzaralar karşısında, Mülazım-ı Sani İbrahim Naci de isyan etmiştir; “Sonra hain, namert düşman Maydos’u yakıp yıkmakla sanki harp açısından ne fayda kazanıyordu. Bu öyle bir acı veren taarruzdu ki, harp meydanında cesur, kahraman askerlerimizin ateşleri altında zayıf ve aciz kıvranırken, onlara bir şey yapamamaktan kaynaklanan kötü bir durumdu. Fakat yazık ki, bu taarruz binlerce kadını yavrusuz, binlerce zavallıyı aç ve bi-ilaç bırakmıştı. İşte koca Fransız, İngiliz medeniyeti…”539

Alman Binbaşı Erich R. Prigge de, benzer bir manzara aktarır. Düşmanın, destek birliklerinin ilerleyişini güçleştirmek için öğleden sonra Saroz Körfezi’nden iki saat boyunca yaptığı bombardıman sonucu, Eceabad tüm gece boyunca yanmıştır. Yananlar arasında yerleşim yerinin hastanesi de vardır. Birçok yaralı acıklı bir biçimde yangında ölmüştür. Prigge’e göre, şaşkına dönmüş sivillerin, özellikle de yaşlılar ve çocukların kurtulmasına olanak vermeyen ölümün hasadı çok büyük olmuştur.540

Mehmet Halit Bayrı, Gelibolu’da şahit olduğu acı olayları şöyle anlatır; “Düşman Gelibolu’yu her türlü hukuku-ı düvel esaslarına aykırı olarak bombardıman ediyordu. Fakat harpden uzak ve gayrı mütehakkim bir şehri yakmak, ancak İngilizlerin, Fransızların irtikap edecekleri bir ahlaksızlıktı… Gelibolu yanıyor, büyük telaş, korkunç bir uğultu ile halk şehrin dışına kaçışıyordu. Şehirden çıkan alevler göklere yükseliyor, bu harhar ve vahşet karşısında her insan kalbi titriyordu.”541 Bayrı, Maydos içinde benzer şeyler söyler; “Gelibolu’dan Bolayır’a gelirken uzaktan yandığını gördüğümüz Maydos’a müteveccihen yola çıkmıştık. Burası da Gelibolu gibi düşmanın tahrip ve vahşetine hedef olmuş, bize hasmımızın alçaklığını ispat eden yeni bir vesika halini almıştır.”542 Bayrı’ya göre, Mehmetçiğin süngüsü karşısında aciz kalan düşman, köyleri topa tutarak intikam almaya çalışyordu; “Düşman pek akurane ve vahşiyane hücum ediyordu. Buna mukabil şeci arslanlarımızın taarruzu belki misli etmemiş bir şiddetle oluyor, askerlerimiz kahraman ve asil ecdatlarının kanlarıyla mayalanmış bu mübarek topraklara ayak basmanın cezasını karşılarındaki güruha pek

538 Telsiz Telgraf İhtiyat…, s.143-144; Benzer gözlemler için bkz. A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.71.

539 İbrahim Naci, Allahaısmarladık, s.98

540 E.R.Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü, s.91.

541 Mehmet Halit Bayrı, Cephe Arkadaşı, Çanakkale Cephesi’nde Bir İstanbullu, (Yay.Haz.Lokman Erdemir), Timaş Yayınları, İstanbul, 2015, s.55.

542 M.H.Bayrı, Cephe Arkadaşı, s.58.

135

güzel izah ediyordu. Lakin… Lakin ahenin seyyar kalelerinin himayesinde dahi ilerlemek hatta bir siper zapt etmek için katiyen imkan görmeyen düşman, masumlara, bigünah ve saçı bitmerdik çocuklara silahını uzatmakta tereddüt etmiyordu. Biz her gün bu zulüm ve vahşetin birer canlı şahidi oluyorduk.”543

Gelibolu bombardımanlarından birine şahit olan Kazım Şakir ise şunları yazmıştır. Müthiş bir bombardıman Gelibolu’yu harap etmiştir. Bombardıman kesildikten sonra trajedinin günahsız kurbanları ortaya dökülmüştür. Sedye içinde kolları parçalanan bir sivil adam, yine sedye içinde yatırılmış genç bir kadın ve aynı kadının kafası danenin parçasıyla yaralanmış bir yaşındaki yavrusu takip etmiştir. Bu kadın, o gün Anfarta’da dövüşen bir askerin zevcesidir. Kazım Şakir gördüklerine şöyle isyan eder; “Oh… Şimdi ruhumda bugünkü beşeriyetin, bugünkü tahripkar beşeriyetin bütün bu katliam için yaptığı icatlarına tükürmek ihtiyacı var.”544

Hatıralarda değinilen başka bir husus ise, harp hukukuna göre her türlü saldırıdan masun olması gereken hastanelerin de düşman bombardımanlarına maruz kaldığıdır. Münim Mustafa, bu bombardımanlarda, hastanelerde bulunan yaralı İngiliz esirlerin de hayatını kaybettiğini yazar; “Çanakkele’de beynelmilel muahedat ile taarruzdan masun olması lazım gelen hastaneler ve hastane gemileri dahi düşmanın tecavüzüne maruzdu. Hilal-i Ahmer bayrağı taşıyan gemiler ve hastaneler üzerinde, her fırsattan bilistifade medeniyet iddiasında bulunan Avrupa devletlerinin harp tayyareleri bombalarını atarak bombardıman ederdi. Hatta bir gün baştan aşağıya yaralılarla dolu olan ve düşmanın yaralı esirlerinin de bulunduğu Çamburnu Hastanesi bombardıman edilmiş, bizim yaralılarla beraber düşmanın yaralıları da bu fecaatin kurbanları olmuşlardı.”545

VIII- Değerlendirme

Çanakkale Cephesi, gerek konumu gerekse coğrafi özellikleri bakımından Osmanlı ordusunun diğer cephelerinden farklı özellikler göstermiştir. Cephede, çok dar bir arazi içine sıkışmış büyük birlikler karşıya karşıya gelmiş, muharebelerin karakteri; çok iyi tahkim edilmiş mevzi hatlarına yapılan kitle taarruzları, süngü muharebeleri ve donanma atışlarının yıkıcı etkisiyle şekillenmiştir. Nitekim siper muharebeleri, Batı Cephesi’ndekine benzer bir savaş alanı yaratmış ve zayiatın çok fazla olmasına neden

543 M.H.Bayrı, Cephe Arkadaşı, s.70.

544 Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.68-69.

545 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.128.

136

olmuştur. Cepheye yönelik bütün tanıklıklarda; topçu atışlarının şiddeti, kanlı hücumlar ve kayıpların büyüklüğü canlı şekilde tasvir edilmiştir. Hatıralarda özellikle vurgulanan bir husus süngü muharebeleri olmuştur. Topçu atışlarıyla dövülerek yumuşatılan düşman mevzilerine topluca hücum edilmekte, kanlı boğuşmalar ve süngü muharebeleriyle düşman siperleri ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Bunlara dair çok canlı tasvirlere sıkça rastlanır. Ayrıca, etkin bir şekilde yürütülen lağım harbi ve hava muharebeleri de hatıralarda kendilerine yer bulmuştur.

Cepheye dair hatıralarda siper hayatının zorlukları sıklıkla işlenmiştir. Siper hayatının tek sıkıntısı muharebeler ve tahkimat çalışmaları değildir. Her an düşmanla karşı karşıya olmanın verdiği yorgunluk, yaşam koşullarındaki zorluklarla birleşerek kıtalarda yıkıcı etkiler yapmıştır. Üniforma daima askeri üzerindedir. Banyo ve elbise değiştirme imkanı yoktur. Uyku büyük bir lüks sayılmaktadır. Siperde ayaklarını uzatacak yer dahi bulmak zordur. Yağışlı havalarda siperlerin içi suyla dolmakta, biriken sular karavanalarla atılmaya çalışılmaktadır. Buna rağmen su ve çamurdan kurtulmak mümkün olmamaktadır.

Hatıralarda, müttefiklerle Osmanlı birlikleri arasında her alanda muazzam bir dengesizlik olduğu özellikle aktarılmıştır. Bu dengesizlik, en çok silah ve mühimmat sayılarında, erzak ve donatım konularında kendini göstermiştir. Türk birliklerinin en temel sıkıntısı silah ve mühimmat eksiği olmuştur. Özellikle top ve makinalı tüfek mühimmatında sorun yaşanmıştır. Kuvvetler arasındaki bu dengesizlik ancak Osmanlı askerinin fedakarlığı ve muazzam kayıplarla telafi edilebilmiştir. Cepheye yönelik tüm tanıklıklarda ortak vurgu Türk askerinin kahramanlığıdır. Zaferin esas amilinin; askerin metaneti, dayanıklılığı ve kahramanlığı olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.

Osmanlı Ordusu’nun savaştığı diğer cepheler kadar olmasa da, bu cephede de iaşe sıkıntıları yaşanmıştır. Hatırat sahipleri, başkente bu kadar yakın olan cephede erzak sıkını yaşanmasına anlam verememiştir. Çanakkale Cephesi’ne ait hatırlarda “zeytinyağlı kurtlu bakla” sıkça zikredilir.

Osmanlı ordusunun harp ettiği diğer cephelere benzer şekilde burada da sivil halk harbin yıkımına maruz kalmıştır. İtilaf birlikleri tarafından bölgedeki yerleşim yerleri ve hastaneler bombalanmış, çok miktarda yaralı asker ve sivil hayatını kaybetmiştir. Nitekim Çanakkale Muharebeleri, cephede savaşan askerlerin hafızalarında silinmez izler bırakmış ve bu izler hatıralarda kendini göstermiştir.

137

C- HATIRALARDA SİNA-FİLİSTİN CEPHESİ

I- Sina-Filistin Cephesi’nde Harbin Seyri

Sina-Filistin Cephesi’nde muharebeler Şubat 1915’de icra edilen Kanal Harekatı ile başlamıştır. Süveyş Kanalı’na yönelik bir harekat fikri, henüz Osmanlı Devleti harbe girmeden önce Almanlar tarafından dile geririlmiştir.546 Kanala yönelik bir harekat Osmanlı yönetimine de cazip gelmiş547 ve Mısır’ın tekrar ele geçirileceği umutları

546 Von Kress, Alman Genelkurmay Başkanı Von Moltke’nin 10 Ağustos 1914’de Enver Paşa’ya bir yazı göndererek, Türk ordusunun mümkün olduğunca çok İtilaf askerini üzerine çekmek üzere derhal harekete geçmesini istediğini yazar; “Bu maksatların sağlanması için Kafkasya’ya karşı bir hareketle birlikte özellikle Mısır’a karşı bir teşebbüse girişilmesi arzu olunuyordu. Avusturya’nın yükünü hafifletmek için Türk cephelerindeki harekâtın mümkün olduğu kadar çabuk başlaması lazımdı.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s.17); Tarafsızlık durumu devam ederken Enver Paşa, Osmanlı Ordusu’nun harpte nasıl kullanılacağı üzerine Almanlarla görüşmelere başlamıştı. 16 Ağustos’ta Enver, Von Sanders, Wangenheim, Suchon ve bir grup Alman subayının katılımı ile bir toplantı yapılmıştır. Toplantıda Osmanlı Ordusu’na yönelik iki hareket tarzı görüşülmüştür. İlki Mısır ve Süveyş Kanalı’na yönelik bir harekât düzenlemek, diğeri ise Odesa bölgesine çıkarma yaparak Avusturya cephesine destek vermekti. İkinci harekât tarzı Von Sanders dışında taraftar bulmamıştır; “(Toplantıda) Türkiye harbe girerse, Süveyş Kanalı’na karşı bir harekâtın gerekli olup olmadığı görüşülecekti. Bahriyenin temsilcileri ateşli bir şekilde buna taraftardı. Ben, Almanya-Avusturya cephesinin o zamanki durumunu göz önüne alarak, Avusturyalıların güney kanadının yükünü hafifletmek için Türklerin Odesa ile Akkerman arasına büyük bir çıkarma yapmalarının daha acil olduğunu düşünüyordum. Fakat benim görüşüme katılan olmadı ve diğer herkes, mümkün olduğu kadar çabuk yürütülecek bir Mısır seferinin büyük bir etki yapacağına kani idiler. Ben daha o zaman bile, Türklerin sınırlı imkanları ve ulaşımın elverişsizliği nedeniyle Mısır’ı fethetmenin nasıl mümkün olacağını düşünemiyordum… Almanya’da Mısır’ın İngiltere’nin ölümcül noktası olduğuna dair tamamen fantezi ürünü saçmalıklar düşünülüyordu. Bu saçmalığa deniz kuvvetleri de katılmıştı.” Ancak Sanders’in bu konudaki muhalefeti Berlin’in tepkisini çekmiştir; “Bunun neticesinde 15 Eylül’de Alman Şansölyesi, Alman sefiri vasıtasıyla, itirazlarımı geri çekmemi istedi. 17 Eylül’de de Alman Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı’ndan telgrafla doğrudan doğruya şöyle bir talimat aldım: ‘Müşterek menfaatimiz bakımından Mısır’a karşı hareket geçilmesi çok önemlidir. Ekselanslarının bu görüş açısına göre Türkiye’nin teklif ettiği harekâtlara karşı bütün itirazlarını mutlaka geri çekmesi gerekmektedir.’” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.41-43); Von der Goltz da, Kanal’a yapılacak harekattan umutlu değildir; “Süveyş Kanalı’na karşı yapılacak muvaffakiyetli bir taarruzda ihtimal iyi bir tesir gösterebilir. Fakat üstün bir donanma olmadıkça, bu yapılamaz ve böyle bir donanmaya da malik değiliz. Kanal kolayca müdafaa edilebilir ve zaten şimdi de kuvvetli şekilde tahkim edilmiştir.” (Colmar von der Goltz, Yirminci Yüzyıl Başlarında Osmanlı-Alman İlişkileri, “Golç Paşa’nın Hatıratı”, (Yay.Haz.Faruk Yılmaz), İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s.102); General Erich von Falkenhayn anılarında, Alman Genelkurmayının Mısır seferinin başarılı olacağına inanmadığını, yalnızca İngilizleri oyalamak için harekâta taraftar olduğunu belirtir; “Yine bu sayede Mısır’a karşı Türk birliklerini sevk etmek imkanı da elde edilmişti. Genelkurmay Başkanı bu hareketten hiçbir netice beklememekte ise de İngiltere’nin belli başlı stratejik bölgelerinden birisi olan Süveyş Kanalı’nı kesebilmek ve hiç olmazsa bu maksatla Alman kaynaklarının daha az kullanılmasına mukabil, İngiliz birliklerinden mühim bir kısmını harbin merkezinden uzak tutabilmiş olmayı ümit ediyordu.” (Erich von Falkenhayn, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s.59.) Ali İhsan Sabis de, Almanların Mısır’ın fethine ihtimal vermediklerini, yalnızca Kanal’ı kapatmak düşüncesinde olduklarını yazar; “Esasen Almanya'daki Almanların Mısır'ın fethini düşünmediklerini zannediyorum. Bunların fikri sadece kanaldaki seyrüseferi menetmek idi. Bunun için kanalın şarkında Türk ordusu bir kısım kuvvetle bir mevzi tutabilirse bunu mümkün görnüşlerdi.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.255)

547 Harbe kesin karar veren ve Cemal ile Talat’ın desteğini alan Enver Paşa, kendi Kurmay Başkanı Bronstat ile hazırladığı savaş planını 21 Ekim’de Alman Genel Karargâhına göndermişti. Plana göre; Osmanlı filosu harp ilan edilmeden Karadeniz’deki Rus filosuna saldırarak üstünlük kazanacak, padişah tarafından “cihat” ilan edilecek, Kafkas hududundaki Osmanlı kuvvetleri bölgedeki Rus ordusunu oyalayacak, bir diğer Osmanlı Ordusu Mısır üzerine yürüyecekti. (K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.366.)

138

yeşermiştir.548 Böyle bir harekatın ciddi zorlukları olacağı bilinse de, Osmanlı ordusunun Kanalı geçmesiyle Mısır’da İngilizlere karşı bir isyan başlayacağı umuduyla işe girişilmiştir.549 Nitekim Eylül 1914’de IV. Ordu kurulmuş ve Kasım ayında Bahriye Nazırı Cemal Paşa bu ordunun başına getirilmiştir.550 Kanal Harekâtı 14 Ocak 1915’de

548 Joseph Pomiankowski, Mısır’a yapılacak harekât konusunda Enver ve Büyükelçi Wagenheim’ın istekli olduğunu söyler; “… hem Enver Paşa hem de Almanlar (özellikle Wangenheim vb.) kanaldan geçmenin zorunlu olduğuna inanmaktaydılar. Her iki tarafta Mısır’ı stratejik bir yer olarak görmekteydi. Filistin harekâtıyla birlikte Sunusi ve batıdan gelme Trablusgarplılar Mısır’a karşı harekâta geçeceklerdi. Doğu-batı sınırında bu kuvvetlerin ortaya çıkışı -Türklerle Almanlar öyle sanıyorlardı- Mısır halkının İngiliz boyunduruğuna karşı başkaldırışının bir işareti olacaktı… Fakat Mareşal Liman ise, müspet askeri mülahazalara dayanarak bu harekâtı, boş ve gayesiz olarak nitelendirdi.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.94.)

549 Ali Fuat Cebesoy, 1921’de Moskova’da Enver Paşa’dan şunları dinlediğini aktarır; “Ali Fuat Cebesoy: ‘- İngilizler Avrupa harp mıntıkalarına Asya’dan takviye göndermeden evvel İmparatorluk yollarını ve Hindistan’ı müdaafa etmek için Basra Körfezi’nde ve Süveyş Kanalı’nda bir ileri harekât maksadıyla hazırlanırken çok noksan vasıta, teçhizat ve az bir kuvvetle uzun menzil yollarını aylarca yürüdükten sonra Mısır’ın fethini nasıl düşünebilirdiniz?’

Enver Paşa: ‘-Mısır’ın ve Arabistan’ın selahiyetli ricali; (İngilizlerin devam edecek olan hazırlıkları tamamlanmadan evvel eğer siz süratle tedarik edebileceğiniz kuvvet ve vasıtalarla Süveyş Kanalı önünde görünecek olursanız Mısır halkının İngilizleri arkadan vuracağına ve bütün hazırlıkları bozabileceğine inanabilirsiniz. Bundan başka İslam aleminde Mısır’ın kurtarılmasının ne kadar büyük bir intibah yaratacağını düşünebilirsiniz) dediler. Ben de bu ihtimalleri gözönünde bulundurarak az bir riskle Süveyş Kanalı’na birinci taarruzu yaptırdım.’ ”

Cebesoy, Aralık 1914’de Cemal Paşa ile beraber Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa ile görüştüğünü ve Hidivin şunları söylediğini de yazar; “Ben Mısır’ın hükümdarı, yani Hidivi olmak sıfatıyla size şunu temin edebilirim ki, Osmanlı ordusu kanalda görünür görünmez Mısır haklı İngilterenin işgal kuvvetleri aleyhine isyan edecekler, onları her taraftan sıkıştıracaklardır… Her taraftan çevrilen İngilizlerin silahlarını bırakmakta gecikmeyecekleri şüphesizdir. Bundan sonra Mısır’ın kapıları Osmanlı kuvvetlerine açılmış olacaktır.” Cebesoy’a göre; “Hidiv hayal peşinde koşuyordu.”

Cebesoy, IV. Ordu Komutanlığını üstlenen Cemal Paşa ile 1914 sonunda yaptığı görüşmeyi ise şöyle aktarır; “Ahmet Cemal Paşa’yı eskiden ve yakından tanırdım… Hususi kumandanlık odasında karşı karşıya geçerek Mısır ve Kanal hareketlerine dair uzun boylu konuşmuştuk. Neticede bana çok güvendiğini ve Kanala taarruz edecek olan ilk kademenin kumandanlığına beni getireceğini söyledikten sonra; ‘-Bu taarruzun gayesi ne olebilir?’ diye sormuştu. Bir fırka ve maiyyet kumandanı olarak böyle bir hareketten mühim bir netice elde edilip edilemeyeceği hakkında bir hüküm veremeyeceğimi ima etmiş ve; ‘-Eğer Kanalda düşmanın bir müddet için deniz nakliyatını kesebilirsek bu hareketten beklenilen gaye alınmış olur. Bu gayeyi istihsal edebilmek içinde Kanalın garbına geçmeye lüzum yoktur. Bu hareketimizle İngilizlerin Avrupa harp meydanlarına gönderebileceği takviye kıtalarının bir müddet kanaldan geçmesine mani olabiliriz.’ cevabını vermiştim. Ahmet Cemal Paşa: ‘-Bu kadar mahdut bir gaye için Suriye’ye kadar gelmezdim.’ demekle iktifa etmişti. Mesele anlaşılıyordu. Başkumandanlık vekaleti Mısır’ın fethini kararlaştırmıştı.” (A.F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.74-76); Von Kress, Süveyş Kanalı’na yapılacak ilk harekât konusunda umutlu olduğunu aktarır; “Bu ilk harekâtta biz herhangi bir istikametten Kanal’ı geçmeye muvaffak olduğumuz takdirde geçilen yerden Kanal’ın batı sahiline sürülmüş bir köprübaşının himayesi altında Kanal’ı sürekli kapatabileceğimizi zannediyorduk.” Ayrıca Osmanlı askerinin Kanalı geçmesiyle Mısır’da İngilizlere karşı isyan başlayacağı umuluyordu; “Mısır milliyetçilerinin ajanları tarafından, Mısır halkının bize en geniş yardımda bulunacağının kararlaştırılmış olduğu bildirilmişti. İlk Türk askeri Kanal’da görünür görünmez bütün Mısır bir yekvücut İngilizlere isyan edecekti. Mısır’da yapılacak sabotajlara ait verdiğimiz talimatın da harfiyen takip edileceği bize vaad edilmişti.” Ona göre harekât başarılı olmasa bile Almanya için istenen sonuçları verecekti; “Bu görüşüme ve çetin mukavemetlere rağmen büyük bir şiddetle bu harekâtın yapılmasını istememin sebebi, düşmanlarımız için hayati bir öneme sahip olan nakil yolunun Süveyş Kanalı’ndan geçmesi dolayısıyla, bu yolun tehdit edilmesinin bizim için büyük bir önem taşıdığını takdir etmemdi. Ayrıca böyle bir harekâtta her iki taraftan dökülecek kan ve oluşacak karşılıklı düşmanlık Türklerin ittifaklarına sağlam kalmalarını garantileyecekti.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 43, 83-84.)

550 Von Sanders şunları söyler; “Türk Genel Karargahı, Kasım ayında nihai olarak Suriye’de bir ordu teşkiline; bunun, bir yandan Süveyş Kanalı’na gidecek bir seferi kolordu çıkarırken, diğer taraftan

139

başlamış, 13 bin kişilik kuvvet zor şartlar altında Sina çölünü geçerek 2 Şubat’ta Kanal’a ulaşmıştır. Ancak harekat planlandığı gibi icra edilememiş, çok küçük bir kuvvet Kanal’ı geçebilmiş ve bunlarda İngilizlere esir düşmüştür. Mısır’da başlayacağı düşünülen isyan ise gerçekleşmemiştir. Nitekim yaklaşık 1300 kişi zayiat veren Osmanlı birlikleri Gazze’ye geri çekilmek zorunda kalmıştır.551

Kanal Harekatı’nın başarısız olması, Kanal’a yönelik hareketlerin devam etmesine engel olmamıştır.552 Ancak, 1915 Nisan ayında başlayan Çanakkale

Filistin ve Suriye sahillerini koruması gerektiğine karar verdi. Bahriye Nazırı ve 2. Ordu’nun Kumandanı Cemal Paşa, bu 4. Ordu’nun kumandanlığına tayin edildi. Kurmay Başkanı olarak Albay Von Frankenberg’i istedi ve kısa süre sonra büyük maiyetle Şam’a doğru yola çıktı. Çok mükemmel, becerikli bir subay olan ve daha Eylül ayında Şam’daki 8. Kolordu’ya gönderilen Albay Von Kress de Cemal Paşa’nın emrindeydi. Kanal’a doğru yürüyüşün olağanüstü zor hazırlıklarını 8. Kolordu’nun Kurmay Başkanı olarak örnek teşkil edecek bir şekilde yürüttü ve sonra seferi kolordunun kumandanı olarak parlak bir mesai sergiledi. Saldırının, başından beri başarısızlığa mahkum olduğundan evvelce bahsetmiştim. Yaklaşık 16.000 Türk askeri ile Mısır fethedilemezdi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.65); Kuşçubaşı Eşref Bey’e göre de, Cemal Paşa da Mısır seferine isteklidir. Eşref Bey, bu konuda yaptığı uyarıların Cemal Paşa tarafından dikkate alınmadığını yazar; “Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günden esaslı fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöle hemen hemen ilk defa geliyordu. Çok kısa sürmüş olan Bağdat valiliğinde tanıdığını zannettiği iklimin burası ile alakası yoktu. Kum deryası içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, İslam alemi içinde yaratacağı nevmidiyi kendisine anlattım. Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mısır ve çevresinde telkin ettiği manevi fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgununun tevlid edeceği zararın maddi olmaktan fazla, kudsiliğine inanılmış fikirlerin iflası olabileceğini söyledim. Cemal Paşa bütün bu noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat Süveyş üzerine bir inişin şart olduğunu, hatta kendisinin bunun için geldiği cevabını verdi.” (Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, Ercan Matbaası, İstanbul, 1962, s.123); Behiç Erkin, Cemal Paşa Suriye’ye gitmeden önce aralarında geçen konuşmayı şöyle nakleder; “IV. Ordu Komutanlığı’nı eline almak için Suriye’ye gitmeden bir iki gün evvel, Cemal Paşa ile eşi, benimle eşimi Rumeli caddesindeki konağına akşam yemeğine davet etmişti. Konuşurken Cemal Paşa’ya, Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’yı beraber götürüp götürmeyeceğini sordum. ‘Arkamda bir kambur taşımam, ben Mısır’a girersem, Hidiv ben olacağım’ dedi.” (Behiç Erkin, Hatırat (1876-1958), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010, s.151.); Cemal Paşa ise hatıratında esasında Kanal Seferiden umutlu olmadığını iddia eder; “Ben bu hareketi yalnızca, bir gösteriş fikri ile yapıyor ve

Kanal'da kendilerini rahat bırakmayacağımızı İngilizlere anlatmak ve dolayısıyla Mısır'da büyük bir İngiliz kuvvetini bağlamak amacı güdüyordum. Yoksa en büyük harp gemilerinden tutunuz da zırhlı trenlere, her çeşit savunma vasıtalarına sahip olan İngiliz ordusu gibi faal ve cesur bir ordu tarafından savunulan en az 100 metre genişliğindeki bir kanalın, bizimki gibi, eldeki vasıtaları Kanal önünde ancak dört gün kadar kalabilmesine müsait olan bu 14.000 tüfekli, birkaç cebel bataryası ve yalnız bir tek obüs bataryasından oluşan ve Kanal'ı geçmek için de beş on köprücü pantonundan başka bir şeyi olmayan bir ordu tarafından cebren geçilip zaptedileceğini, ciddi bir biçimde hiçbir vakit hatır ve hayalime getirmedim. Hakikat bu merkezde olmakla beraber gerek karargaha ve gerekse birliklerime öyle kanaatler verdim ki, hiçbir fert bu 1. Kanal Seferi'nin yalnızca bir gösterişten ibaret olduğuna dair hiçbir şey hissetmedi ve herkes azami fedakarlık göstermekten bir dakika geri kalmadı.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.183)

551 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 101-102.

552 Enver Paşa, 8 Şubat 1915 tarihli yazısında küçük birliklerle de olsa Kanal’a yapılan tacizlerin sürdürülmesini ve topçu ateşiyle Kanal’da gemi trafiğine engel olunmasını istemişti; “Su ve erzak esbabından dolayı ordunun beyan buyrulan hududa kadar çekilmesi zaruri olsa bile gene mümkün olan vesaitle Kanal’ın mütemadiyen tehdidine çalışılması lazımdır. Harekâtın sükunet devresi esnasında topçu ile beraber ufak müfrezeleri Kanal’a kadar göndererek seyrüseferi men etmeye muvaffak olacağınıza eminim. Bu kabil teşebbüsler fevkalade mühimdir.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.72-73); Von Kress de, başarısız olan Birinci Kanal Seferi’nden sonra Cemal Paşa’nın harekâta devam kararı aldığını ve birliklerin başına kendisinin geçmesini istediğini yazar; “ ‘Aziz dostum!’ hitabıyla beni karşılayan sözlerine şöyle devam etmişti: ‘Sizden büyük bir ricada bulunacağım. Ben daha bugünden Kudüs’e ve Şam’a giderek oralarda daha büyük ölçüde ikinci bir kanal harekâtının hazırlığıyla meşgul

140

Muharebeleri nedeniyle Kanal’a yönelik büyük çaplı girişimler askıya alınmıştır.553 Bununla beraber, küçük çaplı birliklerle yapılan saldırılar ve gemi trafiğini engel olma maksadıyla mayın döşeme faaliyetleri 1915 yılı boyunca sürmüştür.554 Kanal’a yönelik ikinci taarruzun 1915 sonbaharında planlanmış, ancak Alman birliklerinin sevkiyatında yaşanan gecikmeler nedeniyle ancak 1916 ortasında yapılabilmiştir.555 Temmuz ayında

olacağım… Bu esnada Kanal’a karşı daha küçük teşebbüslerle İngilizlere hiç nefes aldırmamak lazımdır. Onlar kendilerini sürekli tehdit altında hissetmelidirler… Bu önemli görevin yapılmasını havale edebileceğim sizden başka hiçbir kimse mevut değildir.’ ” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 115-116.)

553 Cemal Paşa, Çanakkale Cephesi’ni desteklemek için kuvvetlerinin büyük kısmının elinden çıktığını yazar; “Düşmanın bu deniz taarruzundan sonra, bir de karaya asker çıkarmak suretiyle Çanakkale'ye şiddetli bir tecavüzde bulunması ihtimali bulunduğundan, İstanbul civarında yeterince piyade kuvveti toplamaya lüzum gördüğünü belirten Enver Paşa, 8. ve 10. Fırkaların İstanbul'a gönderilmesini rica etmişti. Onu haklı bularak bu iki fırkayı hemen geri gönderdim. Sonradan düşman Gelibolu Yarımadasına asker çıkarır çıkarmaz, Enver Paşa 25. Fırkanın da İstanbul'a gönderilmesini istedi. Onu da gönderdim. 13. Kolordunun fırkalarından birini Bağdat'a ve diğerlerini de Bitlis taraflarına göndermekliğimi talep etti. Bu talebi de yerine getirdim. Ordu ınıntıkası içinde ne kadar seri ateşli top bataryası ve makineli tüfek varsa, hepsinin Çanakkale'ye gönderilmesi emrini de uyguladım. Sonunda öyle bir hale geldim ki; bütün orduda, Adana, Halep, Suriye, Lübnan, Filistin mıntıkalarında ve bilhassa Çölde mevcut birlikler 12 tabura indi ve bütün ordu mıntıkasında, ne bir tek seri ateşli batarya ve ne de bir tek makineli tüfek bölüğü kaldı. Buradaki iki taburun erlerinin hepsi, Suriyeli ve Filistinli Araplardan ibaret bulunuyor ve Türk birliği olarak Şam'da bulunan gönüllü Mevlevi taburu ile ordu karargahı için Dobruca gönüllülerinden oluşturduğum bir piyade bölüğünden başka hiçbir şey bulunmuyordu.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.193-194) ; Ali Fuad Erden, IV. Ordu’nun çoğunluğu Arap subay ve askerlerden oluşan zayıf kıtalardan teşkil kaldığını aktarır. Ayrıca bu Arap zabitleriyle ilgili şüphe uyandıran haberler alındığını yazar; “Şu haberler alınıyordu. Arap zabitleri Osmanlı Devletini batmak tehlikesine maruz bir gemiye benzetiyorlar ve Arapların, Osmanlılarla beraber mahvolmak felaketine uğramamak için gemiyi vakt-ü zamanında terk etmeleri ve kendilerini kurtarmaları icap ettiği tarzında propaganda yapıyorlardı. Kıtaatta Arap zabitleri arasında tahlifler yapılmakta idi. Türk subayları bir gece içinde teker teker öldürülecekler; ihtilal komitesi vaziyete hakim olacak; Suriye’nin istiklali ve harpten çekildiği ilann edilecek; Fransızlarla münferit sulh ve ittifak yapılacaktı. Muhtelif membalardan alınan haberler birbirini teyit etmekte idi.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.93.)

554 Başkumandalık, Kanal’a yönelik taciz harekâtlarına özel önem veriyordu. Enver Paşa, Cemal Paşa’ya 13 Haziran 1915’de şunları yazıyordu; “İngilizler Suriye’nin tahliyesi ve Mısır seferinden vazgeçildiği işaatiyle Mısır’dan serbestçe kuvvet celbediyorlar. Mısır seferinin tekrar yapılacağını gösterir nümayişlerle İngilizleri tespite çalışmak mümkün olmaz mı?” Ali Fuad Erden’e göre ise, icra edilen küçük çaplı harekâtlar istenen sonucu vermişti; “Küçük ölçekde yapılan bu taciz teşebbüsleri düşmana ‘iğne batırmak’ kabilindendi. Fakat bu teşebbüsler umumiyetle güdülen maksadı sağladılar. Kanal’daki seyriseferin mütemadiyen taciz ve tehdit edilmesi İngilizlerde Kanal’ın meniyeti hususunda endişe hasıl etmiş ve 1916 yılı başında onları Kanal’ın doğusunda ve bir günlük yürüyüş mesafesinde, pek çok para ve malzeme sarf ederek ve binlerce insan kullanarak Akdeniz’den Süveyş körfezinde kadar müstahkem bir hat inşasına mecbur eylemiştir.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.108, 114.)

555 Erden’e göre bu gecikme, İngilizlere gerekli tedbirleri almak için yeterli zaman kazandırmıştır; “İngilizler 1916 yılı başından itibaren Kanalın 15-20 kilometre doğusunda yani bizim topçu ateşimizle Kanalı dövmekliğimize mani olacak kadar Kanaldan uzaktaki bir mevzii esaslı surette tahkim etmek için vakit buldular. Bu mevzi, Türk topçularının Kanal münakalatını seddetmek için yayılacakları sahanın içinde bulunuyordu. Bundan dolayı 1915 sonbaharında tasmim edilmiş olan ‘Kanalı topçu ateşiyle seddetmek’ hedefi 1916 yazında artık kabil-i icra değildi.” Erden, buna rağmen Enver ve Cemal Paşa arasında Mayıs 1916’da gerçekleşen görüşme sonunda taarruz kararı verildiğini söyler; “Bu hareketle Kanalın bizim tarafımızdan daima tehdit altında bulunduğuna İngilizler ikna edilmiş ve Kanalın muhafazası için daima büyük kuvvetler tutmağa mecbur edilmiş olacaktı.” (Ali Fuad Erden, Çölde Son Türk Destanları, Suriye Hatıraları II, Kopernik Kitap, İstanbul, 2018, s.81); Nitekim Kuşçubaşı Eşref Bey de, Cemal Paşa’nın kendisine söylediklerini aktarır; “Ben de bu kuvvetle Süveyş’in geçilemeyeceğini biliyordum. Fakat bizim asıl düşündüğümüz, İngilizlerin en şeçkin 200-250 bin kişilik bir kuvvetini burada tutarak, Garp Cephesi’nde büyük taarruzlara başlamış olan müttefikimiz Almanların yükünü

141

harekete geçen Osmanlı birlikleri 4 Ağustos’ta Romani’deki İngiliz birliklerine taarruz etmiş, fakat bu girişimden de olumlu sonuç alınamamıştır.556

Loyd George Hükümeti’nin 1916’da iş başına gelmesiyle, Londra’nın Orta Doğu konusunda görüşleri değişikliğe uğramıştır. Batı Cephesi’nde savaşı kitlenmesi, zaferin Doğu’da yapılacak harekâtlar ile kazanılabileceği düşüncesini kuvvetlendirmiştir. Bu düşünceye göre, İngiltere için savaş sonrası kazanımları ancak Orta Doğu’da mümkün olabilecektir. Savaş sonrasında Mezopotamya ve Filistin’in kontrolü, İngiliz İmparatorluğu’nun bütünlüğü açısından vazgeçilmez görülmeye başlanmıştır.557 Nitekim Başbakan, 1917’de Mısır’daki İngiliz ordusuna Filistin’i işgal etme talimatı vermiştir. Filistin’de İngiliz taarruzları Mart 1917’de başlamış, 26 Mart’ta I. Gazze Muharebesi gerçekleşmiştir. Gazze‘yi ele geçirmek için icra edilen taarruzlar

hafifletmekti. Buna da muvaffak olduk diyebiliriz. Fakat bu asıl sebebi nasıl ifşa edebilirdik? ” (C.Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde…, s.137.)

556 Von Sanders, 1916’da Süveyş Kanalı’na yönelik planlanan saldırının baştan başarısızlığa mahkum olduğu düşüncesindedir; “Süveyş Kanalı’na karşı büyükçe bir harekât, 1916 yılının Şubat ayı için planlanmıştı. Bunun için belirlenen Alman ve Avusturyalı destek birlikleri demiryolu ile nakilde karşılaşılan büyük manilerden dolayı, ancak aylarca süren gecikmeyle geldiklerinden harekâtın yapılması yaza kaldı… Temmuz ayı ortasında planlanan büyük harekât başladı. Sefer, Şubat ayı yerine en sıcak ve dolayısıyla en müsait olmayan zamanda başlamak zorunda kaldı… Seferi kuvvete verilen talimata göre -İstanbul’dan gelmişti, ama kimin tarafından olduğunu söylemeyeceğim- deniz trafiğinin uzun menzilli toplarla kesintiye uğratılması için Kanal’a mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışılacaktı. Bu talimatı hiç anlamadım. Böylesine bir topçu barajının ne süreyle olacağı akla geliyordu. Bu şayet uzun süre için isteniyorsa -ki sadece bu işe yarardı- her şey İngilizlerin buna müsaade edip etmeyeceklerine, daha doğrusu Türk-Alman birliklerinin bunu yapıp yapamayacaklarına bağlıydı. Her ikisinin cevabı da şüphesiz hayırdı.” General, Von Kress’in de harekâtın başarısı konusunda umutlu olmadığını yazar; “Albay Baron Von Kress, durumla ilgili hayale kapılmamıştı. Harekete geçmeden on gün kadar önce 4 Temmuz’da şunu bildirmişti; ‘İngilizler birkaç ay içinde muazzam miktarda insan ve malzeme kullanıp para harcayarak Kanal’ın doğusunda her nevi pek çok mükemmel bağlantısı olan tam bir savunma sistemi tesis etmişlerdir ve bizi burada, bizim seferi kuvvetimizden kat kat üstün olan bir kuvvetle bekliyorlar.’ Harpte bazen ümitsiz şeylerin yapılması gerektiğini, zor durumlarda sorumluluk üstlenmiş olan herkes anlayacaktır.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.192-193); Mirliva Sedat (Doğruyol) da, Kress’in harekâttan umutsuz olduğunu, ancak İstanbul’dan gelen emre boyun eymek zorunda kaldığını aktarır. Doğruyol’a göre Kanal Harekâtları, Osmanlı Devleti için bir başarısızlık olsa da, Almanya için istenen sonucu vermiştir; “Bu seferlerin bizim vasıta ve kuvvetlerimizle başarılmasına esasen imkan yoktu. Fakat bu seferlerle başlayan teşebbüslerin sonucu, Alman Başkumandalığının maksatlarını tamamen tatmin etmişti. 1917 senesine kadar Sina Yarımadası’ndaki İngiliz kuvvetleri Garp Cephesi ve Makedonya Cephesi yararına olarak artmış ve bu senenin sonundan itibaren 1918 senesi ortasına kadar Filisitin Cephesi’ndeki İngiliz ordusunun mevcudu yarım milyona yaklaşmıştı.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.50, 100.)

557 Loyd George’ye göre; “Geniş olarak ve Mezopotamya ile birlikte ele alınırsa, Filistin İngiltere’ye, Mısır’dan Hindistan’a uzanan karayolunu sağlıyor ve Afrika ile Asya imparatorluklarını birleştiriyordu. Botha ve Smuts’un Doğu Alman Afrikasını ele geçirmeleri İngiliz kontrolündeki toprakları Cape Town’dan Süveyş’e kadar genişletmişti. Filistin ile Mezopotamya’nın da eklenmesiyle İngiliz kontrolü İran’dan Hindiistan yoluyla Burma ve Malaya’ya ve Pasifik sömürgeleri olan Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kadar uzanacaktı. 1917’de Britanya İmparatorluğu’nun Atlantik’ten Pasifik Okyanusu ortalarına kadar uzanan zincirinde eksik olan halka Filistin’di.” (D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.245.)

142

Osmanlı birlikleri tarafından püskürtülmüştür. İngilizler 17 Nisan’da tekrar Gazze’ye taarruz etmişler, ancak yine başarı sağlayamamışlardır.558

1917 yazında cephede önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Osmanlı birlikleri General Falkeyhayn komutasında yeni kurulan Yıldırım Orduları Grubu altında yeniden teşkilatlanmıştır.559 Yıldırım Orduları Grubu başlangıçta Irak Cephesi’nde bir harekât için kurulmuş560, ancak daha sonra grubun Filistin Cephesi’nde kullanılmasına karar verilmiştir.561 Bunula beraber yeni teşkil edilen Grup, cephede istenen sonuçların

558 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 223-225.

559 Joseph Pomainkowski, Bağdat’ın kaybedilmesinin İstanbul’da infial yarattığını ve Yıldırım Orduları teşebbüsünün bu infial sonucunda ortaya çıktığını aktarır; “Bağdat’ın düşmesi, İstanbul’da müthiş bir hayal kırıklığı meydane getirmişti. Enver Paşa’nın düşüncesiz hareketiyle Kutülamare seferinde sahte bilgiler üzerine kurduğu İnglizlere hücum planı hem hükümetle hem de komitede derin bir huzursuzluğa sebep olmuştu… Enver Paşa, Bağdat’ın geri alınmasının, ancak Almanya’nın yardımıyla gerçekleşebileceğine inanıyordu. Paşa, bu hususta Alman üst düzey ordu idaresi yetkilileriyle görüşmelede bulunmak ve onların desteğini sağlamak üzere 17 Mart günü (Bağdat’ın düşmesinden 6 gün sonra) Alman genelkurmay karargahının bulunduğu Kreuznach’a gitti… Enver Paşa, Alman genelkurmay karargahında kendi arzusu doğrultusunda kabul gördü. Yüksek ordu idaresi, Almanya’nın menfaati icabı, Bağdat’ın tekrar alınmasının zaruratine inamış ve bu hususta yardım yapılacağını vadetmişti.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.268-270); Von Sanders de, Yıldırım Orduları Grubu’nun teşkilinde Bağdat’ın düşmesinin etkili olduğunu söyler. (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.233-234.)

560 Cemal Paşa, Enver’in Yıldırım Orduları Grubuyla ilgili olarak kendisine şunları söylediğini yazar; “Fikrim, Bağdat üzerine bir taarruz hareketi yapmak ve Bağdat'ı geri almaktır. 2. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşanın kumandasında bir 7. Ordu teşkil etmek ve bu ordu ile Halil Paşa kumandasındaki 6. Orduyu "Yıldırım Grubu" unvanı altında, bu ordu grubu kumandanlığının emrine verip Bağdat üzerine göndermek emelindeyim. Hangi cephelerden hangi fırkaların alınması gerekeceğini filan, bütünüyle tespit ettim. Yıldırım Grubu Kumandanlığı için de Almanya bize General Falkenhayn'ı verdi. Zannediyorum ki bu görevde başarı gösterebilecektir.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.213); Enver Paşa’nın, Yıldırım Orduları Grubu’nun Irak Cephesi’nde kullanılması fikri Türk komutanlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Von Kress, 1917 yılına gelindiğinde Enver Paşa ile Cemal Paşa arasında ciddi bir güven bunalımı oluştuğunu ve Cemal’in Bağdat’a yönelik bir harekâta şiddetle karşı olduğunu söyler; “Cemal’in cepheyi kısa ziyareti esnasında bende oluşan izlenime göre Enver ile Cemal arasındaki münasebet mühim bir şekilde sarsılmış olmalıydı… Şimdiye kadar Enver’e karşı olan büyük dostluğunu her zaman ortaya çıkaran Cemal, bu sefer onun aleyhinde çok şiddetli tenkitlerde bulunuyor: ‘Enver’in hiçbir zaman bir birliğe komuta etmiş olmaması ve bu sebepten birliğin ihtiyaçları ve ruhi durumu hakkında hiçbir bilgisi olmaması bir felakettir. Bundan başka maalesef şansı olmayan bir askerdir. Neye saldırdı ise muvaffakiyetsizlikle neticelenmiştir. Kafkasya’da ki her iki taarruz da bir cinayettir. Kıtalar tamamen açlıktan öldürülmüştür ve eğer sonbaharda hakikaten Bağdat’a karşı bir taarruz yapılacaksa bu da bir felaketle neticelenecektir, çünkü menzil hizmetlerinin vaktinde tanzim edilmesi lüzumu dikkate alınmamaktadır. Beni tamamen ikinci bir ihtilal yapmaya tahrik ediyorlar’ diyordu.” Von Kress’e göre; “Yalnız Cemal değil diğer kıdemli Türk subayları dahi Enver’in Bağdat’ı yeniden zapt etmek planını tasvip etmiyor ve Irak teşebbüsünün Türkiye için yeni bir felaket doğuracağı fikrinde bulunuyorlardı.” Kress, kendisinin de aynı fikirde olduğunu kaydeder; “Kanaatime göre Mezopotamya’nın tekrar ele geçirilmesi için yapılacak bir teşebbüs, ancak Filistin cephesinde beklenen İngiliz taarruzunun püskürtüleceğine emin olunduğu takdirde mümkündü. Halbuki bu şart, hiçbir şekilde mevcut değildi.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 296-298, 302.)

561 Von Kress, Von Falkenhayn’ın kendisi ve pek çok kişi tarafından yapılan uyarıları ilk başta dikkate almadığını ve Enver Paşa’nın Bağdat’a taarruz planına katıldığını aktarır; “General Von Falkenhayn yalnız benim değil, Türk harp sahnelerindeki durumu bilen diğer kimselerin ortaya koydukları görüş ve endişeleri de fikrini değiştirmemiş ve Enver’in teklifini kabul etmişti. General hepimiz içim ‘artık tamamen Türkleşmiş’ tabirini kullanıyor ve kendisi Çin’de ki faaliyetine dayanarak doğuyu bizden daha iyi bildiğini zannediyor ve her şeyden evvel doğulunun pasif mukavemetini enerji ve metin iradesiyle yenebileceği hakkında yanlış ümide kapılıyordu.” Ancak, cephede yaptığı gözlemler sonunda 1917 sonbaharında Falkenhayn’ın görüşleri değişmiştir; “Bu arada, cepheyi teftişleri esnasında elde ettiği

143

alınmasını sağlayamamıştır. Bu sonuçta Grup komutanı Falkenhayn ile Türk komutanlar arasındaki fikir ayrılıklarının önemli etkisi olmuştur.562 Bu koşullarda VII.

tecrübeler ve Türk cephelerindeki duruma derin bir bakışın bıraktığı izlenimler neticesinde General Von Falkenhayn’da, Bağdat teşebbüsünün mümkün olabileceği hakkında ciddi bir şüphe uyanmıştı.”561 Von Kress’e göre fikir değiştiren Falkenhayn, Enver Paşa’yı da peşinden sürüklemiştir; “General Von Falkenhayn’ın tesiri altında Enver, Irak Harekâtı’nın tehirine ve Sina Cephesi’nde mümkün olduğu kadar çabuk büyük bir taarruz hareketinin yapılmasına kesin olarak karar vermişti.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 302-303, 309, 314); Sanders ise, Yıldırım Orduları Grubu’nun Irak’tan Suriye’ye alınmasında İngiliz savaş stratejisinin etkili olduğunu söyler; “İngilizleri tabii ki Bağdat’ı geri alma planlarından haberdardılar. Filistin’de güçlü bir saldırıya karar vererek bu planı akamete uğratmak için en tesirli vasıtayı seçtiler.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.239); Pomiankowski, Falkenhayn’ın neden fikir değiştirdiğini bilmediğini, ancak geçen dört buçuk aylık sürenin büyük bir kayıp olduğunu yazar; “Hangi sebepten fikir değiştirildi bilmiyorum. Fakat bu, generalin önceden düşünmeden böyle bir görevi üstlenmiş olduğunu gösteriyordu. Ayrıca onun Bağdat seferini gerçekleştiremeyeceğini anlayıncaya kadar 4,5 ayını alçaktı… Sina cephesindeki durum gittikçe kötüye gidiyor ve Kress’in yardım talepleri de artıyordu. Buna mukabil bir karara varılmaksızın haftalar geçiyordu.” Pomiankowski’ye göre; “Sonuçta Bağdat Seferi ile ilgili olarak giriştiği bütün hazırlıklar için harcadığı 4 aylık bir zaman boşa gitmişti. Bu durumda o, doğudan gelecek tehlikenin tehdit ettiği yerde (Filistin’de) Türk ordu idaresinin kuvvetlerini zamanında yerleştirmesine mani olmuştu.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.279-280, 288); Halil (Kut) Paşa’ya göre ise, Enver’in Mezopotamya harekâtından vazgeçmesinde Türk komutanları etkili olmuştu; “… Başkumandan Vekili Enver Paşa, en yakın ordu kumandanlarını Halep’te bir konferansa davet etti. Cemal Paşa, İzzet Paşa, Mustafa Kemal Paşa ve ben bu toplantıya katıldık. Konferansta şu noktalar belirdi ki, sürekli muharebeler dolayısıyla ordu mevcutları ve askeri ihtiyatlar çok zayıf düşmüştür. Maneviyatı iyi değildir. Firarlar artmıştır, açlık vardır. Hülasa gelecek için esaslı kararlar alınmak zorunluluğu vardır. Düşman ise, gerek Irak, gerek Suriye cephesinde pek ziyade güçlenmiştir ve yakında üstümüze saldıralabilir. Konferansta durum anlaşılıyordu. Enver Paşa’nın Irak’a, Hicaz’a karşı bir takım hareketlere geçmek düşünceleri önlendi. Hatta benim teklifim üzerine, Irak’ta bir İngiliz saldırısı olduğu ve bu önlenemediği takdirde ordumuzun Anadolu sınırlarına kadar çekilmesi de prensip bakımından uygun görüldü. Buna karşılık Suriye cephesi, mümkün olduğu kadar tahkim edilecek ve savunulacaktı.” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare…, s.191-192.) Cemal Paşa ise bu toplantıda Enver’in geri adım atmadığını yazar; “Enver Paşa: -Umumi Karargah bu Bağdat hareketine karar verdi. Almanya'dan en gücü yeten bir general aldı. Bundan başka sebükbar (hafif teçhizatlı) ve seçkin 6 Alman taburundan ve birçok makineli tüfek vesaire birliklerinden bir Alman fırkası ile bazı Alman topçu bataryalarının yardımını da sağladı. Dolayısıyla bu hareketten vazgeçmek imkanı yoktur.” Cemal Paşa, Yıldırım’ın Filisitin Cephesi’ne alınması konusunda Falkenhayn’ın Ağustos 1917’de İstanbul’da Enver’in de katılımıyla yaptıkları bir toplantıda ikna olduğunu iddai eder.(Cemal Paşa, Hatıralar, s.214, 217.)

562 Von Kress’e göre, Von Falkenhayn’ın uzun müddettir Türk ordusunda görev yapan Alman subaylara karşı beslediği önyargılar, hatalı kararlar almasına yol açmıştır; “General Von Falkenhayn Almanya’dan beraberinde 100-150 kişi kadar Alman subay ve memurları getirmişti. Bunların bir teki bile Türkiye’yi ve Türk ordusunu tanımıyordu… Von Falkenhayn, kendi tabiri ile Türkleşmiş olarak kabul ettiği bütün unsurları maiyetinden uzaklaştırmıştı. Türkleşmiş dediği kişiler; tecrübe sahibi olmuş, doğuda dik kafalılıkla hareket edilemeyeceğini öğrenmiş, müttefikimizin kendine has olan tarzını ve cephenin özel şartlarını hesaba katmakta olan Alman subaylarıydı. General Von Falkenhayn da açlık, susuzluk, iklim ve müttefikimizin kendine has tarzının kendi emir ve iradesine ve büyük enerjisine galebe çaldığını bizzat görmek suretiyle bu tecrübeyi bizzat kendi de edinmişti.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s.316); Pomiankowski, Falkenhayn’ın idare tarzı nedeniyle Türk komutanlarla ciddi sıkıntılar yaşadığını söyler; “General Falkenhayn ve karargahının sert kumandası, Türklerin kızgınlıklarına sebep olduğu için, VII. Ordu kımandanının seçimini de güçleştiriyordu. Önce VII. Ordu kumandanlığına tayin edilen Vehip Paşa, bu görevi kabul etmek istedi. Daha sonra bu göreve Mustafa Kemal Paşa tayin edildiyse de, o da bu görevinden Eylül ayı içinde istifa etti.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.277); Hans Guhr da, Von Falkenhayn’ın Türk ordusunun ve komuta kademesinin hassasiyetlerini kesinlikle anlamadığını, bu nedenle Yıldırım Orduları Grubu’nun yönetiminde ciddi sıkıntılar yaşandığını aktarır. (H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.147-148); Mirliva Sedat da benzer görüşler aktarır; “Von Falkenhayn bilgisi, zeka ve hafızası, görüşlerindeki isabet, süratli karar verişiyle yüksek bir kumandan olmakla beraber her Prusyalı subayda görülen kendini beğenmişliğin aşırılığına yakalanmıştı. Kendi milletinden ve meslektaşlarından olanları bile hiçe saymış olan bu zat, Türk kumandanları büyük ihtimal adeta çoluk çocuk takımından görüyordu. Çünkü tümen, kolordu ve hatta ordu komutanlarımız

144

Ordu komutanı Mustafa Kemal Paşa, Falkenhayn ile daha fazla çalışamayacağını beyan ederek istifa etmiştir.563 Ancak Falkenhayn’ın tavırları değişmemiş, nitekim 31 Ekim 1917’de başlayan İngiliz taarruzu başarılı olmuş, III. Gazze Muharebesi’nde mağlup olan Osmanlı birlikleri Kudüs’ün kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştır.564

Yaşanan mağlubiyetler sonunda Şubat 1918’de Falkenhayn görevden alınarak yerine Liman Von Sanders getirilmiştir.565 Ancak Von Sanders de grubun komutasında başarılı olamamıştır. Yüksek zayiat oranları ve yaşanan lojistik sıkıntılar ile çok zayıflayan Osmanlı birlikleri 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz taarruzunu durduramamıştır. Nablus Muharebesi’nde Osmanlı cephesini yaran İngiliz birlikleri

Almanya’da ancak kurmay yüzbaşı olabilecek bir yaşta idi. Fakat bu komutanların, yarım asırda nadiren elde edilebilecek askeri ve siyasi tecrübelerin sahibi olduklarını unutuyordu.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.86); 3. Süvari Tümeni komutanı Binbaşı Vecihi Bey’e göre Yıldırım Orduları Grubu’nun Alman komutanlara, özellikle de Falkenhayn’a bırakılması büyük bir hataydı; “Şu bir gerçektir ki, Türkiye’de Türk ordusunu yine en iyi Türk komutanlar istihdam edebilirdi. Çünkü komutanına ölümüne bağlı Türk askerinin nasıl savaşacağını, Türk kumandanlar Almanlardan çok daha iyi biliyorlardı.” (Kalbimi Filistin’e Gömün, Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Vecihi Bey’in Anılarıyla Filistin Ricatı, (Yay.Haz.İlyas Kara), Yediveren Yayınları, İstanbul, 2011, s.34.)

563 Cemal Paşa, Mustafa Kemal ile Falkenhayn arasındaki problemi şöyle açıklar; “Alman cephesinden İstanbul'a döndüğüm zaman, 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa ile General Falkenhayn'ın arasının açılmış olduğunu haber almıştım. Sebeplerini araştırınca, Mustafa Kemal Paşanın tamamıyla haklı olduğunu anladım. Mustafa Kemal Paşa, Ordu Kumandanlığına ait yetkilerini tamamıyla muhafaza etmek istiyor; halbuki von Falkenhayn, hatta kolordu kumandanianna karşı bile yapılamayacak biçimde 7. Ordu işlerine müdahale etmeye kalkışıyordu. Mesela Mustafa Kemal Paşa, kendisine tahsis edilmiş olan bölge içindeki Arap işlerine doğrudan doğruya müdahale etmek isteyen Falkenhayn'a, buna yetkili olmadığını ve bu işlerin ancak ordunun görev ve yetkisi içinde bulunduğunu bildiriyordu. Özellikle Falkenhayn'ın Arapların ruhi halleriyle katiyen bağdaşamayan bazı görüşmelerinin ve icraatının, vatanın çıkarlarına karşı olan kötülük derecesini takdir eden Mustafa Kemal Paşa, Alman generalinin kudreti dışındaki işlerle uğraşmasına kesinlikle engel olmak istiyor ve bu yolda, Ordu Kumandanlığının kendisine verdiği yetkiye dayanıyordu.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.226); Vecihi Bey, Falkenhayn’ın kötü idaresine karşı sesini yükseltme cesaretini gösteren tek komutanın Mustafa Kemal Paşa olduğunu vurgular; “Bu haksız duruma karşı çıkabilen, itiraz edebilen tek kumandan ise Yedinci Ordu Kmandanı Mustafa Kemal Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa dedikleri yapılmayınca, itirazlarına kulak verilmeyince istifa etti, çekildi, gitti. Çünkü Türkiye Türklerin mi, yoksa Almanların mı belli değildi.” (Kalbimi Filistin’e Gömün, s.34.); Cemal Paşa, kendisinin de Mustafa Kemal Paşa ile aynı kanaatte olduğunu, istifaya karar verdiğini, ancak Enver Paşa’nın ısrarı üzerine vaz geçtiğini söyler; “Nihayet Mustafa Kemal Paşa ile bir iki acı haberleşmeden sonra Mustafa Kemal Paşa, Ordu Kumandanlığından istifa etti ve İstanbul'a döndü. Kendisinden sonra benim de kesinlikle istifa edeceğimi ve ancak, o sırada Suriye'ye geleceğini bildirmiş olan Enver Paşanın oraya varmasını beklediğimi Mustafa Kemal Paşaya söyledim. Kararım pek kesindi. Fakat sonradan Şam'a gelmiş olan Enver Paşa o kadar rica etti, Beyrut, Suriye ve Halep valileri Azmi, Tahsin ve Bedri Beyler o derece üstüme düştüler ki, daha bir müddet için Suriye'yi terk etmemeye mecbur oldum.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.226)

564 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 237-239.

565 Pominakowski, Enver Paşa’nın yaşanan sıkıntılar nedeniyle Falkenhayn’ı değiştirmeye karar verdiğini aktarır; “Suriye’de ki orduların dışında olanlar hakkında İstanbul’da endişe verici söylentiler dolaşıyordu. Mareşal Falkenhayn’a o derece nefret duyulmuştu ki, artık kendisi ile hiçbir kimsenin çalışmak istemediği ileri sürülüyordu. Kumanda kademeleri arasında büsbütün anarşi yayılmıştı… Enver Paşa, durum hakkında güvenilir bilgi edinmek için, Aralık sonunda General Von Seeckt’i Suriye’ye gönderdi. Onun dönüşünden sonra, Ocak ayı sonunda, Mareşal Falkenhayn’ın görevden alınması kararlaştırıldı ve halefi olarak Mareşal Liman düşünüldü.” Bkz. J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.287.

145

süratle kuzeye ilerleyerek 30 Eylül’de Şam’a girmiş, 25 Ekim’de Halep’e ulaşmıştır.566 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephede çatışamalar sona ermiştir.

II- Kanal Harekatları

Kanal Harekatları çok zorlu koşullar altına icra edilmiştir. Ali Fuat Erden harekat bölgesi muazzam lojistik zorluklar yarattığını söyler. Demiryolunun son durağı olan Sebastiya İstasyonu, Kanal’dan 450 kilometre uzaklıktadır. Sebastiya’dan Halilürrahman’a kadar iyice bir şose, Halilürrahman’dan Birüssebi’ye kadar yalnız iyi havalarda kullanılabilen yani tamir ve ıslaha muhtaç bir araba yolu vardır. Birüssebi’den kanala 300 kilometredir ve bu kısımda yani Sina Çölü’nde nakil vasıtası olarak ancak deve kullanılabilir. Filistin hububat itibarıyla müstahsil bir memleket olmayıp Filistin mahsulü yalnız iki ay kifayet eder. Kuvve-i seferiyenin erzakını ve her türlü ihtiyacını 450 kilometreden ve bu mesafenin en büyük kısmında develerle getirmek zarureti vardır.567

Bu zorluklara ilaveten, komuta kademesi harekatı planlamak için gerekli bilgilere de sahip değildir. Von Kress, harekâta başlarken ellerinde Sina Çölü’nün düzgün bir haritasının dahi olmadığını yazar; “Ne kolordu ve ne de onun karargahındaki bir subay için Güney Filistin ve Filistin ile Mısır arasındaki Tih Çölü –bizim gelecekteki cephemiz- bilinmiyordu ve bu hususta şahsi incelemeleri de yoktu. Çölün karakteri hakkında yerlilerden edindiğimiz bilgi de yeterli ve güvenilir değildi. Savaş alanının işe yarar bir haritasına da sahip değildik.”568

Yol dahi olmayan bu bölgede Osmanlı askeri yaya olarak ilerlemiş; silah, mühimmat, teçhizat, yiyecek ve suyu yanında taşımıştır. Bu zorluklar harekat için verilen talimata şöyle yansımıştır; Her zabit ve nefer çantasında üç günlük demirbaş erzak ve her hayvan iki günlük demirbaş yem taşıyacaktır. Yürüyüş esnasında her piyade bölüğü yürüyüş kolunun yanına giderek çalı çırpı toplamak üzere birkaç nefer ayıracaktır. Toplanan çalılar devlerin üzerine konarak taşınacaktır. Bu çalı çırpı ile ordugah yerine varıldığı zaman çay pişirilecektir. Çay pişirme imkanı olmadığı zamanlarda çay soğuk su ile hazırlanacaktır ve şeker olmadığı zaman şekersiz

566 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s. 273.

567 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.20.

568 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s.42.

146

içilecektir. Bir günlük su tayını bir mataradır. Yıkanmak, çamaşır yıkamak veya başka suretlerle suyu sarf ve istihlak etmek katiyen yasaktır.569

İhtiyat Zabiti Münim Mustafa, I. Kanal Seferi’nin zorluklarını şöyle aktarır; “Kıtaata ilk günler kum üzerinde yürüyüş tesir yapmamıştı. Fakat üçüncü dördüncü günü aştıktan sonra sıcakta ayakları kuma batarak yürümek tahammül-fersa bir hayat, bir hal almıştı. Yürümek bir şey değildi. Fakat kuma batmış olan ayağı çıkarıp adımı atabilmek büyük bir ızdırap veriyordu.” Çölde iaşe ve özellikle su ikmali en önemli problemdir; “Çölde her konakta menzil teşkilatı olmadığından askere sıcak yemek verilemiyordu. Herkes peksimet, zeytin, hurmadan mürekkep istihkakını yerdi. Mahrumiyetin en büyüğü ve herkes için kıymetli olan yalnız bir şey vardı: Su! Çölde su bulmak imkansız olduğundan tenekeli deve kollarıyla su nakliyatı yapılır ve herkese yirmi dört saat için bir matara su istihkakı verilirdi. Çok su içmeye alışmış olanlar hararetini asla teskin edemediklerinden susuzluğun pek acı ızdırabını çekerler. Bazen bir matara suyun bir gümüş mecidiyeye satın alındığı görülürdü. Bu sular bugün için şehir halkının içemeyeceği acı sulardı.”570 Harekâtta erzak insan başına günde 600 gram peksimet, 150 gram hurma veya 160 gram zeytin, 9 gram çay ve 23 gram şekerden ibarettir. Su tayını ise günde 4 kilodur. Ali Fuat Erden, bu koşullara rağmen askerin maneviyatının kırılmadığını yazar; “Bu gıda uzun zaman için yetmeyebilirdi. Fakat biz kısmen de maneviyatla doyuyor, gıdamızı onunla tamamlıyorduk.”571

Münim Mustafa, askerin büyük bir azimle çölü geçtiğini yazar. Bütün meşakketlere rağmen herkes kıtasını takip etmek istemektedir. Zira kıtasından ayrılmak bedbahtlığına uğrayan kimsenin akıbeti elbette düşünelecek bir noktadır. Çünkü yolu şaşırıp açlıktan, susuzluktam helak olma tehlikesi muhakkaktır. Bir hastalığa maruz kalındığı takdirde kıtaatın sıhhiye vesaitinden başka sıhhiye teşkilatı olmadığı için bu da ayrıca bir tehlikedir. Nihayet öyle bir radde gelmişti ki asker sıcaktan, susuzluktan can ve kan pahasına olsa dahi bu yoldan geri dönmemeye adeta yemin etmiş ve selameti Kanal’ın öbür cihetine geçmekte bulmuştur.572

Falih Rıfkı Atay ise sefere katılanlardan dinlediklerini şöyle aktarır; “Kaç gündür kızgın yollardayız. Kıtama bir türlü tabii bir yürüyüş yaptıramadım. Konak araları nizamnamenin gösterdiği müddette değil, içilecek suların bulunduğu yerlere bağlıdır. Bir sudan kalkıp öbür suya konuyoruz. Bu kadar güçlük içinde bile, hiç

569 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.36-37.

570 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.55.

571 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.24, 39.

572 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.56.

147

döküntü ve hasta bırakmadık. Ve su içmek değil, yapışık çamur yutuyoruz. Kendi kendine bir çöl, hendesesiz, çizgisiz ve şekilsiz, büsbütün çöl! Aldığım nefes göğsümü tıkıyor, boğazımdan geçerken katı ve yuvarlak bir şeymiş gibi hissediyorum… -Kanal’a gidip boğulsak diyorum. Emdiğim çamurdan, dizlerimi artık bir demir mengene gibi sıkan yorgunluktan o kadar usanmıştım. Havaya öyle bir ince kum karışıyor ki, bunu ancak, yavaş yavaş hançerelerimizde bir satıh gibi kabardıktan, saatlerimiz durduktan, otomatik tabancalarımız sıkıştıktan sonra hissediyoruz… Doğrusu, pek az insanın dayanabileceği sıkıntılar çektik. Her adımı, içimden bir ıstırap çıkarır gibi atıyorum ve onu bir daha tekrar etmeyi hatırıma getirmiyorum. Dönülecek bir yere gittiğimizi bir an düşünürsem, bunu düşündüğüm yerden ileri gidemezdim.”573

Münim Mustafa nihayet 2 Şubat 1915’de Kanal’a ulaştıklarını, ancak İngilizlerin kuvvetli savunması karşısında muvaffak olamadıklarını belirtir. 2-3 Şubat 1915 tarihinde sabaha karşı kıtaatın bir kısmı Kanal’a taarruz etmiştir. Kanal’ı geçen ilk taarruz kademesi düşman hattına yaklaştığı vakit İngilizlerin besledikleri hatt-ı müdafaa köpekleri büyük bir gürültü koparmıştır. Artık düşman, taarruzu haber almıştır. Derhal siperlerini işgal ederek mitralyözlerle müdaffaya başlamıştır. Biraz sonra İngilizler sahil boyunca zırhlı trenlerle mitralyözlü takviye kıtaları getirerek hatt-ı müdafaalarını kuvvetlendirmişlerdir. Bu sırada gecedir, ancak bütün cephe projektörlerle gündüz gibi olmuştur. Müteakiben Kanal üzerinde taarruz mıntıkasının iki uçlarında bulunan Acı ve Timsah göllerine gelen iki İngiliz filosu da topçu ateşine başlamıştır. İsmailiye önünde Kanal’da müthiş bir harp cereyan etmektedir. Toplar atılmakta, bombalar patlamakta, mitralyözlerin çatırtısı semayı inletmektedir. Diğer taraftan da kıtaatın bir kısmı Kanal’ın öbür tarafında, bir kısmı Kanal’a istihkam bölükleri tarafından vaz edilen şalopelerle kurulan köprülerle Kanal’ı geçmeye çalışmaktadır. Sabah olmuş, şafak sökmüştür. Kıtaattan bir kısmının yaralı ve bir kısmının esir ve bir kısmının da Kanal’a istihkam bölükleri tarafından vaz edilmiş şalopeler üzerinde, topçu ateşinden taarruzun muvaffakiyetli olmadığı anlaşılmıştır.574

İstihkam Subayı Mülazım Celaleddin (Sorguncu) de, Münim Mustafa’nın anlattıklarını doğrular; “Kollar Kanal’a 400-500 metre yaklaştıkları zaman karşı sahilden köpekler telaşlı telaşlı havlamaya başladılar ve Timsah Gölü’ndeki iki harp gemisi ışıldıklarını doğu sahile tevcih ettiler. Kanal’a tahminen 100 metre yaklaşınca yani saat 03.20’de sağ kanada Kanal istikametinden ateş geldi. Bu ateş hafifti.

573 Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2004, s.131.

574 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.56-57.

148

Tombazları575 taşıyan takımlar müstesna diğer takımlar ileri atılarak Kanal’ın doğu şevini tuttular.”576 Celaleddin Bey, İngiliz ateşinin yoğunlaştığını, tombazların bir kısmının battığını, karşı kıyıya ulaşabilenlerin ise geri dönemediğini aktarır; “74. Alaydan iki tombaz karşıya geçti. 73. Alaydan da bir tombaz geçti. Karşıda makineli tüfek ateşi başladı. 74. Alaydan iki tombaz delinerek Kanal’ın ortasında battı. Ateş şiddetlendi. 73. Alayın ikinci tombazı doldurulurken istihkam subayı ve kürekçi vuruldu. Birkaç er yaralandı, sandal delinmeye başladı. Üçüncü tombaz daha suya bırakılmadan düşman mermileriyle delindi… Karşıya geçen tombazlar ateşin şiddetinden geri gelemiyordu. Karşıdan ‘Alllah, Allah’ sesleri duyulmuş ve bu sesleri derin bir sükut takip etmişti. Düşman makineli tüfekleri Kanal’ı boydan boya makaslama yan ateşine alıyorlardı. Tombazlara binmek için gedik yerlerinde biriken askerlerden şehitler oluyor, çelik saç tombazlar delik deşik oluyor ya batıyor, ya kullanılmaz hale geliyordu. Hücum kollarını karşıya geçirmek için sarf edilen gayret ve fedakarlık makasvari makineli tüfek ateşi altında faydasız kaldı ve 05.00’ten sonra geçiş yapılamadı. Ortalık ağarmaya başladı. Düşman, geçit yerlerindeki kuvvetini gitgide takviye etmişti.”577 Harekât sonunda Osmanlı zayiatı; 18 subay, 156 er şehit; 18 subay, 399 er yaralı; 16 subay 803 er kayıp; toplam 52 subay, 1358 er olmuştur.578

Ali Fuad Erden, I. Kanal Seferi’nde Osmanlı kuvvetlerinin büyük bir başarıyla İngilizlere fark ettirmeden çölü aştığını ve Kanal önüne gelebildiğini yazar. Erden’e göre yapılması gereken Kanal’ı geçmeye çalışmak değil, mümkün olduğunca Kanal’ı kapatmaktır. Bunun için birkaç yolcu gemisini ağır obüs bataryasının ateşiyle batırabilir ve Kanal uzunca bir zaman için kapatabilirdi. Bu hareket tarzı belki en münasip, en kolay ve maksada en muvafık olanıydı. Bu neden yapılmamıştır? Erden, bu soruya cevap verecek durumda olmadığını yazar.579 Erden, Mısır’ın fethi hayalinin suya düşmesine rağmen, Kanal Harekâtı’nın İngiliz kıtalarını Mısır’da bağlamak hususunda başarı sağladığını ekler. Mısır’ın fethi hayaline nispetle Kanal hücumuna ‘hezimet’ denebilir. Fakat Kanal’a karşı stratejik gösteriş yapmak maksadına göre kanal taarruzu

575 Tombaz; altı düz kayık biçiminde, üzerinde köprü kurulan dubadır.

576 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.58.

577 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.59.

578 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.65.

579 “İnsaniyet ve harp hukuku mülahazaları mı mani oldu? Kanal’ı baskın tarzında geçmeketen ibaret olan esas maksadımızı ve ağır topçumuz olduğunu ifşa etmek mi istememiştik? Yoksa sadece aklımıza mı gelmemişti? Yahut cesaret mi edememiştik? Buna cevap verecek durumda değilim.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.49.)

149

‘muvaffakiyet’dir. Süveyş Kanalı’na karşı bir gösteriş yapılmış, bu teşebbüs ile Mısır’da 75 bin İngiliz askeri tespit edilmiştir.580

Von Sanders’e göre, baştan başarısızlığa mahkum olmasına rağmen, Türk kuvvetlerinin İngilizler tarafından fark edilemeden süratle çölü geçebilmesi büyük bir başarıdır. Seferi kolordunun yedi gün süren bir yürüyüşle el-Tih Çölü’nü ve öncülerinin İsmailiye civarında gerçekten Süveyş Kanalı’na ulaşmasını, bütün zamanlar için olağanüstü bir başarı olarak kabul etmek gerekir. Sadece geceleri yapılan yürüyüş, alınan yoğun tedbirlerden dolayı İngilizler tarafından fark edilmemiştir.581

Harekâtların planlayıcısı olan Von Kress ise, başarısızlığa faturasını Osmanlı birliklerinin talim eksikliğine keser; “İleri yürüyüş büyük bir sessizlik içinde ve düşman tarafından fark edilmeksizin yerine getirilmişti. Hiçbir tüfek patlamamış ve Kanal ile önündeki araziyi aydınlatan İngiliz ışıldakları kollarımızdan hiçbirini fark edememişlerdi. Tam bu sırada kollarımız Kanal’ın sahiline varmışlar ve böylece düşmana yapılacak sürpriz de muvaffak olmuştu. Tombazların bir kısmı suya indirilmiş ve erleri de içerisine yerleştirilmişlerdi… her birinde bir subay ve altmış er bulunan zayıf İngiliz karakolları taarruzumuzun farkına varmış ve ateş açmışlardı. Mermilerin hepsi istisnasız çok yüksekten geçerek hiçbir zarar verememişti. Buna rağmen muharebeye alışık olmayan ve talim terbiye edilmemiş Arap erleri arasında paniğe benzeyen korku başlamış ve bu erler suya indirilmesi gereken tombazlarla salları yere atmışlar ve biraz önce tombazlara bindirilmiş olan erler de bunlardan karaya atlayarak kendilerine karşı koymak isteyen subayları itip geriye Kanal’ın korunakları setlerinin arkasına koşmuşlar ve buralarda gizlenmişlerdi. Bu sırada hava aydınlanmış, İngilizler takviye birliklerini getirmişler ve Kanal’ın batı sahiline geçmiş olan Türk kuvvetlerine süngü hücumu yaparak işlerini bitirmişlerdi… Böylece sürpriz tarzında Kanal’ı geçmek için yapılan bu harekât akamete uğramıştı. Bunun sebepleri; öncelikle kum fırtınasından ileri gelen gecikme ve özellikle taarruzu yapmakla görevli birliklerin ne talim ve terbiye, ne de manevi kuvvetlerinin, yüz metre genişliğindeki bir su geçidini, düşmanın gözü önünde geçebilmek gibi güç bir vazifeyi yerine getirebilmek için yeterli olmayışıydı.”582

I. Kanal Harekâtı’nda yaşanan başarısızlık, Kanal’a yönelik hareketlerin devam etmesine engel olmamıştır. II. Kanal Seferi’ne kadar küçük birliklerle yapılan baskın,

580 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.74.

581 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.66.

582 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 105-106.

150

sabotaj ve mayın döşeme faaliyetleri devam etmiştir. Bu faaliyetlerden Temmuz 1916’da icra edilen bir baskın girişimini keşif kolu komutanı şöyle akatır; “Temmuz ortasında günde hararet 55 derece oluyordu. Portatif çadırın bezi ateşte ısınmış tuğla gibi kızgındı. Kantara’nın 15 kilometre kuzeyinden Kanal’a doğru yürüdük. Gece oldu. Bedeviler tulumlarını şişirip silah ve esvaplarını koydular, üzerine bindiğim tulumları çekerek yüzmeye başladılar. Su üstünde bir düdük öttü ve birkaç projektör yandı. Karşı kıyıya çıkar çıkmaz ağaçların altına serilip gözlermizle karanlığı delmeye uğraştık. Karnımızın üstünde sürüne sürüne tatlı su kanalına geldik ve karşıya geçtik. Önce telefon tellerini kestirdim. Dinamitleri münasip aralıklarla raylara koyup ateşledik. Süratle Nil suyunu ve Kanal’ı aşarak gözlerimizi infılak istikametine diktik. Karşı sahilden bir devriye geçti; ateş ettik. Mukabele ettiler. Arada bir de tren sesi duyuldu. Fakat iştial bir anda bütün sesleri boğdu. Artık kaçmak zamanıydı… hecinlerimize bindik ve uzaklaştık. Muhbirlerimiz demiryolundaki tahribatın derecesini öğreneceklerdi. Sonra Ariş’e gelen bu muhbirler şu malumatı getirdiler: Askeri trenden iki vagon havaya uçmuş. 50 yaralı ve ölü varmış.”583

Kanal’a yönelik ikinci harekât 1915 sonbaharına planlanmış, ancak birlikleri sevkiyatında yaşanan gecikmeler nedeniyle ancak 1916 ortasında yapılabilmiştir. Fakat 1916 Temmuz ayında yapılan seferde de olumlu sonuç alınamamıştır. Bu harekâtta da, ilk harekât da olduğu gibi ciddi lojistik sorunlarla karşılaşılmıştır. Ali Fuat Erden, II. Kanal Seferi için belirlenen günlük erzağı şöyle tarif eder. Bir erin haftalık iaşesi 5600 gram peksimet (yani günde sekiz yüz gram), 40 gram çay, 110 gram şeker, 500 gram kavurma, 140 gram bulgur, 135 gram soğan, 41 gram tuz, 280 gram zeytin, 40 gram sirke, 245 gram kuru sebze (bilhassa kuru bamya), 920 gram kuru yemiş (bilhassa kayısı pestili), 2800 gram odun olarak tespit edilmiştir.584

Von Kress’e göre, birlikler böyle bir sefer için hazır değildir. 1916 ortasına gelindiğinde birliklerin mevcutları yetersizdir. Ayrıca eğitim ve teçhizat yönünden de oldukça düşük seviyededir. Kress, kendisine en ciddi endişe veren meselenin birliklerin teçhizat, personel ile talim ve terbiye eksikliği olduğunu söyler. Bir piyade alayında erlerin ancak beşte birinin talim ve terbiye görmüş olduğunu tespit etmiştir. Taburda ancak bir veya iki muvazzaf teğmen bulunmaktadır. Diğer takım komutanları daha çok genç olan asteğmenlerle doldurulmuştur. Bölük komutanları arasında ise miktarı çok az olmayan eski jandarma ve deniz subayları vardır. Bunlar, bütün iyi niyetlerine rağmen,

583 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.112-113.

584 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.133.

151

vazifelerinin gerektirdiği ilk bilgiye sahip olmamalarından bir bölüğü talim ve terbiye, sevk ve idare edecek bir vaziyette değildiler. Kress, donatım ve eğitimsiz kıtalarla yapılacak bir taarruzun delicesine bir hareket olduğunu düşünmektedir.585

Kuşçubaşı Eşref Bey de, 1916 ortalarında cephede yaşanan lojistik sıkıntılarla ilgili karanlık bir tablo çizer. Erzak deve sırtında on beş konak ilerde olan Maan’dan gelmektedir. Her deveye ancak 250 kilo yüklenebilmektedir. On beş günlük mesafe içinde bunu getiren deve günde üç kilosunu kendisi yemektedir. Askerler gündüzleri 40 derecenin üsütündeki sıcaklıklarda ter dökerken; geceleri kaputsuzluktan sıfırın altında sıcaklıklarda üşümektedir. Su ve sebze bulmak çok güçdür. Bu nedenle iskorbüt hastalığı586 yaygındır. Eşref Bey, gelen çuvalları köşelerden kol yeri ve ortasından kafa geçecek yerler açarak kaput yerine askere giydirmeye başladığını yazar. Yoksulluk memleketin içinde olduğundan daha feci şartlar altında cephelerdedir. Eşref Bey’e göre, tarihlerimizin kısaca ‘Mısır’ın ikinci fetih teşebbüsü’ diye adlandırdıkları hareket, işte bu menfi şartlar içinde başlamıştır.587

III- Filistin’de Mağlubiyet

Kanal Seferleri’nde yaşanan başarısızlıktan sonra cephede inisiyatif İngilizlerin eline geçmiştir. İngiliz birlikleri Mart 1917’de Gazze-Birüssebi hattında savunan Osmanlı birliklerine taarruz etmiş, ancak I. Gazze Muharebesi olarak isimlendirilen muharebe sonunda Gazze’yi ele geçirememiştir. Nisan ayında gerçekleşen II. Gazze Muharebesi’nde de İngiliz birlikleri istedikleri sonucu elde edememiş ve Osmanlı birlikleri Gazze-Birüssebi hattını tutmaya muvaffak olmuştur. Takip eden aylarda cephede yeni düzenlemelere girişilmiştir.

1917 yazında cephede önemli değişiklikler gerçekleşmiş, Osmanlı birlikleri yeni kurulan Yıldırım Orduları Grubu altında yeniden teşkilatlanmıştır. Ancak bu yeni düzenleme de istenen sonucu vermemiş, Ekim 1917 sonunda gerçekleşen III. Gazze Muharebesi’nde Osmanlı birlikleri mağlup olarak Kudüs’ün kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştır. Osmanlı ordusu 1918 Nisan ve Mayıs aylarında Şeria Muharebeleri’nde bulunduğu hattı tutmaya muvaffak olmuştur. Ancak 1918 yılı boyunca, Osmanlı kuvvetleri yüksek zayiat oranları ve lojistik sıkıntılar nedeniyle sürekli kan kaybederken, İngiliz birlikleri takviye almaya ve lojistik altyapısını güçlendirmeye

585 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 177-178.

586 İskorbüt; yetersiz beslenme ve C vitamini eksikliği ile ortaya çıkan, dişeti kanamalarına, zayıflık ve dermansızlığa yol açan bir hastalıktır.

587 C.Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde…, s.128.

152

devam etmiştir. Nablus Muharebesi öncesinde cepdeki Osmanlı gücü; 19.819 tüfek, 273 hafik makinalı tüfek, 696 ağır makinalı tüfek, toplam 40.958 askerdir. İngiliz birlikleri ise 56 bin tüfek, 11 bin kılıç, 552 top, toplam 67 bindir.588 Nitekim 19 Eylül 1918’de başalayan İngiliz taarruzu başarı olmuş, Nablus Muharebesi’nde mağlup olan Osmanlı birlikleri geri çekilmiş, İngiliz birlikleri 30 Eylül’de Şam’a, 25 Ekim’de Halep’e ulaşmıştır. 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephede çatışamalar sona ermiştir.

Filistin bozgununun nedenleri çok tartışılan bir konu olmuştur. Bu tartışmada stratejik589 ve taktik nedenler590 sıkça dile getirilmiştir. Çalışmamızda ise konu

588 Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Sina-Filistin Cephesi, C.IV, KS.2, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1986, s.615-617.

589 Ali Fuat Cebesoy, Enver Paşa’nın Filistin’de gerçekleşecek İngiliz taarruzunun gerçek sonuçlarını kavrayamadığı kanaatindedir; “Filistin cephesinin ehemmiyetini pek güzel anlayan ve kat’i neticeyi burada almak isteyen İngilizler yüksek kumanda heyetinde değişiklik yapmışlar, 27 Haziran 1917’de tecrübeli ve mütemayiz bir general olan Alenby’i Filistin harp sahasındaki Biritanya kuvvetlerinin başkumandanlığına getirmişlerdi. Bu tayin muhasımlarımızın büyük ölçüde bir taarruz hazırlamakta olduğuna delil sayılabilirdi. Ne yazık ki, Osmanlı umumi karargahı durumun nezaketini henüz layıkıyla idrak edememişti. Sonradan muttali olduğuma göre, Enver Paşa’nın Alman başkumandanlığına çektiği telgrafın son satırları şöyle nihayet buluyordu: ‘Düşmanın Filistin’i işgaline mani olunamazsa bu ne umumi vaziyet üzerinde kat’i bir tesir husule getirir, ne de Türkiye için tehlikeli olur. Fakat buna mukabil düşmanın mühim kuvvetleri cihan harbinin kat’i netice yeri olmayan bir noktada bağlanmış olur.’ ” (A.F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.66); Von Sanders’e göre ise, Suriye Cephesi’ndeki mağlubiyetinin temel sebeplerinden biri aynı dönemde icra edilen Kafkasya Harekâtı’dır; “Benim ve Kazım Paşa’nın da kanaatine göre, cephemizin uzun süre tutulamayacağının gerçek sebebi, Türkiye’nin artık maddi imkanlarıyla burası ve Kafkas Cephesi gibi merkezden uzak iki harp sahnesinde aynı anda harekât yapamayacak durumda olmasıdır. Bizim harp sahnemiz için mutlaka gerekli olanların büyük kısmı Kafkas Cephesi’ne gitmektedir.” Sanders, Yıldırım Orduları Grup Komtanlığını kabul ederken cephenin takviye edilmesi konusunda Enver Paşa ile anlaştığını, fakat Enver’in sözüne sadık kalmadığını yazar; “Enver Paşa’ya cephenin şimdiki durumunu çok olumsuz olarak değerlendirdiğimi ve mevzileri, ancak koşulsuz şartsız olarak, askerle ve talep ettiğim her şeyle Türk Genel Karargahı tarafından desteklenirsem tutmayı umabileceğimi söyledim. Bu gelecekte başarılı bir direniş imkanı için temel şarttı. Enver Paşa, bu kayıtsız şartsız deteği vermeyi vaat etti… O sırada Genel Karargah’ta Azerbaycan üzerinden yeni bir büyük harekâtın hazırlanmış olduğuna dair Enver Paşa’nın bana tek kelime söylememiş olduğunu özellikle belirtiyorum. Bundan haberim olsaydı, Almanya’da istemiş olduğum Türkiye’den geri çağrılmam hususunda mutlaka ısrar ederdim. Türk ordusunu, Türkiye’nin şu anki insan ve malzeme kaynaklarının sadece bir cephede güçlü muharebeler yapmaya yeterli olduğunu bilecek kadar tanıyordum.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.264-265, 347.)

590 İngilizlerin Eylül taaruzu, cephenin batısında kıyıya yakın bulunan VIII. Ordu bölgesinde gelişmiş ve cephe bu bölgeden yarılmıştır. Mirliva Sedat (Doğruyol), Von Sanders’in İngiliz taarruzunu Şeria Nehri doğusundan beklediğini ve son ana kadar bu fikrinden vazgeçmediğini aktarır; “Bilhassa Liman Von Sanders Paşa Salt Muharebelerinin başarıya yaklaşmasından dolayı çok gururlanmakla beraber gelecekte önemli olayların burada meydana geleceğine kanaat getirmiş gibiydi. 4. Ordu cephesi ve bilhassa Şeria Vadisi ile fazla meşgul olmaya başlamıştı.” İngiliz taarruzu öncesi Türk tarafına firar eden Hintli bir çavuşun verdiği bilgiler dahi Sanders’i şüpheye sevk etmemiştir; “17 Eylül’de 8. Ordu cephesine gelen bir mültecinin, genel taarruz hakkında verdiği bilgiler ve Dera-Müzeyrip hadisesi ancak bir taarruzun arefesinde bulunulduğuna Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı’nı ikna etmişse de yine asıl darbenin sahil yönünden vurulacağında tereddüde sevket(me)miş ve Şeria cephesinde toplanmış olan dikkatleri, çevirememişti.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.171-172, 177); Halbuki 8. Ordu, beklenen İngiliz taarruzunun kendi bölgesinde yani sahil mıntıkasında olacağına inanıyor ve Ordular Grubu Komutanından destek talep ediyordu. Nitekim Eylül başında Cevat Paşa ile Von Sanders arasındaki yazışmalar, VIII. Ordu Komutanı Cevat Paşa’yı istifa etmeye mecbur bırakmıştır. Sanders’e göre, Cevat Paşa’nın VIII. Ordu bölgesine önem verilmediği iddiaları gerçek değildir. Ordular Grubu Komutanı,

153

cephedeki askerin savaş deneyimi bağlamında ele alınacaktır. Von Sanders, harbin son aylarında Türk askerinin savaşma azim ve iradesini kaybettiğini iddia eder. Sanders’e göre cephenin belli yerlerinde Türk askerlerinin emniyet telkin etmediği, çeşitli cephe kesimlerindeki Alman subaylarının sonraki raporlarında açıkça ortaya konmuştur. Bu raporlara göre, Türkler harp yorgunu ve savaşa isteksizdirler. Bu Türk askerlerinin kitleler halinde firar etmelerinden anlaşılmaktadır.591

İhtiyat Zabiti İbrahim Sorguç’a göre Osmanlı askerinin savaşma azmini kıran temel unsur lojistik problemler olmuştur.592 Beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularında yaşanan sıkıntılar cephedeki askeri bezdirmiş ve harbe olan inancını

oldukça sert ifaderlerle Cevat Paşa’ya şunları yazmıştır; “Yıldırım Ordular Grubu’nca cephenin diğer kısımlarına verilen önem aynen 8. Ordu cephesine de verilmektedir… Düşmanın esas taarruzunu nereye yönelteceği, 8. Ordu tarafından olduğu gibi Yıldırım Orduları Grubu tarafından da bilinmiyor.” Buna cevap olarak Cevat Paşa, 6 Eylül’de şöyle yazmıştı; “Ordunun selametine yönelik bir teklif ve istirhamımın daima saygı duygduğum zatınızın güvenini sarstığını gösteren kelimeleri içeren bir cevapla karşılanması görevime devam güç ve cesaretini benden almıştır. En ufak bir güvensizliğe tahammülü olmayan bu mevkinin bir dakika fazla işgalini zatınıza karşı beslediğim aşırı hürmete aykırı bulurum. Bu nedenle güvenilecek birinin yerime tayinini…” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.215-216.)

591 Sanders’e göre, İngiliz propagandası Türk askeri üstünde etkisini göstermiştir; “İngilizler, Türk askerlerinin moralini etkilemek için akla gelen her vasıtayı olağanüstü bir beceriklilikle kullanıyorlardı. Bunu yaparken de altın dağıtmaktan hiç kaçınmıyorlardı. Araplar, onların itaatkar aracıydılar. Fakat propaganda çok aleni olarak da yapılıyordu. İngiliz uçakları birçok yazılı bildirinin yanı sıra Türk askerlerinin İngiliz esaretinde nasıl rahat ettiklerini resimlerle tasvir eden vagonlar dolusu en güzel resimli mecmuaları, Türk birliklerine atıyorlardı. Hiç karnı doymayan ve birçok bakımdan gereken ilgiden yoksun olan insanlar üstünde böylesi propagandaların etkisini küçümsememek gerekir.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.358-359.)

592 Von Kress, lojistik sıkıntıların, ulaştırma hatlarının yetersizliğinden kaynaklandığını yazar; “Filistin’e ayrılmış olan nakliyatın önce İstanbul’dan vapurla Boğazın karşısına geçirilmesi gerekiyordu. Asya sahilinde bulunan Haydarpaşa istasyonundan trene yükleniyordu. Şartlar uygun olduğu takdirde buradan hareket ettikten üç gün sonra Toros dağlarının kuzey eteğindeki Pozantı istasyonuna geliyordu. 77 km. uzunluğunda bulunan 1500 metre yüksekliğindeki geçitten geçen Pozantı-Çamalan-Yenice şosesinde 1916 senesinden beri birkaç Alman kamyon kolu çalışıyordu… Bunların yanında deve kolları, manda arabaları ve her nevi mekkareler çalışarak cepheye ait malzemeyi 2-4 gün süren yürüyüşlerle dağdan geçiriyorlardı. Yenice istasyonunda bunlar tekrar trene yükleniyor ve Amanos Dağlarının batısındaki tünel girişi olan Mamure istasyonuna kadar naklediliyordu. Burada ise üstleri açık küçük dekovil vagonlarına yüklenerek tüneli geçiyorlar ve dağın doğusundaki tünelin son noktası olan Islahiye’de tekrar normal genişlikteki demiryoluna aktarma ediliyordu. Rayak’ta ise bütün malzeme yeniden normal hattan dar hatta aktarma edilmek mecburiyetindeydi. Bu yedi defa yapılan aktarma yalnız nakliyat süresini önemli oranda uzatmakla kalmıyor, aynı zamanda malzeme ve malların çok önemli bir oranda bir kısmı da, kötü yükleme ve tahliye neticesinde kırılarak, çalınarak ve olumsuz havaların tesiriyle bozularak kayba uğramaktaydı.” Von Kress, ulaştırmadaki sıkıntıların birliklerin cepheye naklinde de büyük problemlere yol açtığını aktarır; “ (Ekim 1917’de cepheye gelen) 24. Tümen’in harp kıymeti hakkında yanlış bir tahmin yapılmaması için bu tümenin Haydarpaşa’yı kol ve katarları hariç olmak üzere 10.057 erle terk ettiği halde cepheye yalnız 4.635 erle geldiğini bildiriyorum; bu birliğin yaklaşık % 19’u yolda hastanelere teslim edilmiş, % 24’ü firar etmiş ve % 8’i izinden dönmemiş veyahut diğer tümenlerin birlikleri tarafından yakalanarak alıkonulmuştur.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 249, 318); 1916 ortasında Arap İsyanı’nın başlaması ve Hicaz Cephesi’nin açılması ile lojistik sıkıntılar daha da artmıştır. Ali Fuad Erden, Hicaz nakliyatı nedeniyle Filistin Cephesi’ne nakliyatın yarıya indiğini söyler. (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.91-92.) Cemal Paşa da aynı fikirdedir; “Fakat bir yandan Medine'nin ve bir taraftan Medine'den Maan'a kadar olan birliklerin iaşesi, cephanesi vesairenin yetiştirilmesi için Hicaz tarafına yönelttiğimiz fedakarlıklar, Sina ve Filistin'e tahsis etmekliğimiz icap eden fedakarlığı yarı yarıya indirmiş ve dolayısıyla Sina cephemizin istediğimiz kadar kuvvetli olmasına mani olmuştur.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.199)

154

yitirmesine sebep olmuştur; “İlk zamanlar verilen gıda yeterli idi. Kısa bir müddet sonra o kadar bozuldu ki insan tariften aciz kalıyor. Ekmek gayet az, yemek hemen hemen yok gibi. Aç asker nasıl harp edecek? Neden göndermiyorlar? Ordu kumandanları cepheyi ve cephedekilerin halini bilmiyor mu? Yiyecek olmadığı gibi giyecek de yoktu. Bütün giydiklerimiz İngiliz ölülerinin üzerinden çıkarıp aldıklarımız idi. Bakımsızlık rezaleti o hale geldi ki kumandanların bizi cephede unuttuklarını zannetmeye başladık.”593

Bu koşullarda kitlesel firarların görülmesi doğaldır. Yavaş yavaş cepheden geriye doğru muazzam ve silahlı kaçak hadiseleri başlamıştır. Firarlar sebebiyle mevcutlar süratle azalmaktadır. Bölükler yaklaşık yüzer kişilik azalmalarla 40 - 50 kişiye kadar düşmüştür. Sorguç, kimsenin firarların sebebini sorgulamadığını, her şeyin gidişatına bırakıldığını yazar. Neredeyse subayların dahi firar edecekleri aşamaya gelinmiştir. Bazı yerlerde başlarında subayları da olduğu halde birliklerin toplu olarak firar ettiği duyulmaktadır. Bunlara kimse mani olamamaktadır.594

Aynı dönemde cephede bulunan İbrahim Arıkan da, Sorguç’u doğrular. Erzak durumu günden güne vehamet kazanmakta, düzenli erzak verilememektedir. Asker açlıktan firara başlamıştır. Çevreden topladıkları otları yiyerek karınlarını doyurmaya çalışmaktadırlar. Bu otlardan dolayı da pek çoğu rahatsızlanmaktadır. Paranın ise hiç hükmü yoktur. Cebinde parası dahi olsa yiyecek namına bir şey alabilmenin imkan ve ihtimali yoktur. Su bile zorlukla bulunabilmektedir.595

Sami Yengin ise su sıkıntısına dikkat çeker; “Su beş saatlik bir mesafede bulunan Cemame’deki su motorundan tedarik ediliyor. Günde, bir nefere, ancak birkaç bardak su düşüyordu ki, bu su hem çamaşıra hem kap yıkamaya, özetle bütün ihtiyaçlara tahsis edilmişti.”596 Yegin, içecek su bile bulunmazken temizliğin imkansızlığından da bahseder; “…her nasılsa öteden beriden üç bakraç su bulup

593 İbrahim Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları, İstiklal Harbi Hatıratı, Kaybolan Filistin, (Yay.Haz.Erdoğan Sorguç), İzmir, 1996, s.43; Von Sanders de, firarların gittikçe arttığını not eder; “Yetersiz beslenme nedeniyle geriye firar eden Türk askerlerinin sayısı Ağustos ayındayken çok artmıştı.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s. 351.)

594 İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları, s.43.

595 Bazen gecelere kadar erzak beklediğimiz halde sabahı aç olarak yapıyorduk. Verilen ekmek darı ekmeği olduğu için paylaşmak mümkün olmadığından her manga terazi şeklinde ikişer teneke parçası temin ederek ekmekleri parça buçuk un halinde avuç avuç paylaşmak mecburiyetinde idi. Asker açlıktan firara başladı. Asker keçi sakalı ismi verilen otu yiyordu ve bununla doymaya çalışıyordu. Bu ottan dolayı da geceleri askerin yüzde yirmisi uykuda farkına varmaksızın işiyorlardı. Ot askeri gevşetmişti. Paranın ise hiç hükmü yoktu… Cebinde paran dahi olsa yiyecek namına bir şey alabilmenin imkan ve ihtimali yoktu. Hatta su bile.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.219-220.)

596 Sami Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e Savaş Günlüğü (1917-1918), (Yay.Haz. Ahmet Tetik, Sema Demirtaş, Ayşe Seven), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2007, s.8.

155

bunları güneşte bir parça ısıttıktan sonra gelişi güzel bir banyo yaptım ki, zorlukla 40 günde yıkanmaya muvaffak oldum.”597 Yegin, Osmanlı askerinin baş düşmanı bitlerin bu cephede galip geldiğini aktarır; “Bugün 50 gün olur ki sırtım yıkanmamıştır. İleri ateş hattında bulunduğumuz için su tedariki mümkün olamadığı gibi çamaşır değiştirmek de imkânsızdır… Bugün hava iyice güneşli olduğundan, fırsattan istifade, abdest bozmak bahanesiyle bir kaya arkasına çekildim. Çamaşırlarımı çıkardım. Güzel bir yıkandım. Fakat ne göreyim, 148 tane bit kırdım. Sirkeleri gene katiyen dikkate almıyordum. Yalnız pantolonumun ağında 500 tane sirke vardı. Bunların yok edilmesi kırmakla mümkün olmadığından gücüm yettiği kadar elimdeki sigara ile yaktım. Gerek bu terbiyesiz hayvanların gerekse düşmandan gördüğümüz rahatsızlık üzerine artık hiçbirimizin yüzünde kan kalmadığı gibi artık insanlıktan da çıkmış bulunuyorduk. Bizim hâlimiz böyle olunca artık askerlerin hâlini anlatmaya hiçbir akıl dayanamıyor.”598

Mehmet Seyfettin Çalbatur da susuzluk sorununa dikkat çeker ve askerin içtiği suyu şöyle tarfi eder. Askere içmek ve temizlik ihtiyacını karşılamak için yirmi dört saatte bir matara su verilmektedir. Su, develere yüklenmiş tuluklar (su nakline mahsus tulumlar) ile ya da tank denilen bakırdan yapılmış kaplarla taşınmaktadır. Tuluklarda taşınan sular, tulumun deri rengini almış ve kokusu da deri kokusunu çekmiş olarak içilmez haldedir. Tanklarda gelenler ise güneşin altında adeta kaynamış çamur renkli sulardır.599

Hasan Remzi Fertan, askerin donatım yönünden de büyük sıkıntı yaşadığını yazar. Askerler çıplak denecek seviyede elbisesizdir ve kundura hiç yoktur. Arazi ise kayalıktır. Bu arazi üzerinde devamlı hareket halinde olan neferlerin ayakları yara, bere ve kan içindedri. Fertan’a göre yavaş yavaş bir sefalet baş göstermektedit.600 Von Sanders de bu soruna dikkat çeker. Osmanlı askerleri, İngiliz esir ve ölülerinin çizmelerine imrenerek bakmaktadır. Bu çizmelerinin tabanlarına, taşlık arazide gürültü çıkarmaksızın hareket etmek için keçe dahi çakılmıştır. Kendilerinin ayakları ise çoğu kez paçavralara sarılıdır veya en iyi halde olanı çarık giymiştir. Subayların durumu da

597 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.10.

598 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.31.

599 “Arabistan’da ve çöllerde ise susuz 24 saatte her ere verilen içmek, hatta yıkanmak dahil bir matara su istihkakı ile yaşamaya mecburduk. O da ne su! Develere yüklenmiş tuluklar (su nakline mahsus tulumlar) ile ya da tank denilen bakırdan yapılmış dört köşeli kaplar içinde çalkalana çalkalana döküle döküle gelen sulardı. Tuluklardakiler, tulumun deri rengini almış ve kokusu da deri kokusunu çekmiş pis iğrenç deri kokulu su idi. Tanklar ise güneşin 12 saatlik kızgınlığında adeta kaynamış sulardı. Bu çamur renkli sapsarı suyu ister iç, ister yıkan…” (M.Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral…”, s.20.)

600 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.82.

156

farklı değildir.601 Askerin giyim-kuşamı ümitsiz bir manzara teşkil etmektedir. Yazlık elbiseleri olmayan, sadece paçavralar içinde olan askerlerin çoğu çamaşırları olmadığı için elbiselerini çıplak tenlerine giymekte ve acı çekmektedir.602

Osmanlı neferi İhsan et-Tercüman, Nisan 1915’de günlüğüne şu notu düşmüştür; “Bu akşam saat beşte karargahın önünden bir veya iki tabur geçti. Kalbinde şevkat namına bir zerre bulunan insan onların haline acır. Hepsi uzun boylu babayiğit gençler. Ama gördükleri zorluklardan güçlerini yitirmiş, yorgun haldeler. İki tarafa yalpalayanlar, topallayanlar, elini (sargıda) taşıyanlar, yırtık pırtık elbiseler giyenler, diğeri kim bilir nerede kaybolduğundan ayağında tek ayakkabı olanlar bile vardı aralarında. Elbiselerini hiç sorma. İçler acısı haliyle bu taburu gördüğüm için ne kadar üzüldüm.”603

Süvari zabiti Mehmet Çalbatur, cephedeki askerin barınma imkanlarından da yoksun olduğunu ekler. Askerin iaşesi muntazam verilmemektedir. Birlikler yaz-kış eskimiş, yıpranmış portatif çadırlar içinde veya açıkta kalmakta, yağmur, kar ve fırtınaları bezden incecik çadırlar içinde mahrumiyetle geçirmektedir. Aylarca hatta yıllarca süren bu zorlu hayatın asker üzerindeki etkisini anlamak zor değildir.604

İbrahim Arıkan, yaşanan sıkıntıların birliklerin nizamı ve disiplini üzerinde yıkıcı etkiler yaptığını söyler. Ordu askeri disiplini, nizam ve intizamını gün geçtikçe kaybetmektedir. Taburunda herhangi bir sebepten canı sıkılan bir asker kafasına göre diğer tabura gitmekte, kıtasını değiştirmekte ve bu askere hiçbir şey yapılmamaktadır. Çok güven duyulan erler ve hatta erbaşlar dahi firar etmektedir. Arıkan, firarlar karşısında tabur komutanının “Bu gidişle taburda galiba ikimiz kalacağız!” dediğini aktarır.605

Nitekim 1918 boyunca cephedeki birlikler gitgide erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir. İbrahim Arıkan bu konuda şunları yazar; “Filistin topraklarına ayak bastığımız günden itibaren yani 19 Kasım 1917 günü Kalkilya kalesinde İngilizlere karşı birinci taarruzumuzdan, 6 Eylül 1918 günü İngilizlerin umumi taarruzlarınakadar geçen 9,5 ay zarfında her gün biraz daha erimekteydik. Şehit, yaralı, esir ve hasta olarak gidenlerin yerleri boş kalıyor, zayiata mukabil hiçbir suretle takviye edilemiyorduk. Bu vaziyetin devamı ise askeri bünyemizi mütemadiyen kemiriyordu.

601 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s. 352.

602 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s. 360.

603 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, Kudüs 1915-1916, Klasik Yayınları, İstanbul, 2012, s.151.

604 M.Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral…”, s.15.

605 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.220-221.

157

Vaziyet böyle iken telafisi mümkün olmayan zayiattan doğan büyük felaketler her an için beklenebilirdi.”606

Von Kress, 1916 sonundan itibaren kronik hale gelen iaşe sıkıntısının birliklerin muharebe kabiliyetini kaybetmesinde etkili olduğunu söyler. İaşe durumunun kötülüğü, ordu komutanlığını, erlerin ekmek tayınlarını 900 gramdan 500 grama indirmeye mecbur etmiştir. Birlikler, neferlerin iaşesinin yetersizliğinden dolayı son derece zayıf ve hasta düştüklerinden talime çıkılamamaktadır. Kötü iaşe sonucunda firar edenlerle düşman tarafına iltica edenlerin sayısı endişe uyandıracak bir raddeyi bulmuştur.607

Binbaşı Vecihi Bey de, askerin giyim, kuşam ve teçhizatıyla ilgili çok kötü bir tablo çizer. İaşe çok kötü haldedir, ama teçhizat ve askerlerin giyim kuşamı da daha kötü durumdadır. Askerlerin hiçbirinde ve subayların çoğunda çamaşır, ayakkabı ve elbise yoktur. Askerlerin sırtında taşıdığı ceketler ve girdikleri pantolonlar da iplik tutmayacak derecede parçalanmıştır. Hiçbirinde sağlam bir çizme veya kundura yoktur. Çamaşırsız, donsuz, yırtık pantolonla gezen Tümen Yaveri’ne iki kat çamaşırı bizzat bir gün Kızılay’a mensup ziyaretçi iki doktorumdan rica ederek sağlayabilmiştir. Hayvanlar ise acınacak haldedir. Açlıktan hepsi bitkindir, biraz canlıca görünenleri de bir deri, bir kemikten ibaret kalmışlardır.608

Vecihi Bey, İngiliz taarruzu neticesinde cephe yarıldıktan sonra menzil noktalarında gördükleri karşısında isyan etmekten kendini alamayacaktır; “Bu menzil noktasında bir milyon tondan fazla arpa, bir o kadar buğday ve beş altı yüz bin kilo ve diğer hububat vardı. Ambarlar ağızlarına kadar dolu idi. Bunlar şimdiye kadar geçen kıtaların ihtiyacı kadar alıp, geri kalanını bıraktıkları iaşe idi. Şam’a varıncaya kadar rastladığımız diğer menzil noktalarında da hemen aşağı yukarı aynı miktarda erzak ve hububat mevcuttu. Filistin savaş cephesi gerisinde böyle erzak dolu menziller bulunduğuna göre, biz neden iaşe yüzünden bu kadar zorluk yaşamıştık? Neden özellikle günlerce hayvanlarımız arpasız, samansız kalmıştı? Nakiye araçları yetersiz deniyordu, çünkü Anadolu demiryolları Almanların şarabını, şampanyasını, parasını, daha bilmem nelerini taşımaktan başka bir şeye zaman ve fırsat bulamıyordu da

606 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.228.

607 Von Kress, Cemal Paşa’nın da bu durumun farkında olduğunu ve kabullendiğini söyler; “Eriha’da bulunan bir taburu teftişi esnasında Cemal bana şunları söylemişti: ‘Böyle bir birliğin görüntüsünden ümitsizliğe düşmemek için insanlarda bir Genç Türk cesareti olması lazımdır. Bu insanların elbiseleri, ayakkabıları, çamaşırları yoktur amma sağlam yürekleri vardır. Biz Türkler her şeye rağmen sonuna kadar dayanmaya karar verdik. Kaybedecek bir şeyimiz artık kalmamıştır; bize yalnız kazanç vardır.’ ” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 243.)

608 Kalbimi Filistin’e Gömün, s.46.

158

ondan… Bütün Türkiye demiryolları Almanların elindeydi. Sevkiyat ve nakliyatın tertip ve düzeni hep onlara aitti.” 609

Cevat Rifat (Atilhan) Bey de menzil ambarlarının erzak ve eşya ile dolu olmasına rağmen bunların bir türlü cephedeki askere verilmediğinden yakınır; “Askerin ve halkın iaşesi berbat… Menzil ambarları ağız ağıza erzak ve eşya ile dolu… Fakat bir türlü bunları insanca dağıtmaya muktedir olamıyoruz. O kadar ki Kudüs şehrinin boşaltılmasına emir verildiği vakit, depolardaki erzakı taşımak şöyle dursun, bunların çokluğundan hepsini imha bile kabil alamamıştır. Cephede asker tatlıya rüyada bile hasret çekerken, Kudüs menzil ambarından sokaklara dökülen binlerce teneke bal, günlerce yolları geçilmez hale sokmuştu.”610

Hans Guhr, cephedeki Osmanlı askeriyle İngiliz askerlerini şöyle kıyaslar; İngilizler kıtalarını sık sık istirahate çekebilmektedir ve cephesinin gerisinde daima derinlemesine kademelenmiş ihtiyatları vardır. Topçu, özellikle de ağır topçu bakımından İngilizler çok üstün durumdadır; cephane ikmalı bakımından da bir zorluk yaşamamaktadırlar. Ayrıca Hintliler ve Mısırlılardan oluşan bir çok amele taburları vardır. Çok miktarda otomobil ve kamyonları mevcuttur. Kısa zamanda her yöne uzanan bir yol ağını inşa edebilmişlerdir. Askerin iaşesi çok iyi, teçhizatları mükemmel, elbiseleri ve çamaşırları çok kaliteli, yüksek konçlu ve bağcıklı ayakkabıları tamamen yeni ve sessizce yürümeyi mümkün kılmak için tabanları kısmen keçeyle kaplıdır. Sırt çantalarında tam bir vücut temizliği için gereken her şey vardır. Her askerde tropikal hastalıklara karşı ilaçlar ve bir su arıtma cihazı bulunmaktadır. Buna karşılık Osmanlı askerleri, paçavralar içindedir. Guhr’a göre, esirlerden mükemmel teçhizatlarını

609 Kalbimi Filistin’e Gömün, s.64-65; Binbaşı Vechihi Bey de lojistik sıkıntılardan Alman komuta heyetini sorumlu tutar; “Kuvvet olarak bu derece zayıf düşen orduların iaşelerine gelince, ne yazık ki durum içler acısıydı, yürekleri yakıyıyordu. Fakat bu cephede bulunan kıtalar daha önce, Türk kumandanların emri altında iken daha bakımlı halde idi. Başta iaşe olmak üzere ordu her yönden bir intizam ve canlılık içindeydi.” Vecihi Bey’e göre özellikle Cemal Paşa’nın sert idaresinde lojistik işleri çok daha iyi yürümüştür; “Mesela Gazze savaşları sırasında sıkışınca Halep’e, Şam’a, Adana’ya, özetle ordu mıntıkasında bulunan kumandalara, valilere, mutasarrıflara, diyelim ki yirmi dört saat süreli bir telgrafname gönderilir. İstenildiği kadar asker, cephane, un, çuval, kum torbası vesaire gönderilirdi. Daha garibi trenler odunla hareket ettiklerinden belirli bir seyrüsefer tarifesi takip edemezken ordu kumandanının emri sanki makinistlere bir sihir etkisi yapar, istenilen saatte arzu edilen yerlere asker ve mühimmat nakledilebilirdi. Çünkü üst, astın yeteneğini ve ne yapabileceğini çok iyi biliyordu… Özellikle ordunun başında bulunan kumandan icraatında çok geniş yetkilere sahipti. Sırasına göre ödül, fakat en çok ceza ve şiddetle hükmünü yürütüyordu. Komutanının emirlerini yerine getirmemek, hem de saati saatine yerine getirmemek kimsenin haddine değildi… Nitekim Sina’dan Filistin’e geri çekilirken Almanların idaresi altına emanet edildikten sonra ki, ordunun yukarıda anlattığımız düzeni bozuldu.” (Kalbimi Filistin’e Gömün, s.22-23.)

610 Mersinli Cemal Paşa’nın Yaveri Yüzbaşı Cevat Rifat Bey’in Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Dönemi Anıları, (Yay.Haz.Celil Bozkurt), Gündoğan Yayınları, İstanbul, 2016, s.32.

159

aldıkları veya ölülerin elbiselerini çıkardıkları zaman bu acımasız bir soygunculuk değil, bilakis anlaşılması mümkün olan bir hayatta kalma güdüsüdür.611

Mehmet Seyfettin Çalbatur da benzer bir kıyaslama yapmaktan geri durmamıştır; “Savaştığımız İngiliz ordusu askerleri her türlü konforlu, bol ve zengin gıdalı bakım içinde yaşıyor; harpte hasta veya yaralı bir tek eri bilemotorlu araçlar ile binbir huzur ve itina içindegönderip en konforlu hastanelerde bakılıp tedavi ediliyorlardı. Bizim (hasta ve yaralı) Türk kahraman subay ve erleri ise acınacak halde idiler. Günlerce ızdırap içinde uzak mesafeleri at veya mekkare sırtında giderek hayatlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.”612

Von Kress’e göre, sağlık hizmetlerinde de ciddi sıkıntılar vardır. Hastaneler tıka basa doludur. Hastalar yerlerde ve kısmen de iki üç hasta bir tek şilte üzerinde yatırılmakta ve üzerlerine tek bir örtü örtülmektedir. Bilhassa geceleyin çok soğuk olmasına rağmen hastaların odalarının kapı ve camları yoktur. Bir odaya yerleştirilmiş 20-30 hasta için yalnız bir tek içecek kap vardır. 500 hasta bulunan bir hastanede yalnız üç tane termometre vardır. Pek çok doktorun ilmi seviyesi düşüktür. Ayrıca bazı doktorlar vicdansız, tembel ve ihmalkar olduklarından dolayı kendilerine emanet edilmiş olan hastaların sıhhat ve ıstıraplarıyla yeteri kadar alakadar olmamaktadır.613 Sina-Filistin Cephesi’nde harp boyunca 788 bin 135 asker hastalanarak hastanelere gelmiş, bunlardan 62 bin 205’i hayatını kaybetmiştir.614

Osmanlı askerlerini rahatsız eden bir konu da, cephedeki Alman ve Avusturyalıların kendilerinden daha iyi beslenmesidir. Von Kress’in bakış açısına göre bu normal bir durumdur. En ilkel şartlar içinde en asgari bir hayat yaşayan Türk subay ve erlerinin kendilerine oranla Alman, Avusturyalı ve Macar arkadaşlarının çok mükemmel iaşe edildiğini ve çok iyi bakıldığını görünce; haset duymalarını gayet insani ve tabii bulmak gerektir. Kuzey ikliminde büyümüş bir Avrupalının vücudunun alışmış

611 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.189; Filistin’de Eylül 1917’de esir düşen İbrahim Arıkan da, Osmanlı ordusunun lojistik imkanlarını İngiliz ordusunun imkanlarıyla kıyaslama imkanı bulmuştur; “İngilizler yolları Türk topçusundan ve otomobillerin toz çıkarmaması için bütün yollara bir kat ot ve üzerine de kalıplı ve geniş kafesli teller koymuşlardı. Bir çok emek ve masraflarla meydana geitirilen bu zengin işçiliğe hayret etmemek elden gelmezdi. İngilizlerin cephede susuzluk çektiği evvelce bize ordu kumandanlığından tamim edilmişti. Bilakis her yerde artezyenler yapmış ve yanına da çadır bezinden aynı zamanda yüzlerce hayvan sulayabilecek yalaklar vücuda getirmişlerdi. 50 metre uzunluğunda bulunan su tesisatına 2 metre ara ile musluklar konmuştu. Bu hayretamiz vaziyet karşısında dayanadım. Tabur kumandanı Tahir Bey’e suyu ve yalakları göstererek ‘Beyim İngilizler hakikaten susuzluk çekiyorlarmış!’ dedim. Bittabi o da İngilizlerin çok muntazam kuvvete ve askeri etşkilata sahip olduklarını aynen görmekte ve hayret etmekten kendini alamamaktaydı.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.234-235.)

612 M.Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral…”, s.17.

613 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 156-157.

614 Hi.Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.391-392.

160

olduğu gıdanın kendilerininken bambaşka olduğuna akıllarının ermemesi anlaşılmaz bir durum değildir.615

Binbaşı Vecihi Bey bu koşullar içinde ortaya çıkan acı tabloyu şöyle çizer. Tümen ve kolordu adedince zengin görünen Yıldırım Orduları Grubu gerçekte oldukça zayıftır. Cephede 25-30 bin silahı ancak vardır. Tabi geri hizmet için görevlendirilen asker bunun dışındadır. Yoksa onlar da bu rakama dahil edilirse Yıldırım Orduları Gurubu’nun sayısı bu miktarın birkaç üzerine çıkar, belki 100 bini bulur.616

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, VII. Ordu Komutanı olarak göreve başladıktan sonra 11 Eylül 1918’de arkadaşı Rasim Ferit Talat Bey’e yazdığı mektupta durumu şöyle özetlemiştir; “Nablus’a geldim. Suriye’yi baştan başa bir defa daha ‘etude’ ettim, muharebe hatlarını baştan başa gezdim. Komutan, zabit, efradımızı gördüm. Netice-i müşahadatım şöyle hulasa edilebilir: Suriye umumiyetle şayan-ı merhamet bir hale gelmiştir. Vali yok, kumandan yok, İngiliz propagandası çok, İngiliz teşkilat-ı hafiyesi her tarafta hal-i faaliyette,ahali hükümetten müteneffir (nefret ediyor), bir an evvel İngilizlerin vüruduna muntazır (gelmesini istiyorlar). Düşman kıtaatça vesaitçe kuvvetli, biz onun karşısında pamuk ipliği…”617 Bu satırlar Nablus Muharebesi’nden birkaç gün önce yazılmıştır.

Nablus Muharebesi’nde, Osmanlı cephesi batıda VIII. Ordu bölgesinden yarılmıştır. VIII. Ordu’nun bozgun halinde geri çekilmesi üzerine, doğusunda bulunan VII ve IV. Ordular da geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Düşman baskısı altında 19 Eylül’den 25 Ekim’e kadar süren geri çekilmede Osmanlı birliklerinin düzeni bozulmuş ve çok fazla zayiat verilmiştir. Özellikle çekilen kıtalar üzerine yapılan hava taarruzları, birliklerin dağılmasına ve yolların tıkanmasına sebep olmuştur. İngiliz kaynaklarında Osmanlı ordusunun yaklaşık 75 bin esir verdiği nakledilir.618

Hatıralarda, Nablus Muharebesi ve sonrasında yaşanan zorlu geri çekilme üzüntüyle aktarılır. Von Sanders VIII. Ordu’nun ricatını şöyle resmeder. Yarım saatte bir görevi devreden İngiliz uçak filoları, çok alçak mesafeden sürekli bombardıman yapmaktadırlar. Yollar kısa sürede insan, at cesetleri ve parçalanmış arabalarla dolmuştur. Subaylar, disiplinsiz yığınlardan hiç olmazsa yer yer direnecek birlikler oluşturmak için çaba harcamaktadır. Ancak, sadece kendilerini kurtarmayı düşünenlerin

615 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 239.

616 Kalbimi Filistin’e Gömün, s.21.

617 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri, Güven Basımevi, Ankara, 1963, s.156.

618 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.273; Şükrü Mahmut Nedim, Filistin Savaşı (1914-1918), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995, s.160.

161

tamamen lakayt kalmaları nedeniyla başarılı olamamaktadırlar. 8. Ordu’nun sağ kanat grubundaki gerçek manzara budur.619

VIII. Ordu’da görev yapan İbrahim Sorguç’a göre geri çekilme kısa zaman içinde bir bozguna dönüşmüştür; “Gece sabaha kadar yürüdük. 20 Eylül sabahı ortalık aydınlanırken geri çekilmeye devam ediyoruz. Bir ara İngilizler geliyor dediler. Derhal mevzi aldık. Yarım saat kadar süren şiddetli bir muharebe yaptık. Ne olduğunu bilen yok tabii. Hemen geri çekilin emri gelince muharebeyi bıraktık ve çekilmeye devam ettik. Artık ne cephe kaldı ne de bir şey. Açlık ve susuzluk da cabası. Üzerinde bulunduğumuz şose yolda uzun piyade kolları yürüyüp gidiyor. Bir tepenin üstüne vardık. Orada bulunan bir yol kulübesinin etrafına bir hayli er ve subay birikmiş oturuyorlar. Kulübeye bir de teslim işareti olan beyaz bayrak asmışlar… Karşıdaki tepeler tutulmuş yol kesilmiş olduğu için şoseden ayrıldık. Burada değişik kıtalardan askerin yan yana yürümesine karşılık ne de olsa yine bir intizam vardı. Yürüyüş halinde iken birden üzerimize bir piyade ateşi açıldı. Birden ortalık karıştı. Teslim olalım olmayalım diye her kafadan bir ses çıkmaya başladığı anda öyle bir dağılış oldu ki artık ne tabur ne de bölük kaldı. Başını alan bir tarafa gitti. Biz de bir tarafı tuttuk gidiyoruz. Yüzlerce binlerce asker kumandansız başsız yürüyüp gidiyor… Sonradan öğrendik. Bir çok yerde tek kurşun dahi atmadan teslim olmuşlar.”620

Hasan Remzi Fertan da, hatıratında çekilme esnasında şahit olduğu acı manzaraları aktarır. Uçaklardan durmadan atılan bombalar, yolları kamyon, araba enkazı ile tıkamış, heryer insan ve hayvan cesetleri ile dolmuştur. Herkes canı kaygısına düşmüş, subayların kıtaları yeniden düzenleme gayretleri neferler tarafından tahkirle, hakaretle karşılanmaktadır. Geri çekilme işi tam bir bozgun şeklini almıştır. Çok alçak uçan grup halindeki uçaklar herhangi mukavemet görmediğinden ölüm yağdırmaktadır.621

Hans Ghur ise komuta ettiği 1. Tümen’in disiplin içinde kahramanca muharebe ettiğini yazar.622 Ancak Guhr da ricatın perişanlığını resmetmekten geri durmaz; “19

619 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s. 378.

620 İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları, s.48-50.

621 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.84.

622 “Merda muharebesinin yapıldığı gün 1. Tümen’in tarihinde ilelebet şanlı bir gün olarak kalacaktır. Kahraman Osmanlılar, kavurucu sıcakta –termometre öğleye doğru 50 oC’yi gösteriyordu- iaşe olmaksızın, kıt bir suyla, karşı tarafın sayıca kat kat üstün olmasına rağmen beş saldırıyı püskürtmüşler ve düşmana bir karış toprak vermemişlerdi. Düşmandan sıyrılmak yukarıdan gelen emir üzerine ve emsal teşkil edecek bir düzen içinde yapılmıştı. Bugün Arap takviyeler da kahraman Türkler gibi aynı dayanıklılığı ve aynı cesareti göstermişti.” (H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.199); Hans Guhr’un tümeni VII. Ordu’ya bağlığdı. Von Sanders, Mustafa Kemal Paşa komutasında VII. Ordu’nun İngiliz hücumlarına karşı koyarak düzenli bir şekilde geri çekildiğini aktarır; “7. Ordu Kumandanlığı, cephesinde

162

Eylül’den beri tümenin kaybı 1000 kişiyi aşmıştı, kimse artık ayakta duracak halde ve iş yapabilir vaziyette değildi. İnce çarıklar askerlerin yara içindeki ayaklarından parça parça dökülüyordu. Buna rağmen yürüyüşe devam etmek lazımdı. Düşüp kalanlar soyguncu Araplara av oluyordu. Cephane kıtlığı gerçekten büyük dert yaratmıştı. Durum çok vahim gözküyordu… Taşlık ve susuz çölü mola vermeden geçtik. Istırptan sürünerek, zayıflıktan bitap düşmüş vaziyette çok yavaş ilerliyorduk. Bir çok kişi yüksek ateşle titriyordu. Solgun ve yorgun, inleyerek ve sızlanarak önümden geçip gidiyorlardı.”623 Guhr da, çekilme esnasında bozgun manzaraları gördüğünü aktarır; “Bu arada birlikler darma dağınık bir vaziyette yolda geriye doğru kaçıyorlardı. Artık muntazam birlikler yoktu disiplin ve düzen kalmamıştı. Subaylar hakimiyeti elden kaçırmışlardı, zaten pek azı ortalıkta gözüküyordu. Başlangıçta kaçan askerleri durdurmak hiç mümkün değildi… Kayıplar artıyor, uçaklar çok alçaktan bombalarını atıyor ve makineli tüfekleriyle ateş ediyorlardı.”624

IV-Değerlendirme

Sina-Filistin Cephesi’nde harp sahnesi Şubat 1915’de icra edilen Kanal Harekâtı ile açılmış ve Temmuz 1916’daki II. Kanal Seferi ile sürmüştür. Büyük ümitlerle girişilen Kanal Seferlerinde Osmanlı birlikleri yaya olarak Sina Çölü’nü geçerek Kanal’a ulaşmış, ancak istenen sonuç elde edilememiştir. Hatıralarda, Kanal’a yapılan zorlu yürüyüş ve Kanal’daki muharebeler canlı şekilde tasvir edilmiştir. Alınan sonuca rağmen, Türk kuvvetlerinin İngilizler tarafından fark edilemeden süratle çölü geçerek Süveyş Kanalı’na ulaşması olağanüstü bir başarı olarak kabul edilmektedir.

Kanal Seferleri’nde yaşanan başarısızlıktan sonra cephede inisiyatif İngilizlerin eline geçmiştir. İngiliz birlikleri Mart 1917’de Gazze-Birüssebi hattında savunan Osmanlı birliklerine taarruz etmiş, ancak I. Gazze Muharebesi olarak isimlendirilen muharebe sonunda Gazze’yi ele geçirememiştir. Nisan ayında gerçekleşen II. Gazze

düşman saldırılarını şimdiye kadar büyük ölçüde püskürtmüş olduğunu, ama şimdi artık Albay Von Oppen’in birlikleriyle irtibatı sağlamak için 3. Kolordu ile de birlikte geri hatlara çekileceğini bildirdi.” “7. Ordu’nun ve Şeria vadisindeki 24. Tümen’in geri çekilişleri, kesimden kesime düzenli şekilde oldu. Geride birazcık güçlü kıtalar olsaydı durumun burada düzeltileceğine hiç şüphe yoktu.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.376, 379); Çekilme esnasında VII. Ordu Karargahı’nda bulunan Mirliva Sedat ise şunları aktarır; “7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, ordular Şeria nehrini geçer geçmez emir ve kumandayı tamamen ele almıştı. Esasen 8. Ordu’nun sağlam ve muntazam kıtası yoktu. Numaralı numarasız dağınık birliklerden ibaretti. Vadi-i Yabes’ten itibaren Mustafa Kemal Paşa, kayıtsız şartsız çekilmek isteyen kıtaları disiplin altına almıştı. Kıtalar hem yürüyor, hem de düzenleniyordu. Birbirinden farklı kitleler, kıtasız kumandanlar, subaylar birleştiriliyor, düzenli kıtalar vücuda getiriliyordu.” (Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.316-317.)

623 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.203.

624 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.219.

163

Muharebesi’nde de İngiliz birlikleri istedikleri sonucu elde edememiş ve Osmanlı birlikleri Gazze-Birüssebi hattını tutmaya muvaffak olmuştur.

1917 yazında cephede önemli değişiklikler gerçekleşmiş, Osmanlı birlikleri yeni kurulan Yıldırım Orduları Grubu altında yeniden teşkilatlanmıştır. Ancak bu yeni düzenleme de istenen sonucu vermemiş, Ekim 1917 sonunda gerçekleşen III. Gazze Muharebesi’nde Osmanlı birlikleri mağlup olarak Kudüs’ün kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştır. Osmanlı ordusu 1918 Nisan ve Mayıs aylarında Şeria Muharebeleri’nde bulunduğu hattı tutmaya muvaffak olmuştur. Ancak 1918 yılı boyunca, Osmanlı kuvvetleri yüksek zayiat oranları ve lojistik sıkıntılar nedeniyle sürekli kan kaybederken, İngiliz birlikleri takviye almaya ve lojistik altyapısını güçlendirmeye devam etmiştir.

Şahitliklerde, 1918 boyunca Osmanlı ordusunun savaşma azmini kaybettiği özellikle vurgulanır. Bunun temel sebebi olarak da lojistik problemler gösterilir. Beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularında yaşanan sıkıntılar cephedeki askeri bezdirmiş ve harbe olan inancını yitirmesine sebep olmuştur. Erzak son derece yetersizdir ve birlikler çoğunlukla aç kalmaktadır. Giyim-kuşam ve donatım konusunda büyük sıkıntı vardır. Cephedeki askerler, barınma imkânlarından da yoksundur. Birlikler yaz-kış eskimiş, yıpranmış portatif çadırlar içinde veya açıkta kalmakta, yağmur, kar ve fırtınaları bezden incecik çadırlar içinde mahrumiyetle geçirmektedir. Aylarca hatta yıllarca süren bu zorlu hayatın asker üzerindeki etkisini anlamak zor değildir.

Yaşanan sıkıntılar, birliklerin nizamı ve disiplini üzerinde yıkıcı etkiler yapmıştır. Bu koşullarda kitlesel firarların görülmesi doğal karşılanır. Yavaş yavaş cepheden geriye doğru muazzam ve silahlı kaçak hadiseleri başlamış, firarlar sebebiyle mevcutlar süratle azalmıştır. Neredeyse subayların dahi firar edecekleri aşamaya gelinmiştir. Nitekim 1918 boyunca cephedeki birlikler gitgide erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir.

Hatıralarda, İngilizlerle Osmanlı birlikleri arasında her alanda muazzam bir dengesizlik olduğu özellikle aktarılmıştır. Bu dengesizlik kendini en çok; personel mevcudu, silah ve mühimmat sayıları, erzak ve donatım konularında göstermiştir. Kuvvetler arasındaki bu dengesizlik, Osmanlı askerinin fedakârlığı ve muazzam kayıplarla bir süre telafi edilebilmiştir. Ancak 1918 Eylül’nde başlayan İngiliz taarruzu sonunda cephe çökmüş, geri çekilme kısa zaman içinde bir bozguna dönüşmüştür.

164

İmparatorluk topraklarının büyük kısmının kaybıyla kapanan bu cephe, savaşan askerlerin hafızalarında acı izler bırakmış ve bu acılar hatıralara yansımıştır.

Ç- HATIRALARDA IRAK CEPHESİ

I- Irak Cephesi’nde Harbin Seyri

Irak Cephesi’nde çatışmalar, Osmanlı Devleti’nin harbe girişini takip eden günlerde başlamıştır. Londra, İngiliz donanması için kritik önemde olan Körfez’deki petrol kuyularını emniyete almak için sonbahar başında harekete geçmiş ve Hindistan’dan bölgeye asker sevk etmiştir.625 6 Kasım 1914’de kıyıya çıkan İngiliz birlikleri ilerleyerek 20 Kasım’da Basra’yı, 9 Aralık’ta Kurna’yı ele geçirmiştir. Bölgedeki zayıf Osmanlı kuvvetleri bu ilerleyişe engel olamamış ve geri çekilmek zorunda kalmıştır. Irak Cephesi’nde zayıf birlikler bulundurulması, Osmanlı Devleti’nin harp planı hazırlanırken esas kabul edilen yanlış bir kanıya dayanmıştır. Buna göre Mezopotamya bölgesinde bir İngiliz harekâtı muhtemel görülmemiştir.626 Nitekim

625 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.163.

626 Ahmet İzzet Paşa’ya göre Başkomutanlık büyük bir stratejik hata yapmıştır; “Irak’ta öteden beri İngilizlerin ihtirasları olduğunu bilmeyen çocuk bile yoktur. Irak ve Mezopotamya’nın kültür ve medeniyet tarihi, iyi idare ve kullanma halinde feyiz ve bereketinin Nil, Pencap, Sind, Ganj havzalarına taş çıkartacağı hakkındaki şöhreti dolayısıyla sahibi ve tasarrufçusu için büyük bir kıymete sahip ve istilacı bir büyük devlet için hırs ve iştihayı kabartıp tahrik ettiği apaçık bilinen gerçeklerdendi. Müslümanlar ve özellikle Şia gözünde çok kutsal sayılan, yüksek mertebeleri Sünnilerce mukaddes olan İmam-ı Azam türbesi ve Hint Müslümanlarının fevkalâde sevgi besledikleri ve bağlı oldukları Abdülkadir Geylani’nin kabir ve aileleri Irak’ta bulunmaktaydı. Bu açıdan bu bölgeye sahiplenmek, birçok İslam tebaasına sahip olup Hicaz’a da koruyuculuk edeceğini düşünen İngiltere’nin İslam siyaseti için ne kadar faydalı olacağı kolayca takdir edilebilirdi. Irak’ın coğrafî konumu bakımından Hindistan’a karşı güçlü bir düşman elinde, gelecek için bir tehdit sebebi olabileceğinden dolayı, İngiltere’nin koruma ve savunma düşüncesiyle de savaş sırasında buraya göz dikmesi doğaldı. İngiltere’ye karşı Irak bölgesini mahalli kuvvetlerinden ayırmak, bu hükümeti, mülkümüzü istilaya hırslandırmak ve davet etmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla kesin ihtiyaç meydana gelmesinden önce buralara başka asker gönderilmemesi büyük bir eksikliktir.” (Ahmet İzzet Paşa, Feryadım I, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, s.210-211); Ali İhsan Sabis, Başkomutanlığın Irak’ta aşiretlere dayanarak savunma yapılabileceği düşüncesinde olduğunu, ancak bunun gerçek dışı bir düşünce olduğunu yazar; “Orada hem vali ve hem kumandan, Irak ve Havalisi Kumandanı Cavid Paşa idi… Irak'ta yalnız Arap olan aşiretler ve mücahidler ile iş görülebileceğine ve Hindistan'a dayanarak Irak'ı istila etrneğe teşebbüs edecek olan İngiliz kuvvetlerine karşı Irak müdafaasının kolay olabileceğine, Cavid Paşa inanmıyordu. Bundan başka, Irak'ta, Bingazi'deki Şeyh Sünusi gibi bir şahsiyet yoktu. Bu hususta, Karargahı Umumi' de, biz dahi aynı fikirde idik. Bu fikre ve endişeye dayanarak 13 üncü Kolordunun Irak'ın müdafaası için orda bırakılmasına çalışmış idik. Buna muvaffak olamamış ve yalnız Otuz Sekizinci Fırkanın Basra'da bırakılması kararını istihsal edebilmiştik. Halbuki İngilizler, daha Karadeniz hadisesi vukua gelmezden çok evvel, Basra Körfezi'nde istila hareketlerine başlamak için Hindistan'da hazırlık yapmakta idiler. Bu hususta Karargahı Umumi'ye gelen haberler, pek sarih olmamakla beraber şüphe ve endişe uyandıncı mahiyette idi.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım II, s.214.)

165

seferberliğin başlamasıyla bölgedeki birliklerin büyük kısmı Kafkas ve Sina-Filistin Cephelerine kaydırılmıştır.627

Irak Cephesi’nde İngiliz ilerleyişi, Başkomutanlığı harekete geçirmiş, Binbaşı Süleyman Askerî Bey bir miktar seçme subay ile birlikte Basra’yı geri almak üzere Irak’a gönderilmiştir. Enver Paşa, Süleyman Askerî Bey’in Trablusgarp tecrübelerine güvenerek Irak’ta da mücahitlerle iş görülebileceğini düşünmüştür.628 Ancak, Süleyman Askeri Bey komutasında 12 Nisan 1915’de Basra’ya yapılan taarruz, istenen sonucu vermemiş ve yaralanan Süleyman Bey intihar etmiştir. İnisiyatifi ele alan İngiliz birlikleri ilerleyerek 3 Mayıs’ta Dicle üzerindeki Amare’yi ele geçirmiştir.629

Cephede yaşanan gelişmeler üzerine Osmanlı Genel Karargâhı bölgeyi takviye etmeye başlamış, Süleyman Askerî Bey’den boşalan Irak ve Havalisi Kumandanlığı’na, Albay Nurettin (Konyar) Bey tayin olunmuştur. Bu esnada bölgedeki İngiliz birlikleri de sürekli takviye almaktadır. General Charles V.F. Townshend komutasında İngiliz birlikleri Eylül 1915’de ileri harekâta başlamış, Osmanlı birliklerini geri atarak 28 Eylül’de Kutü’l-Amâre’yi geçirmiş, 5 Ekim ise Kutü’l-Amâre’nin 100 kilometre kuzeyindeki Aziziye’ye ulaşmıştır.630

Irak Cephesi’ndeki kolay başarılar İngiliz yönetiminin iştahını kabartmış ve Bağdat’ın ele geçirilmesi düşünülmeye başlamıştır. Böylece Çanakkale’deki mağlubiyetin izleri silenecek ve Orta Doğu’da İngiliz prestiji artacaktır.631 Bağdat’a yönelik harekât kasım ayında başlamış, aynı günlerde cepheyi takviye için yaz sonunda harekete geçirilen Osmanlı kıtaları da bölgeye ulaşmıştır. Nitekim 22 Kasım 1915’de başlayan İngiliz taaruzu, Bağdat’ın 30 kilometre güneyinde Selman-ı Pak’da

627 Osmanlı ordusu 1914 yılının Ağustos ayında Mezopotamya’da IV. Ordu’yu meydana getiren büyük çapta bir kuvvet bulunduruyordu. Bu ordu XII. Kolordu ve XIII. Kolordudan oluşuyordu. Bununla beraber, Eylül ayında IV. Ordu ve XII. Kolordu Suriye’ye ve XIII. Kolordu Kafkasya’ya gönderildi. Mezopotamya Cephesi, Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına dönüştürüldü. Cephede askerî birlik olarak sadece 38. Tümen ile az miktarda jandarma ve hudut taburu kaldı. (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım II, s.35.)

628 Ali İhsan Sabis’e göre; “Enver Paşa, Bingazi tecrübelerine güvenerek Irak'ta da mücahitlerle iş görmek fikrine saplanmıştı. Bu maksatla cihat ilanından sonra Arabistan'daki İbni Suud ve İbnürreşid'e memurlar ve hediyeler göndermiş, Basra Mebusu Talip Bey'i de bu işe memur etmişti. Bu iki çöl hükümdannın aralanndaki münazaalara son vererek büyük mukaddes cihada iştirak etmelerine çalışılmıştı… Irak'ı ele geçirmeğe hazırlanmış muntazarn İngiliz fırkalarına karşı yalnız aşiretlerle ve mücahidlerle müsbet bir iş görmenin hayalden ibaret olduğu kabul edilmiyordu.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım II, s.391-392.)

629 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım II, s.398; E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.150-151.

630 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.153.

631 Figen Atabey, “Kutü’l-Amâre Kuşatması’na Giden Yolda Osmanlı’nın Selman-ı Pak Zaferi”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.210.

166

mevzilenen Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştur. Bu mağlubiyet sonrasında Townshend birliklerini Kutü’l-Amâre’ye kadar çekmek zorunda kalmış ve burada savunma yapmaya karar vermiştir.632 Takip harekâtı yürüten Osmanlı kuvvetleri ise 9 Aralık 1915’de Kutü’l-Amâre kuşatmasını tamamlamış, dört buçuk ay sürecek kuşatma başlamıştır.

Kuşatmanın ilk safhasında Osmanlı birlikleri inisiyatifi alarak harekete geçmiş, ancak şehri ele geçirmek için aralık ayı boyunca yapılan taarruzlar netice vermemiştir. Ocak 1916’dan itibaren inisiyatif İngilizlere geçmiş, güneyden gelen İngiliz birlikleri kuşatmayı yarmak için harekâta başlamıştır. Osmanlı kıtaları bu taarruzları Kutü’l-Amâre’nin güneyinde karşılamış, dört ay süren muharebelerde633 İngiliz taaruzlarını geri atmayı başarmıştır. Nitekim erzaksız kalan İngiliz birlikleri 29 Nisan 1916’da teslim olmuştur. Kutü’l-Amâre’de esir alınan mevcut; 5 general, 272 İngiliz subayı, 2.592 İngiliz askeri, 204 Hintli subay, 6.988 Hintli asker ve 3.248 silahsız olmak üzere 13.309 personel olmuştur.634

Kutü’l-Amâre’nin teslim olmasından sonra, 1917 başına kadar cephede muharebeler durmuştur. İngilizler mütekip taaruzları için hazırlık yaparken, Osmanlı kuvvetleri bulundukları hatta kalmış ve cephedeki kuvvetin bir kısmı İran Harekâtı için ayrılmıştır. Ali İhsan (Sabis) Paşa komutasındaki yaklaşık 25 bin kişilik XIII. Kolordu, Haziran 1916’da İran’a girmiş, Rus birliklerini geri atarak ağustos ayında Hemedan’a ulaşmıştır. Ancak ikmal hatlarının çok uzaması ve İranlı gönüllülerden beklenen desteğin gerçekleşmemesi üzerine harekât durmuştur.635 XIII. Kolordu, Irak Cephesi’nde Şubat 1917’de başlayan İngiliz taarruzu nedeniyle geri dönmek zorunda

632 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.155-155.

633 Şeyh Said Muharebesi (6-9 Ocak 1916), Vadi-i Kelal Muharebesi (13-16 Ocak 1916), Sabis Muharebesi (8 Mart 1916), Felahiye Muharebeleri (20 Ocak, 6 Nisan, 9 Nisan ve 22 Nisan 1916) ve Beyti İsa Muharebeleri (17-19 Nisan 1916).

634 Charles V.F. Townshend, Mezopotamya Seferim, Kurna, Kutülamare ve Selmanıpak Muharebeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012, s.599.

635 Ali İhsan Sabis, İranlılardan teşkil edilen kıtalar hakkında şu yorumu yapar; “Enver Paşa'ya gelince o da İran'ı istila edip İran halkından muntazam bir ordu vücuda getirmek ve bu ordu ile Kafkas cephesindeki Rus kuvvetlerinin arkasını almak, Azerbeycan'ı, Turan'ı, Türkistan'ı istila etmek hayallerine düşmüştü. Enver Paşa, Bingazi'deki İtalyanları tart için Şeyh Senusi Araplarından vücuda getirmiş olduğu mücahit kuvvetlerinden istifade etmiş ise de bu tecrübenin İran'da Acemlere tatbiki hiç bir netice vermeyecektir. Acemler sadece talan, yağmakarlık, kim para verirse onun yüzüne gülmek, zor karşısında kaçıp gizlenmekten başka hiç bir marifet göstermemişlerdir. Acemler için o zaman vatanperverlik, milliyet hisleri, din kardeşliği, cihad-ı mukaddes heyecanı bahis mevzuu bile olamazdı. Ben bunu Kafkas cephesinde iken Kürt aşiretlerinden ve aşiret süvari fırkalarından ilk defa anlamıştım. Esasen onlar Türklere bir yabancı kuvvet ve millet gözüyle bakıyorlardı. Sonra Irak cephesinde Fazıl Paşa'nın kumandasındaki güya mücahit sanılan bedevi Arap atlılarını aynı halde gördük. Nihayet İran'da Acem aşiretlerini, mücahitlerini, hatta muntazam Acem askerini bile aynı şekilde buldum. Fakat bunu ne Halil Paşa'ya ve Enver Paşa'ya anlatmak mümkün olmadı.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.211.)

167

kalmış ve İran Seferi sona ermiştir.636 İran Harekâtı’ndaki Alman etkisi oldukça tartışılan bir konu olmuştur.637 Gerek Başkomutanlığın638 gerekse Almanya’nın izlediği

636 Hatıralarda ortak yargı, İran’a yönelik harekâtın yanlış bir karar olduğu yönündedir. Von Sanders, Kut-ül Amare’nin alınmasından sonra güneye ilerleyerek İngilizlerin geriye atılmamasını büyük bir hata olarak görür ve bu hatayı Von der Goltz’un yokluğuna bağlar; “Feldmareşalin etkisinin eksikliği kısa sürede fark edildi. Bunun ilk sonucu, İngilizlere şimdi yeniden saldırmak ve Irak’ta kaybedilen büyük bölgeyi geri almak için Kut başarısından yararlanılmaması oldu. 13. Kolordu’nun tarafsız İran’a doğru ilerleyişi başladı.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.181); Esasında Von der Goltz, İran’a ve oradan Afganistan üzerine yapılacak bir harekâta taraftardır. Bu düşüncesi 26 Şubat 1915 tarihli raporuna da yansımıştır; “İngiltere de bizim gibi varlığını sürdürmek ve en azından dünya hâkimiyetini korumak için savaşıyor. İngiliz adalarına yapılacak bir kara çıkarması soruna radikal bir çözüm getirebilir. Bunun yanı sıra, diğer bir çıkar yol da Türk-Alman ittifakından itibaren hazırlıkları yapılan Mısır ve Hindistan taarruzudur. Nadir Şah’ın 1738/1739 seferleri göz önünde bulundurulduğunda, -Bağdat demir yolunun tamamlanmasından sonra- bir Hindistan seferi hiç de olanaksız gözükmemektedir”. Temmuz 1915’de Falkenhein’a şöyle yazmıştır; “Bu sulh, ancak eğer İran ve Afganistan harekete getirilir ve muvaffakiyetle ilerleyen bir Türk ordusu tarafından birlikte sürüklenirse ve Hindistan hudutlarının öbür tarafında İngilizlere hasım olan kabileler ayaklandırılırsa tahakkuk eder.” Goltz’a göre, İran ve onun üzerinden Afganistan’ın İngiltere’ye karşı harekete geçirilmesi müttefiklere zafer yolunu açacaktır. Goltz, Enver Paşa’nın da İran politikasına özel önem verdiği ve bu konuda kendisini görevlendirdiğini söyler. Enver, Ekim 1915’de Goltz’a şunları yazmıştır; “İran’da ki askeri ve siyasi teşebbüslerimize fevkalade büyük bir ehemmiyet verdiğimiz zat-ı devletlerince müsellemdir. Şimdiye kadar oradaki Osmanlı ve Alman memurları bu maksat için el birliğiyle çalışmadığından bu teşebbüslerden fayda yerine zarar geldi. Şimdi bu meseleyi bakanlar kurulunda görüştük ve zat-ı devletlerini Alman ve Osmanlı hükümetlerinin salahiyettar fevkalade mümessili tayin etmeyi düşündük.” Irak Cephesi’ne giderken kendisine verilen Enver Paşa imzalı talimatnamede, bu görev açıkça belirtilmiştir; “Siz bu andan itibaren maksat ve gayeleri, merkezi devletlerin ve Türkiye’nin arzusu dahilinde, İran kuvvetlerinin bu harpte Rusya ve İngiltere’ye karşı kullanılmasını ve aynı zamanda İran’ın müstakbel hürriyet ve istiklalini teminden ibaret olan bütün askeri ve siyasi teşebbüslerin sevk ve idaresini üstleneceksiniz.” Ancak, 1915 sonunda bölgeye gittiğinde hayal kırıklığına uğramıştır. Hatıratına, Aralık 1915’de şu notu düşmüştür; “İran’da ki siyasi hareketimiz tamamıyla akim kalmıştır.” (Von der Goltz, Golç Paşa’nın Hatıratı, s.110, 115, 118, 121); Goltz’un Kurmay Başkanı Kazım Karbekir de, Golz’un Irak’a bu düşünceyle giitiğini yazar; “Vaziyet-i umumiye hakkındaki kanaati şöyle idi: ‘Hindistan’ı tehdid ederek İngiltere’yi sulha mecbur etmek!’ Bu büyük vazifenin kendisine mukadder olduğuna kani olmuş görünüyordu.” (K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.454.)

637 Von Sanders, bu hususta bir rapor hazırlayarak 1916 Temmuz’unda Berlin’e gönderdiğini yazar. Raporda 6. Ordu’nun sevk ve idaresinde gördüğü hataları, İran’a yapılan harekâtın yanlışlığını, hakarete varan ifadelerle ortaya koyar; “Irak’ta ki 6. Ordu’da hiç aklı başında bir sevk ve idare yok görünüyor. Halil Paşa ordu kumandanından başka her şeye benziyor. Kutülamara başarısından sonra İngilizlere Fellahiye’de saldırıp onları Irak’ın en azından bir kısmını tahliyeye mecbur etmek yerine çok nüfuzlu ve akıllı, ama çok entrikacı ve pek Alman dostu olmayan İhsan Paşa’nın, Hanikin üzerinden Kermaşah’a doğru ilerlemesine ve az sayıda taburla (2 ila 3) birkaç Rus alayına karşı (tahminen 5 alay) Türk basını tarafından çok şişirilen ucuz bir zafer elde etmesine izin verdi. İran’a karşı yapılan bütün bu harekât boşunaydı, çünkü evvela orada elde edilen başarı sürekli olamazdı ve sonra halkı güvenilmez ve asker olmayan İran’a yapılmasına niyetlenilen baskının Dünya Harbi’nin gidişatına en ufak bir tesiri olamazdı.” Von Sanders’e göre, XIII. Kolordu’nun İran seferi büyük bir hata olmuş ve Bağdat’ın düşüşünde etkili olmuştur; “13. Kolordu, Bağdat için karar anına tabii ki çok geç kalacaktı!” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.181-182, 216); Halil (Kut) Paşa ise bu hatanın asıl müsebbibi olarak Almanları ve Enver Paşa’yı görür. Halil Paşa’ya göre, İran’da ki Rus tehdidi bir Rus süvari kolordusundan ibarettir. Bu durumda yapılması gereken, yeterli bir kuvvetle savunmada kalarak Rusların ilerlerlemesine engel olmak ve İngiliz ordusunu Basra istikametinde sürmektir; “Mareşal Goltz Paşa, Bağdat’a geldiği zaman maiyetinde 30 kadar Alman subayı ve subay üniforması giymiş propagandacı da getirmişti. Bunlar hep İran işleri ile meşguldüler. Bunlar güya İran’da bir Alman ordusu, yahut Alman taraflısı ordu kuracaklardı. Almanya’dan belki de vagonlarca altın para getirmişlerdi. İran’a saçıyorlardı.” Nitekim, Goltz Paşa da bu hayalin peşinden sürüklenmiştir; “Irak’ta ki en büyük rütbeli Mareşal Golz Paşa ise, 71 yaşında ve yorgun bir askerdi. Hayatında daima, politikacı değil, asker ve bilhassa hoca olarak kalmıştı. Onun bu Alman maceracılarına hakim olması beklenemezdi. O da sürüklenecekti. Bir gün İstanbul’da umumi karargahtan, son derece gayri askeri ve tamamen hatalı bir emir aldım. Bu emirde, Dicle cephesinde münasip kuvvetlerle müdaffada kalarak, İran cephesinin

168

İran politikasının yanlış olduğu ve Irak Cephesi’nde büyük bir zafiyete yol açtığı sıkça dile getirilmiştir.639 Netice olarak cephedeki kuvvetin bölünmesi, Kutü’l-Amâre güneyindeki Osmanlı birliklerini İngilizlere karşı zayıf bırakmış ve Bağdat’ın kaybına

takviyesi ve ilk adımda Kirmanşah şehrinin işgali bulunuyordu. Evet, hayaller çalışıyordu.” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare…, s.185, 188); Ali İhsan Sabis de bu konuda Almanları suçlar; “Almanların İran'da güttükleri siyaset, bizim ahvalimize hiç uymadığı halde bütün bu hadiseler ve hareketler maatteessüf bir Alman olan Goltz Paşa'nın sağlığında atılmış idi. Almanların para ve emek sarf ederek İran'da mevcudiyet göstermeye çalışmaları boş bir hülyadan ibaretti. Hadiseler bunu ispat etti. Fakat bizim bu arada Irak'ta mağlup olarak Bağdat'ı İngilizlere kaptırmaklığımıza Almanların bu hülyası sebep olmuşdur. Almanların her talebini isaf eden Enver Paşa ve verdiği emirleri itiraz etmeden tatbikten çekinmeyen Halil Paşa bu işlerde çok fena rol oynamışlardır.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.181-182); Josep Pomiankowski, bu konuda şunları aktarır; “Bu planı kimin hazırladığını öğrenemedim. Planın hazırlanışında herhalde Enver ve Halil’in yanında Orsova’da General Falkenhayn ile Enver Paşa’nın görüşmlerinin payı ve ayrıca (Alman Askeri Ataşesi) General Lossow’un da etkisi bulunduğunu sanıyorum.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.185.)

638 Von Sanders, 1916 sonbaharı boyunca kendisine ulaşan raporlardan İngilizlerin cephede ciddi bir hazırlık içinde olduklarına kanaat getirdiğini, bu konuda Enver’i uyardığını ancak sonuç alamadığını yazar; “Bu haberleri Enver Paşa’ya bildirdim ve yakın zamanda Bağdat’ın ciddi bir tehlikeye maruz kalmasının beklendiği hususunda dikkatini çektim. Enver Paşa, 3., 2. ve 6. Orduların, yani Türklerin Doğu Cephesi’nin müşterek bir kumanda altında birleştirilmesi için birkaç hafta önce yaptığım teklif hakkında bir karar verememişti.” General bunun üzerine durumu Berlin’e iletmiş, ancak yine sonuç alamamıştır. Sanders, Irak Cephesi’nde yapılan hatalardan Başkomutanlık Karargahı’ndaki Alman subayları da sorumlu tutar; “Şimdiye kadar herhalde hiçbir ordu kumandanlığı, zamanında ve gerekçeli olarak yapılmış olan uyarılara rağmen Bağdat’ın düşüşünden önce Türklerin yaptığı kadar ihtiyatsızca davranmamıştır. Enver’in –strateji tanrıçasının üvey evlatları olan- önde gelen Alman danışmanları, burada da başka durumlarda olduğu gibi Türklerin harp sevkine dair önceden belirlenmiş ve hatalı olan görüşlerini düzelten tavsiyelere kesin ve bariz bir karşı koyuşla kulaklarını tıkamışlardı.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.186, 214); Joseph Pomiankowski de, Enver Paşa’nın Von Sanders’in ikazlarını dikkate almadığını aktarır; “Kasım ayında alınan bir habere göre, İngilizler Basra Körfezi’nden Kurna’ya kadar bir demiryolu döşemişlerdi. Şattülarap’ta nakliye gemilerinde dikkat çekecek şekilde artış oldu. Mareşal Liman, Enver Paşa’yı sert biçimde uyardı ve İngilizlerin yeni bir saldırısına karşı ihtiyati tedbirler alınması ve 18. Kolordunun mümkün mertebe takviye edilmesi lüzumuna işaret etti. Fakat Enver bütün bu ikazlara kulak asmayarak Bağdat’ta endişe edilecek bir durum olmadığını söyledi.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.217.)

639 Von Sanders, Almanya’nın İran politikasının yanlış olduğunu itiraf eder; “İran o zamanlar Türk siyasetinde önemli rol oynuyordu. Maalesef Almanya da orada belli ölçüde işin içine girmişti. Bunu anlamak çok zordur ve ben başından beri buna üzüldüm.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.182); VI. Ordu karargahında görev yapan Von Kiesling’e göre, Almanya’nın gerekli olan askerî gücü teşkil etmeksizin İran’da giriştiği hareketler sonucunda ortaya çıkan kritik durum, Bağdat’ın güneyinde sürdürülecek askerî operasyonları tehlikeye atmıştı. Kiesling, bu yanlış kararın genel olarak Enver Paşa’nın isteği doğrultusunda alındığını, VI. Ordu’yu oluşturan iki kolordunun birbirinden 300 kilometreden fazla ayrılması sonucunda, Irak’ta yeniden saldırıya geçen İngilizlerin 1917 yılında Bağdat’ı ele geçirme imkânına sahip olduğunu belirtmiştir. Türkiye, İran ve Afganistan arasında bir ittifak kurularak İran ve Afganistan’ın Merkezi Devletler safında yer almasını sağlamak düşüncesi ve ‘cihat’ ancak bir fantazidir. Ayrıca, Berlin’in İran ve Afganistan politikası, İstanbul’un bölgeye yönelik politikasıyla uyuşmamakta, Türk diplomatları ve subayları ile Almanlar arasında kaçınılmaz olarak büyük anlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Kiesling’e göre, Almanya’nın Osmanlı ülkesi ve halkını tanımaksızın ve tutarlı bir stratejiye sahip olmaksızın, Osmanlı İmparatorluğu’na devasa miktarlarda malî kaynak aktararak yürütmeye çalıştığı politika daha başlangıçta başarısızlığa mahkumdur. (Kemal Özden, “Hans Von Kıeslıng’in Gözünden Birinci Dünya Savaşı Sırasında Kutü’l-Amâre ve İran Operasyonları”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2016, s.351, 355-357.)

169

varacak yolu açmıştır.640 Şubat 1917’de başlayan İngiliz taaruzu Osmanlı birliklerini Bağdat’a kadar itmiş, 11 Mart’ta Bağdat düşmüştür.

Bağdat’ın düşüşünden sonra uzun süre boyunca cepheye sessizlik hakim olmuştur. 1918 Mart’ında gerçekleşen bir İngiliz taaruzu istenen sonucu vermemiş ve muharebeler tekrar durmuştur.641 1918 yazı sonuna gelindiğinde, savaşın sonu ufukta görünmüştür. Ancak İngiliz birlikleri halen Musul’dan kilometrelerce uzaktadırlar. Halbuki Musul, zengin petrol yataklarıyla, İngiliz savaş hedefleri arasında önemli bir yer kazanmıştır. Londra, bölgedeki İngiliz komutanlığına süratle ilerleyerek mütarekeye kadar Musul’un ele geçirilmesi konusunda baskıya başlamıştır.642 Ekim 1918 sonunda harekete geçen İngiliz birlikleri, Osmanlı kuvvetlerinin Dicle Grubunu esir etmeyi başarmış ancak Musul’u ele geçirememiştir. Musul İngilizler tarafından, ancak 30 Ekim 1918 tarihli Mondoros Mütarekesi sonrasında, mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal edilebilmiştir.

II- Cephe Koşulları ve Muharebeler

Diğer cephelerde olduğu gibi Irak Cephesi’nde de koşullar; iklim, coğrafya ve düşman tarafından şekillendirilmiştir. Bölgede hakim olan çöl iklimi, şiddetli sıcaklar, nehir taşkınları sonucunda oluşan bataklıklar, temiz su ihtiyacının karşılanamaması ve lojistikdeki aksaklıklar cephede savaşan asker için zorlu bir ortam yaratmıştır. Bunun yanında, Osmanlı askeri kendinden sayıca ve malzemece üstün bir düşmanla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Bu koşullarda muharebelerdeki başarılar, ancak büyük fedakarlık sonucu elde edilebilmiştir.

640 Halil Paşa, İran’a yapılacak böyle bir seferin, Irak Cephesini tehlikeye düşüreceğini Başkomutanlığa yazdığını söyler; “Bir yıl önceki Kut mağlubiyetini unutamayan İngilizler, Bağdat’ın 110 km. güneyinde 100.000 süngülük bir kuvvet toplamışlar. Böyle bir durumda ordunun mühim bir kısmını Dicle Cephesinden çekip İran ortalarına sevketmek cahilane ve caniyane bir sergüzeşt teşkil eder… Bu şekilde harekete de muvaffakatim yoktur.” Buna karşın olumlu yanıt alamadığını aktarır; “Fakat Başkumandanlık İran hareketinde ısrar ediyordu. Orası ısrar ettikçe de ben redediyordum… hatta… ordunun kumandanlığından affımı istedim. Fakat, Başkumandan Vekili Enver imzasıyla gelen son kati bir emirde: ‘6. Ordu Kumandanı olarak kalacaksınız ve Kirmanşah’ı mutlaka işgal edeceksiniz.’ deniliyordu.” Halil Paşa, XIII. Kolordu tarafından İran’a yapılan seferi ‘havada hedefsiz sallanan bir kılaca’ benzetir; “Evet, İran toprakları üstünde ilerleyip giden ve niçin ilerlediğini, buralara niçin geldiğini de bilmeyen o çok kıymetli 13. Kolordumuz, hakikaten havada hedefsiz sallanan bir kılıç gibiydi! Bu güzide ve çok lüzumlu kuvvet buralarda böyle dolaşırken, asıl tehlike sahası ve kaderimiz tayin edecek cephe olan Irak’ta ise, hem de 100.000 süngülük bir İngiliz zinde kuvvetine karşı 18. Kolordumuzun, ancak 12.000 kişiyi geçmeyen kuvvetini bırakmıştık.” (Bitmeyen Savaşta Kut’ül Amare…, s.185-186, 188.)

641 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.274.

642 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.307; Atasay Özdemir, “Petrolün Birinci Dünya Savaşı’ndaki Yeri ve Savaş Sonrası Düzenlemelere Etkileri”, 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak, Uluslararası Sempozyum (İstanbul 20-21 Kasım 2014), Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2014, s.77.

170

Irak Cephesi’nde yaşanan muharebeler hatıralara canlı şekilde yansımıştır. İhtiyat Zabiti Abidin Ege, 8 Mart 1916 tarihinde gerçekleşen Sabistepe Muharebesi ile ilgili şunları aktarır; “Tepemizde bizi daima gözetleyen bir düşman tayyaresinin verdiği işaret üzerine düşman bizi şiddetli top ve şarapnel ateşi ile dövmeye başladı. Bu ateş altına bölük kollarıyla ayakta ilerlemenin mümkün olamayacağını, çünkü çok fazla kayıp vereceğimiz anladık. Hemen bölükleri ava çıkararak yere yatırdık ve birbirini kesen sıçrayışlar ile bu ateşin altından geçtik… Düşman adeta yürüye yürüye bize doğru geliyor, biz de düşmana sokuluyorduk. Bu mesafeye gelince düşmana şiddetli ateş açtık. Hemen düşman yere kapandı ve ateşle karşılık vermeye başladı. Bu suretle muharebe başlamış oluyordu. Fakat düşman kuuvetine nazaran biz pek küçük bir kuvvet kalıyorduk. Artık askerlerimiz olanca kuvvetiyle gayet şiddetli düşman üzerine ateş ediyor, düşman da inatçı taarruzlarıyla üzerimize ilerlemek istiyor ise de bütün taarruzları ateşimiz karşısında eriyor, düşmanın sapır sapır yere döküldüğünü gözlermizle görüyorduk… cephesini takviye etti ve tekrar bize cepheden taarruz etmeye başladı. Dümdüz bir arazi üzerinde bulunuyor ve düşman mermi ve mitralyöz kurşunları her tarafımızı tarıyor, aralıksız şarapnel ateşiyle de düşman bizi yandan dövüyor ve pek çok zayiat verdiriyordu.”643 Ege, muharebede çok kayıp verildiğini, bunun sebebinin ise silah ve mühimmat eksikliği olduğunu söyler; “Hemen hemen taburun yarısı kalmadı… Zayiatımız iki subay şehit, iki yaralı ve 413 asker kaybı vardı… Bu harika galibiyet askerimizin fedakarlığı ve pazusuyla kazanıldı. Çünkü bizde taarruzun en dehşetli zamanında ne bir tek mitralyöz ve ne de bir top vardı. Düşman ise üzerimize durmadan mitralyöz ve şarapnel ateşi yağdırıyordu.”644

Abidin Ege, 19 Nisan 1916 tarihinde Beyt-i İsa’da gördüğü manzarayı ise şöyle tasvir eder: Siperlerin içerisi ve dışarısı düşman ölüleri ve şehit cesetleriyle dolmuştur. Ağır bir koku ortalığı kaplamıştır. Bütün siperler kol, bacak ve değişik vücut parçalarıyla dolmuştur. Siperlerin ilerisin de ise İngiliz askerlerinin cesetleri yatmaktadır. Ege, bu kanlı ve korkunç manzaradan çok etkilendiğini söyler.645

Irak Cephesi’nde yaşanan muharebeler, bazı farklı özellikleri olmakla beraber, pek çok bakımdan diğer cephelerdeki muharebelere benzer. Bu benzerliklerden biri süngü muharebelerinin vahşetidir. Osmanlı birlikleri, harbin her aşamasında süngü muharebeleri yapmış ve çoğunlukla bunlardan zaferle çıkmışlardır. Ancak süngü ile

643 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.275-276.

644 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.277-278.

645 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.298.

171

yapılan vuruşmanın şiddeti, askerleri dehşete düşürmüştür. Topçu yedek subayı Mehmet Sinan Özgen, 1918 Ekim’inde şahit olduğu bir süngü muharebesini şöyle resmeder; “Ta geriden seyrettiğim bu süngü muharebesi bana o kadar fena tesir etmişti ki, heyecanımdan sinirlerim bozulmuş ve asli vazifemi unutmuştum. Zira kati netice zamanlarında yapılan bu harp, ne topçu ve ne de makineli harplerine benzemiyor. Karşı karşıya göğüs göğüse gelen iki kuvvetin elindeki süngüler; kalplere, ciğerlere, gırtlaklara dalarak kıpkırmızı çıktıkça insanda irade denilen şey kalmıyor ve müthiş bir ürperti ile sarsıntı başlıyordu.” Özgen, topçu ve makineli tüfeklerin düşmana daha çok zayiat verdirdiğini, ancak “maneviyat bakımından bu ölüm harbi kadar tesirli” olmadığını söyler646.

I. Dünya Harbi’nin karakteristik özelliği olan siper muharebeleri ve siper hayatı, Irak Cephesi’nde de kendini göstermiştir. Kutü’l-Amâre Kuşatması’na katılan Mehmet Reşid Bey, siperlerde geçen hayatın sıkıntıları hakkında şunları aktarır. Siperlerde geçirilen hayat pek usandırıcıdır. Mevzi dışına çıkmak mümkün değildir. Bataklık ile Dicle Nehri arasında sıkışan mevzilerde yapışkan ve arsız sineklerin çokluğu, havaların bazen yakıcı, bazen soğuk ve yağışlı olarak düzensiz bulunması değişik rahatsızlıklara yol açmaktadır. Temizlikten, düzenli ve sıcak yemekten mahrum kalmak, istihkakların eksik olarak gelmesi, içilecek suyu iki kilometre kadar dolambaçlı zikzaklardan giderek Dicle’den almak mecburiyeti askerin psikolojisini bozmaktadır. Mehmet Reşit Bey’e göre buradaki hayat büyük bir suçun karşılığı olarak çekilen hapis cezasına benzemektedir.647

Rahmi Apak da, siper hayatının zorluklarına değinir. Birliğinin siper muharebesini ilk defa yaptığını, askerin dar siperlerin içinde uzun müddet kalmaktan sıkıldığını yazar. Bilhassa geceleri neferlerin abdest bozmak için siperlerden dışarı çıktığını ve bu yüzden vurulduklarını söyler. Bu konuda ikazlar da yeterli olmamış, her gece üç dört asker bu yüzden vurularak yaralanmış veya hayatını kaybetmiştir.648

Irak Cephesi’nde Türk askerinin mücadele ettiği tek düşman İngiliz ordusu olmamıştır. Diğer zorlu bir hasım ise sıcaktır. Bölgenin çok sıcak ve kuru olan iklimi, özellikle bahar ve yaz aylarında büyük bir problem teşkil etmiştir. Hatıralarda bununla ilgili yakınmalara sıkça rastlanır. Abidin Ege, 2 Mayıs 1916 tarihli günlüğüne şunları yazmıştır; “Hava bütün manasıyla ‘sıcak’! Siperler alev içinde yanıyor. Biz de bu ateşin

646 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.122-123.

647 Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid Bey’in Savaş Günlükleri, (Yay.Haz.Bahtiyar İstekli), Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017, s.121-122.

648 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.137.

172

içinde kavruluyoruz.”649 11 Temmuz 1917’de ise şunları söyler; “Bu kafir sıcak bütün dermanımı bitirdi. İliklerimi eritti, beni mahvetti. İnsanlıktan çıktım. Yüzüme bakıyorum, meşin bir Arap gibi yanıp kavrulmuş, sararıp solmuş. Vücudumun tahammül kuvveti tamamen kırıldı. Halsiz, güçsüz çırpınıyorum. Eğer gölgede 50 dereceyi bulan bu sıcak biraz daha yükselir, bu ölüm rüzgarı biraz daha devam ederse, solan vücutlarmız pek çabuk sönecektir. Biçare asker, sıcaktan bitiyor, hayvanlar bile birer birer ölüp gidiyor. Bakalım cehennem ağıtı daha ne kıvılcımlı ağızlar açacak?! ”650

Çöl koşullarında içme suyu meselesi de sorun yaratmıştır. Ali İhsan Sabis, içme suyu sıkıntısını şöyle dile getirir: Bulanık akan Dicle nehrinden su alarak bunu durultup, dibine topraklar çöktükten sonra üst tarafta kalan suyu içmek mecburiyeti vardır. Fırsat ve imkan buldukça bu su kaynatılmaktadır. Fakat bu, kolay ve her zaman yapılabilir bir iş değildir. Sabis, önlerinde akan suyun Kutü’l-Amâre’nin pislikleri ve lağımlarını getirdiğini, buna rağmen bu suyu kullanmak zorunda kaldıklarını yazar.651

Sıcak kadar şiddetli yağışlar ve taşkınlar da cephedeki askerin hayatını zorlaştırmıştır. Muharebeler nehir boylarında cereyan etmiş, mevsim koşullarına göre nehirlerde yaşanan taşkınlar siperlere dolarak buraları yaşanmaz hale getirmiştir. Mehmet Reşid Bey, siperlerin omuz hizasına kadar su ile dolduğunu ve kıtaların bu hattı terk etmek zorunda kaldığını aktarır.652 General Townshend de, nehir taşkınlarının yarattığı sıkıntılarla uğraştıklarını ve bazı zamanlarda siperleri boşaltmak zorunda kaldıklarını söyler.653

Cepheye yönelik hatıralarda işlenen bir konu da serap meselesidir. Serap, öğleden önce doğuda öğleden sonra batıda görülüyordu ve serabın en kuvvetli zamanı

649 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.308.

650 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.500. Ayrıca bkz. A.Ege. Harp Günlükleri…, s.468, 487.

651 “Mesela Kutülemare'nin pislikleri ve lağımları Dicle suyu ile bizim önümüzden akıp Şeyhsait tarafındaki İngiliz kuvvetlerine doğru gidiyordu. Güneşin tesiri ile bu kirli sulardaki mikropların birkaç kilometre aktıktan sonra telef olmuş bulunmaları muhtemeldi. Bu düşünceyle teselli buluyorduk. Askerin su ihtiyacını temin için saka hayvanları kullanmak mecburiyetine düşmüştük.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.87.)

652 “Bütün mıntıkada ileri mevzideki siperlerimizi su basmış, siperler omuza kadar dolmuştu. İlerdeki beş bölükten ikisi alınarak üç bölükle gözetleme yaptırıldı ve bölükler su altından geriye alındı. Bu halden düşman da aynı derecede etkilenmişti. Öğleden sonra yağmur bütün şiddeti ile başladı.” (Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid…, s.88); “8 Nisan 1916’da Dicle tekrar kabarmış ve Kut bölgesinde 142 nci Alay mevzilerine de sular girdi. Yapılan setler bir fayda vermedi, sular önlenemedi. Bunun üzerine siperlerin gerisine avcı çukurları kazılarak askerler bu çukurlara çekilmiş ve mevziler bırakılmıştır. Su, tümen karargâhının bulunduğu yere kadar yürüdü.” (Şükrü Kanatlı, Irak Muharebelerinde 3’ncü Piyade Alayı Hatıraları, (Yay.Haz.Fatma İlhan), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2006, s.23.)

653 “Siperlerimizi dolduran ve bizi Kut’tan dışarı atacak hale gelen taşkın sularıyla gece gündüz uğraşıyorduk. Düşman da birinci hattaki siperlerinden çıkmak zorunda kalmıştı.” (C.V.F. Townshend, Mezopotamya Seferim, s.456.)

173

öğle vaktiydi. Ali İhsan Sabis, hatıratında bu konuya değinmiştir; “Diğer taraftan serap hadisesi, insanı çok aldatıyordu. Tepeden güneş vurunca titrek bir hava dalgası, uzaktan yeşil ağaçlık gibi görünüyor ve insana orada su kaynağı bulunduğu zannını veriyordu.”654 Mehmed Nihad Bey ise şunları yazar; “Sıcak yaz günlerinde efrat su zannettiği manzaraya doğru matarasını alarak koşmuş, yerinde kalanlar bu koşanları biraz sonra suyun içinde görmüş ve etrafa sular fışkırtarak yürümekte gibi görürken zavallılar kendilerinden gittikçe uzaklaşmakta olan suya doğru mütemadiyen koşuyorlar, nihayet yorularak vazgeçiyorlardı.” Halil (Kut) Paşa da benzer olaylar aktarır; “İşte bu seraplarla o zaman ve çöldeki hareketlerimiz sırasında biz de karşılaştık. Bazan büyük asker kollarının üstümüze geldiğini sanırdık. Bazan vâhalar, sular, ağaçlıklar bizi çeker gibi olurdu. Ama bir süre sonra serap açılır ve bomboş çöl, bütün gamlı manzarasıyla önümüze serilirdi. Hatta bir defasında Mareşal Golç Paşa Felâhiye istikametindeki bir savaş sırasında yanıma gelmişti. Bana ileriyi gösterdi sordu: Düşman bu ormanlığın içinde mi? Halbuki ileride orman yoktu. Ve bazı hurmalıklardan başka ağaçlık olmayan Irak sahrasında zaten orman da mevcut değildi. Mareşalin gördüğü ise orman değil, düşmanın üzerimize ilerleyen yürüyüş halindeki saflarıydı. Ama kim bilir nasıl bir görüş oyunu ile o sırada bu saflar, Mareşala da sahrayı kaplayan ormanlar gibi görünmüştü.” 655

Harbin son yılında Sina-Filistin Cephesi’nde yaşanan moral bozukluğunun benzeri Irak Cephesi’nde de görülmüştür. Uzun harp yıllarının verdiği bıkkınlık, ikmal sistemindeki sıkıntılar, açlık ve yokluk çok olumsuz etkiler yapmış, askerin harbe olan inancını ve savaşma azmini kırmıştır. VI. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis şunları yazar: Kıtalarından silahları ile beraber firar eden birçok neferin dağlarda eşkiyalığa başladığı haber alınmaktadır. Düşman uçaklarından askerin maneviyatını bozacak propaganda broşürleri de atılmaya başlamıştır. Ordu bakımsızlıktan bozulmuş ve askeri disipline aykırı hareketler çoğalmıştır. Bir yandan iaşe buhranı ve diğer taraftan disiplin noksanı düşmanla ciddi bir muharebede muvaffakiyet ümitlerini azaltmaktadır.656

Özellikle bu bölgeden silah altına alınan Arap neferler arasında firar oldukça yaygındır. 6. Tümen Komutanı Hüseyin İzzet Bey, firar sorununun ulaştığı boyutu şöyle aktarır: Firarlar neticesinde taburların devamlı muharip mevcudu 60 nefere kadar düşmüştür. Keşfe gönderilen süvariler dahi firar etmektedir. Ne zabitandan ne de

654 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.86.

655 Halit Baş, I. Dünya Savaşı'nda Irak-İran Cephesi: İaşe ve Sağlık Hizmetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Muğla, 2009, s.161.

656 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım IV, s.293-294.

174

efraddan istifade mümkün değildir.657 VI. Kolordu Komutanı Hayri Bey de 8 Haziran 1918 tarihli yazısında, firar sorununa dikkat çekmiştir. Kıtaat mevcudu şayan-ı dikkat bir surette azalmaktadır. Mayıs ayı zarfında hastane haricinde yüzü mütecaviz vefat ve iki yüzü mütecaviz hasta ve 450 firar vuku bulmuştur. Firariler her tarafta derdest edilmekteyse de silah ve cephaneleri ziyaa uğramış veya satılmıştır.658

III- Lojistik Sıkıntılar

Diğer cephelerde olduğu gibi, Irak Cephesi’nde de ciddi lojistik sıkıntılar yaşanmıştır. Bunun temel sebebi İstanbul’dan Bağdat’a uzanması planlanan demiryolunun tamamlanamamış olmasıdır. Harp öncesinde ülke içinde yapılan hacimli nakliyat deniz yoluyla yapılırken, savaşın başlamasıyla özellikle Ege ve Akdeniz’de deniz yolu kapanmıştır.659 Ülke içinde uzanan tek hatlı demiryolu ise yetersizdir. Ayrıca Toros ve Amanos Dağları’ndaki tüneller harbin son yılına kadar açılamamıştır.660 İstanbul’dan hareket eden trenler Pozantı’ya kadar geliyor, burada trenlerdeki bütün yük indiriliyor, Gülek’de 55 kilometre, Amanos’da 35 kilometre hayvan sırtında taşınıyor ve tekrar trenlere yükleniyordu. Demiryolu hattı Resulayn’da son buluyordu. Malzeme çoğunlukla, Cerablus’dan Felluce’ye kadar suyoluyla taşınıyordu. Bu nakliye, son derece ilkel bir metotla yapılıyordu. Bu iş için ‘kelek’ veya ‘şahtur’ adı verilen, deri tulumlar üzerine tahtadan döşeme yapılması ile üretilen bir nevi kayık kullanılıyordu. Yarbay Mehmet Reşid Bey keleği şöyle tasvir eder; “Kelek, pek iptidai bir vasıtadır. Şişirilmiş 128-200 tulumdan kareler teşkil ediliyor, bunlar birbirine bağlanıyor, bunun üzerine kamışlar atılıyor, etrafı dört direkle bir çerçeve dahiline alınıyor ve ince direkler bu çerçeveye bağlanarak keleğin iskeleti vücut buluyor. Büyük ve battal bir direkle kendi tabirlerince tırah (kelekçi) keleğin seyir ve hareketini tanzim ediyor… Tırahların en ziyade dikkat ettikleri şeyler, akıntıyı takip ederken sığlığa oturmamak, nehrin dönek teşkil ettiği mahallerde karaya çarpmamaktır. Keleğin tarz ve tasarımında bu gibi kazalar göze alınmış, esnek ve hafif olması düşünülmüştür. 144 tulumlu bir kelekte her nasıl olursa olsun on beş tulumun patlaması bir kazaya sebep vermez; çünkü tulumların her biri ayrı ayrı ve fakat aynı vazifeye memurdur. Bir kaçının kaybedilmesi

657 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s.67.

658 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s.75.

659 E.J. Zürcher, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Askeri”, s.290.

660 Ömer Kamil Günçan, Demiryollarının Ülke Stratejisine ve Ekonomisine Etkinliği, Ankara, 1992, s.21.

175

diğerlerinin vazifesini yapmasına hiç de tesir etmez.”661 Nehir yolculuğu Felluce’de sona eriyor, sonra tekrar karayoluna geçiliyordu.

Karayolu ve suyolu ile nakliyede pek çok sorun yaşanıyordu. Motorlu araçlar olmadığı gibi mekkare hayvanları ve yük arabaları son derece yetersizdi. Bazı noktalarda araç bulmak için günlerce bekleniyordu. Fırat üzerinde keleklerle yapılan seyahat ise tehlikelerle doluydu. Hava şartlarına göre kelekler sürüklenebiliyor, batıyor, personel ve malzeme kaybına yol açıyordu. Mehmet Sinan Özgen, İstanbul’dan Irak Cephesi’ne hareket eden Alman bataryasının ancak 8 ay sonra İran Cephesi’ne ulaşabildiğini aktarır ve bu duruma isyan eder. Bu durum, Osmanlı askerinin Umumi Harp’te neden açlıktan öldüğünü, neden cephelerde çok zayiat verildiğini ve harbin son yıllarında neden firarların çoğaldığını açıklamaya yeterlidir. Özgen’e göre, harpte çektilen bütün sıkıntıların, uğranılan mağlubiyetlerin, yaşanan ahlaksızlıkların asıl sebebi bu vesaitsizlik olmuştur.662

Cepheye ulaşıldıktan sonra da ulaştırma sıkıntısı sona ermiyordu. Osmanlı birliklerinde motorlu ulaştırma vasıtaları olmadığı gibi yeterli yük hayvanı da yoktu. Özellikle topların ve top mühimmatının taşınması sorun teşkil ediyordu. Taşköprülü Mehmet Efendi, Eylül 1915’de Kutü’l-Amâre’den geri çekilme esnasında bataryadaki mermilerin çoğunun düşmana bırakıldığını aktarır.663

Ulaştırma vasıtalarının yetersizliği nedeniyle birlikler bütün hareketlerini yaya olarak yapıyorlardı. Çok sıcak ve kuru bir iklime sahip olan bölgede yapılan uzun ve zorlu yürüyüşler, birlikleri aşırı yoruyor ve zayiata neden oluyordu. Bölgeyle ilgili hatıralarda, neferlerin sıcak çarpması ve susuzluk nedeniyle hayatını kaybettiği olaylar aktarılmıştır; “Öğleyin olmuş, bizim de Karatepe’ye bir saat kadar yolumuz kalmıştı. Fakat son gayretini sarf eden askerler artık daha ziyade bu hararet şiddetine tahammül edemeyerek birer birer düşmeye, güneş çarpmasından ölmeye başladılar… Ölüm alameti şu suretle başlıyor. Zavallılar evvela cinnet getiriyor, ondan sonra düşüp güneş çarpmasından ölüyorlar. Bu kadar feci bir ölüm görmemiştim. Hep güneş çarpmasına

661 Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid…, s.22-23; M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.61; Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.9; H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.52;

662 İstanbul’dan Irak Cephesi’ne giden yolda yaşanan sıkıntılar ve ulaştırma hatlarının yetersizliği üzerine detaylı gözlemler için bkz. M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.46-74.

663 “Çekilme emri aldık… Mevcut hayvanlarla bölüğün eşya ve cephanesini kaldırmak imkansızdı. Mevcut cephanemiz seksen adet mermiden ibaretti. Bunlardan otuz tanesini toparlak ve mevcut hayvanlarla içtima yerine sevk ettik. Elli mermimiz ve bölüğün eşyası siperlerde kaldı.” (Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.19.)

176

tutulan… taburdan 41, tabur 3’ten 73 nefer güneş çarpmasına tutularak, taburumuzdan 9, tabur 31’den 9 nefer güneş çarpmasından inleye inleye vefat etti.”664

Osmanlı ordusunun harp ettiği diğer cephelerde olduğu gibi, Irak cephesinde de askere yeterli gıda sağlanamıyordu. İaşe sıkıntısı, cepheye dair hatıralarda sıklıkla vurgulanmıştır. Süvari Zabiti Serezli Ragıp Bey, 4 Temmuz 1917’de günlüne şu notu düşmüştür; “Biz zabitan az çok bir şeyler bulup ölmeyecek kadar yiyoruz. Zavallı askerler üç gündür ağızlarına bir lokma girdiği yok. Kör olsun böyle kumandanlar. Hayvanlarımız bizden beter. Bir derenin içerisine sokulup kaldılar. Ne ot var ne saman. Dün gece üç avuç arpa verdik, işte o kadar!”665 Ragıp Bey, 22 Temmuz’da şunları yazmıştır; “Ekmeksiz kaldığımız günler çok olduğu gibi yemeksiz geçen günleri de sayamam.”666 5 Aralık 1917’de ise şöyle not eder; “Bu güne kadar Osmanlı ordusu zaten ne yemiştir ki böyle dar bir zamanda da yiyebilsin. Kuru ekmek! Bu gıdasızlık bitabiyi, ruhsuzluğu tevlid ediyor. Zavallı Türk evlatları artık yürüyemez bir halde. Bu orduya acımamak büyük bir günahtır. Zavallı askelerimiz ne felaketlere maruz kalıyorlar. Bunu anlatabilmek için felaket kelimesinden daha büyük ve dil-suz bir tabir bulmak iktiza eder. Halbuki kamus henüz böyle bir kelime kaydetmemiştir. Çünkü bu kadar fecayi tasavvur etmemiştir.”667 Yiyecek kıtlığı nedeniyle, hayvanlara verilecek erzağın neferlere dağıtılması tedbirine dahi başvurulmuştur.668

Mehmet Sinan Özgen, 1917 sonunda iaşe sıkıntının had safhaya ulaştığını söyler. XIII. Kolordu’da açlık başlamış ve fertlerin günlük ekmek istihkakı 250 gram una indirilmiştir. Bittabi bu şartlar altında hareket etmenin ve hatta yaşamanın bile imkanı yoktur. Nitekim cephede harp ikinci plana düşmüş, iaşe derdi bütün zihinleri meşgul etmeye başlamıştır. 250 gram unla doymayan neferler karınca yuvalarını

664 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.514. “… alayımızın diğer iki taburundan… sıcağın hararetinden kırk kadar asker teşemmüs (güneş çarpması) ederek şehit olmuşlardı… fena araziyi gece ve sabah soğuklarında geçmemize rağmen, maalesef taburumuzun diğer bölüğünde sıcağın şiddetinden iki kurban daha bizim taburdan verildi.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.20.)

665 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı Bir Osmanlı Zabiti (1917-1918), Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.25

666 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.47.

667 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.153.; Selahattin Yurtoğlu, 1917 yazında alayında verilen iaşeyi şöyle nakleder; “15 Haziran 1917; Sabah yemeği: üzüm hoşafı, Akşam yemeği: yağlı buğday çorbası, Ekmek: tam.

26 Haziran 1917; Sabah yemeği: yok, Akşam yemeği: üzüm hoşafı, Ekmek: tam.

18 Temmuz 1917; Sabah yemeği: üzüm hoşafı, Akşam yemeği: yok, Ekmek: yarım.

8 Ağustos 1917; Sabah yemeği: yarım ekmek, Akşam yemeği: şekersiz üzüm hoşafı.

21 Temmuz 1917’den başlayarak ordu emriyle ekmek istihkakı beş yüz grama indirilmişti. Çünkü un ve ekmek kalmamıştı. Ordu yarı açtı.” (İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahhatin’in Romanı I, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2005, s.279.)

668 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s.109.

177

kazarak tane bulmaya çalışmakta, açlıktan ölen her nevi hayvanların leşlerini ve etrafta buldukları kemikleri ezerek yemektedirler.669

Hüseyin Nuri Seyhan da, benzer gözlemlerlerde bulunur. Neferlerin açlıktan talim yapacak halleri yoktur. Kışın efrada ancak ellişer dirhem kadar dara ekmeği verilmekte, başka hiçbir şey verilmemektedir. Efrad açlıktan yürüyemez hale gelmiş ve çoğunluğu hastanlanmıştır. Baharda otların çıkmasıyla asker ot yemeye başlamıştır. Onu da yağsız ve tuzsuz pişirip yediklerinden yüz ve ayakları şişmiştir. Seyhan, bu koşullar yüzünden bölük mevcudu daha önce 280 iken 15 adama kadar düştüklerini yazar.670

XVIII. Kolordu Komutanı Miralay Cafer Tayyar Bey, 27 Temmuz 1917’de VI. Ordu Komutanlığı’na yazdığı yazıda; hastalık, firar ve vefat suretiyle temmuzun ilk yarısında kolordudan 11 zabit, 836 nefer eksildiğini ve 260 hayvanın hastalık veya açlıktan öldüğünü bildirmiştir. Cafer Tayyar Bey’e göre kayıpların başlıca sebebi iaşe noksanı yüzünden insan ve hayvanların zayıf düşmesidir.671

Gıda sıkıntısı, askerler kadar ve hatta daha fazla olarak, sivil halkı da etkilemiştir. Selahattin Yurtoğlu, harbin son yılında açlığın vardığı noktayı şöyle özetler; “(Musul’da) Her gün sokaklarda kadın, erkek, çocuk, ihtiyar bağıra bağıra ölüme gidiyor, bir çare bulunamıyordu. Ölen çocukların etini kasap dükkaanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yediren 10-12 kişi idam edilmişti.”672 Abidin Ege de Salahiye için benzer bir tablo çizer; “Her tarafta kıtlık ve pahalılık olabilecek en üst düzeye ulaştı… Bu civar köylülerinin ekserisi unla, mazı ile yaprak ile nefislerini köreltiyorlar. Aylardan beri ekmek görmeyen birçok köylü aileleri mevcuttur. Tarlalar hep boş ve ekilmemiş halde. Bir tane yok ki köylü ziraat yapsın. Ne tohum kalmış, ne çift mevcut, ne de hayvan var. Her kaynak kurumuş… Açlıktan ağlayan, açlıktan ölen bir çok kadınlar ve çocuklar gördüm. Her tarafta derin bir mutlak mahrumiyet mevcut.”673

Lojistik konusunda askerin tek sıkıntısı yiyecek de değildir. Diğer cephelerde olduğu gibi Irak Cephesi’nde de giyim-kuşam ve malzeme eksikliği şiddetle hissedilmiştir. Ali İhsan Sabis, Irak’dan İran’a geçen kolordusunda neferlerin ayaklarının çıplak olması nedeniyle İran’ın dağlık arazisinde ilerleyemediklerini

669 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.105.

670 Hüseyin Nuri Seyhan, Irak Cephesi Hatıraları, Ketebe Yayınları, İstanbul, 2018, s.35-36.

671 “İaşe müşkülatı malum ise de bu zayiatın adem-i telafisi halinde kolordu gitgide eriyeceği cihetle…” (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s.55.)

672 İ.Selçuk, Yüzbaşı Selahhatin’in Romanı, s.311.

673 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.556-557.

178

yazar.674 Sabis, Ağustos 1916’da Başkumandanlığa şunları yazmak zorunda kaldığını aktarır. Uzun yürüyüşler hasebiyle ayakkabısızlıktan, çorapsızlıktaın pek çok ayak vurgunu zayiatı vardır. Bölgeden tedarik edilen çoraplar, yemeniler ve çarıklar pek çabuk parçalanmakta, yenilerini yaptırmak ise mümkün olmamaktadır. Zira verilen para ile ancak erzak alınabilmektedir. Kutü’l-Amâre 'den Hemedan’a kadar parçalanmış ayakkabı ile veya çıplak ayakla yürümek zorunda kalan askerler vardır. Bunlardan biri yürüyüş zahmetine katlanamıyarak nihayet intihar etmiştir.675

İngiliz Yüzbaşı Edward W.C. Sanders, Kutü’l-Amâre’yi teslim alan Osmanlı birliklerini gördüğünde kötü giyimleri, malzeme ve teçhizat eksikleri karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir. Sandes, aylardır kuşatma altında olan İngiliz askerlerinin çok daha iyi giyimli ve teçhizatlı olduğunu vurgulamıştır. Bu koşullar altında yağmalama olaylarının son derece az yaşanmış olmasını Osmanlı kıtalarının disiplinine bağlamıştır.676

Cafer Tayyar Bey 26 Kasım 1917 tarihli yazısında, askerin giyim kuşam konusunda büyük sıkıntı yaşadığını ve bu eksikliğin sağlık durumunu çok olumsuz etkilediğini yazmıştır. Kasım ayı zarfında havaların soğuması ve efradın ekseriyetle ayıp yerlerini dahi örtemeyecek derecede çıplak olması, kolordunun sıhhi durumunu çok kötü etkilemiştir. Ekim’de bir aylık hasta yekunu 792 nefer iken, kasımın ilk yirmi gününde hasta mevcudu 1039’a çıkmıştır. Bütün bunların yegane sebebi efradın çıplak, gecelerin de fevkalade soğuk olmasıdır. Daha kasım ayında durum böyle olursa ileride hastalık ve ölüm miktarı hayli artacağından fırkaların devamlı müracaat ile talep ettikleri elbise ve çamaşır ihtiyacatının ivedi karşılanmasını istemiştir.677

Serezli Ragıb Bey, 1918 Ocak’ında kıtaların halini şöyle tarif ediyordu; “Bu sabah dokuzda talime çıktık. Hava gayet serin. Üzerlerinde yazlık bir ceketten başka çamaşır namına tek bir gömlek bile bulunmayan zavallı çıplak, zayıf ve aç olan şu askerlere çeviklik talimleri yaptırdık. Ne acıklı bir manzara. Renk yok, şaç sakal birbirine karışmış kurumuş vücutlarıyla tir tir titreyen şu süfelaya kumanda vermek ne

674 “Efradımızı iyi beslemek ve çıplak ayaklılara çarık tedarik etmekle meşgul olduk. Şimdiye kadar kumsal yollarında çıplak ayaklar ile geceleyin yürümek mümkün oluyordu. Fakat şimdi taşlık bir araziye geldik. Mehmetçiklerimizin ayakları yaralanmadan, hatta parçalanmadan, ileri hareket kabil değildi. Düşmana rast geldiğimiz zaman, ateş altında taarruz ve icap ederse süngü hücumu yapacaktık. Ayakkabıları ve çarıkları olmayan çıplak ayaklılar geride ve döküntü kalacaklardı.” (A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.225.)

675 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım III, s.331.

676 Edward.W.C. Sandes, Kuşatma ve Esaretin Adı Kutulamare, Esir Bir İngiliz Subayının Anıları, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017, s.321.

677 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s. 101.

179

zillettir. Yazlık gömleklerinde, pantolonlarında o kadar çok yama var ki elbiselerinin esas kumaşı kaybolmuş fark edilmez bir haldedir… Ordunun haline bakın ki bu efrad güya fırkanın en güzide askerleri… Dermansızlıktan, zayıflıktan o kadar vücutlarında düşkünlük var ki tüfeksiz, çantasız, palaskasız oldukları halde atlamalar, sıçramalar bile yapamıyorlar.”678

Ragıp Bey, her geçen gün kıtaların durumunun daha kötüye gittiğini de ekler; “Bizim müfrezeden dün on bugün de üç kişi hastaneye yattı. Efrad o kadar zayıf ki tam manasıyla canlı cenaze. Artık katiyen harb edemeyiz. Hastanelerde vefeyat yüzde yirmi. Bu bir günlük nispet. Gıdasızlık askerimizi mahvediyor. Dört zabitanlı müfrezelere yarım kilo hurma verildi. Ekmek yok. Bugün de henüz hiçbir şey almadık.”679

İaşe ve donanımdaki eksikler, cephedeki askerin sağlık durumu üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır. Zira bölgenin iklim ve coğrafî yapısı hastalıkların kolayca yayılmasına imkan tanımıştır. Sıklıkla meydana gelen nehir taşkınları neticesinde geniş bataklıklar oluşmuş, bu bataklıklarda üreyen sinek sürüleri nedeniyle salgın hastalıklar süratle yayılmıştır. Nitekim harp boyunca Irak Cephesi’nde 217 bin 609 asker hastalıktan hastanelerde yatmış, bunlardan 42 bini hayatını kaybetmiştir. Bu rakama, kayıt altına alınmayan ölümler dahil değildir.680 Sıhhi konulardaki eksikliklerden sadece insanlar etkilenmemiş, 20 bine yakın hayvan da hastalıktan ölmüştür.681

Harbin son günlerinde Musul’da İngilizlere esir düşen Mehmet Sinan Özgen, İngiliz Ordusu’nun lojistik imkanlarını gözlemlemek ve Osmanlı Ordusu ile mukayese etmek imkanına sahip olmuştur. Özgen, tren yolu ve Dicle Nehri’nde işleyen vapurlar vasıtasıyla Basra’ya sevk edilirken şahit oldukları karşısında duyduğu hayranlığı gizlememiştir; “Hakikati olduğu gibi yazmak gerekirse, İngiliz para ve tekniğinin kısa bir zaman içinde yarattığı harikalara imrenmemek elden gelmez. İngilizlerin ilk işgal ettikleri ta Basra’dan cephenin hemen gerisindeki Tikrit’e kadar olan uzun bir mesafeyi tren hattıyla döşediği gibi, Bağdat’la Basra arasında sayılmayacak kadar nehirlerde nakliyata mahsus küçük vapurlar işletilmekte ve garnizonlar elektrikle aydınlatılmakta idi. Bundan başka geçtiğimiz bütün menzil ve ambarlar askeri malzeme ve yiyecek maddeleriyle ağzına kadar dolu olduğu gibi ordu gerisinde motorla çalışan her çeşit seyyar tamirhaneler, büyük hastaneler civarındaki hastalara taze süt vermek üzere

678 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.179.

679 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.196.

680 H.Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.391-392.

681 Orhan Avcı, Türk Ordu Teşkilatı Irak Cephesi (1914-1918), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 1997, s.216.

180

kurulmuş mandıra çiftlikleri bizi hayrette bırakıyordu.” Özgen’e göre; “Harbi kazanan İngiliz orduları değil, İngiliz parası, İngiliz sanat ve malzemesidir.”682

IV- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ

Irak Cephesi’ne yönelik hatıralarda; İngilizlerle yapılan muharebeler, iklim ve coğrafyanın etkisi, lojistik sıkıntılar ve bölge halkına yönelik gözlemler detaylı şekilde aktarılmıştır. Diğer cephelerde olduğu gibi en büyük sıkıntının lojistikte yaşandığı, askerin iaşe ve donanım yönünden çok zayıf kaldığı sıklıkla vurgulanmıştır. Lojistik aksaklıkların temel sebebi İstanbul’dan Bağdat’a ulaşması planlanan demiryolunun tamamlanamamış olmasıdır. Demiryolu hattı Toros Dağları’nda kesilmekte, personel ve malzeme buradan yaya olarak geçirilmekte ve tekrar trenlere yüklenmektedir. Demiryolu Resulayn’da son bulmakta, personel ve malzeme buradan Felluce’ye kadar suyoluyla taşınmaktadır. Bu iş için ‘kelek’ veya ‘şahtur’ adı verilen, deri tulumlar üzerine tahtadan döşeme yapılması ile üretilen bir nevi kayık kullanılmaktadır. Felluce’den sonra tekrar kara yoluna dönülmektedir. Yüzlerce kilometre süren bu zorlu yolculukta birliklerin ve malzemenin taşınmasında pek çok güçlükle karşılaşılmaktadır. Nitekim lojistik zorluklar aşılamamış, özellikle harbin son yılında cephedeki birlikler gitgide erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir.

Irak Cephesi’nde Osmanlı askerinin mücadele ettiği tek düşman İngiliz ordusu olmamış, bölgenin ikliminden ve coğrafi yapısından kaynaklanan pek çok zorlukla karşılaşılmıştır. Bölgenin çok sıcak ve kuru olan iklimi, özellikle bahar ve yaz aylarında büyük bir problem teşkil etmiş, içme suyu temini özellikle zorlaşmıştır. Hatıralarda sıcak konusuna sıkça değinilmiştir. Gerek lojistik sıkıntılar, gerekse coğrafi zorluklar cephedeki askerin sağlık durumu üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır. Nehir taşkınları neticesinde oluşan geniş bataklıklar, çöl ikliminin etkisiyle hastalıkların yayılmasına uygun bir ortam yaratmıştır. Nitekim Irak Cephesi’nde harp boyunca bulaşıcı hastalıklar yaygın olarak görülmüş ve hastalık sonucu ölüm oranı çok yüksek olmuştur.

Hatıralarda, İngilizlerle Osmanlı birlikleri arasındaki muharebeler canlı şekilde resmedilmiş, Kutü’l-Amâre’de elde edilen Osmanlı zaferi coşkuyla anlatılmıştır. Bunun yanında, diğer cephelerde olduğu gibi, düşmanla Osmanlı ordusu arasında her alanda muazzam bir dengesizlik olduğu ortaya konmuştur. Özellikle; personel mevcudu, silah, erzak ve donatım konularında görülen bu dengesizlik, ancak Osmanlı askerinin

682 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.133.

181

fedakarlığı ve muazzam kayıplarla telafi edilebilmiştir. 1917 ortasında Bağdat’ın kaybı ve harbin sonuna kadar süren geri çekilme, savaşan askerlerin hafızalarında acı izler bırakmış ve bu acılar hatıralara yansımıştır.

Hatıralarda, bölgedeki Arap nüfusa ilişkin pek çok şahitlik de yer alır. Gıda sıkıntısının bölge halkı üzerindeki yıkıcı etkisi çarpıcı şekilde resmedilmiştir. Ayrıca özellikle bu bölgeden silah altına alınan Arap neferler arasında firarın oldukça yaygın olduğu esefle nakledilmiştir.

D- HATIRALARDA ARAP İSYANI VE HİCAZ CEPHESİ

I- Arap İsyanının Gelişimi

a) Şerif Hüseyin’in İngilizlerle Temasları ve İsyan Hazırlığı

Şerif Hüseyin’in İngilizlerle temasları henüz savaştan önce, Şubat 1914’de başlamıştır. Şerif’in oğlu Abdullah –bu tarihte Meclis-i Mebusan’da Mekke mebusuydu- Mısır’a giderek İngiliz Doğu İşleri Sekreteri Lord Kitchener ile görüşmüştür.683 Abdullah, Nisan 1914’de tekrar Kahire’ye gelerek İngiliz Doğu İşleri Sekreteri Ronald Storrs ile görüşmüştür. Abdullah bu görüşmede, Osmanlı yönetimine karşı isyan niyetini açıkça dile getirmiştir.684 Ancak İngiliz yönetimi bu teklife ihtiyatla yaklaşmıştır. I. Dünya Harbi’nin başlamasıyla koşullar değişmiş, savaşın başlamasından iki ay sonra, Eylül 1914’de İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’ın talimatıyla Kahire ile Şerif Hüseyin arasındaki temaslar tekrar başlamıştır.685

683 Abdullah, Şerif Hüseyin ile İstanbul arasında bir çatışma çıkması halinde, İngiltere’in Şerif’e yardım edip etmeyeceğini sormuştur. Lord Kitchener’ın bu soruya yanıtı ihtiyatlı olmuş, ülkesi ile Osmanlı Devleti arasındaki geleneksel dostluk bağları sebebiyle bu devletin iç işlerine müdahale etmelerinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Bu cevaba rağmen, İngilizlerin bu teklifi bir kenara not ettiği şüphe götürmez. (Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?, Klasik Yayınları, İstanbul, 2006, s.63;

İsmail Köse, İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı, Kronik Kitap, İstanbul, Şubat 2018, s.68; T.G.Fraser, A.Mango, R.Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, Remzi Kitabevi, İstanbul 2011, s.71; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1982, s.76; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2007, s.200.)

684 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.75.

685 Ali Efendi isimli bir ulak, Ekim ayında Kahire’den Mekke’ye gelerek Şerif Hüseyin ile görüşmüştür. Ulağın getirdiği mektupda Şerif Hüseyin'e şu öneride bulunulmuştur; “İngiltere, Türkler tarafından savaşa sürüklenmiştir. Arap milleti eğer bu savaşta İngiltere'ye yardım ederse, İngiltere de Arabistan'a hiçbir iç müdahalede bulunmayacağını garanti edecek ve bir dış saldırıya karşı Araplara her çeşit yardımlarda bulunacaktır. Mekke veya Medine'de saf Arap ırkından bir Arap'ın halifeliği üzerine almasıyla bugün sürüp gitmekte olan fenalıklar da Tanrı'nın inayeti ile sona erebilir.” Şerif bu görüşmede; “bize bir yardım eli uzatın ve biz bu zalimlere (Osmanlı Devleti’ne) asla yardım etmeyeceğiz” demiştir. Mekke’den istediği cevabı alan Kitchener, hemen akabinde Abdullah’a şunları yazmıştır; “Osmanlı Devleti Alman altınları ile satın alınmıştır. Osmanlılar tarafsız kalsaydı İngiltere,

182

I. Dünya Harbi’nin başlangıcından Hicaz İsyanı’nın başladığı Haziran 1916’ya kadar Şerif Hüseyin ile Kahire’deki İngiliz yetkililer arasında karşılıklı beş mektuplaşma olmuştur. Şerif tarafından gönderilen 14 Temmuz 1915 tarihli mektupta; kuzeyde Mersin, Adana, Birecik, Urfa, Mardin, Midyat’tan geçerek İran sınırına kadar, doğuda İran sınır boyunca Basra Körfezi’ne, güneyde Aden hariç Hint Okyanusu’na kadar, batıda Kızıldeniz, Akdeniz ve Mersin’e kadar uzanan hattı kapsayacak bölgede Arap bağımsızlığından ve Arap halifeliğinden bahsedilmiştir.686 Ancak Şerif’in talepleri İngilizler tarafından çok abartılı bulunmuş, McMahon tarafından gönderilen 30 Ağustos 1915 tarihli cevapta; halifeliğin Arap ırkına dönmesinin Londra tarafından desteklendiği, ancak sınırlarla ilgili konuların savaşın ateşi içinde ele alınmasının henüz çok erken olduğu belirtilmiştir. McMahon ayrıca, Arapların henüz Türklere karşı harekete geçmediğinden şikayet emiştir.687

Şerif Hüseyin, McMahon’a gönderdiği 9 Eylül 1915 tarihli mektupta, İngilizlerin yukarıdaki cevabına karşı duyduğu hayal kırıklığını şöyle ifade etmiştir; “… mektubunuzda göstermiş olduğunuz, soğuk ve tereddütlü tavrınız birbirinden ayrılma, birbirine soğuma ya da bu tür bir şey anlamına geliyor şeklinde anlaşılmaktadır… Bu nedenle halkımız, güven duyduğu ve inandığı son merci olan ünü (dünyaya) yayılmış British İmparatorluğu ile ilk olarak sınır konusunun görüşülmesini gerekli görmektedir.”688 Buna karşılık olarak McMahon tarafından gönderilen 24 Ekim 1915 tarihli mektupda; İngiliz yönetimi muğlak ifadelerle689 ve belli şartlara bağlayarak, Şerif’in taleplerinin bir kısmını kabul etmiştir. McMahon’a göre; Mersin ve İskenderun

Rusya ve Fransa Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti edecekti.” Buna karşılık Abdullah, zamanı gelince Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçme sözünü yenilemiştir; “Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçebilmemiz için doğru zamanı beklememiz gerekmektedir. O zaman (doğru zaman geldiğinde) İngiltere’ye verdiğimiz sözlere sadık kalacağımızdan kuşkunuz olmasın.” (Selahi R. Sonyel, “Albay T.E. Lawrence, Haşimi Araplarını, Osmanlı İmparatorluğu’na Karşı Ayaklanmaları İçin Nasıl Kışkırttı, İngiliz Belgelerine Göre”, Belleten, LI/199-201, 1988, s.235-236; T.G.Fraser, A.Mango, R.Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun…, s.72; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, IX, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908 - 1918), TTK Basımevi, Ankara, 1999, s.494; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.78-80.)

686 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.96; Şerif’in teklifine göre; “Arap bağımısızlığının güvenliği ve ekonomik imtiyazların kesinliği için anlaşma tarafları imkan dahilindeki tüm askeri ve donanma güçlerini taraflardan birisine saldıracak yabancı güçlere karşı kullanacaktır. İki taraf da uzlaşmadan barış yapılmayacaktır.” (S.R.Sonyel, “Albay T.E. Lawrence…”, s.238; E.Z.Karal, Osmanlı Tarihi, C.9, s.494-495; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.105-106; A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.455.

687 T.G.Fraser, A.Mango, R.Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun…, s.80-81; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.116-117; A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.455.

688 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.120-121.

689 MacMahon, görüşmelerden rahatsızlık duyan Hindistan Genel Valisi’ne şunları yazmıştır; “Hükümetimiz gelecek için belirli bir edimle bağlamış olmak istemediğimden elimden gelidiği kadar müphem olmaya çalıştım; öte yandan, isteklerimizin ayrıntılı bir şekilde ortaya konması Arapları ürkütecekti.” Genel Vali cevaben şöyle diyordu; “Araplar düşman olmaya devam ettikçe bunlar doğru olabilir, ancak tutmak niyetinde olmadığımız sözlerin verilmesinden hiç hoşnut değilim.” (D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.152-153.)

183

bölgeleri ile Şam ve Halep bölgelerinin batısında kalan bölgede yaşayanlar tam olarak Arap değildir ve Arap krallığı içine dahil edilemez. Ayrıca İngiliz hükümeti, müttefiki Fransa’nın çıkarlarını da gözetmek durumundadır. Bağdat ve Basra’da da İngiltere’nin çıkarları göz ardı edilemez.690

Şerif Hüseyin, Kahire’ye cevaben gönderdiği 5 Kasım 1915 tarihli mektubunda; İngilizlerin Mersin ve Adana konusundaki taleplerini kabul etmiş, ancak Halep ve Beyrut bölgesi için isteklerini tekrarlamıştır. Şerif’e göre bu bölgede yaşayan Hristiyan Arapların diğer Araplardan bir farkı yoktur. Kahire’nin Bağdat ve Basra üzerindeki taleplerini ise ‘şimdilik’ kaydıyla kabul etmiştir.691 McMahon, Şerif’in mektubuna 17 Aralık 1915 tarihinde verdiği cevapta Halep ve Beyrut konusunda Fransız çıkarlarını öne sürmüş, Irak konusundaki hassasiyeti bir kez daha vurgulumaştır.692 McMahon, Şerif’in çok önemsediği bir garantiyi ve yanında bir müjdeyi vermekten de geri durmamıştır: İngilizler, “Arap halklarının Alman ve Türk boyunduruğundan kurtulmasını sağlayan temel bir şart” bulunmayan bir barış antlaşmasını imzalamaya

690 MacMahon, şunları yazmıştır; “Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Suriye’nin Şam, Hama, Humus ve Halep bölgelerinin batısında kalan yerlerinin ari Arap ırkı olduğu söylenemez ve bu nedenle (tarafınızdan) teklif edilen sınır hatları içerisinden çıkarılması gerekmektedir. Yukarıdaki düzeltme ile birlikte ve bizim Arap liderleri ile var olan antlaşmalarımıza tres düşmeyecek şekilde biz (sizin) teklif ettiğiniz sınır hattını kabul etmekteyiz ve bu sınırlar içerisinde Büyük Britanya müttefiki Fransa’nın çıkarlarına zarar vermeden hareket etme serbestisine sahip olduğu yerlerde… Mekke Şerif’i tarafından teklif edilen sınırların kapsadığı topraklar içerisinde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır… Bağdat ve Basra vilayetleri ile ilgili olarak Araplar Büyük Britanya’nın kurulu konumunun ve çıkarlarının bu bölgeleri yabancı saldırganlığından koruyabilmek, buradaki halkların refahını artırabilmek ve bizim karşılıklı ekonomik çıkarlarımızı elde edebilmek için özel tedbirler almasının ve idari kontrol kurulmasının gerekliliğini kabul edeceklerdir.” (S.R.Sonyel, “Albay T.E. Lawrence…”, s.239; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.130-132; A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.456.)

691 Şerif Hüseyin şöyle yazmıştır; “Fakat bir orta yol bulmak ve göndermiş olduğunuz mektubun beşinci maddesinde belirtilen garantileri göz önüne alarak, bizim bu ülkede aynı ve tek olan çıkarlarımızı muhafaza edebilmek için şu anda Britanya askerleri tarafından işgal edilmiş olan yerleri kısa süreliğine Britanya idaresine bırakmayı, her iki tarafın da buradaki hakları saklı kalmak üzere kabul ediyoruz ve işgal süresince Arap Krallığına tazminat olarak uygun bire miktar ödenmelidir.” Şerif, İngilizlere şu sözü vermekten de geri durmamıştır; “Araplar, Büyük Britanya Hükümeti’nin kendilerinin müttefiki olduğunu ve bir barış durumunda kendilerini Almanlar ile Türklerle karşı karşıya bırakmayacağını ve kendilerini etkili bir şekilde destekleyeceğini ve savunacağını öğrendikleri zaman, genel olarak Arapların çıkaları ile uyumlu olan bir savaşa girmekte tereddüt etmeyeceklerdir.” (İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.135-137; E.Z.Karal, Osmanlı Tarihi 9, s.496; S.R.Sonyel, “Albay T.E. Lawrence…”, s.237.)

692 McMahon şöyle yazmıştır; “Halep ve Beyrut vilayetleri ile ilgili olarak Büyük Britanya Hükümeti sizin gözlemlerinizi dikkatli bir şekilde not etmiştir fakat müttefikimiz Fransa’nın çıkarları buralara dahil olduğu için bu sorun dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır, bu konuda daha sonra size bilgi gönderilecektir. Sizi yukarıda bilgilendirmiş olduğum gibi, Büyük Biritanya Hükümeti, kendi güçleri dahilindeki her türlü yardım ve desteği Arap Krallığı’na vermeyi taahhüt etmektedir. Fakat, kendinizin de kabul ettiği gibi, onların (Iraklıların) çıkarları Bağdat vilayetinde dost ve istikrarlı bir idare kurulmasını gerektirmektedir ve bu çıkarların yeterli bir şekilde korunabilmesi için bu müzakerelerin izin verdiği ortamda şu andakinden daha etkili önlemlerin alınması gerekmektedir.” (S.R.Sonyel, “Albay T.E. Lawrence…”, s.237; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.144.)

184

niyetli değildir ve 20 bin sterlin tutarında bir meblağ, ortak davalarına yönelik çalışmalar için Şerif’e gönderilecektir.693

Şerif Hüseyin, McMahon’a gönderdiği 1 Ocak 1916 tarihli mektubunda, Halep ve Beyrut konusundaki İngiliz şartlarını ‘geçiçi’ olarak kabul ettiğini bildirecektir; “Kuzey bölgeler ve buralara ait sahiller ile ilgili olarak, bir önceki mektubumuzda olabilecek en son düzeltmeyi açıklamıştık ve bunların hepsi Kutsal Tanrı’nın isteklerinin yerine getirilmesi için yapılmıştı. Aynı duygular bizi Büyük Britanya’nın Fransa ile ittifakına bu savaş ve felaketleri esnasında zarar verme ihtimaline karşı temkinli davranarak böyle bir eylemden alıkoymaktadır ve fakat Şanlı Elçi bununla birlikte bu savaş bittikten sonra ilk fırsatta bizim sizden isteyeceğimiz şey şimdilik Fransa’ya bırakmayı kabul etmiş olduğumuz ve buraya ait sahiller olacaktır.”694 McMahon, 31 Ocak 1916 tarihli cevabında Şerif’in tavizlerinden duyduğu memnuniyeti şöyle dile getirmiştir; “Bağdat vilayeti ile ilgili açıklamalarınızı not ediyoruz ve düşman yenilerek barışçıl çözüm zamanı geldiğinde bu konuya özel itina göstereceğiz. (Suriye topraklarındaki) Kuzey kısımlarla ilgili olarak, Büyük Britanya ile Fransa’nın çıkarlarına olası zarar verebilecek girişimlerden kaçınmanızı takdirle karşılıyoruz.”695

İngilizlerle esaslar üzerinde anlaştığına kanaat getiren Şerif Hüseyin, 18 Şubat 1916 tarihli son mektubuyla isyan hazırlıklarını anlatmış ve maddi yardım talep etmiştir. Şerif’e göre, oğlu Şerif Faysal, bölgedeki isyanı örgütlemek üzere Suriye’ye gönderilmiştir ve bu bölgeden 100.000’den fazla asker696 devşirebilecelerini bildirmiştir. Diğer oğlu Şerif Ali ise gerekli hazırlıkları yapmak için yeterli kuvvetlerle Medine’ye gitmiştir. Toplanacak isyancıların aylık ödemeleri için 50.000 pounda acilen ihtiyaç vardır. Ayrıca 20.000 çuval pirinç, 150.000 çuval un, 3.000 çuval arpa, 150 çuval kahve, 150 çuval şeker, 5.000 adet tüfek ve yeterli cephane talep etmiştir.697

İngilizlerin Arap Yarımadası’ndaki girişimleri Şerif Hüseyin ile sınırlı kalmamıştır. İstanbul tarafından Mayıs 1914’de Necd Emiri olarak atanan İbn-i Suud, 26 Aralık 1915’de İngilizlerle gizli bir iş birliği ve yardım anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma uyarınca; İbn-i Suud İngiltere kontrolündeki emirliklere saldırmayacak ve Osmanlı Devleti’ne topraklarını üs olarak kullandırmayacaktır. Buna mukabil İngilizler Suud’un Necd’de ki hakimiyetini tanıyacaktır. İngilizler ayrıca Şerif Hüseyin ile

693 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.145.

694 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.147; A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.456.

695 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.153.

696 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.179.

697 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.158-159.

185

girecekleri angajmaların, bu anlaşmaya halel gertirmeyeceğini tahaddüd etmişlerdir. Yine anlaşmaya göre İbn-i Suud, 1.000 tüfek ve 20.000 sterlin alacaktır. Ayrıca İbn-i Suud’a, aylık 5000 sterlin ve düzenli tüfek desteği verilecektir.698 İbn-i Suud, bu anlaşma karşılığında Hicaz İsyanı’na aktif olarak katılmamış, ancak Şerif Hüseyin’le olan itilafına rağmen Osmanlı hükümetine destek vermekten geri durmuştur.699

Şerif Hüseyin, isyanın başlangıcına kadar olan süreçte Enver ve Cemal Paşa’yı aldatmak için büyük bir çaba harcamıştır. Şerif, Kanal Seferi’ne katılmak üzere 1500 hecinsüvarlık700 aşiret kuvvetinin hazırlanmakta olduğu ve kendisinin de bu kuvvetle beraber sefere katılacağı konusunda onları ikna etmiş gözükür. Esasında bölgedeki Türk komutanlar Şerif’in niyetini sezmiş ve Cemal Paşa’yı bu konuda ikaz etmekten geri durmamışlardır. Ancak Cemal, gerekli tedbirleri almaktan imtina etmiştir.701

Cemal Paşa hatıratında, Şerif Hüseyin’in isyan edeceğine inanmadığını itiraf eder; “Ben hiçbir zaman Mekke Şerifinin dürüst niyetine inanmamakla beraber, İslam Halifeliğinin ebedi saadet veya felaketinin söz konusu olduğu böyle bir umumi harp sırasında, kişisel amaçları için bütün islam alemini esaret boyunduruğuna almak isteyen devletlerle ittifak ederek, Hilafet aleyhine isyan edeceğini ve memleketin her tarafında fitne ve fesat ateşleri tutuşturacağını katiyen ümit etmezdim… Şerif Hüseyin gibi yaşını başını almış, bir ayağı çukurda bir ihtiyarın, ne kadar şan ve bağımsızlık tutkunu olursa olsun, neticesi gerek Araplar ve gerek bütün İslam alemi için muhakkak bir esaretten başka bir şey sağlamayacak olan bir harekete kalkışacağına ihtimal

698 Y. H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, III/3, s.120-121; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.89.

699 Cemal Paşa, İbn Suud’un İngilizlerle yaptığı anlaşmadan haberdar değildir. Suud’un harp boyunca silahla olmasa da Osmanlı Devleti’ni desteklediği kanaatindedir; “Emir İbn-i Suud gerçi doğrudan doğruya yardımda bulunmadı. Çünkü İngilizlere pek yakın olduğundan ona büyük fenalıkları dokunabilirdi. Fakat orduya deve göndermek ve özellikle oralara gelen İngiliz kumaşlarının Suriye'ye ihracına müsaade etmek gibi pek kıymetli yardımlarda bulundu.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.192); Naci Kaşif Kıcıman, Fahrettin Paşa’nın İbn Suud’a yazarak beraberce Mekke’yi geri almayı teklif ettiğini, İbni Suud’un cevaben “Alman ve Avusturya İmparatorları benim Emirliğime aid hududları tasdik etsinler, o zaman gelirim.” dediğini yazar. (Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1994, s.334.)

700 Hecin devesi, dayanıklı ve süratli bir deve cinsidir. Bu deveyi kullanan süvarilerden oluşan birlikler hecinsüvar birlikleri olarak nitelenir.

701 Başkumadanlığın, Hicaz’da ki birliklerin büyük kısmının Kanal Seferi için Sina’ya kaydırılması ve Hicaz’ın savunmasının Emaret tarafından sağlanması hususundaki 6 Aralık 1914 tarihli emrine karşı Hicaz Kumandanı Vehib Bey; “bizzat kendisinin de behemahal harekete iştirak etmesinin (Vehip Bey’in de Sina’ya sevk edilecek birliklerle gitmesinin) Emir tarafından ısrar derecesinde arzu edildiğini” 4. Orduya bildirmiş ve şunları eklemiştir; “Emirin bir sözü bir sözüne uymaz. Emir İngiliz taraftarıdır.” Nitekim bu kuvvetle beraber Şerif’in oğlu Ali komutasında bir aşiret kuvveti de Sina’ya hareket edecektir. Ancak Ali komutasındaki bu kuvvet, Hicaz’ın emniyeti bahane edilerek Medine’de kalacak ve Kanal Seferi’ne iştirak etmeyecektir. Benzer bir uyarı, Hicaz Kumandan Vekili Ahmed Bey tarafından da yapılmıştır. Ahmet Bey IV. Ordu Komutanlığına gönderdiği 5 Mayıs 1915 tarihli yazıda şunları söylemiştir; “Emrin vaz-u tavrı sakitane ve mütevazıanedir; fakat halisane değildir. Oğulları da öyledir. Orduların en ufak muvaffakiyetine zahiren seviniyor gibi görünüyorlar. Fakat batınen ber-akistir.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.32-33, 36-38.)

186

vermek istemiyordum… Şimdi anlıyorum ki, bu değerlendirmelerimin hepsi ham bir hayalden ibaretmiş ve Şerif Hüseyin en alçak ikiyüzlülere layık bir şekilde beni de, merkezi hükümeti de ve hatta şanlı Halifemizi de kandırarak Osmanlı hükümeti aleyhine düşmanlarıyla İttifaktan ve İslamlar arasında ayrılık yaratmak ve fesat çıkarmaktan çekinmemiştir.”702

Esasında, Şerif Hüseyin’in bizaat kendisi niyetini açık etmiştir. İngilizlerle temaslarından ve Osmanlı birliklerinin zor durumundan cesaret alan Şerif, Ocak 1916’da Enver Paşa’ya bir telgraf göndererek genel af ve bölgesel muhtariyet istemiştir. Şerif, Tebük’ten (Maan’ın 250 kilometre güneyinde) Mekke’ye kadar imtidat eden Hicaz mıntıkasında idari muhtariyetinin kabul edilmesini, emraretin en büyük oğluma intikal etmek şartıyla ömrüm müddetince oan verilmesini ve elyevm muhakeme edilmekte olan bazı Arap ekabirinin (büyüklerinin) kabahatlerini affederek Suriye ve Irak’a şamil olmak üzere aff-ı umumi ilan edilmesini talep etmiştir.703 Naci Kaşif Kıcıman’a göre de, isyanı haber veren en önemli gelişme, Şerif Hüseyin’in Bab-ı Ali’ye yaptığı müracaat olmuştur. Kıcıman, hükümetin harp gailesinin şaşkınlığı içinde vaziyeti ve Arap isyan ve istiklal çalışmalarını takdir edemiyerek bu teklifi reddettiğini yazar.704

İsyan tarihi yaklaştıkça, bölgedeki Türk komutanlardan gelen uyarılar da artmıştır.705 Cemal Paşa, bütün ikazlara rağmen, “Emareti dilgir etmemek (incitmemek) şartıyla, hükümet zararına tevsi-i nüfuzuna mani olmak” siyasetine davam etmiştir.706

702 Cemal Paşa, Hatıralar, s.268-269.

703 Cemal Paşa, bu telgraf üzerine Faysal Bey’i sert şekilde uyardığını söyler; “Eğer pederiniz devleti hali hazırda zayıf zannederek böyle bir takım metalibde bulunmuş ise ve eğer devlet şimdi bu metalibi kabul ederse bu harpten muzaffer çıkar çıkmaz kendisini mükemmelen tedip edeceği şüphesizdir ve eğer siz, kendiniz burada rehine addediyorsanız derhal yarın Mekke’ye gidebilirsiniz. Ve eğer hükümet, bana pederinizin Dersaadet’e izamını emrederse bu emri derhal icraya muvaffak olacağımdan şüphe etmeyiniz. Binaenaleyh mukteza-yı hikmet ve sadakat olarak şunu tavsiye ederim ki pederiniz, kendi düşmanlarının isnadatını muhik gösterecek bu gibi temenniyattan edebiyen fariğ olsunlar ve ben bu telgrafı yazılmamış ve gönderilmemiş addediyorum.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.50-51.)

704 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.33.

705 Medine Muhafızlığının 7 Mayıs 1331 (1916) tarihli telgrafında; “Ali Bey’in etvarının büsbütün değiştiğini ve izhar-ı husumete yüz tuttuğunu, Emirzadelerin, aldıkları paraları meşayihe tevzi ve onları isyana tahrik ettiklerini ve Hicaz halkının İngilizlerin erzakiyle beslendiklerine ve faydanın ancak onlardan olduğuna dair sözlerle cahil Urbanı zehirlediklerini, Mücahidin miktarının 600 olmayıp 1304 olduğunu, Mücahidini teçhiz ve teslinin taallülden ibaret olduğunu, Yemen müfrezesinin hareketi birinci emelleri olup buna intizaren vakit kazanmak istediklerini, en evvel demiryolunu ve telgraf hattını tahrip ederek muvasala ve mahabereyi kesmek niyetinde olduklarını ve vaziyete hakim olmak ve Hicaz demiryolunu muhafaza etmek için acilen dört tabur gönderilmesini ve ahvalin inkişafına intizaren Yemen müfrezesinin şimdilik Medine’de alıkonulmasının, müfreze Medine’den Mekke’ye hareket ettikten sonra Şerif’in tertibatıyla yolda Urbanın her taraftan taarruza uğraması çok muhtemel olduğu” bildirilmiştir. (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.68-69.)

706 Fahrettin (Türkkan) Paşa, bütün ikazlara rağmen Cemal Paşa’yı ikna etmenin mümkün olmadığını söyler; “Lit Kazası Kaymakamı Sıtkı Bey doğruca ve Ragıb Şeyhi Hüseyin Mübir Bey’in Cidde

187

Bu konudaki düşüncesini, Medine’ye gönderilen XII. Kolordu komutanı Fahrettin Paşa’ya 10 Mayıs 1916 tarihinde verdiği emirde görmek mümkündür. Cemal Paşa, Medine muhafızı Basri Paşa’dan, Şerif Ali’nin şüpheli hareketleri, kabail arasında hükümet aleyhinde açıkça propaganda yaptığı ve Yemen müfrezesinin hareketine intizaren vakit kazanmak istediği yönünde bilgi aldığını, ancak Emir-i Mekke’nin hükümete karşı açıkça ve fiilen muhalif bir tavır alacağına pek ihtimal vermediğini, şayet böyle bir hareket vaki olursa o vakit hükümetin müdahale etmesi icap edeceğini belirtmiştir.707 Cemal Paşa, Şerif’e karşı izlenecek hareket tarzını 20 Mayıs 1916’da şöyle açıklanmıştır; Mekke Emiriyle hükümet arasında doldurulumaz bir uçurum açacak harekete hükümet tarafından başlanmamasına fevkalade dikkat edilmeli, fakat Şerif tarafından başlanacak olursa şiddetle mukabele edilmelidir.708 Cemal Paşa, ‘uçurumun’ çoktan açılmış olduğunun farkında değildir.

Mutasarrıflığı kanalıyla Hicaz Vali ve Kumandanı Galip Paşa’ya Şerif Hüseyin’in isyan hazırlığına ait kesin bilgiler vermişlerdi. Medine Muhafızı Basri Paşa da, Medine’den yaptığı istihbarata dayanarak Şerif Hüseyin’in isyan hazırlığını gerek İstanbul’a ve gerekse 4’ncü Ordu Komutanlığına birçok yazılarla bildirmişti. Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Eşref (Kuşçu) Bey, Şerif Hüseyin’in isyan edeceğine ait toplanılan bilgilere Enver Paşa’yı ve özellikle Cemal Paşa’yı inandıramadığından dolayı, bunlarla araları açılmıştı… Şerif Hüseyin’in isyanına inanılmıyor ve maslahata bir idare tutumu sürdürülüyordu.” (Nurer Uğurlu, Yemen, Savaşanlar Anlatıyor, Örgün Yayınları, İstanbul, 2007, s.153-154); Kuşçubaşı Eşref Bey de, Enver ve Cemal Paşaları yaklaşan isyan konusunda uyardığını, ancak dikkate alınmadığını söyler; “Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı, Cemal Paşaya da, daha sonra Enver Paşaya da bizzat benim tarafımdan haber verilmiştir. Haberlerim asla ihtimallere dayanmıyordu. Fakat Cemal Paşa kendilerinden, Allah ve Resulü adına aldığı yemini kafi manevi teminat, Medine civarında alınan askeri tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişti. Hata burada idi ve bizzat Cemal Paşanın hatıratında itiraf ettiği üzere bu hata, bütün Arabistan’ın en kötü şatlar altında elden çıkmasına neden oldu. Hem de uğruna yüzbinler, hayır milyonlarca Türk yavrusunu feda ettiğimiz bu topraklardan arkamızda sebepsiz kin duyguları bırakarak.” (C.Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde…, s.144.)

707 Ali Fuat Erden, 20 Mayıs 1916’da Medine Muhafızı Basri Paşa’dan gelen şifrede, isyanın başlamak üzere olduğu ve ivedi dört tabur gönderilmesi talebinin yinelendiğini aktarır; “ ‘19/20 Mayıs gecesi Ali Bey’in Medine-Mekke yolu üzerindeki Urban tecemmugahına, Faysal Bey’in de Medine şimalinde ilk istasyon olan Hafire istasyonun garbındaki diğer Urban tecemmugahına gittiği, bunların Medine-Mekke muvasalasını kestikleri ve hükümete karşı isyan ettikleri; Hicaz’da umumi bir isyanın yakın olduğuna dair Medine’de şayialar dolaştığı, Ali Bey’in teşvikiyle Urbanın demir yolunu tahrip için hareket ettikleri, dört taburun yetişmesine intizar edildiği ve Yemen müfrezesinin bin küsür silahsız efradına verilmek üzere silah gönderilmesi’ Medine muhafızlığından bildirildi.” Basri Paşa tarafından gönderilen şifrede belirtilen “Yemen müfrezesi”, esasında ‘Stotzingen Misyonu’ için tahsis edilen ve Yemen’e gidecek askerlerden oluşuyordu. Alman Binbaşı Freiherr Othmar Von Stotzingen liderliğindeki altı kişiden oluşan misyon, bir Türk müfrezesi eşliğinde Yemen’e giderek burada bir propaganda ve istihbarat üssü kuracaktı. Şifrenin yazıldığı tarihte Misyon, Medine’de bulunuyordu. Kıcıman, Şerif’in, Yemen müfrezesinin bir an önce Medine’den ayrılması için büyük çaba harcadığını aktarır; “Emirler, Basri Paşa’yı Cemal Paşa’ya şikayet ederek bu müfrezenin derhal cenuba hareketiyle beşyüz filintanın hemen verilmesi emrini tekid ettirmişler ve bu maksatla birçok nakliye devesi hazırlattıkları gibi bunların yarı nakliye bedeli olarak da üçbin beşyüz altın verdirmişlerdi.” Nitekim Basri Paşa’nın talebi kalbul edilecek, üç piyade taburu, bir makineli tüfek bölüğü ve bir dağ bataryasından oluşan müfreze şehirde kalarak Medine müdafasına önemli katkı yapacaktır. (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.71-72, 74-75; N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.34; Feridun Kandemir, Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2006, s.79.)

708 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.79; N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.35; Von Kress’e göre; “Türk idarecileri uzun müddetten beri Şerif’e güvenmenin doğru olmadığını biliyorlardı. Bundan dolayı Cemal Paşa genel valilik makamını işgal ettikten sonra Şerif’le iyi münasebetler sürdürmek ve ara

188

İsyana giden yolda önemli bir olay da Şam’da bulunan -esasında rehin tutulan- Faysal Bey’in, Hicaz’a gidişine Cemal Paşa tarafından izin verilmesidir. Cemal Paşa, 28 Eylül 1915’de Başkumandanlığa yazdığı şifrede, Şerif Hüseyin’in aşiret birliğinin ihtiyaçları için aylık 4.500 lira talep ettiğini, Emirin topladığı adamlardan beş yüz kişinin bizzat Faysal Bey kumandasında olarak derhal Kudüs’e gelmesininin gerek İngilizler üzerinde bir tesir yapmak, gerek emirin oğlunun bir nevi rehine olması nokta-i nazarlarından lüzumlu gördüğünü bildirmiştir.709 Bu talep üzerine Faysal Bey, 40 hecinsüvar ile Aralık 1915 sonunda Şam’a gelmiştir.710 Cemal Paşa, Nisan 1916’da gerek Şerif Hüseyin gerekse Faysal tarafından yapılan ricalar sonunda, Faysal Bey’in Şam’dan ayrılmasına müsaade etmiştir. Faysal, Cemal Paşa’ya, Medine’ye giderek kardeşi Ali ile buluşacağını ve Kanal Seferi’ne katılacak mücahidini alarak kısa zamanda Şam’a döneceği garantisini vermiştir.711

Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’e yönelik takip ettiği siyaseti, Başkumandanlığa gönderdiği 6 Temmuz 1915 tarihli şifrede şöyle açıklamıştır; “Bidayetten itibaren Hicaz

bozabilecek her türlü bahane ve vesileden kaçınmak için son derece gayret sarf etmişti.” Von Kress, 1916 ilkbaharında isyanın ayak seslerinin işiltidiğini söyler ve bu koşullarda dahi Cemal’in tutumunu değiştirmemesine hayret eder; “Cemal daha o zaman bir felaketin kopmak üzere olduğunu iddia ediyordu. Fakat buna rağmen Şerif’in ricasını kabul ederek kendisine büyük miktarda para göndermesi anlaşılmaz bir durumdur.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 206.)

709 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.44.

710 Faysal Bey, Şam’da bulunduğu sürece (her ne kadar rehin olsa da) yeterince göz altına alınmayacak, cepheyle ilgili mahrem bilgilere ulaşabilecek ve bu bilgileri babası vasıtasıyla İngilizlere aktarmaktan geri durmayacaktır.

711 Ali Fuat Erden’e göre, Cemal Paşa’nın Faysal’ın Şam’dan ayrılmasına izin vermesi büyük bir hatadır; “Faysal Bey Cemal Paşa’yı ziyaret ederek biraderi Ali Bey’in elyevm Medine’de bulunan mücahidin ile Sina cephesindeki orduya iltihak için pederinden emir almış olduğunu ve Medine’ye kadar giderek mücahidini istikbal etmek ve biraderini alıp buraya getirmek istediğini söylemiş ve Medine’ye gitmek için müsaade istihram etmişti. Ben, Cemal Paşa’nın Faysal Bey’e izin vermesini doğru bulmadım ve ‘Aman Paşa Hazretleri ne yaptınız? Faysal Bey’e izin vermişsiniz. Faysal Bey bir daha gelmeyecek!’ dedim. Cemal Paşa başını sallayarak: ‘Bakalım!’ dedi. Faysal Bey mızıka ve itiram kıtası ile teşyi edildi. Mücahidin için altın götürüyordu ve kendisine hususi bir vagon tahsis edilmişti.” Erden, Cemal Paşa’nın gururuna yenik düşerek Faysal tarafından aldatıldığını yazar; “Cemal Paşa, Faysal Bey için bana ‘zeki’ demişti. Sahiden zeki, hem de çok zeki imiş. Uzun zamandan beri bizi aldatmış idi. Zeki, ihtilalci ve komiteci, diktatör ve ordu kumandanı Büyük Cemal Paşa, Şerif Faysal Bey tarafından mükemmelen avutulmuş ve aldatılmıştı… Faysal Bey Medine’ye gitmek için Cemal Paşa’dan izin aldı. Faysal Bey bu müsaadeyi nasıl aldı? Bilmiyorum. O, sanırım, Cemal Paşa’nın en zayıf noktasının ‘gurur’ olduğunu keşfetmiş, ellerini öpmüş, yalvarmış ve Cemal Paşa dugulanarak azametle ‘Peki!’ demiş olacaktı… fakat bu kelime ağzından çıkar çıkmaz hesap ve muhakeme işe karışarak ona, bu muvafakatinin muhtemel sonuçlarını düşündürmüş, ‘peki’ demiş olmasından pişmanlık duymuş, lakin şimdi de izzetinefis faktörü müdahale ederek verilen sözü geri almak büyüklüğün şanına muhalif olacağı için buna mani olmuş olacaktı. Yani birkaç an içinde ve birbirinin peşi sıra hissiyat, muhakeme, izzetinefis müessir olmuştu.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.68-69, 460-462.); Cemal Paşa ise Faysal’a izin verişini oldukça garip bir gerekçeyle açıklar; “Mayıs 1916 ortalarında bir gün Şerif Faysal ziyaretime gelerek biraderi Ali Beyin, halen Medine'de bulunan mücahitlerle Sina cephesindeki orduya katılmak için babasından emir aldığını ve dolayısıyla eğer kendisine müsaade edersem, Medine'ye giderek biraderini alıp Kudüs'e getirmek istediğini ve bunun mücahitler üzerinde iyi tesiri olacağını söylemişti. Ben bu başvurunun benim elimden kaçmak maksadına dayandığını hemen hissetmiş olmakla beraber, mademki bir kere Şerif Hüseyin ve evlatları tarafından aldatılmaya başlamıştım, bu aldanmakta sonuna kadar devam etmeyi tercih ediyordum.” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.293.)

189

hakkında takip eylediğim meslek, Emareti dilgir etmemek (incitmemek) şartıyla, hükümet zararına tevsi-i nüfuzuna mani olmak ve emaretin, maksad-ı asli olan Kanal seferi için bilfiil hizmet ve hareketini temin eylemek gayesinden ibarettir… Yine aynı mesleği takip edeceğime itimat buyurunuz. ”712 Nitekim, Cemal Paşa’nın siyaseti başarısız olmuş, “Emareti dilgir etmemek (incitmemek)” kaygısı yaklaşan isyanı görmesine ve gerekli tedbirleri almasına engel olmuştur. Öyle görünüyor ki, Cemal Paşa’nın isyana karşı aldığı tek faydalı tedbir, 28 Mayıs 1916’da Fahreddin Paşa’yı Medine Kumandanlığına tayin etmiş olmasıdır.713

b) İsyanın Başlaması ve Medine Müdafaası

Hazırlıkları harbin başından beri devam eden Hicaz İsyanı, nihayet 8 Haziran 1916’da Mekke’de başlamıştır. Hemen önceki günlerde, isyana yönelik bazı haberler Mekke’deki Türk makamlarına ulaşmıştır. Ancak Hicaz Valisi Galip Paşa714, astlarından gelen bütün uyarılara kulaklarını tıkamış, hatta onları bozgunculukla itham etmiştir.715 Aynı günlerde Medine’deki birliğin komutanı Basri Paşa’nın, Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya başvurarak Ali ve Faysal’ı tutuklama talebi de karşılıksız kalmıştır716. Bu koşullarda hazırlıksız yakalanan Türk birlikleri, isyanın başında etkili tedbirler alamamıştır. Cidde limanı, İngiliz savaş gemilerinden yapılan atışların baskısı altında 16 Haziran 1916’da düşmüştür.717 Buna karşın, Mekke’deki Türk birliklerinin savunması sayesinde şehir 72 gün direnmiştir. Hüseyin, şehirdeki Türk kışlalarını düşürebilmek için İngilizlerden top istemek zorunda kalmış, Kahire’den Mısır topçu birliği gönderilmiştir.718 Taif’de bulunan Galip Paşa ise 22 Eylül 1916’da şehri teslim etmiştir.

Mekke’nin isyancılar tarafından ele geçirilmesi, Enver ve Cemal Paşa’da büyük bir şok yaratmıştır. Enver Paşa, Mekke üzerine bir harekât düzenleyerek şehri

712 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.41.

713 Süleyman Yatak, “Fahreddin Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi XII, İstanbul, 1995, s.88.

714 Galip Paşa, Mayıs 1915’den beri Hicaz Vali ve Kumandanlığı görevindeydi.

715 N.Uğurlu, Yemen…, s.140-142; N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.35; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.189-191; Şerif Abdullah, bu konuda şunları yazar; “Tam bu sırada fırka kumandanı Ahmed Bey ve Süleyman Bey içeri girdiler ve Vali (Galip Paşa) ile kenara çekilip bir sure gizlice konuştular. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama Vali kendilerini azarladı ve odadan çıktılar. Sonradan hepsini esir aldığımız zaman, bu ikisinin o gün beni tutuklaması için Valiye baskı yaptıklarını öğrendim.” (Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.107.)

716 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.35; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.200.

717 N.Uğurlu, Yemen…, s.147.

718 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.111.

190

kurtarmak düşüncesindedir. Cemal de bu fikre taraftardır.719 Ancak yapılan mütaalalar sonunda, Mekke’ye harekât icra edebilmek için II. Kanal Seferi’nden vazgeçmek gerekeceği anlaşılmıştır. Zira, Mekke harekâtı için gerekli kuvvet ancak Kanal Cephesi’nden çekilebilirdi. Ayrıca mevcut demiryolu ile bu kuvveti Medine’ye nakletmek için en az 70 güne ihtiyaç vardır. Ali Fuat Erden, nihayetinde Enver ve Cemal Paşa’nın, Kanal Seferiyle aynı zamanda bu harekâtın yapılamayacağını anladığını ve istemeyerek de olsa Eylül 1916’da bu işten vazgeçtiklerini aktarır; “Sevkülceyşi sağduyu, daha doğrusu ahvalin zarureti, siyasete ve hissiyata galebe çaldı.”720

İsyancıların, 1916 yılı boyunca Medine ve civarındaki Türk birliklerine tarruzları hiçbir sonuç vermemiştir. Medine’ye yapılan tüm saldırılar, Fahrettin Paşa komutasındaki birkliklerin direnişi sayesinde akim kalmıştır. Aksine, Medine çevresinde geniş bir alan isyancılardan temizlenerek kontrol altına alınmıştır. Nitekim İngilizler, Bedevilerden düzenli bir ordu oluşturma konusunda başarısız olduklarını anlamışlardır.721

Medine’nin direnmesi neticesinde, isyancılar kuzeyden Medine’ye ulaşan demiryolu hattına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır.722 Ali Fuad Erden’e göre, İngilizler, amaçları göz önüne alındığında doğru bir strateji izlemişlerdi; “İki strateji; iyi

719 F.Kandemir, Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası, s.50; Ali Fuad Erden, Enver ve Cemal’in Mekke’ye yönelik bir harekâta çok istekli olduğunu aktarır; “Cihad-ı Mukaddesin Başkumandanı olan Enver Paşa, Hilafetin murassa tacı olan Kabe-i Mükerreme’nin kaybedilmesine pek ziyade mütellim olduğundan onu geri almak için Mekke seferinin yapılmasını istiyordu. Cemal Paşa, kendisinin Suriye’de Arap eşrafını asarak Hicaz isyanına ve sonuç itibarıyla Mekke’nin zıyaına sebebiyet verdiği vemhiyle mustaripti ve isyanı kökünden bastırmak için Mekke’ye gitmek emelinde idi. ‘Vehmiyle mustarip idi’ dedim. Çünkü sonradan öğrenildiğine göre Mekke Emiri daha harpten önce isyan kararını vermişti. ‘İdamlar’ isyanın sebebi değil, bahanesiydi.” Erden’e göre, şavaş koşullarında Mekke’ye bir sefer yapmak çok güçtü. Zira, deniz yolu İngilizlerin kontrolü altındaydı; “Tarihte, Batı Arabistan-Hicaz, Asir, Yemen seferleri denize dayanarak ve denize amud yollardan içeriye doğru yapılırdı. Deniz yolu Osmanlıların elinde idi. Harekât hedefleri Mekke, Taif, Ebha, Sa’de, San’a sahilden ortalama 150 kilometre uzaktadır. Tarihte denize muvazi olarak karadan sefer yapılmamıştır. Denize hakim olan İngiltere, düşman olduğu vakit, Arabistan seferi yapmak adeta muhal idi ve Mekke seferi, Birinci Kanal Seferinden çok daha güç idi. Bu coğrafi sebeplerden dolayı Birinci Dünya Harbi esnasında Mekke seferini yapmamak hikmet ve basiret gereği idi. Fakat akıl ve hesap yerine hissiyat ve siyaset ön plan geçti.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.170-171.)

720 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.172.

721 Sir R.Wingate, 15 Aralık 1916’da Londra’ya yazdığı şifrede bu gerçeği itiraf ediyordu; “Türkleri karşılama (açık arazide Türklere karşı savaşma) kabiliyeti olan bir Arap gücü oluşturma ve bu gücü eğitme çabalarımız tamamıyla başarısız olmuştur.” (İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.270.)

722Ali Fuat Erden, İngilizlerin planladığı bu saldırıların 1916 Ekim’inde başladığını yazar; “2 Ekim 1916 günü Medine’nin 30 kilometre kuzeyinde Hafire istasyonu civarındaki köprü asiler tarafından dinamitle uçuruldu. Bu, Hicaz hattında ilk dinamit infılakı idi. Bu tahribin, sahil tarafından gelen bir hecinsüvar çete tarafından tahrip kalıbı vasıtasıyla yapıldığı anlaşıldı. Dinamit kullanılması, asilerin tabiyesinde yenilikti. Bundan sonra Hicaz hattında her gün dinamitler patlayacaktı ve çölde her gün bir infilak sesi duyulacaktı. Dinamit; Urbanın ve Hicaz askerinin işi değildi. İngilizlerin eseri idi.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.178.)

191

strateji ve fena strateji vardı. Asilerin yani Lawrence’in sevkülceyşi iyi strateji, bizim sevkülceyşimiz fena strateji idi. Asilerin Stratejisi: Sevkülceyş maksadı Sina cephesindeki İngiliz ordusuna, dolayısıyla yardım etmek için cephedeki Türk ordusundan Hicaz’a mümkün olduğu kadar çok kuvvet çekmek ve dar hat nakliyatından mühim bir kısmını Sina cephesinin zararrına olarak Hicaz’a çevirmekti. Hicaz’a İngiliz kuvveti gönderilmeyecekti. İngiltere asilere yalnız altın, erzak, silah, malzeme, birkaç top, birkaç uçak, biraz Mısır kıtası, birkaç subay ve ajan ve külliyetli dinamit göndermekte idi… Bizim Startejimiz: Bizim startejimiz ‘Medine’yi savunmak’tan ibaretti… Medine’yi müdafaa edebilmek için onun geriyle, Şam’la muvasalasını yani Medine’nin can damarı ve nefes borusu olan Hicaz demiryolunu da müdafaa etmek zaruriydi. Demiryolunu savunmak için hattın üzerindeki her köprüyü, her istasyonu, her su noktasını, her tepeyi tutmak ve her gün vuku bulan tahribatı her gün tamir etmek zaruriydi. Demiryolunun geçtiği çöl, asilerin elinde idi… İnisiyatif asilerde idi… Biz daima pasif ve tabi durumda idik. Bin kilometre uzunluğunda bir hattın mutlak müdafaa ile savunulması yıpratıcı, yorucu, zayiat verdirici olan, kuvvet israfını ve her noktada zayıf kalmayı mucip olan çok pahalı bir harp sevk ve idaresi idi.”723

Emir Faysal’ın akıl hocalığını yapan İngiliz ajanı T.E. Lawrence da, Medine konusundaki Osmanlı stratejisinin büyük bir hata olduğunu iddia eder. Fahrettin Paşa, Medine’nin çevresinde, Arapların sadece şehri bombalamasını olanaksız kılacak uzaklıkta siperler kazarak korunan bir hat oluşturmuştur. Diğer askerler ise demiryolu boyunca Medine ve Tebuk arasında yer alan tüm su istasyonlarında varolan güçlü garnizonlara ve bu garnizonlar arasına kurulan daha küçük karakollara dağıtılmışlardır. Lawrence’a göre, bu düşünülebilecek en aptalca savunma pozisyonudur.724 Lawrence, Medine’nin bir tuzak olduğunu söyler. İsyancılar Medine’yi almamalıdır, zira Türkler orada zararsızdılar. Hicaz demiryolu hattı da tam olarak kesilmemeli, ancak sık sık saldırılarla Osmanlı birlikleri meşgul edilmelidir. Böylece Türkler, Medine ve demiryolu hattını korumakla uğraşırken, Arap dünyasının geride kalan büyük kısmında rahatça hareket edebilecekleridir.725

723 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.293-301.

724 T.E.Lawrence, Bilgeliğin Yedi Sütunu, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2015, s.189.

725 “Onların Medine’de ve diğer uzak yerlerde büyük sayılarla toplu halde kalmalarını istiyorduk. İdealimiz demiryollarını sadece çalışır bir halde, ama elbette azami bir zarar ve rahatsızlık yaratarak, tutmaktı. Yiyecek etkeni onları demiryollarına hapsedecek ve savaş süresince Hicaz Demiryolu’nu, Trans-Ürdün Demiryolu’nu, Filistin ve Suriye demiryollarını, bize Arap dünyasının geride kalan binde dokuz yüz doksan dokuzunu bıraktıktan sonra memnuniyetle karşılayacaklardı.” (T.E.Lawrence, Bilgeliğin Yedi Sütunu, s.244.)

192

Erden, hattın müdafaası için alınan tertipi şöyle açıklar. Her istasyon, her köprü, her tünel, hat üzerindeki her mühim tepe 1 manga veya takım tarafından işgal edilmiştir. Bazı noktalarda ilaveten 1 makineli tüfek veya 1 top vardır. Mühim istasyonlarda, bilhassa su istasyonlarında 1 bölük, 2 makineli tüfek veya 2 top vardır. Vazifesi hattı tamir etmek olan şimendifer taburu da hatta dağıtılmıştır. Postaların arası devriyelerle nezaret edilmektedir. Bazı noktalarda yalnız gündüz postaları vardır. Bazı noktalarda da pusu mevzileri vardır. Bu müstahkem postalar sistemi; kordon sistemidir. Yani zayıf kuvvetlerle uzun bir hattın mutlak müdafaası sistemidir. Hatta karşı mühim bir tecavüz ve tahrip vukuunda ‘imdat ve tamir trenleri’ sevk edilir. Bu trenlerde asileri tard edecek kadar kuvvet, demiryolu ve telgraf hattını tamir edecek malzeme ve şimendifer kıtası gönderilir.726

Nitekim Erden, Hicaz demiryolunun açık tutulabilmesi için büyük bir mücadele verildiğini aktarır; “Hatta hemen her gün tecavüz olurdu. Raylar, köprüler hemen her gün tahrip edilirdi. Trenlere, lokomotiflere sık sık suikastlar yapılırdı. Lokomotifler havaya uçardı. Karakollara üstün asi kuvvetler tarafından hücum edilirdi. Asiler, karakollara imdat gelmemek için her iki taraftan demiryolunu tahrip ederlerdi; tahribatı onarmak ve saldırganları kovmak için gelecek imdat trenlerini uçurmaya teşebbüs ederlerdi. Bir çok zahmet ve fedakarlık karşılığında tamirat yapılır; sarılmış karakollar kurtarılır; gidiş geliş idare edilir; fakat bir-iki gün sonra aynı noktaya yahut başka bir noktaya aynı taarruz tekrarlanırdı. Mukaddes beldenin selamet yolunun bekçileri bütün bunlara göğüs gererdi.”727

c) Medine’yi Tahliye Düşüncesi

Hicaz İsyanı’nın başlamasından sonra Medine’nin tahliyesi konusu iki defa gündeme gelmiştir. Konu ilk olarak Şubat 1917’de gündeme gelmiş, Enver ve Cemal arasındaki görüşmeler sonucunda tahliyeye karar verilmiştir. Enver ve Cemal Paşalar, Fahreddin Paşa’nın Hicaz konusundaki aşırı hassasiyeti nedeniyle, savaşın genel durumunu kavrayamadığı kanaatindeydiler. Bu nedenle Fahreddin Paşa’nın yerine başka bir komutanın atanması düşünülmüştür. Komutanlık için önce İsmet Bey’in (İnönü), müteakiben de Mustafa Kemal Paşa’nın ismi gündeme gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 16 Şubat 1917’de ordu kumandanlığı salahiyeti ile Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Kumandanlığına atanmış ve 23 Şubat’ta Şam’a gelmiştir. Ancak burada

726 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.250-251.

727 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II , s.28.

193

yapılan görüşmede sadece Medine’deki birliğin komutanlığını kabul etmemiş, Maan’dan itibaren bütün kuvvetlerin komutasının kendisine verilerek bağımsız bir ordu komutanı olarak görevlendirilmesini talep etmiştir.728

Ali Fuat Erden, Medine’nin tahliyesi kararını duyduğunda, Mustafa Kemal Paşa’nın fikrini değiştirdiğini ve bu görevi reddeddiğini aktarır; “Mustafa Kemal Paşa: ‘Mademki Medine’nin tahliyesine karar verildi. Mahza bu kararı tatbik etmek için kendisinin Medine’ye gitmesi münasip olmayacağı ve şimdiye kadar Medine’yi kim müdafaa etmiş ise tahliyeyi de onun yapması muvafık-ı mantık olduğu’ mütallasında bulundu. Mustafa Kemal Paşa’nın bu mütaalasını beşeri hissiyat bakımından pek tabii buluyorum. Anafartalar Kahramanı, şimdiye kadar Fahrettin Paşa tarafından müdafaa edilmiş olan Ravza-i Mutahhara’yı adeta terk etmiş görünmek ve memleket ve İslam alemi nazarındaki nam-ü şanını gölgelendirmek istemiyordu.”729

Bu durumda Hicaz’ın tahliyesine, Fahrettin Paşa komutasında Mart 1917’de başlanması kararlaştırılmıştır.730 Ancak Hicaz’ın tahliyesi meselesinde özellikle politik kaygılar ön plana çıkmıştır. Böyle bir tahliye, Hükümet aleyhinde büyük bir kampanyaya neden olabileceği gibi, Arap İsyanı’nın geniş bir alana yayılmasına da neden olabilecektir.731 Nitekim Padişah Mehmet Reşat bu kararı büyük bir tepkiyle karşılamış, Medine’nin tahliyesi durumunda halifelik ve padişahlıktan istifa edeceğini

728 “Mustafa Kemal Paşa: Mademki ben ordu kumandanı sıfat ve selahiyetini haizim o halde hareket nokta-i nazarından müstakil olmalıyım. 4. Ordu Kumandanlığı benim yalnız geri hidematımı tanzim eder. Bir ordu kumandanı diğer bir ordu kumandanının emri altında bulunamaz. Ondan başka Medine’nin hayatı Maan’dan itibaren şimendifer hattının emniyetine tabidir. Ondan dolayı yalnız Medine mıntıkasındaki kıtaat değil, Maan’dan itibaren tekmil kuvvetler benim kumandam altunda bulunmalıdır.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.319-320.)

729 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.323-324.

730 Cemal Paşa, 17 Mart 1917’de Fahrettin Paşa’ya şu şifreyi göndermiştir; “Medine’nin tahliyesi ve Hicaz Kuvve-i Seferiyesinin, anavatanın müdafaasında kullanılmak üzere Filistin’e celbi Başkumandalık Vekili Paşa hazretleri tarafından emir buyurulmuştur.” Fahrettin Paşa, 19 Mart’ta yazdığı cevapta, tahliyeye muhalif olduğunu ve bu emir karşısındaki üzüntüsünü açıkça dile getirmişti; “… Medine’nin anavatandan bilhassa Filistin’den ayrı görülmesine ve… ansızın Medine’yi tahliyeye karar verilmiş olmasına mütehayyir ve katiyyen muhalifim.” Ali Fuad Erden’e göre, Fahreddin Paşa kahraman bir asker ve ateşli bir vatanseverdi. Ancak, Medine ve Hicaz konusundaki hassasiyeti, harbin stratejik önceliklerini görmesine engel oluyordu; “Fahreddin Paşa’nın bir zaafı vardı: Medine’nin ve Hicaz cephesinin umumi harp durumu içinde sevkulceyşçe ikinci, hatta üçüncü mevki bir cephe olduğunu, 4. Ordunun asıl cephesinin Filistin cephesi olduğu, Hicaz cephesine ne kadar az mümkün ise o kadar az kuvvet ayırmak ve Filistin cephesine de ne kadar çok mümkün ise o kadar çok kuvvet tahsis etmek zaruri olduğunu takdir etmek istemiyordu…. Medine’nin tahliyesi emredildiği zaman Fahreddin Paşa ağlayacak; Medine kalesini savunmak üzere kendisine bir alay bağışlanması için yalvaracak, yakaracak; yanık, suzişli, acı feryatlar koparacak ve en sonunda tahliye emrininin geri alınmasına muvaffak olacaktı.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s. 194-195, 328, 332.)

731 Yüksel Nizamoğlu, “1917 Yılında Hicaz Cephesi: Arap İsyanının Yayılması ve Medine’nin Tahliye Proğramı”, Bilig, S.66, (Yaz-2013), s. 127; Ali Fuad Erden’e göre ise bu görüş tam olarak doğru değildi. Zira; “Medine tahliye edilmediği halde isyan mütemadiyen kuzeye göre genişleyecek, Güney Suriye’ye kadar yayılacak ve Sina cephesindeki İngiliz ordusunun sağ kanadıyla iltisak peyda edecekti.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.262.)

194

söylemiştir.732 Talat Paşa da, Padişah’ın arzusuna uygun olarak, Medine’nin mümkün olduğu kadar elde tutulması, sadece Filistin’de ihtiyaç duyulan kuvvetin geri alınması kanaatindedir.733 Ali Fuad Erden, Talat’ın bu konuda Enver’e şunları yazdığını nakleder; “Sevkülceyş noktasından beyan-ı mütalaa edemeyeceğim. Vaziyet-i harbiye neyi icap ettiriyorsa onu emir ve icra buyurunuz… (Ancak) Eğer vaziyet-i askeriye müsait ise Medine’de gayet cüz’i bir kuvvet terk edip mühim kuvvetleri hat boyuna alarak hattı muhafaza ve ledelicab Medine’yi müdafaa etmek ve mümkün olduğu kadar Medine’yi terk etmemek en muvafık olur.”734 Nitekim Mart 1917 sonunda Hicaz’ın tahliyesi kararından vazgeçilmiştir.735

Medine’nin tahliyesi konusu, Kasım 1917’de tekrar gündeme gelmiştir. Akabe, Temmuz 1917’de Faysal kuvvetleri tarafından ele geçirilmiş ve isyan Maan’a ulaşmıştır. Akabe Limanı, Kızıldeniz’in kuzeyindeki son noktaydı ve Sina’nın doğu kenarında bulunuyordu. Şehir, stratejik konumu nedeniyle özel önem taşıyordu. Akabe’nin kaybıyla, İngilizler için Hicaz ile Sina cephelerinin bağlantısı sağlanmış oluyordu. İngilizlerin Arap isyancılarla doğrudan bağlantı kurmaları, Medine ve demiryolu hattındaki Osmanlı kuvvetlerini çok zor duruma düşürmüştür. Akabe, isyancılar için önemli bir üs haline gelmiş, Faysal kuvvetleri doğrudan İngiliz komutan General Allenby’nin emrine girmiştir. Gelen bilgiler, isyancıların Maan’da toplandıkları ve İngilizlerle birlikte Suriye üzerine yürüyecekleri yönündedir. Bu gelişmeler üzerine Enver Paşa, Kasım 1917’de bir kez daha Medine’nin tahliyesini emretmiştir.736 Ancak, Filistin Cephesi’ndeki gelişmeler nedeniyle tahliye planı uygulanamamıştır. Medine’ye ulaşan son tren 8 Nisan 1918’de gelmiş ve 10 Nisan’da şehirden ayrılmıştır. Nisan

732 Süleyman Yatak, Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990, s.79.

733 Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s.226.

734 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.334-335.

735 Ali Fuat Erden’e göre bu askeri açıdan bir hataydı ve sorumlusu Enver ve Cemal Paşalardı; “Medine tahliye edilmedi. Çünkü Cemal Paşa, Fahreddin Paşa’nın ağlamalı, suzişli niyazlarına; Enver Paşa da, Talat Paşa’nın siyasi efkar ve mütalaatına mağlup oldular… ‘Vaziyet-i harbiye’ Medine’nin tahliye edilmesini gerektiriyordu ve ondan dolayıdır ki tahliye emri verilmişti. Fakat Talat Paşa’nın ‘siyaset’i, Enver Paşa’nın ‘sevkülceyş’ine galebe çaldı ve tahliye emri geri alındı… Enver ve Cemal Paşa tahliye kararını hissiyatları hilafına vermişler fakat karar verdiklerinin akabinde ondan feragat etmişlerdi. Stratejik sağduyu, sevkülceyşi mantık ve hesap hükümlerini ‘bir an’ icra etmişler fakat ‘müteakip anda’ hissiyat, kalp, vicdan tekrar muzafferane geri dönmüşlerdi.” Erden’e göre, bu hata Filistin Cephesi’ndeki mağlubiyete neden olmuştur; “Balkan Harbi, Yemen yüzünden kaybedilmişti. Filistin Harbi de Hicaz isyanı yüzünden kaybedilecekti. Hicaz İsyanı ve Medine müdaffası, Çanakkale galiplerinin Filistin’de mağlup olmalarına amil oldu.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.339, 464.)

736 Y.Nizamoğlu, “1917 Yılında Hicaz Cephesi…”, s.139.

195

1918’de kuşatma altına alınan Türk birlikleri, harbin sonuna kadar Medine’de kalmıştır.737

ç) Osmanlı Yönetiminin İsyancılarla Temasları

1917 sonunda iki önemli olay, Osmanlı yönetimini Şerif Hüseyin ile temasa geçmeye sevk etmiştir. Bunlar Kasım 1917’de açıklanan Balfour Deklarasyonu ve aynı dönemde Bolşevikler tarafından ifşa edilen Sykes-Picot Anlaşması’dır.

İngiltere’de 1916’da iş başına geçen Loyd George Hükümeti, Siyonist hareketle yakın ilişkiler kurmuştur. Londra’nın bu ilişkiden iki temel beklentisi vardır. İlk olarak, İtilaf savaş çabasına ABD ve Rus Yahudilerinin desteğini alabilmek hedeflenmiştir. Rus Yahudileri, savaş koşullarında iç karışıklıklar yaşayan Rusya’nın harbe devamında etkili olabilecekken,738 Amerikan Yahudileri ise İngiliz savaş çabasına önemli maddi destek sağlıyordu.739 Ayrıca Filistin’in kontrolü, İngiliz İmparatorluğu’nun bekası açısından stratejik önemde görülmeye başlanmıştır. Loyd Goerge’ye göre, Mezopotamya ile birlikte ele alınırsa, Filistin İngiltere’ye, Mısır’dan Hindistan’a uzanan karayolunu sağlamakta ve Afrika ile Asya imparatorluklarını birleştirmektedir.

737 Osmanlı ordusundaki Almanlar, Medine’nin savunulması konusundaki ısrarı şiddetle eleştirmiştir. Von Sanders’e göre, Medine’de savunmaya devam edilmesi ve bu uğurda Hicaz demiryolunu koruma gayreti askeri açıdan bir hatadır; “Hicaz demiryolu Mekke, asilerin- Türkler, hilafet müddeisi ve hasım Araplara asi diyorlardı- eline düştükten sonra Fahrettin Paşa’nın kolordusunun başarılı bir şekilde direndiği Medine ile yegane bağlantıyı teşkil ediyordu. Hicaz demiryolunun şu anki şartlar altında tümüyle nasıl korunabileceğini, askeri görüş açısından anlamak mümkün değildi… Sadece Türklerin siyasi ve dini ilgisi, Enver Paşa’nın tekrar tekrar Medine’nin ve orayla olan yegane bağlantının büyük önemine işaret etmesini izah eder… Medine’ye kadar olan büyük bölgenin savunulmasının istenmesi tamamen gayri tabii olduğu gibi, uzun süre için mümkün değildi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.279-280); Von Kress’e göre Hicaz İsyanı’nın asıl tehlikesi Bedevilerin teşkil edeceği silahlı birlikler değildi. Asıl önemli olan, Medine ve buraya giden demiryolu hattının muhafazası uğruna Filistin Cephesi zararına kullanılan kaynaklardı; “Ben de Şerif’in bu hareketlerinin pek nahoş neticeler yaratabileceğini önceden tahmin etmiş bulunuyordum. Bu tahminim Şerif’in askeri kuvvet vasıtalarına fazla ehemmiyet vermiş olduğumdan değildi. Çünkü Sina Çölü’nün Bedevileri ki, Şerif’in tebaası olan akıncı alayı ile yaptığımız tecrübeler, bu Bedevilerin İngiliz sevk ve idaresi altında ve İngiliz teçhizatı ile dahi modern bir harbe elverişli birlikler olamayacağını tamamen göstermiş bulunuyordu. Bunula birlikte bunlar, bizim harp sahnemiz için zayiattan sayılacak mühim miktarda Türk kuvvetlerini Medine’de bağlayabileceklerdi. Bu birliklere, cephane, erzak ve harp malzemesi yetiştirmek gerekecek ve bütün Hicaz için ayrılan nakliyat Hicaz demiryolu ile temin edilebilecekti. 1303 kilometre uzunluğunda olan bu dar ve tek hatlı demiryolu çöl mıntıkasından geçiyordu… Bundan dolayı bu hat, kolaylıkla tahrip edilemeye gayet müsait olduğu gibi, muhafazası içinde mühim miktarda birliklerin tahsisini zaruri kılıyor… ve böylece harp sahnemizdeki demiryollarının kabiliyetleri de önemli oranda azaltılıyordu.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 202-203); Ali Fuat Erden, Von Kress ile arasında geçen şöyle bir konuşmayı şöyle aktarır; “Bir gün Von Kress Bey’e Hicaz hattında asilerin yaptıkları büyük ölçüdeki tahribatın kamilen tamir edildiğini söylemiştim. O, bu tamiratı adeta manevi bir cinayet saymış ve barbarca bir açık kalplilik ile ‘İnşallah gelecek defa asiler o kadar büyük tahribat yaparlar ki tamir etmeye muvaffak olamazsınız. Bu sayede Medine’den kurtulmuş oluruz ’ demişti.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.191.)

738 İsmail Köse, “The Loyd George Goverment of The UK: Balfour Declaration The Promise For a National Home to Jews (1916-1920)”, Belleten, LXXXII/294, (Ağustos-2018), s.732.

739 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.256; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.38-39.

196

Britanya’nın Doğu Alman Afrikasını ele geçrimesiyle İngiliz kontrolündeki topraklar Cape Town’dan Süveyş’e kadar genişlemiştir. Filistin ile Mezopotamya’nın da eklenmesiyle İngiliz kontrolü İran’dan Hindistan yoluyla Burma ve Malaya’ya ve Pasifik sömürgeleri olan Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kadar uzanacaktır. 1917’de Britanya İmparatorluğu’nun Atlantik’ten Pasifik Okyanusu ortalarına kadar uzanan zincirinde eksik olan halka Filistin’dir.740

Bu bağlamda İngiliz yönetimi, 2 Kasım 1917 tarihinde neşrettiği Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de bir ‘Yahudi yurdu’ kurulmasına destek vereceğini beyan etmiştir. Bu beyan, İngilizlerin Şerif Hüseyin’e verdiği sözlerle uyuşmuyordu. Ancak Hüseyin, isyanın bağlı olduğu silah ve altın desteğinin devamı uğruna bu duruma razı olmuştur.741 Nitekim, Ocak 1918’de İngiltere Arap Bürosu müdürü David Hogart ile yaptığı görüşmede “Siyonist taleplerine herhangi bir itirazı olmayacağını” söyleyecek742, Yahudileri bütün Arap topraklarına kabule hazır olduğunu bildirecek743, 3 Ocak 1919'da Londra'da Emir Faysal ile Dünya Siyonist Teşkilatı'nın lideri Chaim Weizmann arasında bir anlaşma imzalanacaktır.744

Aynı dönemde Bolşevikler tarafından, 16 Mart 1916’da İngiltere ve Fransa arasında yapılan Sykes-Picot olarak bilinen gizli anlaşma deşifre edilmiştir.745 Bunun üzerine, Cemal Paşa tarafından Faysal’a ve Cafer al-Askeri’ye birer mektup

740 D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.245.

741 “Balfour Deklarasyonu’nun halka açıklanmasına Şerif Hüseyin hiçbir yanıt vermedi. Suriye’nin ileri gelenleri Deklarasyon hakkında yüksek sesle sızlanırlarken Hüseyin göze batacak kadar sessiz kaldı. Daha doğrusu oğullarına Ingilizlerin emelleri konusunda kendi taraftarlarının korkularını yatıştırmalarını emretti… Hüseyin’in bir Yahudi devleti kurulmasını hatta Yahudiler için özerk bir anavatan oluşturulmasını onaylamadığı iddia edilebilir. Ne var ki Hüseyin, Balfour Deklarasyonu’nun sonuçlarına gözlerini kapatmış gibiydi.” ( T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.136; İ..Köse, “The Loyd George Goverment…”, s.739.)

742 İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.47.

743 Ö.Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı…, s.223.

744 Bu anlaşmaya göre; Yahudilerin Filistin’e geniş ölçekte göç ve iskan edilmesi teşvik edilecek, Yahudi göçmenlerin yerleştirilmesiyle ilgili bütün tedbirler alınacaktır. Bununla beraber Arap köylüleri ve çiftlik sahiplerinin hakları korunacak, ekonomik olarak kalkınmalarına yardımcı olunacaktır. (T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.152.)

745 Sykes-Picot Antlaşması ile belirlenen sınırlar; (A Bölgesi) Fransa'nın nüfuzu altında Şam, Hama, Hums, Halep ve Musul'u; (B Bölgesi) İngiltere'nin himayesinde Şam'ın güneyinden başlayarak Kerkük'ün kuzeyine kadar çizilen hattın güney kısmını içinde barındırmaktadır. Bu sınır dışında İngiltere ve Fransa, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yönetim kuracakları muhtemel bir bölge daha tesis etmiştir. Fransa Mavi Bölge olarak adlandırılan; İskenderun, Lazkiye, Trablusşam, Beyrut, Sayda, Kilikya (Adana) ile Orta ve Güneydoğu Anadolu'nun büyük bir kısmını kontrolü altına almayı amaçlamıştır. İngiltere Kırmızı Bölge olarak belirlenen; Basra Körfezi'ne kadar Bağdat vilayetleri ve Akdeniz'de özellikle de Akkâ'nın güneyinde yer alan sahil hattında nüfuz elde etmek amacıyla planlar yapmıştır. Kutsal bir coğrafya olan Filistin ise Kahverengi Bölge olarak tanımlanmış ve burada uluslararası bir yönetim kurulması hedeflenmiştir. (Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983, s.126; M.Derviş Kılınçkaya, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2004, s.95-96.)

197

gönderilerek, bir uzlaşma girişiminde bulunulmuştur. Cemal mektubunda, isyan eden Arapların İngilizler tarafından nasıl aldatılmış olduklarının artık ortaya çıktığından bahisle, Arap vilayetlerine tam muhtariyet verilmek şartıyla bir uzlaşma teklifi yapmıştır; “…Fakat Filistin milletlerarası bir ülke; Müttefiklerin açıkça ve resmen ilan ettikleri gibi Suriye tamamen Fransız hakimiyetinde ve Irak ile Mezopotamya’nın tümü de İngiliz toprağı olduktan sonra nasıl bir bağımsızlık düşünebilirsiniz?... Böyle bir Arap Hükümeti, İslam’ın geleceğini bağımsızlık içinde ve itibarlı bir şekilde nasıl üstlenebilir? Belki bu sonuçları başlangıçta göremediniz. Fakat İngilizlerin Filistin’i fethi manzarası, gerçeği size bütün çıplaklığı ile gösterecektir… Yalnız yine de işlenen hataları düzeltmek ve felaketi sınırlamak için henüz çok geç değildir. Eğer bu gerçeği itiraf ederseniz, o takdirde, Arap ayaklanması için genel bir af ilan edip, meseleyi İslam’ın lehine çözmek üzere tekrar görüşmelere başlamaktan daha kolay bir şey olamaz.” Bu teklifi reddeden Şerif Hüseyin, Cemal’in girişimini İngilizlere bildirmekten geri durmamıştır.746

Cemal Paşa’nın Şerif’le uzlaşma girişiminden kaygılanan İngiliz yönetimi harekete geçmiş ve Şerif’e gerçek durumu yansıtmayan garantiler verilmiştir. Görünen o ki Şerif Hüseyin de bu garantilere inanmaya meyillidir.747 Zira, Kahire’deki İngiliz yüksek komiseri Sir Reginald Wingate tarafından, ifşa edilen Sykes-Picot belgelerinin müttefik devletler arasında zorlukları önlemeye yönelik eski bir görüşme ve geçici bir mutabakat zabıtlarından ibaret olup, bir anlaşma teşkil etmediğine dair verilen teminat ve İngiltere Hariciye Nazırı Balfour’un bu konuda gönderdiği muğlak bir telgraf, Şerif’i ikna etmek için yeterli olmuştur.748

d) İngiliz Propagandası

Hatıralarda vurgulanan ortak olan bir yargı, Arap halkının Osmanlı Devleti aleyhinde ve İngiltere lehinde yoğun bir propagandaya tabi tutulduğudur. Şerif Hüseyin, isyanın başlaması ile bir beyanname yayınlayarak, isyandan İttihat ve Terakki

746 Ö.Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı…, s.151-153.

747 Muhetemelen Şerif Hüseyin, Orta Doğu’da savaş bitince geleneksel Îngiliz-Fransız rekabetinin tekrar ortaya çıkacağına, bu durumda Sykes-Picot Antlaşması’nın hükümsüz kalacağına ve İngilizlerin Arapların tarafında olacağına inanıyordu. (T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.137.)

748 Ö.Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı…, s.220-221; Dünya Siyonist Teşkilatı'nın lideri Chaim Weizmann, 1918 başında Filistin’e gelerek Faysal ile görüşmüştü. Weizmann’a göre Faysal’ın asıl hedefi Suriye idi. Filistinlileri Arap bile saymıyor ve Filistin ile ilgilenmiyordu. Görüşmeye kattılan İngiliz subayı Yarbay Joyce’a göre; “(Faysal) eğer İtilaf Devletleri’ni kendisinin Suriye üzerineki iddiasını desteklemeleri konusunda etkileyecekse, Yahudi Filistini’ni kabul edecekti.” (D.Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.276-277.)

198

Hükümetini sorumlu tutmuştur. Bu beyannamede Şerif, Halife-Padişaha karşı cephe almaktan özellikle kaçınmış, İttihat ve Terakki Fırkası’nı dinsizlik ile suçlamaktan geri durmamıştır. Ayrıca, isyan hareketinin hiçbir dış güce dayanmadığını söylemek ihtiyacını da hissetmiştir; “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zuhuruyla devlet işlerini eline alması ve esas itibarıyla kötü idaresi dahili ve harici bir çok karışıklıkların ortaya çıkmasına ve herkesin bildiği üzere, bir çok muharebelere sebebiyet vermiş, azamet ve şevket-i devleti haleldar eylemiş, bilhassa son harbe gereksiz atılmakla devleti gayet tehlikeli bir vaziyete sürüklemiştir ki, izahtan müstağnidir… Osmanlı mevcudiyetinin birliği bozulmuş, bu suretle ahali malından, canından mahrum bırakılmıştır… İttihatçılar bu kadarla da iktifa etmeyerek Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniye ile bütün Müslümanlar arasında yegane bağ olan ‘Kitabullah’ ve ‘Sünneti Seniyye’yi ihalale cüret eylemişler… İslamiyet’in beş şartından birini yıkmaya kalkışmışlardır… İslam dini ve kavmimizin mukadderatını İttihatçıların eline oyuncak olarak bırakamayız. Cenabı Hak milletimize teyakkuz ve intinab ihsan buyurdu ve binnetice milletimiz kendi çalışması ile istiklalini temin eylemiş ve musallat olan İttihat memurları ile kuvvetlerinden memleketi temizledikten sonra hiçbir harici kuvvetin tesirine istinad etmiyerek tam ve mutlak bir istiklal ile müstakil olmuşlardır.”749

Şerif Hüseyin, Eylül 1916’da bir beyanname daha yayınlayarak İttihat ve Terakki Hükümeti’ne yönelik suçlamalarını sürdürmüştür. Şerif’e göre, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu koşullar gereği harbe girmesi yanlış olduğu gibi, İttifak Devletleri bloğunda harbe girmesi ayrı bir yanlıştır. Osmanlı yönetimi, bu büyük hataları yaparak Arapları isyana mecbur etmiştir. Esasen devletin mahvına ve Anadolu ahalisinin perişanlığına sebep olan ‘İttihat ve Terakki Mütegallibesi’dir. Onlar da Enver, Cemal, Talat ve hempalarıdır. Osmanlı Devleti’nin esas siyaset yolu büyük Osmanlı ricalinin tesis ettikleri siyaset yoludur ki, İngiltere ve Fransa hükümetleri ile daimi bir dostluktan ibarettir. Tarihten sabit olduğu üzere, devletimize büyük faideler temin eden bu siyasetten ayrılmaya yegane sebep, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleridir. Arap İsyanı, İttihat ve Terakki reislerine karşıdır. İsyana her Müslüman destek vermektedir ve hatta Osmanlı Padişahı dahi bu kanaattedir.750

749 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.46-49.

750 “Tehlikeler vatanı kuşatmadan evvel vaki olan ayaklanmamız meşru ve gerekliydi. Mütegallibeler elinde oyuncak olan Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldığımız takdirde devlete faydalı olacağımız muhakkak olsa, yerimizden kımıldamaz ve her türlü meşakkate tahammül ederek sabreylerdik. Fakat katiyen faide muhtemel değildir. Çünkü bizleri yürütmek istedikleri yoldan gitsek, diğer milletlerin uğradığı izmihlale bizim de düşeceğimiz katidir. Esasen bu devletin mahvına ve Anadolu ahalisinin perişanlığına sebep olan ‘İttihat ve Terakki Mütegallibesi’dir. Onlar da Enver, Cemal, Talat ve hempalarıdır. Osmanlı

199

Ali Fuat Erden, İngilizlerin isyanı yayabilmek için here türlü maddi imkanı kullandığını ve yoğun şekilde propaganda yaptığını aktarır; “Un ve pirinç denizden geliyordu. İsyan, ‘deniz’in müttefiki idi. Urbanı isyana kışkırtmak için Hicaz halkının İngilizlerin erzakıyla beslendiğine, faydanın ancak İngilizlerden geldiğine dair Urbana propaganda yapılmıştı. ‘Mukaddes topraklar’ ahalisi Büyük Britanya Devleti tarafından iaşe edilmekte idi. O Büyük Britanya ki şiddetli abluka yüzünden Lübnan’ın, çoğu Hıristiyan olan fukarası açlıktan ölürken Müslüman hicaz halkını alicenabane (!) beslemekte idi.”751

Naci Kaşif Kıcıman ise, İngilizlerin Bedevilere yönelik politikasının doğruluğuna işaret eder; “Bedevilerin Şerif’e iltihakı yahud Osmanlı Devletine sadakati, insanlığın hiçbir kısmının azade kalamayacağı ve bilhassa o güç şartlar altında daha da ehemmiyet kazanan menfaat ve bilhassa iaşe meselesinin etrafında dolaşmaya mecbur ve esas dairesinde içtimai ve iktisadî bir surette halledilmeye mahkumdu.”752 Kıcıman’a göre, Bedeviler yoğun propagandaya maruz kalmış, bunun neticesinde Osmanlı yönetimine bakışları menfî yönde değişmiştir. Hatta bu propaganda sonunda, Türk birliklerini gayrimüslim olarak görmeye başlamışlardır.753

Osmanlı Devleti aleyhinde yapılan propaganda, Medine’deki birlikler üzerinde de etkisini göstermiştir. Kıcıman isyanın gelişmesiyle, Arap neferleri arasında firarların başladığını söyler.754 Nisan 1918’de demiryolu hattının kesilmesiyle firarlar artış göstermiş, Fahrettin Paşa şöyle bir emir yayınlamak mecburiyetinde kalmıştı; “1. Ele geçirilen firariler tarafımdan verilecek emirle kurşuna dizilecektir. 2. Firariyi, firar halinde yakalayanlara onbeş, teşebbüsü ihbar ve isnat edenlere beşer, bunlara yakalayanlara da onar altın mükafat vereceğim.”755 Kıcıman ayrıca, Arap, Türk, Kürt

Devcleti’nin esas siyaset yolu büyük Osmanlı ricalinin tesis ettikleri siyaset yoludur ki, İngiltere ve Fransa hükümetleri ile daimi bir dostluktan ibarettir. Tarihten sabit olduğu üzere, devletimize büyük faideler temin eden bu siyasetten ayrılmaya yegane sebep, İttihad-ü Terakki’nin ileri gelenleridir. Evet biz bu İttihad-ü Terakki reislerine karşı kıyam ettik ve buğz-u adavet izhar eyledik… Bizim bu düşmalığımıza her Müslüman iştirak eder, hatta Hanedan-ı Saltanat dahi kalben bizimle beraberdir.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.62-64.)

751 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.178-179.

752 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.110.

753 “Bedeviler arasında Osmanlı kıtalarının -dörtyüz seneden beri temas ederek Müslüman olduklarını bildikleri halde- kuvvetli bir propaganda teşkilatıyla, Alman ve binaenaleyh kafir olduğuna dair birçok yalanlar uydurulmuş ve asiler muhtelif telkinler ile kandırılmışlardı. Cepheden ‘Nasrani’, yani Hıristiyan diye bağırıyorlardı. Bilmukabele Ezan-ı Muhammedi okunmuş ve Bedeviler de ‘Kezzab!’ yani ‘yalancı’ diye haykırarak, müezzini kurşun yağmuru altında bırakmışlardı.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.55.)

754 “Askerler arasında bulunan Arap neferlerinden bir kısmı artık birer ikişer karşı tarafa geçmek zamanı geldiğine kani oluyor, silahlarıyla ve kandırabildikleri arkadaşlarıyla asiler tarafına geçiyorlardı.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.115.)

755 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.163.

200

ve Çerkez neferleri firara teşvik eden bazı asker ve sivillerin de idam edildiğini noteder.756

e) Medine’nin Teslim Olması

Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesi’ni imzalayarak savaştan çekilmiştir. Mütarekenin 16. maddesine göre Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki bütün garnizonlar en yakın İtilaf komutanlığına teslim olacaktır. Ancak Fahrettin Paşa buna razı olmamıştır. Paşa, İstanbul’a yazdığı cevapta, Medine Kalesi’nin herhangi kaleye benzemediğini, şehrin kutsiyeti hasabiyle ‘Hilafet’ sıfatının mesnedini teşkil ettiğini ve asırlardan beri ‘Halife’ ve ‘Hakan’ namına muhafaza ve müdafaa olunan Makam-ı Mukaddes’in tahliye ve teslimi için ancak İrade-yi Seniye’ye itiaat edilebileceğini ve başka şekilde hiçbir emri kabul edemeyeceğini bildirmiştir.757 Fahrettin Paşa, mütareke koşullarına uyması konusunda kendisini ikaz için Aralık 1918’de İstanbul’dan gönderilen Yüzbaşı Ziya Bey’i de iyi karşılamamıştır.758

Bununla beraber Kuvve-yi Seferiye komuta kademesinin tamamı Fahrettin Paşa ile aynı fikirde değildir. Erkan-ı Harp Reis Vekili Emin Bey, etrafına topladığı kıtalarla Fahrettin Paşa’ya karşı bir harekete girişmiştir. Emin Bey, Ocak 1919’da bir beyanneme yayınlayarak, kıtaları Fahrettin Paşa’ya karşı itaatsizliğe teşvik etmiştir. Beyannemede; 30 Ekim 1918’de mütareke imzalandığı, hükümetin gerek telsizle, gerekse İstanbul’dan gönderilen Topçu Yüzbaşısı Ziya Bey vasıyasıyla teslim olunması konusunda talimat verdiğini, ancak Fahrettin Paşa’nın mütareke koşullarına uymayı reddettiği belirtilmiş ve Fahrettin Paşa şu sözlerle eleştirilmiştir; “Mütareke ahkamınca Medine’yi tahliye edip çkmazsak, en yakın İtilaf Kumandanına teslim olmazsak Hükümetimiz ile İtilaf Devletleri nezdinde asi olacağız. Her türlü hukuku medeniyeden iskat edilmiş olacağız… İrade-i Seniyye istemek, beyhude geçen her gün için yüz elli kişi daha öldürmek, bir maksadı gayrimeşru takip etmektir. Kumandanımız pek yiy bilir ki; bundan sonra ne irade, ne de başka bir şey gelmeyecektir. Gelse de yine inadına devam edecektir… Arap, Türk; iki hükümet, iki millet olarak bundan sonra kardeş gibi

756 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.169.

757 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.353; N.Uğurlu, Yemen…, s.188.

758 Fahrettin Paşa, Yüzbaşı Ziya Bey’e şunları söylemiştir; “Burası yalnız bir kale değil Medine’dir. Kucağında Peygamberin mukaddes türbesini taşıyan Medine-i Münevvere’dir. Onu İslam Halifesine, yüksek efendilerine karşı isyan eden küçük bir haydut şebekesine veya bir İngiliz yüzbaşısına teslim edemem.” Ziya Bey’e göre, Fahrettin Paşa “kendisine bir iradeyi seniye gönderilse dahi esir olarak Mısır’a gitmek için teslim olmayacak. İrade çıkarsa, ancak bütün asker ve silahlarıyla birlikte İstanbul’a dönmesine müsaade edildiği takdirde Medine’yi terk edecek(ti).” (Salahi Sonyel, “İngiliz Belgelerine Göre Medine Müdafii Fahrettin Paşa”, Belleten, XXXVI/143, 1972, s.351-352.)

201

yaşayacaktır. Zaten kardeş değil mi idik?.. Buradaki kardeşlerinin Hükümete dört seneden beri vazifesini kemal-i sadakatle ifa eyleyen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi fedakarlıklarının bugünkü haline merhameten dünkü haline takdiren ‘Yenbu-ul Bahri’e kadar nakil için Şerif Hazretleri develer hazırladılar. Hastalarımıza ilaçlar gönderdiler ve cümlemizin müreffehen sahile naklini düşündüler. Bundan büyük insaniyet olur mu? Bundan büyük kardeşlik olur mu?.. Kuran’ımız; Peygamberimiz, beyhude yere ölmeği men etmemiş mi? Uyanalım! Süratle karar lazım; zaman geçtükçe hayatımızın kıymeti buyur. Uyanalım arkadaşlar! ”759

Fahrettin Paşa, Mütareke hükümlerine göre İstanbul’dan verilen talimatlara rağmen teslim olmayarak, beş ay kadar daha Medine’yi müdafaa etmiştir. Ancak kıtaların büyük kısmının kendisine karşı harekete geçmesiyle Paşa’nın direnci kırılmış, Padişahın emrini bizzat tebliğ etmek üzere İstanbul’dan gönderilen Necmettin Molla, Paşa’yı ikna edebilmiştir. Komutayı Albay Necib Bey’e devreden Fahrettin Paşa, Ravza-i Mutahhara yakınında bir medresede istirahete çekilmiş ve buradan çıkmayacağını beyan etmiştir. Ancak Necib Bey ve etrafındakiler tarafından zorla şehirden çıkarılmıştır. Nitekim, Şerif Abdullah’ın kuvvetleri 13 Ocak 1919’da Medine’ye girmiş, böylece Mondros Mütarekesi’nden yetmiş iki gün sonra şehir teslim olmuştur. İngilizler tarafından esir alınan Fahrettin Paşa Mısır’a götürülmüş, altı ay Mısır’da tutulmuş, müteakiben ‘harp suçlusu’ olarak Ağustos 1919’da Malta’ya götürülerek iki yıl burada tutulmuştur.760

f) İsyana Yönelik Değerlendirme

Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası olan Araplar, XIX. yüzyıl boyunca Hristiyan azınlıklara benzer bir süreç yaşamıştır. Bu süreçte Arap seçkinler arasında bir ulus bilinci doğmuştur. Ancak bu bilinç, Hıristiyan azınlıkların aksine, siyasal eylem ve bağımsızlık isteği aşamasına ulaşmamıştır. Arap ulusçuluğu, II. Meşrutiyet’le birlikte yeni bir aşamaya girmiş, teşkilatlanmaya ve siyasileşmeye başlamış ve federalist bir program ortaya koymuştur.761 İttihat ve Terakki’nin izlediği merkeziyetçi politikalar karşında, Araplar arasında yerel özerkliği korumaya ve genişletmeye yönelik hareketler

759 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.357-362.

760 S.Yatak, “Fahreddin Paşa”, s.88; N.Uğurlu, Yemen…, s.204-220.

761 İ.Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap Milliyetçiliği”, s.1032; Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, s. 207.

202

gelişmiştir.762 Arapçılar, bölgede ıslahat yapılmasını, adem-i merkeziyetin uygulanmasını, Arapça’nın da resmi dil olmasını, yerel bürokraside daha çok Arap’ın görevlendirilmesini ve Araplara siyasî hakların verilmesini istemiştir. Aziz el-Mısrî önderliğinde 1909’da kurulan el-Kahtaniye, 1911’de Paris’te teşekkül eden el-Fetat ve 1912’de Kahire’de kurulan Hizb el-Lamerkeziyye el-İdari el-Osmani (Osmanlı İdaresi Adem-i Merkeziyet Partisi) en etkili Arap örgütleri olmuştur. Hareketin yoğun olarak hissedildiği yerler, diğer Arap bölgelerine göre daha gelişmiş olan Suriye ve Lübnan olmuştur. Ancak bu hareket, Balkan ulusçuluğu gibi etkin ve yaygın bir karakter göstermekten uzaktır.763 Arapçılık hareketi temelde, İttihatçı yönetimin merkezileştirme poltikası karşısında imtiyazlı konumlarını kaybetme korkusuyla hareket eden yerel unsurlara, Mülkiye ve Harbiye mekteplerinde okuyan Arap öğrencilere ve düşük rütbeli subaylara dayanmıştır.764

Özellikle Balkan Harbi sonrasında İmparatorluk’ta belirgin hale gelen “Türkçülük” akımı, Arap ulusçuluğuna reaksiyoner bir nitelik vermiştir.765 Türkçe’nin Arap vilâyetlerinde zorunlu hâle getirilmesi, İttihatçılara karşı “Türkçülük” suçlamalarına ve bölgede huzursuzluğa neden olmuştur. Böylece, Arap milliyetçiliği

762 A.L.Macfie, Osmanlının Son Yılları, s.102; William L. Cleveland, Modern Ortadogu Tarihi, Agora Kitaplığı, İstanbul, Haziran 2008, s.158.

763 “El-Kahtaniye grubu Avusturya-Macaristan modelini izleyerek bir çifte monarşi istiyordu. İşte bu hiç kabul görmedi, İttihatçılar komiteyi yıkıcı ve kanundışı ilan ettiler ve Aziz el-Mısri ile arkadaşları daha 1912’de Kahire’ye iltica etmek zorunda kaldılar. Bu sıralarda el-Fetat Paris’te faaliyetteydi. 1913’te onun önderliğinde Paris’te bir Milli Arap kongresi toplandı. İttihatçılar kongreyi etkisiz hale getirmek için anlaşma yolunu seçtiler ve bir temsilci grup gönderdiler. Anlaşma Arapların lehineydi. Buna göre; Arapçanın resmi dil olması, Arapların askerlik ve memuriyette belirli bir oranda istihdamı ve özellikle Arap vilayetlerinde Arapların memur olması (bizzat beş tane vilayeti Arap valiler yönetecekti), bundan başka Osmanlı kabinesinde en az üç tane Arap nazır bulunması gibi esaslar üzerinde anlaşıldı. Kuşkusuz kongre sonunda İttihatçılar bu kararları uygulama konusunda hiçbir girişimde bulunmadı ve unuttular.” (İ.Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap Milliyetçiliği”, s.1036); Bu cemiyetlerin üyeleri, Hicaz ayaklanmasına Faysal’ın yanında yer alacak, harpten sonra Suriye ve Irak’ta kurulan manda idarelerinde önemli mevkilere geleceklerdir. (Ali A. Allawi, Irak Kralı I. Faysal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016, s. 39-41.)

764 Davut Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, Vakanüvis- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Ortadoğu Özel Sayısı, s.115.

765 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s.364; Trablusgarp ve Balkan Harpleri ile İmparatorluğun güç kaybetmesi ve Orta Doğu’da büyük devletlerin gücünün artması Arap ulusçularını rahatsız ediyordu. Arap İhtilal Cemiyeti tarafından Şubat 1914’de yayınlanan bir beyannamede şöyle deniyordu; “Ey Beni Kahtan! Ey sülale-i Adnan! Uyuyor musunuz ve ne zamana kadar uyuyacaksınız?... Memleketlerinizin ecnebiye satıldığını ne vakit anlayacaksınız?... Adetleri (sayıları) sizin adetlerinizden kalil (az) olduğu halde Ermeniler, Türk devletine rağmen istiklal-i idariye nail oldular, yakında kendi işlerinin idaresinde müstakil olacaklardır…. Türkler size etmedikleri hürmeti Ermenilere etti; size vermedikleri hukuku onlara verdi! Siz şu hakikatin Ermenilerde isabetini görmediniz mi?... Türkler Rusya ve Balkan muharebelerinde münhezim olan askerlerini sizi öldürmek ve cinsiyet-i arabiyenizi mahvetmek ve sizden baki kalan kuvvet de hatime çekmek için üzerinize sevk ediyor… Ey Araplar! Kıyam ediniz, Kahtaniler! Kılıçlarınızı kınından çıkarınız! Memleketlerinizde zalim ve müstebid ve sizi tahkir eden kimseyi bırakmayınız! Size ve sizin lisanınıza, cinsinize adavet edenlerden memleketinizi tathir ediniz…”. (Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, s.226-229.)

203

siyasî nitelik kazanmıştır. Bu durum, bölgede İngilizler tarafından yürütülen Türk karşıtı propaganda için çok elverişli bir zemin yaratmıştır. Halife üzerindeki Alman etkisi arttıkça, Londra, Arap ulusçularının yeni bir hilafet kurma düşüncesine desteğini artırmıştır.766 Doğal olarak, yeni halife İngiltere’nin kontrolü altında olacaktır. Harp yıllarında Şerif Hüseyin liderliğinde gerçekleşecek isyanın tohumları bu dönemde atılmıştır.767

I. Dünya Harbi’nin başlamasıyla Arapçılık hareketi farklı bir boyuta taşınmıştır. Her ne kadar Arapların bir kısmı Osmanlı Devleti’ne ve hilâfete bağlı kalsa da, imparatorluktan ümidini kesip kendi geleceklerini belirlemek gerektiğine inanan Araplar da vardır. Savaş, Osmanlı yönetiminin Arap siyasetinde de önemli etki yapmıştır. Savaşın getirdiği olağanüstü şartlarda, ayrılıkçı hareketlerin mazur görülmesi beklenemezdi. Nitekim Cemal Paşa, ileri gelen Arap milliyetçilerine karşı sert tedbirler almaktan geri durmamıştır. Arapçılık hareketinin önemli isimlerinden on bir kişi, Fransızlarla işbirliği ve vatana ihanet ile “Arap ihtilali cemiyetlerine intisap ve ihtilale cür’et etmek” suçlamasıyla yapılan mahkeme sonucunda, Ağustos 1915’te idam edilmiştir. Bu karar, Beyrut ve Şam’daki Fransız konsolosluklarında ele geçirilen ve Arap milliyetçilerinin “Suriye, Beyrut ve Cebel-i Lübnan’ı Osmanlı idaresinden çıkararak Fransız ve İngiliz himâyesi altında ayrı bir hükümet tesisiyle Arap hilafeti teşkiline” dair belgelere dayanılarak verilmiştir. 1916 Mayıs’ında bir grup Arap milliyetçisi daha aynı suçlardan hüküm giyerek idam edilmiştir. Cemal Paşa’nın bu icraatı, hüküm giyenleri Arap milliyetçiliğinin birer kahramanı hâline getirecektir.768 Bununla beraber, Arapçılık kısıtlı bir çevrenin içinde kalmış, Hicaz’daki ayaklanma dışında, imparatorluğun son günlerine kadar Araplar arasında örgütlü ve yaygın bir hareket görülmemiştir.769

Şerif Hüseyin’in oğlu ve isyanın liderlerinden Şerif Abdullah’a göre, Hicaz İsyanı İttihat ve Terakki yönetiminin uyguladığı yanlış poltikaların bir sonucudur. İttihatcıların dar görüşlülükleri yüzünden Hilafet ve Saltanat idaresini kendilerince meşrutî bir milli hükümete çevirmeleri ve Müslüman Arap hükümranlığını Batı ruhuyla

766 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.149-150.

767 Kemal Karpat, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na Girişi”, Türk Dış Politikası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s.120; S.J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.36-37; Y.H.Bayur, Türk İnkılap Tarihi, II/3, s.208.

768 D.Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri…”, s.142-143.

769 İ.Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Arap Milliyetçiliği”, s.1036; W.L.Cleveland, Modern Ortadogu Tarihi, s.175; T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.24-25.

204

işlenmiş zorba bir yönetimle değiştirmeleri yüzünden Araplarla Turkler arasındaki bağlar kopmuştur.770

Döneme yönelik pek çok hatıratta, Arapların Osmanlı yönetimine karşı tepkili olduğu aktarılır. Von Kress, Arap halkı arasında Türk yönetimine karşı yaygın bir memnuniyetsizlik olduğunu iddia eder; “Şanlı tarih ve eski kültürleriyle mağrur olan Araplar, yabancı Türk hakimiyetine çok zor tahammül ediyorlar ve özellikle Türk unsuruyla aynı haklara uzun müddet sahip olamamış olmaları kendilerine pek ağır geliyordu. Türk hükümetinin kötü idaresi ve vergi sisteminin bozukluğu, vergilerin gittikçe ağırlaştırılması, onların bu haklardan feragat etmelerini güçleştiriyordu… Islahatçılar, -Arap istiklal hareketinin taraftarları kendilerine bu ismi veriyorlardı- öncelikle hükümet dairelerinde Arap memurlarının istihdamını, ilk ve ortaokullarda ve mahkemelerde Arap dilinin kullanılmasını, ayan meclisine, devlet şurasına, temyiz mahkemelerine ve meşihat dairesine vesaireye Arap şahsiyetlerin tayin edilmesinin istiyorlardı.”771

Von der Goltz da benzer görüşlere sahiptir. Goltz’a göre, bütün Arap milleti Türk hakimiyetine karşı nefretle doludur. Bunlarda Türklere karşı samimi yardımda bulunmak meyli pek azdır. Çok fena bir şöhret kazanmış olan sivil idarenin keyfi hareketleri, bunda başlıca etkendir.772

Falih Rıfkı Atay, Arapçılık akımının bir temeli olmadığı, ancak Türk düşmalığı ile şekillendiği kanaatindedir; “Halep'ten Aden'e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi arapsaçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.”773

Rahmi Apak’a göre, Cemal Paşa’nın emrettiği idamlar, Türklere karşı antipatiyi artırmış ve Arap askerlerden bir kısmının Osmanlı birliklerinden firarına sebep olmuştur. Cemal Paşa’nın hareketi harp hukuku bakımından doğrudur. Fakat siyaset bakımından çok feci bir hata olmuştur. Araplar, bu idam tarihini matem günü olarak benimsemişler, asılanları bağımsızlık öncüsü olarak anmışlardır.774 Fakat bu idamların, Şerif Hüseyin’i isyana ittiği iddiası şüphelidir. Zira, Şerif’in İngilizlerle temasları ve

770 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.37.

771 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s.27-28.

772 Von der Goltz, Golç Paşa’nın Hatıratı, s.153.

773 F.R.Atay, Zeytindağı, s.45.

774 “Bu adamları astıracağı yerde, harp sonuna kadar Sinop Kalesine kapamak ve böylece yapabilecekleri fenalıkları önlemek suretiyle mutedil bir isyaset kullanmak, Cemal Paşa gibi tabiatı şiddetli bir kumandanın havsalasının alamayacağı bir iş olsa gerek.” (R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.152-153.)

205

isyan hazırlıkları daha önce başlamıştır.775 Şerif Abdullah, Şerif Hüseyin’de isyan fikrinin çok daha önce, 1909 Asir isyanı776 esnasında ortaya çıktığını söyler.777

Arapçılık akımının etkisinde olan Osmanlı neferi İhsan et-Tercüman’ın idamlar konusundaki görüşleri, aynı akımın taraftarı Arap gençlerinin fikirlerini yansıtması açısından önemlidir; “Hüküm iki haftadan fazla süre önce on bir kişi Beyrut’ta idam edildi. Aynı yerde aynı sabah aynı saatte asılarak katledildiler. Hiç kimsew kalkıp kanlarını talep etmedi. Hükümet 11.000 kişiden fazlası eden 11 kişiyi katletti. Bu vatanı yüceltmeye çalıştıkları için onları idam etti. Biz burada mışıl mışıl uyurken onları Beyrut’ta öldürdüler… Karar infaz edildikten sonra hükümet sizin hain olduğunuza dair bildiri yayınladı… Evet, siz Türklere ihanet ettiniz, ama ülkenize, milletinize, halkınıza samimiyetle bağlısınız… Ben sizin hiç birinizi tanımıyorum. Hiç birinizle görüşmedim. Ama bu haberi duyunca çok üzüldüm. Allah’a emanet olun. Yapmak üzere olduğunuz planlarınız gerçekleşince ruhlarınız da bir araya gelecektir. Selam size efendiler.”778

Kuşçubaşı Eşref Bey de, Cemal Paşa’nın sert tutumunun yanlış olduğu kanatindedir. Cemal Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet otoritesinin devamını zaferlerde aramıştır. Bu zaferlerin de ancak tam bir disiplin hayatı içinde temin edileceği kanaatindedir. Nitekim, bu inancı dolayısıyladır ki Arap ayrılış hareketlerini şiddetle bastırma yolunu tutmuştur. Halbuki bütün bu hava ve mesnedlerin yaratılış ve oluşu, çok daha eskiye dayanmaktadır.779 Eşref Bey, Enver Paşa’nın da kendisiyle aynı fikirde olduğunu, ancak Cemal Paşa’ya müdahaleden çekindiğini yazar. Enver Paşa bu şiddet politikasının tamamen aleyhindedir. Fakat, Cemal Paşa’ya karşı bu fikirlerini bir hükümet kararı halinde tebliğ ve telkin etmekten de çekinmiştir. İttihad Terakki’nin ‘ekanîm-i selâsesi’ denilen Enver, Talat, Cemal Paşaların arasında derin fikir ayrılıkları olduğunda şüphe yoktur. Harbin ikinci senesinde “üç paşa” arasında bir çeşit nüfuz ve kudret taksimi yapılmış gibidir ve Suriye tamamen Cemal Paşa’nın nüfuzu altına bırakılmıştır.780

775 Emir Şekip Arslan, İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları, Klasik Yayınları, İstanbul 2005, s.191-192.

776 Şerif, Seyit el-İdrisi liderliğindeki isyanı bastırmak için Osmanlı kuvvetleriyle beraber etmiştir. Detaylı bilgi için bkz. Cabir Duysak, Osmanlı Kaynaklarına Göre Asir’de Seyyid Muhammed el-İdrisi İsyanı ve Sonuçları (1908-1918), (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2005.

777 ;“Rahmetli babamın yönetimi sırasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine yol açan en büyük fikir değişikliği, Asir savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-idrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti.” (Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.49.)

778 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.240.

779 C.Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde…, s.123.

780 C.Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde…, s.193.

206

Falih Rıfkı Atay ise, Enver ve Talat Paşa’nın, Arap siyaseti konusunda Cemal ile hemfikir olduğunu iddia eder. Cemal Paşa bir taraftan zor, bir taraftan imar ve ıslah siyasetleri kullanılarak, Araplık cereyanının durdurulacağı fikrindedir. Devletten en yüksek rütbe ve menfaatler koparıp, Osmanlı İmparatorluğu birliğini bozmaya çalışanları bir türlü affetmemiştir. İstanbul'un bu işte Cemal Paşa ile zıt gittiği ise yanlıştır. Enver ve Talat Paşalar, esasta, onunla birlik içindedir. Hiçbiri vatan hıyanetinin cezasız bırakılmasını istememiştir. Fakat, mesela Enver Paşa, Abdülhamid Zöhravi'nin, Talat Paşa, Şefik-el-Müeyyed'in bırakılması için aracılık etmişlerdir. İstanbul, sonuna kadar, Âliye davasının bir defa da Harbiye Nezareti'nde incelenmesinde ısrar etmiştir.781

Ali Fuat Erden, Suriye’de ki yargılamalarla ilgili şunları yazar; “Harbin başında Şam Fransız konsoloshanesinden müsadere edilmiş olan resmi vesikalar Fransa’nın Suriye üzerindeki emellerini ve bazı Suriye ricalinin Fransız himayesi altında Arap muhtariyeti teşkili hususunda Fransızlarla temas ve münasebetlerini ispat ediyordu. Bu vesikalar arasında Ella Merkeziye Cemiyetinin (Arap Adem-i Merkeziyet Cemiyeti) kurucularına ve azalarına ait vesikalar ele geçirilmişti.” Erden, Cemal Paşa’nın divan-ı harp yargımaları ve idamlar konusundaki sert tutumunu da aktarır; “Divan-ı Harp heyeti bunlardan üç, dördüne idam hükmü verilebileceği, diğerlerinin müebbet veya muvakkat kalebentlik yahut kürek cezalarıyla cezalandırılması kanaatinde imiş. Divan-ı Harp bu kararı doğrudan vermekten çekinmiş. Reis (Cemal Paşa’ya) arz ve istizan etmek için gelmiş. Ben, ‘Gidiniz. Arz ediniz. Yalvarınız. Eğer kabul etmezse ayaklarına kapanınız ve Paşa Hazretleri tarihin hükmünü düşününüz, deyiniz.’ dedim. Şükrü Bey (divan-ı harp reisi) gitti ve beş dakika sonra geldi. Beti benzi sararmıştı… Şükrü Bey, suçluların isimlerinin hizasına Divan- Harp heyetinin kanaatleri yazılı listeyi takdim ederek, ‘Divan-ı Harbin kanaati budur. Efendimize arz ve istizan için geldim.’ demiş. Cemal Paşa listede yazılı notlara bakmayarak suçluların isimlerinin hizasına, kendi rey ve kanaatini işaret etmiş. Bu işaret bir kelime imiş ve her suçlunun hizasına aynı kelime yazılmış. Şükrü Bey, Erkan-ı Harbiye reisinin tavsiyesi gereğince hareket etmiş. Cemal Paşa, Şükrü Bey’in başını iterek ‘Tarih kafanda paralansın!’ demiş.”782

781 F.R.Atay, Zeytindağı, s.49.

782 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.316-317.

207

Von Kress, Cemal Paşa’nın Arapları Türkleştirme gayreti içinde olduğu ve bunun büyük hata teşkil ettiği düşüncesindedir.783 Bununla beraber Cemal Paşa’nın Suriye’ye yeni geldiğinde Araplara karşı uzlaşmacı bir politika izlediğini de ekler. Cemal Paşa, 1914 senesi Kasım’ında Şam’a geldiği vakit Fransız Konsoloshanesinde ele geçirilen ve bir çok Arap eşrafını ağır surette itham ettiren evraktan istifade etmemiş, ılımlı, hoş görülü ve Arap hareketinin önderlerine şahsi tesir yaparak ve para vererek Türk ve Arap unsurları arasında bir barışma elde edebileceğini umut etmiştir. Bundan dolayı Cemal, Araplara dost bir siyaset takip etmiş ve başlangıçta özellikle tehlikeli birkaç kişiyi Kudüs’e davet ederek müzakere ile yetinmiştir.784 Nitekim Von Kress, Cemal Paşa’nın isyan hazırlığında olan Arap liderlerine karşı tavizsiz tavrını onaylar. Kress’e göre, Cemal Paşa, Arapları yumuşaklık ve iyilikle yola getirmek kazanmak konusundaki gayretleri semere vermeyince, Suriye’de bir Arap İsyanı hazırlamak için yapılan her hareketi ve denemeyi büyük bir enerji ve şiddetle bastırmış olmasından dolayı hiçbir şekilde yanlış yapmakla itham edilemez.785

İsyanın İtilaf Devletleri açısından önemine değinmek gerekirse; İngilizler, Hicaz’da başlayacak bir isyanla, Osmanlı Devleti’nin Arap tebaasını kullanarak, Suriye’deki Osmanlı kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’na taarruz etmesine engel olmak düşüncesindeydiler.786 Böyle bir isyan, Filistin ve Suriye’deki Osmanlı orduları için yeni bir cephe açılması demekti. Ayrıca İngiliz kuvvetlerine verilecek Bedevi Arap desteği, Suriye’deki Osmanlı kuvvetlerinin yenilgisini hızlandırıcaktı. Bir Arap İsyanı’nın, Osmanlı ordusu içindeki Arap askerler ve Suriye Arapları üzerinde

783 “Cemal’in Arapları Türkleştirme gayretleri ve harp maksatları bakımından bazen pek maharetsiz ve merhametsizce tatbik edilen erzak, malzemeye el koyma işi bu mukaddes şehirde pek ümitsiz bir ruhi halet ortaya çıkarmıştı.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 115.)

784 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 203; Cemal Paşa da, IV. Ordu komutanı olarak Suriye’ye geldiği dönemde Arap liderlerine karşı yumuşak bir poltika izlediğini iddia eder; “Bu vesikalar (Şam Fransız Konsolosluğunda bulunan vesikalar), Arap ihtilalcilerinin Fransız himayesi altında ve adeta Fransız hükümetinin tertip ve teşvikiyle çalışmakta olduklarını, hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmaksızın ispat ediyordu. Fakat bu hainler aleyhine hemen kanuni soruşturmaya başlamak, İslamcılık hareketinin birleştirilmesi çabamızı tehlikeye atabilirdi… Oysa yalnızca, İslam aleminin yabancı boyunduruğundan kurtulması amacıyla giriştiğimiz bu muazzam mücadele sırasında bütün İslam memleketlerinin işbirliği gerekliydi. Dolayısıyla bu vesikaları şimdilik pek gizli tutmak gerekeceğine karar verdik… kısacası pek önemli Arap eşraf ve büyüklerini tereddüt edilmeksizin suçlamaya yeterli delil ve emareleri kapsadıkları halde, belki bu Umumi Harp'in, İslam alemi için ölüm kalım mücadelesi olduğuna artık inanmışlardır da, geçmişteki canice niyet ve fiilierinden pişmanlık getirmişlerdir, değerlendirmesinde bulunarak, haklarında katiyen bir şey yapılmamasına büyük bir iyi niyetle karar vermiştim.” (Cemal Paşa, Hatırat, s.235-236.)

785 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 81-82.

786 Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de Türk Cengi, (Haz.Philip H. Stoddard, H.Basri Danışman), Arba Yayınları, İstanbul 1997, s.12.

208

yaratacağı olumsuz etki, Sina-Filistin Cephesi’nde kolay bir zaferi getirebilirdi. Böyle bir gelişmenin İngiliz askerleri üzerinde yaratacağı moral destek de küçümsenemezdi.787

İngiliz Hariciyesi, Hicaz İsyanı’ndan elde ettikleri kazanımları şöyle ifade etmiştir; Şerif ile müzakeler sonucunda umulan düzeyde Osmanlı karşıtı hareket sağlanamamış olsa da, bu propagandanın kazanımlarının çok önemli olduğunu söylemek mümkündür. Bu propagandalar sayesinde, savaşın en kritik yılında çok güçlü Müslüman etkisinin sadece tarafsızlığı sağlanmamış, aynı zamanda düşmana ciddi oranda zarar da verilmiştir. Böylece, İngiltere’nin Doğu’daki durumunu kötü hale getirmek için Müslümanlar üzerinden yapılabilecek planlar da engellenmiştir.788

Ali Fuat Erden’e göre; “Hicaz isyanı İngilizler için sevkulceyşçe en münasip zamanda yani İkinci Kanal Seferinin arefesinde vuku bul(muştu)… Cihad-ı mukaddes yapan Türk ordusuna arkadan hançer saplan(mıştı)”789 Erden’e göre İngilizler akıllıca bir siyaset ile hiç İngiliz kanı harcamadan büyük kazançlar elde etmiştir; “Hicaz için İngilizlerin kullandıkları başlıca vasıtalar şunlardı: Altın, erzak, dinamit, otomatik Levis tüfeği. Bunlar sevkülceyşi maddeler idi… İngilzler, Hicaz’da yalnız bir şeyi, tek bir şeyi mutaasıbane esirgediler: İngiliz kanı! Bir damla kan, binlerce İngiliz altınından daha değerli idi. İngilizler Hicaz darülharbinde hemen hiç İngiliz kanı akıtmadılar. Oluk gibi İngiliz altını akıttılar.”790

Cemal Paşa da, Hicaz İsyanı’nın Sina-Filistin Cephesi üzerinde çok olumsuz etkisi olduğunu ve İngilizlerin isyandan büyük fayda sağladığını kabul eder. Bir yandan Medine'nin ve diğer taraftan Medine'den Maan'a kadar olan birliklerin iaşesi, cephanesi vesairenin yetiştirilmesi için Hicaz tarafına yöneltilen kaynaklar, Sina ve Filistin'e tahsis edilmesi icap eden kaynakları yarı yarıya indirmiş ve dolayısıyla Sina Cephesi’nin istendiği kadar kuvvetli olmasına mani olmuştur.791

Ali Fuad Erden, Hicaz İsyanı’nın esasında bir Arap isyanı olmadığı kanaatindedir. İsyan, İngiliz altınları ile Şerif Hüseyin’in peşine takılan Bedevilerin haince bir hareketidir. Erden’e göre Araplar, harpte Osmanlı ordusunun saflarında savaşmışlar ve büyük oranda Hicaz İsyanı’na iştirak etmemişlerdir. Arap kıtaları Kanal Harekâtları’nda, Gazze ve Birüssebü muharebelerinde görev almış, Arap subayları büyük oranda Şerif’in çağrılarına kulak asmamıştır. Harp müddetince Suriye ve

787 Tufan Buzpınar, “Arap Milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde Gelişim Süreci”, Osmanlı II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.177.

788 Aktaran; İ.Köse, İngiliz Arşiv…, s.175.

789 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.463.

790 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II s.275.

791 Cemal Paşa, Hatıralar, s.199.

209

Filistin’de hiçbir isyan olmamıştır. İsyana katılanlar Hicaz ve güney Suriye urbanı olmuştur. Urban ise çok cahil ve fakirdir. Bunları isyana cezb ve tahrik eden saik, milliyet ve vatan hisleri ve istiklal arzusu değildir. Daha ziyade çapul cazibesi, yağma hırsı ve ümidi, İngiliz altını, İngiliz unu, İngiliz pirinç ve şekeridir.792 Erden, Medine akıncılarının isyandan iki ay önce II. Kanal Seferi’nde Osmanlı askeri ile yanyana çarpıştığını da ekler.793

Mesut Uyar ve Edward J. Erickson’un bu konudaki çalışması, Ali Fuat Erden’in fikirlerini destekler niteliktedir. Uyar ve Erickson, harp okulundan mezun olan iki devre -1903 ve 1914 devreleri- üzerinde yaptıkları çalışmada; 1903 devresinde Arap kökenli 95 subay olduğu ve bunların sadece ikisinin firar derek düşmana katıldığını, 18’inin ise Kurtuluş Savaşı’na katıldığını; 1914 C devresinde ise 75 Arap kökenli subaydan sadece birinin firar ettiğini ve 32 tanesinin Kurtuluş Savaşı’na katılarak Türkiye Cumhuriyeti ordusunda görev yaptıklarını tespit etmişlerdir.794

Cemal Paşa da harbin ilk yıllarında Arap askerlerin Osmanlı ordusunun sadık bir unsuru olduğunu, bu durumun Hicaz İsyanı ile değiştiğini yazar; “Bu 1. Kanal Seferi'ni yapmış olan Osmanlı kuvvetini teşkil eden zabitler ve erlerin gösterdiği çalışmalar ve fedakarlık cidden her türlü takdire layıktır... Arap ve Türk unsurlarından oluşan orduda en derin bir kardeşlik hissi hakim oluyor ve herkes diğerinin yükünü hafifletmek için kendisini feda etmekten çekinmiyordu. Arapların büyük kısmının Hilafet makamına karşı en derin hislerle bağlı olduklarına, bu 1. Kanal Seferi en yüce bir örnektir. Araplardan oluşan 25. Fırka ile bütün menzil teşkilatı, vazifelerini cidden canlarını ortaya koyarak yerine getirdiler. Bu his ve emel birliğini sonradan bozmuş olan Şerif Hüseyin hakkındaki öfke ve kinim hiçbir şeyle yatıştıralamayacaktır.”795

Hicaz İsyanı’yla ilgili dikkate alınması gereken husus, isyanın Şerif Hüseyin ve oğullarının İngilizlerle işbirliği halinde tertip ettikleri bir hareket olduğudur. Arap

792 “Arap kıtaları Sina Çölü’nde, Gazze’de, Birüssebü’de muharebe ettiler. Arap subayları Şerif’in çağrılarına kulak asmadılar. Harp müddetince Suriye ve Filistin’de hiçbir isyan olmadı. Hicaz ve Güney Suriye Urbanı, Hicaz isyanına katıldılar. Urban çok cahil ve fakir idiler. Kendilerini isyana cezb ve tahrik eden, milliyet ve vatan hisleri ve istiklal arzusu değildi. Belki çapul cazibesi, yağma hırsı ve ümidi idi; İngiliz altını, İngiliz unu, İngiliz pirinç ve şekeri idi.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.435.)

793 “Medine Akıncı Alayı pek cesurane harp etmiş, siperler içindeki düşmana hücum ederek düşman mevziini ve ordugahının büyük kısmını tahrip etmiş ve bir hayli İngiliz öldürmüştür. Mekke şerifi Hüseyin 1916 Haziran ayında isyan edecekti. Şerif Hüseyin isyan etmezden iki ay önce Hicaz çölünün asil çocukları, Sina Çölü’nde, Osmanlı ordusunun safları arasında İngilizlerle çarpışmış; Süveyş Kanalı önündeki İngiliz siperleri içinde, Türk askerleriyle birlikte kanlarını akıtmışlardır.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.289.)

794 M.Uyar-E.J.Erickson, Osmanlı Askeri Tarihi, s.542.

795 Cemal Paşa, Hatıralar, s.181.

210

halkının tamamı isyana taraftar olmamıştır.796 Ancak Osmanlı ordusunun Suriye ve Irak cephelerinde mağlup olması, isyanın başarıya ulaşmasında asıl amil olmuştur. İsyanın, daha ziyade urban arasında yayıldığı, hareketin merkezinde bulunan Mekke de dahil olmak üzere şehirlerde fazla taraftar bulmadığı, İngiliz istihbarat raporlarına yansımıştır.797 Şerif Hüseyin, İngilizlerin muazzam para798 ve lojistik desteğine rağmen, Osmanlılara karşı vadettiği 100 bin savaşçıyı toplayamamış, oluşturabildiği silahlı güç bunun çok altında kalmıştır. Hüseyin’in savaş alanına sürdüğü Bedevi askerlerinin sayısı 15 bini geçmemiştir.799

Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal aracılığıyla, Suriye’de ki Arap milliyetçileri ile bağlantısı olduğu bir gerçektir.800 Bununla beraber Hüseyin’in dürtülerinin, Arap milliyetçiliğiyle ne kadar bağlantılı olduğu net değildir.801 Hüseyin, isyanı, Arapçılık ideolojisi terimleriyle tanımlamamış ve Osmanlı padişahına -yani halifeye- karşı doğrudan tavır almaktan kaçınmıştır.802 Hicaz’da önemli bir Arap milliyetçiliği hareketinden de bahsedilemez. Bölgenin sosyo-ekonomik yapısı buna uygun olmadığı gibi, Arabizm hareketini sürükleyebilecek gazeteciler, ordu subayları ve aydınlar gibi kilit grupların hiçbirisi yoktur. Bir görüşe göre; Hicaz İsyanı esas olarak, ayrıcalıklarını ve özerkliklerini tehdit altında gören Haşimilerle, merkezi bir devlet yaratmak isteyen Osmanlılar arasındaki güç çatışmalarından çıkmıştır.803 İsyana katılan Arap aşiretlerinin motivasyonunu ve davranış tarzını; gasp, yağma ve gazveyi gelenekselleştiren tipik bedevi kültürü yönlendirmiştir.804 Nitekim, Hüseyin'in çağrısı Arapça konuşulan bölgelerde yaygın ve örgütlü bir karşılık bulmamıştır. Aksine, bazı Arap ileri gelenleri tarafından hainlikle suçlanmıştır.805 Bu koşullarda, Hicaz İsyanı’nın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir milliyetçi ayaklanma olarak başlayıp başlamadığı konusu tartışmaya açıktır. Bununla beraber, Osmanlı ordusunun mağlubiyetiyle isyanın genişlediği ve milliyetçi bir nitelik kazandığı öne sürülebilir.

796 İ.Köse, İngiliz Arşiv, s.25.

797 İ.Köse, İngiliz Arşiv, s.327.

798 İngilizler, isyan sürecince Şerif Hüseyin’i asker, silah ve cephane ile destekledikleri gibi, para olarak, 2.470.000 sterlin vermişlerdir. (M.Metin Hülagü, “İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddî Yardımları”, Belleten, LIX/225, 1996, s.441.)

799 T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.84.

800 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.97.

801 T. G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, s.78.

802 William L. Cleveland, Modern Ortadogu Tarihi, s.180.

803 G. Fraser, A. Mango, R. Mcnamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu s.34; D.Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri…”, s.143.

804 D.Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri…”, s.145.

805 Azmi Özcan, “Şerif Hüseyin”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXVIII, İstanbul, 2010, s.586; William L. Cleveland, Modern Ortadogu Tarihi, s.180.

211

II- Cephe Koşulları ve Lojistik Sıkıntılar

Hicaz Cephesi’ndeki muharebeler, esas olarak Mekke Şerifi Hüseyin liderliğinde isyan eden Araplara karşı verilmiştir. Mehmet Oral, bölgedeki mücadeleyle ilgili şunları aktarır; “Kendi idare ve toprağımızda bulunduğumuz halde, bir düşman arazisinde bulunup harp etmekten daha fena bir vaziyette bulunuyorduk… Bu hain Arap ve Bedeviler ise, kendi tebamız, kendi dinimiz, kendi mekteplerimizde, asırlardan beri ekmeklerimizle perverde oldukları halde, kalbimizin içeresinde bekleyen adeta bir ev hırsızı gibi gece gündüz fırsat bekliyorlar ve kahpelikle hareket ediyorlardı. Her zaman tren yolu ray demirlerinin altına tahrip kalıpları koyup, üzerinden trenin geçtiği zaman infilak edip, berhava ederek içerisinde bulunan asker, zabit, çoluk, çocuk her kim olursa olsun, kamilen feci surette telef ve şehit ediyorlardı. Bulunduğumuz arazi ve mıntıkalarımız, bulunan hattın bir başından diğer başına kadar mesafeleri pek uzak bulunduğu için 5-6 saatlik mesafelere taksim edilerek 8-10 kişilik kuvvetinde ancak bir karakol bulunuyor. Kuvvetler bu surette zayıf kalıyordu. Zira 1000 kilometre kadar uzanmış bir araziye göre askerin mevcudu kafi gelmiyordu. 8-10 kişilik kuvvetinde pek zayıf bulunan karakollara karşı düşman tarafından daima ani olarak birkaç bin kişilik kuvvetle birden gelerek esir ve telef ediyorlardı.”806

Osmanlı ordusunun kronik lojistik sıkıntısı bu cephede de kendini hissettirmiştir. Bölgenin aşırı sıcak ve kurak havası, yeterli ikmal ve ulaştırma imkanlarına sahip olmayan birlikler üzerinde yıkıcı bir etki yaratmıştır. Naci Kıcıman, askerin mücadele etmek zorunda olduğu iklimi şöyle tarfi eder. Gölgede hararet 50 derece, güneşte 70 dereceye kadar çıkmaktadır. Böyle bir güneş altında bulunmamış olanlar için bunun şiddetini takdir etmek mümkün değildir. Öyle ki insan ceketinin düğmesine dahi elini süremez. Askerin üstüne giydiği gömlek adeta ateştendir, vücudu yakar. İşte böyle bir günde güneş altında yürümek mecburiyetinde kalınırsa göz kapaklarının kapanmadığı pek acı bir surette hissedilir.807

Yedek subay olarak harbe katılan Mehmet Oral, bu koşullarda ölüm oranının çok yüksek olduğunu söyler. Temiz su temininin imkansızlığı ve şiddetli sıcağın etkisiyle birliğindeki ölüm oranı % 20’yi bulmuştur. Oral, tabur karargahının bulunduğu küçük tepenin arkasında kısa zamanda büyük bir mezarlık oluştuğunu yazar. Maan’dan Medine’ye kadar uzanan demiryolu hattı boyundaki karakollarda bulunan askerler,

806 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.136-137.

807 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.95.

212

sebzesizlikten iskorbüt hastalığına yakalanmakda, bunlar arasında da % 20 oranında ölüm olmaktadır.808

Ali Fuad Erden’de hat boyunca uzanan karakolların lojistiğinde ciddi sıkıntılar yaşandığını aktarır; “Karakollarımız yoksulluk içinde idiler. Demiryolu üzerinde su noktaları çok azdı. Karakollara lazım olan su, özel su vagonları vasıtasıyla haftada bir dağıtılırdı ve depolar içinde saklanırdı. Taze sebze ve taze yemiş nadirdi.”809 Naci Kıcıman da Erden’i doğrular; “Artık kıtalar kuvvetten düşmeğe başlamıştı. Vazife çok ağırdı. Bir karakolda ancak 7-8 asker bulunabiliyordu. Bunlar da suları ve yiyeceklerini arkalarında taşımağa ve aynı zamanda süngü başında nöbet beklemeğe mecbur idiler.”810

Yaşanan erzak sıkıntısı, birlikler üzerinde çok olumsuz etki etmiş, mevcutlar azalırken kalan askerler de günden güne takatten düşmüştür.811 Yetersiz beslenme sonucu takatten düşen kıtalarda, hastalıklar süratle yayılmıştır. Naci Kaşif Kıcıman sıtma, iskorbüt, bağırsak iltihabı ve İspanyol nezlesinin en çok görülen hastalıklar olduğunu söyler. Hastaneleri dolduran hastaların yüzde doksan, doksan beşini sıtmalar teşkil etmektedir. İlk iki sene içinde ve ‘demiryolu kapanmadan önce kıtalara muntazam kinin verildiği cihetle sıtmanın bir dereceye kadar önüne geçilmiştir. Fakat yolların kapanması ve kuşatmanın başlaması üzerine, mevcud kinin mikdarının yetersiz olması nedeniyle dağıtılan mikdar azaltılmış, bu miktrda hastalığın tedavisine yetersiz kalmıştır. Bunun neticesi olarak, erler ve subaylarda görülen vakaları yavaş yavaş müzmin bir hal almış ve mühim miktarda zayiata sebebiyet vermiştir. İskorbüt hastalığı ise, özellikle demiryolu üzerindeki askerlerde yaygın görülmüştür. Kıcıman, bir taburun ayda yaklaşık yüz elli neferini iskorbütten hastaneye gönderdiğini aktarır.812

808 “Velhasıl acı suyun fenalığı ve aynı zamanda belad-ı hareye (sıcak beldeler) ilk muvasalatımızın tesiri olarak orada askerden fazla miktarda, belki; % 15-20 nispetinde vefiyat (ölüm) vuku bulmuştu. Hatta tabur karargahının bulunduğu küçük tepenin arkasında ve şark tarafında düzde olan kumlar içerisinde biçare Anadolu ve Türk yavruları orada oldukça büyük ve yeni olarak bir mezarlık doldurmuşlardı... Maan’dan Medine’ye kadar tahminen 40 istasyon arasında, hat boyunda bulunan askerler sebzesizlikten çölde kamilen uskurbut hastalığına müptela olarak vücutları şişip bir çokları ölüyordu. Yani bu defada yine % 15-20 nispetinde böylece vefayat vuku bulmuştu.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.130, 133.)

809 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.29.

810 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.118.

811 “Her bölüğün cephesi ve vazifesi bu kadar ağır olmakla beraber her tabur haftada vasati olarak onaltı neferini hastaneye sevkediyor ve haftada ancak beş nefer tedavi olarak geri dönebiliyordu. Kıtatta yürüyüşe hiç takat kalmamıştı. Kuzeyden erzak getirecek trenlerin hareketlerini temin için cepheden odun toplamakla da bu yorgunluk iki kat olmuş ve yürüyüş kabiliyeti beher taburda vasati duruma gelmişti.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.118.)

812 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.150; “Zavallı kahramanlar seneler ve mevsimlerin sıcak ve soğuğun yıprattığı ve kaç senedir hudutlara siper yaptıkları mübarek vücutlarını ‘Cennet-ül Baki’ mezarlığının obur midesine atmak mecburiyetinde kalıyorlardı.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.227.)

213

Alay Komutanı Ahmet Nuri (Diriker) Bey ise şunları aktarır; “Alayca Gayer’de bulunduğumuz esnada iaşe hususunda çok müşkilat çektik. Zabitan ve efrad bir çok zaman deve eti, yağsız mercimek yediler. İskorpitten alay efradı hayli hastalandı. Efrada sayı ile hurma verilir, çekirdikleri toplanarak su içine konur, bir müddet sonra hayvanlara verilirdi. Birçok beygirler açlıktan kum yiyorlardı, sancılanarak ölüyorlardı.”813

Nisan 1918’de demiryolu hattının kesilmesi ile su ve erzak sıkıntısı içinden çıkılamayacak bir hal almıştır. Kıcıman, Mart 1918’de günlük erzağın 350 gram un, 1 gram çay, 10 gram şeker, 165 gram bulgur, 3 gram zeytinyağı, 15 gram kavurma olduğunu aktarır. Günlük erzak Haziran ayında 200 gram un, 325 gram hurma, 1 gram çay, 80 gram bulgur, 30 gram et kurusu ve 20 gram tuza düşmüştü. Ağustos ayında un istihkakı 100 grama, Kasım ayında 80 grama indirilmiştir.814 Mehmet Oral ise hattın kapanmasından sonra yaklaşık bir sene boyunca günde 80 gram peksimetle yaşamak zorunda kaldıklarını yazar.815 Oral, askerin açlıktan çekirge, yılan, ayı, köpek ve hatta hayvan leşi yemek zorunda kaldığını da ekler.816

Ali Fuat Erden, çekirge salatasının Hicaz karargahının tabldotuna resmen dahil olduğunu söyler.817 Kıcıman, Türk askerinin ilk başlarda çekirge yemekten imtina ettiğini, ancak Fahrettin Paşa’nın bu konudaki gayreti ile buna alıştırıldığını aktarır.818 Kıcıman, açlık nedeniyle bölge halkı tarafından insan eti yendiğine dahi şahit olmuştur.819

813 Cephelerde Bir Ömür, s.57.

814 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.151, 183, 295, 333.

815 “5-6 Nisan 1334 tarihinde tren yolu kapandı. Bilahare muhasara hattının açılmak ümidi münkati olduktan (kesildikten) birkaç ay sonra erzaklarımız tamamen tenzil edilerek efrat ve zabıtanın kamilen müsavat olmak (olarak), herkese 80 gram peksimet verilmeye başlandı. 24 saatte bir kişiye ancak 80 gram peksimet vermekle bir vücut bir insan bir sene nasıl tahammül edebilir. 80 gram peksimetle orada bir sene tahammül ve müdafaa edildi. Fakat ne çare ki elde bulunan mevcut, yüzde belki 60 kişi nispetinde açlık ve sefaletten telef oldu.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.147-148).

816 “Yalnız ölen hayvanların üzerlerinde kemik ve derilerinden başka bir şey olmayıp, ancak ciğer ve böbreklerini çıkarıp yiyorlardı. Fakat günlerce sıcağın tesirinden fazla derecede kokmuş olan bu murdar naşelerin etlerinden kim yediyse, derhal vücutları şişerek ölüyorlardı.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.152, 155.)

817 “Kumandan, subaylarla birlikte kendisi de çekirge salatası yerdi.” (A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.193.9

818 Fahrettin Paşa tarafından çekirge yemenin dinen münasip olduğu, çekirge ile yapılan yemeklerin sağlıklı ve lezzetli olduğunu açıklayan 20 Temmuz 1918 tarihli emri için bakınız; N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.180-182.

819 “Medine etrafındaki teneke kulübelerde oturan siyah tekruriler (Habeşistan’dan gelmiş bir kabile) den bir adam yeni defin olunmuş bir kadın cenazesini çıkararak kollarını, butlarını parça parça bir çuvala koymuş ve kulübesine getirirken devriyeler tarafından yakalanmış ve yapılan tahkikat neticesinde açlıktan buna mecbur olduğunu ve hatta tencere tencere pişirip çarşıda sattığını itiraf etmiş.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.118-119.)

214

İaşe meselesi, insarlar için olduğu kadar, havyanlar içinde büyük bir sorun teşkil etmiştir. Kıcaman, topçu ve süvari birlikleri ile mekkari kollarında bulunan bu değerli havyanlarının, açlıktan telef olduğunu yazar; “Atlar, beygirler, ester ve merkebler öyle bir hale geldiler ki; açlıktan kurtulmak için ‘kum’ yemeğe başladılar. Muhafızlar ve bakıcılar tarafından ne kadar men olunursa olsun bunun önüne geçilemedi. Kum yedikten bir müddet sonra hasıl olan bağırsak iltihabı neticesi olarak müthiş bir sancı başlardı. Baytarlar bu sancıları kesmek ve hayvanları kurtarmak için hiçbir vasıtaya malik değildiler. Binaenaleyh, bu hayvanlar, ölmekten başka çare kalmadığının farkına varmış gibi, sevk-i tabi ile kum yiyerek bir nevi intihara karar verirlerdi.”820

Naci Kıcıman’a göre, bütün imkansızlıklara rağmen müdafanın devam edebilmesinde, bölgede yetişen ‘hurma’ meyvesinin büyük etkisi olmuştur. Bazen tane tane piriniç pilavının içine atılmış, bazen ezilerek az miktarda un ile helva yapılmıştır. Hurmadan pekmez imal eden, sirkesini çıkaran ve hatta rakısını yapanlar dahi olmuştur. Ona göre Seferi Kuvvet, Medine müdafaasındaki şan ve şerefin büyük bir kısmını toprağın lütuf ve ihsanı olan hurmaya borçludur.821

III- Suriye, Filistin, Hicaz ve Irak Bölgelerini Konu Alan Hatıralarda Araplara Yönelik Gözlemler

Suriye, Filistin, Hicaz ve Irak cephelerine ait hatıralarda ordudaki Arap askerlere yönelik kanaatler çoğunlukla olumsuzdur. Türk komutanlar, Arap askerlerin sadakatine şüpheyle yaklaşmış ve üst komutanlıktan sıklıkla Anadolu kaynaklı Türk neferleri istemiştir. Ali Fuad Eren, 1915 yazında IV. Ordu’nun çoğunluğu Arap subay ve askerlerden oluşan zayıf kıtalardan teşkil kaldığını, bu Arap zabitleriyle ilgili şüphe uyandıran haberler alındığını yazar. Bu haberlere göre bazı Arap zabitleri, Osmanlı Devletini batmak tehlikesine maruz bir gemiye benzetmekte ve Arapların, Osmanlılarla beraber mahvolmak felaketine uğramamak için gemiyi zamanında terk etmeleri ve kendilerini kurtarmaları gerektiği yolunda propaganda yapmaktadırlar. Bunlarca yapılan planlara göre, Türk subayları bir gece içinde teker teker öldürülecek, ihtilal komitesi vaziyete hakim olacak, Suriye’nin istiklali ve harpten çekildiği ilan edilecek ve

820 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.231-232.

821 “Varımız, yoğumuz, bütün herşeyimiz ‘Hurma’ idi… Mesela; tane tane piriniç pilavının içine mi girmedi? Ezilip az miktarda un ile helva mı olmadı? Buzun içine girip dondurmaya mı dönmedi? Hurmadan pekmez imal eden, sirkesini çıkaran ve hatta rakısını yapanlar mı bulunmadı?.. Hurma olmasaydı, ne Liman Paşa’nın asla infaz olunmayan vaadleri, ne de Enver Paşa’nın daima menfi olan cevapları müdafilerin karınını doyuramayacaktı… Seferi Kuvvet, ‘Medine Müdafaası’ndaki şan ve şerefin büyük bir kısmını toprağın lütuf ve ihsanı olan hurmaya borçlu olduğunu hiçbir zaman unutmayacaktır.” (N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.196.)

215

Fransızlarla münferit sulh ve ittifak yapılacaktır. Erden, durumun nazik ve tehlikeli olduğunu, Cemal Paşa’nın doğru bir kararla şüpheli görülen Arap zabitlerini Suriye’den uzaklaştırdığını aktarır. Cemal Paşa, Enver Paşa ile görüşerek, Çanakkale Muharebeleri’ndeki zabit zayiatını telafi etmek için Suriye’den iki yüz kadar subayın Çanakkale’ye gönderilmesinin Harbiye Nezareti tarafından IV. Ordu’ya emredilmesini ve bu subaylar gittikten sonra onların yerine muhtelif ordulardan ve İstanbul’dan aynı miktarda subayın IV. Ordu’ya gönderilmesi istemiştir.822

Hasan Remzi Fertan, Arap askerlerin savaşmaya isteksiz olduğu ve her fırsatta firar ettiklerinden şikayet eder; “Şam’da alınan erat kollara bağlı olarak alaya getiriliyor ve sıkı bir inzibata karşı pek çokları firar ediyordu. Alaya verilen birkaç yüz vatansız Arap genci cepheye varmadan dağıldı. Kendi vatanlarını müdafa etmek istemeyen, memleket kaygısı, ırz ve namus şerefi bilmeyen bu Araplar ile burasının müdafa edilemeyeceği ve bu zor yükün gene elimizdeki beş on şerefli Türk çocuğunun omzuna yükleneceğine kanaat getirdik.”823

Filistin, Suriye, Irak ve Hicaz bölgeleriyle ilgili hatıralarda, buralarda yaşayan Arap halkına yönelik de çok olumsuz gözlem ve kanaatler akratılmıştır. Harp boyunca Suriye ve Filistin’in değişik bölgelerinde jandarma komutanlığı yapan Selahattin Günay hatıratında önemli tespitlerde bulunur. Günay, bölgede Türkler aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti icra edildiğini, halkın Türkler aleyhinde zehirlendiğini, Türklerin kıpkızıl kafir, katli caiz kimseler olduğuna inandırılmış olduğunu söyler.824 Ayrıca, bölgesindeki Arap aşiretleri arasında kılık değiştirmiş İngiliz ve Fransızlar gördüğünü de aktarır.825

Günay, bölgedeki genel durumu değerlendirdiğinde Cemal Paşa’nın aldığı sert tedbirleri yerinde bulur. Araplar, askerlik yapmamak ve elden geldiği kadar vergi vermemek, hükümete karşı soğuk davranmak, yabancılık göstermekle kalmayıp, okumuş tabakası da hükümet aleyhinde propagandaya girişmiştir. Kitle halinde firarlar, küçük müfrezlere taarruzlar ve cinayetler o derece artmıştır ki sert tedbirler almak kaçnılmaz olmuştur.826 Ancak alınan tedbirler yeterli olmamıştır. Günay’a göre harbin son

822 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.93-94.

823 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.77.

824 Salahattin Günay, Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk? Suriye ve Filistin Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s.51.

825 ;“Arap içinde çok yabancı vardı. Bunlar kimlerdi ve niçin gelmişlerdi? Kimi Fransızca ve kimisi İngilizce konuşuyor…” (S.Günay, Bizi Kimlere Bırakıp…, s.87.)

826 S.Günay, Bizi Kimlere Bırakıp…, s.21-22.

216

yıllarında osmanlı ordusunun Suriye içinde geri çekilmesiyle, isyancı Arapların tavırları daha da olumsuz bir hal almıştır.827

Irak Cephesi’nde görev yapan Mehmet Sinan Özgen’e göre, İngiliz propagandası işe yaramış ve Arap halkı Türkler aleyhine çevrilmiştir; “Şunu da söylemek icap eder ki harp başlayalıdan beri İngilizler gerek para sayesinde ve gerek hususi yetiştirdikleri propaganda ajanları vasıtasıyla Hicaz, Yemen, Kudüs, Şam, Beyrut hatta Halep, Basra, Bağdat, Musul topraklarında yaşayan bütün Arap milleti arasında halkın düşüncesini aleyhimize çevirmek için geceli gündüzlü uğraşmış ve bunda da mühim derecede muvaffak olmuşlardı. Bunun üzerine Araplar İngilizlere ciddi yardımlarda bulunmuş ve asırlarca devam eden dini kültürel bağları kısa menfaatler karşılığında Türk düşmanı birer asi olmuşlardı.”828

Ali İhsan Sabis, aşiretlerin paraya olan düşkünlüğünü ve sadakatsizliğini vurgular. Aşiretlere Müslümanlığa, din kardeşliğine, cihat ilanına hiçbir önem vermemekte ve Osmanlı Devleti’ne yabancı bir devlet gibi bakmaktadır. Nitekim, hangi tarafı kuvvetli ve parasını çok görürlerse o tarafa iltihak etmekte, çapul ve yağma için kavgaya iştirak etmektediler. Daha harbin başında, Aralık 1914’de Kurna Muharebesi’nde bazı aşiretlerin İngilizlerle beraber Osmanlı kuvvetlerine karşı taarruz ettiğini vurgular.829

Çanakkale, Irak ve İran Cephelerinde harbe katılan Abidin Ege şunları söyler; “Offf bu kum çölleri, bu Arap diyarı, ne kadar Türk kanı emdi. Ne civanlar, ne zinde ve kıymetli vücutlar yedi. Daha neler, ne Türk gençleri bu topraklar üzerinde heder olacak. Buna karşılık Araplardan gördüğümüz ne? Her gün kısım kısım İngilizlere firar, yahut kafilelerimize taarruz, erzak kollarımıza hücum! İşte en alçak nankörler.”830

1917 sonunda Filistin Cephesi’ne gelen İbrahim Arıkan, Türk askerinin Araplara yönelik olumsuz duygularını şöyle aktarır; “İstanbul, Çanakkale ve Galiçya’da geçirmiş olduğumuz askerlik hayatını, bir de Arabistan’da insan gücünün tahammül edemeyeceği mahrumiyeti biraraya getirip gözümüzün önünde bir tablo halinde canlandırdığımız takdirde, bu tablodan meydana gelen düşünce ve muhakeme hiç şüphesiz ki bizi haklı olarak Arap fellahlarına karşı lanet ve nefret nazarı ile bakmaya sevk ediyordu. Bu memleket halkında vatanperverlik yoktu. Bilhassa Türk askerine karşı

827 “Gün geçtikçe şımarıklık artıyordu. İngiliz altınları tesirini gösteriyordu. Geceleri benim bulunduğumun burcun odasına mavzerle ateş ediliyor, isabet eden kurşunlardan taşlar kopuyordu.” (S.Günay, Bizi Kimlere Bırakıp…, s.106.)

828 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.111.

829 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım 1I, s.396.

830 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.459.

217

sammiyet yoktu, medeniyet yoktu, ekmek yoktu, hava yoktu, su yoktu ve hiçbir şey yoktu… Acaba bu vatansız İngiliz uşakları için mi can veriyorduk.”831

Hatıralarda, Arap aşiretlerinin düşmanca davranışları sıklıkla vurgulanır. Taşköprülü Mehmet Efendi, Eylül 1915’de Kutü’l-Amâre’den geri çekilme esnasında şahit olduklarını şöyle yazar. Civarda bulunan vahşi aşiretler tarafından dağınık erlerin ellerinden silahları alınmakta, neferler soyulmakta, hatta öldürülmektedir. Aşiretlerin saldırıları sonucu neredeyse tümeninin dağılacağını, buna karşı aşiretlerin köylerini topa tuttuklarını söyler. Taşköprülü Mehmet Efendi’ye göre, geçtikleri arazi adeta düşman arazisi gibidir.832

Halit Akmansü de833, Irak Cephesi’nde İngiliz taarruzu karşısında geri çekilen birliğine civardaki Arap köylerinden ateş açıldığını, bedevilerin taarruzlarına maruz kaldıklarını aktarır.834 Akmansü Bağdat’tan geri çekilirken şunları düşündüğünü yazar; “Fırkam Bağdat köprüsünden Dicle’nin batısına geçti. Biz geçerken kahvehanelerde ahali nargile içiyorlardı ve adeta (Aptal Türkler, buralarda ne işiniz var? Neden bu uzak yerler için beyhude kan döküyorsunuz?) diye istihfafkar nazarlar atfediyorlardı. Fırkamda muharip bir tek Iraklı nefer yoktu. Hepsi Türk’tü. Yerliler nargile içiyorlardı. İçimden evvela şu keratalara topları çevireyim, demiştim. Zamanın yanlış siyaseti Türk neslini Yemen’de şurada burada ifna etmiştir. Yazık o beyhude akan kanlara.”835

Hicaz Cephesi’nde görev yapan Naci Kıcıman ise, Arap isyancıların Hicaz demiryolu hattına yaptığı saldırıları üzüntüyüle aktarır; “25 Eylül’de (1917) Tebük civarında ‘Ramlat’ istasyona ilerisinde asiler tarafından demiryoluna konulmuş bulunan bombalar, mücahidlerin treni geçerken ikinci lokomotiv altında patlamış ve

831 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.220; Filistin Cephesi’nde görev alan süvari zabiti Mehmet Seyfettin Çalbatur da benzer düşüncelere sahiptir; “Anadolu Türk’ü Müslümanlık uğruna, kendi kanunlarını bilmeyen, hatta tanımayan bu insanlar uğruna ölüyorlardı. Bu uçsuz bucaksız Arap illerinde Arabistan için toprağa seriliyorlardı. İşte Amman’a ikinci defa girdiğim bu gurbet akşamında, garipliğin bu en acı düşünceleri ile üzgündüm ve mahzundum.” (M.Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral…”, s.17.)

832 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.20-21.

833 Halit Akmansü (1884-1953): 1906’da Harp Okulu’ndan, 1909 yılında yılında Harp Akademisi’nden mezun oldu. I. Dünya Harbi’nde, 1915 yılından harbin sonuna kadar Irak Cephesi’nde Tümen Komutanlığı ve karargah subaylığı görevlerinde bulundu. İstiklal Harbin’de Tümen Komutanlığı yaptı. Cumhuriyet döneminde milletvekili olarak mecliste bulundu. 1929 tarihinde emekli oldu.

834 “Çekilmeler sırasında bütün ordu ağırlığı ve diğer eşyalar Arapların eline geçmişti. Hur denilen gölümsü su birikintisi içinden dizi halinde geçildiği esnada civar Arap köylerinden askerlerimize ateş açılmış, ayrıca içine daldıkları büyük tarlalarda yer yer bedevilerin taarruzuna uğranmıştı” (Rahmi Çiçek, “Dadaylı Halit Akmansü’nün Irak Cephesİ, Musul’un İşgali ve VI. Ordunun Lağvına Dair Hatıraları”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2016, s.614.)

835 R.Çiçek, “Dadaylı Halit Akmansü’nün …”, s.616-617.

218

bedeviler tarafından etrafa yerleştirilen makineli tüfeklerle kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar üzerine müthiş bir kurşun yağmuru yağdırarak yirmi iki kişi şehid edilmiş, elli üç kişi yaralanmış ve trende mevcud bütün eşya asiler tarafından yağma edilerek genç kızlar ve kadınlar dağlara kaldırılmıştı.”836

Hüseyin Fehmi Genişol, Irak Cephesi’nde Şubat 1918’de İngiliz taarruzu üzerine çekilirken gördüklerini şöyle not eder; “Düşmanın sol tarafından ve Sehliye’nin de solundan geçtim. Bu köydeki menzil ve nokta karargahının alevler içinde yandığını gördüm. Arapların müthiş bir sevinçle askere ait eşyayı yağma ettiklerini gördüm.”837 Mayıs 1920’de Basra’da ki İngiliz esir kampından firar eden Mehmet Sinan Özgen de bir kısım Araplardan önemli yardımlar görürken, diğer taraftan yolda Arap kabileleri tarafından saldırıya uğradıklarını ve soyuldukları aktarır.838

Filistin Cephesi’nde Tümen Komutanlığı yapan Hans Ghur, Eylül 1918’de Nablus Muharebesi esnasında geri çekilirken şahit olduklarını şöyle aktarır; “Artık Arapların asıl isyan bölgesinden geçiyorduk. Bundan böyle haydutça baskınlarını beklememiz gerekiyordu. Bu alçakların namussuzluklarını kısa süre sonra kendi gözlerimizle gördük: Tabanları yarılmış veya kulakları kesilmiş çırılçıplak Türk cesetleri yol kenarına dizilmişti, biraz ötede bacaklarındaki ağır yaralarla hala hayatta olan biri vardı, onun yakınında ise diz kapakları kesilerek çıkarılmış bir Türk subayı yatıyordu. Her ikisini de mekkarelere bindirip yanımıza aldık. Yolda ortalık karanlıkken, yaklaşık 1,5 km. uzaktaki bir Arap köyünden ateşe tutulduk. Başımızın üstünden birçok topçu salvosu geçti... iki top arkamızdan uzun müddet ateş etti.”839 Guhr, Şam da yaşadıklarını ise şöyle not eder; “Burada şiddetli bir sokak muharebesi yapılıyor, birçok pencereden ateş ediliyor, sokağa taşlar ve kalaslar atılıyordu. Çığlıklar atan kadınlar düz damların üstünde dikilmiş ve koşuşturmakta olan askerlerin üzerine kızgın yağ döküyorlardı. Sokaklarda biteviye kurşunlar uçuşuyordu.”840

İsmet (İnönü) Bey de Şam’ı benzer şekilde tarif eder; “Bu ricatlar esnasında kıtasını kaybeden veya dermansızlığından geride kalan münferit askerlerin halktan gördükleri muameleler yürekler acısıdır...3. Kolordu bir defa daha arkası kesilmiş, hem bu sefer düşmanlı galeyanı ve taşkın tecavüzler sarhoşluğu içinde bulunan bir halk tarafından yolumuz kesilmişti… Askeri hayatımda bir de burada Şam bahçelerinden

836 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.99.

837 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.62

838 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.162.

839 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.215-216.

840 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.220.

219

ateş içinde geçerken, herkesin yorgunluktan bitkin ve umutsuz olduğu bir manzara karşısında bulunuyordum…”841

Abidin Ege, Mütareke sonrasında Musul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi karşısında duyduğu üzüntüyü şöyle aktarır; “Sabahleyin saat 08.30’da bir İngiliz subayı beraberinde beş İngiliz neferi gelerek doğru hükümete girdiler ve kimseye bir şey sormaya ve söylemeye lüzum görmeyerek hükümette bulunan Osmanlı sancağını indirip onun yerine İngiliz bandırasını çektiler… Hükümete bir bölük muhafız göndererek kapısına da bir süngülü nöbetçi diktiler. Artık keder ve üzüntü hepimizi istila etmişti. Şu tahammül edilemez hallerden fevkalade mahzunum. Harbin son dakikalarında bu karanlık günleri de gördük. Civarda ve yollarda aşiretlerin çeşitli birliklerimize taarruzları devam ediyor. Musul ahalisi sevinçli ve gülüyor. Çünkü arzularının tecellisine şahit oluyorlar.”842

Araplara yönelik olumsuz düşünceler Türklere has değildir. İngiliz Generali Charles Townshed, Irak bölgesinde Araplarla ilgili çok olumsuz kanaatler edinmiştir; “Irak’taki harekâtlarım boyunca Arapların merhametsiz ve korkak bir düzenbaz olduğunu hep gördüm. Kurna muharebesinden sonra El-Amare istikametindeki takibim esnasında neler yaptıkları, her tarafta Türk askerlerini nasıl öldürdüklerini hatırlayın. Araplar hangi taraf galipse hemen o tarafa yönelir. Türkler onlara nasıl davranacaklarını iyi biliyorlar, hemen icaplarına bakıyorlar.”843

Şükrü Kanatlı ise, Kutü’l-Amâre’yi teslim alırken yaşadığı bir olayı şöyle aktarır; “3 ncü Alay 3 ncü Bölük önce, daha sonra da taburun diğer bölümü yürüyüş kolunda ve alay komutanıyla birlikte Kutü’l-amare’ye girdi. Yerli Araplar Alay Komutanımızın ve subaylarımızın üzengilerini öpüyorlardı. Alay Komutanının beraberindeki İngiliz subay ‘Biz de girerken bunlar bize de böyle yapmışlardı’ demiştir.”844

Araplara yönelik olumsuz kanaatler cepheyle sınırlı kalmamıştır. Esir kamplarında da menfi olaylar yaşanmıştır. Esir kamplarında Arap subaylar ile Türk subaylar arasında çoğunlukla tansiyonun yüksek olduğu görülür.845 Sibirya’da esir kampında tutulan Faik Tonguç, Osmanlı ordusu içindeki Arapların, en azından bir kısmının, bakış açısını şöyle aktarır; “Akşamdan sonra koğuş içinde bir gürültü patırtı

841 İ.İnönü, Hatıralar, s.133-134.

842 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.605.

843 C.V.F.Townshend, Mezopotamya Seferim, s.315.

844 Ş.Kanatlı, Irak Muharebelerinde…, s.27.

845 Yücel Yanikdağ, “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22”, Journal of Contemporary History, 34/1, (January-1999), s.74.

220

yükseldi. Her kafadan bir ses çıkıyor, iki partiye ayrılmış efendiler birbirlerine ağır hakaretler sarf etmekten çekinmiyorlardı. Sopa, yumruk düellosuna ramak kaldı. Mesele şuymuş: İngilizler, Arabistan’da kullanmak üzere Türk esirleri arasında bulunan Arap subaylarını istemişler, bir kaçı hariç bütün Araplar bu listeye yazılmışlar. Bunun üzerine Türk gençleri galeyana gelerek bu küstahlara lazım gelen dersi verdiler, bayağı ruhlu insanlara hakaret yağdırdılar. Bu hainler, mensup oldukları Arap milleti, her konuda Anadolu Türkünden fazla bir refah içinde yaşadığı halde, Türklüğe olan kinlerini açığa vurarak, dünkü silah arkadaşlarına karşı savaşmak üzere ayrılmak aşağılığında bulunuyorlar, bu kin ve hislerini düşman diyarında da ilan etmek küstahlığından çekinmiyorlardı.” Tonguç, bu planının gerçekleşmediğini memnuniyetle aktarır.846 Tonguç’un esaret arkadaşı Mustafa Fevzi Taşer de, aynı olaydan esefle bahseder.847

Aynı bölgede esir tutulan Ziya Yergök de benzer gözlemler aktarır; “Mekke Şerifi Hüseyin’in düşman tarafına geçmesi ile başlayan Arap ihtilali, esir Arap subaylarını canlandırdı. Bunlar Ruslara ‘Biz de sizlerdeniz. Bizlere esir muamelesi yapmayın.’ diye iddia edip dilekte bulundular. Yeni hükümet bu iddiayı dinledi ve Arapları serbest bıraktı. Bunlar şehirde serbest dolaşmakla kalmayıp kaçma teşebbüsünde bulunan Osmanlı subaylarını ihbar edip yakalatarak esirlikten esirliğe sürüklenmelerine, genel hapishanelere gönderilmelerine neden oldular.”848

Bu politika Rusya’da ki esir kamplarına has değildir. Taşköprülü Mehmet Efendi, İngiliz esir kamplarında Türklerle Arapları birbirinden ayırmaya yönelik özel çaba gösterildiği söyler. Arap ve Türk zabitleri ayrılarak araya tel örgüsü çekilmiştir. Ayrıca, Arap er ve zabitlerine siyah keffiye, Türklere ise kırmızı keffiye verilerek giyim kuşamda dahi ayrıma gidilmiştir.849 İngilizlerin gayretleri bununla sınırlı kalmamış, Türk ve Kürt neferleri ayırmak içinde çaba harcanmıştır. Kürt erleri Türk erlerinden ayırmak istemişler, ancak Kürtler neferler Türk arkadaşlarından ayrılmayacaklarını kamp komutanına bildirerek buna karşı koymuşlardır.850

1916 sonundan 1920 başına kadar Hindistan Bellary esir kampında kalan Yarbay Hasan Yetimi tarafından hazırlanan raporda da bu konudan bahsedilmiştir. Mekke Şerifi Hüseyin’in Osmanlı hükümetine başkaldırdığı ve İngilizlerle işbirliğine katıldığı

846 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.209-210.

847 Cepheden Cepheye…, s.52-53.

848 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.180.

849 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.72.

850 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.82.

221

tarihten başlayarak, subay ve erleri Şerif ordusuna göndermek için tercümanlar aracılığıyla propaganda faaliyetine başlanmıştır. Kürt ve Arap subaylar başka pavyonlara yerleştirerek bunların Türk subaylarıyla teması engellenmiş, Arap subaylar Ermeni tercümanlar aracılığıyla Şerif kuvvetlerine katılmaya teşvik edilmiştir. Bunun neticesi olarak on beş kadar subay ikna edilerek 1916 sonunda Şerif Hüseyin kuvvetlerine katılmak üzere kamptan ayrılmıştır. Yetimi, 1918 senesi başında da bir grup Arap subayın bu maksatla kamptan ayrıldığını belirtir.851

Şerif Abdullah da, esir kamplarındaki Arap kökenli askerlerin bir kısmının kamplardan alınarak isyancıların saflarına katıldığını doğrular; “Rabiğ’deki Emir Ali’nin yanında bazı Arap subayları ve askerler vardı. Yeni yöntemlere uygun olarak düzenli askerlik eğitimi almış olan bu askerler, bize karşı çarpışırken esir alınmışlardı. Daha sonra götürüldükleri İngiliz kamplarında, Arap Ayaklanması saflarına katılmak istediklerini soylediler. Bunların birçoğu bize katılınca Rabiğ’de hatırı sayılır bir düzenli kuvvet oluşturuldu.”852

Bununla beraber bazı aşiret reislerinin Osmanlı Devleti’ne sadık kaldığı, harp boyunca orduya destek verdiği de aktarılmıştır. Rahmi Apak, Irak Cephesi’nde bazı aşiretlerin mahalli garnizonlara yardıma koştuğunu, bilhassa Uceymi Paşa adlı bir Sünnî aşiret reisinin “milyonlar değerindeki topraklarını koyun sürülerini feda ederek son zamana kadar Türklerle birlikte çalış(tığını)” not eder.853 Mehmet Oral, özellikle Hicaz’da muhasara altında kaldıkları dönemde bazı dost kabilelerin, erzak temininde önemli yardımları olduğunu yazar.854

Arap askerlere ve Arap nüfusa yönelik kannatlerin büyük oranda olumsuz olduğu açıktır. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, hatıraların büyük oranda harpten sonra yazıldığıdır. Yaşananlar kaleme alındığı dönemde İmparatorluk dağılmış, yeni devletler ortaya çıkmıştır. I. Dünya Harbi’ne yönelik genel kabul olan “Araplar bizi arkamızdan vurdu!” söyleminin hakim olduğu bir ortamda olumsuz yargılar ön plana çıkmıştır.855 Yani yaşananlar, kollektif hafızanın etkisi altında yeniden hatırlanmış ve yorumlanmıştır.

851 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.104-105.

852 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden…, s.117.

853 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.134.

854 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.132-133, 150-151.

855 Cumhuriyet devrinde Araplara yönelik bakış açısının nasıl şekillendiğine dair bir tartışma için bkz. M. Talha Çiçek, “Erken Cumhuriyet Dönemi Ders Kitapları Çerçevesinde Türk Ulus Kimliği İnşası ve “Arap İhaneti” ”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 17/32, s.169-188.

222

Bu durum, Arap nüfusun bir kısmının, çoğunlukla aşiret bağları içinde, Osmanlı Devleti’ne isyan ettiği, düşmanlarıyla iş birliği yaptığı ve Türk askerine vahşi saldırılar gerçekleştirdiği gerçeğini değiştirmez. Ancak isyan eden Arap nüfusun ne oranda milliyetçi bir dürtüyle harekete geçtiği tartışma götürür. Arap elitleri arasında yayılan Arap milliyetçiliği ideolojisinin halk kitlelerine ne kadar nüfus ettiği açık değildir. Bu coğrafyanın hakim sosyolojik gerçekliği, milliyetçilikten ziyade aşiret olgusuna dayanmaktadır. İsyancıların tercih ve hareketlerini belirleyen temel faktörler de aşiret bağları ve gelenekleri olmuştur. Türk askerine yönelik saldırılırı da, toplu halk hareketlerinden ziyade tipik bedevi kültüründen gelen gasp, yağma ve akınlar teşkil etmiştir. Nitekim bu geleneğe uygun şekilde aşiretlerin hem İngiliz hem Osmanlı olmak üzere iki tarafa da yöneldikleri, bazılarının duruma göre saf değiştirdiği, güçlünün yanına geçtikleri, zayıf düşenleri arkasından vurdukları, yağmaladıkları sıklıkla zikredilmiştir.856 Bu gerçekler ışığında hatıralarda yargılananın Arap milliyetçiliği mi, yoksa aşiret bağları içinde ortaya çıkan vahşet eylemleri mi olduğu tartışmaya açıktır.

IV- Değerlendirme

Hicaz İsyanı’na giden süreç henüz savaştan önce başlamış ve savaş yıllarında olgunlaşmıştır. İsyan, Şerif Hüseyin ve oğullarının İngilizlerle işbirliği halinde tertip ettikleri bir hareket olmuştur. Arap halkının tamamı isyana taraftar olmamış, ancak Osmanlı ordusunun Suriye ve Irak cephelerinde mağlup olması, isyanın başarıya ulaşmasını sağlamıştır. Hicaz İsyanı’nın milliyetçilik temelinde gelişip gelişmediği tartışmaya açıktır. Zira isyanın başladığı Hicaz bölgesi sosyo-ekonomik açıdan milliyetçi bir hareketin yayılmasına uygun değildir. Şerif taraftarlarının ne derece milliyetçi bir dürtüyle hareket ettikleri de açık değildir. Nitekim isyan, Osmanlı ordusunun 1918’deki bozgununa kadar Suriye bölgesinde gelişme gösterememiştir. Bu koşullarda, Hicaz İsyanı’nın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı milliyetçi bir ayaklanma olarak başlayıp başlamadığı konusu net değildir. Bununla beraber, Osmanlı ordusunun mağlubiyetiyle isyanın genişlediği ve milliyetçi bir nitelik kazandığı öne sürülebilir.

Hatıralarda vurgulanan ortak olan bir yargı, Arap halkının Osmanlı Devleti aleyhinde ve İngiltere lehinde yoğun bir propagandaya tabi tutulduğudur. Bu propaganda, İngiliz altınıyla birleşerek, istenen sonucu vermiştir.

856 Ahmet Özcan, “Unutulan Cephede Unutulmayan Hatıralar: Irak ve Kutü’l-Amâre Hatıraları Üzerine Bir Deneme”, Kûtü’l-Amâre Zaferi’nin 100. Yılı Münasebetiyle I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Uluslararası Sempozyumu (28-29 Nisan 2016, Mardin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2016, s.48-49.

223

Osmanlı ordusunun kronik problemi olan yetersiz iaşe bu cephede de kendini hissettirmiştir. Bölgenin aşırı sıcak ve kurak havası, yeterli ikmal ve ulaştırma imkanlarına sahip olmayan birlikler üzerinde yıkıcı bir etki yaratmıştır. Erzak sıkıntısı, birlikler üzerinde çok olumsuz etki etmiş, mevcutlar azalırken kalan askerler de günden güne takatten düşmüştür. Özellike demiryolu hattı boyunca uzanan karakolların lojistiği büyük problem yaratmıştır. Yetersiz beslenme sonucu takatten düşen kıtalarda, hastalıklar süratle yayılmış; sıtma, iskorbüt, bağırsak iltihabı ve İspanyol nezlesi neicesinde pek çok asker hayatını kaybetmiştir.

Filistin, Suriye, Hicaz ve Irak bölgelerini konu alan hatıralarda gerek Osmanlı ordusundaki Arap askerlere, gerekse bu bölgelerde yaşayan Arap halkına yönelik çok olumsuz gözlem ve kanaatler akratılmıştır. Ordudaki Arap askerlerin sadakatine şüpheyle yaklaşılmış, bu askerler arasında firarların sıklıkla görülmesi nedeniyle birlikler için Anadolu kaynaklı Türk neferleri talep edilmiştir. Arap aşiretlerinin düşmanca davranışlara, Osmanlı askerine saldırıları ve sergiledikleri vahşet sıklıkla vurgulanır. İngiliz ve Alman subayları da benzer gözlemler aktarmıştır. Araplara yönelik olumsuz gözlemler cepheyle sınırlı kalmamış, esir kamplarında da Türk subayları ile Arap subayları arasında menfi olaylar yaşanmıştır. Buna karşın bazı aşiret reislerinin Osmanlı Devleti’ne sadık kaldığı, harp boyunca orduya destek verdiği de vurgulanmıştır. Büyük oranda harpten sonra kaleme alınan hatıralarda kolektif hafızanın etki derecesi ve “Araplar bizi arkamızdan vurdu!” yargısının ne ölçüde etkili olduğu tartışmaya açıktır. Bununla beraber, Arap nüfusun bir kısmının, çoğunlukla aşiret bağları içinde, Osmanlı Devleti’ne isyan ettiği, düşmanlar iş birliği yaptığı ve Türk askerine vahşi saldırılar gerçekleştirdiği gerçeği tartışma götürmez.

E- HATIRALARDA AVRUPA CEPHELERİ

I- Osmanlı Birliklerinin Avrupa Cephelerine Gönderilmesi

Osmanlı birliklerinin Avrupa cephelerine gönderilmesi fikri 1916 yazında Alman Genelkurmay Başkanı Falkenhayn tarafından ortaya atılmıştır. Galiçya Cephesi’nde Haziran 1916’da başlayan Rus taarruzu süratle ilerlemiş, Avusturya-Macaristan birliklerini 100 kilometre kadar püskürterek Karpat Dağları’nın güneyine çekilmeye mecbur etmiştir.857 Aynı dönemde Batı Cephesi’nde Somme ve Verdun

857 Hülya Toker, Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi: 15. Kolordunun Harekâtı, Genelkurmay Personel Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara 2016, s. 23.

224

muharebeleri nedeniyle sıkışık durumda olan Almanya, Doğu Cephesi’ndeki tehlikeyi giderebilmek için Osmanlı Devleti’nden kuvvet talep etmiştir. Falkenhayn’a göre; Çanakkale Muharebeleri’nden zaferle çıkmış olan ve halen Trakya’da yoğunlaşmış bulunan Türk birlikleri Avrupa cephelerinde kullanılabilirdi.858 Bu teklif Enver Paşa tarafından uygun görülmüş ve XV. Kolordu, 1916 Temmuz ayında Galiçya’ya hareket etmiştir. XV. Kolordu Eylül 1917’ye kadar bu cephede kalmış, Alman komutası altında Rus birliklerine karşı zorlu muharebelere katılmıştır.859

Osmanlı askerinin Avrupa’da muharebe ettiği diğer cephe ise Romanya Cephesi’dir. Harbin ilk iki yılında tarafsız kalan Romanya, Ağustos 1916’da İtilaf bloğu yanında savaşa girmiştir. Romanya’ya karşı teşkil edilen İttifak kuvvetine Osmanlı ordusunun VI. Kolordusu da dahil olmuştur. VI. Kolordu Eylül 1916’da cepheye gelerek Alman Generali Mackensen’in komuta ettiği III. Ordu’ya katılmıştır. Osmanlı birlikleri, Nisan 1918’e kadar Romanya cephesinde muharebelere katılmış, müteakiben geri dönmüştür.860 Bunlara ilave olarak XX. Osmanlı Kolordusu Eylül 1916-Mart 1917 arasında Makedonya Cephesi’nde görev almıştır. XX. Kolordu, İtilaf devletleri tarafından Selanik’e çıkartılan kuvvetlere karşı Bulgar ordusu tarafından yürütülen harekâta destek vermiştir.861

Osmanlı birliklerinin Avrupa cephelerinde kullanılması çok tartışılan bir konu olmuştur. Üç kolorduluk önemli bir kuvvetin, çok ihtiyaç duyulan Osmanlı cephelerinde kullanılmayarak müttefik savaş çabası için Avrupa’y gönderilmesi sıklıkla eleştirilmiştir. Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, 1921’de Moskova’da Enver Paşa ile yaptığı görüşmede Avrupa cephelerine birlik gönderilmesi konusunu açmış ve en güzide zabit ve askerlerden müteşekkil üç kolordunun Galiçya, Romanya ve Makedonya’ya neden göderdildiğini sormuştur. Buna cevaben Enver Paşa şunları söylemiştir; “Almanya bizi iknaya çalışıyordu ve diyordu ki: ‘Alman kıtalarını büyük mikyasta Avusturya’da, Romanya ve Makedonya’da kullanmaya mecbur olursam, artık bir daha inisiyatifi ele alıp Fransız cephesindeki kat’i neticeli bir muharebe veremem. Mümkün olduğu kadar Avusturya ve Bulgarlara yardım etmeniz lazımdır ki, ben Fransız cephesinde inisiyatifi ele alacak kadar kuvvet toplayabileyim.”862

858 E.v.Falkenhayn, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya, s.161.

859 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.197-201.

860 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.202-208.

861 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.209-210.

862 A.F.Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.78; Alman Mareşali Hindenburg, Enver için şunları söyler; “O kadar büyük ve güç olan ortak davamızda bu Türk’ün bağlılığı sonsuzdu.” Enver’in, Türk cephelerinde çok ihtiyaç duyulan tümenleri Avrupa’ya gönderme teklifi hakkında yorumu şöyledir; “…

225

Von Sanders’e göre, Türk birliklerinin Galiçya ve Makedonya cephelerine gönderilmesi başından itibaren yanlıştır. Bu kaygısını, 1916 yazında Kayzer’in Askeri Kabinesi’nin başkanına yazılı olarak bildirmiştir. Sanders’e göre, 1916 yılındaki genel durum doğru bir şekilde değerlendirildiğinde, Osmanlı Devleti artık kendi topraklarını ve sınırlarını koruyacak durumda değildir. General, Türk ordusunun Kafkas, Irak ve Filistin cephelerinde kendinden üstün düşmanlara karşı savaşırken, aynı zamanda Avrupa cephelerindeki yükü kaldıramayacağı görüşündedir. Bununla beraber Romanya Cephesi’ne asker gönderilmesi ise makul bulur.863

Joseph Pomiankowski de aynı düşüncecedir. Von Sanders’in, Osmanlı birliklerinin Avrupa savaş alanlarına sevk edilmesine karşı kaygılarını ifade ettiğini yazar. Pomiankowski’ye göre, objektif bir şekilde değerlendiriliğinde Sanders kaygılarında haklıdır. Osmanlı Devleti kendi cephelerinde ağır ve tehlikeli hücumlara maruz kalmaktadır ve bunlardan kendisini kurtarabilmesi için tüm kuvvetlerine ihtiyacı vardır.864

Ali İhsan Sabis ise Enver Paşa’nın bu kararını hesapsız bir kumar olarak nitelemiştir; “… onun (Enver’in), Almanyanın muvaffakiyetini temin etmeyi esas tuttuğunu ve onlara güvenmekte olduğunu gösteren kararları ve hareketleri, harp başladıktan sonra birçok defalar görülmüştür. Galiçya, Makedonya ve Romanya'ya Türk kolorduları göndererek kendi vatanımızda Kafkas, Filistin ve Irak cephelerimizin ihmal edilmesi göze batan basit misallerdir. Bununla beraber, eğer Almanya, neticede galip gelseydi, bu hareketin hepsi kati neticeyi temin için dahiyane teşebbüsler sayılacaktı. Harp böyledir; netice kazanılınca her hareket beğenilir; kaybedilince çılgınlık ve cehalet telakki olunur.”865

Kazım Karabekir, Enver Paşa’nın müttefik savaş çabasına olan bağlılığını hayretle karşılar ve aralarında geçen şu konuşmayı aktarır. Karabekir, cephelerdeki Osmanlı ordularının erimesi karşısında, harbin uzun süreceği de düşünerek, memleket dışarısına kuvvet çıkarılmamasının daha uygun olacağaını ifade temiştir. Buna karşın

Hiçbir müttefik, öteki müttefike bu derece akla uygun ve bencillikten arınmış bir biçimde konuşmamıştı ve Enver bunları yalnızca sözde bırakmadı.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi III, Tekin Yayınları, İstanbul, 2002, s.941-942.)

863 “Türkiye, Romanya seferinin başlangıcında asker göndermeseydi kendi güvenliği bakımından Trakya’da ordu bulundurmak zorunda kalırdı. Bu bakımdan bu seferin sonuçlandırılmasına doğrudan katılması daha iyiydi.” (L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.167.)

864 J.Pominakowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.225.

865 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım II, s.72.

226

Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin müttefiklerine yardım ederek harbi kazanmak zorunda olduğunu, İttifak bloğunun mağlup olması durumunda mahvolacağını söylemiştir.866

Galiçya’ya gönderilen XV. Kolordu karargahında görevli Binbaşı Vecihi (Tekdağ) Bey, Alman menfaatleri uğruna Osmanlı birliklerinin Avrupa’da harcanmasını şiddetle eleştirmiştir; “Galiçya’ya, Romanya’ya ne için gönderildiklerini sorup anlamaya o zavallıların mezuniyetleri, salahiyetleri yokdur ama, bilfarz Sina cephesi adım adım istilaya maruz kalırken, biz Türkler netice-i muharebeden ummadıklarımızı Alman satvet ve kudretine rabt ederek memleketlerimizi, aziz topraklarımızı istila-yı ecanibe açık ve müdaffasız bırakmakda mahzur görmemiştik.”867

Avrupa Cephelerine gönderilecek kıtalar, sıradan birlikler olmamıştır. Bu birliklerin personel ve malzeme mevcutları tamamlanmış, zayıf neferler diğer birliklerdeki sağlamlar ile değiştirilmiştir. Ayrıca alaylı ve yaşı ilerlemiş zabitler bu birliklerden alınarak yerlerine mektepli genç subaylar tayin edilmiştir.868 İbrahim Arıkan da, benzer şeyler söyler. Alayı Şarköy’de Enver Paşa ve ordu erkanı harbiyesi tarafından sıkı bir teftişten geçirilmiş, silahları Rus silahları ile değiştirilmiştir. Alpullu’da birlik tekrar teftiş ve sıkı bir muayeneden geçtikten sonra zayıf ve yaşlı olan efrat ayrılmıştır.869

Mustafa Kemal (Atatürk) Bey’in komuta ettiği XVI. Kolorduya bağlı 12. Tümen’de yedek subay olan İ.Hakkı Sunata şöyle bir olay aktarır; “ (30 Ocak 1916-Edirne) 30 Ocak günü bir ordu emri geldi… Liman (Von Sanders) Paşa bizi teftiş edecekmiş… Tabur kumandanı söze başladı: -‘Alay kumandanının şifahi ve gizli tebliği şu; Bunu fırka ve kolordu böyle istemiş. Yarın Liman Paşa gelecek… bizim fırkayı teftiş edecek. Galiçya Cephesine göndermek üzere ayıracak. Halbuki bizim şark cephemiz perişan vaziyette. Ruslar Bayazıt, Van gibi vilayetlerimizi almışlar, bir taraftan Rize ve Erzurum üzerine yürüyorlar. Yakında buraların düşmesi de muhtemel. Öz vatanımızı müdafaa etmek dururken, Çanakkale’den arta kalan kuvvetlerle Avusturyalıların vatanını kurtarmak bize düşmez. Onun için yarın teftişe çıkarken en sağlam ve güzide neferleri nöbet ve hizmet mahallerinde bırakacağız. Zayıf, hastalıklı bütün efradı teftişe çıkaracağız. Palaskalar imkan mertebesinde bozuk takılacak. Her bölükten üç beş kişi

866 K.Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları, s.442.

867 Eminalp Malkoç, “Vecihi Bey’in Gölgede Kalmış Birinci Dünya Savaşı Anıları: 15. Kolordumuz Galiçya’da-Zlota Lipa Kenarında Bir Sene”, 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2015, s.653.

868 Şevki Yazman şunları aktarır; “Zayıf neferler kıtalardan alınarak hastanelere veya iç memleketteki diğer teşkilata gönderildi. O zaman bol olan alaylı ve emekli zabitlerin yerine genç ve mektepli zabitler verildi, silahlar değiştirildi, kadrolar dolduruldu.” (M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.4.)

869 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.77.

227

öksürecek, aksıracak. Şayet ordu kumandanı ufak bir hareket veya tatbikat yaptıracak olursa, her mangadan bir nefer topallayacak ve arada bir yere düşecek… Liman Paşa’nın kıtayı beğenmemesi için ne gerekirse yapılacak.’”870 Liman von Sanders’in teftişinde emir verildiği şekilde davranılmış, Ordu Komutanı bu duruma sert tepki göstermiştir. Sunata’ya göre, bu nedenle XVI. Kolordunun fırkaları elinden alınarak doğrudan orduya bağlanmış, tümen komutanı emekliye sevk edilmiştir.871

Von Sanders’e göre, Avrupa cephelerine gönderilecek birliklerin kadro eksiklerinin tamamlanması ve niteliklerinin artırılması uğruna ülkedeki birlikler iskelet haline getirilmiştir. Bu birliklerde bu görev için uygun olmayan bütün subaylar ve her tümenden binlerce güçsüz er gönderilmeden önce, geride kalan birliklerdeki en iyi subay ve erlerle değiştirilmiştir. Gönderilen tümenlere, bütün ordu için düşünülmüş olan iyi giyeceklerin ve teçhizatın tamamı verilmiştir. Türkiye’de kalan birliklerin muharebe mevcudu ve kalitesi sürekli olarak düşerken, gönderilen birlikler tam kadroya getirilmiş, hatta ihtiyat erleri verilerek bu kadroların üzerine çıkarılmıştır. Ayrıca Harbiye Nazırı’nın emriyle Avrupa’daki birliklere muharebeler boyunca da en iyi subaylar ve en iyi ihtiyat askerleri gönderilmiştir.872 Von Kress de, Filistin Cephesi’ne gönderilen takviye kıtaların eğitimli ve sağlık durumu iyi erleri ile iyi subaylarının Avrupa Cepheleri için alındığından şikayet eder.873

Nitekim bu birlikler, ülkeye döndüklerinde savaş güçlerini büyük oranda yitirmişlerdir. Mirliva Sedat (Doğruyol) şunları yazar; “12-13 bin mevcutla bir cepheye dahil olan bu tümenlerin bazısının 3500 mevcutla yani gittiği mevcudun yaklaşık üçte biriyle memlekete döndüğünü hatıra getirmek elimdir. Memleketimiz ve ordumuz imha tehlikesine maruz olup yanar ve mağlup olurken müttefiklerimizle ortak menfaatler uğrunda vatandan ayrı olan bu zayiata acımamak kabil değildir… Kabaca bir hesap yaptığımız takdirde: En güzide ve seçilmiş, tecrübeli asker ve kıtalardan oluşan ve her türlü noksanları giderilmiş olarak memleket haricine sevk edilen kuvvetin miktarı 117.000 seviyelerine çıkmaktadır. Bu yekünün yarısına yakın bir miktarı düşman memleketlerinde toprak olup gitmiş ve güçlerinden memleket müdafaası mahrum edilmiştir. İngiliz ve Ruslara memleketimizi çiğnetip harabeye çevirme fırsatı verilmiş,

870 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.213-214.

871 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.219, 228.

872 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.168.

873 “… mesela bize 160. Piyade alayı gönderilmişti. İstanbul’dan hareketten önce bu alay kendi mevcudunda 1200 talim ve terbiye görmüş gürbüz eri Galiçya’ya gönderilecek diğer bir alayın aynı sayıdaki zayıf, talim ve terbiye görmemiş erleriyle değiştirmek mecburiyetinde kalmış, hayvanlarının büyük bir kısmını da bu alaya vermiş ve yerine hiçbir şey almamıştı.” (Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 249.)

228

hatta bu kuvvetlerin seçilip ikmal ve sevki için anavatanda kalanların zarara uğramasından çekinilmemiş, netice olarak memleketi müdaafaya değil, gelecek tehlikelerden sakındırmaya bile iktidarsız bir hale gelen ordudan maddi ve manevi olarak yapabileceklerinden daha fazlası istenmiştir.”874

II- Cephede Hayat

Galiçya, Romanya ve Bulgaristan cephelerini konu alan hatırat sayısı kısıtlıdır.875 Bu konuda özellikle Mehmet Şevki Yazman’ın Galiçya Cephesi’ne yönelik hatıratı öne çıkar. Yazman, cepheyi bütün detaylarıyla gözlemleyerek değerli bir tanılık ortaya koymuştur. Bu tanıklıklarda gerek cephe hayatı ve muharebeler, gerekse Osmanlı askerinin bu yabancı topraklarda yaşadıkları ve bölge halkına yönelik duyguları detaylı olarak anlatılır.

Galiçya Cephesi’nde Rus kuvvetleriyle şiddetli muharebeler yapılmış, Osmanlı kıtaları muharebeler içinde aktif rol almıştır. Özellikle Galiçya Cephesi’nde ağır silah sayısının fazla olması muharebelerin şiddetini artırmıştır. Cepheye yönelik hatıralarda topçu atışlarının etkisine geniş yer ayrılmıştır. Mehmet Şevki Yazman, muharebelerde maruz kalınan şiddetli topçu ateşinin etkilerini şöyle tarif eder. Sürekli bir çelik sağanağı gökten düşmekte ve yerden adeta volkanlar kaynamaktadır. Askerlerle dolu olan siperler toz, duman ve simsiyah bir bulut altındadır. Yazman, her an insanları paramparça edip havaya savurması ihtimali olan bu mermi yağmuru altında beklemenin dehşetinden baheder ve siperlerdeki askerleri kesilmek için ayakları bağlanmış bekleyen kuzulara benzetir. Yazman’a göre, gençlik görmeden ihtiyarlığa atlayan neslinin saçlarını ağartan işte bu korku altında beklemekdir.876

Yazman, topçu ateşi altında yaşadığı dehşet verici bir anı ise şöyle aktarır; “Ani bir yıldırım, bir gece karanlığı ve canhıraş bir çatırtı. Bir an için göğün maviliği, güneşin pembe rengi silindi, onun yerine kapkara bir gece kaim oldu, vücudum müthiş bir şiddetle iki metre ötedeki hendeğin duvarına savrularak çarpıldı, her tarafım hurdahaş… Siyah duman yavaş yavaş ve onun yerine feci, bütün hayatımca gözümün önünden ayrılmayan bir manzara ortaya çıktı. Yanımda bir kesik baş, evet, şu mevlut kitaplarında okuduğumuz hikayeye benzeyen bir kesik baş yatıyor, bunun kim olduğunu fark edemeden kanlar içinde inleyen Mustafa onbaşı gözüme ilişiyor, öteki neferler ne

874 Mirliva Sedat, Filistin’e Veda…, s.64, 67.

875 Bulgaristan Cephesi için bkz. H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.35-45.

876 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.80-81.

229

olmuşlardı? Nereye gitmişlerdi?... Mustafa onbaşı bir zaman bağırdı, inledi, sonra sürüne sürüne benden uzaklaştı. Ne o bana bir şey söyledi, ne de ben ona bir şey sordum… Gözlerim tekrar yandaki kesik başa çevriliyor, gövdesini etrafta arıyorum; kolu, boynu, her tarafı parça parça olmuş, kesilmiş şah damarlarından akan kan toprağı çamur haline getirmiş. Her taraf, siperlerin içleri kan, beyin, et parçalarıyla bulanmış; artık her şey, hatta kesik baş bile bana korku vermiyor, yan yana yatıyoruz…”877

Aynı cephede harbe katılan İbrahim Arıkan da benzer bir manzara çizer; “Düşman küçük ve büyük umum toplarıyla bombardımana devam etmekte, sol cenah 3’üncü takım tarafından başlayıp siperleri kademe kademe tahrip etmekte ve tel mani hatlarımızın kazıkları telleriyle havaya uçmakta idi. 3’üncü takım siperlerine düşen mermilerden toprakla beraber askerlerimizn 2-3 metre havalandığını görüyorduk… kazmış olduğumuz siperler askerimize mezar oluyordu. Siperlerde mevcut olan askerin yarısı toprak altında olup diğer yarısı da yıkılan siperlerden kendilerini kurtarmaya çalıştığından canhıraş iniltiler ve bağrışmalar başladı… sipere gittim. Çok feci bir manzara ile karşılaştım. Mangadan yalnız Orhangazili Halil’in vücudu, diğer neferlerin ise bir iki tanesinin kol ve kafaları meydanda kalmıştı. Vücutları toprağa gömülmüştü… Takımımızda yaşlı olduğu için Ömer Dayı dediğimiz bir neferin ağır yaralanarak sıçan yolunda kaldığını, geri çekilmekte olan askerin de bu neferi çiğneyip geçmekte olduklarını gördüm. Birinci tabur başçavuşlarından… Şerif Çavuş’un da top mermisi tarafından çenesi kopmuş, yalnız dili hareket ediyor ve kanlar içerisinde mecalsiz, ıstıraplarla kıvranıyordu. Sürünerek gitmekte iken 1’nci takım zabiti Haydar Efendi’nin cansız yattığını ve dürbününün de yerde olduğunu gördüm… Başçavuş Salih Efendi’nin de yattığını gördüm. Yanından geçtiğimden kolundan tutarak ‘Salih Efendi’ diye seslendim. Ancak gözünün birisini açmak istediyse de tekrar kapadı. Ebedi hayata kavuşyordu. Yalnız alnından ince bir kan aktığı görülüyordu. Onun az ilerisinde 2’nci takım kumandanı Mehmet Efendi’nin de cansız yattığını gördüm. Bilecikli Abdullah, Bilecikli İbrahim ve Kireçburunlu Ahmet Çavuş’ların da keza şehit olduklarını

877 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.81-83.

230

gördüm.”878 Arıkan, cephede maruz kalınan topçu bombardımanlarının bazı askerler üzerinde ciddi psikolojik etkiler bıraktığını da söyler.879

19. Tümen’den Mehmet Tevfik (Fırat) Bey, düşman topçu atışlarını anılarından şöyle anlatmıştır: “...Cevat Tepesi adeta bir cehennem halini almıştı. Asırlık kayın ağaçlarının dalları obüs mermilerinin isabeti ile hallaç pamuğu gibi havalarda uçuşuyordu. Düşen top mermilerinin meydana getirdiği huzmeler, sütun halinde havaya yükseliyor toz ve duman bulutlarından oluşan bulutlar teşkil ediyordu.”880

Nitekim muharebelerin şiddeti nedeniyle zayiat oranları çok yüksek olmuştur. Vecihi Bey, 3 Eylül 1916’da başlayan Rus taarruzu karşısında XV. Kolordu’nun üç gün içinde verdiği zayiatı şöyle not eder; 19. Tümen 12 subay, 900 nefer; 20. Tümen 53 subay, 3600 nefer. Kolordunun, Galiçya’ya ulaştığı ağustos ayından eylül ortasına kadar toplam kaybı yaklaşık 95 subay ve 7000 nefer olmuştur. Eylül sonunda bu rakam 12 bine ulaşmıştır.881

Hatıralarda Galiçya’da lojistik yönünden sıkıntı yaşanmadığı vurgulanır ve Avusturyalılar tarafından işletilen lojistik sisteminden övgüyle bahsedilir. Galiçya’da, Osmanlı cephelerinin değişmez kaderi olan iaşe sıkıntısına rastlanmamıştır. Avusturya ordusu tarafından XV. Kolordu için büyük bir gazino, mutfak ve hamamlar yapılmıştır. Ayrıca kış koşulları düşünülerek soğuk havalara karşı gerekli donatım temin edilerek hazırlanmıştır.882

Avrupa cephelerine dair hatıralarda, Osmanlı askerinin beraber savaştığı Alman ve Avusturya-Macaristan askerlerine dair gözlemler de yer alır. Mehmet Şevki Yazman, Avusturya askerinin disiplini ve cesareti konusunda olumlu yargılar taşımaz. Bununla beraber, Alman kıtalarının muharipliği karşısında hayranlığını gizlemez; “Alman alayı tek parça halinde ayağa kalktı. Zabitler hayvanlarına atladılar, bölüklerinin önüne geçtiler. Tıpkı bir manevrada, hatta tıpkı bir resmi geçitte görülebilen bir düzenle ve süratle tepeye doğru çıkıyorlar. O heyecanlı dakikada bile bölüklerin birbirinden araları, taburların birbirinden mesafesi tamam, zabitlerin bulundukları yerler

878 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.102-106. Arıkan’ın tasvir ettiği 25 Eylül 1916 muharebesinde 320 kişiliğin bölüğünden yalnızca 34 kişi kalmış, bölük komutanı da dahil zabit ve küçük zabitlerin büyük çoğunluğu şehit olmuştu. (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.111.)

879 “Hastanede bulunduğumuz müddet zarfında bilhassa geceleri, canhıraş korkunç bir ses veya bir inilti yahut ‘Allah, Alllah!’ sözleriyle gözlerimizi açardık. Bunların, harp cephesinde hücum ve taarruzlarla uğraşanların dimağında yok edilemeyecek surette kazınıp kalan düşmanın top tarakalarının mahsulü olduğu anlaşılıyordu.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.118.)

880 Onurcan Şar, Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nin Asker Anlatılarıyla Değerlendirilmesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kocaeli, 2019, s.67.

881 E.Malkoç, “Vecihi Bey’in Gölgede Kalmış…”, s.668, 670.

882 E.Malkoç, “Vecihi Bey’in Gölgede Kalmış…”, s.660-661.

231

talimatnamenin emrettiği şekilde… şimdi Almanların başları üzerinde sonsuzmuş gibi parlayan alevler ve yine aynı şekilde büyüyen beyaz bulutlar vardı. Buna rağmen bölükler ara vermeden ilerliyor, geçtiği sahada döküntüler, boz renkli insan cesetleriyle bunların arasında dolaşan beyaz sedyeler bırakıyor, bu kayıplar, değil taburlar ve bölükler arasındaki, mangalar arasındaki düzeni bile bozmuyor, işte o zaman, ‘Bunlar da benim Mehmetçiklerim gibi çelik sinirli’ dedim ve Almanları sevdim.”883

İbrahim Arıkan da, Alman askerleri hakkında benzer yargılarda bulunur; “Cehennemi bir günü andıran bu hayat ve memat mücadelesinde Almanların göstermiş olduğuu insaniyete karşı hayatımın sonuna kadar çalışsam yine borçlu kalırım. O geceden itibaren bu cesur ve çalışkan millete karşı içimde sevgi ışığı peyda oldu. Çok gayretli ve iyi asker olduklarını işittiğimiz silah arkadaşımız Almanların işittiğimizin ve muhayyilemizin çok üstünde olduklarını bizzat müşahede ediyordum.”884

Vecihi Bey’e göre Alman ordusu, sahip olduğu üstün yetenekler sayesinde güçlü düşmanlarına karşı harbi sürdürebilmektedir; “Bir kere Almanlar bilmek, bildiklerini yapmak, yapmasını bilmekde kudret gösteriyordu.” Alman demiryolu sisteminin “saat gibi işlemekte” olduğu, Alman kıtalarında düzene büyük önem verildiği ve kimsenin boşa zaman geçirmediği özellikle vurgulanmıştır.885

III- Bölgeye Yönelik Gözlemler ve Kültür Şoku

Avrupa cephelerini konu alan hatıralarda bölge halkına yönelik gözlemler önemli yer tutar. Bu cephelere giden Osmanlı askerlerinin büyük kısmının daha önce ülke dışına çıkmadığı dikkate alınırsa, gittikleri yerlerde büyük bir kültür şoku yaşamaları doğal karşılanır. İbrahim Arıkan, Galiçya cephesinde Osmanlı askerlerinin bölge halkı tarafından çok sıcak karşılandığını aktarır; “Avusturya halkının ve Macarların Türk askerine karşı besledikleri sonsuz samimiyet ve bağlılık hala gözümün önünde canlanır. Yollarda tren son süratle geçmekte olduğu halde Macaristan halkı bağlarından topladıkları üzümleri ve bahçelerinden kopardıkları mevyeleri mendiller ve sepetlerle trenin kapısından içeri atıyorlardı. İstasyonların dışındaki mahallerde, yollarda ellerindeki mendilerle askeri karşılayıp uğurluyorlardı. Şehir, kasaba ve

883 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.97.

884 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s110-111.

885 E.Malkoç, “Vecihi Bey’in Gölgede Kalmış…”, s.663.

232

istasyonlarda ise mektepli genç kızlar tarafından askere resimli kartpostal ve çiçekler hediye ediliyordu.”886

Osmanlı askerlerinin, Polonyalılar ve Avusturyalılarla kurdukları yakın ilişkilerin bir benzeri Macar halkıyla da tahsis edilmiştir. Vecihi Bey, hatıratında, Galiçya’ya giderken Macaristan’da gördükleri ilgiden bahseder. Macar halkının, Osmanlı askerlerini evlerine çağırdıklarını, ziyafet verdiklerini ve eğlenceler tertip ederek misafirperverlik gösterdiklerini ifade eder. Ahmet Mucib Bey, dönüş yolunda da aynı ilgi ile uğurlandıklarını belirtmiştir. Macar halkının, trenin içine çiçekler ve yemişler attığını, Osmanlı bayrakları sallayarak sevgi gösterdiğini aktarır.887

Mehmet Şevki Yazman, Türk askerinin Alman ve Avusturya orduları içinde bazı kültürel uyum sorunları yaşadığını aktarır; “Aradan çok geçmemişti ki, nöbetçi çavuşu süklüm büklüm yanımıza yanaştı: ‘-Efendim efrat hamama girmek istemiyor.’ ‘-Ne demek, efrat kendi keyfiyle mi giriyor ki, girmesini istesin veya istemisin? Hem niçin istemiyorlar?’ Meseleyi ancak şimdi anlayabilmiştik. Kalktık, doktorla görüştük, etüvden geçmiş, temiz bez vermesini teklif ettik, o hepsine ‘Nayn!’ diyor ve bizden önce gelen kıtaattan edindiği tecrübelere göre ısrar ediyor, mutlaka çırılçıplak girilecektir, diyordu. Başçavuşu tekrar çağırttık, emre mutlak uymak lazım geldiğini anlattık. Fakat biraz sonra yine efradın hamam kapısı önünde donla oturduğunu ve Avusturyalıların onları bu kıyafetle içeri sokmadığını öğrendik.”888

Osmanlı askeri, Galiçya halkıyla tanıştığında daha büyük bir şoka uğramıştır; “Kadını yalnız kafes arkasında veya harman yerinde görmeye alışmış olan Mehmetçik, buradaki serbestlik ve rahatlığa hayret ediyor ve bu hale bir türlü de mana veremiyordu. Böyle güpegündüz başkalarının karısı ve kızıyla çarşıda dolaşmak onun hazmedeceği şeylerden değildi. Kadınlarla beraber gezen zabitleri görmezden geliyor, sanki yaptığı bu büyük ayıbı yüzüne vurmamak için onu geldiği tarafa bile bakmıyordu.”889

Bununla beraber, Mehmet Şevki Yazman bu ilk şoktan sonra sıcakkanlı, zeki ve becerikli Osmanlı askerinin yeni çevresine kısa zamanda uyum sağladığını söyler; “Fakat bu kanlı canlı insanlar ne zamana kadar bu çekingen vaziyetlerini koruyabilirlerdi? Şüphesiz ki, bu pek uzun sürmeyecekti.”890 Nitekim, burada evlenen

886 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.83.

887 O.Şar, Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya…, s.100.

888 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.18.

889 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.26.

890 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.26.

233

ve yurda dönerken gelinlerini memlekete getiren askerler dahi olmuştur. İbrahim Arıkan, Eylül 1916’da yaralandığını, hastanede görevli Mari isminde bir kızın tedavisi boyunca kendisiyile yakından ilgilendiğini, nitekim maddi durumu iyi seviyede olan bu kızın kendisine evlenme etklif ettiğini, ancak kendisinin buna arzı olmadığını aktarır.891

IV- Değerlendirme

Osmanlı birliklerinin Galiçya, Romanya ve Bulgaristan cephelerinde kullanılması çok tartışılan ve eleştirilen bir konu olmuştur. Osmanlı cephelerinde ciddi anlamda personel ve malzeme sıkınıtısı çekilirken, üç kolorduluk önemli bir kuvvetin Avrupa’ya gönderilmesi büyük bir hata olarak nitelendirilmiştir.

Osmanlı birliklerinin Avrupa cephelerindeki muharebelerini konu alan hatırat sayısı oldukça kısıtlıdır. Mevcut harıratlarda gerek cephe hayatı ve muharebeler, gerekse Osmanlı askerinin yabancı topraklarda yaşadıkları ve bölge halkına yönelik gözlemleri detaylı olarak anlatılmıştır. Özellikle Galiçya Cephesi’nde Rus kuvvetleriyle şiddetli muharebeler yapılmış, Osmanlı birlikleri muharebelerde ön saflarda yer almıştır. Bu muharebelerde ağır silahların yoğun olarak kullanılması, muharebelerin şiddetini artırmıştır. Bu durum cepheye yönelik hatıralarda özellikle öne çıkar.

Avrupa cephelerine dair hatıralarda, müttefik Alman ve Avusturya-Macaristan askerlerine dair gözlemler de yer alır. Her iki ordunun lojistik sisteminden övgüyle bahsedilirken özellikle Alman kıtalarının muharip yeteneğini hayranlıkla vurgulanır. Bunun yanında bölge halkına yönelik gözlemler de önemli yer tutar. Bu cephelere giden Osmanlı askerlerinin büyük kısmının daha önce ülke dışına çıkmadığı dikkate alınırsa, gittikleri yerlerde büyük bir kültür şoku yaşamaları doğal karşılanmalıdır.

F- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ

I. Dünya Harbi dört yıldan fazla sürmüştür. Osmanlı askeri, harp boyunca İmparatorluğun dört köşesinde ve Avrupa cephelerinde savaşmıştır. Osmanlı birlikleri, Kafkas Cephesi’nde ve Avrupa cephelerinde Ruslarla muharebe ederken; Çanakkale Cephesi’nde İngiliz ve Fransızlarla; Irak ve Sina-Filistin cephelerinde İngilizlerle karşı karşıya gelmiştir. Hicaz Cephesi’nde ise İngiliz destekli Arap isyancılarla mücadele edilmiştir. Hatıralarda sıklıkla vurgulanan bir husus, bütün cephelerde müttefiklerle Osmanlı birlikleri arasında her alanda muazzam bir dengesizlik olduğudur. Bu

891 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.114-122.

234

dengesizlik kendini en çok personel mevcutlarında, ulaşım imkanlarında, silah ve mühimmat sayılarında, erzak ve donatım konularında göstermiştir. Kuvvetler ve imkanlar arasındaki bu dengesizlik, ancak Osmanlı askerinin fedakarlığı ve muazzam kayıplarla telafi edilebilmiştir.

Hatıralarda muharebelere dair detaylı anlatımlar mevcuttur. Bu anlatımlarda I. Dünya Harbi’nin karakteristik özellikleri olan siper savaşları, topçu bombardımanları, makineli tüfekler ve süngü muharebeleri öne çıkar. Düşmanın bütün cephelerde, ağır silah yönünden Osmanlı birliklerine oranla daha güçlü olması, muharebelerin şiddetini artırmıştır. Hatıralarda topçu ve makineli tüfek atışlarının etkisine geniş yer ayrılmıştır. Ayrıca süngü muharebelerine dair ayrıntılı tasvirler yapılmıştır. Osmanlı birlikleri, harbin her aşamasında süngü muharebeleri yapmış ve çoğunlukla bunlardan zaferle çıkmıştır. Ancak süngü ile yapılan vuruşmanın şiddeti, askerleri dehşete düşürümüştür. İngilizlerle muharebe edilen cephelerde hava harbi ve düşman uçaklarının etkileri de değinilen bir konu olmuştur. Çanakkale Cephesi için özel olarak değinilen bir konu ise lağım harbi olmuştur.

Cephelere yönelik tüm tanıklıklarda ortak vurgu Osmanlı askerinin kahramanlığıdır. Muharebelerde elde edilen zaferlerin esas amilinin; askerin metaneti, dayanıklılığı ve kahramanlığı olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Osmanlı askerine dair övgüler Osmanlı subaylarıyla sınırlı kalmamış, gerek Osmanlı ordusunda görev yapan Almanlar, gerekse Osmanlı askeriyle karşı karşıya gelen düşmanları da benzer yargılarda bulunmuştur.

Harp boyunca Osmanlı askerinin mücadele ettiği tek düşman müttefik orduları olmamış, harp edilen bölgenin ikliminden ve coğrafi yapısından kaynaklanan muzzam zorluklarla karşılaşılmıştır. Irak, Filistin ve Hicaz cepheleri için; geçilmez çöller, şiddetli sıcaklar ve su sıkıntı olarak ortaya çıkan zorluklar, Kafkas Cephesi’nde dağlık arazi ve şiddetli soğuklar olarak kendini göstermiştir.

Bölgenin iklimi ve coğrafyası ne olursa olsun, her cephe için değişmez zorluk ise ulaşım ve lojistik olmuştur. Lojistik aksaklıkların temel sebebi Osmanlı ulaşım ağının yetersizliğidir. Savaş öncesinde ülke içindeki taşımacılık büyük oranda deniz yoluyla yapılırken, harpte deniz yolunun kapanması ulaşıma büyük bir darbe vurmuştur. Osmanlı karayolu ağı çok yetersiz olduğu gibi, motorlu taşıt imkanı da çok kısıtlıdır. Bu koşullarda ulaşımın bütün yükü demiryollarına kalmıştır. Osmanlı demiryolu ağı ise bu yükü taşıma kapasitesine ship değildir. İstanbul’dan Sina-Filistin ve Irak cephelerine uzanan demiryolu harp sonuna kadar tamamlanamıştır. Demiryolu hattı Toros

235

Dağları’nda kesilmekte, personel ve malzeme buradan yaya olarak geçirilmekte ve tekrar trenlere yüklenmektedir. Irak Cephesi için demiryolu Resulayn’da son bulmakta, personel ve malzeme buradan önce kelekler vasıtasıyla suyoluyla, müteakiben tekrar karayoluyla taşınmaktadır. Yüzlerce kilometre süren bu zorlu yolda birliklerin ve malzemenin taşınmasında pek çok güçlükle karşılaşılmıştır. Sina-Filistin ve Hicaz cepheleri için Toroslar’dan güneye inen dar hatlı demiryolu ise yeterli olmamıştır. Lokomotiflerin işlemesi için kömür bir yana, odun bulmak dahi büyük bir problem teşkil etmiştir. Hicaz’a uzunan demiryolunu saldırılardan korumak ve açık tutmak için pek çok kaynak harcanmıştır. Kafkas Cephesi ise her türlü ulaşım imkanından yoksundur. Cepheye ancak yüzlerce kilometrelik yürüyüşle ulaşılabilmektedir. Marmara Denizi’ndeki denizaltı tehdidi nedeniyle, bu iç denizde bile hareket imkanı kısıtlanmış ve başkente çok yakın olan Çanakkale Cephesi’ne ulaşımda dahi zorluklar yaşanmıştır.

İmparatorluğun yetersiz malî durumu, her türlü erzak ve donatımın eksikliği, ulaşım hatlarındaki zayıflıkla birleşince muazzam lojisitik zorluklar ortaya çıkmıştır. Birliklerin iaşesini sağlamakta büyük sıkıntılar yaşanmış ve alınan tedbirler yetersiz kalmıştır. Bu zorluklar harp boyunca aşılamamış, aksine daha da büyümüştür. Osmanlı askeri kelimenin tam anlamıyla “aç ve açıkta” kalmıştır. Açlık ve donatımsızlık askerlerin harp deneyiminde derin izler bırakmıştır. Osmanlı askeri, hatıralarda çoğunlukla açlıktan iskelete dönmüş bir halde ve donatımsızlıktan paçavralar içinde tasvir edilmiştir.

Gerek lojistik sıkıntılar, gerekse coğrafi zorluklar cephedeki askerin sağlık durumu üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır. Yeterli beslenemeyen ve iklime uygun şekilde giyinemeyen askerler kısa zamanda zayıf düşmüş ve hastalıklara açık hale gelmiştir. Harp boyunca bulaşıcı hastalıklar yaygın olarak görülmüş ve hastalık sonucu ölüm oranı çok yüksek olmuştur. Harp boyunca yaklaşık 2 milyon 431 bin asker hastalıktan hastanelerde yatmış, bunlardan 388 bini hayatını kaybetmiştir. Bu rakama kayıt altına alınmayan ölümler dahil değildir.892 Tifüs, sıtma, dizanteri, iskorbüt gibi hastalıklar yalnızca askerleri değil, sivil halkı da vurmuş ve çok can kaybı yaşanmıştır.

Nitekim giderek ağırlaşan lojistik zorluklar nedeniyle, özellikle harbin son yılında cephedeki birlikler gitgide erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir. Ne yazık ki

892 H.Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.391-392.

236

kayıpların ancak bir kısmı muharebeler esnasında düşman ateşiyle gerçekleşirken, büyük kısmını firariler, donanlar, açlık ve hastalıktan ölenler oluşturmuştur.

Şahitliklerde, 1918 yılı boyunca Osmanlı ordusunun savaşma azmini kaybettiği özellikle vurgulanır. Bunun temel sebebi olarak da lojistik problemler gösterilir. Beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularında yaşanan sıkıntılar cephedeki askeri bezdirmiş ve harbe olan inancını yitirmesine sebep olmuştur. Bu koşullarda kitlesel firarların görülmesi doğal karşılanır. Nitekim 1918 yılı boyunca cephedeki birlikler gitgide erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir.

Harbin yıkıcı etkileri, askerler kadar sivil halkın üzerinde de etkisini göstermiştir. İaşe sıkıntısı, askerler gibi sivil halkın da en büyük problemi olmuştur. Cephelerde yaşanan mağlubiyetler sonucu ordunun her çekilişinde bölge halkı da kaçmak zorunda kalmış ve çok acıklı manzaralar ortaya çıkmıştır. Ayrıca geri çekilen ordunun getirdiği hastalıklar, sivil halkı adeta kırıp geçirmiştir. Sivil halka dair gözlemler, cephede savaşan askerlerin hafızalarında silinmez izler bırakmış ve bu izler hatıralara yansımıştır. Hatıralarda, halkın yaşadığı zorluklara dair yürek burkucu sahneler resmedilir.

Asker hatıralarında ordudaki Ermeni askerlere ve Kafkas Cephesi’ndeki Ermeni halka dair önemli gözlemler yer alır. Bu gözlemler çoğunlukla olumsuzdur. Silah altına alınan Ermenilerin firar edip Rus ordusuna katılması, Ermeni çetelerinin Rus ordusuna verdiği destek, Ermeni nüfusun ayaklanması ve Müslümanlara yönelik katliamlara ilişkin pek çok şahitlik vardır. Bu koşullarda, gayrimüslim askerlerin bilfiil cephede savaşmasından vazgeçilerek “amele taburları” adı altında yol yapımı, nakliyat ve benzeri geri hizmetlere ayrılması makul karşılanır. Hatıra sahiplerinin ekserisi, uygulanan ‘tehcirin’ yerinde bir karar olduğu düşüncesindedir. Osmanlı ordusunda görev yabancı subaylar da tehcir kararını yerinde bulur, ancak uygalamada yaşanan aksaklıkları eleştirimekten geri durmazlar.

Hatıralarda, Arap nüfusa ilişkin de pek çok gözlem de yer alır. Gerek Osmanlı ordusundaki Arap askerlere, gerekse Arap halkına yönelik çok olumsuz gözlem ve kanaatler akratılmıştır. Ordudaki Arap askerlerin sadakatine şüpheyle yaklaşılmış, bu askerler arasında firarların sıklıkla görülmesi nedeniyle birlikler için Anadolu kaynaklı Türk neferleri talep edilmiştir. Arap aşiretlerinin düşmanca davranışları, Osmanlı askerine saldırıları ve sergiledikleri vahşet sıklıkla vurgulanmıştır. İngiliz ve Alman subayları da benzer gözlemler aktarmıştır. Araplara yönelik olumsuz gözlemler cepheyle sınırlı kalmamış, esir kamplarındaki Türk subayları ile Arap subayları arasında

237

menfi olaylar da yaşanmıştır. Buna karşın bazı aşiret reislerinin Osmanlı Devleti’ne sadık kaldığı, harp boyunca orduya destek verdiği de vurgulanmıştır. Hatıraların büyük oranda Cumhuriyet yıllarında kaleme alındığı bir gerçektir. Cumhuriyet yıllarında hakim olan “Araplar bizi arkamızdan vurdu!” yargısıyla şekillenen “kolektif hafızanın”, şahitlikler üzerinde ne ölçüde etkili olduğu tartışmaya açıktır. Bununla beraber, Arap nüfusun bir kısmının, çoğunlukla aşiret bağları içinde, Osmanlı Devleti’ne isyan ettiği, düşmanla iş birliği yaptığı ve Türk askerine vahşi saldırılar gerçekleştirdiği gerçeği tartışma götürmez.

Osmanlı birliklerinin Avrupa cephelerindeki muharebelerini konu alan hatıra sayısı oldukça kısıtlıdır. Bu hatıralarda, müttefik Alman ve Avusturya-Macaristan askerlerine dair gözlemler yer alır. Her iki ordunun lojistik sisteminden övgüyle bahsedilirken özellikle Alman kıtalarının muharip yeteneğini hayranlıkla vurgulanır. Bunun yanında bölge halkına yönelik gözlemler önemli yer tutar. Bu cephelere giden Osmanlı askerlerinin büyük kısmının daha önce ülke dışına çıkmadığı dikkate alınırsa, gittikleri yerlerde büyük bir kültür şoku yaşamaları doğal karşılanmalıdır.

238

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

OSMANLI ASKERİNİN ESARET DENEYİMİ

I. Dünya Harbi’nde yaklaşık 202 bin Osmanlı askeri düşmana esir düşmüştür. En çok esir Filistin Cephesi’nde İngilizlere verilmiş olup, İngiliz esir kapmalarına giden asker sayısı 134 bine ulaşmıştır. Ruslara esir düşen yaklaşık 65 bin askerin büyük kısmı Kafkas Cephesi’ndedir. Bunların yanında yaklaşık 2000 asker Çanakkale’de Fransızlara, 605 asker Romanya Cephesi’nde, 100 asker ise Trablusgarp’da İtalyanlara esir düşmüştür.893

Ruslara esir düşen yaklaşık 65 bin askerlerden ancak 50 bin kadarı Rusya’ya ulaşabilmiş, kalanı cephe gerisinde ve yollarda hayatını kaybetmiştir. Rusya’ya sevk edilen Türk savaş esirlerinden 10 bin kadarı Sibirya’ya, 20 bini Kafkasya’ya, 5000 kadarı Ukrayna’ya ve geri kalanları da Rusya’nın diğer bölgelerindeki esir kamplarına gönderilmiştir. Bu esirlerden ancak yirmi-yirmibeş bin kadarı ülkeye dönebilmiş, kalanlar esarette hayatını kaybetmiştir.894 İngilizlere esir olan askerler ise Hindistan, Mısır, Kıbrıs, Malta, Hindiçini gibi farklı yerlere gönderilmiştir.895 Esir düşen 134 bin askerin yaklaşık olarak 113 bini yurda dönebilmiştir.896

I. Dünya Harbi’nde esir düşen Osmanlı askerleri, esaret hayatına dair pek çok hatıra bırakmıştır. İlginç bir husus, İngilizlere esir düşen asker sayısının, Ruslara esir düşen asker sayısının yaklaşık iki katı olmasına rağmen, esaret hayatını Rusya’da yaşayan askerlerin çok daha fazla hatırat bırakmış olmasıdır. Yücel Yanıkdağ bu durumu, Rus esir kamplarının daha zorlu koşullara sahip olması ve esirlerin hafızalarında derin izler bırakmasına bağlar.897

Gerek Rus gerekse İngilizlere esir olan Osmanlı askerlerinin hatıralarında, esaret hayatına dair detaylı gözlemler akratılmıştır. Bu şahitliklerde ortak yargı, esaret hayatının zorluğu ve esirlerin maruz kaldığı kötü muamelelerdir. Esasında savaş esirlerinin hukukî durumu 1906 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve 1907 tarihli Lahey

893 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.62-63; Cemil Kutlu, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’daki Savaş Esirleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 43, s.320.

Mahmut Akkor, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’da Bulunan Türk Esirleri ve Esir Kampları”, Uluslararası Türk Savaş Esirleri Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul 2018, s.204.

894 Nuri Köstüklü, “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler”, ATAM Dergisi, XXIII/83, (Temmuz-2012), s.4; C.Kutlu, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’daki…”, s.322-324.

895 Ali Kaşıyuğun, “I. Dünya Savaşı’nda Esirler Meselesi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Tarih ve Gelecek Dergisi, IV/1, (Nisan-2018), s.76.

896 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.338.

897 Y.Yanikdağ, “Ottoman Prisoners of War in Russia”, s.70.

239

Sözleşmesi’yle düzenlenmiştir. Cenevre Sözleşmesi’nde; hasta ve yaralı esirlerin milliyet ayrımı yapılmaksızın tedavi edilmeleri, yaralıların her türlü kötü muameleden korunması, yardım cemiyetlerine engel olunmaması gibi hususlar karara bağlanmıştır.898 Lahey Sözleşmesi’nde ise; harp esirlerine insanlıkla muamele edileceği; şahsa ait bütün eşyaların, esirlerin mülkiyetinde bırakılacağı; esir subayların, hükümetleri tarafından ödenmek üzere, alıkonuldukları ülkenin aynı derecedeki subaylarının hak ettikleri maaşı alacağı; subaylar müstesna olmak üzere harp esirlerinin ücrete mukabil işçi olarak kullanılabileceği; esir alan devletin esirlere bakmakla mükellef olacağı; esirlerin yiyecek, yatacak ve giyecek hususunda, onları esir eden Hükümetin birliklerine yapılan eş muameleye tabi tutulacağı esasları kabul edilmiştir.899 Ancak Osmanlı askerlerinin şahitliklerinden, çoğunlukla sözleşme hükümlerine aykırı muamelelere tabi tutuldukları sonucu çıkmaktadır.

A- DÜŞMANA ESİR DÜŞMEK

Cephede muharebe eden bir asker için, düşmana esir düşmek oldukça travmatik bir olaydır. Birkaç dakika önce elinde silahı düşmanıyla ölümüne mücadele eden bir asker için esir düşmek kadar onur kırıcı fazla şey yoktur. Nitekim hatıralarda, düşmana esir düşme anı büyük bir üzüntüyle hatırlanır. Mülazım Ahmet Hilmi, Sarıkamış önlerinde Ruslara esir oluşunu şöyle aktarır; “… Artık gözlerimizi kan bürümüş ve herkes tehlike karşısında süngü ile mukabele ve müdafaa etmek için on onbeş neferle ayağa kalkmıştım. Elimdeki tüfekle sanki düşmanı müsademeye davet ediyordum. Bu esnada patlayıp kulağımın altından geçen bir kurşun benim ümidimi alt üst etti. Karşımdaki Rus tehditkar bir lisanla bir şeyler söylüyordu. Bunu yanımdaki neferin: ‘-Efendi!... Seni öldürecekler… Silahını yere at!’ sedası takip etti. Silahı yere atmak!.. Bu benim için ölmekten daha ağır ve elim idi. Hiç bu mümkün mü idi? Fakat heyhat ki, neferin silah üzerine indirdiği bir darbe bu talebi is’afa (yerine getirmeye) kafi geldi. Şimdi artık silahsız, müdafaasız, adeta bir kadın gibi kalmıştım. … şimdiye kadar hayatımda hiç de hatırıma gelmeyen ve aklımdan geçmeyen esaret bu suretle başıma geldi.”900

898 A.Kaşıyuğun, “I. Dünya Savaşı’nda Esirler…”, s.75.

899 http://www.askerihukuk.net/kara_harbinin_kanunkari_ve_adetleri_hakkinda_sozleşme.pdf (Erişim tarihi 23.01.2020)

900 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.172. Benzer aktarımlar pek çok hatıratta görülür. 83. Alay komutanı Ziya Yergök’ün Sarıkamış önlerinde esir düşme hikayesi için bkz. Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.118-120.

240

Kafkas Cephesi’nde 1916 Temmuz’unda esir düşen Halil Ataman, yaşadığı üzüntü ve çaresizliği dile getirirken, hayatına son vermediği için duyduğu pişmanlığı vurgular.901 Irak Cephesinde, Nisan 1916’da İngilizlere esir düşen Taşköprülü Mehmet Efendi de yaşadığı üzüntü karşısında intihar etmek istediğini, ancak bunu başaramadığını söyler.902

Esir düşmek, askerleri harbin sıkıntı ve tehlikelerinden kurtarmıyordu. Harp kaidelerine göre yasak olmasına rağmen askerlerin teslim olduktan sonra öldürüldüğüne dair pek çok şahitlik vardır. Mülazım Ahmet Hilmi, Sarıkamış Harekâtı’nda esir olan askerlerin yaşadıklarını şöyle aktarır; “Her arabada dört beş zabit sıkışmış bir halde ahzı mevki etmişlerdi (yer almışlardı). Havanın şiddetli bürudeti (soğuğun şiddeti) herkesi donduracak bir haldeydi. Zavallı ve biçare neferler bu arabaların seyir hareketine kendilerini tabi kılmakta ve o surette yürümek mecburiyetinde buluyorlardı. Fakat onlarda yürümek iktidarı mı kalmıştı?.. Bunun için bati (ağır) hareket ettiler, daha doğrusu yürüyüş kabiliyeti gösteremeyenler Rus süngülerinin altında can verip vücutlarını buzlu sahraların sine’i zulmüne (acımasız kucağına) tek ediyorlardı. Şu manzaralar esarette insana ne kadar acı ne kadar zehirnak (zehirli) hatıralar, elemler bahşediyordu.”903

901 “İşte bu anda nereden çıktıkları belli olmayan, dolu dizgin Kazak süvarileri etrafımı sarmış ve beni çember içine almışlardı… Çok acı ve son derece ıstırap verici bu kötü durum belki iki üç dakika içinde olup bitmişti. Ne olduğunu bile anlayamamıştık. Ne hazin, ne acıklı ve ne kadar kan kusturucu bir tabloydu o… Esaret… Esaret… Esir düştüm artık, Allahım, Ya Rabbim acı bizlere… Şimdi bir esirdim ve hürriyetim bitmişti. Ağlamak, yine ağlamak geliyordu içimden ama ne fayda?... Sanki ne vardı kurşunlayıp öldürselerdi, her şey ve bütün macera biterdi. Kendi kendime de kızıyordum, içim kan ağlıyordu. Niçin elimde henüz fırsat varken beynime bir kurşun sıkmamıştım? ” (H.Ataman, Harp ve Esaret, s.111.)

902 “… bizi kendi kıtalarının yanına götürmeye başladılar ki bana şu hal pek acı geliyordu. İntihar etmek için vasıta arıyordum, fakat burada mümkün değildi… Siperlerimiz dahilinde düşman erlerine teşhir edildik. Aynı zamanda bizim şehitlerimiz de meydanda kalmış ve defnedilmemişti. Kendi kendime diyordum ki: ‘Ya Rab! Keşke gözlerim kör olsaydı da şu perişan hali görmeseydim.’ ” (Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.57-58.)

903 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.175; Hafız Hakkı Paşa’nın emir subayı Tahsin İybar, Sarıkamış’da esir düşme hikayesini şöyle anlatır; “Ruslar, süngü hücumu ile bizi ortaya aldıkları vakit yanımdaki sıhhiye erimiz çantasını açmış yaralılarımızı sarmakla meşguldü. Hücum eden Rusların en önünde elinde bir toplu tabanca tutan, başçavuş olduğunu sonradan öğrendiğim şahıs Rusça bir şeyler söylüyordu. Biz anlamıyorduk. Söylediklerinden şu iki kelime aklımda: ‘-Vayna niyet!’ Artık muharebe yok diyor. El işaretiyle bizim sıhhiye neferinin çantasından kendi yaralılarına da yardım edilmesini istiyordu. Bunu karine ile anladık. Sıhhiye erimiz insani vazifeyi onların yaralıları hakkında da aynı ihtimam ile yapmağa başlaması Rusları yumuşattı. Yarım saat evvel dişeri sıkılmış, birbirine kurşun çatanlar artık eskisi kadar haşin nazarlarla bakışmıyorlardı. Fakat birden bire bu havayı bozan bir hadise ile karşılaştım. Bizim attığımız kurşunla şakağından henüz yaralanmış bir Rus’un koltuğuna girmiş olan arkadaşı beni karşısında görünce dişlerini gıcırdatarak süngüsüne davrandı… Bir yandan da bizim erlerin yere bıraktıkları ucunda süngü takılı mavzerlerden birisini kapıp nefsimi müdaafa etmek fikri de şimşek gibi kafamdan geçti… Rus başçavuşu benim söylemem üzerine ikimizin arasına girdi, bana Tatarca: ‘-Mıntakel’ dedi ve süngüye davranan Rus erine tabancasını çevirerek kumandayı andıran sert birkaç söz söyledi, er itaat etti ve esas vaziyet aldı.” (T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.20-21.)

241

İhtiyat Zabiti Faik Tonguç, Temmuz 1916’da Ruslara esir düşmüştür. Tonguç, esir olur olmaz bir Ermeni neferi tarafından saldırıya uğradığını, ancak bir Rus neferinin yardımı sayesinde öldürülmekten kurtulduğunu yazar. Rus neferinin hareketi sayesinde süngülenmekten kurtulan Tonguç, tartaklanmaktan ve soyulmaktan kurtulamamıştır. Tonguç, ayağındaki çizmelerin dahi Rus askerleri tarafından zorla alındığını ve bir hayli hakarete uğradığını aktarır.904

Teslim olan askerleri esaretten öncekinden daha iyi koşullar beklemiyordu. Özellikle hasta ve yaralı esirlerin durumu çök kötüydü. Faik Tonguç’a göre, Rus hatları gerisinde hasta ve yaralı esirleri bekleyen tek şey ölümdür; “İki üç gün aralıkla hasta ve yaralı kafileleri geliyor. Sözde tedavi edilmek üzere ileri hatlardan toplanıp getirilen bu zavallıların yüzde onu bile hayatta kalamıyordu. Hastane adı verilen bu çadırlar Türk askerleri için birer ölüm yuvası halindeydi. Her sabah 15-20 Anadolu çocuğunun akradaşları tarafından hazırlanmış büyük çukurlara birbiri üzerine atıldığını üzülerek izlyorduk… Bir akşamüzeri 30-40 araba geldi, henüz yarı canlı bulunan bu bahtsızları odun boşaltır gibi birbiri üstüne atıp gittiler. Sabahleyin arabalardan atılan, ayaklar altında ezilen birçok şehidin yine kendi arkadaşları tarafından çukurlara atıldığını, sonsuz azap ve elem içinde seyrettik.”905

Faik Tonguç’un anlattıkları arşiv belgelerinde de sabittir. Başkumandanlıktan Matbûât Müdüriyet-i Umumiyesi'ne gönderilen 27 Nisan 1916 tarihli yazıda; Rusların elinde bulunan Kars Hastanesi'nde yaralı Osmanlı esirlerine kötü muamele edildiğine, bayıltılmaksızın yapılan ameliyatlarla esirlerin kol ve bacaklarının kesildiğine, yanlış tedaviler sebebiyle şehit olan pek çok askerin bulunduğuna dair hastanede bulunan subaylardan alınan mektuplar iletilmiş ve gazetelerde yayınlanması istenmiştir.906

904 “İlk karşılaştığım düşman neferi çok genç, güler yüzlü, basık burunlu, sarışın, küçük mavi gözlü tam Rus tipi bir neferdi. Bu neferin tavrı bana güven vermişti… Bu sırada uzun boylu, koyu esmer, iri yarı bir Ermeni yetişti. Türkçe olarak sövüp saydı, hışımla süngülü tüfeğini kaldırdı, göğsüme saplayacak bir durumda üstüme saldırdı. Yanımda bulunan küçük Rus neferi, yaşadığım sürece asla unutmayacağım ‘Ofitseraaa’ diye bağırıp çevik bir hareket yaparak Ermeninin üstüne atıldı, tüfeğin namlusuna yapıştı. Bu haykırma ve hareketin anlamı ‘sen ne yapıyorsun, bir subaydır’ demekti… Subay olduğumu anlayan ve ilk anda beni koruyan bu genç neferin engel olmaya çalışmasına rağmen, soldan gelen Ruslar leş kargaları gibi etrafımı sardılar, boynumdaki dürbünü, palaskamı, tabancamı, ayağımdan çizmelerimi sert hareketlerle çekip aldılar. Ceplerimi karıştırdılar, çizmeyi alırken bir hayli hakarete uğradım.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.169.)

905 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.195-196.

906 “…burası tam manasıyla hastahâne maskesi altında gizlenmiş bir mezbaha ve bir cinayet yuvası. Burada kaldığımız yirmi gün zarfında ancak iki defa yaram değişdirilebilmiş idi. Ameliyathane denilen kasaphaneye gidişimizde sû-i tedavi yüzünden yaraları kangren olan Osmanlı evlâdlarının bayılmadan bağırta bağırta ayak ve kollarının kat‘ı, o ızdırabın tesîriyle kıpırdatanların unf ve şiddetle muâmeleleri gibi hâlât yaramın o iki defalık tebdili esnasında müşahidi olduğum hâlât cümlesinden bu ameliyâtı görmeye mahkum olan zavallıların hemen onda dokuzu mahkum-ı mevt oluyor idi.” (BOA, HR. MA,

242

Kafkas Cephesi’ne dair hatıralarda, özellikle Ermenilerin esir askerlere çok kötü muamele ettiğine dair pek çok tanıklık vardır. Faik Tonguç, Rus cephesindeki subaylardan iyi muamele gördüğünü, Ermeni subay ve neferlerinin ise kin ve nefretle hareket ettiğini belirtir; “Bu nankör milletin Türklere karşı sönmek bilmeyen kinleri vardı, bunu her fırsatta göstermekten geri kalmıyorlardı… Bize karşı dışarıdan (Ermenilerden) saldırı hareketleri sıklaştıkça, (Rus) neferlerin koruyuculuğu, dostluk hisleri de artıyordu. Onbaşı diyordu ki: ‘-Bizim size karşı bir düşmanlığımız yoktur, ben Rusya’nın Don vilayetinden, siz Anadolu’nun bilmem neresindensiniz, sizi şahsen ne bilir, ne de tanırım; askerlik emrediyor, biz de görevimizi yapıyoruz.’”907

Tıpkı Ermeniler gibi, Rus ordusundaki Kazakların da esirlere vahşice muamele ettiği sıklıkla vurgulanmıştır. Kafkas Cephesi’nde Ruslara esir düşen Mehmet Fevzi Taşer, Kazakların esirleri bir dere içinde topladığını, yaralı esirleri palaları ile öldürdüğünü ve bunların başlarını kestiğini yazar.908 1915-1919 yılları arasında Osmanlı ordusunda önce yüzbaşı ve binbaşı olarak görev yapmış olan Venezuela’lı subay Rafael de Nogales Méndez de, gerek Osmanlı gerek Rus askerlerin esirlere kötü davranmadığını, ancak Kazakların ve Ermeni komitacıların ellerine düşen yaralı ve savunmasız esirleri acımasızca öldürdüğünü aktarır.909

İngilizlere esir düşen Osmanlı askerleri de, yaşadıklarına hatıralarında yer vermiştir. Ruslar gibi, İngilizlerin esirlere muamelesi de harp hukukuna uygun olmamıştır. Mehmet Sinan Özgen, harbin son günlerinde Musul’da esir düşmek üzere iken, elindeki topları tahrip etme emri aldığını söyler. Özgen, namlularına kum ve çakıl

1166/77; Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi I, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, İstanbul, 2013, s.301-306.)

907 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.172-185; Ermenilerin kötü muamelelerine dair başka şahitlikler de mevcuttur; “Ebubekirgilin Mehmet, hasta olan ağabeyi Muhittin’i sırtında taşıyordu. Biraz sonra öldüğünü anladığımız ağabeyini yere bırakmasını söyledikse de o razı olmadı. Geceden bekleyen Rum ve Ermeniler tekrar etrafımızı çevirmişti. Bir kısmı Mehmet’i döverken biri de sopasını sırtındaki ölüye vuruyordu. Böylece dirimize ve ölümüze vura vura trene bindirdiler.” (Nuri Köstüklü, “I. Dünya Savaşında Rusya’nın…”, s.5.)

908 “Ey Allah’ım!.. Ne feci manzaraydı bu. Askerin pek çoğu can çekişir durumda. Ağır yaralılar bağırışıyor. Hafif yaralılar, sağ kalanların peşine düşmüş, asker matarasından başka her şeyi bırakmış korku, ürperti içinde Kazak askerlerinin pala şakırtılarıyla dereye toplanmaktadır… İnsanfsız Kazak süvarilerinin yaralı askerlerimizi palalarıyla öldürdüklerini gördükçe, ahirete göçen arkadaşlarımıza gıpta ediyorduk… Kazakların zalim palaları, bu bedbaht kafilesinden geriye kalan hafif yaralıların başlarını vücutlarından ayırmakta kullanılıyordu. Bu vahşi manzaradan ürken askerlerin feryadı, bizleri dilhun ediyordu.” (Cepheden Cepheye…, s.28-29.)

909 Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, Yaba Yayınları, İstanbul, 2008, s.86; Mehmet Necati Kutlu, “Osmanlı Hilalinin Altında Bir Venezuelalı ve Anlatılarında Yer Alan 1915 Yılı Olayları Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XLVI/2, Ankara, 2006, s.178.

243

doldurup ateşleyerek topları imha ettiğini, ancak bundan büyük bir üzüntü duyduğunu yazar.910

Mart 1918’de Irak Cephesi’nde esir düşen Hüseyin Fehmi Genişol, esir neferlerin yaşadıklarıyla ile ilgili detaylı bilgiler verir; “Hepimizi mükemmel yapılan tel örgülü bir alana soktular. Fakat dipçik, dayak kıyamet gibiydi. Ekmek yoktu ve asker açtı. Biraz ekmek veriyorlardı. Fakat düzen olmadığı için kimi alıyor, kimi alamıyordu.” Genişol, bu durum karşısında neferler arasında düzenin bozulduğunu ve bir anarşi ortamının doğduğunu aktarır; “Yine takımdan birkaç kişi bularak arkadaş edindim. Yalnız olmuyordu. Çünkü sürekli gözetim altında olan asker son gece yağma yapmıştı. Birçoğu kendisinde olmayan şeyleri almıştı. Şöyle ki, bir er, birkaç arkadaşıyla yanına gelir ve sana ‘Arkadaş bu çanta benim’ derdi. İtiraz edersen diğerleri şahitlik ederdi. Aksi takdirde diğerleri zorla elinden alır giderdi… Bıçak vesaire olmadığından kavgalar yumruk ve tokatla yapılıyordu. Böylelikle asker çok terbiyesiz bir hale geldi… Düşman bir taraftan elinden gelen zulmü yaparken, diğer yandan askerimizin birbirine düşmesi çok kötüydü.”911

I- ESİR KAMPINA GİDİŞ

Esir düşen askerleri, esir kampalarına uzanan zorlu bir yolculuk bekliyordu. Esir alınan askerler, en yakın cephe komutanlığında gerekli işlemleri yapıldıktan sonra toplama merkezlerine naklediliyordu. Erzurum, Tiflis ve Nargin Adası, Kafkas Cephesi’nde esir düşen askerler için toplama kampı olarak kullanılıyordu. Nitekim Osmanlı esirleri, Rusya’nın muhtelif yerlerindeki kamplara götürülmeden önce ilk esaret tecrübelerini bu merkezlerde yaşıyordu.912 Mütekiben trenlere bindirilerek Rusya içlerine ve Sibirya’ya sevk ediliyorlardı. Subaylar ayrı vagonlarda, nispeten daha iyi koşullarda bulunuyordu. Mülazım Ahmet Hilmi’nin aktardığına göre, neferlerin esir trenlerindeki durumları içler acısıydı. Bindikleri hayvan vagonlarının helaları mevcut

910 “Bazı hedefleri kontrol için ateşe başlamış isem de arkamdan bir ses: ‘-Sinan Bey. Ateşi kes, topları kır, teslim olduk!’ diye bağırıyordu. Ben hala şaşıyor ve inanamıyordum… bizim piyadeler eli boş olarak toplanmakta ve herkes elinde bulunan malzemeyi kırmakla meşgul bulunmakta idi. Fakat ben ne ile kıracaktım? Elimde tek bir tahrip vasıtası yoktu. Koca obüsler kazma keser ile kırılır mı?... Ne feci bir durum: Senelerden beri milli varlığımızı, şeref ve namusumuzu korumak için elimizde taşıdığımız bu güzel silahların imhası uğrunda gayretlerimizi sarf ediyor ve onu düşman eline sağlam teslim etmemek maksadıyla adeta birbirimizle yarış yapıyorduk… daha dün topuna, tüfeğine güvenerek hürriyet uğrunda çarpışan bizler, şimdi iradesiz, hürriyetsiz birer mahluk, düşman süngüleri altında yaşayan birer aciz durumunda idik.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.125-126.)

911 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.67-68.

912 Mahmut Akkor, I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya, 2006, s.128.

244

olmadığından ve nöbetçiler tarafından bir adım harice çıkmaları men edildiğinden defihacetlerini ancak tren yürürken pencereden harice çıkarmak suretiyle yaparlardı. Bunlar arasında tifüs hastalığı baş göstermişti. Her gün vagonlardan dört beş cenaze çıkar ve bu cesetler duraklama mahallerinde adeta bir odun parçası gibi dışarı atılırdı.913

Kafkasın Sözü gazetesi muhabiri Lev Kapitani, 17 Ocak 1915’de esir kafileleriyle ilgili şunları yazmıştır; “Esir düşen yaralı Türkleri tamamen kapalı kafes vagonlarda uzun süren yolculuğun sonunda getiriyorlardı. İçeride kafesler dolusu insanların kimisi ateşli silahla, kimileri süngü, kılıç yaralarıyla çoğu pansumansız, uzuvları donmuş, aç, ızdırap içinde insanlar tek bir kitle gibi sıkıştırılmış; kanlar içinde inleyen insan varlıkları, küçücük pencerelere uzatılmış yalvaran eller... Ve böylece trenlerle naklediliyorlardı.”914

Budapeşte’de yayınlanan Pester Lloyd gazetesi 2 Haziran 1916’da şu haberi veriyordu. Sarıkamış'da esir edilen Osmanlı askerlerini taşıyan bir katar Sibirya'ya giderken bir müddet Penza'da durmuştu. Katar Penza'ya varmadan evvel on iki günden fazla yolda kalmış idi. Esirlerin bulunduğu vagonların kapıları mühürlenmiş ve kapıların açılmaması için kesin talimat verilmişti. Vagonların pencerelerinden korkunç bir koku çıkıyordu. Ancak ne demiryolu memurları ne de katarı sevk eden kondüktörler kapıları açmağa cesaret edemiyorlardı. Bunun üzerine Petersburg'a bir telgrafnâme çekildi ve ancak üç gün sonra alınan cevabta vagonların tahliyesi emrolundu. Vagonlar açıldığında içinde bulunan yaklaşık yedi yüz esirin feci şekilde can verdiği anlaşıldı.915

Yedek Subay Vehbi Özkan’a göre esarette iki yol vardı; “Ya ölüm, ya çile”. 80-90 esir kırk kişilik vagonlara koyun sürüsü gibi doldurulmuş, tuvalet için dışarı çıkma imkanı dahi verilmemişti. Özkan, yaklaşık kırk gün süren yolculuk esnasında yüzlerce esirin bu kötü koşullarda hastalanarak yolda hayatını kaybettiğini aktarır.916

913 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.176.

914 Bingür Sönmez, “Sarıkamış-Kafkas Cephesinden Sonra Yerli Halk ve Esirlerin Durumu”, 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak (20-21 Kasım 2014), Uluslararası Sempozyum, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2014, s.325; İsveç Kızılhaç temsilcisi Graf Londrof, Sarıkamış’ta esir düşerek Rusya içine sevk edilen Osmanlı askerlerinin durumunu şöyle tarif etmekteydi; “İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi.” (A.Kaşıyuğun, “I. Dünya Savaşı’nda Esirler…”, s.77.)

915 BOA, HR. MA, 1170/46_7, 9; Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi I, Belge No: 179, s.322-323.

916 “Sarıkamış tepelerinde on üç gün yemeden, içmeden, uyumadan savaştıktan sonra, elbise ve çamaşır bile değiştirmeden, kırk günde Sibirya yaylalarında aynı durumda savrulan bizler, insanlıktan çıkmış, saç sakal birbirine karışmış, şekli şemaili tuhaf, tanınmaz bir hayvan görünümündeydik.” (Vehbi Özkan,

245

Mirliva İhsan Latif Sökmen de benzer bir tablo çizer; “Tiflisten sonra seyahatimiz kesilmeksizin devamlı bir surette ve (Bakü-Rostof-Penza-Ufa-Çelyabensk) yolu ile vagonlardan kesinlikle dışarı çıkarılmaksızın (istasyonlardaki durmalar da dahil) yirmibeş gün, her tür sefalet içinde ve kuru tahtalar üzerinde devam ederek, sonunda Kamışlof adındaki istasyona geldik. Birer kattan ibaret olan sırtımızdaki çamaşırların giyilir yeri kalmamıştı. Her türlü mahrumiyet içinde ve temizlenmemekten doğan sıkıntıları biraz olsun hafifletmek için vagonda bulunan tuvalet yerindeki su ile ve sıra ile çamaşırları yıkar ve vagon pencereleri dışına asar ve sıfır altı 30 derece soğukta kuruturduk.”917

Tren yolculuğu sona erdiğinde de çile bitmiyordu. Rusya içlerinde demiryolunun ulaşmadığı noktalara yürüyerek gidilmesi gerekiyordu. Mülazım Ahmet Hilmi’ye göre bu yürüyüş, ölüm yürüyüşü idi. Ahmet Hilmi, demiryolundan itibern 120 kilometrelik yolu kızaklarla iki günde katettiklerini, havanın korkunç soğuk olduğunu, efradın bir kısmının bu yolu yaya olarak yürüyeceğini, çoğunun ayakkabılarının yırtık olduğunu ve hatta bazılarının ayaklarının çıplak olduğunu, bu feci maznara karşısında Rus kadınlarının gözyaşlarını tutamadığını ve esir neferlere yiyecek vererek yardım etmeye çalıştığını yazar.918

Ahmet Hilmi’nin aktardığı acılı manzaralara ve buna karşı Rus kadınlarının gösterdiği merhamete Ziya Yergök de şahit olmuştur; “Trenden çıkıp kızaklara binerken bizimle aynı trenin yük vagonlarıyla sevk edilen esir askerlerimiz de vagonlardan çıkarılmış, yaya olarak gönderilmeye hazırlanmışlardı. Orada resmi, sivil birçok Rus erkek ve kadını bizleri seyretmek için toplanmışlardı. Soğuk sıfırın altında 30 derecenin altında idi. Bizim askerler acınacak durumdaydılar. Eski püskü elbise ve kaputlar içinde, ayakkabıları kalik (yırtık, dilenci postalı) halini almıştı. Bunlar arasında bir

Esaret Yıllarım, Asteğmen Vehbi Bey’in Sibirya’dan Kaçışı, (Haz.Bingür Sönmez), Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2017, s.18-19.); Faik Tonguç, Sarıkamış’tan Moskova’ya doğru yapılan tren yolculuğunu şöyle anlatır; “Cehennem sıcağında vagon içinde, pencereler kapalı olarak üç gün acı ve derin bir üzüntü içinde bekledik. Su bile dirhemle verildiğinden bayılanlar, hastalananlar çoğalıyordu. Yemek içmek gibi zorluklardan başka pencereden bakmak bile yasaktı. Bu durumdan kimsenin şikayete hakkı çünkü esirdik, hem de memleketimizdeki deyişle ‘Moskof elinde esir’dik.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.200-201.)

917 İhsan Latif, Bir Serencam-ı Harp, (Haz. Burhan Göksel), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988, s. 11.

918 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.178; Osmanlı esirlerinden Fahrettin Erdoğan, bu çileli yolculukta hayatından tamamen vazgeçtiğini yazar; “Bir sabah Samara’ya geldik. Ben hastalığım ve zafiyetimden ötürü çok bitkindim. Fırtınanın tesiriyle de kuvvetim kesilmişti. Kafilemiz ve gardiyanlar çabuk çabuk ilerliyorlardı. Ben takatim kesildiği için karlar üstüne diz çöküp kaldım, gardiyanlara ‘Ben artık gidemiyorum, rica ederim beni vurunuz!’ dedim. Bunu işiten gardiyanlar ‘Allah’ım bu ne zulümdür!’ diye ağlamaya başladılar.” (Merve Üner, 1. Dünya Savaşı ve Sonrasında Rusya’daki esir Kampları, (Basılmamış Doktora Tezi), Balıkesir, 2016, s.42.)

246

askerin de ayakkabıları yoktu. Yırtık çoraplarla sıraya girmeye gidiyordu. Bu acıklı görüntüye dayanamayan bir Rus kadını lastiklerini çıkardı ve bu ere verdi ve bize de bir çok küfürler savurdu. ‘Böyle perişandınız niçin muharebeye girdiniz?’ gibi haklı sözler söyledi.”919

Filistin ve Irak cephelerinde İngilizlere esir düşenleri ise önce Mısır’a veya Basra’ya ve oradan da Hindistan’a uzanan uzun bir yolculuk bekliyordu. Musul’da esir düşen Mehmet Sinan Özgen, tren yolu ve Dicle Nehri’nde işleyen vapurlar vasıtasıyla Basra’ya sevk edildikleri aktarır. Özgen, İngilizlerin cephe gerisinde kurduğu ulaştırma hatlarına duyduğu hayranlığı gizlememiştir. Bu ulaşım hatları sayesinde Basra’da ki esir kampına ulaşmak zor olmamıştır.920 Kutü’l-Amâre güneyinde esir düşen Taşköprülü Mehmet Efendi’nin yolculuğu Basra’da son bulmamış, deniz yolu ile Burma’daki esir kamplarına götürülmüştür.921 1918 Mart’ında Bağdat’ta esir düşen Hüseyin Fehmi Güneşol, vapurla Basra’ya götürüldüklerini ve üç ay burada kaldıklarını söyler. Genişol, Basra’da zorlu şartlarda ağır angaryaya tabi olduklarını aktarır. Türk esirlerinin bir kısmı Ağustos ayında gemilerle Bombay’a ve buradan trenle Bellary kampına götürülmüştür.922

Harbin son günlerinde Filistin’de İngilizlere esir düşen Sokrat İncesu ise, Mısır’da ki Seydibeşir kampına götürülene kadar insanlık dışı muamelelere maruz kaldıklarını aktarır. İncesu, yolda yiyecek olarak ancak soğan dağıltıdığını, sudan ve hatta tuvalet imkanından dahi mahrum bırakıldıklarını yazar. Nitekim, Çanakkale’de esir aldıkları İngiliz askerlerine gösterdikleri şefkatle, bu durumu kıyaslamaktan geri durmaz; “O anda aklıma Arıburnu’nda esir aldığımız İngiliz askerleri geldi. Bir çoklarını ağır ağır yürüterek, yürüyemeyecek derecede bitkin olanlarını da sırtımızda taşıyarak şefkatli sıhhiye erlerimize teslim etmiştik. Hepsi muayeneden geçirildikten sonra ağır yaralı olanlar revir çadırında bakıma alındı. Hafif yaralılara pansumanlar yapılarak bizim yediğimiz mercimek çorbasından birer dolu tas verildi. Hatta hiç unutmam, tayınla mercimek çorbasını bitiren bir İngiliz esiri eliyle sigara işareti

919 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.140; Tahsin İybar da, Rus kadınlarının merhametine şahitlik eder; “Kasaba kenarında bazı köylü kadınları erlerin başındaki muhafızlara yüksek sesle bir şeyler bağırıyorlardı. Rusça bilenlerin tercümesiyle anladık ki hasta ve yaralılar için: ‘-Niçin halktan kızak toplamadınız da bunları yürütüyorsunuz?’ diyorlarmış.” (T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.31.)

920 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.133-134.

921 Taşköprülü Mehmet Efendi’nin Kutü’l-Amâre’den Burama’ya uzanan yolculuğu için bkz. Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.59-94.

922 “Üç gün sonra yalnız bizim teldeki 2500 kişi angaryaya çıkarıldı. Bunlar, Fav Boğazından Basra, Kurna, Amare, Kut ve Bağdat’a giden demiryolunun kenarından ve Basra şehrinin 5 km dışından çevrilerek kuzeyden başlayacak olan ve 20 metre genişliğiyle 12 metre derinliği olan kanalı kazacaklardı.” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.71-77.)

247

yapınca Kirmastalı Yusuf belinden çıkardığı tütün kesesini İngilizlerin önününe atarak: ‘-Sende kalsın, ben başka yerden bulurum,’ diye Türk nezaket ve misafirperverliğinin en güzel örneklerinden birini vermiş oldu. Bizim bu iyi niyet ve insani hareketlerimize karşı İngilizlerin aç ve sefil olan bizlere kuru soğan vererek alay etmeleri aramızdaki farkı göstermesi bakımından dikkat çekicidir.”923

II- ESİR KAMPLARINDA HAYAT

a) Zabitlerin Esaret Hayatı

Bu başlık altında Rus esir kampaları incelenecek, İngiliz esir kampları konusu bir sonraki bölümde ‘Neferlerin Esaret Hayatı’ başlığı altında ele alınacaktır. Rus devleti, sayıları iki milyonu bulan savaş esirlerini barındırma konusunda sıkıntılar yaşamıştır. Bu koşullarda kışlalar, hapishaneler, fabrikalar gibi birçok birim esir kampı haline dönüştürülmüştür. Ancak bunlar da ihtiyacı karşılayamayınca, esirlerin bir kısmı esir kampları dışında “dom” denilen ev sistemiyle iskân ettirilmiştir. Sivil şahıslardan kiralama yoluyla alınan bu evlerin kirası, esir subaylara Rus hükümetince verilen maaştan kesilerek ödenmiştir.924 Rusya’daki Osmanlı esirlerinin bir kısmı esir kamplarında kalmışlar, diğer bir bölümü ise esareti kampa dönüştürülen köylerde geçirmişlerdir.925 Bu köylerde esirler ya boşaltılmış evlerde topluca kalmış, ya da köylü ailelerin yanına ikişer üçer verilerek barınmışlardır. Bu esirlerin hatıralarında, Rus köylülerinin yardımseverlikleri şükranla anılmıştır.

Hatıralar incelendiğinde, harbin ilk dönemlerinde Rusya’daki esir kamplarında subaylar için koşulların nispeten katlanılabilir olduğu görülür. Esir subaylara 50 ruble, üstsubaylara (binbaşı, yarbay ve albay) 75 ruble maaş verilmiş, bu parayla temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmışlardır.926 Maaşlar, bazen de kamp bakkalından ücret

923 Çanakkale Hatıraları, c.I, s.330.

924 Cemil Kutlu, I. Dünya Savaşında Rusya’daki Türk Savaş Esirleri ve Bunların Yurda Döndürülmeleri Faaliyetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 1997, s.80-95.

925 Bu kamplar bir merkezde olmayıp, Rusya’nın muhtelif yerlerinde bulunmaktaydı. Kafkasya, Ukrayna, Rusya, Sibirya, Mançurya ve Dış Moğolistan Türk esirlerinin yerleştirildiği bölgelerdi. Osmanlı esirlerinin Rusya’ya tutulduğu kamplardan bazıları şunlardır; Moskova’da bulunan Kozohova Karantina Kampı; Moskova’nın 350 km kuzeydoğusunda bulunan Varnavino Kampı; Moskova’nın 400 km kuzeydoğusunda bulunan Vetluga Kampı; Kuzey Buz Denizi kenarında bulunan Arhangelsk kampı; Makaryef Kampı; Moskova’nın yaklaşık 200 km güneybatısında bulunan Kaluga Kampı; Uralsk Kampı; Sibirya’da bulunan Krasnoyarsk Kampı; Moğolistan-Çin sınırına yaklaşık 500 km uzaklıkta bulunan Çita Kampı; Samara, Tomsk, İrkutsk, Troyskosavsk (Kahta), İrbit, Barnaul, Kazan, Simbirsk ve Ufa Kampları. Detaylı bilgi için bkz. M.Akkor, I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki…, s.123-171.

926 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.137; T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.35; C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.318.

248

kadar alışveriş yapma hakkı şeklinde verilmiştir. Ücret karşılığında, yerli halk tarafından işletilen veya kendi işlettikleri tabldotlardan yemek yiyebilmişlerdir. Tabii ihtiyaçların giderebilmesi, ancak bu maaşları zamanında ve tam olarak alabilmeleriyle mümkün olabilmiştir. Maaşların eksik ve düzensiz verildiği durumlarda, iaşe ve ihtiyaçların karşılanmasında zorluklarla karşılaşılmıştır. Maaşlar konusu, kamp yönetiminin düzeni ve iyi niyetiyle dorudan bağlantılıdır. Hatıralarda, maaşların ödenmemesi ve kamp bakkallarının olumsuz tutumuyla ilgili pek çok yakınmada bulunulmuştur.927

Lahey Sözleşmesi esaslarına göre zabitler esir kamplarında çalıştırılamıyorlar, bu sayede bolca boş zamanları kalıyordu. Boş kalmak ve bir meşgale bulamamak, ayrıca sıkıntı yaratan bir durum olmuştur. Bu nedenle gerek boş zamanı doldurmak, gerekse kişisel gelişim için zabitler çoğunlukla yabancı dil öğrenme gayretine girmişlerdir. Nitekim esir kamplarında Osmanlı subayları, Alman ve Avusturya subayları ile yakınlık kurmak ve bunlardan dil öğrenmek fırsatını bulmuştur. Ziya Yergök, kampın adeta bir yatılı üniversiteyi andırdığını söyler. Tüm esirler kendi odasında bir dersle meşguldür. Türkler, Almanca, Fransızca, Macarca, Esperanto; Almanlar, Macarlar, Avusturyalılar Türkçe, Fransızca, Esperanto, Arapça, Farsça öğrenmektedir. Ayrıca fizik, kimya, matematik gibi fen derslerine de çalışanlar çoktur. Kamptaki Türk subayların büyük kısmı Almanca’yı öğrenmiştir.928

Osmanlı askerleriyle, müttefik Alman ve Avusturyalıların berbarer tutulduğu kamplarda daha canlı bir ortam olduğu ve esirler arasında olumlu bir etkileşim doğduğu görülür. Ziya Yergök, Krasnoyarsk kampının bir gününü şöyle özetler. Harbin ilk zamanlarında Krasnoyarsk’da 200 Türk, 200 Alman, 2600 Avusturyalı subay ve üst subay, 1000 kadar da er vardır. Sabah kahvaltısından sonra yapılan ilk iş gazete ve ajans haberlerini almaktır. Harbin seyrine göre haberler bazen sevinç, bazen de üzüntü yaratmaktadır. En çok sulh haberleri beklenmektedir. Öğle yemeğine kadar hatırat yazmak, sabah gezintisi yapmak, spor yapanları seyretmekle vakit geçirilmektedir. Öğle yemeğinden sonra değişik dersler yapılmakta, futbol maçları seyredilmekte ve icra edilirse konferanslar dinlenmektedir.929

927 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.89, 91, 93, 134; F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.249.

928 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.154; Ahmet Hilmi de, onu teyit eder; “Ordugah bu sayede bir darülirfan (kültür) yuvası ve feyz halini iktisap etti.” (M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.185.)

929 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.161-162.

249

Faik Tonguç ise, harbin ilerleyen dönemlerinde daha küçük bir kamp olan Vetluga’ya bağlı Domçirkina kampındaki hayatı şöyle anlatır; “Saat sekizde, Çinövnik denilen maymun suratlı subayın ‘raz, duva, tri’ diye yoklama yapan sesiyle, yahut ‘starşi’ (çavuş) cenaplarının kalın, gür bir tonla söylediği ‘stavat gosbodar’ sözleriyle tahta kerevitlerin gıcırtısı arasında, deliklerinden otları dökülen yataklardan kalkılır, teneke muslukta hafif tertip el yıkandıktan sonra, akşamdan kalan iki üç haşlanmış patatesle bir iki bardak şekersiz çay içilir. Eğer havanın ve çavuşun gönlü olursa öğleye kadar bahçede dolaşılır. İki şarttan biri eksikse, oda içinde gezilir, pencereden nehir, köprü seyredilerek öğleye erişilir. Öğle yemeği; üzeri ayçiçeği yayığla hafifçe yaldızlanmış bir porsiyon patates çorbası, ekmek yerine haşlanmış patates; üzerindeki muşambada iki düzine delik, yırtık bulunan masadaki çorbalara hücum edilir, kaşık daha tabaktan ayrılmadan, dudaklar uzatılarak, kaşıktaki yemek on santimlik mesafeden nefesle çekilir… İkindi kahvaltısını da bir iki patatesle geçirdikten sonra, akşam için aynı yemeğin hazırlanmasına başlanır, yatıncaya kadar konuşarak veya biricik Fransızca kitabımızı okuyarak vakit geçirmeye çalışırız.”930

Esir subayların kamp dışına çıkışları ve sivil halkla temas etme imkanı, değişik kamplarda ve değişik dönemlerde farklılık göstermiştir. Bazı dönemlerde bu konuda esnek davranılırken, bazı dönemlerde çarşıya çıkmaya ve halkla temasa engel olunmuştur. Genelde yanlarına muhafız erleri verilerek çarşıya çıkmalarına müsaade edilmiştir.931 Esir subayların temel işlerini görmek için yanlarına emir erleri verilmiş, bunların harçlıkları subaylar tarafından ödenmiştir. Erzak alış-verişi, yemeklerin hazırlanması, bulaşıkların yıkanması gibi hizmetler, bu emirerleri tarafından yürütülmüştür.

Hatıralarda Rus askerlerinin esirlere mulamelesine de değinilmiş ve bu konudan yakınılmıştır. Ziya Yergök şunları yazar; “Rütbe farkı maaşta ve ikametgahta göz önüne alınır, başka hususlarda erlerle rütbeliler eşit muamele görürlerdi. Rus subay ve erlerine birazcık itiraz büyük bir hakaretle karşılık görür, dipçik ve kırbaç dayağı zerrece itiraz etmemize, soğukta çekilen azaplara katlanmamıza sebep olurdu.”932 Faik Tonguç da benzer şeyler söyler; “Mutaassıp askerler bize eziyet ve hakaret etmekten zevk duyarlar; küçük bir şeyi bahane ederek söylemedikleri söz kalmazdı.”933

930 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.258.

931 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.214, 261; Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.157; M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.182-183.

932 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.156.

933 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.220.

250

İhsan Latif Sökmen, özellikle esir neferlerin çok ağır muamelelere maruz kaldığını aktarır. Neferler en eski ve kötü durumdaki barakalarda kalmaktadırlar. Bunlara çoğu zaman yalnızca bir parça kuru ekmek verilmekte ve aç bırakılmaktadırlar. Bu konudaki şikayetlerini dile getirdiklerinde Kazak askerlerin telgraf tellerinden yapılmış kırbaçlarıyla dövülmektedirler. Sökmen’e göre, Osmanlı erleri en barbar ve vahşi kavimlerin bile harp esirlerine yapamayacakları muamelelere maruz kalmaktadır.934

Harbin ilerleyen dönemlerinde kamplardaki koşullar git gide kötüye gitmiş, Rusya’da yaşanan iç sıkıntılar, esirler üzerinde etkisini göstermeye başlamıştır.935 Bir yandan esirlerin sayısı artarken,936 diğer yandan kıtlık baş göstermiş ve fiyatlar yükselmiştir. Beslenme en önemli sorun haline gelmiştir. Ahmet Hilmi, kamp koşullarını şöyle tasvir eder; “Ekmekler Rusların ‘çürnihilep’ temsiye ettikleri (ismini verdikleri) siyah çamurdan başkası değildi. Bu da ancak her adama, yevmiye (günlük) yüz dirhem ‘320 gr.’ bir miktarda verilirdi. Bu ekmekler mukaddema (eskiden) Ruslar tarafından ancak hayvanata verilir ve sokaklarda, çöplüklerde mebzulen (bolca görülürdü. Fakat harp yılları uzadıkça zabitan bile bu ekmeklere hasret ve müştak kalmışlardı. Et her zabite haftada ancak yüz, yüz elli dirhem, ‘320-480 gr.’ miktarında verilirdi. Bunların da kısmı azamisini ihtiyar ve hastalıklı at etleri teşkil ederdi. Ordugah dahlinde öyle bir açlık ve safalet hüküm ferma idi ki, köpek eti ayı eti bile yenirdi. …parasızlık yüzünden bir gün boyu aç kalmış, ve halini kimseye anlatamamış Türk zabitanı olduğunu işittik. Halbuki iklimin şiddeti bürudeti (şiddetli soğuğu) gıdanın tam olarak alınması lüzum ve zaruretini vuzuhu ile meydana koyuyordu. Buna maddeten muvaffak olamayan ve imkan bulamayanlar sıkıntıya ve neticede hastalıkla ufule (yok olmaya) mahkum oluyorlardı… Herkes artık hayatından bıkmış ve usanmıştı. Zillet (aşağılanmışlık) ve sefaletle esir olarak yaşamaktansa, ölmeyi arzu edenler pek çoktu. Mamafih bu sefalet, bu açlık bir çok müsait ve zayıf ve gayri mütehammil (tahammülsüz) vücutları zalim Sibirya’nın buzlu sinesine defin ve tevdi etmekten hali kalmadı. Bu gün orada yatan onbeş yirmi zabit arkadaşımın, belki de dörtte üçü bu meş’um (uğursuz) sefaletin kurbanı olmuştur.” 937

934 İhsan Latif, Bir Serencam-ı Harp, s.41.

935 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.159; M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.279; T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.38.

936 Kranoyarsk esir kampının 1914 sonbaharında mevcudu 8000 iken kısa süre içinde bu rakam 14.000’e çıkmıştır. (Cemil Kutlu, “Krasnoyarsk’ın Ölüm Kampından Yatılı Üniversiteye Dönüşmesi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 32, 2007, s.249.)

937 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.189-190.

251

Aynı bölgede esir tutulan Halil Ataman da bu durumu doğrular. Zaman ilerledikçe yiyecek ve içecek biraz daha kötüye gitmekte ve iaşe düzeni her gün biraz daha bozulmaktadır. Bazen tüm günü acı ayçiçek yağı ile yapılmış patates çorbası ile geçirmektedirler. Bununla beraber Ataman, Rus halkının da kıtlık içinde kıvrandığını ve bazen bu yemeği bile bulamadığını ilave eder.938 Ataman, 1917 ortalarında günlük istihkakın 125 gram çornıhıleb (siyah ekmek) ve gündelik bir öğün kaşe pilavına düştüğünü aktarır.939 Faik Tonguç da 1916 sonundan itibaren un kalmadığı için beyaz ekmek alamadıklarını, “içine çamur doldurulmuşa benzeyen çavdar, yulaf ekmeği” yemek zorunda kaldıklarını yazar940. Tonguç, Ruble’nin süratle değerini kaybettiğini, bu nedenle esirlere verilen 50 ruble maaşın eridiğini ve ancak açlıktan ölmeyecek kadar gıda alabildiklerini söyler.941

Osmanlı esirlerinden Mehmet Asaf, Vetluga kampında verilen yemeği şöyle tarif eder. Esirler açlıktan ölecek gibidir. Kampta et diye verilen, kar altında saklanan kurtlanmış öküz ve manda kafalarıdır. Bunları suda haşlayarak yemektedirler. Ancak çok kötü kokması nedeniyle çoğu zaman istifra etmektedirler. Ekmek miktarı da 170 gramdır. Yazın ince ince doğranmış olarak küplere basılan ve kışın konserve niyetine kullanılan lahana yaprağıyla çorba yapılmakta, ancak bunu da kokusundan dolayı içememektedirler.942

Kafkaslardaki esir kampları ve özellikle Nargin kampı943 için yazılanlar yürek burkucudur. Bakü’de çıkan Hümmet gazetesinin 28 Kasım 1917 sayısında Neriman Nerimanov, Nargin Adası esir kampında gördüklerini şöyle aktarmıştır; “Keşke bu cezireye gitmez olaydım. Keşke bir deri bir kemik bedenleri, fersiz gözleri, ahu zar eden bu insanları görmez olaydım. Keşke, “Efendim, su!”, “Efendim, yemek!”, “Efendim, giyecek!” sözlerini işitmez olaydım. Keşke, çıplak, dudakları soğuktan titreyen, yüzleri

938 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.145.

939 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.164.

940 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.220-221.

941 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.202; Tonguç’un esaret arkadaşı Mustafa Fevzi Taşer de, aynı sıkıntıları not eder; “Zaten beyaz ekmek yüzü göremiyorduk. Çavdar, yulaf, kara bakla denilen nesnelerden mamul mor yüzlü mide bulandıran ekmeğe de hasret kalıyorduk.” (Cepheden Cepheye…, s.77.)

942 M.Üner, 1. Dünya Savaşı ve Sonrasında…, s.66.

943 Nargin adası, Rusya’nın Kafkasya coğrafyasındaki en büyük toplama kampıydı. Esirlerin Rusya ve Sibirya içlerine sevk edilmeden önce kaldıkları son kamptı. Kamp, yola devam eden esirler için kısa süreli bekleme yeriydi ancak uzun süre kalanlar da olmuştu. Kalanlar, çoğunlukla küçük rütbeli askerler ve erler idi. Subaylar, firar edebilir endişesiyle Sibirya’nın iç kısımlarına gönderiliyordu. Yaklaşık bir kilometrekarelik yüzölçümüne sahip olan ada, savaştan önce Rusya’nın ağır suçluları tuttuğu bir hapishane olarak kullanılıyordu. Adada çok miktarda yılan vardı, bu yüzden “Yılan Adası” olarak da adlandırılıyordu. Türk esirlerce buraya “Cehennem Adası” adı verilmişti. (M.Akkor, “I. Dünya Savaşı’nda Rusya’da…”, s.209.)

252

morarmış anasız babasız çocuklarla konuşmamış olaydım. Keşke hastanede, başları kerpiç üstünde can veren yiğitlere rast gelmemiş olaydım. 1200 insan evladı şu anda ölüm nöbetinde bekliyor. 6000’i de bu nöbete hazırlanıyor. Tifo mu, veba mı ya da bulaşıcı olmayan başka bir hastalık mı bunları adaya kurban edecek olan acaba? Yok, yok! Açlık! Susuzluk ve soğuk! Asıl felaketi getirecek olan...”944 Osmanlı esirlerinden Sülayman Nuri, Nargin adasındaki menüyü şöyle anlatır; Sabahları ekmek ve karavana kaplarıyla getirilen bulanık su halinde çay, akşamları da bulgur tanesi gibi ot tohumu taneleri ve soyulmamış patateslerden yapılmış topraklı taşlı çorba.945

Hatıralarda vurgulanan bir husus, harbin ilerleyen yıllarında Rusya’da iç karışıklar çıkmasıyla esirlerin durumu daha kötü bir hal aldığıdır. M.Fuad Tokat, 1917 İhtilali ile yaşam koşullarının zorlaştığından şikayet eder. İhtilalle beraber her şey pahalılaşmış ve paranın kıymeti kalmamıştır. Beyaz ekmek, şeker ve çay bulunamaz olmuştur. Bunlar ancak nadiren karaborsada bulunabilmektedir. Bu koşullarda tabldotlar da keyfiyet ve kemiyetçe günden güne düşerek nihayet öğle, akşam sadece bir tas sulu çorbaya kadar inmiştir.946

Bununla beraber, açlık sadece esirlere özel bir durum olmamıştır. Hatırat sahipleri, Rus halkının da kıtlık yüzünden büyük sıkıntılar yaşadığını aktarırlar; “Yalnız bu kasabanın değil, koca Rus ülkesinin yokluk içinde kıvrandığı anlaşılıyordu. Bu yokluk bölgesel olsa, bu küçük kasabaya un yetiştirilirdi. Biz de asker olduğumuz için askere verilen erzaktan istedik. Beylik ambarda da salamura lahanadan başka bir şey kalmadığından, askerler de şuradan buradan dilencilikle geçiniyorlarmış… Rusya’nın kuzeyinde bulunan bu bu küçük kasabanın ve civar köylerinin binlerce insanı da açlıktan kıvranıyordu.”947

944 B.Sönmez, “Sarıkamış-Kafkas Cephesinden Sonra…”, s.327.

945 Süleyman Nuri’ye göre, Nargin’deki esirler için yaşamakla ölmek arasında bir fark kalmamıştır; “Bir günde bizim de belki ebedi mekânımız olması pek de ihtimalden uzak olmayan ve adanın diğer kısmına nazaran daha hakim mevkii olan kuzey tarafı ucuna, ölen esirleri gömdüklerini işittiğimiz yeri görmek ve bu vesileyle onları ziyaret etmiş olmak için, bir gezinti yapmaya gittik. Orada yegâne açık bulunan bir çukura yaklaştık, çukur henüz yarı yarıya doluydu, çukurun içine atılmış ölülerin, üzerlerine kalın bir tabaka kireç serpildiği için ölüleri saymak mümkün değildi… Buradan koğuşa gelince, bizden kıdemli olan erlerden çukurların ellişer kişilik olarak kazıldıklarını, her gün ölenleri sırayla balık istifi koya koya 50 kişi tam olduğu tekmil haberi verilince, çukur kapatılarak diğer bir çukurun hemen orada ve yahut da yakın civarında kazıldığını söylediler. Cephe başka burası da bambaşka bir alem, artık biz de ölümle hayat arasında fark görmek hissinden mahrum olanlara döndük.” (Betül Aslan, “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’nda Türk Esirler”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 42, 2010, s.288-289.)

946 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.279.

947 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.223, 238; T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.38; Cepheden Cepheye…, s.77.

253

Esir kamplarında yaşanan diğer bir sıkıntı ise ısınma ihtiyacının karşılanmasıdır. Bu sıkıntı, özellikle kışın şok şiddetli geçtiği Rusya içindeki kamplarda çok hissedilmiştir. Halil Ataman, Sibirya’da ki esir kampında henüz kasım ayında eksi yirmi derece soğuk olduğunu, odun ve kömürsüzlükten soğukta oturmak zorunda kaldıklarını yazar.948 Faik Tonguç ise, odunsuzluktan dolayı ocak ayında eksi on beş derecede sobayı günde bir defa kısa süre yakabildiklerini aktarır.949

Açlık ve bozuk sıhhi koşullar neticesinde salgın hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Halil Ataman, böyle bir salgın sonunda, kamptaki esirlerinin büyük kısmının öldüğünü yazar; “Buracıkta kampın geçmişine ait çok acıklı bir hadiseden söz edeyim. Biz bu yere gelmeden önce bu hapishanede 14 bin esir varmış. Bu esirlere bir nevi hastalık gelmiş, bir ciğer hastalığı imiş. Bu kötü hastalık bahsettiğim 14 bin kişiden, 11 binini yemiş ve çok kısa zamanda kocaman bir mezar doğuvermiş. Hatta bu ölüm tırpanı, 60 Türk zabitinin de canına kıymış! Mezara gittim ve gördüm. Mezarın ortasına bir anıt sütun dikilmiş, bu anıtın her yüzünde muhtelif milletlerin dillerinde yazılar vardı… şunlar okunuyordu: ‘1914 Cihan Harbi’nde müttefik ordularından Rusya’ya esir düştükten sonra burada ölenlerin hatırasına.’ ”950

Hatıralarda değinilen bir diğer konu da, Kızılhaç gibi yardım kuruluşlarının yaptığı yardımlardır. Ziya Yergök, Kasım 1917 devriminden sonra 10 rublelik bir malın 200-300 rubleye kadar yükseldiğini, buna karşılık maaşların artırılmadığını, sefalet ve perişanlığın dayanılmaz hale geldiğini, ancak Kızılhaç gibi cemiyetlerin yardımlarıyla hayatta kalabildiklerini aktarır.951 Zor zamanlarda yapılan bu yardımların önemi vurgulanırken Kızılay’ın bu husutaki zafiyeti üzüntüyle anılmıştır. Yergök, Kızılhaç heyetlerinin esir Osmanlı subaylarına da senet karşılığında para verdiğini, Kızılay Cemiyeti’nin de yardım için teşebbüste bulunduğunu haber aldıklarını, ancak 15-20 paket sigaradan başka bir şey alamadıklarını yazar.952 Ahmet Hilmi ise, esirlere olan

948 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.178.

949 “Eldeki odunu idare etmek için, soba günde bir defa bile yanmıyordu. Havalar iyi gidiyormuş… Sıfırın altında 30-40 dereceye nazaran, bu 10-15 derece, bizim gibi kansız takatsiz insanları gene de hırpalıyordu.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.279.)

950 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.164-165. Anıtın yapıldığı dönemde kampta bulunan Hasan Basri Efendi, masraflar için zabit başına bir ruble yardım toplandığını aktarır. (Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin Esaret Hatıraları, (Yay.Haz.Bedrettin Görgün), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009, s.223.); Faik Tonguç, gıda eksikliği, kötü koşullar ve esaretin zorlu şartları nedeniyle bazı subaylarda akli rahatsızlıklar dahi görüldüğünü aktarır; “Arkadaşlar arasında verem, kansızlık hastalıkları artmakta ve hastaneye kaldırılanlar gün geçtikçe çoğalmaktadır. Genç bir subayın feci şekilde aklını bozması, muhafızları bile üzüntü içinde bıraktı.” (F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.278.)

951 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.166; F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.281.

952 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.159.

254

ilgisizliği nedeniyle Osmanlı hükümetini suçlayarak şöyle yazar; “Hükümetimiz esirlerin, dört senede bir kere olsun halini sormamış ve sordurmamıştır.”953

Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelerdeki Türk savaş esirleri konusunda tamamen kayıtsız kaldığı kanaati tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti, 1916 yılından itibaren bu konuda yoğun çaba harcamıştır. Rusya’daki esirlere yapılacak yardımları koordine etmek amacıyla, 1917 yazında Kophenag’da bir Hilal-i Ahmer temsilciliği kurulmuştur. Bu temsilcilik aracılığıyla, Rusya’daki savaş esirleri hakkında gerekli bilgilere ulaşmaya ve plananan yardımları esirlere ulaştırmaya gayret edilmiştir. Ancak Rusya’daki siyasi kriz ve iç karışıklıklar nedeniyle esirlere verilecek nakdi yardımların ulaştırılmasında büyük sıkıntı yaşanmıştır. Nitekim bu nakdi yardımların etkin bir teşkilata sahip olan Kızılhaç vasıtasıyla ulaştırılmasına çalışılmıştır. 15 Aralık 1917 tarihli Brest-Litovsk Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Sefaret Heyeti ile Petrograd’a gelen Hilal-i Ahmer temsilcisi Yusuf Akçura, yardım faaliyetlerini buradan organize etmeye başlamıştır. Ancak bütün bu gayretlerin tatmin edici sonuçlar verdiğini söylemek mümkün değildir. Gerek Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu iktisadi kriz, gerek Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin yeterli ve etkin bir teşkilata sahip olmaması ve gerekse Rusya’da süren iç savaş nedeniyle yeterli miktarda yardım tahsis edilememiş ve esirlere ulaştırılamamıştır.954

b) Neferlerin Esaret Hayatı

Esaret hayatıyla ilgili kaleme alınan hatıraların büyük çoğunluğu zabitlere aittir. Bu sayede zabitlerin esaret deneyimi ile ilgili pek çok bilgiye ulaşmak mümkündür. Ancak neferlerin koşulları ile ilgili çok az tanıklık aktarılmıştır. Bu bağlamda Hüseyin Fehmi Genişol’un hatıratı özel bir öneme sahiptir. Irak Cephesi’nde 1918’de esir düşen Genişol, üç ay Basra’da, iki yıldan fazla Hindistan’da Bellary esir kampında ve müteakiben iki ay da Mısır’da ki Bilbeis kampında kalmıştır. Hatıratında, İngiliz esir kamplarında neferlerin hayatıyla ilgili detaylı gözlemler aktarmıştır. Genişol yazdıklarını, çizdiği resimlerle desteklemeyi de ihmal etmemiştir. Bunun yanında, 1918 Eylül’ünde Filistin’de esir düşerek Mısır’da 17 ay esir kampında kalan İbrahim Arıkan da, neferlerin esaret koşullarıyla ilgili detaylı bilgiler verir.955

953 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.191.

954 C.Kutlu, I. Dünya Savaşında Rusya’daki…, s.254-268.

955 Osmanlı askerlerinin tutulduğu Hindistan, Burma, Irak, Mısır, Kıbrıs, Malta Adası, Man Adası ve Yuanistan’daki İngiliz esir kamplarıyla ilgili detaylı bilgi için bkz.M.Akkor, I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki…, s.43-123.

255

Genişol, esirlerin yüzer kişilik bölüklere ayrıldığını ve başlarına birer çavuş verildiğini aktarır. Bölükler bu çavuşların komutasında her sabah yedide yoklamaya çıkmakta ve İngiliz askerleri tarafından sayılmaktadır. Müteakiben esirler angarya hizmetlerine ayrılmaktadır. Angaryaya çıkan askerler, arabalarla süprüntüleri toplamakta, tuvaletleri temizlemekte, otları kesmekte ve tel örgüleri tamir etmektedir. Bir grup ise İngiliz zabitlerinin ev hizmetlerinde çalışmaktadır. Bu işlerin hepsi bölük çavuşunun idaresinde saat dokuza kadar tamamlanmakta, daha sonra yemek yenmekte ve istirahate geçilmektedir. Öğleden sonra saat dörtte bu faaliyetler tekrarlanmakta ve altıda akşam yemeği yenmektedir.956

Genişol’a göre esirlere verilen erzak hem miktar hem de çeşit olarak yeterli değildir. Haftada iki kere, cumartesi ve salı günleri, her bölüğün mevcuduna göre levazım zabiti tarafından erzak verilmektedir. Buna göre her esire günlük 100 dirhem957 pirinç, 40 dirhem nohuta benzeyen mas, 5 dirhem şeker, 1 dirhem kahve, yarım dirhem çay ve yeteri kadar tuz verilmektedir. Esirler teneke ve mataralarda kaynatarak çay içmektedir.958

Esirler çok sıkı bir disiplin altında tutulmaktadır. Ayrıca çok ağır cezalar öngörülmüştür. Herhangi bir esir, emirlerin dışında hareket ederse tek odalı hapishanelere konulmaktadır. Daha sonra esirlerin Bekirağa Bölüğü adını verdiği fazla angarya pavyonuna gönderilerek sabahtan akşama kadar çalıştırılmakta ve sigara verilmemektedir.959 Tel kenarına yaklaşan esirler dövülmekte, yoklamaya çıkarken geç kalanlar hapsedilmekte, yoklamaya hiç çıkmazsa daha büyük ceza verilmektedir. Tezkeresiz alım satım yapan esirlerin sattığı ve aldığı eşyanın tamamı müsadere

956 “Sabah saat 7’de her bölük manga koluna geçiyordu. Bölüğün önünde çavuşu olduğu halde, bölüğe askeri şekilde ‘arş’ komutu veriliyordu. Yüz kişi tek ayak sesi ile kafes önünden hareket ederdi. Karargah kapısından karargah yoklama mahalline çıkılırdı. Her taburun bölüklerine ayrılan yerde birinci, ikinci, beşinci, sekizinci sırayla ve onar metre arayla harp safına geçilirdi. İngiliz başçavuş askeri saydırırdı… Bundan sonra çalacağı üçüncü düdükte angaryaya gidecek bölüklere çavuşlar ‘sağa çark, arş’ komutu verirdi. Bölükten çıkarılması lazım olan 6 aşçı, 5 erzakçı, 2 süpürgeci, 1 bölük emini ayrılırdı. Kalanlar karargah çavuşu tarafından angaryaya sevk olunurdu. Bu sırayla angaryaya çıkan askerler, arabalarla karargahtaki süprüntüleri toplar, hamamlara su döker, arkları süpürür, otları keser ve tel örgüleri tamir ederdi. Karargah dışına çıkarılanlar, İngiliz zabitlerinin ev hizmetlerinde çalışırlardı. Bunlar saat 9’da paydos borusu çalınca yerlerine geri dönerdi… Bu işlerin hepsi bölük çavuşunun idaresinde saat 9’a kadar tamamlanırdı. Asker yemeğini yer ve dinlenirdi.” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.77-80.)

957 1 dirhem 3,20 gramdır.

958 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.82.

959 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.79-80.

256

edilmekte ve haftalarca hapsedilmektedir.960 Genişol, tel örgüye yaklaşan bir Türk askerinin Hintli nöbetçi tarafından vurularak öldürüldüğüne de şahit olmuştur.961

Genişol, İngilizlerin acımasız uygulamaları karşısında zaman zaman isyanlar çıktığını söyler ve yaşanan bir olayı şöyle aktarır; “… üç bölük odun taşıma angaryasına giderler. Odunlar çok kalın olduğu için elde ve omuzda taşınmasının imkansız olduğunu söyleyerek götürmeyeceklerini söylerler… divan-ı harp heyeti kararıyla, asi askerlerin birer ay hapislerine karar verilir.” Bu karar üzerine esriler talimatlara uymayı reddederler. “Muhafızların süngü ellerinde zorlamaları karşısında diğer bölüklerin erleri, ani bir hücumla muhafızların ellerindeki süngüleri ve tüfekleri alırlar… Başlangıçtan beri kalbi intikam hissiyle coşkun asker, hiç olmazsa bir şamar vurayım diyerek taburlar arasına çekilmiş olan tel örgülere hücum ederler ve onu (kamp emini Yüzbaşı Biland’ı) ayakları altına alırlar.” İngiliz Yüzbaşı, aklıselim birkaç esirin telkini sayesinde ölmekten kurtulur. İsyancılar isteklerini aktarmak için, çavuşlardan bir heyet teşkil ederek kamp yönetimine gönderirler. “Çavuşlar, bir ağızdan ‘Şu dakikadan itibaren kamp dışında bu ana kadar yapılan angaryaya hiç kimsenin gitmemesine karar verdiklerini, aksi halde herkesin ölüme razı olduğunu’ söylediler… Bunun üzerine 30 kadar İngiliz askeri avcı düzeninde ve birer adım aralıklarla zabit vekillerinin üstüne yürüdü… Türkler dayanamayarak… kendilerine doğrulmuş olan İngiliz süngülerine karşı hücum ettiler. İngiliz askerlerinin her gün tahammül edemeyeceği azar, tehdit ve küfürlere katlanamayan askerimizin bu hücumunu gören İngiliz askerlerinin, bazısı ağlayarak, bazısı şaşırarak süngü takılı tüfeklerini birer tarafa attılar ve ellerini yukarı kaldırıp kendi dillerinde ‘Teslimiz’ diye bağırmaya başladılar.” Olaylar üzerine takviye kuvvetler kampa sevk edilmiş ve bir İngiliz generali başkanlığındaki heyet tahkikat için gelmişti. “Bundan sonra Türk esirler, temizlik ve taharet yolundaki işin dışında hiçbir iş kabul etmeyeceklerini ileri sürdüler. Teftiş heyeti kendi aralarında görüştü. Heyet yalnızca, saat hesabıyla ve para karşılığında pislik çukuruna gitme mecburiyetinde olmamızdan başka her teklifi kabul etti. Sonunda erlerin yevmiye karşılığında, isterse göreve gideceği, istemezse gitmeyeceği şekildeki talep kabul edildi.”962

Cemalettin Taşkıran, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı esirleri konulu çalışmasında, bir Kızılhaç heyetinin Hindistan’daki İngiliz esir kamplarına yaptığı ziyaret sonunda

960 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.95.

961 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.106.

962 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.126-134.

257

hazırladığı raporu paylaşır. Bu rapora göre; esirler arasındaki hastalık ve ölüm oranları İngiliz askerlerinden fazla değildir, yerli halktan ise düşüktür. Esirlere yapılan muamele “insanlık ve uygarlık ilkeleriyle” uyuşmaktadır. Heyete göre esirlerin şikayetleri, kamp koşullarının kötülüğünden değil, esaretin olumsuz psikolojik etkilerinden kaynaklanmaktadır.963

1916 sonundan 1920 başına kadar Hindistan Bellary esir kampında kalan Yarbay Hasan Yetimi tarafından hazırlanan raporda da, esirler arasındaki ölüm oranının yüzde bir olduğu belirtilmiştir.964 Bununla beraber Hasan Yetimi Bey, neferlerin yaşadığı sıkıntılarla ilgili detaylı bilgiler de verilmiştir. Esir erler paraca ve angarya hizmetlerinin güçlüklerinden dolayı ağır hayat şartları altında günlerini geçirmektedirler. Esirlerin çok az bir bölümüne aileleri tarafından para gönderilmekte, büyük kısmı para sıkıntısı yaşamaktadır.965 Raporda, İngiliz askelerinin esirleri hor görüp, milli gururlarını aşağılamaya çalıştığı, esir neferlerin angaryaya zorlandığı ve öküz arabalarının esirlere çektirildiği de aktarılır.966

İngilizlere esir düşen Karadeniz Vapuru tabibi İsmail Bey’in yazmış olduğu raporda Bombay’da Tana Hapishanesi'nde geçen üç buçuk aylık esaret hayatıyla ilgili detaylı bilgiler verilmiştir. İsmail Bey, kümes gibi hücrelerde üçer kişi kaldıklarını, ilk günler yatak ve battaniye dahi verilmediğini, günde sadece altı sigara verildiğini, gece lamba yakılmasına müsaade edilmediğini, gazete ve kitabın yasak olduğunu, yemeğin çok az olduğunu, gündüz muhafzılar nezaretinde tuvalete gidebildiklerini, gece ise hücrelerin içinde tasları kullandıklarını yazar.967

963 Bkz. C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.77-99.

964 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.107.

965 Hasan Yetimi şöyle yazar; “Özetle, erlerin yüzde yirmisinin paraları vardı. Geriye kalan yüzde sekseni güçlükle hayatını sürdürüyordu… bir kısım er yiyeceklerinden ve bir kısmı da yeni elbise ve çamaşırlarından ayırarak onları satmak suretiyle para elde etmeye çalışıyor; bunların gelirleri, ancak şeker ve tütün ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu.” (C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.133.)

966 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.111.

967 “Tana Hapishanesi'nde mevcud nakid, defâtir ve'l-hâsıl üzerimizde mevcud daha ne var ise kâffesi alındı. Çoraplarımızın içine varıncaya kadar her bir cihetimiz arandıktan sonra hapishane derûnuna konulduk… üçer üçer kümeslere konulduk. Bulunduğumuz mahal kırk metre terbî‘inde yirmi altı odacıkdan müşekkel râtıb, dar, pis bir mahal olup orta mahallinde dört hela mevcud idi. Bunların birisinin etrafı hasır ile çevrilerek gusülhane şekline ifrâğ olundu. Mürettebata müfettiş-i umumînin vürûduna değin gerek battaniye ve gerekse yatakları verilmediği gibi yevmiye altı sigara muayyen saatlerde âdem-i mahsus tarafından veriliyor ve gardiyanlar vasıtasıyla yakılırdı. Geceleri lamba verilmez gazete ve kitaplara müsaade edilmez bir cihetden diğer cihete geçmek taht-ı memnû‘iyetde olduğu gibi verdikleri ağdiye dahi keçi etinden ve çopati tabir etdikleri kumlu buğday ekmeğinden yevmiye elli dirhem yani yarım pound ekmek verilir ve bu da yalnız öğle zamanlarına münhasır bulunurdu. Sabahları saat sekiz ile akşamları dörtde südlü çay ki -sıcak sudan başka bir şey değildir- ile ikfâf-ı nefs olunuyordu… Akşamları saat beş altıda o odacıklar derûnuna üçer üçer tıkılıyor ve sabahları saat altıda açılıyor geceleri def‘-i hâcet için odalar derûnuna verdikleri tenekeler gündüzleri kendi tarafımızdan dökülmeğe mecbur kılınıyorduk.” (BOA, HR. SYS, 2247/6_1-3); Başkumandan Vekili

258

Genişol’a göre esaretin sıkıntıları, İngilizlerin yaptıkları ile sınırlı değildi. Esirler arasındaki geçimsizlikler de büyük bir huzursuzluk kaynağıdır. Genişol’un üzüntüyle aktardığı bir husus, esirler arasında İttihatçı-İtilafçı ayrışmasının yaşanmasıdır.968 Mısır’da esir tutulan İbrahim Arıkan da, Türk esirler arasında idaresizlikten dolayı huzursuzlukların yaşandığı ve zaman zaman büyük kavgaların çıktığını aktarır.969 Hasan Yetimi Bey’in raporunda da bu konudan bahsedilmektedir. Buna göre esir Türk subayları arasında gruplaşmalar olmuş, ciddi kavgalar yaşanmış, hatta öldürülen subaylar olmuştur.970

Hüseyin Genişol, bir grup esirle beraber Ağustos 1920’de Mısır’a getirilmiş ve iki aydan uzun bir süre Bilbeis kampında tutulmuştu. Bu kamptaki muameleleri şöyle aktarır; “Bilbeis şehrinin içindeki küçük bir esir kampına yani ufak bir tel örgüye sokulduk! Fakat burada durumun bambaşka olduğunu anladık. Çünkü elimizde bavul, sandık, torba şeklindeki yüklerimizi; azar, tokat, yumruk ve değnekle elimizden aldılar ve sağa sola atmaya başladılar. Bütün esirler küçük tel örgü içine doldurulduk… Bir kat çamaşırdan başka bir şey kalmadı… Kampta büyük bir zulmün hüküm sürdüğü anlaşılıyordu… En zor vazife, pislikleri yakmak için çok uzak yerlere taşımaktı. Bundan kaçındığın takdirde dayak vardı… Arabalara doldurulan ahır gübreleri, altı esir koşularak yarım veya bir saatlik mesafeye taşınıyordu. İngilizlerin ellerinde uzun kayışlar vardı. Allah’tan korkmadan o çok ağır arabaları çeken esirlere kalın kayışlarla vuruyorlardı… Sabah akşam devam eden angaryaya ilaveten, gündüzleri aniden çalan düdüklerle derhal yoklamaya çıkılıyordu ve güneşin müthiş harareti altında saatlerce merhametsizce yakılıyorlardı…”971

Genişol, buradaki sıhhi koşullar nedeniyle pek çok esirin hastalandığını ve bir kısmının kör olduğunu söyler. Genişol’a göre, kampta verilen ilaçlı sulardan dolayı esirlerin büyük kısmı tavukkarası denilen gece körlüğüne yakalanmıştır. Akşamdan

Enver imzasıyla 6 Temmuz 1331 (19 Temmuz 1915) tarihinde Hariciye Nezaretine gönderilen bir yazıda, İngilizler tarafından Osmanlı esirlerine kötü muamelelerde bulunulduğu, İngilizerin Osmanlı esirlerini Türk, Kürt, Arap olarak ayırdıkları ve bunları ayrı ayrı yerlere gönderdikleri, özellikle Türk esirlere zulmettikleri bildirilmiş ve bunun şiddetle protesto edildiğinin Amerika sefareti aracılığıyla İngilizlere bildirilmesi istenmiştir. (BOA, HR.SYS, D:2411 G:34)

968 “Sadece çok şiddetli olarak İttihatçı ve İtilafçı taraftarlığı yapılmaktaydı. Bu konuda bazen çok çirkin hareketler de oluyordu… Birbirleri aleyhine bir takım namus ve haysiyete sığmayacak münasebetsizlikler oldu. Aynı zamanda bir birini takip eden dövüş ve yaralama olayları oldu.” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.83, 110.)

969 “Harp cephesindeki hücumları andırır bir vaziyette yalnız silah ve süngü eksikti. Yüzlerce kişi birbirine vuruyor, bağırıyor, çağırıyorlar. Bir vaveyladır gidiyor, kıyametten bir numune idi…” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.250.)

970 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.126.

971 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.152-153.

259

sonra abdeste, suya vesaire gidecek körler, gözü gören bir askerin arkasına dizilmekte, el ele tutuşarak, gözü gören adamın birer birer gösterdiği yerlerde ihtiyaçlarını gidermektedir. Diğer hastalıklar yüzünden hastaneye gidenlerin bir kısmı sakat bırakılmıştır. Gözlerinden şikayetle hastaneye yatanlar ise kör edilmiştir.972

Mısır’da bulunan esir kamplarındaki sıhhi koşullar konusunda, Arıkan da Genişol’u doğrular. Esirlerin yüzde yirmi beşi kısmen kör olmaktadır. Salgın hastalıklar çok yaygın ve hastaneler hınca hınç doludur. Esirler daha hastaneye gidemeden ölmektedir. Her gün ölü mevcudu armaktadır. Tellikebir’de binleri aşan büyük bir esir mezarlığı oluşmuştur.973

Mısır’da esir kampında kalan Eyüp Sabri Akgöl, buradaki neferlerin esaret hayatına yönelik önemli bilgiler verir; “İngilizler esirlerimize günde iki yüz elli gram miktarında ekmek verirler, bununla askerlerimizi akşamlara kadar sıcak kumun üzerinde angaryada çalıştırırlardı. Bazen, ekmekle beraber yedişer adet de kuru ve küflü hurma ve iki kişiye bir baş soğan ve şâyet bu da bulunmazsa asker başına yarım şalgam verirlerdi. Akşam yemeği için, pamuk yağıyla pişmiş pırasa veriliyor, bundan, biçâre askerlerimize birer küçük tabak düşüyordu. 1 Ağustos 335 (1919) tarihinden itibaren İngilizler, bütün Osmanlı esirlerine beygir ve katır eti de vermeye başlamışlardı. Askerler bunu bir kaç defa iade etti ve yememek istedilerse de daha sonra yemek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü kendilerine verilen bir avuç bakla ile açlığı gidermek mümkün değildi.”974

Mısır’daki esir kampları için İhtiyat Zabiti Mehmet Oral da benzer gözlemler aktarır. Oral, İngilizlerin Osmanlı askerlerini kırbaçlamaktan adeta zevk aldığını, her fırsatta bu yola başvurduklarını yazar.975 Hiçbir sebep yokken esirler saatlerce kızgın güneşin altında bekletilmekte, pek çok değişik cezaya çarptırılmaktadır. Erzak son derece yetersizdir. Erzak olarak verilen, senelerce acımış pirinç unundan yapılmış bir acı ekmek ve gayet adi pirinçtir. Esirler hem gıdasızlıktan ve hem de akşamlara kadar

972 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.153. Benzer aktarımlar için bkz. Mustafa Arıkan, “Birinci Cihan Harbi Türk Esir Mektuplarında Duygu ve Düşünceler”, Osmanlı Araştırmaları, 11, 1991, s.36-37.

973 “Mevsim de yaz ortalarına gelmişti. Mıntıkanın sıcaklığı tahammül edilmez oldu. Arzın sıcaklığı ve havasızlığı, semanın ve çadırların göz kamaştırıcı beyazlığına kızgın güneş eklenince cehennemi bir şekil alıyordu. Bundan dolayı esirlerin yüzde yirmi beşinin gözleri ağrıyor ve kısmen kör oluyordu. Hastalık ise salgın halinde, hastaneler hınca hınç doluyor bir kısım hastalar tel revirinde veyahut hastaneye gönderilmek üzere iken yolda ölüyordu. Her gün ölü mevcudu fazlalaşıyordu. Bu ölüm vakaları sinirler üzerinde biraz daha gerginlik meydana getiriyordu. Tellikebir’de binleri aşan büyük bir esir mezarlığı oldu. İnsan hayatı eriyor, mahvoluyordu.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.255.)

974 Eyüp Sabri Akgöl, Esaret Hatıraları, İstanbul, 1978, s.66.

975 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.225, 231, 235.

260

güneşte ve sıcak kumlar üzerinde bekledikleri için güneş battıktan sonra gözleri görmemektedir.976

Oral’a göre, hastalanarak hastanelere sevk edilen Türk esirleri burada daha büyük bir tehlike beklemektedir; “Esasen senelerden beri bizim tebaamız olup ve mekteplerimizde okuyup yetişen ve ordularımızda bulunan birçok Ermeni doktorları, gerek Kahire’de olan Abbasiye hastanesine ve gerekse diğer hastanelere evvelce yerleştirilerek oralardan lazım gelen imha tertibatı alınarak, dört gözle bekleyen bu hain Ermeni doktorlarına teslim ediyorlardı.” Oral, Ermeni doktorlar tarafından Türk esirlerinin kasıtlı olarak kör edildiğini dile getirir; “Orada bu hainler ellerine geçen Türk esirlerin telef veyahut malul edilmeleri hakkında verilen salahiyet-i vasia (geniş yetki) mucibince oraya tedavi için gelen zavallı masum esirleri birkaç gün geçtikten sonra, gözlerine göz suyu diye başka bir su dökerek bu defa gözlerinin ağrı ve sancısı daha fazla şiddetleniyordu. Gece gündüz sancının şiddetinden feryatla duramaz bir hale geliyorlardı. Birkaç gün bu suretle geçtikten sonra yine neferlerin yanına o doktorlar gelip, hastanın gözlerinin iyi olamayacağından bahsederek, her iki gözlerinin çıkarıldığı takdirde bu gözlerinin ağrı ve sancısından kurtulabileceğine dair iğfal ediyorlardı. Hain Ermeni doktorlarının bu sözleri üzerine gece ve gündüz göz sancısının şiddetinden canından vazgeçen biçare esirler orada en nihayet bu defa gözlerinin çıkarılmalarına kadar icbar ve razı edilerek orada her iki gözleri bu suretle çıkarılıp yaraları biraz tedavi edildikten sonra, biçarelerin gözlerine birer siyah bez bağlayıp, bu hal ile bazılarını kendi kamplarına ve bazılarını da zuafa içerilerine gönderiyorlardı.”977

Heliopolis Kampı’nda kalmış olan Eyüp Sabri Akgöl de, Ermeni doktorlar tarafından kasıtlı olarak Osmanlı esirlerinin kör edildiğini aktarır. Esirler sabahtan akşama kadar güneş altında angaryada çalıştıklarından dolayı kızgın kumun tesirinden göz ağrısına tutulmakta ve mecburen nöbetçi doktora müracaat etmektedirler. Nöbetçi doktor bir tedavi uygulamaksızın esirleri hastaneye sevk etmekte, sevk edilen esirler

976 “Bu suretle günlerce ve aylarca ve hatta senelerce devam eden bu gıdasız yemekler ile Mısır gibi bir belad-ı harede bir insan ne vaziyete düşer. Velhasıl; Mısır’da müteaddit üsera karargahlarında bulunan bütün esirler orada hem gıdasızlıktan ve hem de akşamlara kadar güneşte ve sıcak kumlar üzerinde bekledikleri için, zavallı Türk yavrularının akşam olup da güneş indikten sonra katiyen hiçbirinin gözleri görmezdi. 50-60 kişinde ancak bir kişinin gözü görebilirdi. Bu sebeplerdendir ki; akşam olup da ortalık karardığı vakit, hatta abdest yaptırmak için gözü sağlam bir kişinin arkasına, elli altmış ila ahir kişi birbirlerinin peşlerinden tutarak adeta bir deve gibi arka arkaya dizilerek bir zincir halinde giderlerdi.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.242-243.)

977 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.245-246; Benzer aktarımlar için bkz. M.Arıkan, “Birinci Cihan Harbi …”, s.39-41.

261

hastaneye gitmemek için yalvarmakta, ancak zorla götürülerek on gün sonra gözsüz olarak dönmektedirler. Akgöl’e göre, Ermeni doktorlar kadar, İngiliz hükümeti de yaşananlardan sorumludur.978

Cemalettin Taşkıran, Osmanlı savaş esirlerini konu alan kapsamlı çalışmasında, Türk esirlerin kasten kör edildiği iddialarıyla ilgili şu sonuçlara ulaştığını söyler; İngilizlere esir düşen Türklerden Mısır kamplarında tutulanlardan yüzlercesi kör olarak dönmüştür. Bu konu dönemin gazetelerinde de gündeme gelmiş ve kamuoyunda tepki çekmiştir. Özellikle kamplardaki Ermeni doktorların kasıtlı olarak bunu yaptığı iddia edilmiştir. Esirlerin kör olmasına yol açan hastalık ‘pelagra’ hastalığı olarak adlandırılmıştır ve kötü beslenmeye bağlanmıştır. Esirlerin ilaçla veya ameliyatla kör edildiklerine dair ciddi iddialar varsa da, belgelerle bunları ispatlamak mümkün değildir. Taşkıran, İngilizlerin, hemen hemen bütün kamplardaki esirlere iyi davrandıkları ve iyi baktıkları kanaatindedir. Ancak, kasten olmasa bile, yanlış tedavi sonucu körlüğe yol açmış olabileceğini, öte yandan bazı Ermeni doktorların -o dönemin duyguları içinde, kin ve intikam düşüncesiyle hareket ederek- esirlerin bazılarına bu tür muameleyi yapmış olabileceklerini de göz ardı etmez.979

Taşkıran’ın ulaştığı sonuçlara rağmen, Mısır’dan gelen Osmanlı esirleri arasında göz kaybı oranının yüzde otuz civarında olması, İngiliz yönetimini bu konuda zan altında bırakmaktadır. Vedat Tüfekçi, İngiliz esir kamplarıyla ilgili çalışmasında; Hindistan esir kampları ile kıyaslandığında Mısır kamplarında sağlık koşullarının çok daha kötü olduğunu, esirlerin yiyecek, içecek ve giyecek gibi temel ihtiyaçlarının dahi

978 “… Abbassiah Hastanesinde Mısır’da Osmanlı esirlerine yapılan cinayet ve hıyanetlere misal olunamaz. Zannederim bu alçakça işleri yapanlar gerçi sırf Ermeni doktorları olmuştur. Esaret altında bulunan bu günahsız askerlerimizin gözlerini bağırta bağırta oymuşlardır. Failleri olmamakla beraber, sebebiyet vereni olmak itibariyle, tabiatıyla bütün İngiliz hükümetine ait olacağını vicdan sahipleri takdir edecektir. Abbassiah Hastanesinde Ermeni doktorlarının ellerinde miller ve kolları dirseklerine kadar sıvalı olduğu halde sabahtan akşama kadar işleri güçleri Türk askerlerine ameliyat yapmak ve onların gözlerini oyup çıkarmak olmuştur… esirlerimiz sabahtan akşama kadar güneş altında angaryada çalıştıklarından dolayı kızgın kumun tesirinden göz ağrısına tutulurlar ve mecburen nöbetçi doktoruna müracaat ederlerdi. Doktor bunların gözüne ilaç koymaksızın ele bir av geçmiş gibi sevinerek hemen hastaneye kaydeder, gözü ağrımakta olan asker hastaneye gitmek istemez ve gönderilmemesi için yalvarır, rica ederse de cebir ve tazyikle gönderilir, on gün sonra gözsüz olarak dönerlerdi… hastane avlularında otuz, kırk asker birbirinin ceketlerinden tutarak dizi halinde abdesthaneye giderler, o suretle def-i hacet edebilirler ve kendilerine mutfaktan yemek almak için dahi zavallılar birbirlerini yederek aynı şekilde dizi ile gider gelirler ve sabahtan akşama kadar kumların üzerinde sürünürler, yarı aç yarı tok hayatlarını sürdürürlerdi.” (E.S.Akgöl, Esaret Hatıraları, s.70–71.)

979 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.214-221; Cemalettin Taşkıran çalışmasında, Romanya’da bulunan Türk esirlerin de çok kötü koşullar altında kaldığını belirtir; “Esirler kamplarda ve çeşitli çalışma istasyonlarında, çok kötü yerlerde kalmaktaydılar. Beslenmeleri de o derece kötüydü. Çok zor işlerde çalışmaya zorlanıyorlardı. Bazılarının dövüldüğü bile oluyordu. Bu yüzden kamplarda ölüm oranları çok yüksekti. Ancak bu yıllarda Rumen halkının ve Rumen ordusunun da çok iyi koşullarda olmadığı bir gerçektir.” (C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.298.)

262

karşılanamaması, iaşelerinin yetersizliğinin yanında kalitesiz oluşu nedeniyle burada hastalık, malül ve ölüm oranlarının çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştur.980

c) Memleketle Haberleşme

Esir askerler için en öneli konulardan biri aileleri ile haberleşebilmekti. Bu onlara, esaret hayatına dayanabilmek için güç veriyordu. Ancak haberleşme konusunda pek çok sıkıntı yaşanıyordu. Rusya’da esir tutulan Mülazım Ahmet Hilmi, ailesinin sıhhat haberini esaretten ancak bir buçuk sene sonra alabilmiştir. Dört senelik esaret hayatında ancak on iki kart alabildiğini, esaret hayatı boyunca bir mektup bile alamayan esirler olduğunu söyler. Ahmet Hilmi’ye göre, harp senelerinde ailelerinden uzakta olanlar ve özellikle esirler için yakınlarından haber alamamak çok elim ve feci bir mahrumiyettir.981 M.Fuad Tokat da günlüğünde, esaret hayatının ancak yirmi altıncı ayında ailesinden haber alabildiğini üzüntüyle kaydeder.982

Faik Tonguç, zorlu esaret hayatında aileleriyle haberleşememenin acılarını daha da artırdığını yazar.983 Tonguç, Kızılhaç aracılığıyla ailesi ile bir kaç kez olsun mektuplaşabilmekten duyduğu sevinci aktarır; “Esirler olduğumu tarihten beri (yaklaşık 21 ay) sağlık haberlerini alamadığım ailemden iki kartpostal birden geldi. Esirler arasında bu saadete erişen az olduğu için, İstanbul’dan gelen kartlar büyük bir sevinçle elden ele dolaştı, müjdeyi veren arkadaşlara çaylar, sigaralar ikram edildi.”984

Mülazım Ahmet Hilmi’ye göre bu sıkıntılar Ruslardan değil Osmanlı yönetiminin beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. Zira Almanlar, Avusturyalılar ve Macarlar için günlük binlerce mektup ve posta paketi taşıyan Rus postaları, Osmanlı esirleri içinde aynı şeyi yapabilir. Ahmet Hilmi, esaret hayatı boyunca her gün ailesinden muntazam kart alan birçok yabancı subayı gördüğünü, bunun yanında senelerce her türlü vesait ve çareye başvurduğu halde, ailesinden bir kart bile almaya muvaffak olamayan Osmanlı subayları da tanıdığını yazar.985

980 Vedat Tüfekçi, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere Esir Düşen Türk Askerleri, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2019, s.663.

981 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.190.

982 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.279.

983 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.277.

984 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.281.

985 “Herkes biliyor ve anlıyordu ki, her şeyde idare ve kabiliyetsizliği derkar (apaçık) olan Rusların bu hususta kabahati yoktur. Çünkü Almanlar ve Avusturyalılar, Macarlar için yevmiye (günlük) binlerce mektup ve posta paketi taşıyan Rus postaları, Türkler için de mahdut miktar bir şey getirmeyi ihmal etmez ve edemez. Demek ki bütün esir göz yaşlarının akmasına, onların elem ve hicranlar içinde kıvranmasına yegane sebep yine de kendi cinsleri kendi idaresizlikleriydi… Ben her gün memleketten, ailesinden muntazam kart alan birçok ecnebi zabitanı tanırım. Fakat aynı ordugahta göz yaşı döken ve senelerce her

263

Yarbay Hasan Yetimi Bey, Hindistan Bellary esir kampıyla ilgili raporunda haberleşme sıkıntısı hakkında şunları yazar; “Hazırlanan mektup ve kartlar, kalem dairesinin kapısı önünde, girişte bulunan posta kutusuna atılır. Sansür memuru tercüman bunları sansür ettikten sonra, haftada bir defa Bombay'a gönderilir. Orada da sansürden geçtikten sonra gönderme yerlerine ulaştırılır. Yolda ara merkezlerde de yeniden kontrole bağlı olduğu bilinmektedir. Bu güçlük içeririsinde, mektupların gönderiliş tarihi ve usüllerine göre en çabuk gelen yüzde beş ayrı tutulursa, ortalama olarak İstanbul’dan üç-dört ve Bağdat’tan bir buçuk-iki ay içinde mektup gelip gittiği ve bunun iki misli kadar süre de geçebildiği anlaşılmış olur. Sandığa atılan mektupların dörtte birinin, hatta yarıya yakınının karargah sansürünün, diğer dörtte birinin Bombay ve ara merkezlerin sansürünün işlemleri sonucu yok edildiği görülmekte ve bütün bunlar bilinmektedir.”986

Harp esirleri memleket hakkında sağlıklı bilgi alamamaktan da mağdurdu. Mülazım Ahmet Hilmi memleket ahvaline dair bazen aylarca hiç haber alamadıklarını, bazen de yalan ve uydurma haberler işiterek çok üzüldüklerini söyler. Memlekete dair doğru bir haber alabilmek için yeni esir olmuş bir iki Osmanlı askerinin gelmesini dört gözle beklediklerini de ekler.987

Basra’da İngiliz kampında esir tutulan Mehmet Sina Özgen de hariçle tüm temaslarının kesildiğini, yalnızca Türkiye aleyhinde çıkarılan gazeteleri okuyabildiklerini, bu gazetlerde ise Milli Mücadele hakkında pek çok uydurma ve olumsuz haberler verildiğini aktarır.988 Doğu Cephesi’nde esir düşerek Krasnoyarsk’a götürülen Halil Ataman da bu durumdan mustarip olduğunu yazar.989

türlü vesait ve çareye tevessül ettiği halde, vatandan, ailesinden bir imza bile almaya muvaffak olamayan Türk zabitanını da bilirim.” (M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.191.)

986 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.112.

987 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.192-193; Hindistan’da Bellary esir kampında tutulan Hüseyin Fehmi Genişol ise şunları yazar; “Şimdiye kadar yani altı aydan beri cephelerde devam eden savaşın durumundan habersizdik. Çünkü telgraf, ajans, mektup ve gazete yoktu.” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.83.)

988 “Hariçle tüm temasımız kesilmiş, garnizon civarına insan değil çakal bile yanaşmıyor. Dünya halinden haber almaktan men ediliyorduk. Gazete olarak bazen aleyhimize tertib edilmiş El-Ahram’ın nüshaları veriliyor ve daimi bir sıkıntı yaratılıyordu… Aynı zamanda propagandaya da ehemmiyet vererek bizi daha ziyade uyuşturmak maksadıyla birçok uydurmalar arasında bazen de vatanın kurtuluşu için teşekkül etmekte olan Kuva-yı Milliye’den dolaşık bir lisanla bahsediyorlar. Güya sergerde Mustafa Kemal’in padişaha isyan ettiğini ve kendisinin rütbesi alınarak idama mahkum edildiğini, daha sonra Mustafa Kemal kuvvetlerinin Maraş’a, Antep’e doğru inerek oraları yağma ve birçok masum halkı katlettiklerini, daha sonra Anadolu’da zuhura gelen bu anarşi ve isyanları bastırmak için Yunan ordusunun muntazam kıtalar halinde Alaşehir ve Bursa istikametlerin ilerlediklerini propagandalarına ekliyorlardı.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.136, 138.)

989 “Havadisler alıyoruz. Bilhassa bize Türkiye’ye dair haberler lazımdı. Gerçi yalan yanlış olanları çok olursa da onlara yemek kadar ihtiyaç hissediyorduk…” (H.Ataman, Harp ve Esaret, s.142.)

264

Ahmet Hilmi çaresizlikten, kamptaki Rus asker ve subaylarının tavır ve davranışlarından, harbin gidişi ile ilgili bilgiler çıkarmaya çalıştıklarını aktarır. Zorlama ve baskının ani baş göstermesi, Rusların harpteki muvaffakiyetsizliklerini gösterirken, sakinlik ve yumuşaklıkları ise harp sahasında başarılı olduklarına bir işarettir.990 Faik Tonguç da, savaşa ait haberleri, muhafız askerlerin, neşeli ye da kederli hallerinden anlamaya çalıştıklarını not eder.991

ç) Esaretin Psikolojik Etkileri

Yaşanan sıkıntılar ve esaretin psikolojik etkisi, bu hayatı çekilmez kılmıştır. Bu koşullarda, esirler arasında “barbed wire disease” yani “dikenli tel hastalığı” olarak tanımlanan bir rahatsızlık yaygın olarak görülmüştür. Bu rahatsızlıktan muzdarip olan esirlerde; sürekli kaygı durumu, sinirlilik, huzursuzluk, hatırlama güçlüğü ve depresyon gibi belirtiler kendini göstermiştir. Esaretin psikolojik etkileri yoğun şekilde hissedilmiş ve hatıralara da yansımıştır.992

Ahmet Hilmi bu ruh halini şöyle ifade eder; “Esaret meş’um ve pek elimdi, onu görmeyen bilemez… Ruslar bize ne kadar serbesti hareket (hareket özgürlüğü), ne kadar refahı hayat bahşetmiş (hayat rahatlığı sunmuş) olsalar da, yine tam zenciri esaretin (esaret zincirinin) ruhlarımızda elim (acı) izler bırakacağına şüphe yoktu. Orada hiç de bilmiyorum ve işitmedim ki, bir zabit Allahuekber dağının dondurucu bürudetinden (soğuğundan), harbin yağmur ve fırtınalı kurşunlarından, elim mahrumiyetlerinden kurtarıp da kendisinin bahtiyar olarak yaşadığına bir memnuniyet beyan etsin, yahut Hamd’ü şükür eylesin. Herkesin virdi zebanı (dilindeki tekrarı) bu hayattan, hayatı hürriyete mürur etmek (özgür hayata geçmek) için Cenabı Hak’tan istidai lütuf (lütuf talebi) ve merhametti.”993

Mısır’da esir tutulan Mehmet Oral, ölümü esarete yeğlediğini yazar. Esarette İngilizlerin muamelelerine tahammül etmek mümkün değildir. Bu feci manzarayı görmektense ölmek daha iyidir. Lakin bir insanın ölmesi kendi elinde değildir.994 Basra’da İngiliz esir kampında tutulan Mehmet Sinan Özgen’e göre insanın en kötü ve acı günleri esaret altında geçen günlerdir. İnsan esir olmadıkça hürriyetin tadını

990 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.192.

991 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.218.

992 Y.Yanikdağ, “Ottoman Prisoners of War in Russia”, s.78.

993 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.186-187.

994 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.232.

265

bilemez.995 Nitekim zaman içinde koşulların ağırlaştığını ve kaçmaktan başka çare kalmadığını söyler.996

Sibirya’da esir tutulan Hasan Basri Efendi, esaretin acılarını günlüğüne şöyle yazmıştır; “Acaba bu harp yazın da bitmeyecek mi? Ya kışa kalır isek? Hepimizde ümid-i necat (kurtuluş ümidi) kesiliyor. Eyvah, buralarda mahvolup gideceğiz! Vatanımızı, ailemizi görmek nasip olmayacak mı? Artık birbirimizi teselli edemiyoruz. Biri düşünürken yanındaki gayri ihtiyari olarak o da düşünmeye başlıyor. Hele akşam karanlığı çökmeye başladı mı herkes bir köşede boynunu büküyor, gayri ihtiyari dalıp gidiyor. Çocuklar hatıra geliyor, yorgun olarak onların sofra başında dizilmesi göz önüne geliyor. İşte o zaman bütün bütün yürek sızlıyor, gönül darlaşıyor. İnsan kendi felaketini unutuyor. Mektup alanlar bir derece kendilerini onunla müteselli ediyor. Biz de o dahi yok, mahsun, meyus bekliyoruz… Yani şu hayatın senelerce uzayacağına, insan ölmeyi daha kolay görüyor.”997

Ziya Yergök’e göre harbin asıl zorluğu, düşmanla karşı karşıya gelinen muharebeler değildir. Harbin getirdiği yokluk ve felaketlerle uğraşmak çok daha zordur. İnsanların açlık, susuzluk, salgın hastalık, soğuk, sıcak ve imkansızlıklarla yaptığı mücadele vardır ki asıl zor olan muharebe de budur. Esirlikte çekilen eziyet, katlanılan hakaret ise felaketlerin en ağırıdır.998

Osmanlı savaş esirleri, esaret hayatının tüm zorluklarına rağmen, hayat tutunmak için mücadele etmişlerdir. Yaşadıkları hayatın tekdüzeliğinden kurtulmak için; gazete çıkarmak, spor kulüpleri kurarak turnuvalar düzenlemek, değişik kurslar açmak, tiyatro ve gösteriler sergilemek gibi faaliyetler icra etmişlerdir. Hatırat sahipleri, bu işlere

995 “Günler geçtikçe etrafımızdaki tellerin dikeniyle, on beş adımda bir bekleyen nöbetçilerin süngüleri ciğerimize batıyor idi.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.135.)

996 “1920 kışı içinde Osmanlı Devleti’nin siyasi hali ve iktisadî durumunu iyi görmeyen İngilizler şimdiye kadar verdikleri kırkar ruble parayı da keserek yemek içmek sıkıntımızı bir kat daha artırmışlardı. Adeta gıdasızlıktan verem veya kör olmaya mahkûmduk. Bu durumun karşısında kaçmak veya ölmekten başka çare yoktu.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.139.)

997 Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin …, s.63-64, 208; İhsan Latif Sökmen de aynı ruh halini aktarır; “İki buçuk ay devam eden bu hapishane ve esirlik günlerimin her biri ruhumu sıkan, dimağı daima düşüncelerle kemiren, esaret derdinden kurtulmak için meçhuller denizinde bir çare arayan yalnız ve güçsüzlerin zehirli dakika ve saatlerle geçti. Biraz olsun nefes alabilmek için evin kapısından çıkmak, dört duvar dışında, dört duvardan biraz başka şeylere bakmak mümkün olmazdı. Her dakika ve saniyemiz Moskof askerlerinin kontrol ve tahakkümü altında geçiyordu. Yalnızca Tanrı’nın yaratıklarına eşitçe lütfettiği atmosferin havasını hürce teneffüsü mümkündü. Bu halde de her nefes alma anımda zehirlendiğimi hissediyordum. Gün geçtikçe maddî ve manevî gücüm sönüyor ve bunun tesiriyle de her öksürükte ağzımdan kan geliyor ve gözlerimin feri azalıyordu. Hayal olduğunu bildiğim halde, kafeste sıkışmış bir kuş gibi uçmak istiyordum, çırpınıyordum. Vatanımın savunması, sahibi olduğum ulu dinin büyüklüğü yolunda esarete düşmek! Bir intikam anı için hayatımı seve seve feda etmeye âmâde olduğum tarihi düşmanımın, kirli süngüsü altında yaşamak ne acı bir tecelli idi.” (İ.Latif, Bir Serencam-ı Harp, s.34.)

998 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.136.

266

öncelikle Avrupalıların ve Osmanlı ordusundaki Türk olmayan unsurların giriştiğini, bunları takliden Türk esirlerin faaliyete geçtiğini aktarırlar.999 Halil Ataman, Krasnoyarsk’da ki kampta Kurtuluş isimli bir gazete neşredildiğini ve kabareler düzenlendiğini yazar. Faik Tonguç da, Niyet isminde dört sayfalık bir gazete çıkardıklarını, burada siyasal, toplumsal ve hukuk konularında makaleler yazdıklarını aktarır.1000 Basra’da İngiliz kampında bulunan Mehmet Sinan Özgen, konferans ve temsillerin yanında bir ilkokul açarak 500 kadar nefere okuma yazma öğrettiklerini söyler.1001 İbrahim Sorguç, Mısır’da iki yıl süren esirliğinde iyi seviyede Fransızca öğrendiğini yazar.1002 Mehmet Oral da onu doğrular; “Burada kimi edebiyat, kimi felsefe, hukuk, İngilizce, Fransızca, Almanca, musiki ve ila ahir herkes bir derse çalışıyor. Ve katiyen hiç kimse burada boş vakit geçirmiyordu.”1003

d) Yabancı Askerlerle İlgili Gözlemler

Esir kamplarındaki Türk asker ve subayları zaman içinde esir Alman, Avusturyalı ve Macar askerler ile temas kurarak onları tanımaya başlamıştı. Bu temaslar neticesinde oluşan kanaatler ve mukayeseler hatıralara yansımıştır. Almanlar ile ilgili genel yargı disiplinli, ciddi ve kibirli olduklarıdır. Kamplardaki diğer milletlerin aksine, askeri disiplini ve hiyerarşiyi muhafaza etmeyi başarmışlardır.1004 Mülazım Ahmet Hilmi, dört senelik zorlu bir esaret hayatının dahi Almanlar arasındaki kökleşmiş disiplin ve inzibatı bozamadığını aktarır. Halbuki ne Türklerde ne de Avusturyalılar ve Macarlarda askeri disiplin tam olarak muhafaza edilememiştir. Zaman içinde astlık, üstlük, resmi selam gibi kavramlar kaybedilmiştir. Almanlar oturdukları, gezdikleri ve hatta eğlendikleri yerlerde bile sükunet ve ağır başlılıklarını muhafaza etmişler, aralarında kavga ve geçimsizlikler görülmemiştir. Buna karşın Osmanlı esirleri arasında kavga ve sürtüşmeler sık görülmüştür.1005 Faik Tonguç, M.Fuad Tokad ve Hasan Basri Efendi de bu kavgalardan bahseder ve bu durumu sosyal terbiyenin eksikliğine

999 “Bizler kampta 400 arkadaştık, içimizde 13 Arap arkadaş vardı. Aralarında Nabluslu Arif adında birisi vardı… Nabluslu Arif, kendisi de dahil 13 Arap için Arapça bir gazete çıkarıyordu… bu kadar uğraşma ve yorgunluk ancak bu 13 Arap içindi… İşte bizim efendilere Nabluslu Arif örnek olmuştu.” (H.Ataman, Harp ve Esaret, s.170); Yabancı askerlerin spor kulüpleri kurmaları üzerine, Türklerin de klüpler kurarak müsabakalar düzenlediğine dair anlatılar için bkz. M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.202-203.

1000 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.260.

1001 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.136-137.

1002 İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları…, s.49.

1003 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.260.; T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.37; C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.120.

1004 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.160-161.

1005 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.194.

267

bağlarlar.1006 Ziya Yergök, Türk esirler arasında bozulan hiyerarşi ve disiplini tesis etmek için ‘Haysiyet Divanı’ adı altında kurullar tesis etmek zorunda kaldıklarını aktarır.1007

Macarlarla ilgili aktarımlar, onların Türklere karşı daha dost canlısı olduğu yönündedir. Ahmet Hilmi’ye göre bu durum, Macarların Türklerle olan ırki münasebetlerinden kaynaklamaktadır. Ahmet Hilmi, Macarların Almanları ve Avusturyalıları hiç sevmediğini, bunları sıklıkla tenkid ve telin ettiklerini, özellikle Avusturyalıları milli inkişaflarına mani olmakla suçladıklarını yazar.1008

Yabancı askerlerle temas kuran hatıra sahiplerinin öz eleştiri yapmaktan geri durmadığı görülmektedir. Yabancı askerlerin büyük önem verdiği bazı hususlara Osmanlı askerlerinin kayıtsız kaldığı şahitliklere yansımıştır. Mülazım Ahmet Hilmi, bu konuda iki hususu ön plana çıkarır. Bunlar dini ve milli törenler ile spor alışkanlığıdır. “Esarette millet, merasimi diniye ve milliyesine ne kadar sahip olursa, o millet, benliğini ve binnetice hayatını o kadar muhafaza eder… Hiçbir Hristiyan yoktur ki bizim kadar ayini ruhani (dini tören) ve bahusus millilerine (özellikle ulusal) lakayt olsun. Onlar yine icabında kiliseye gidip mantıksız olan ayini ruhanilerini yapmakta. Hulul eden (gelip çatan) yevmi millilerini (ulusal günlerini) kutlamakta büyük bir haz ve şeref duyarlar. Fakat biz heyhat!”1009 Ahmet Hilmi, Alman ve Avusturyalıların harp içindeki muvaffakiyetlerini dini ayin ve konserlerle kutlamaktan dahi geri durmadıklarını, Rusların buna engel olmadığını söyler; “Fakat bizim kansız istibdata, zulme alışmış kumandanlarımız böyle günlerin alenen tes’itine (açıkça kutlanmasına) hiç de taraftar gözükmez ve gençlerin ehva ve teşvikine (heveslerine ve cesaretlendirilmesine), heyecanına, ancak Rusların bir muhalefet ve tahkirine maruz kalınır ihtimalini ileri sürerek cevap verirlerdi. İlk mevlüdü şerifin takarrübü (yaklaşması) münasebetiyle yine büyüklerde hiçbir hazırlık yoktu… Kalplerimizde kendi kumandanlarımıza karşı bir nefret hasıl olmuştu… Diğer büyük rütbeli lakayt ve hissiz ihtiyarların himaye ve iştirakına lüzum görmeden aramızda topladığımız para ile

1006 Bkz. F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.240-241; M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.178; Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin …, s.275.Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.164-165.)

1007 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.164-165.

1008 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.195; Ziya Yergök de Macarların sıcakkanlılığından bahseder. (Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.160.)

1009 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.196.

268

mevlüt okutmaya teşebbüs ettik.”1010 Ahmet Hilmiye göre, milli ve dini günlerin kutlanmasına mani olan Ruslar değil, yüksek rütbeli Türk subaylarının ruhsuzluğudur.

Ziya Yergök de, Osmanlı esirleri ile yabancı esirler mukayese etmekten geri durmamıştır. Yergök, yabancıların çok çalışkan olduğunu, yapılan her faaliyette planlı ve düzenli olmaya dikkat ettiğini, yaşam şartlarını sürekli olarak güzelleştirdiklerini, Osmanlı zabitleri tarafından yapılması çok zor ve hatta imkansız görülen işleri yorulmadan, usanmadan yaptıklarını aktarır.1011

Halil Ataman’a göre Avrupalılar ile Osmanlı esirlerin hayata bakışı arasında önemli bir fark vardır; “İşte burada yine Avrupalı hapishane arkadaşlarımızla aramızda koca bir boşluk var… Onlarda hayat felsefesi ancak kendini oyalamak, kendine bir iş bulmaktır, isterse o iş hiçbir şey ifade etmesin. Bu suretle, o kötü günler daha kolay ve külfetsiz akıp gider. Yine onlar, günlerinin bir kısmını neşeli ve eğlenceli geçirmesini beceriyorlardı. Aralarında eğlentiler tertipliyorlar, kabareler veriyorlar, oyuncu ekipler teşkil ederek piyesler hazırlıyorlardı… İşte hep bunlar birkaç saatlerini, bir an için olsa bile, gülerek geçirmek için düşünülen şeylerdi. Bu sayededir ki onlarla aramızda beslenme farkı bulunmamasına rağmen, onlar bizden daha sıhhatli ve sağlıklı ve hayatından memnunmuş gibi görünüş içindeydiler. Neşeli ve güleç halleri vardı. İtiraf etmeliyim ki bizler asla onlar gibi olamıyorduk. Onlar şen ve neşeli, bizler gam ve elem içinde, sanki hamurumuz endişe ve keder kaynaklarından alınan sularla yoğrulmuştu! Bu nedenledir ki bizde bir durgunluk, kendinden geçmişlik ve hareketsizlik ve ümitsizliğe götüren bir şeyler vardı. Bir ya da iki kişi de olsak bir araya geldiğimiz vakit, başlarız ah! vah! diye tazallüme (sızlanmaya) ve arkasından isyan ve arkadan da fiğ yemiş tavuk gibi düşünme…”1012

Ahmet Hilmi, Alman ve Avusturyalıların esaret hayatı boyunca sporu ihmal etmediğini, eksi otuz-kırk derecede bile her gün, sabah ve akşam muntazaman bir iki saat spor yapmak mecburiyeti hissettiğini söyler. Buna karşın Osmanlı zabitanı spordan uzak durmakta, zamanını çoğunlukla odasında boş oturmakla veya anlamsız konular

1010 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.198-199.

1011 “Avusturyalılar olsun, Macarlar, Almanlar olsun imarı, güzelliği severler. Düzensizliği hiç sevmezler. Avrupalılar 24 saat için bile olsa oturdukları yerdeki düzensizliği gidermedikçe rahat etmezler… Bizim gözümüzde büyüttüğümüz, yapılmasını imkansız gördüğümüz işleri yorulmadan, usanmadan aylarca çalışarak, didinerek yaparlar. Yeni vasıtalardan en büyük faydayı sağlarlar. Bu azim ve sebatkarlık isteyen işler onlara normal gelir, bizleri ise şaşırtırdı… Plansız programsız iş görmek adet değildi.” (Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.155-156.)

1012 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.180-181.

269

üzerinde münakaşa etmekle geçirmektedir.1013 Ziya Yergök de aynı düşüncededir. Ona göre, Avrupalılar hayata aşık gibidir. 60 yaşını geçmiş ihtiyarlar bile spordan geri kalmazlar. İhtiyarlar yürüyüş ve jimnastikle uğraşırken, gençler fubol ve atletizmle meşgul olurlar.1014

Yabancı askerlerin spor kulüpleri kurmaları, Türklere de örnek olmuş, bu kulüpler arasında müsabakalar düzenlenerek esaret hayatına renk gelmiştir. Ahmet Hilmi, dört senelik esaret hayatının özellikle son tahammülsüz devrelerine, ancak sporla iştigali neticesinde tahammül edebildiğini vurgular.1015

III- ESARETTEN DÖNÜŞ

Esir düşen askerlerin bir kısmı esir kamplarından kaçarak yurda dönmeye çalışmış, büyük kısmı ise yurda dönüş için harbin sonunu beklemek zorunda kalmıştır. Her iki grup için de ülkeye dönmek kolay olmamıştır. Aylar süren zorlu yolculuklar yapılarak ve pek çok tehlike atlatılarak yurda dönmek mümkün olmuştur.

Kafkas Cephesi’nde 25 Temmuz 1916’da esir düşen yedek subay Halil Ataman, 28 Kasım 1919’a kadar Rusya’da esir kalmıştır. Bu tarihte başlayan dönüş yolculuğu 25 Haziran 1922’ye kadar iki buçuk yıldan fazla sürmüştür. 40 Osmanlı subayının içinde bulunduğu kafile, Krasnoyarsk’dan hareketle, kesintilerle 5 ay süren bir yolculuk sonunda Mayıs 1920’de Vladivostok Limanı’na ulamıştır. Burada toplanan Osmanlı esirlerinden oluşan 1030 kişilik kafile, Japon askerlerinin nezaretinde 23 Şubat 1921’de bir Japon gemisi ile yola çıkmıştır. Türk esir kafilesi Japon Denizi, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Kızıl Deniz ve Süveyş Kanalı yolu ile 3 Nisan 1921’de Akdeniz’e ulaşmıştır. Ancak gemi Midilli açıklarında Yunan donanması tarafından durdurulmuş, 13 Ekim 1921’e kadar Pire Limanı’nda alıkonulmuştur. Yunan hükümeti, Türk esirlerin kendilerine teslimini istemiş, Japon hükümeti ise buna rıza göstermemiştir. Kızılhaç’ın girişimleri ile bir çözüme varılmış, Türk esirlerinin Türk-Yunan Harbi sonuna kadar İtalya’da misafir edilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak İtalya’daki ‘misafirlik’, esaret koşullarından farklı olmamıştır. 626 kişilik Türk esir kafilesi, 19 Ekim 1921’den 20 Haziran 1922’ye kadar Sardunya açıklarında bulunan, su kaynaklarından mahrum

1013 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.204; Halil Ataman da, Avrupalıların güneş banyosu ve soğuk su duşları ile kendilerini zinde tutmaya ve hastalıklardan korunmaya çalıştıklarını söyler. (H.Ataman, Harp ve Esaret, s.166.)

1014 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.154. Hasan Basri efendi şunları yazar; “Bu gün Avusturya zabitanı milli şarkılar okuyacak imiş. Zaten o herifler her gün futbol oynuyorlar. Bunları gören esir değil, tenezzühe çıkmış bir alay seyyahin (gezginler) zanneder.” (Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin …, s.86.)

1015 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.203.

270

çıplak bir ada olan Asinara’da esaret hayatını sürdürmüştür. Halil Ataman’ın da içinde bulunduğu kafile ancak 25 Haziran 1922’de İstanbul’a ulaşabilmiştir. Türk esirleri bazen haftalarca karaya çıkmadan gemi hayatı yaşamış, yolculuk boyunca barınma ve beslenme konularında ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Bunların yanında, harbin sona ermesine rağmen bir türlü esaretten kurtulamamak büyük bir moral çöküntüsü yaratmıştır. Ataman anılarında, bazı esirlerin ciddi psikiyatrik sıkıntılar yaşadığını ve bu nedenle hastanelere yatırıldıklarını aktarır.1016

1916 Temmuz’unda Ruslara esir düşen Faik Tonguç, 22 ay sonra Mayıs 1918’de esir kampından kaçmış, maceralı bir yolculuktan sonra Haziran 1918’de İstanbul’a ulaşmıştır. Savaşı başında binlerce sivil Alman, savaş alanı içinde kalan yurtlarından alınarak Rusya’nın iç bölgelerine getirilmişlerdi. 1918 ortalarında Bolşevik Hükümeti bu Almanların yurtlarına dönmesine müsaade etmiştir. Faik Tonguç ve yedek subay arkadaşı Mustafa Fevzi Taşer, dostluk kurdukları bir Alman’ın yardımıyla yurtlarına dönmekte olan sürgünlerin arasına karışmayı başarmıştır. Firariler Vologda, Petrograd, Riga, Vilna, Varşova, Viyana, Belgrad, Sofya üzerinden uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a varmışlardır.1017 Tonguç’un esaret ve firar arkadaşı Mustafa Fevzi Taşer de, hatıratında kaçış hikayesini anlatır.1018

Tonguç, pek çok esirle beraber İstanbul’a vardıklarında, yurda dönmenin sevinci yanında, kendilerine karşı gösterilen ilgisizlikten duydukları üzüntüyü de yazmıştır. Bundan daha acısı, inzibat subayları tarafından yakalanarak ‘kaçak’ muamelesi görmüş ve silah altına alınarak tekrar Kafkas Cephesi’ne gönderilmiştir. Tonguç, vapurla Batum’a, buradan da Ahılkelek’e götürülmüştür. Ahılkelek’te iken 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesi imzalanmış ve Osmanlı Devleti için savaş sona ermiştir. Ancak mütarekenin imzası ile Türk askerinin sıkıntıları sona ermemiştir. Tonguç, Mütareke sonrası Batum’da gördüklerini şöyle aktarır; “Binlerce er ve subay karmakarışık bir halde Batum’a doğru bir sel gibi akıp geliyorduk. Bir kelime Türkçe bilmeyen Müslüman Gürcülerin evlerinde, ahırlarında geceleri geçirerek Batum’a geldik. Şehrin sokak ve meydanlarında üst baş perişan, aç biilaç binlerce askerin yatışı, sokak ortasında yatan hastalar, ölüler yürekler acısıydı. Müthiş bir sefalet hüküm sürdüğü görülüyordu. Ne yapılacağı, ne vakit ve nasıl gidileceği hakkında kimse bir şey

1016 Yedek subay Halil Ataman’ın esaretten dönüş hikayesi için bkz. H.Ataman, Harp ve Esaret, s.200-365.

1017 Faik Tonguç’un esaretten dönüş hikayesi için bkz. F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.298-339.

1018 Cepheden Cepheye…, s.100-126.

271

bilmiyordu. Sivil Rusların ve her milletten Müslümanların gözü önünde sergilenen bu fecaat ile ilgilenen bir makam da görülmüyordu.”1019

Sarıkamış Harekâtı’nda esir düşen Ziya Yergök ise Ekim 1918’de firar etmiş, ancak Ağustos 1920’de memlekete dönebilmiştir. Sibirya’da Krasnoyarsk’da başlayan kaçış macerası Bişkek, Taşkent, Türkmenistan, Hazar Denizi üzerinden Bakü’ye, Batum’a ve oradan da Trabzon’a uzanmıştır. Kaçaklar, isyan çıkardıkları iddiasıyla Bişkek’te Ruslar tarafından yakalanarak üç aydan fazla hapishanede tutulmuş, müteakiben serbest bırakılmışlardır. Yergök, yolculuğu boyunca Rusya Türklerinden gördüğü yardımları şükranla yâd eder.1020

Tahsin İybar, 1915’de Sarıkamış’da esir dümüş, 1918’e kadar Krasnoyarsk’da tutulmuştur. 1918’de firar eden İybar’ın kaçış yolculuğu Türkmenistan ve Afganistan üzerinden Hindistan’a uzanmıştır. Burada bir süre de İngilizlerin Bilbeis kampında kaldıktan sonra, ancak Haziran 1920’de İstanbul’a dönebilmiştir. İybar da, yolculuğu esnasında Rusya Türklerinden gördüğü yardımları minnetle anar.1021

Sibirya’da Çita Kampı’nda tutulan İhsan Latif Sökmen Paşa, Mayıs 1915’te bir arkadaşı ile kamptan kaçmıştır. İhsan Latif, Rusya Türklerinin desteğiyle Sibirya’dan Çin’e geçmiş, yine Çin Müslümanlarından gördüğü yardımlarla Pekin’e ulaşmıştır. Pekin’de Alman Konsolosluğu’ndan yardım talep etmiş, düzenlenen sahte pasaportla Şangay’dan gemiyle hareket etmiş ve Japonya üzerinden ABD’ye ulaşmıştır. Buradan da gemiyle Yunanistan’a geçmiş ve Eylül 1915’te İstanbul’a gelebilmiştir. İhsan Paşa, firar yolculuğunda dünyanın etrafında bir tur atmıştır. Hatıratında firar hikayesini detayıyla anlatırken, Rusya ve Çin müslümalarını şükranla anmıştır.1022

Yedek Subay Vehbi Özkan, Kasım 1915’de Krasnoyarsk’da başlayıp Bağdat’ta son bulan firar hikayesini hatıratında detaylı olarak anlatır. Özkan, kaçışında bölgedeki Müslüman Türklerin önemli yardımları olduğunu yazar.1023 Bir Avusturya subayıyla beraber hareket eden Özkan, bir Yahudi kadının belli bir para karşılığında firarı

1019 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.349.

1020 Ziya Yergök’ün firar hatıraları Rusya Türklerine yönelik ilginç gözlemlerle doludur. Bkz. Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.181-257.

1021 T.İybar, Sibirya’dan Serendib’e, s.48-116.

1022 İ.Latif, Bir Serencam-ı Harp, s.60-155.

1023 Rusya Üsera Murahhası olarak atanan Yusuf Akçura, hazırladığı detaylı raporda Rusya Türklerinin esirlere yaptığı yardımlara değinmiştir; “Rusya’da sakin Müslümanlar, yani Şimal Türkleri, Osmanlı üserasına her türlü ve birçok muavenette bulunmuşlardır. Daha Çar idaresi devam ederken bile bazı mahallerde üseraya muavenet komiteleri teşkil ederek yakınlarındaki karargâhlara bilhassa erzak vermek suretiyle muavenet ettikleri gibi, teşebbüs-i zatileriyle karargâhlardan çıkıp memleketlerine avdet eden müteşebbis ve cesur esirlerimize her türlü teshilatı ihzar etmişler ve nakdi ve fikri muavenetlerini esirgememişlerdir ve bu yolda muavenetlerinden dolayı bazı Müslümanlar, Çar hükümeti tarafından mücazata bile duçar olmuşlardır” (A.Kaşıyuğun, “I. Dünya Savaşı’nda Esirler…”, s.78.)

272

organize ettiğini ve onları kılık değiştirerek Bakü’ye kadar getirdiğini aktarır.1024 Özkan’ın firar hikayesi burada son bulmamış, Bakü’den Tahran’a, Tahran’dan Luristan üzerinde Bağdat’a uzanan tehlikelerle dolu bir yolculuk ile memlekete dönebilmiştir.1025 Vehbi Özkan, Turancı hayallerle koştuğu Doğu Cephesi’nde yaşanan felaketlerin ve acılı esaretin sonunda değişen görüşlerini şöyle kağıda dökmüştür; “Yine böyle ‘Ey Gaziler’ havası çalarken soğuk bir teşrin sabahı Erzurum sokaklarından, arkamda Mehmetçikler yurdumuzu savunmka için cepheye doğru yola çıkıyordum. O zaman henüz ruhumuzda yüce bir Türklük ateşi, düşüncemizde Enver Paşa’nın hayalden öte gidememiş ‘Kızılelma, Turan’ sözcükleri vardı. Bizim gözümüzün önünde canlanan bu ‘Turan’ ülküsüne giderken işte bu ‘Ey Gaziler’ marşı bizi uğurluyordu. Fakat şimdi o uğurlamanın üzerinden günler, haftalar, aylar ve sonunda yıllar geçti. O ülkü yani ‘Kızılelma’ yerine Rusların elinde, Sibirya’nın buzları arasında kaldık ve şimdi işte Anadolu’ya, kutsal ülkeme yardım için yeniden koşarak dönüyorum.”1026

Savaşın son günlerinde Musul’da esir düşen Mehmet Sinan Özgen, Mayıs 1920’de Basra’da ki İngiliz esir kampından firar etmiştir. Özgen, firar edebilmek için öncelikle kasten hastalandığını ve hastaneye yattığını yazar. Özgen ve arkadaşları Basra’dan Kirmanşah’a, oradan da Van’a uzanan zorlu bir yolculuktan sonra memlekete ulaşmıştır1027. Özgen’in hatıratı, firar ederken geçtiği Arap ve İran topraklarıyla ilgili dikkat çekici gözlemler içerir. İlk olarak firar esnasında bir kısım Araplardan önemli yardımlar görürken, diğer yandan yolda Arap kabileleri tarafından saldırıya uğradıklarını ve soyuldukları aktarır.1028 Özgen ve firar arkadaşının İran topraklarındaki yolculuğu da ilginç olaylara sahne olmuştur. Firariler, Şiilerin yoğun olarak yaşadığı bu bölgede kendilerini gizlemeye karar vermişlerdir. İsimlerini Gulam Rıza ve Seyyid

1024 V.Özkan, Esaret Yıllarım, s.21-80.

1025 V.Özkan, Esaret Yıllarım, s.81-148.

1026 V.Özkan, Esaret Yıllarım, s.83.

1027 Bu yolculuğun hikayesi için bkz. M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.141-203.

1028 Özgen Arapların tavrıyla ilgili şu yargılarda bulunur; “Bir milletin içinde kötüler olduğu gibi bir çok iyi kimse de bulunuyor… Burada hayret edilecek nokta şu idi: İki sene evvel diri bir Türk erinin karnını yararak bağırsaklarından para arayan bu Araplar, şimdi hiçbir maddi menfaat olmadan çölde susuzluktan ve yorgunluktan yerlere düşen ve kendisini mutlak bir ölüme teslim eden bizleri bir kardeş sevgisiyle neden kurtarmaya koşuyorlardı? Kendi hal ve ifadelerinden anladığımıza göre bunun bir tek sebebi şu idi: Araplar Osmanlı Devleti zamanında hele Abdülhamid devrinde o kadar hür yaşamışlardı ki, hiçbir kanun ve hiçbir inzibat onları ilgilendirmezdi… Halbuki şimdi İngiliz zagonu içinde hiç de böyle değildi. Ona mutlak bir itaat ve yapılan taleplerin eksiksiz yerine getirilmesi lazımdı. O eskisi gibi çöle de dalamıyordu. İngiliz tayyare ve otomobilleri, bunların üzerindeki makinalı tüfekler Arabı çölde değil, gökte bile barındırmıyordu. İşte bu yüzdendir ki, o günkü ahval üzerine kıymetimizi takdir ediyor, hatta ayaklarımıza, eteklerimize yüz sürerek ‘Hammal-ane bir utanışla, hiç mi kurtulamayacağız?’ diye ağlıyorlardı.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.162.)

273

Mirza olarak değiştiren firariler dilenci kılığına girmişler, gittikleri yerlerde ilahiler söyleyerek ve dilenerek karınlarını doyurmuşlardır.1029

Esaretin ve dönüş yolculuğunun büyük sıkıntılarını atlatıp mütareke sonrası yurda dönen esirler, memleketin durumunu görünce kendi kurtuluşlarına sevinememişlerdir. Mehmet Oral, esaretten gemiyle İstanbul’a dönerken Çanakkale boğazında karşılaştığı manzarayı şöyle tasvir eder; “Bu surette biraz daha boğaza doğru yaklaştık. Lakin bu sırada boğaza yaklaştığımız zaman orada boğazın her iki taraflarında ve evvelce kalelerin üzerinde bulunan şanlı toplarımızın namlularının topraklar içerisine saplanarak pas tutmuş ve üzerlerinde dalgalanan ay yıldızların yerlerine kabus gibi karanlık çökmüş olan Düvel-i İtilafiye’nin bayraklarının altında süngülü nöbetçileri görülmeye başladı. Artık bu vaziyet karşısında orada Türk evlatları kan ağlıyordu. Hiç birimiz kendimizi zapt edemiyorduk. Boğazdan Marmara Denizi’ne geçerken daima sağa sola bakıyorduk. Lakin sağ ve sol sahillerde ve ne de gelip geçen vapurlarda katiyen hiçbir yerlerde Osmanlı ve Türk hakimiyetinden bir eser kalmamıştı. Çanakkale’den Marmara’ya bu sırada adeta biz zindan içerisinden gidiyorduk.”1030

Mısır’da 17 ay esaretten sonra Şubat 1920’de İstanbul’a dönen İbrahim Arıkan, gördükleri manzara karşısında memlekete dönmenin sevincini yaşayamadıklarını yazar; “17 ay 2 gün esaretten sonra 4 Şubat 1920 günü anavatan toprağına ayak bastık ise de İstanbul’un düşman işgalinde olduğunu gördük. Bundan dolayı da anavatana döndüğümüzden doğan sevincimiz bir anda teessüre döndü. Çok müteessir bir vaziyetteydik. Senelerce cepheden cepheye aç ilaçsız koştuğumuz, insan gücünün tahammül edemeyeceği derecede vatani vazifemizi ifaya çalıştığımız halde ve bunca meşakkat ve mahrumiyete karşılık ecdadımızn yadigarı ve Türk milletinin kalpgahı olan İstanbul ve daha bir çok yerlerimiz düşmanların işgaline geçmişti.”1031

IV- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ

Esaret hayatı, Osmanlı askerlerinin hatıralarında detaylı olarak işlenen bir konu olmuştur. Hatta bazı hatıralar tamamen esaret hayatını ve esaretten yurda dönüş yolculuğunu konu almaktadır. Esaretin, hatıralarda bu derece yoğun şekilde yer alması,

1029 “Buralarda geçim darlığı, ekmek azlığı göze çarpıyor idiyse de yiyeceğe daralıp da çadırları ziyaret ettiğimiz zaman ‘Anadolu’nun bazı dilencilerinin yaptığı gibi’ biz de ‘Hüseyin düştü attan sahra-i Kerbela’da’ ilahisini okuyarak kendimize tıpkı Şia Seyyidleri süsü veriyor, Ali ve evlad-ı Ali’nin menakıb ve faziletinden bahsederek onları coşturuyor ve çadırın en aziz misafiri oluyorduk.” (M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.170-171.)

1030 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.271.

1031 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.263.

274

bu hayatın fiziksel ve psikolojik zorluklarıyla harp esirleri üzerinde derin izler bırakmasından kaynaklanmıştır. Esaret hayatıyla ilgili kaleme alınan hatıraların büyük çoğunluğu zabitlere aittir. Bu sayede zabitlerin esaret deneyimi ile ilgili pek çok bilgiye ulaşmak mümkündür. Ancak neferlerin koşulları ile ilgili çok az tanıklık aktarılmıştır. Bununla beraber, zabitlerin hatıralarında neferlerin esaret koşullarına yönelik gözlemler yer aldığı gibi, bazı kişi ve kurumlarca hazırlanan raporlardan da bu konuda bilgi almak imkanı mevcuttur. Gerek zabitlerin, gerekse neferlerin esaret hayatına dair tanıklıklarda ortak yargı, esaret hayatının zorluğu ve esirlerin maruz kaldığı kötü muamelelerdir. Osmanlı askerlerinin, esaret konusunda 1906 ve 1907’de düzenlenen sözleşmeler hükümlerine aykırı muamelelere tabi tutuldukları açıkça görülmektedir.

Hatıralarda esir düşme anı üzüntüyle resmedilmiştir. Tahmin edilebileceği gibi cephede muharebe eden bir asker için, düşmana esir düşmek acı verici ve onur kırıcı bir olaydır. Bu anda öne çıkan duygular, çaresizlik ve belirsizlik karşısında duyulan kaygılar olmuştur. Pek çok harp esiri ölümü esarete yeğlediğini beyan eder.

Esir düşme anından esir kamplarına ulaşana kadar geçen dönem, belki de esaret hayatının en zorlu dönemi olmuştur. Bu durum özellikle Ruslara esir düşen Osmanlı askerleri için geçerlidir. Kafkas Cephesi’nde esir düşen Osmanlı askerleri önce Erzurum, Tiflis ve Bakü’deki toplama merkezlerine getirilmiş, buradan trenlerle Rusya içlerine ve Sibirya’ya sevk edilmişlerdir. Subaylar ayrı vagonlarda, nispeten daha iyi koşullarda seyahat ederken, neferlerin esir trenlerindeki durumları içler acısı olmuştur. Hatıralarda sıkça vurgulandığı gibi, hasta ve yaralı esirlerin bu zorlu yolculuğu atlatma şansı çok düşüktür. Nitekim binlerce asker, esir kamplarına uzanan bu zorlu yolculukta acı şekilde can vermiştir. Filistin ve Irak cephelerinde İngilizlere esir düşen askerler ise önce Mısır’a veya Basra’ya ve oradan da Hindistan’a gönderilmiştir. İngilizlere esir düşen askerler için, İngiliz ulaştırma hatlarının iyi seviyede olması sayesinde, bu yolculuk nispeten daha kolay olmuştur.

Esaret koşullarının, özellikle Rusya’daki kamplarda, çok kötü olduğu sıklıkla vurgulanır. Rus devleti sayıları milyonu bulan savaş esirlerini barındırma konusunda ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Bu koşullarda kışlalar, hapishaneler, fabrikalar gibi birçok birim esir kampı haline dönüştürülmüştür. Ancak bunlar da ihtiyacı karşılayamayınca, esirlerin bir kısmı esir kampları dışında “dom” denilen ev sistemiyle iskân ettirilmiştir. Rusya’daki Osmanlı esirlerin bir kısmı esir kamplarında kalmışlar, diğer bir bölümü ise esaret hayatını kampa dönüştürülen köylerde geçirmişlerdir. Esir subayların kamp dışına çıkışları ve sivil halkla temas etme imkanı, değişik kamplarda ve değişik

275

dönemlerde farklılık göstermiştir. Esir neferler için ise böyle bir imkandan bahsedilmez. Hatıralarda Rus askerlerinin esirlere kötü muamele ettiği özellikle vurgulanmıştır. Esaretin zorlu koşulları, harbin ilerleyen dönemlerinde katlanılamaz bir hal almıştır. Rusya’da yaşanan iç sıkıntılar esirler üzerinde etkisini göstermiş, bir yandan bakılması gereken esirlerin sayısı artarken, diğer yandan kıtlık ve fiyat artışları, beslenmeyi en önemli sorun haline getirmiştir. Hatıralarda öne çıkan ortak yargı, esirlerin çok zor koşullar altında yiyecek bulabildiği ve sıklıkla aç kaldığıdır. Açlık ve bozuk sıhhi koşullar neticesinde salgın hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Nitekim, Rus esir kamplarında ölüm oranlarının yüksek olduğu göze çarpar.

Hindistan’daki İngiliz esir kampları için de beslenme ve barınma konularında şikayetler olmakla beraber, ölüm oranları Rusya’daki kadar yüksek olmamıştır. Ancak Mısır’daki kamplarda hastalık neticesinde ölen veya kör olan pek çok esir kayda geçmiştir. Bu esirlerin kör olması konusunda, bunun kasıtlı olarak yapılıp yapılmadığı tartışılan bir husus olmuştur. Mısır’dan gelen Osmanlı esirleri arasında göz kaybı oranının yüzde otuz civarında olması, İngiliz yönetimini bu konuda zan altında bırakmaktadır. Hindistan esir kampları ile kıyaslandığında Mısır kamplarında sağlık koşullarının çok daha kötü olduğu, bu nedenle burada hastalık, malül ve ölüm oranlarının çok daha fazla olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca bu kamplarda görev yapan bazı Ermeni doktorların -o dönemin duyguları içinde, kin ve intikam düşüncesiyle hareket ederek- esirleri kasten kör etmiş oldukları iddiası göz ardı edilemez.

Esir askerler için en öneli konulardan biri aileleri ile haberleşebilmek olmuştur. Bu da ancak mektuplaşma ile mümkündür. Ancak bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Ailesinden aylar sonra haber alanlar olduğu gibi, esaret hayatı boyunca ailesiyle hiç haberleşemeyen esirler dahi olmuştur. Esaret hayatının diğer bir sıkıntısı da memleketten ve harbin gidişatından haber alamamaktır. Hatıralarda bu konudan sıklıkla yakınılmıştır.

Yaşanan sıkıntılar ve esaretin psikolojik etkileri, bu hayatı çekilmez kılmıştır. Bununla beraber Osmanlı savaş esirleri, esaret hayatının tüm zorluklarına rağmen, hayata tutunmak için mücadele etmiştir. Yaşadıkları hayatın tekdüzeliğinden kurtulmak için; gazete çıkarmak, spor kulüpleri kurarak turnuvalar düzenlemek, değişik kurslar açmak, tiyatro ve gösteriler sergilemek gibi faaliyetler icra etmişlerdir. Hatırat sahipleri, bu işlere öncelikle Avrupalıların ve Osmanlı ordusundaki Türk olmayan unsurların giriştiğini, bunları takliden Türk esirlerin faaliyete geçtiğini aktarırlar.

276

Esir kamplarındaki Türk asker ve subayları zaman içinde esir Alman, Avusturyalı ve Macar askerler ile temas kurarak onları tanımaya başlamıştır. Bu temaslar neticesinde oluşan kanaatler ve mukayeseler hatıralara yansımıştır. Almanlar ile ilgili genel yargı disiplinli, ciddi ve kibirli olduklarıdır. Kamplardaki diğer milletlerin aksine, askeri disiplini ve hiyerarşiyi muhafaza etmeyi başarmışlardır. Avusturyalılar ve Macarlar, daha sıcak olarak nitelenmiştir. Hatırat sahiplerine göre, Avrupalılar ile Osmanlı esirlerinin hayata bakışı arasında önemli bir fark vardır. Avrupalı esirlerin yaşama şevkini kaybetmediği, çalışmaya, düzen ve disipline büyük önem verdiği vurgulanır. Yabancı askerlerle temas kuran hatırat sahiplerinin öz eleştiri yapmaktan geri durmadığı görülmektedir. Yabancı askerlerin büyük önem verdiği bazı hususlarda Osmanlı askerlerinin kayıtsız kaldığı şahitliklere yansımıştır.

Esaretten dönüş konusunda da ciddi sıkıntılarla karşılaşılmıştır. Esir düşen askerlerin bir kısmı esir kamplarından kaçarak yurda dönmeye çalışmış, büyük kısmı ise yurda dönüş için harbin sonunu beklemek zorunda kalmıştır. Her iki grup için de ülkeye dönmek kolay olmamıştır. Aylar süren zorlu yolculuklar yapılarak ve pek çok tehlike atlatılarak yurda dönmek mümkün olmuştur.

277

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

OSMANLI ASKERİNİN CEPHE VE CEPHE GERİSİNE DAİR DİĞER GÖZLEMLERİ

A- CEPHEDE DÜŞMAN PROPAGANDASI

Harp boyunca tüm cephelerde karşılıklı propaganda faaliyetleri yürütülmüştür. Propagandanın temel amacı, düşman askerlerini psikolojik olarak etkileyerek savaşma azim ve iradelerini ortadan kaldırmaktır. I. Dünya Harbi boyunca Osmanlı cephelerinde yürütülen propaganda faaliyeti temelde broşür ve beyannamelere dayanmıştır. Osmanlı Devleti’ne oranla çok daha fazla kaynağa sahip olan İtilaf Devletleri, propaganda konusunda da nitelik ve nicelik olarak üstünlüğünü göstermiştir.1032 Bu broşür ve beyannameler özellikle uçak ve balonlardan atılarak cephede geniş bölgelere yayılmıştır. Ayrıca propaganda beyannamelerini sigara paketi veya taşa sarıp tel örgüler ile siperlere yakın yerlere bırakmak gibi yöntemler de kullanılmıştır.1033

İtilaf Devletleri tarafından yürütülen propaganda faaliyetinde, Osmanlı askerinin sıkıntığı çektiği iaşe ve giyim-kuşam konuları özellikle ön plana çıkarılarak, Osmanlı ordusunun bu zafiyetleri istismar edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca esir olan askerlerin çok iyi koşullar altında olduğu, yaralıların tedavi edildiği, harbin sıkıntılarından ve açlıktan kurtulduğu vurgusu öne çıkarılmıştır. Beyannameler, fotoğraf ve karikatürlerle süslenerek hem etkisi artırılmaya, hem de okuma yazma bilmeyenler için de etkili olmasına çalışılmıştır.

Çanakkale Cephesi’nde Haziran 1915’de Osmanlı siperlerine atılan beyannamelerde, yukarıdaki hususlar ortaya konarak Osmanlı askerleri teslim olmaya çağırılmıştır; “Ey Türk Kardeşlerimiz! İngilizlerin aldıkları esirlere kötü muamele yaptıkları ve hatta kestikleri hakkında yayılan söylentiler asılsızdır. Sizi korkutmak amacıyla Almanlar tarafından çıkarılan bu yalanların tezkibine en iyi delil, Mısır savaş alanlarında esir alınan Türk esirlerinin bugünkü halidir. Esir oldukları zaman aç ve perişan olan Osmanlı askerlerine İngiliz tarafındam fevkalade iyi bakıldığı ve her türlü istirahat ihtiyaçları giderilerek dini vecibelerine dahi riayet edildiği için bu gün

1032 Hamit Pehlivanlı, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında Müttefiklerin Propagandası ve Karşı Propaganda”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, VII/21, (Temmuz-1991), s.537; Servet Avşar, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti”, OTAM, 14, 2003, s. 78.

1033 Burhan Sayılır, Çanakkale Kara Savaşları Öncesi ve Sırasında Psikolojik Harekât Faaliyetleri, Askerlerin Psikolojileri ve İçinde Bulundukları Koşullar (Mart 1915-Ocak 1916), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2005, s.73.

278

memnuniyetlerini dile geitmektedirler. Bu yalanlara kulak vermeyin. Esir düşmüş olan arkadaşlarınızın bu güzel ortamlarına siz de iştirak edin.”1034

Yine Çanakkale Cephesi’nde uçaklardan atılan Ağustos 1915 tarihli beyannamede esirlerin koşulları yazı ve resimlerle anlatılarak Osmanlı askeri teslim olmaya çağırılmıştır. Beyannanede esirlerin Kahire yakınlarında bir kampta tutuldukları, taş binalarda kaldıkları, düzenli elektirik ve suya sahip oldukları, gayet iyi beslendikleri, sigara ve sabun gibi ihtiyaçlarının karşılandığı vurgulanmıştır. Ayrıca esirlerin müzik, satranç ve benzer oyunlarla hoiş zaman geçirdikleri anlatılmıştır.1035

İbrahim Arıkan, İngilizlerin Filistin Cephesi’nde de yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüğünü aktarır. İngiliz uçaklarının cephe üzerinde bıraktıkları beyannamelerde, Osmanlı esirlerinin Mısır’da rahat içinde yaşadıkları anlatılmakta ve lüks bir lokantada beyaz örtülü masalar üzerinde zengin bir yemekler yerken çekilmiş fotoğraflara yer verilmektedir. Beyannemelerde Osmanlı askerlerine hitaben Almanların demir madalyalarına kanmamaları ve teslim olarak hayatlarını kurtarmaları tenbih edilmektedir. Arıkan, bu beyannamelerin asker üzerinde olumsuz tesir yapmaması için süratle toplatıldığını söyler, ancak İngilizler tarafından sıklıkla atıldığını söyler.1036

Vasfi Şenözen, Kafkas Cephesi’nde Rusların da propaganda broşürleri hazırladığını, bu broşürlerde Osmanlı askerinin iaşe sorununa vurgu yaptıklarını şöyle aktarır; “Cephe hayatında karşılıklı ilticalar daima olagelmiştir; fakat bu yalnız erlerde olmaktaydı, açlık ve bezginlik bunu askere maalesef yaptırıyordu… Bizden Ruslara olan ilticalarda bu hal (iaşe sıkıntısı) anlatılmış olacak ki bazı akşamlar siperlerin ilerisinden bir yaylım ateş alınır; ateşin arkası gelmez, sabahleyin baktığımızda bir değnek üzerinde asılmış bir kağıt görülür ve bunda şu sözler okunurdu: ‘Ey Türk askeri! Sizde açlık var, sıkıntı var; biz de ise güzel konserveler ve yiyecekler var;

1034 B.Sayılır, Çanakkale Kara Savaşları Öncesi…, s.75

1035 “Osmanlı üserâsı Kahire'den birkaç mil uzak Miadi nâm mahalde gayet muntazam ve müferreh bir bahçede ikâmet ediyorlar. Üserâ-yı merkûme fevkalâde rahat olup ikâmet eyledikleri kargir daire gayet havadârdır ve elektrik ile tenvîr edilmiş ve hıfzu's-sıhhaya muvafık bulunmuş olduğu gibi her biri için ayrı ayrı yataklar da tahsis edilmişdir. Üserânın te’min-i iâselerine fevka'l-gâye dikkat ve itina olunmakda ve cümlesine yegân yegân tabak derûnunda yemekler verilmekde olduğu gibi her gün sigaralar, sabun, sair havâic-i zarûriyeleri dahi i‘tâ ve tevzî‘ edilmekdedir. Üserâ-yı merkûme âdet-i milliyeleri vechile sazlar ve sâzendeler tedârik ve tertib edilerek zamanı hoş geçirmek için 9-10'uncu resimlerde gösterildiği üzere her gün eğlenmekdedirler. Üserâ-yı merkûmeye Mısırlı dostları tarafından sazlar, satranç ve sair oyun takımları hediye olunmuşdur.” (BOA, HR. MA, 1140/22; Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005, s.232.)

1036 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.223; Aynı cephede bulunan İbrahim Sorguç da, Arıkan’ı teyit eder; “Silah ve cephanenin bol olmasına karşılık yiyecek ve giyecek bir şey bulamıyorduk. İngilizler bütün bunları bildikleri için tayyarelerden attıkları beyannamelerde bizimle adeta alay ediyorlardı. Önüne konmuş etli pilavı kaşıklayan esir olmuş bizim askerlerin resimleri ve altında cephedeki askerlere ne için harp ettiklerini soran maneviyat bozucu bir sürü yazılar.” (İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları…, s.43.)

279

geliniz, bizde rahat ediniz.’ ”1037 Eylül 1917’de Ruslar tarafından atılan bir beyannamede; Türk askerlerinin açlık çekmekte olduğu, Türk tarafında şeker ve et bulunmadığı, ekmeğin de yenilemeyecek kadar kötü durumda olduğu belirtilmiş, kendilerinde ise sıcak yemek, et, jambon, şeker ve çayın bolca mevcut olduğu söylenerek Osmanlı askerleri teslim olmaya çağırılmıştır.1038

Faik Tonguç, cephede Ruslarla bazı temaslardan ve karşılıklı propaganda gayretlerinden bahseder. Tonguç, Rus subaylarına duyurmadan düşman neferlerine Rusça bildiriler dağıttıklarını, özellikle Rus sosyalist mebuslarının ve Ukrayna özgürlükçülerinin renkli kağıtlara basılmış bildirilerinin rağbet gördüğünü, bu yazılı gayretlerin etkisi gösterdiğini ve bazı Rus neferlerin alay cephesinde nöbetçi hatlarına gelerek teslim olduklarını yazar. Ruslar da benzer girişimlerde bulunmakta ve Osmanlı neferlerine Türkçe bildiriler dağıtmaktadır. Bu bildirilerde Arap İsyanı’ndan, Almanlara karşı kazandıkları başarılardan bahsetmekte, teslim oldukları takdirde bol yemek, iyi elbise ve savaş sonuna kadar rahat bir aşam vadetmektedirler. Ancak Osmanlı neferlerinin çoğunluğu okuma-yazma bilmediklerinden yazılanları anlayamamakta ve beyannameleri komutanlarına teslim etmektedirler. Tonguç, cehaletin biricik faydasını burada görmekten memnun olduğunu söyler.1039

Beyannamelerde işlenen diğer bir konu da cephedeki askerin aile ve memleket özlemi olmuş, askeler harbi bırakarak ailelerinin yanına dönmeye çağrılmıştır. Propaganda metinlerinde, askerin uzun zamandır savaş meydanlarında olması kullanılarak, çocuk, eş ve akrabaları hatırlatılmış ve hasret duyguları şu şekilde tahrik edilmiştir1040; “Artık muharebeye devam etmekten imtina ederek, silahlarınızı teslim ederseniz, kendi eşlerinize, çocuklarınıza avdet etmeye muktedir olursunuz. Ve biz dahi vatanımıza avdet ederiz.”1041 Başka bir beyanname de ise şunlar yazılıdır; “Ey asker! Uyanınız! Bize iltica edecek her Osmanlı eri için ağuşumuz açıktır. İstirahatiniz temin, hayatınız tahlis edilecek. Evlad-ü iyalinize bir an evvel kavuşmak için bundan gayri çare yoktur.”1042

1037 V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.107.

1038 S.Avşar, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda…”, s. 82.

1039 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.77.

1040 Cafer Ulu, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında Basının Propaganda Aracı Olarak Kullanılması: Harp Mecmuası Örneği”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 10/12, (Bahar-2012), s.63.

1041 BOA, HR. MA, 1145/16; Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri II, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005, s.74-75.

1042 Servet Avşar, “Çanakkale Savaşlarında İstihbarat ve Propaganda”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, S.1, (Mart-2003), s.80

280

İngilizlerin eline düşmüş Osmanlı esirleri tarafından yazılmış gibi kaleme alınan mektuplar da propaganda için kullanımıştır. Çanakkale Cephesi’nde Mayıs 1915’de Osmanlı siperlerine atılan mektupta şunlar yazılmıştır; “Sevgili arkadaşlar! Kardeşler bildiğiniz gibi biz arkadaşlarınız, yalancı Almanların hatırı için olan bu muharebe muhitinden kurtulup, İngilizlerin eline geçmiş bulunuyoruz… İngilizler bizi iyice yedirip, temiz su verdikten maada tütün ve her istediğimizi dahi veriyorlar. Buraya geldiğimizde yaralı olanlarımızı devlet hekimlerine tedavi ettirdiler. Hatta çalıştırdıkları neferlere dahi emeklerine mukabil ücret veriyorlar.”1043 İngilizlere esir düşen bir Osmanlı çavuşu namına yazılmış başka bir mektupta, İngilizlerden gördüğü iyi muameleden bahsetmekte ve askerleri teslim olmaya davet etmektedir.1044

Ayrıca Mısır ve Hint Müslümanları adıyla yazılmış mektup ve beyannameler de kullanılmıştır. Çanakkale Cephesi’nde atılan böyle bir mektupta, Mısır ve Hint Müslümanları adına İngiltere’ye duyulan şükran dile getirilmiş ve İngiltere’nin İslam’ın gerçek koruyucusu olduğu iddia edilmiştir.1045 Başka bir mektupta ise, yine Mısır ve Hint Müslümanları adına, Halife tarafından ilan edilen cihadın geçerliliği olmadığı savunulmuş ve Alman İmparatoru uğruna savaşmanın büyük bir günah olduğu vurgulanmıştır.1046

Propaganda beyannamelerinde vurgulanan bir husus da, Osmanlı Devleti’nin Almanya tarafından kandırıldığı, sadece Alman çıkarları için harp ettiği ve Osmanlı askeri yokluk içinde kıvranırken Alman askerlerinin rahat içinde olduğudur. Yine Çanakkale’de dağıtılan Mayıs 1915 tarihli bir beyannamede şunlar vurgulanmıştır; “Ne için sırf Almanya’nın menfaatı hususiyesi için icra olunan muharebenin müddetini, beyhude temdid ediyorsunuz?”1047 Başka bir beyannamede ise şunlar yazar; “… biz

1043 H.Pehlivanlı, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında…”, s.539.

1044 “Silah arkadaşlarıma. Her nasılsa birkaç gün evvel İngilizlere esir düştüm. Görmekte olduğumuz muamele-i nazikane bizim orada zannettiğimizden bütün bütün aksine bulunmaktadır. Birkaç satırla bunu sizlere bildirmeği vicdanen bir borç addederim. Vaka ki, teslim olduğumda, beni birkaç kumandan huzuruna çıkardılar. Her biri ayrı ayrı hediyelerle taltif etti. Sigara paketlerini, çay, reçel vesaire takdim ettiler. Yolda zabitan ve efrad beni bir kardeş gibi, samimiyetle selamladılar. Ve nasıl memnun edeceklerini bile soruyorlardı… Ve’l hasıl bütün arkadaşlar burada rahat bir suretde ömür geçirmekte ve sizlerin dahi yakın vakitte kurtulmanızı temenni ile arz-ı selam ederim.” (S.Avşar, “Çanakkale Savaşlarında İstihbarat…”, s.96-97.)

1045 “Ey bizim gazi ve sevgili Türk kardeşlerimiz! Mısır ve Hindistan’daki İslam kardeşlerinizin sözünü ve sesini işitiniz. Mısır’da İngiltere’nin taht-ı idaresinde bulunan Müslümanlar rahat ve sadettedirler… Hindistan şehzadeleri, üserası, umum ahalisi alem-i İslamın sahih dostu olan İngiltere uğruna canlarını dahi esir gibi kullanacaktır.” (H.Pehlivanlı, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında…”, s.547.)

1046 “Cihad-ı mukaddes ancak şeriat-ı garraya ve haremin mahremine taarruz ve tecavüz edilmesine karşı ilan edilir… Almanların zafer ve galibiyetleri için ilan edilecek bir harp hiçbir suretle mukaddes olamaz. Almanya İmparatoru memnun olsun diye İslam’ın İslam’ı kesmesi nasıl tecviz edilebilir… Bu kadar büyük günaha girmeniz sizin için ayıptır.” (S.Avşar, “Çanakkale Savaşlarında İstihbarat…”, s.71.)

1047 H.Pehlivanlı, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında…”, s.540.

281

Müslümanlar pekiyi biliriz ki Almanlar hilekar bir millettir. Tarih bile bunların böyle olduğuna şahittir. Bu halde Almanlar sizi aldatıyor ve memleketinizi mahvediyorlar. Bundan başka bunların fikri yer ve yurdunuzu zaptetmek ve Almanlarla doldurmaktır.”1048 Çanakkale Cephesi’nde dağıtılan diğer beyannamede ise, İngilizlerin Osmanlı Devleti’ni Alman tasallutundan kurtarmak için harp ettiği iddia edilmiştir.1049

İtilaf Devletleri tarafından yürütülen propaganda faaliyetlerinin bir diğer hedefi de Müttefikler arasında güvensizlik ve şüphe oluşturmaktır. Nitekim dağıtılan bir beyannamede şunlar vurgulanmıştır; “Osmanlılar! Ne kadar vakit daha Almanların plânlarını dinleyeceksiniz? Yemeklerinizi kendi memleketinin ihtiyacâtı için alıp çocuklarınızı aç bırakıyorlar. Size top ve fişek gönderiyorlar ve muharebe ediniz [diye] bağırıyorlar. Bunun maksadı gençlerinizin vefatından sonra kolaylıkla vatanınızı işgal etmektir. Almanlar daima yalan söylüyorlar.”1050

Beyannamelerde yer alan bir başka husus ise, harbin İtilaf bloğu leyhinde geliştiğidir. Ayrıca bu beyannamelerde diğer Osmanlı cephelerindeki mağlubiyetler de özellikle vurgulanır. Doktor Avedis Cebeciyan, Çanakkale’de eline geçen bir propaganda beyannemesinde, 100.000 asker ile müdafaa olunan Erzurum’un Şubat 1916’da düştüğünü ve bütün erzak ve mühimmatın düşmanın eline geçtiğini okumuştur.1051 Irak Cephesi’nde Hüseyin Fehmi Genişol’un eline geçen bir beyannamede ise Kudüs’ün kaybedildiği ve artık savaşmanın beyhude olduğu yazmaktadır.1052

Ayrıca Osmanlı Develeti’nin iç meseleleri ve siyasî gerginlikleri de propaganda malzemesi yapılmıştır. Çanakkale’de Haziran 1915 tarihli bir beyannamede İtihat ve Terakki Hükümeti hedef alınmıştır; “Biz pek iyi tahkik ettik ki Genç Türkler Alman parasının tesiriyle sizi aldatmışlardır. İşte biz size hakikatı anlattık, tahminimizi de

1048 Servet Avşar, “Çanakkale Savaşlarında İstihbarat…”, s.78.

1049 “Ey asâkir-i Osmaniyye! Size malum olduğu gibi külliyetli mikdarda bulunan İngiliz ve Fransız askerleri sahillerinize çıkdılar ise de karşınıza kat‘iyen hiçbir husûmet beslemedikleri gibi sizinle muharebe etmeye mecbur olmakdan dolayı ziyadesiyle teessüf ediyorlar. Maamâfîh İngiltere Devleti kendini erbâb-ı siyasetinizin sizi ellerine teslim etmiş oldukları Almanların yed-i tasallutundan kurtarmak için hâl-i hâzırda icrâ olunmakda olan a‘mâl-i harbiyeyi ittihâz etmeye mecbur oldu.” (BOA, HR. MA, 1145/16; Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri II, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2005, s.74-75.)

1050 BOA, DH. EUM. 3. Şb, 14/24.

1051 A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.118.

1052 Hüseyin Fehmi Genişol, şunları yazar; “Düşman, askerin maneviyatını bozmak ve böylece amacına ulaşmak için uçakla cephenin çeşitli yerlerine beyannameler attırdı. Bu beyannameler askerin eline geçti ve herkes okumaya başladı. Metin şöyleydi: ‘Hey Türk yavruları! Sizler boşuna uğraşıyorsunuz. Her taraftaki ordularınız tarafımızdan mağlup edildi. Hatta dün Kudüs-i Şerif tarafımızdan ele geçirildi. Şu kadar esir, şu kadar mühimmat vesaire ganimet olarak alındı. Boşuna uğraşmayınız!’ diyordu. Bu yazılar tabii olarak lanetle karşılandı…” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.60.)

282

söyledik. Ümit ederiz ki, muazzam Britanya Hükümeti’yle muharebeden vazgeçer, silahlarınızı teslim edersiniz. Memleketin selamati için yegane çare budur.”1053 Galiçya Cephesi’nde savaşan Osmanlı askerlerine ise; kendi ülkesinde büyük ekonomik ve sosyal sıkıntı yaşanırken, ülkesinden çok uzaklarda boş yere ölüp gittiği, çocuklarının kimsesiz ve bakımsız kaldığı yolunda beyannameler dağıtılmıştır.1054

1917 Mart İhtilali’nin gerçekleşmesinden sonra Ruslar tarafından atılan beyannamelerde, saltanat rejiminin hedef alındığı ve hatta Cumhuriyet rejiminin önerildiği de göze çarpmaktadır1055; “Askerler, siz hiçbir vakit, hür olmadınız, sizin üzerinizde, sizi, paranızı ve çoluk-çocuğunuzu istediği (gibi) istimal ve istihdam iden, müstebid sultan vardır. Sultanınızın ne siyaset kullandığını gördünüz: Bütün Kafkas bizim elimize geçti. Sizin ise, ne kadar çok çocuklarınız yetim kaldı. Biz kanımızı emen müstebidden kurtulduk. Rusya'da hürriyet ilan edildi. Biz vatandaş-askerler hiçbir fikr-i istila takip etmiyoruz. Sizin vatanınız bize lazım değildir. Fakat biz asırların mahsulü olan hürriyetimizi kanımızın son damlasına kadar müdafaa ediyoruz. Bütün hayatını kırbaç altında çalışmakla imrar eden, siz silah arkadaşlarımızın bizi nezdinize davet etmenizi ayıp sayarız. Üç gündür, sırasıyla arkadaşlarınız işaret ile bizim tarafa kaçıp geliyorlar. Ve biz onlara kardeş muamelesi ediyoruz. Size, müstebit sultanın bar-ı mevcudiyetini üzerinizden atmanızı tavsiye ederiz. Boyunduruğu atınız! Yaşasın hür Türkiye ve her-dem müteali-i medeniyeti yaşasın proleteryat ve sulh-u umumi.”1056

Yukarıda değinilen propaganda faaliyetlerinin cephedeki asker üzerinde ne kadar etkili olduğunu tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak özellikle harbin son yılında Irak ve Filistin cephelerinde koşulların çok kötü bir hal alması, lojistik sıkıntılar ve harpten bıkkınlık göz önüne alındığında, asker üzerinde belli bir etkisi olduğunu farz etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim bu cephelerdeki komutanlar bu yönde fikir belirtmiştir. Irak’da VI. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis’e göre, bu propaganda faaliyeti, cephedeki zorlu koşullarla birleştiğinde özellikle harbin son

1053 H.Pehlivanlı, “Çanakkale Muharebeleri Sırasında…”, s.543.

1054 S.Avşar, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda…”, s. 83.

1055 S.Avşar, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda…”, s. 90-91.

1056 S.Avşar, “Birinci Dünya Savaşında Rus Propaganda…”, s. 104.

283

yılında asker üzerinde belli oranda etki etmiştir.1057 Sabis, İngilizlerin mütarekeye kadar bu faaliyeti sürdürdüğü de aktarır.1058

Von Sanders de, Filistin Cephesi’nde İngiliz propgandasının 1918 yazında etkisini gösterdiği fikrindedir; “İngilizler Türk askerinin moralini etkilemek için akla gelen her vasıtayı olağanüstü bir beceriklilikle kullanıyorlardı. Bunu yaparken de altın dağıtmaktan hiç kaçınmıyorlardı. Araplar, onların itaatkar aracılarıydılar. Fakat propaganda çok aleni olarak da yapılıyordu. İngiliz uçakları bir çok yazılı bildirinin yanı sıra Türk askerlerinin İngiliz esaretinde nasıl rahat ettiklerini resimlerle tasvir eden vagonlar dolusu en güzel resimli mecmuaları, Türk birliklerine atıyorlardı. Hiç karnı doymayan ve bir çok bakımdan gereken her ilgiden yoksun olan insanlar üstünde böylesi propagandaların etkisini küçümsememek gerekir. Alman Batı cephesi’nde vaziyetin kötü olduğuna dair bildirilerle sürekli olarak Türklere vede Araplara çok mübağalalı haberler veriliyordu.” Sanders, Eylül 1918’de Afule İstasyonu’nda Osmanlı üniforması giymiş İngiliz ajanlarının bildiler dağıttığını ve bir grup askerin bunun üzerine dağıldığını da aktarır.1059

B- YOLSUZLUK, İLTİMAS VE ADALETSİZLİKLER

Hatıralarda sıkça şikâyet edilen bir konu iltimastır. Bu durumun yaygınlığının, cephedeki askerler üzerinde çok olumsuz tesir ettiği muhakkaktır. Bu iltimas ve yolsuzlukların en büyüğü, şüphesiz silah altına alınmaktan kurtulmaktır. Bilindiği gibi 1914’de kabul edilen askerlik kanununda özellikle vurgulanan husus, askerlikten muhafiyetlerin ortadan kaldırıldığıdır. Kanun, Osmanlı hanedanı üyeleri hariç her erkeğe askerlik yükümlülüğü getirmiştir. Harp boyunca bu esas, prensip olarak muhafaza edilmişse de, pratikte buna aykırı uygulamalara da gidilmiştir.1060 Bu uygulamalardan biri, bir kısım devlet memurlarının askerlik hizmetinden muaf tutulması olmuştur. Devlet idaresinin zafiyete uğramaması için böyle bir muafiyet gerekli görülmüştür. Bu bağlamda nazırlar, üst düzey yöneticiler, büyükelçiler, valiler, kadılar ve müftüler askere gitmeye mecbur tutulmamıştır. Bu muafiyetler yalnızca üst düzey bürokratlarla sınırlı kalmamış, bazı orta ve alt kademe memurlarla kritik teknik

1057 “Kıtalarından silahları ile beraber firar eden bir çok neferlerin dağlarda eşkiyalık etmeğe başladıkları haber alınmakta idi. Düşman tayyareleri efradımızın maneviyatını bozacak mahiyette beyannameler de atmaya başlamışlardı.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.293.)

1058 “Bu esnada İngiliz teyyareleri yeni Türk hükümetinin mütareke müzakerelerinde bulunduğunu bildirerek beyhude muharebe yapmamaları için askerimize ve zabitlerimize fesad saçan beyannameler attıklarını haber aldım.” (A.İ.Sabis, Harp Hatıralarım I, s.303.)

1059 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.358.

1060 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, , s.151-152.

284

personeli de kapsamıştır. Örnek olarak posta ve telgraf memurları, banka memurları, demiryolu memur ve işçileri, polis memurları, hatta Düyun-ı Umumiye Komisyonu bürolarında ve tütün ürünlerinin üretimi ve satışıyla ilgilene Tekel idaresi şubelerinde çalışanlar askerlik muafiyetinden yararlanmıştır.1061 Bunun yanında din adamları için de belli koşullarda muafiyet imkanı sağlanmıştır. Gayrimüslüm din adamlarında olduğu gibi, Müslüman din adamları için de bu hak tanınmış, prensip olarak her camide bir imam, bir hafız, bir müezzin ve bir kayyım bırakılması kabul edilmiştir. Beratsız (diplomasız) imamlar dahi, eğer görev yaptıkları camilerde beratlı imam yoksa, askerlikten muaf sayılmıştır.1062

Bazı hatıralarda bu tip muafiyelerin suistimal edildiği vurgularak bu durumdan yakınılır. Faik Tonguç, asker olmamak ve harbe gitmemek için uzun savaş yılları içinde pek çok memuriyetler icat edildiğini, camilerde hiçbir ilgisi olmayanların imam, hatip, müezzin olduğunu aktarır. Bunla beraber asıl yakınma konusu, silah altına alındıktan sonra yapılan iltimaslardır. Tonguç pek çok kişinin cepheye gitmeyerek geride kalmak için büyük bir çaba harcadığını, askeri şube ve kalemlerinde, menzil karargahlarında, merkez, nokta kumandanlıklarında ihtiyacın kat kat üstünde, şehirli gençler görüldüğünü söyler. 1063

Faik Tonguç, iltimasın yaygınlığı ve bunun cephedeki askeri ne derece rahatsız ettiği hakkında şunları söyler; “Mevcut efendiler ordu dairesinde üç kolorduya taksim edildiler. Birkaç iltimaslı efendi ordu karargahına ayrıldı. İltiması daha kuvvetli olan sekiz kişi İstanbul’da kalmışlardı. Bu gibi küçük yolsuzlukların diğerleri üzerindeki etkisi, hatıra bile gelmiyordu.”1064 “Tümenlerden orduya geri gönderilen subayların bir kısmı gerçekten işe yaramaz idiyse de, bir kısmı da himaye görerek geri hizmetlere alınıyordu… Alaydan geri gitme emrini alanlar, arkadaşlarına vedaya geldiklerinde, ‘Dostlar şehit biz gazi, dostlar cennete biz memlekete, Allah’a ısmarladık’ diyerek ayrılıyorlardı. Bu alaylar cephedekileri yürekten yaralıyordu.”1065

1061 S.J.Shaw, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.151-152; M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.159; Esas mesleği ziraat olan yedek subay Abidin Ege, ziraat okullarından mezun olanlar için de muafiyet beklentisi içinde olduğunu ve bu konudaki gayretlerini aktarır; “Ziraat Nezareti’nden ilkokul ve yüksekokullara denk ne gibi mektepleri bulunduğunu Harbiye Nezareti’nin sormuş olduğunu Panayot Efendi’den işittim.”1061 “Nadir Efendi bugün dışarıya çıkarak ziraat işlerinde çalıştırılamamız için Mebus Veli ve Kazım Bey ile Süreyya Bey’i gördü. Nazır nezdinde girişimde bulunacak. Bu iş halli mümkün gibi görünüyor.” (A.Ege. Harp Günlükleri…, s.51-52.)

1062 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.160.

1063 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.366.

1064 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.28.

1065 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.60.

285

Benzer gözlemlere pek çok hatıratta rastlanır. Kafkas Cephesi’nde yaralanan Mülazım-ı Sani Celal Bey, tedavisi esnasında Erzurum’da şahit olduğu üzücü olayları aktarır. Buna göre iltimaslı bir yedek subay arkadaşı, hastanede bir tümen komutanı gibi özel odada kalarak özel muamele görmüş, hatta rahatı için odasına mızıka dahi gönderilmiştir.1066 Celal Bey, aynı yedek subayın Ordu komutanı tarafından orada kalmak üzere İstanbul’a gönderildiğini, giderken de madalya ile ödüllendirildiğininden yakınır.1067 Celal Bey, buna benzer başka olaylarda aktarmıştır.

Yedek Subay Falih Rıfkı Atay da benzer şeyler söyler. Hatta kendisinin bu konudaki girişimlerini ve IV. Ordu Karargahına nasıl atandığını açıkça anlatır. Yedek subay talimgahında iken her gün aralarından iltimaslıların ayrıldığını görmektedirler. Kendisi de, tanıdığı üst düzey bir zabit vasıtasıyla IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya haber göndermiş ve Paşa’nın onu ordu karargahına almasını sağlamıştır. Atay, talimgahın Alman komutanının bu durumu hayretle karşıladığını da not eder.1068

Kendisi de iltimas sonucu Kudüs’de karargaha alınmış Kudüs’lü bir asker olan İhsan et-Tercüman, bu durumun yaygınlığını şöyle not eder; “Birkaç gün önce Şam’da ki Sekizinci Ordu askerlik şubesinden ambar, hastane ve diğer kurumlardaki öğrenim görmüş kimselerin taburlara sevki ve yerlerine öğrenim görmemiş ve silahsız (geri) hizmete alınmış kimselerle getirilmesi için isim listelerinin gönderilmesine dair bir emir alındı… Bu talep hakikate bakarsak yerinde bir karardı. Ama ben uygulanacağını pek sanmıyorum… Sabit mahallerde istihdam edilen fertlerin pek çoğu, etkili kimselerin ve

1066 “Bu aybaşında ordu emir subaylarından zabit vekili olup (son günlerde terfi etti. Arkadaşları hala zabitvekili) biraz rahatsızlığından bizim hastaneye yatan Namık Efendi isminde bir zata vaktiyle Fırka Kumandanı Bekir Sami Bey’in yattığı odada tek başına yaylı karyolası olan bir yatak verdiler. Muhallebi vesaire, tıpkı Fırka Kumandanına olan ikram gibi ikramda bulunuyorlar. Belki daha fazla. Ne büyük rezalet! Hatta bu vekil parçasına özel bir mızıka bile geldi. Kepazeliğin son derecesi! Meziyeti bir parça güzel olmak!” (Bir Teğmenin Doğu …, s.45.)

1067 “Geçenlerde kaydettiğim, ahlak düşkünlüğünden başka meziyeti olmayan Namık, Ordu Kumandanı tarafından verilen bir vazife ile İstanbul’a gönderiliyor ve kendisine kumandan tarafından ‘İstersen orada kal, gelme’ deniyor ve göğsüne İstanbul’a gideceği için bir de harp madalyası asılıyor! Kıymet bilirlik değil mi? Bizde her şey bitmiş. Yalnız biraz güzel olmak, iki yüzlülük yapmak, istibdattan kalma alışkanlık olarak mafevkler yani işleri ellerinde istedikleri gibi döndürenler karşısında sürünmek lazım. Yoksa başka çare yok.” (Bir Teğmenin Doğu …, s.48.)

1068 Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez… Sivil vazifeler daha cazibeli idi. İltimas, hepimizin şevkini kırdı. Akşamları mektepten çıktıkça bizi herkeslikten kurtarabilecek bir yardım arıyorduk… Üç arkadaş konuşuyorlardı: ‘- Cemal Paşa yarın Mısır'a gidiyor. Haydarpaşa'da buluşup kendimizi karargâha aldıralım.’ İşin bu kadar kolay olacağına o kadar inanmadım ki, ertesi sabah bir tecrübede bulunmayı bile faydasız saydım. Üç arkadaşım bir daha harbiye mektebine gelmediler. Bir dostum aracılık etti. Şöyle böyle tanıştığımız Dördüncü Ordu Kumandanı, Başkumandanlığa bir telgraf yazarak beni de yanına istetti… Nihayet bir gün talimgâh kumandanı Alman Rabe Bey'in beni çağırdığını söylediler. Gittim. Elinde bana ait bir tomar kâğıt vardı. En çok şaştığı şey, bir ordu kumandanının bir neferle bu kadar meşgul oluşu idi. ‘ -Cemal Paşa arkadaşınız mıdır?’ ‘-Hayır, tanıdığım...’ Elimi sıktı: ‘-Yarın geliniz, kâğıtlarınızı alınız’ dedi.” (F.R.Atay, Zeytindağı, s.37-39.)

286

eşrafın çocukları ve bu zavallı halkın aydınları. Hepsi de yerlerine iltimas ve rica ile yerleştiler. ”1069

Cephedeki askerler ile geride karargahlarda görev yapanların yaşam koşulları arasındaki adaletsizlikler sıklıkla dile getirilmiştir. Cepheden Şubat 1916’da Erzurum’a gelen Derviş Kuntman, bu konudaki rahatsızlığı şöyle anlatmıştır; “Bu sefer Erzurum’u görünce şaşırdım kaldım. Burası bir bayram yerini andırıyordu. Süslü karargah subayları, semiz ambar askerleri, konforlu bir hayat geçiren hastane doktorları, asabi, çevik Erzurum dadaşları, ova köylüleri, aşiret askerleri, zangalar, kızaklar caddeleri dolduruyordu. Bunlar arasında hastaneden çıkan zayıflar ile cepheden gelen perişan askerler birbirine benziyor, bunlar da kalabalık arasında dikkati bile çekmiyordu. Sözün özü, lokantada yediğim yemekler, gazinoda içtiğim çaylar ve genel hayat hiç de bir harp zamanında olduğumuzu göstermiyordu. Öyle anlaşılıyordu ki ana vatan sadece konak yerlerini, noktaları, ambarları, hastaneleri; sonra kocaman konak yeri ve ordu karargahlarını beslemekle sorumlu tutulmuş, ileride harp edenler unutulmuştu… Bugün ileride Erzurum istihkamları denilen buzhanelerde bekleyen dört beş bin kişi var ise bunlar, idarelerini kendileri temin eden, kavurga ile yaşayan, kimseden bir şey beklemeyen bir sürü kahramandı. Bunun için burada herkes emin, rahat bir hayat sürüyor, ileriyi kesinlikle düşünmüyordu.”1070

İbrahim Sorguç’a göre, sayıları cephede bulunanlardan çok daha fazla olan geri hizmet zabitan ve neferleri lüks bir hayat yaşamakta ve siperlerde mücadele veren askerlerle dalga geçmektedir. Sorguç, cephedeki asker yokluktan kırılırken, Şam’da Arap kızları ile eğlenen zabitan ve neferlerin çok iyi koşullar altında bulunduğunu söyler. Ayrıca cepheden gerideki hastanelere gelen askerlere de iyi bakılmamakta ve bunlar ölüme terk edilmektedir. Nitekim yaşanan adaletsizliklerin, cephedeki askerin

1069 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.238.

1070 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.109.

287

maneviyatı üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu yazar.1071 Mülazım-ı Sani Celal Bey de bu konuda benzer gözlemleri aktarır.1072

Faik Tonguç, orduya katıldığı günden beri şahit olduğu bazı durumları nefret ve tiksintiyle karşıladığını söylerken, cephede çok ihtiyaç duyulan eşya ve erzakın cephe gerisinde çarçur edildiğinden yakınır. Ordudan bölüklere kadar eşya ve erzak konusu, yolsuzluk deryası içinde yüzmektedir. Hükümetin, milletin bin bir zorlukla bularak gönderdiği eşya önce ordu menziline gelmekte, burada zabit ve neferler iyilerini seçerek almakta, kolordu, tümen, alay ve taburda da aynı olay yaşanmakta, nihayet geri kalan bir işe yaramayacak 5-10 parça eşya bölüklere ancak gelebilmektedir. Diğer taraftan karargahtaki askerlerin üzerinde her vakit yeni, temiz elbiseler görülmektedir. Cephedeki askerler bir gram şekere muhtaçken, cephe gerisindekiler menzil lokantalarında ucuz fiyatlarla hazırlanan tatlıları yiyebilmektedir. Tonguç, ordu ve menzil karargahındakilerin harp esnasında barışta olduğundan daha iyi koşullarda yaşadığını yazar.1073

Yedek subay İ.Hakkı Sunata’ya göre, cephedeki askerin geride karargahlarda görev yapan silah arkadaşlarıyla olan gönül bağı kopmuştur. Sunata düşüncelerini şöyle dile getirmiştir; “Karargah demek, fiilen harpte günlerini geçiren bizim gibiler için cennet hayatı gibi bir şey… Harbin bütün fecayii, fiilen savaşa girenler için. Gerideki kolordu, fırka karargahlarının nasibi, rahat, huzur ve bolluk içinde şeref payı.”1074 “Nedense karargahlarda bir aristokrasi zihniyeti var. Kıtalarını hiç yakınlarında istemiyorlar. Acaba harp zarureti sebebiyle mi bu, yoksa kıtaların, karargahlara yakın bulunmasından bir nevi antipati mi duyuyorlar? Kıta asker ve zabitlerinde de, karargahlara karşı bir nevi soğukluk var. Bu, acaba karargâhtakiler kadar rahat olmamanın verdiği üzüntünün meydana getirdiği bir çekememezlik mi? Şu seziliyor ki

1071 “Şam’dan bizim cepheye (Filistin Cephesi) yeni gelen arkadaşların söyledikleri inanılacak gibi değildi. Sayıları geri hizmette cephede bulunanlardan çok daha fazla olan zabitan ve neferler lüks bir hayat yaşıyorlar ve bizim gibi siperlerde uykusuz sabahları bekleyenlere enayi, avanak diyorlarmış. Bütün bu anlatılanları tabii duymayan kalmadı. Cephedeki askere bakımsızlık o kadar rezalet bir şekil aldı ki şimdi tarif etmekten aciz kalıyorum. Şam’da Arap kızları ile eğlenen bizim zabitan ve neferlerin üst başları pek iyi imiş ve mütemadiyen bizimle yani cephede olanlarla alay ediyorlarmış. En mühimi yaralı olarak cepheden Şam hastanelerine ve diğer hastanelere gidenlere hiç bakmıyorlarmış. Ya ölecek veya ölecekmiş. Bütün bunlar cephede ve siperlerde öyle bir tesir yaptı ki nihayet koca Arabistan Cephesi yıkıldı gitti.” (İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları…, s.44.)

1072 “Ordu karargahındaki subaylar tabldotta istedikleri gibi güzel yemeklerden başka (ki bunu çok görmem) kendileri için istedikleri kadar şeker almak (ki çarşıda okkası 30 kuruştan aşağı değil, burada kilosu 4 kuruşa) da yetmiyormuş gibi, hayvanlarına yedirmek üzere de okkalarla şeker sarfediyorlar. Cephedeki arkadaşlarımıza ayda 300 gram, bizlere ise bir kilo şeker anca veriyorlar… Bir Ordu idare reisinin beş hayvanı olduğunu, her sabah bunlara hiç olmazsa 100 dirhem şeker verdiğini bizzat gören arkadaşlarım söyledi.” (Bir Teğmenin Doğu …, s.49.)

1073 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.149.

1074 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.303.

288

karargah mensupları da kıta zabitlerine biraz yukarıdan bakıyorlar gibi geliyor bana. Kıta zabitleri de buna karşı hınç besliyorlar.”1075

Hatıralarda ödüllendirme konusunda da şikayetler dile getirilir. Özellikle, harp madalyalarının kahramanlıktan ziyade komutanlara yakınlık sayesinde alındığından yakınılır. Çanakklale Cephesi’nde harbe katılan Kazım Şakir, birliğinden madalyaya layık görülenler karşısında rahatsızlığını şöyle dile getirmiştir; “Madalyalıların şahsiyetleri de tetkik edilmeye değer ve hayret vericiydi. İçinde tanıdığım bazı simalar ve sonra onların ne suretle bu madalyayı almaya hak kazanmış olduklarına dair duyduğum mevsuk ve garip şeyler vardı. Mesela taburumdan madalya alan bir neferin yegane meziyeti Tabur Kumandanı Bey’e güzel bir zeminlik inşa etmekten ibaretti! Yine taburumdan madalya alan Borazan Çavuşu’nun harbe hiç girmeyen, hatta bir defa bile borusu ötmeyen bu taburda nasıl takdire şayan bir harp faaliyeti göstermiş olduğu cevap isteyen başka bir sualdi… Topçu efradı müstesna olmak üzere piyade sınıfından taltif edilenler hep bu seviyede adamlardı. Gözlerinde fedakarlığın mukaddes nuru parıldamayan bu kitle, anlaşılıyordu ki, harp görevinde vazife severlik ve faaliyetlerinden ziyade kumandanların süfli hizmetlerinde gösterdikleri isteklilik ve gayret neticesinde taltif edilmeye layık addedilmişlerdi.”1076

Falih Rıfkı Atay, ordu karargahında görev yapan bir ihtiyat zabiti olarak, madalyalar konusundaki adaletsizliğe ve bu durumun zararlarına dikkat çeker; “Fedakarlık ve feragat gibi, vazifeden üstün hareketler istenen işlerde ve zamanlarda iltimas ve imtiyaz kadar zararlı ne olabilir? Büyük Harbde bazı cephelerimizin en hazin hali, siperin manevi şerefinin ve maddi hakkının geridekiler tarafından yenmiş olması idi. Siper, ölüm düğmesine bastığı zaman, çok defa, ta uzakta bir takım göğüsler üzerinde elmas, altın veya gümüş ışıklar yandığı görülürdü.”1077 Atay, hiç muharebeye girmediği halde sırf IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yakınında olduğu için madalya aldığını itiraf etmekten de geri durmaz; “Bu havadisi aldığımız vakit kumandanla biz Almanya seyahatine çıkıyorduk. İstanbul’da kumandan bana nişan ve madalyam olup olmadığını sordu. Boş göğüslü bir subay, iyi bir süs değildir. Bir iki gün içinde bir harp madalyası, bir de kılıçlı Mecidi nişanı aldım.”1078

Faik Tonguç, cephede yaralandıktan sonra tedavi için geldiği Erzurum’da gördükleri karşısında büyük bir üzüntüye kapılmıştır. Burada karargah ve geri

1075 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.351.

1076 Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.87-88.

1077 F.R.Atay, Zeytindağı, s.104.

1078 F.R.Atay, Zeytindağı, s.102.

289

hizmetlerde çalışan pek çok subayın göğsünde nişan ve madalyalar vardır. Halbuki bunların çoğu hiç muharebeye katılmamış, hatta tüfek sesi dahi duymamışlardır. Bunların cephe yerine geri hizmetlere alınmalarının yegane sebebi ise iltimas ve dalkavukluklarıdır. Tonguç, gerek ordu dairesinde, gerek menzil müfettişliği karargahında pek çok rezalet yaşandığını, cepheden gelenlere ise tam bir ilgisizlik gösterildiğini ekler.1079

C- ASKER KAÇAKLARI VE FİRARİLER

Askerden kaçma ve firar olayı, I. Dünya Harbi boyunca Osmanlı ordusunun önemli bir problemi olmuştur. Firar problemi, harple ilgili çalışmalarda temas edilmeyen ve üzerinde pek araştırılma yapılmamış bir konu olarak kalmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, firarların büyük çoğunlukla düşmana iltica şeklinde olmayıp, cepheyi terk etmek şeklinde gerçekleştiğidir. Düşmana iltica şeklinde firarlar daha ziyade Ermeni kökenli askerler arasında görülürken,1080 Anadolu kökenli Türk askerlerde bu durum seyrek görüşmüştür. Mehmet Beşikçi, firar eylemini, askere alınan kişinin, devletin ona taahhüt ettiği beklentilerin karşılanmamasına karşı bir tepkisi olarak değerlendirir.1081 Yani cephedeki askerin; iaşe, giyim kuşam, barınma, haberleşme, sıla izni gibi konularda yaşadığı sıkıntılar, silah altına alındığı devlet ile arasındaki zımmî anlaşmanın bozulmasına yol açmıştır. Bu değerlendirme, firar olaylarıyla ilgili hatıralarda aktarılan gözlem ve kannatlerle uyumludur.

Esasında firar olayları seferberlikten itibaren görülmeye başlamıştır. Onbaşı Ali Rıza Eti, seferberlikten hemen sonra birliği Erzincan’dan Erzurum’a intikal ederken firarların başladığını, taburundan yirmi, yirmi beş askerin henüz Erzincan’da iken firar

1079 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.56-57.

1080 Aziz Samih İlter, ordudaki Ermeni askerlerin düşman tarafına firara meyilli olduğunu nakleder; “Ermeniler alenen düşmanlıklar gösterdiler. Muharebenin daha başlangıcında birliklerdeki Ermeni erler kaçtı. Düşman tarafına gittiler. Hatta Ermeni doktorlardan bile kaçanlar oldu. Halbuki ordu, bunları kendi öz evladından hiç ayırmamıştı. Taburlarda onbaşı ve çavuşların oldukça fazlası Ermenilerden nasb olunmuştu.” (A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.30); Silah altına alınan Ermenilerin yer yer firar edip Rus ordusuna katılması üzerine, gayrimüslimlerin bilfiil cephede savaşmasından vazgeçilerek bu askerlerin “amele taburları” adı altında yol yapımı, nakliyat ve benzeri geri hizmetlerde çalıştırılmasına karar verilmiştir. Çanakkale Cephesi’nde görev yapan İbrahim Arıkan, şunları aktarır; “Bunların (Ermeni neferlerin) bu vaziyetleri de gösteriyordu ki, bunlar her fenalığı yapmaya, yani haince hareket etmeye karar vermişlerdi. Tabi olarak diğer askeri kıtalarda da bunların hal ve hareketleri tezahür ettiğinden kumandanlık, bu hainlerin harp cephesinde vatani vazifelerini ihmal edeceklerini ve bu ihmalden dolayı orduya çok büyük felaketler getirebileceklerini dikkate alarak Rum askerlerden beş on kişiyi tabur mekkaresinde alıkoydu ve diğer bütün Ermenileri silahsız olarak geri hizmetlerde, yani amele taburlarında istihdam edilmek üzere gönderdi.” (İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda Bir Nefer…, s.39.)

1081 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.268.

290

ettiğini yazar.1082 Liman von Sanders, Erzurum’daki Alman Konsolosu’ndan Haziran 1915’de aldığı bilgilerde firar sorununa dikkat çekildiğini söyler. Buna göre oradaki ordugahlarda talim için bir araya getirilmiş askelerin yaklaşık üçte biri hasta ve diğer üçte biri de yollarda firar etmektedirler.1083

Rahmi Apak, 1915 ortasında Kafkas Cephesi’nden Irak Cephesi’ne sevk edilen tümeninde firarları önlemek için büyük gayret gösterdiklerini şöyle aktarır; “Bağdat için yola çıkmazdan önce bize 3 bin kadar yeni er verdiler. Fakat bunlar hiç kavga görmemiş, talim ve terbiye görmemiş gençlerdi. Askerlik yapmaya hevesleri yoktu. Yola çıktığımızda, her gece on beş yirmi tanesi kaçıyordu. Bunları kaçırmamak için subayların ve Türk erlerinin sarfettikleri gayret çok büyük olmuştur. Hınıs’tan sonra hazari yürüyüş yaptığımız için ve hava da müsait olduğundan her vardığımız yerde çadır kurduruyoruz, geceliyoruz. Her tabur, kendi ordugahının etrafında Türk erleri ile sıkı bir kordon kuruyordu. Bu kordonun dışına çıkanlara ateş ediliyordu.”1084 Mehmet Oral da, Kafkas Cephesi’nde görev yaparken birliğine gelen Kürt kökenli ikmal efradının süratle firar ettiğini nakleder.1085

İhtiyat Zabiti Cemil Filmer hatıratında, Filistin Cephesi’ne sevk edilen bir grup askeri cepheye kayıpsız götürmek için verdiği çabayı detaylarıyla anlatır. Filmer, çoğu Arap kökenli olan yaklaşık bin askeri Halep’ten cepheye götürme görevini almıştır. Nezaret ettiği askerlerin yüzde beşinden fazlası firar ederse Divan-ı Harbe verilecektir. Halbuki Arap kökenli askeler arasında firar çok yaygındır. Filmer, askerlerin muhafazası için yanıma çavuş ve onbaşılar ile iki tane makinalı tüfek almıştır. Cepheye gidecek askerleri vagonlara bindirdikten sonra her vagonun kapısına silahlı muhafızlar koymuş, vagonların üzerine makinalı tüfekleri monte etmiş ve kaçmaya çalışan olursa vurulacağını duyurmuştur. Filmer, ancak bu sıkı tedbirler sayesinde askerleri tam olarak cepheye ulaştırabildiğini vurgular.1086

Ancak firar konusunda asıl büyük sıkıntı harbin ilerleyen yıllarında görülmüştür. Bu dönemde firari sayısı çok yükselmiş ve asker kaçakları bir iç güvenlik problemi

1082 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.16.

1083 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.77.

1084 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.129; Alay Komutanı Ahmet Nuri (Diriker) Bey, az miktarda olmakla beraber, Çanakkale Muharebeleri’nde dahi cepheden kaçma gayretlerinin olduğunu aktarır; “Çanakkale’de bazı korkak efrad kendi tüfeğiyle cebheden kurtulmak için el ve ayaklarını vururlardı. Bu gibi efradın kurşuna dizilmesi için emir verildi.” (Cephelerde Bir Ömür, s.57)

1085 “Bölüklerin noksanlaşan mevcutlarının ikmali için iki gün sonra Malatya depo alayından getirilen ikmal efradı her bölüğe 25-30’ar kişi verildi. Bu gelen neferler Kürt olup o kadar Türkçe bilemiyorlardı. Bunlara talim ve terbiye yaptırmak istenildi ise de maalesef katiyen istifade edilemedi. Birkaç gün sonra kamilen firar edip hiçbir tanesi kalmamıştı.” (M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.22.)

1086 C.Filmer, Hatıralar, s.68-69.

291

haline gelmiştir. Von Sanders, 1917 sonunda şunları yazmaktadır. Osmanlı ordusunda 300.000’den çok firari vardır. Bunlar düşman tarafına geçmiş kişiler değildirler, bilakis büyük çoğunluğu, yurtlarına kaçıp orada eşkıyalık yaparak memlekette asayişi bozan firarilerdir. Her tarafta bu firariler nedeniyle takip müfrezeleri çıkarmak gerekmiştir. Sanders’e göre bu durum temel sebebi ordunun yönetimde yapılan hatalardır. Yaklaşık iki yıldan beri, birliklerin büyük kısmına eğitimleri için gerekli olan zaman tanınmamıştır. Küçük ve büyük birlikler sıkı şekilde kaynaşamadan sürekli birbirinden koparılmışlardır. Demiryoluna götürüldükleri zaman askerlerin büyük kısmı birbirlerini tanımadıkları gibi ekseriyetle başlarındaki kumandanları dahi tanımamaktadırlar. Bildikleri sadece, durumun iyi olmadığı bir yere gönderildikleridir. Bu dendenle, kaçarken vurulmak tehlikesini bile göze alarak kaçabildikleri yerde kaçmaktadırlar. Nitekim firarlar, Osmanlı ordusunun ırsi bir kusuru değildir. Nakil yolları ile vasıtalarının ve beslenmenin yetersiz olmasının doğrudan bir sonucudur.1087

Ali İhsan Sabis de, harbin son yıllarında firari sayısının arttığını, bu artışta harp yorgunluğunun etkili olduğunu söyler; “Türk Ordularının hemen hepsinde firarın çoğaldığı nazar-ı dikkati celbetmeye başlamıştı. Firar edenler silahlarıyla beraber kaçtıklarından bunların arasında yollarda ve dağlarda haydutluk etmeye teşebbüs edenler de bulunuyordu. Bazı zabitlerde bıkkınlık emareleri görülüyordu. Neşelerini kaybetmiş ve sinirleri bozulmuş olanlar askerlerinin maddi ve manevi kuvvetlerini artırmak için gayret ve himmet sarf etmiyorlardı.”1088

Abidin Ege’ye göre de harbin son senesinde firarların çok artmasının temel sebebi, harpten yorgunluk ve bıkkınlıktır. Ege, Irak Cephesi’nde Eylül 1918’de günlüğüne şunları yazmıştır; “Hakiki bir durum var ki, artık ordunun duygusunu ifade ediyor: Harpten usançlık. Fırkanın Rumiye’ye hareketinde, yalnız 34. alaydan ilk gecede kırk yedi nefer kaçmış. Bu kaçış fırkanın Musul cephesine gitme ihtimalinden ileri geliyor. Hatta geri kalanlar diyorlarmış ki ‘Daha ileri gidersek hep kaçacağız.’… Yola çıkışın ikinci gecesi 34. alaydan 200 kişi birden kaçmış. Bu alayın, bu gidişle mevcudu tükeneceğinden gidişi durdurulmuş.”1089

İbrahim Sorguç da, Filistin Cephesi’nde 1917 sonundan itibaren firarların önünün alınamadığını aktarır. Cepheden geriye doğru muazzam ve silahlı kaçak hadiseleri başlamıştır. Bütün gayretlere rağmen firara engel olunamamaktır. Sorguç’a

1087 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.255-257.

1088 A.İ.Sabis,, Harp Hatıralarım IV, s.135.

1089 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.559.

292

göre bu durum asıl sebebi iaşe sıkıntısıdır. Silah ve cephanenin bol olmasına karşılık yiyecek ve giyecek bir şey bulunamamaktadır. Bu durumun farkında olan İngilizler, uçaklardan attıkları beyannamelerde Osmanlı esirlerinin iyi beslendiği yolunda propaganda yaparak askerin maneviyatını sarsmaktadır.1090

Suriye Cephesi’nde görev yapan Serezli Ragıb Bey, 26 Ocak 1918’de günlüğüne şunları yazmıştır; “Dün müfrezenin mitralyöz takımından üç kişiyi kurşuna dizdik. Zavallılar iki yaylımda rahmet-i Rahman’a kavuştular. Yüreğim yaralandı… Üçü de genç. Hele birisi pek genç idi. İnlediler, ağladılar. Fakat yine kurtulamadılar. Bu kadar açlığa ve sefalete maruz kalırsa kaçmaz da ne yapar. Hiçbir milletin efradını bu kadar sabır ve mütehammil tasavvur etmem. Herhangi bir nefer ve hatta en vatanperver bildiğimiz Alman efradı bile bu şeraiti hayata tabi kalsalar bölüklerle düşmanlarına firar edeceklerine kanaat-ı kamilem vardır. Biçareler gitti.”1091

Hatıralarda ortak olan bir yargı, birliklerin düşman karşısında geri çekilmesinin firar olaylarını arttırdığıdır. III. Ordu Kurmay Başkanı Felix Guze’ye göre en çok firar vakası cebri yürüyüşlerde ve geri çekilmelerde olmaktadır.1092 Bu koşullarda çok sert tedbirler almak gerekmiştir. Taşköprülü Mehmet Efendi, Eylül 1915’de Kutü’l-Amâre’den geri çekilme esnasında firarların artmaya başladığını, kaçaklar yakalanıp ordu önünde idam edilerek firarların önünün alınabildiğini aktarır.1093

Ayrıca yenilgileri takip eden dönemlerde firar sayıları artmaktadır. Bilindiği gibi en ciddi firar sayıları, Osmanlı ordusunun İngilizlere karşı ciddi mağlubiyetlere uğradığı Filistin ve Irak cephelerinde, mağlubiyet dönemlerinde görülmüştür. Kafkas Cephesi’nde de mağlubiyetlerin yaşandığı dönemde firar oranları yükselmiştir. Sürekli mağlubiyetlerin yarattığı moral bozukluğunun, asker arasında harpte genel mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu algısını yaratmış olması muhtemeldir.1094

Özellikle, düşmana bırakılan bölgelerden gelen askerler arasında firar daha çok görülmüştür. Faik Tonguç, ordunun Erzincan’a çekilmesi üzerine yaşananları şöyle aktarır. Bu çekilmelerde bölükten kaçanlar çoğalmıştır. Hatta güvenilir çavuş ve onbaşıların bile firar ettiği görülmektedir. Bunların çoğunluğu bölge halkından olup, düşman işgali karşısında ailelerini kurtarmak için firar etmektedirler.1095

1090 İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları…, s.43.

1091 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.180.

1092 F.Guze, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas…, s.86.

1093 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.22.

1094 M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.279.

1095 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.158.

293

Firar olaylarıyla ilgili diğer bir ortak kanaat ise, askerlerin kendi memleketlerine yakın bölgelerden geçerken firar olaylarının arttığıdır. Bu konuda yedek subay İ.Hakkı Sunata şöyle yazar; “Güneş batarken Eskişehir’den (tren ile) ayrılmıştık. Gece Afyon’u, hatta Akşehir’i geçmişiz. Yolda sabah oldu. Tabur kumandanına bölüklerden haber geldi. Ispartalı, Eğirdirli, Uluborlulu, Burdurlu ve o civarlı efrattan epeyce firarlar olmuş. Hemen her bölükten otuz kırık kadar. Bölük kumandanları, kırk kişilik vagonları dışarıdan kapatmışlar, kilit vurmuşlar. Tekmil haberine göre kaçanlar yüzde ondan eksik değil.”1096

İbrahim Arıkan da, 1917 ortasında İstanbul’dan Filistin Cephesi’ne giderken pek çok firar olayı yaşandığını, alınan sert tedbirlere rağman firarların önüne geçilenediğini kaydeder. İstanbul’dan Pozantı’ya kadar devam eden tren yolculuğunda memleketi hat güzergahına yakın bulunanlardan bir çoğu firar etmektedir. Hatta tabur çavuşları dahil firar edenler arasındadır. Tren seyrine devam ettiği halde askerler trenden kendini atarak kaçmaya çalışmaktadır. Bu vaziyet karşısında muhafız askerler vagonlardan firarilere ateş açmakta, ölü ve yaralı firariler hat boyunda bırakılmaktadır.1097

Yarbay Felix Guze de memleketlerine yakın bulunan askerlerin daha çok firar ettiğini ve firarilerin halk tarafından iyi karşılandığını söyler; “Bununla beraber yerli halk firarileri saklayarak himaye ederdi. İaşe durumu kötüleştikçe pek tabii firari adedi artardı. İaşe düzeldikçe firari de azalırdı. Fakat firar için tek neden yalnız kötü bakım değildi. Türklerin kamuoyu ve hissiyatları firarın asıl nedenlerindendi. Çoğunlukla memleketine yakın olanlar firar ederlerdi. Bunlar köylerine dağılırlar ve aileleriyle birlikte gerilere göç etmek için giderlerdi. Sebep olarak şunu söylerlerdi: ‘Ailemi geri götürmek zorundayım.’… Firariler halkın gözünde şerefsiz ve haysiyetsiz değildi. ”1098

Birlikler, firarları önlemek ve kaçakları yakalamak için cephe gerisine devriye kolları çıkarmak zorunda kalmışlardır.1099 Ayrıca firariler için idam dahil çok ağır cezalar öngörülmüştür. Ali İhsan Sabis hatıratının pek çok yerinde bu infazlara değinir.1100 Kafkas Cephesi’nde bulunan 32. Tümen Komutanı, 21 Mayıs 1915’de

1096İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.241.

1097 İ.Arıkan, Osmanlı Ordusunda…, s.188-189.

1098 F.Guze, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas…, s.86.

1099 Vasfi Şenözen bu konuda şunları yazar; “Askerde firarlar çoğalmıştı. Ordudan gelen bir emirle alay kumandanının gözlemi altında asker kaçmayacağına dair yemine çekildi. Bundan başka, tümen gerisinde on beş kadar karakol teşkil edilerek, bunların arasına devriyeler tertip edilmek suretiyle, firar edenlerin yakalanması çaresine bakılmıştı.” (V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.103); Ayrıca bkz.Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.132, 143.

1100 Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.135; Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid…, s.17; V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.90.

294

yayınladığı emirde; askerin birkaç gündür kendi kendilerini sağ ellerinden vurmakta oldukları ve bunların adedinin arttığı bildirilmiş, bunların derhal divan-ı harbe verilerek kurşuna dizilmesi, subayların askere dini tavsiyelerde bulunmaları, onlardaki kötü maneviyatı kaldırmaya uğraşmaları, askerin cengaverlik hislerinin tahrik ve teşvik edilmesi istenmiştir.1101 Tümenin 26 Mayıs 1915 tarihli emrinde ise her kıtanın kendi mıntıkaları gerisinde firarilerin istifade edeceği yollarda ve gizlice firara müsait bölgelerde geri birlikler oluşturmak ve devriyeler gezdirmek suretiyle firarları önlemesi istenmiştir. Ayrıca 96. Alay’dan Ruslar tarafına firar eden iki neferin ailesinin Yemen’e sürgün edilerek evlerinin yakıldığı ve mal ve mülklerine el konulduğu, bundan böyle firariler hakkında bu suretle muamele yapılacağı duyurulmuştur.1102

Sami Yengin hatıratında firarilerin infazını şöyle resmeder; “1 Ekim 1917’de milis askerlerinden Kavalalı İbrahim oğlu Mustafa ile alayımızdan iki er, düşman tarafına firar ederken yakalandılar. Divanıharpçe idamlarına karar verildi. Bütün alayın önünde, Birinci Tabur imamı tarafından dini tören yapıldıktan sonra Tümen karargahı ile Sıhhiye Bölüğü arasında kullanılmayan bir kuyu civarında darağaçları kuruldu. Her üç neferi de omuzlarından, bellerinden ve ayaklarından bu darağaçlarına bağladılar. İlamlarını okudular, gözlerini bağladılar. 20 metre mesafedeki üç manga, her üç nefere birer manga üçer defa ateş ettiler. Bu neferlerden ikisi hemen orada öldüyse de bir diğeri ölmeyip hastaneye sevk edildi.”1103 Yengin, bu şahit olduklarına karşı harbin son aylarında kendisinin dahi firarı düşündüğünü de itiraf eder1104.

Firariler konusunda pek çok emir yayınlanarak alıncak tedbirler sıralanmıştır. 21 Şubat 1917’de Askeri Ceza Kanunu'na, asker kaçakları ile askerlik görevine hiç gitmeyenler hakkında verilen idam hükümlerinin kasaba ve köylerinde uygulanması, uygulamayı gerçekleştirecek askeri birlik olmayan yerlerde ise mahkeme hükümleri okunarak idamın geciktirilmeden gerçekleştirilmesi hakkında bir ek yapılarak yayınlanmıştır1105. İdam hükümlerinin kasaba ve köylerde uygulanması ile firarilere verilen desteğin kesilmesi amaçlanmıştır. Ancak alınan tedbirlere rağmen firarların

1101 Bir Teğmenin Doğu …, s.153-154.

1102 Bir Teğmenin Doğu …, s.138-139.

1103 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.10.

1104 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.64.

1105 Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi II, Belge No: 35, s.101-102.

295

önüne geçmek mümkün olmamış, firar meselesi Osmanlı ordusunun kronik bir problemi olmaya devam etmiş ve birliklerin muharebe gücü üzerinde yıkıcı etki yapmıştır.1106

Derviş Kuntman’a göre, firarilere verilen ağır cezalar ve hatta idamlar dahi sorunu çözemezdi; “Hükümet, bunun önüne geçmek için şiddetli tedbirler almaya, firar edenleri yakalayıp arkadaşları önünde kurşuna dizdirmeye mecbur oldu. Bu idam cezaları bizim alayda da tatbik edildi. Törende tabur tabiplerinin de bulunması gerekiyordu. Bu, tahammül edilemez bir sahne oluyordu: Firarinin gözü bağlanıyor, bir manga askerin ateşiyle derhal hayatına son veriliyordu. Firariler bu cezayı o kadar soğukkanlılıkla karşılıyorlardı ki buna kesinlikle önem vermiyorlardı. Birisi kalbini göstererek: ‘Arkadaşlar çok rica ederim, iyi nişan alınız, beni fazla üzmeyiniz.’ Demişti ki bu, ibret verici bir son söz idi. Firara neden olan sebepler ortada durdukça bunun devam edeceği, böyle cezalarla önüne geçilemeyeceği belli olmuştu. Hatta arkadaşlarını (firarileri) kurşuna dizen manga askerlerinin dördü o gece kaçmıştı. Bu dikkati çeken bir hadise idi. Bu askerler harpten, ateşten kaçmıyordu. Bunlar, geride tehlikeye düşen ana vatanı (çoluk-çocuk ve namusunu) kurtarmaya koşuyordu.”1107

Ahmet Emin Yalman, firarları önlemek için müspet tedbirler alınmadığı, yalnızca cezai tedbirlerle bu sorunun çözülmeye çalışıldığı, ancak başarılı olunamadığını yazar. Yalman, firar meselesinin iç güvenlik ve asayiş açısından da büyük bir sorun teşkil ettiğine dikkat çeker. Yalman’a göre, askerin kıtalarını bırakıp kaçmasını önlemenin tabii çaresi, askerin ailesiyle mektuplaşabilmesini sağlayacak bir posta teşkilatı kurmak; belli aralıklarla memleket iznine giderek ailesini görmek imkanını sağlamak, ikmal ve iaşe işlerini iyileştirmek olduğu halde, bu yol tutulmamıştır. Cezaları şiddetlendirmek yeterli tedbir sayılmış, fakat ağır cezalar aksi yolda tesirler yaratmıştır. Kaçma meylini duyanlar, nefislerini korumak için elele vermeye ve cüretle hareket etmeye başlamışlardır. Asayişin yokluğu, yalnız vatandaşları değil, hükümeti de tehdit edecek, üstü kapalı bir ihtilal manzarasını almış, bezginlik ve isyan salgın şekline girmiştir. Hattı bazı bölgelerde kuvvet ve otorite hükümette değil, asker kaçaklarının ve eşkiyanın elinde toplanmıştır. Elde bunlara karşı kullanılacak

1106 Kafkas Cephesi’nde görev yapan Abdülhadi Altan, bütün gayretlerine rağmen firarları önlemekte başarısız olduklarını söyler; “Gelen ikmal efradı peyderpey firar ediyorlar… efrat firar ettikleri cihetle geceleri devriye geziyoruz… Acemi efrat durmuyorlar. Hemen kaçmak istiyorlar.” (Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.148-149.)

1107 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.122.

296

kuvvet yoktur. Başka çare kalmayınca, 20 Temmuz 1918'de asker kaçaklarına karşı umumi af ilan edilmiş, fakat bunun da faydası olmamıştır.1108

Şevket Süreyya Aydemir ise, askerlerin firar etmesini farklı şekilde yorumlamıştır. Aydemir’e göre muharebe dönemleri haricinde cephede geçen zamanın sıkıcı ve yeknesaklığı, insanları bir melankoliye sürüklüyordu; “Bir erin, basit bir askerin, kendi içine döndüğü zaman orada bulduğu şey, kendi maddi ve brütal şahsiyetidir. O, ya bir köylüdür. Ya bir kasabanın ilkel kalabalığı içinden gelmiştir. İlk duyduğu ihtiras midesinden gelir. Sonra da hemen cinsi benliği şahlanır. Karısı, nişanlısı gözünde tütmeye başlar. Köyü, yahut evi, günler, hatta haftalarca süren uzak yolların ötesindedir. Fakat onun kafasında zaman mefhumu da, mesafe mefhumu da bulanıktır. O, arkada görünen dağı aşınca yolların nasıl olsa kendi köyüne çıkacağını zanneder. Ve bazen de bunun için yolu tutar, kaçar ve suçlu olur.” Aydemir askerin firarını bilinçli bir eylem olarak değil, saflığından kaynaklanan bir ‘cahillik’ olarak görür. “Bu basit insan, köyünü bulmak için bir gece karanlıklara karıştığı, yahut kendi tabirince ‘cahillik ettiği’ zaman da, tıpkı dağarcığını omuzlayıp askerlik şubesine vardığı ve asker ocağına yollandığı zaman ki kadar saf bir insandır. Onun bir gün, birden siperini bırakıp yollara düşmesi, ne harpten gelen bir ölüm korkusundandır. Ne meşakkatlere dayanıksızlığındandır. Nitekim bir gün yakalanır, cepheye gönderilirse, sanki hiçbir şey olmamış gibi sakin ve sessiz, gösterilen hizmetleri canla başla yapar…”1109

Hans Guhr, firarların asıl sebebinin korkaklık değil, dayanılmaz yaşam koşulları ve aile özlemi olduğu kanaatindedir. Türk askeri çocukça bir sevgi ile bağlı olduğu ailesini, evini ve köyünü ilk defa askere alındığı zaman terk etmektedir. Savaş zamanında yıllarca ailesinden uzak kalmak onun için ıstırap haline gelir. Kötü muamele gördüğü zaman çoğu kez yeterli ilgi görmemenin eksikliğini hisseder. Yeterli teçhizat, iaşe ve maaş olmaksızın günden güne sefalete düşer. Buna bir de düşmanın, özellikle İngilizlerin yoğun propagandası eklenir. Bol para verilerek ortalığa salınan Kürtler ve Araplar, askerlere soygun, cinayet, yangınlar olduğuna ve yakınlarının ırzına geçildiğine dair korkunç hikâyeler anlatırlar. Kendi canı için duyduğu korkuya ailesi için duyduğu endişe de eklenir. Bu sebepten dolayı birliğini terk eder ve cephe gerisinde kendisi gibi düşünenlere katılır. Silahı ve cephanesi olduğu sürece eşkıyalık yapan aşiretler tarafından kabul edilir. Bu yönde propagandanın özellikle uygun bir ortam

1108 A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.351-352.

1109 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.116-117.

297

bulduğu sükunet dönemlerinde firarlar artmakta, muharebe dönemlerinde ise azalmaktadır. Ghur’a göre, Türk askeri korkaklık gösterdikleri için firar etmezler, aksine muharebelerde kahramanca dövüşürler.1110

Harbin sonuna gelindiğinde firari sayısı yaklaşık yarım milyona ulaşmıştır. Bu rakam, çok daha fazla askeri silah altına almış olan (yaklaşık 13 milyon) Alman ordusundaki firari saysının üç katıdır. Avrupa orduları, toplam seferberlik güçlerinin yüzde 0,7 ile yüzde 1 arasında firari verirken, Osmanlı ordusunda bu oran yüzde yirmiyi bulmuştur. Rakamlar arasındaki orantısızlığın temel nedeni, Osmanlı ordusunda lojisitik ve ulaştırmada yaşanan problemler olmuştur.1111 Osmanlı ordusunda firar oranlarının yüksekliğine rağmen, Avrupa ordularında görülen toplu isyanlara benzer olaylar yaşanmamıştır.1112 Batı Cephesi’nde büyük kayıplar ve cephe koşullarının zorlukları nedeniyle Mayıs 1917’de Fransız ordusunda toplu isyanlar başlamış, bu hareket cephedeki Fransız ordusunun üçte ikisine yayılmıştır. İsyan eden askerler, siperleri savunacaklarını ancak taarruz etmeyeceklerini beyan etmişler ve uygulanan taktiklerin değiştirilmesini talep etmişlerdir. İsyanın bastırılması için Fransız hükümeti özel tedbirler almak zorunda kalmıştır. Aynı boyutta olmamakla beraber 1918 yazı sonunda Alman ordusunda da benzer olaylar görülmüştür.1113 Osmanlı ordusunda ise her hangi bir kıtanın, ki buna Arap askerlerden teşekkül eden kıtalar da dahil, toplu olarak isyan ettiği görülmemiştir.

Hatıralarda değinilen bir husus da firar eden askerlerin yol açtığı asayiş problemidir. Ahmet Rifat Çalıka, hatıratında şunları aktarır; “Firariler dağlarda ellişer, yüzer kişilik makineli tüfekli müfrezeler hâlinde geziyorlardı. Haydutluk ve soygunculuk da o nispette çoktu.”1114 Derviş Kuntman da firar ve eşkıyalık sorununun cephe gerisinde ulaştığı boyutu vurgular ve gördüklerini şöyle tasfir eder; “Bundan başka, geriler çeşitli harp cephelerinden gelen kaçaklarla dolmuş, geçim sıkıntısı yüzünden soygunculuk, eşkıyalık başlamış; doğal olarak genel ahlak da düşerek fuhuş ve cinsel hastalıklar artmıştı. Bundan dolayı genel asayiş iyice bozulmuş, jandarmalar ile kaçaklar arasında daimi bir mücadele başlamış, içeride de bir cephe teşekkül ederek

1110 H.Guhr, Anadolu’dan Filistin’e…, s.106-107.

1111 E.J. Zürcher, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Askeri”, s.282.

1112 E.J. Zürcher, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Askeri”, s.296.

1113 P.Renouvin, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye, s.541-542; Basil Liddel Hart, Birinci Dünya Savaşı Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.390; David Englander, “Mutinies and Military Morale”, The Oxford Illustrated History of The First World War, (Ed.Hew Strachan), Oxford Universty Press, 1998, s.196-199.

1114 Kurtuluş Savaşı’nda Adalet Bakanı Ahmet Rifat Çalıka’nın Anıları, (Yay.Haz.Hurşit Çalıka), İstanbul, 1992, s.22.

298

Orta Anadolu kargaşa içinde kalmıştı.”1115 Kafkas Cephesi’nde görev yapan doktor Avedis Cebeciyan, Ağustos 1916’da günlüğüne şu notu düşmüştür; “Dağlar kaçak askerlerle dolu. Vukuat çok, birbirini soyuyorlar, vuruyorlar.”1116

Silahlarıyla beraber cepheyi terk eden firari askerlerin, cephe gerisinde ve ulaşabilirlerse kendi memleketlerinde eşkıyalığa başlaması sık görülen bir durumdur.1117 Yani harp yıllarında, eşkıyalık ve firariler sorunu iç içe gemiş iki problemdir. Firar eden bir askerin hayatını sürdürmek için yapabileceği pek bir şey de yoktur. Yakalandığında idam edileceğini ya da ağır cezaya çarptırılacağını bilen bir firarinin toplum içine karışarak çalışması ve para kazanması beklenemez. Bir firari askerin hayatta kalabilmesi ancak, memleketine dönerek burada ailesi ve yakınlarından yardım görme sayesinde mümkündür. Buna imkana sahip olmayanlar için tek yol ise eşkıyalıktır. Bu nedenle firarilerin önemli bir kısmının, hayatını sürdürmek kaygısıyla eşkıyalık yapmaya başladığı görülmektedir.1118 Cephe gerisindeki eşkiyalık olayları, özellikle harbin son yıllarında önemli bir problem olmuş ve hükümeti uğraştırmıştır. Eşkiyalıkla mücadele için gerek cezai tedbirler, gerekse firariler için aflar çıkartılmış, ancak harbin sonuna kadar istenen sonuç alınamamıştır.1119

Hatırat sahiplerinin bir kısmına göre, cephe gerisindeki eşkıyalık problemi özellikle jandarma kuvvetlerinin cephelerde kullanılmasından kaynaklamıştır. Felix Guze bu konuda şu düşünceleri öne sürer; “Ordu emrinde bir de düzenli teşkilata sahip, iyi eğitim görmüş jandarma birlikleri vardı. Bu jandarmalardan seyyar jandarma ismini taşıyanlar (çoğunlukla atlıdır) nizamiye birlikleri gibi kullanıldı. Büyük kısmı yaya olan jandarmalar da sabit jandarma adı altında, memlekette emniyet ve asayişin korunmasıyla görevlendirilerek memleket içinde bırakıldı. Eşkıya sebebiyle sabit jandarmaların yerlerinde bırakılması gerekliydi. Maalesef 1914-1915 kış muharebelerinde çok zayiat verildiği için sabit jandarmaların bir kısmının da seyyar orduya çağırılması zorunluluğu doğmuştu. Bir kere elden çıkmış olan bu kıymetli birlikler cephede hızla eridi. Eşkıyalık ve isyanlara karşı içeride kuvvete ihtiyaç

1115 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.122.

1116 A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.132.

1117 Dahiliye Nezareti’nin 1 Haziran 1918 tarihli yazısında asker kaçaklarından oluşan eşkıya çeteleri tarafından işlenen cinayetlere dikkat çekilmişti. (BOA, DH.ŞFR., 88/3)

1118 Hakan Yaşar, “Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı Devleti’nin Firari Askerler Sorununa Dair Genel Bir Değerlendirme”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XVI/32, (Bahar-2016), s.17-18.

1119 Bu konuda detaylı bilgi için bakınız; H.Yaşar, “Birinci Dünya Savaşı Yıllarında…”, s.5-41; M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.291-334.

299

duyuluyordu. Yeni jandarma birlikleri kurulmasına teşebbüs edildi, fakat bu birlikler eskilerin yerini tutamıyordu.”1120

Ç- OSMANLI ASKERİNE YÖNELİK GÖZLEMLER

İncelenen tüm hatıralarda ortak olan bir yargı vardır ki, o da Osmanlı askerinin yüksek sabır, metanet ve fedakarlığıdır. Gerek yerli gerekse yabancı hatıralarda, ordunun çoğunluğunu teşkil eden Anadolu kökenli Müslüman Türk neferlerin mükemmel asker olduğu, dini inançları ve aldıkları terbiye sayesinde korkusuz oldukları sıklıkla vurgulanır. Liman von Sanders’e göre, asker olarak Anadolu Türkü mükemmeldir. Bu insanlarla iyi bir şekilde ilgilenilir, yeterli iaşe sağlanır, usulüne uygun bir şekilde eğitilir, sakin ve emin bir şekilde sevk ve idare edilirlerse onlarla en mükemmel işler yapılabilir.1121

Von Kress, Osmanlı askerini mükemmel olarak niteler. Yaradılıştan gelen bir çok askeri meziyete sahip olan Anadolu insanı cesur, kanaatkar ve sadık bir askerdir. Arap askerler, fikren daha canlı ve çabuk kavrarsa da Anadolulu gibi güvenilir değildir.1122 Kanal Harekâtları’nda şahit olduklarını şöyle aktarır; “İki mola gününde verilen sıcak çorba müstesna olmak üzere, Türk subay ve erleri 600 gram peksimet ve bir avuç üzüm veya hurma veyahut zeytinle yaşıyorlardı. Bu taş gibi katı, lezzeti tutkala benzeyen peksimeti hatırladıkça bugün bile dehşet duyarım. O zamanki menzil hizmetlerinin getirdiği zorluklar karşısında çölü geçmeye ancak böyle bir kanaatkâr birlik ile cesaret edilebilirdi. Bu şartlar altında insanlar memnun, sıhhatte ve zinde idiler. Yolda rastladığım bir bölüğün erlerinin hatırını sorduğum vakit yalnız neşeli yüzler görmüştüm ve yaşlı bir erbaş bana cevaben; ‘Buna harp denmez, çünkü her gün yiyecek veriliyor’ demişti.”1123

Osmanlı ordusundaki Alman subaylar Türk neferleri överken, zabitler hakkında benzer yargılar taşımazlar. Onlara göre neferlerin eksiklikleri, Osmanlı subaylarının sevk ve idare konusundaki yetersizliklerinden kaynaklanır. Özellikle küçük birlik komutanlarını eleştirirler. Bu noktada Alman subayların, oryantalist bir bakış açısıyla, Osmanlı subaylarını küçümsediği göz ardı edilmemelidir.

Joseph Pomiankowski de Osmanlı neferinin dayanıklılığı ve disiplininden övgüyle söz eder. Askelerin kültür seviyeleri düşüktür. Fakat açlık, susuzluk, soğuk ve

1120 F.Guze, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas…, s.8.

1121 L.v.Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, s.256.

1122 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 37.

1123 Von Kress, Son Haçlı Seferi, s. 98.

300

benzeri sıkıntılara ve sert muamelelere katlanmak bakımından Avrupalı askerlerden çok daha üstündürler. Türk subay ve askeri gayet uysaldır. Üst tarafından verilen emirlere astlarca harfiyen riayet edilir. Askerler maddî ve manevî güçleri tükeninceye kadar savaşırlar. Onlarca ölmek ya da gazi olmak kadere bağlıdır. Muharebelerde çok ender firar ederler. Osmanlı birlikleri arasında isyan çıkması ise söz konusu değildir.1124

Harp boyunca Osmanlı ordusunda görev yapan Venezullalı subay Rafael de Nogales, Osmanlı askerinin değerini şöyle anlatır; “Almanya’nın bu savaştaki en onemli müttefiği Osmanlı İmparatorluğu'ydu. Tartışılmaz bir gerçektir ki, önce Almanlar bunun ayrıntısına vardılar. Avusturyalılar sürekli olarak açıkça barış isterken ve Bulgarlar asker karavanasının devamlı azaldığından yakınırken, Türk askeri, bir ekmek kabuğundan veya bir avuç zeytinden başka yiyeceği yokken, Kafkas dağlarının karları veya çölün kumları arasında, hiç şikayet etmeden, hatta ateş içindeki dudaklarından bir fısıltı bile çıkmadan, açlıktan ya da kanını dökmekten ölüyordu. Hiç kuşku yok ki Türk, bütün kusurlarına karşın, Doğunun ilk askeri ve centilmenidir.”1125

Irak Cephesi’nde Osmanlı ordusuna karşı savaşan İngiliz generali Douglas, düşmanı hakkında şunları söylemiştir; “Karşımızdaki kıtaların hepsinin Türk (kıtaları) olduğuna kaniyim. Geriden nasıl cephane getirildiğine ve yolların fenalığı hasebiyle takviye kıtalarının vakit ve zamanında ne şekilde yetiştirildiğine mütehayyirim. İngiliz bombardımanın tesiri olmadığını ve Türk askerini korkutmadığını ve tahkim edilmiş bir sahra mevziine taarruzun ne demek olduğunu şimdi öğrendim. Biz İngilizler Türkler hakkındaki eski düşüncelerimizi muhafaza etmekte ve Türklerle muharebe ettiğimize müteessifiz. Az zamanda görülen talim ve terbiye ile Türklerin bu derece büyük bir muvaffakiyet göstermelerine hayret ettim.”1126

Sina-Filistin Cephesi’nde savaşan İngiliz Albay Archibald Percival Wavell ise Osmanlı neferini şöyle tarfi eder. Anadolu Türkü, İmparatorluğun temel direğidir. O, olağanüstü bir dayanma gücü bulunan, yokluklar ve zorluklar karşısında büyük bir sabır gösteren, atalarından devraldığı bir savaşma yeteneğine sahip, muharebede cesaret gösteren ve savaşmaya her zaman hazır ve gönüllü olan mükemmel bir askerdir. Osmanlı askeri, sınırlı iaşeye ve askeri donanımın yetersizliğine rağmen moralini korumuş ve sonuna kadar iyi savaşmıştır. Askeri teşkilatlarındaki bütün kusurlarına rağmen Türkler, hiçbir suretle küçümsenmeyecek bir düşmandır. Yaya olarak yapılan

1124 J.Pominakowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.233.

1125 Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, s.24.

1126 Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid…, s.91.

301

intikallerde mükemmeldirler. Avrupa orduları için elzem olan levazımdan vazgeçebilirler. Savunmada yerleştikleri mevzii inatla tutmaları, Türk askerlerini aşılması zor bir hasım haline getirmektedir. Hücumda ise, daima cesaretle saldırırlar. Wavell göre, Britanya ordusu, bu insanları kesinlikle küçümsememelidir. Zira bu askerler, Britanya ordusunu Gelibolu harekâtını durdurmaya mecbur etmiş, Kut’ta bir Britanya Tümeni’nin tamamını esir almış, Süveyş Kanalı’na kadar Sina çölünü geçmeyi başarmış ve Gazze’ye yönelik iki saldırıya da durdurmuştur.1127

W. T. Marchant da, Sina-Filistin Cephesi’nde çarpıştığı hasmından övgüyle bahseder; “Savaşçı olarak Türkler, korkusuzluklarıyla ve cennete kavuşmanın bir yolu olarak ölüme atılmalarıyla savaşanların en iyileri arasındadır. Kendilerine özgü karakterleri vardır… Yenilmeden teslim olmazlar. Bu güzel bir niteliktir. Arada bir firar etmeleri ise, muhtemelen iyi giyinememeleri ve yeterli beslenememeleri gibi kısıtlılık içinde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Türkler tutkuyla ve gayretle savaşırlar. Mavzer marka etkili tüfekleriyle hızlı ve isabetli atışlar yapmakta hüner sahibidirler. Bütünüyle düşünüldüğünde, bir Türkün savaşçı olarak çok az kusuru bulunmaktadır.”1128

İngiliz Yarbay R. M. P. Preston, Filistin’de karşı karşıya geldiği Osmanlı neferiyle şu gözlemlerde bulunmuştur. Firar etmelerindeki sıklığa rağmen, Türkler her zaman, sadece savunma konumundayken değil, taarruz ettikleri sırada da mükemmel savaşçılardır. Sayıca az olmalarına, silah gücü açısından zayıf durumlarına, yetersiz eğitimlerine ve yenilgilerinin saldırıya geçmeden önce bile kaçınılmaz görünmesine rağmen, umursamadan ‘Allah! Allah! Allah!’ nidaları eşliğinde büyük bir cesaretle ileri atılmaktadırlar.1129

Osmanlılar hakkında son derece olumsuz ön yargılara sahip olan İngiliz Yüzbaşı Edward Sandes, Irak Cephesi’nde karşı karşıya geldiği askerin kanaatkarlığını takdir etmekten geri durmaz. Osmanlı askeri çok dayanıklıdır. Avrupa bir askeri hayal kırıklığına, umutsuzluğa düşürecek yiyecek istihkakı ile idare edebilir. Sandes de, dayanıklılığı ve cesareti ile ün salmış olan Anadolu Türk’ünün, Osmanlı ordusunun temel direği olduğunu söyler.1130

İngiliz eri Henry Barnes, Çanakkale’de karşı karşıya geldiği Osmanlı askerlerini şöyle tanımlar; “ ‘Jacko’ adını verdiğimiz Türk askerinden ben de bizimkilerin hepsi de

1127 N.Karakaş, “ Britanyalıların Gözüyle Sina-Filistin…”, s.414-415.

1128 N.Karakaş, “ Britanyalıların Gözüyle Sina-Filistin…”, s.421.

1129 N.Karakaş, “ Britanyalıların Gözüyle Sina-Filistin…”, s.420.

1130 E.W.C. Sandes, Kuşatma ve Esaretin Adı…, s.227, 321.

302

pek hoşlanmıştık. Onlar için kötü söz söylendiğini duymadım, temiz dövüşürlerdi ve dünyanın en cesur adamlarıydı. En yoğun ateş karşısında bile durmazlardı, âdeta fanatik insanlardı. Onlara ateşkes sıralarında karşılaştığımızda çok esaslı insanlar oldukları sonucuna vardık.”1131

Benzer yargılar Osmanlı subayları tarafından da sıklıkla dile getirilmiştir. Faik Tonguç’a göre, Türk askeri sabır ve tahammülü dolayısıyla dünyanın en dayanıklı askeri olarak tanınmıştır.1132 Abidin Ege, Çanakkale ve Irak cephelerinde komuta ettiği askerin kahramanlığını şöyle anlatır; “Kahraman askerlerimizin burada gösterdiği cengaverlik harikasına hayran oldum. Arkasında 30 kiloluk çantası olduğu halde bu öğlen sıcağında hiç durmaksızın tam 6 saat dik bir boğaza tırmanmak, yalnız Türk askerine has bir meziyettir. Bunu katiyen hiçbir millet yapamaz. Her tarafı terden su içinde kalan ve düşman ateşiyle daima zayiat veren bu aslanlar hiçbir şeye ehemmiyet vermeyerek daima en yükseğe çıkmaya, boğazı tutmaya çalışıyordu. Burada gösterilen fedakarlık karşısında sevincimden ağladım.”1133

Mehmet Şevki Yazman, Galiçya Cephesi’nde ağır Rus bombardımanı altında dahi askerin paniğe kapılmadığını ve vuruşmaya devam ettiğini aktarır; “Saatlerden beri çelik sağanağı ile dövülen birinci hattımızda yine hareket görünüyor, yine şuradan buradan toza ve kana bulanmış insanlar çıkıyor, hatta tüfeğini omzuna dayayıp ateş ediyor, bombayı savuruyor. İşte bunlar insanüstü varlıklar, sinirleri bir çelik kadar kuvvetli Mehmetçikler! Bunu Avusturya, hatta bir Rus kıtasında göremezsiniz.”1134

Faik Tonguç’a göre askerin kahramanlığı, dini inançlardan ziyade soydan gelen bir özelliktir; “Bu zavallı neferlerin, ne şahadet mertebesinin kutsallığından, ne de cennetten, şehit için cennette vaat edilen huri ve gılmanlardan haberi vardı. Bu kadar basit ve miskin bir neferi bir de tüfek patladıktan sonra görmeli, o cılız nefer bir ateş parçası kesilir, kendine mahsus küfür ve homurtularla öyle silah kullanır ki, insana sonsuz bir haz gelir. Bu soy özellik ne cennet, ne de cehennem kaygısındandır. Yalnız geleneğin, babadan, dededen gelen ırsiyetin bir etkisi; bilmem daha nasıl izah etmeli; içten gelen cengaverliğin bir sonucudur.”1135

1131 Turhan Seçer, Anılarla Çanakkale Cephesi ve Neticesi, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2008, s.297.

1132 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.69. Benzer gözlemler için bkz. Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.22.

1133 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.361.

1134 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.84.

1135 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.137.

303

Mehmet Şevki Yazman, büyük kısmı köylü olan neferlerin arazideki becerisini şöyle aktarır; “… ben Mehmetçikleri bilirim. Şehirde demem, fakat kırda, arazi üzerinde hiçbir şehir çocuğu onlar kadar istikamet tayin edemez. Gece gündüz arazinin yapısına onlar kadar hakim olamaz. Çünkü daha beş yaşından itibaren bütün ömrü dağda, bayırda keçilerin izleri üzerinde geçmiştir. En budala Mehmetçik bile kırda bir yere vardı mı; gecenin zifiri karanlığında orayı bulur, gider. Ömründe bir kerecik geceleyin kırda gezmemiş olan şehir çocuğuna pusulasını, haritasını bile versen bulup çıkaramayacağı yerleri, köylü çocuğu bulur, çıkarır.”1136

Anlatılanlara göre Osmanlı askerinin muharebede beceremediği tek şey ricatlardır. Taktik bir hareket olan ricat, süratle bir bozguna dönüşebilmektedir. Ali Rıza Eti, 1914 Kasım’ında Köprüköy Muharebesi’nde şahit olduklarını şöyle aktarır; “Komutan fırkaya, daha gerideki tepeye çekilmesini emretti… Düzenli olarak geri çekilecek askerler, bütün fırka bir kaçıştır başladı… Asker hala kaçıyor. Aman ya Rabbi, Balkan Harbi’ne mi benziyoruz… Köyün önüne süvari zincir karakolu çıktı. Paso geriye kaçan askerleri geriye döndürmek için kılıçlarının tersini kullanıyorlar. Fakat ne mümkün, sürekli kaçıyorlar, kaçıyorlar… Bu sefer süvariler, kaçanları dangır vuruyor. Yanındaki arkadaşı vurulup düşüyor, o yine kaçıyor.”1137

Şevket Süreyya Aydemir hatıratında, neferlerle ilgili gözlemlere geniş yer ayırır. Aydemir, harp zamanı orduda görev alan okur-yazar gençlerin, bu sayede Anadolu’yu ve Anadolu köylüsünü tanımaya başladığını söyler; “O zaman, benim anlayabildiğime göre, bizim askerler fert fert dikkate değer bir varlık olmaktan ziyade, bir topluluk, bir küme unsuru idiler. Bu küme, bu toplum içinde her şeye ayak uydurabiliyorlardı. Fakat bunlardan herhangi biri topluluktan ayrılıp da tek başına kaldığı zaman kendi teşebbüs kuvvetiyle müstakil bir hareket yolu tayininden hemen daima aciz kalırdı. Topluluk içinde, yahut da toplulukla ilgili işlerde daima, tabii olacağı, arkasından gideceği bir önder arardı… Çavuşu, subayını yahut kendini idare edeni kaybeden bir asker topluluğu kolayca dağılabiliyordu… Bir topluluk içinde ve bozulmayan bir kumanda altında her şeyi yaptırabileceğiniz bir insanın, tek başına kalınca toplum duygusundan bu kadar uzak oluşu, insanı şaşırtan bir şeydi… topluluk içinde varoluş, Anadolu halkının her halde öz bir vasfı idi. ”1138

1136 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.65.

1137 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.64-65.

1138 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.108-109.

304

Mehmet Şevki Yazman ise askerin ‘hemşerilik’ olgusuna verdiği öneme dikkat çeker. Farklı iki birlik temas ettiği zaman hemen hemşeri arayışı başlar; “Bu Mehmetçikler için bulunmaz bir zevk, adeta bir tiryakiliktir. Evet, hemşeri tiryakiliği, bulunacak hemşeriyi tanısın tanımasın, isterse köyüne kilometrelerce mesafeden olsun, bulup konuşmak ister. Kafile bir defa Mehmetçiklerin hizasına geldi mi, bir ‘Va mı?’ silsilesi başlar: ‘-Hemşerim, Afyonkarahisarlı va mı?’ ‘-Va, hemşerim, va…’ Hemen iki hemşeri yan taraf çekilirler, gözlerinin içi güler, ikisi de bu buluşmaya çok memnundur.”1139 Yazman’a göre, buluşan hemşerilerin birbirini hiç tanımaması, hatta köylerinin arasında yüz kilometre mesafe olmasının bile hiç önemi yoktur. Hemşeri ile sohbet, adeta memleket özleminin dindirmenin bir yoludur.

Hatıralarda aktarılan diğer bir konuda neferlerin, harbin zorlu koşulları karşısında bulduğu pratik çözümlerdir. Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak harbe katılan Halil Ataman, Mehmetçiğin yaratıcı zekâsıyla ilgili şu örneği verir; “Yürüyüş kolundayım, sabaha karşı gözüme bir şey çarptı. Türk askerinin yaratıcı zekası ve onun eseri olan pratik çözümleri. Karanlıkta kaçarken (Rus ordusu karşısında geri çekilirken) birkaç koyun sürüsüne rastlamıştık. Belki onlarda bizim gibi kaçıyordu. Asker bu sürülerin birinden bir koyun araklamış. Hemen kesmişler ama yürüyüş halindeyken yapmışlar bunu ve yine yürüyüşlerini kesmeden iki asker koyunu bacaklarından tutmuş, diğer taraftan da yüzmüşler, parçalamışlar. Daha geride iki asker ellerine karavana, ortasında ateş yanmakta, ileride kesilen et parçaları burada ateşe veriliyor ve yarı kanlı, yarı pişmiş bir şekilde arkaya öne yollanıyor… Hem yürüyüş kesilmiyor, hem et yiyorlar ve hem de türkü söylüyorlar. İşte bizim askerimiz ve pratik çözümleri.”1140

Benzer bir olayı Ali Rıza Eti de aktarır. Kafkas Cephesi’nde bir geri çekilme esnasında şunları gördüğünü yazar; “Bu esnada tuhaf bir manzaraya rastladım. Geriye kaçmakta olan askerin biri, bir buçuk arşın boyunda, soba borusu kalınlığında bir döşeme parçasını ucundan yakıp koltuğunun altına vurmuş, Komasor’dan eline geçirdiği bir tavuğu da bir eline almış koşuyor. Koşarken koltuğunun altındaki ateş yanıyor, bu ateşte elindeki tavuğu pişiriyor, ara sıra da yiyor. Allahım bu hallere gülelim mi ağlayalım mı?”1141

1139 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.124-125.

1140 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.53-54.

1141 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.64-65.

305

Askerler, tifüsün temel kaynağı bitlerle mücadelede de pratik usüller geliştirmişti. Elbislerini üst üste yığarak üzerini toprakla örtüyorlar, toprağa tüfek harbisiyla birkaç delik açıp bekliyorlardı. Havasız kalan bitler bir süre sonra karıncaların yuvalarından çıkışları gibi deliklerden çıkıyorlardı. Bu suretle askerler, bir iki gün de olsa bitlerden kurtulmuş oluyorlardı.1142

D- HARBİN FELAKETLERİ ÜZERİNE GÖZELEMLER

I. Dünya Harbi, dünyanın gördüğü ilk topyekün savaş olarak, harbe katılan bütün ülkelerde kitlesel ölümlere ve büyük yıkımlara neden olmuştur. Gerek karşı karşıya gelen orduların büyüklüğü, gerek kullanılan silahların ve öldürme teknolojilerinin gücü, gerekse açlık ve salgın hastalıklar, asker ve sivil milyonlarca insanın canını almıştır. Osmanlı Devleti de harbin yıkımından payına düşeni almıştır.

Osmanlı ordusunun zayiat rakamları konusunda görüş birliği yoktur. Değişik kaynaklarda değişik rakamlar verilmiştir. Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi yayınına göre, harbin sürdüğü dört yıl boyunca yaklaşık 2 milyon 600 bin asker silah altına alınmış, 1915-1918 yıllarında;

400.000 yaralı,

240.000 hastalık nedeniyle ölen,

35.000 yaralandığından ölen,

50.000 savaş alanlarında şehit,

1.560.000 hasta, firar, esir ve kayıp olmak üzere toplam 2.285.000 asker muharebe dışı kalmıştır.1143

Edward Erickson’un hesaplamalarına göre ise;

305.085 muharebede ölen veya kaybolan,

466.759 hastalıktan ölen,

145.104 savaş esiri,

303.150 yaralı-sakat kalan,

500.000 firari olmak üzere toplam kayıp sayısı 1.720.098’dir.1144 Hikmet Özdemir’e göre; harp boyunca yaklaşık 2 milyon 430 bin asker hastalıktan hastanelerde

1142 Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık…, s.73.

1143 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi X, s.510. Bu sayılar incelendiğinde savaş alanında ölen asker sayısı için verilen 50.000 rakamının gerçek durumu yansıtmadığı görülecektir.

1144 E.J.Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum!, s.309-310.

306

yatmış, bunlardan 388 bini hayatını kaybetmiştir.1145 Taşkıran’ın hesabına göre; yaklaşık 202 bin Osmanlı askeri düşmana esir düşmüş, bu esirlerin bir kısmı esarette hayatını kaybetmiş ve geri dönememiştir.1146 Bu sayılarda tamamen görüş birliği olmamakla beraber, ortak nokta kaybedilen insan sayının fazlalığıdır. Sadece orduya dair olan bu rakamlar bile harbin toplum üzerindeki yıkımını ortaya koymaya yeter. Bunun yanında cephe gerisinde de büyük bir yıkım yaşanmış ve harbin acıları hatıralarda derin izler bırakmıştır.

I- Cephedeki Askerlerin Yaşadığı Felaketler

Döneme ait hatıralar, felaketler ve acı olaylarla doludur. Askerlerin cephede yaşadığı ve tanık olduğu acı olayların izleri, hatıralarda ifadesini bulmuştur. Hatıralar bu tarz olaylara doludur ve hepsini zikretmek mümkün değildir. Burada, bazı örneklerle askerlerin bu olaylar karşısındaki hissiyatı ortaya konmaya çalışılacaktır.

Mustafa Fevzi Taşer, yedek subay arkadaşları ile Çanakkale Cephesi’ne geldiği gün cephede ölümle tanışmasını şöyle not etmiştir; “Biz beş arkadaş güneşe yamaç bir yere uzandık. Arkadaşlardan Ezineli Mustafa Efendi, dürülmüş kaputunu başının altına koyarak sırtüstü yattı. Sağ kolunu başından aşırarak gözlerini gölgeledi. Sonra bize: üç ay önce nişanlandığını ve nişanlısından altı gün evvel bir mektup aldığını; bu mektupta nişanlısının kendisini çok arzu ettiğini, hasretinden yanıp kavrulduğunu, bir haftalık olsun izinli gelmesini istediğini anlatıyor ve şu birkaç gün içinde talihinin ne kadar ters döndüğünü, ansızın bir maktele nasıl da geliverdiğini hayıflanarak hikaye ediyordu. Bu esnada bir uğultu ile beraber el büyüklüğünde bir mermi parçası göğsüne düştü. Arkadaşımız bir yay gibi fırladı, bütün asabı zemberek gibi gerildi, konuşamadı ve derhal seriliverdi. Hemen sargı yerine koşarak bir sıhhiye getirdik. Yokladı ve ‘ölmüş’ dedi. Ahiret yolu o kadar kısalmıştı ki, saadet ve hasret hayalini anlatan arkadaşımız ansızın göç etti. Ne yapacağımızı şaşırdık. İçimiz burkuluyor, ürperyoruz. Sinirlerimiz gerildi, titriyoruz. İtidalimizi muhafaza edemiyor ve çok üzülüyoruz. Beş dakika önce hayallerini anlatan arkadaşımızı sıhhiyeler bizden ayırdılar ve derede yatan şehitlerle kucak kucağa yatırdılar.”1147

Harbin vahşeti hatırat sahiplerini zaman zaman, yalnızca dost değil, düşman askerleri için de üzülmeye sevk etmiştir. İ.Hakkı Sunata ise, Çanakkale Muharebeleri

1145 Bu rakama kayıt altına alınmayan ölümler dahil değildir. (H.Özdemir, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı…”, s.391-392.)

1146 C.Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, s.62-63.

1147 Cepheden Cepheye…, s.4-5.

307

esnasında şahit olduğu acı bir manzarayı şöyle aktarır; “Bu sırada sağ gerimde bir derenin içinde bulunan bir kısım düşmanın, beyaz bir bez salladığını görünce yanımdaki askerlerle o taraf yöneldim… Benden önce beş on asker oraya yetişmiş, onları süngülemekte iken, bağırarak durdurdum. Fena yaralamışlar… Askerlerin gözü dönenlerine bir iki sopa. Öldürmeyi önledim. Ölenlerin üzerini arattım… Bir adet hatıra defteri. Bir fotoğraf. Fotoğrafa çok müteessir oldum. Bir delikanlı ile bir İngiliz kızının resmi. Ne acı şey… Ne ben şu İngilizleri tanırım, ne onlar beni. Ah bizi böyle karşı karşıya getirmeye sebep olanlara ne diyeyim bilmem ki. ”1148

Ölüm, cephedeki askerin her an yanında kol gezen bir tehdittir. Ancak asıl kayıplar, muharebeler esnasında düşman ateşi ile değil, muharebeler arasında geçen uzun dönemlerde sıcak çarpması, donma, açlık ve hastalıktan kaynaklanmıştır. İ.Hakkı Sunata not defterine, neferlerin açlık ve hastalıktan “bir yaprak gibi solduğunu” yazar ve ölüm karşısında gelişen kayıtsızlıktan yakınır; “Yine ölüyorlar. Kuşluk vaktinde sıhhiye neferleri gelerek doktora haber verdiler: İki nefer ölmüş. Ölen neferler… 1313 (1897) doğumlu genç askerlerden. Geldikleri zaman taptaze, çevik, atılgan, pire gibi gençlerdi. Bu zavallılar, ne çabuk zayıfladı, kuvvetten düştüler. Sonbahar onları bir yaprak gibi soldurdu. Şimdi de kış, dalından ayırıp atıyor.”1149 Sunata’ya göre ölüm o kadar sıradan bir hal almıştır ki, ölenin kim olduğu dahi merak edilmez; “Acele koşup gelen bir nefer, şuracıkta, arka tarafta bir damın içinde bir neferin ölüp kaldığını haber verdi. İş basit: Hemen sıhhiye raporlarına haber verip gömdürmek. Alışıyoruz artık. Şimdi bir ölüm, bir rapor yazmaya değmeyecek kadar ehemmiyetsiz bir vaka… Birkaç nefer giderek o damın içinde kazdıkları bir çukura gömüvermişler. Hüviyetini bile tespit edememişler: Meçhul asker. Bir aileyi perişan eden ve belki bir ocağı söndüren bu vaka, bu kadar basit ve telaşsız kapanıp gitmişti. Ah, müstekreh ve menfur harp ve gaza, hala mukaddessin öyle mi?”1150

Yedek subay Halil Ataman, Sarıkamış Harekâtı sonrasında Kafkas Cephesi’ne giderken ölümün soğuk yüzüyle şöyle karşılaştığını söyler; “Burada çevremize bakınırken kendi haline terk edilmiş üç asker ölüsü gördük. O, yurtlarını ve sevdiklerini korumak için ateş hattına gözünü kırpmadan giren, giden zavallı Mehmed ne halde? Bak ve ibret al. Orada yatan, vatanları uğrun canlarını feda eden kahramanlar, kimsenin umrunda değil, kimin nesine gerek. Onları köpekler parçalayıp yese aldıran,

1148 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.125.

1149 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.325.

1150 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.358-359.

308

ilgi gösteren kimse yok. Yarabbim, ne acı bir durumdayız, ne kötü bir şey bu başsızlık, ne kötü bir gidiş bu.”1151

İ.Hakkı Sunata da, Kafkas Cephesi’nde Ocak 1917’de yapılan geri çekilme esnasında yürek burkan manzaralara şahit olduğunu aktarır. Sunata da, ilgisizliğe ve kayıtsızlığa şöyle isyan eder; “Gördüğüm kargaşalık ve sefalet, hayatta şimdiye kadar gördüklerimin en sefili ve elimi… Geriden gelen bütün hasta ve zayıf neferler, burada da yıkık duvarların arasında, çadırların kenarında, çamurların içinde sürünüyorlardı… Geriden gelen zayıf askerler için sığınacak bir yer yok. Hepsi açıkta kalıyorlar. Açlığın ve meşakkatin harap edici yönü ile ezilenler, kışın kasıp kavuran bir gecelik ayazı ile cansız kalıyorlar. Hastaneler de öylesine bakımsız haldeler. Ne doktorlar, ne sıhhiye efradı hastalara ihtimam gösteriyorlar. Daha yazdan hastane için ayrılan yirmi bin okkadan fazla kömür, bugün sıhhıye neferleri tarafından Komik’te oturan zabitlere, okkası yüz paradan satılıyor… Öte tarafta hastane kömürsüzlükten bitkin ve perişan. Hastalar, koğuşlarda donup ölüyorlar. Komik’te bir gecede ölenlerin sayısı bazen iki yüzü buluyor… Geriden gelen askerleri derleyip toplayarak onlara yer gösterecek ve onların iaşelerini temin edecek adam ve memur yok… Kadit haline gelmiş vücuduyla titreye titreye buraya kadar sürünüp gelen o zavallı, kendi kimsesizliği içinde, hayatını tahsis ettiği bu vatan hizmetinin mükafatı olarak aç ve sefil kalıyor… Her taraf, binaların dibi, çadırların etrafı, yıkık duvarların kuytuları kendi gibi kaderine bırakılmışlarla dolu… Ve nihayet o zayıf gözlerde titreyen hayat nuru da sönüyor. Ve ancak oradan bir sedyenin soğuk kanlı bezi üzerinde sonsuz bir istirahat mahalli olmak üzere açılan yufka bir çukura gömülüyor… Bir çukura bırakılıverecekler. Künyeleri gibi hatıraları da unutulacak. Ancak ordu safraların bıraktıkları boşlukları dolduramayan şan ve şeref komisyoncularını düşündürecekler. Ve hepsi o kadar.”1152

Cephedeki askerlerde büyük üzüntüye yol açan diğer bir durum, şehitlere yapılan muameledir. Hatıralarda bu durum öfkeyle vurgulanır. Yedek subay Faik Tonguç, Rusların büyük fedakarlıklarla cesetlerini toplayıp götürdüklerini, ölülerini muharebe meydanında bırakmadıklarını, buna karşın Osmanlı ordusunda şehitlere hiç önem verilmediğini söyler. Pek çok şehidin defnedilmeden kaldığına, düştükleri yerde çürüdüğüne ve hayvanlara yem olduğuna şahit olmuştur.1153

1151H.Ataman, Harp ve Esaret, s.40.

1152 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.366-369.

1153 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.71.

309

Hüseyin Fehmi Genişol da şehitlere yapılan muameleden şikayet eder. Irak Cephesi’ne giderken gördüğü bir manzarayı şöyle aktarır; “Bir tepenin kenarlarında çıkan suların arkları içinde pek çok askerin ağır yol şartlarına dayanamayıp öldüğünü gördük. Vefasız zabit ve arkadaşları, cesetleri yol ortasında bırakmışlardı. Burada gözüm korktu. Ne zaman olacak, bizler de bunlar gibi bir kenarda, hiçbir merhamet sahibinin dikkatini çekmeden ölüp kalacağız diye üzüldüm.”1154

Aziz Samih Bey de şehitlerin ihmal edilmesinden duyduğu üzüntüyü gizlemez. Erzurum da şahit olduğu bir manzarayı şöyle nakleder. Hasankale’den Erzurum’a giderken bir köy evinin önünde yatan cesetler görmüş, kapıyı açtığında odun tomrukları gibi üst üste yığılmış, istif edilmiş cesetlerle karşılaşmıştır. Bunları niçin gömülmediğini sorduğunda soğuktan toprağın donduğunu ve kazamadıklarını, toprağı yumuşatmak için ateş yakmak gerektiği ancak ellerinde bu kadar odun olmadığı cevabını almıştır. Aziz Samih Bey, benzer şekilde mezara kavuşmamış pek çok şehit gördüğünü söyler.1155

Doğu Cephesinde şahit olduğu korkunç olaylar karşısında Onbaşı Ali Rıza Eti şöyle yazar; “Hey gidi insanlık! Kim bilir patlayan silah ve toplardan kaç adam düşüyor? Düşüyor da bir ailenin gelecek umutları sönüyor. Kim bilir kaç baba, ana, özellikle eş, çoluk çocuk ağlayacak?”1156

Şevki Yazman, Galiçya Cephesi’ndeki kanlı muharebelerde kaybettiği askerlerinin acısını şu satırlara döker; “ ‘-Hilmi Çavuş, siperlerden çıktıktan sonra takımı saydın mı, kaç kişi kalmışız?’… ‘-Sizinle beraber on altı kişi efendim.’… ‘-Demek altmış beş arkadaş gömdük ha Hilmi çavuş?’… Altmış beş arkadaş! Biz bunlarla üç senedir beraber yedik, beraber içtik, beraber güldük… Aynı çatı altında yattık, birbirimize kardeşten, anadan, babadan yakın olduk. Daha on iki saat evvel güle güle, eğlene eğlene yine bu ormancığın yanından geçtik, sipere girdik ve işte beş saat içinde

1154 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.49.

1155 “Hasankale’den Erzurum’a giderken Korucuk’ta Hilmi Bey isminde bir kişiyi gördüm. İlçe Kaymakamı iken kazası Rus istilasına uğramıştı. Buradan gelip geçecek hasta, yaralı, zayıf askerleri barındırmak ve onlara bir fincan çay, bir sıcak çorba vermeğe görevlendirilmişti. Fakat bu kişi asabi veyahut deli idi. Araç olmadığı için hiçbir şey yapamadığını hoş göstermek istiyordu. Kapısının önünde on ceset yatıyor. Köy evlerinden birisinin kapısı açıldı. Odun tomrukları gibi üst üste yığılmış, istif edilmiş cesetler gösterdi. Soğuktan taş heykeller gibi duran bu vücutlar bozulmuyor kokmuyor. Bunları niçin gömdürmediğini sordum. ‘Soğuktan kazma işlemez’ dedi. ‘Öncelikle odun bulup bir gün sürekli yakıp toprağı yumuşatmak, sonra kazdırmak gerekir. Oysa ki benim yanımda ne yakacak odun ne de toprağı kazacak adam var. Bunları gönderinizde defnettireyim.’ Böyle mezara kavuşmamış şehitler gördüm. ” (A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.8.)

1156 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.53.

310

hepsini gömdük. Hepsini bu yabancı diyarın kara toprakları arasına bıraktık. Başım dönüyor, beynim bulanıyor.”1157

Münim Mustafa, Çanakkale Muaherbeleri’nde şehit düşen silah arakadaşlarının ardından hislerini şöyle not etmiştir; “ ‘Ah!’ diyorduk. Zığındere cephesinde bulunduğu sırada kaybettiği yiğit ve kahraman Türk çocukları için şimdi kim bilir ne kadar analar gözleri kan çanağına dönünceye kadar ağlıyor, ‘Evladım!’ diye dizlerini dövüyor. Yine tatlı tebessümlü kocasız kalan genç kadınlar, sevgilisiz kalan genç kızlar, kızgın bir volkan gibi yakan ateş yığını içinde avucunda sakladığı mendili ile gözlerini silerek cansız kesik kesik çıkardıkları çığlıklarıyla durmadan gözyaşlarını döküyor. Ne çocuklar babalarının tatlı simasını tahayyül ederek onun gelmesini bekliyor. ‘Babacığım!’ diye boynuna sarılmak için sabırsızlanıyor. İşte biz bunları Zığındere’nin batağında toprakların içine ellerimizle gömmüş, kana bürünen vücutlarını toprakla örtmüştük.”1158

Cephede her an ölümle burun buruna yaşayan askerler, kendi geleceklerine dair korkular ve kaygılar da yaşıyorlardı. Çanakkale’de şehit düşen Mülazım-ı Sani İbrahim Naci, ölüm karşısındaki hislerini şöyle not etmiştir; “Vadiye paralel giden yamaca çıktığımız zaman, solda birkaç mezar nazar-ı dikkatimizi çekti. İlerledim, baktım. Bunların ekserisinin üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı. Okudum. Bunlarda muharebede şehit düşen fedakar subayların isimleri yazılıydı. Ve şimdi doğrusu kalben pek sarsılmış bir haldeyim. Kendisi kim bilir nasıl bir naz u niyaz içinde büyümüş, ne yüce bir anne baba şefkati ve merhameti ile yetiştirilmiş bu vücutlar şimdi nerede yatıyorlar… Ve kim bilir bu sararmış, dökülmüş toprakların siyah ve katı sinesine bırakılan bu vücutlar muharebeye nasıl bir geriye dönmek ümidi ile girmişlerdi… Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu ne kadar merhametsiz ve ne kadar feciydi. Sonra benim İstanbul’da, Beşiktaş’ta bıraktığım sevdiklerim ne olacaktı. Ah! O bana titreyen, benim için ağlayan validem, hemşirem, akrabalarım ne olacaktı?.. Ah! Bu ne müthişti. Bu ne hain ve katil devrandı. Issız dağlarda şöyle birkaç kazma darbesiyle açılmış bir çukura atılarak, sonra başucuna bir kırık tahta veya ağaç, belki de hiçbir şey koyulmayarak ve hatta

1157 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., s.86.

1158 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.133-134.

311

hayvanların ayağı altında ezilmeye mahkum kalmak… Nihayete kadar her şeyden, bütün sevdiklerinden uzak ve terk edilmiş kalmak.”1159

II- Cephe Gerisinde Harbin Felaketleri

Harbin acıları üzerine gözlemler cepheyle sınırlı kalmamıştır. Hatıralarda cephe gerisinde yaşanan acı ve felaketlerle ilgili de pek çok şahitlik mevcuttur. Bu şahitlikler, dünya tarihinin ilk topyekün harp tecrübesinde, sivil halkın yaşadığı yıkımı gözler önüne sermektedir. Harp bir yandan silah altına alınan gençleri ailelerinden ayırarak belirsiz bir geleceğe sürüklerken, diğer yandan yıkıcı sosyal ve ekonomik etkileriyle sivil halkı sefalete düşürmüştür.

Geride kalan ailelerin, cepheye giden evlatları arkasından çektiği acılar pek çok hatıratta üzüntüyle zikredilmiştir. İ.Hakkı Sunata, birliği ile İzmir’den İstanbul’a yaptığı tren yolculuğunda şahit olduklarını şöyle aktarır; “Neresi olduğunu bilmediğim bir yerden geçerken, zavallı yaşlıca bir kadın bir eliyle askeri selamlıyor, öteki eliyle telgraf direğini tutmuş hıçkırarak ağlıyordu. Ağlayışının verdiği acıyı hafifletmek için ayaklarını telgraf direğine sımsıkı sarıyordu. Hakiki bir Anadolu askerinin bağrı yanık havası nasılda belli oluyor. Elbisesi köylülere mahsus perişanlık içinde. Benim de gözlerim doldu… Bütün ömrüm boyunca bu gözleri yaşlı anayı unutamayacağım.”1160 Sunata, harbin geride kalanlara ne kadar ağır yükler yüklediğini üzüntüyle fark etmiştir;“…biçare köylü kadınlar, yüzlerinde acı ayrılık ve sefalet ıstırabıyla, tren yoluna koşup, ağaçlara sarılarak nasıl ağlıyorlar ve bir kısmı kendileri için sakladıkları siyah ekmeği trendeki askerlere atıyorlardı. İhtimal ki o analar, kendi evlat ve yakınlarının harpte öldüklerini bildiklerinden ve bunların da o suretle ölüme götürüldüklerini anladıklarından, ağlıyorlardı.”1161

Benzer olaylar pek çok hatıratta aktarılır. Şevket Süreyya Aydemir, Kafkas Cephesi’ne gitmek üzere İstanbul garından hareket ederken yaşadığı bir olayı şöyle aktarır; “Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi… İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat, hemen tanrının günü buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdiği birinin, cepheden gelen trenlerden

1159 İbrahim Naci, Allahaısmarladık, s.112-114.

1160 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.108.

1161 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.120.

312

çıkmasını beklerdi. Gidenleri uğurlar, gelenlerden haber sorardı: ' -Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattin’di. Bağdat’tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukurtekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.' ”1162

Yedek subay Abidin Ege’nin, İstanbul’dan Irak Cephesine giderken şahit olduğu manzaralar da farklı değildir; “Gece trenimiz bu istasyonlara uğramaya başladı. Aman Yarabbi, buraları bir mahşer yeri! Ellerinde fenerlerle yalınayak başıkabak bütün halk buraya dökülmüş. Trenin durduğunu görür görmez çırpışarak koşturuyorlar. ‘Ahmet var mı? Hasan var mı? Mehmet var mı?..’ sedalarıyla anneler, babalar, evlatlar hep birbirlerini arıyorlardı. Gecenin karanlıkları içinde kurulan bu hasret mahşeri halini hiçbir film tasvir edemez… Ötede Ahmet’ini bulamamaktan dolayı bir hüsran ve ümitsizlikle el ele vermiş bir baba ile anne olanca hıçkırıklarıyla ağlıyorlar. Burada kocasının şehit olduğunu duyan kimsesiz bir kadın çıplak ayaklı iki yavrusuyla feryat ve figanlar içinde gözyaşı döküyor… Üç dört istasyon hep aynı manzara ile geçti. Oralardan, daha birçok evlat bekleyen anneler, babalar, karılar, çocuklar bırakarak uzaklaştık. Fakat kulaklarımda o hasret sedası, özlem ve ayrılma hali olanca dehşetiyle hala çınlıyor.”1163

Cephe gerisinde yaşanan acılar, sevdiklerini harpte kaybetmekle sınırlı değildir. Savaş uzadıkça büyüyen iktisadî darboğaz, sosyal hayatta önemli problemler yaratmıştır. Osmanlı toplumunun üretici nüfusunun büyük kısmının silah altına alınması ve nakil araçlarına ordu tarafından el konulması nedeniyle tarımsal üretim ciddi oranda düşerken, silah altına alınan yüzbinlerce askeri besleme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. 1914-1918 arasında buğday üretimi % 47, tütün üretimi % 51, kuru üzüm üretimi % 54, fındık üretimi % 65 düşerken, koyun sayısı % 45, keçi sayısı % 33 azalmıştır.1164 Tarımsal üretimin azalmasının yanında, ithalatın da büyük oranda düşmesiyle1165 mal kıtlığı başlamış ve fiyatlar süratle yükselmiştir. Örnek olarak, 1914’de şekerin okkası 3 kuruş iken 1918’de 140 kuruşa; bir okka koyun eti 1914’de 7 kuruş iken 1918’de 120 kuruşa yükselmiştir.1166 Ege ve Orta Anadolu’da fiyatlar harp öncesine nazaran 1915’te

1162 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.78-79.

1163 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.206.

1164 Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi (1908-2002), İmge Kitabevi, Ankara, 2005, s.34.

1165 Savaş öncesi ortalama 15.000.000’u besin maddesi, 30.000.000’u sınaî mal olmak üzere yılda toplam 45.000.000 Osmanlı liralık ithalatı gerçekleştiren Osmanlı Devleti 1915’te bu miktarın yüzde 3’ünü bile yurda sokamamıştır. (Zafer Toprak, “Millî iktisat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.740.)

1166 Harbe katılan diğer devletlerle mukayese yapılırsa, Zafer Toprak’ın hesaplamalarına göre; 1914’de 100 olan hayat pahalılığı endeksi 1918’e gelindiğinde Osmanlı Devleti’nde 1823, İngiltere’de 203,

313

yaklaşık % 40, 1916’da % 90, 1917’de % 200-250, 1918’de de % 400-500 nispetinde artmıştır.1167 Kıtlık, enflasyon ve kağıt paranın altın paraya göre sürekli değer kaybetmesi, toplumun alım gücüne büyük darbe vurmuştur. 1916 yılı başlarına değin değerini az çok koruyan kağıt para, giderek altın karşısında değer yitirmiş, Kasım 1917’de 1 altın lira 6 kağıt liraya kadar yükselmiştir.1168

Faik Tonguç, henüz 1915 başında Erzurum’da fiyatların üç dört kat arttığını yazar.1169 Mehmet Sinan Özgen ise paranın sürekli değer kaybettiğini vurgular. Altın esasına göre ayarlanarak tedavüle çıkarılan yüz kuruşluk bir banknot, zaman içinde on beş, yirmi kuruşun yerini tutmaz olmuştur. Bu durum bütün ülkeyi sarmış ve bu koşullarda her yerde yüz kızartıcı işler başlamıştır. 1917-1918 seneleri içinde ise bu hal askerlere kadar sirayet ederek namus telakki edilen silahlar bile satılmaya başlamıştır. Özgen’e göre bu durum, o zaman ki Osmanlı Devleti’nin malî ve idari durumunu açıkça gösteren acı bir hakikattir.1170

Abdülhadi Altan, kağıt parası olduğu halde cephede bozduramadığı için aç kaldığını yazar.1171 Sami Yengin, 1917 Kasım’ında Suriye’de bir kâğıt liranın ancak 15 kuruş ettiğini söyler.1172 İhsan et-Tecüman, Kudüs’de Temmuz 1916’ya gelindiğinde banknotların yaklaşık yarı yarıya değer kaybettiğini söyler.1173

Memleketin her tarafını saran kıtlık ve pahalılık neticesinde büyük dramlar yaşanmıştır.1174 Münim Mustafa, 1916 başında Tekirdağ’ın bir köyünden geçerken karşılaştığı bir ihtiyarın kendisine söylediklerini üzüntüyle aktarır; “Sabahın alacakaranlığında hareket hazırlığı yapıyorken karşıma elinde küçük bir çocukla bir ihtiyar dikildi. Kısık bir sesle açlıktan yoksulluktan binbir elem ve ihtiyaçlarından bahsettikten sonra yanındaki sekiz yaşındaki kız çocuğu için: ‘-Efendim bu çocuğu

Fransa’da 206, Almanya’da 293, İtalya’da 273 ve Avusturya’da 1163 seviyesine gelmişti. Osmanlı’daki hayat pahalılığı endeksinin yıllara göre seyri 1915’de 130, 1916’da 212, 1917’da 846 ve 1918’de 1823 olmuştu. Görüldüğü gibi harbin son iki yılında enflasyon çok şiddetli hissedilmişti. (M.Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda …, s.156-157)

1167 Safiye Kıranlar, Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (1914-1923), (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2005, s.39.

1168 Z.Toprak, “Milli İktisad”, s.746.

1169 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.28.

1170 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.85-86.

1171 “Banknot para geçmiyor. Geçiyorsa da pek az fiyatla geçiyor. Öte beri almak için 50 banknotu 15 kuruşa verdim.” (Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.107, 147.)

1172 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.22.

1173 “Eskiden 1 lira, 102,5 ve 108 kuruşa karşılık gelirken 70, 67 ve 58 kuruşa karşılık gelmeye başladı.” (İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.287.)

1174 Dahiliye Nezareti’nin 19 Kasım 1918 tarihli yazısında Şiran kazasında halkın açlıktan son derece muzdarip olduğu ve sokaklarda açlıktan ölmüş insanlara rastlandığı bildiriliyordu. (BOA, DH.İ.UM, 20-4/2-41, 2); Anadolu’nun değişik yerlerinden kıtlık ve açlık sorununu bildirmek için Dahiliye Nezareti’ne yazılan yazılar için bkz. S.Kıranlar, Savaş Yıllarında Türkiye’de…, s.31-34.

314

Allah rızası için benden alın, onu ve beni ölmekten kurtarın!’ diye bana yalvarıyordu. İhtiyarın içeri doğru çöken gözlerinden birbirine karışmış beyaz sakalına düşen yaşları gördükçe sabahleyin tesadüf ettiğim şu hazin manzara beni adeta dondurmuştu. Kendi kendime; ‘Bu ne acı tecelli!’ diyordum… Çocuk ve babası her ikisi sabah soğuğuna çıplak ayaklarıyla taşlara basıyordu. Giydikleri parça parça elbisenin deliklerinden esmerleşen cılız vücutları görünüyor, ikisinin de ölümle pençeleşen, açlıkla korkunç bir hayat içinde yaşamakta oldukları pek çabuk anlaşılıyordu. Elele tutuşmuş ayakta benimle konuşurken takatleri tükendiğinden dizlerinin titrediğini görüyordum.”1175

İsmail Hakkı Sunata, kıtlığın ulaştığı boyutu şöyle tarif eder; “21 Mart (1917) sabahı hareket ettik. Daha Çapakçur’dan çıkmadan, yol kenarında zayıf bir ihtiyara rastladık. Eline aldığı bir taşla, bir kemik parçasını dövüp toz haline getirmeye çalışıyor. Kadit haline gelmiş vücuduna bir gıda olacak bu kemik tozu. Hey Allahım, bu milleti bu kadar sefalete düşürecek bu harp belasına ne lüzum vardı?”1176

Derviş Kuntman, yaşanan kıtlığın, göç dalgasıyla daha da arttığını söyler. Rus işgalinin Erzincan’a kadar genişlemesiyle işgal edilen memleket ahalisinin çoğu Orta Anadolu taraflarına göç etmiştir. Bu mesele, ordunun genel gücünü düşürdüğü gibi insanların gittikleri yerlerde beslenme ve iskan işlerine tesir etmiş, memlekette adeta bir kıtlık başlamıştır.1177 Kuntman, kıtlık nedeniyle toplumsal bir çözülme yaşandığına da dikkat çeker. Harp sosyal yapıda derin ve büyük yaralar açmıştır. Harp zamanında aç kalmak korkusu en zengin ailelerde bile büyük endişe yaratmış, orta sınıf halkı ise perişan etmiştir. Bu sebeple çok kimse yaşamak pahasına bütün manevi kuvvetlerini kaybetmiş, hırsızlık, ahlaksızlık, fuhuş almış yürümüştür.1178

Kıtlık ve fiyat pahalılığı yalnızca Anadolu’da görülmemiş, impatorluğun dört bir yanında etkisini göstermiştir. Selahattin Yurtoğlu, harbin son yılında Irak’da gıda sıkıntısının hat safhaya vardığını, Musul’da her gün sokaklarda kadın, erkek, çocuk ve ihtiyarların açlıktan hayatını kaybettiğini yazar. Yurtoğlu, ölen çocukların etini kasap dükkanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yediren 10-12 kişinin idam edildiğini de ekler.1179

Abidin Ege de, 1917 ortalarında Irak’da Salahiye için benzer bir tablo çizer. Her tarafta kıtlık ve pahalılık olabilecek en üst düzeye ulaşmıştır. Aylardan beri ekmek

1175 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.139.

1176 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.462.

1177 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.122.

1178 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.138.

1179 İ.Selçuk, Yüzbaşı Selahhatin’in Romanı, s.311.

315

görmeyen birçok köylü ailesi mevcuttur. Tarlalar boş ve ekilmemiş haldedir. Bütün kaynaklar kurumuştur. Kâğıt para alışverişte hiç tedavül etmemekte, 100 kuruşluk kağıt para nakit para ile on beş kuruşa karşılık gelmektedir. Ege, açlıktan ölen birçok kadınlar ve çocuk gördüğünü yazar.1180

Rafael de Nogales, 1917 yılında Halep’de gördüğü manzaraları şöyle aktarır; “Yokluğumda Halep’in merkez semtleri bir ceşit morga dönüşmüştü. Göç edenler Suriye ve Mezopotamya çöllerinden tifus ve başka bulaşıcı hastalıklar getiriyorlardı. Her tarafta açlıktan iskelete dönmüş insanlar yürüyordu. Pislikle kaplı sokaklarda, düşüp ölüyorlardı. Her biçimde, hatta bazıları giysilerinden bile soyulmuş insanlar dilenerek sürünüyor, tifüsü yayıyorlardı. Yalnız Halep’te, Ağustos 1916’dan Ağustos 1917'ye kadar, 35.000 kişi bu hastalıktan öldü.” 1181

Osmanlı neferi İhsan et-Tercüman, harbin ve bölgede yaşayanan çekirge felaketinin etkisiyle, Kudüs’de henüz Nisan 1915’de kıtlığın kendisini göstermeye başladığını yazar. Tercüman, özellikle tütün sıkıntısına ve halkın gösterdiği tepkiye dikkat çeker. Kudüs’te sigara kalmamıştır. Kimse tütün bulamamaktadır. Şeker, gaz, pirinç gibi maddeler önceden tükenmiştir. Bunların üstüne bir de tütün kıtlığı çıkması bardağı taşırmıştır. Tercüman, halkın savaşa dahil olduğu için hükümeti eleştirmeye başladığını yazar.1182 Tercüman, kıtlık ve pahalılığın toplum yapısındaki etkilerine de dikkat çeker. Eylül 1915’de günlüğüne şu notu düşmüştür; “Gece gündüz karargaha gelip giderken kadınların dilendiklerini görüyorum. Hiçbir yardımcıları da yok. Çocuklarını çarşılara taşıyıp milletten bir metelik istiyorlar. Ama kendilerine yardım eden hiç kimseyi bulamıyorlar. Onların bu hallerine kalbim parçalanıyor. Kendisini ve çocuklarını doyurabilmek için iffetli, şerefli ne kadar ırzını sattı veya buna yeltenmek zorunda kaldı. İşte bizim halimiz en çetin hallerden birisi. Açlık, pahalılık, işsizlik, korkunç bir savaş, meydanlarda ölen erkekler. Tarih böylesini görmemiştir.”1183

Ali Fuat Erden ise Lübnan’da da kıtlığın yıkıcı etkisini gösterdiğini, denizde uygulanan İngiliz ablukasının özellikle Beyrut’u açlığa mahkum ettiğini yazar; “Ablukanın tesiriyle baş gösteren açlık ve kıtlığın, fakirleri ve zayıfları izale etmekte olduğu Beyrut’ta zenginler –eski ve yeni zenginler- muhteşem köşklerinde, muz ve portakal ağaçlarının büyüleyici manzaraları karşısında ve güllerin, karanfillerin, yaseminlerin bayıltıcı kokuları içinde bir barış hayatı yaşadılar… Beyrut’un rahatını ve

1180 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.556-557.

1181 Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, s.135.

1182 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.138-139.

1183 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.255.

316

sükunetini bozmağa cesaret eden şey, geceleri açlıktan ölen insanların iniltisi idi. Fakat bu iniltiler çok sürmez, zavallılar ölüp susarlardı ve sabaha karşı şehir henüz uyanmadan önce dün gecenin ölüleri ve bu sabahaın cenazeleri belediye temizlik memurları tarafından toplanır, yük arabalarına doldurulup müşterek bir hendeğe nakledilirdi.”1184 Cemal Paşa da, Lübnan’ın iaşesi için büyük caba harcadığını, ancak bölgeyi açlıktan kurtaramadığını itiraf eder.1185

Osmanlı neferi Alexander Aaronsohn da harbin başlamasıyla Lübnan’da kıtlığın başladığına değinir; “Müttefiklerin Akdeniz ambargosu her türlü ithalat ve ihracatı engellediğinden, ülke çok yıpranmıştı. Portakallar ağaçlarda çürümüşlerdi, çünkü senelik Liverpool pazarı kapalıydı. Aynı şey diğer ürünler içinde geçerliydi. Bunların dışında ülkede petrol, şeker, pirinç, diğer gıda maddeleri ve kibrit eksikti. Ateş yakmak için eski adet olan çakıl taşına başvurulduğunu ve lambaların artık kullanılmadığını biliyorduk. Para da aynı şekilde çok az bulunuyordu. Çünkü Türkler morataryum açıkladıklarından dolayı, bankada parası olanlar dahil hemen hemen hiçbir şey alamamışlardı. Kısaca ülkeye büyük bir sefalet hakimdi.”1186

Naci Kaşif Kıcıman, açlık nedeniyle Medine halkı tarafından kedi, köpek ve hatta insan eti dahi yendiğine şahit olmuştur; “Medine etrafındaki teneke kulübelerde oturan siyah tekruriler (Habeşistan’dan gelmiş bir kabile) den bir adam yeni defin olunmuş bir kadın cenazesini çıkararak kollarını, butlarını parça parça bir çuvala koymuş ve kulübesine getirirken devriyeler tarafından yakalanmış ve yapılan tahkikat neticesinde açlıktan buna mecbur olduğunu ve hatta tencere tencere pişirip çarşıda sattığını itiraf etmiş. Açlık daha bir ayda bu derceye gelmişti. Esasen bir müddetten beri sokaklardaki kedi ve köpeklerde birer birer kaybolmaya başlamıştı.”1187

Harbin yarattığı sosyal ve ekonomik sıkıntılar, yalnız taşrada değil başkent İstanbul’da da kendini göstermiştir. Harpten önce İstanbul’un iaşesi büyük oranda ithalata bağlıydı. Temel besin maddesi ekmek için gerekli un büyük ölçüde Romanya, Rusya ve Marsilya'dan getirtilmekteydi.1188 Zira Osmanlı ulaşım ağlarının yetersizliği nedeniyle, İstanbul’a ülke içinden iaşe maddesi nakli kısıtlı ve çok maliyetliydi. Harbin

1184 A.F.Erden, Suriye Hatıraları I, s.340-341.

1185 Cemal Paşa Lübnan’daki kıtlık konusunda şöyle yazar;“…bunca günahsız vatandaşın açlık ve sefaletten her gün sokaklarda düşüp düşüp öldüğünü görmek gibi acıklı ve feci bir manzaradan bıktım usandım .” (Cemal Paşa, Hatıralar, s.340.)

1186 A.Aaronsohn, Türk Ordusuyla Filistin’de, s.61.

1187 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.118-119.

1188 Zafer Toprak, “Cihan Harbi Yıllarında İttihat ve Terakki’nin İaşe Politikası”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, 6, 1978, s.212.

317

başlamasıyla, ithalat büyük oranda durmuş ve İstanbul’da ağır bir iaşe sıkıntısı başlamıştır.1189 Joseph Pomiankowski, İstanbul’da ihtiyaç maddeleri kıtlığının başladığını ve fiyatların dört beş katına çıktığını yazar.1190

İ.Hakkı Sunata, Çanakkale Muharebeleri sonrasında izne geldiği İstanbul’da gördüklerini şöyle aktarır; “İstanbul’un üstüne bir nuhuset çökmüş gibi geldi bana. Piyasa aleminde, mesela Balkan Harbi sıralarında bile bugünkü durgunluğun beşte biri yoktu. Ne kadar durgunluk, hatta ölgünlük var. Yeniden bir hayat doğması lazım.”1191

Hüseyin Fehmi Genişol, 1916 Sonbaharı’nda gördüğü İstanbul’un yokluk ve pahalılık içinde kıvrandığını söyler.1192 Rahmi Apak da benzer bir tablo çizer. İstanbul’da halk ıztırap ve yoksulluk içindedir. Kendi anne ve babası, bir subay ailesi olduğu için, nispeten daha iyi koşullardadır. Onlara Sarıyer’de Rumların boşalttığı evlerden bir ev verilmiş ve kafi yiyecek sağlanmaktadır. Asker olmayan ailelerin hali ise çok kötüdür.1193 İ.Hakkı Sunata da, İstanbul’da harp sıkıntısının tahmininin çok üstünde olduğunu yazar ve İstanbul’daki ailesi için kaygılarını dile getirir.1194

İstanbul’da, enflasyon ve kıtlığın yanı sıra, ciddi bir karaborsacılık problemi de yaşanmıştır. Bu koşullarda halkın büyük kısmı ezilirken küçük bir grup, karaborsacılıkla zengin olmuştur. Yedek Subay Cemil Filmer, harbin üçüncü yılında geldiği İstanbul’u şöyle tarif eder. İstanbul’da birçok harp zengini türemiştir. Bunların bir kısmının okuma-yazması bile yoktur. Bu zümre memleketin ticaretini ellerine geçirmiş ve yolsuzlukla zenginleşmektedir. Bu türedi zenginler her türlü gösterişi yapmaktan geri durmamaktadır. Beyoğlu gibi semtlerde eğlence hayatı alabildiğine genişlemiştir. Buna karşılık orta sınıf ezilmektedir. Büyük bir kıtlık başgöstermiştir. Edirne’den gelen süpürge tohumu buğday ile karıştırılmakta, insanlar ekmek yerine bunu yemektedir. Filmer’e göre, bir ekmek karşılığında bir genç kızın kandırılabileceği bir devir başlamıştır.1195

Ahmet Emin Yalman da halkın büyük çoğunluğu sefalet içinde yaşarken, karaborsacılıkla zenginleşen imtiyazlı küçük bir grubun varlığından bahseder; “Bu suretle halkın zararına olarak ortaya bulgur krallarından, pirinç, yağ ve şeker

1189 K.Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, s.28.

1190 “Nitecede 1 Aralık 1915 günü İstanbul’daki pek çok ihtiyaç maddesi normal fiyatın 4 ya da 5 misli üzerine çıktı.” (J.Pomiankowski, Osmanlı İmparatorluğunun…, s.172.)

1191 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.225.

1192 “İstanbul ve çevresi, açlığa mahkum bir halde yaşadıklarından akla ve hayale gelmeyecek çeşitli şekillerde pahalılık ve fenalığa maruz kalmıştı.” (H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.30.)

1193 R.Apak, Yetmişlik Bir Subayın…, s.157; Cepheden Cepheye…, s.127.

1194 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.237.

1195 C.Fîlmer, Hatıralar, s.65.

318

krallarına kadar bir harp zengini zümresi çıktı. Halkın büyük kısmı yokluk ve zorluk içinde ezilirken, harp zenginleri milletin sefalet ve felaketiyle alay eder gibi, israfin, sefahatin, ahlaksızlığın en aykırı derecelerine dalıyorlardı. Bunların kötü örnekleri başkalarının ağzının suyunu akıtıyordu. İhtikar kapıları ardına kadar açılmıştı. Erzak el değiştirdikçe fiyatı firlıyordu.”1196

Cephe gerisinde yaşanan diğer bir dram ise göç olmuştur. Özellikle Kafkas Cephesi’nde Rus ordusunun ilerlemesi ile geriye doğru bir göç hareketi başlamış, Rus ordusundan ve Ermeni çetelerinin saldırılarından kaçan yüzbinlerce insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Justin McCarthy’e göre, Kafkas Cephesi’nde 1914-1920 yılları arasındaki savaş, sivil ve asker kayıplar bakımından dünya tarihinin en feci savaşlarından biri olmuştur.1197 Harp boyunca yaklaşık 870 bin Müslüman, yani bölgedeki Müslüman nüfusun dörtte birinden fazlası, göç etmek zorunda kalmıştır. Doğal olarak bu sayı sadece kayıtlara geçenleri kapsamaktadır. Kayıtlara geçmeyen çok miktarda göçmen olduğu tartışma götürmez. Nitekim McCarthy, harp esnasında bölgedeki ölüm oranları göz önüne alındığında, göçmenlerin yarısından fazlasının hayatını kaybettiğini söyler.1198

Hatıralarda bu göç hareketiyle ilgili çok üzücü manzaralar aktarılır. Aziz Samih İlter gördüğü acı manzaraları şöyle not eder; “Yolda kalpleri yakan göç manzaraları vardı. Zavallı kadınlar, çocuklar, yalınayak bir kağnıya veya bir öküze biniyorlardı. Kirli birkaç yorgan yüklenmiş, bir iki zayıf inek ve danayı önüne katmış, meçhul bir ufka doğru gidiyorlardı. Ordunun her çekilişi bu göç manzaralarını yeniliyordu… Hasta, ihtiyar anasını sırtına almış erkekler, çocuklarını yorgana sarmış, omuzlamış, kucaklamış kadınlar, kağnıların arkasında yürümeye çalışan yavrular. Sorarsanız nereye gittiklerini, onlar da bilmiyor. Rus askerinden, Ermeni taarruzundan canını, namusunu kaçırıyor. Bu sürü sürü zavallıların kim bilir her gün ne kadarı boş köylerin yıkık damları altında can veriyor.”1199

Faik Tonguç, Kafkas Cephesi’nde 1915 sonunda ordunun geri çekilişi esnasında şahit olduklarını şöyle aktarır; “Şipek dağlarındaki geri çekiliş, en katı yürekleri bile sızlatacak bir durumdaydı. Yaralı, hasta askerler, yaşlı köylü kadınlar, erkekler, anasını babasını kaybetmiş her yaşta çocuklar, bazısı donmuş, azabın sonunu bulmuş, bazıları ağlayarak eceli çağırıyor, zalim doğa hiç merhamet göstermiyor, şiddetli soğuk az

1196 A.E.Yalman, Yakın Tarihte…, s.321-322.

1197 J.McCarthy, Ölüm ve Sürgün, s.189.

1198 J.McCarthy, Ölüm ve Sürgün, s.189.

1199 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.16-18.

319

geliyormuş gibi karla karışık fırtına darbeler indiriyordu. Bedbaht Türk köylülerini sanki yok etmeye kara vermiş, soyunu kurutmaya kastetmiş bir doğaydı bu.”1200 Aynı dönemde bölgede olan M.Fuad Tokat da onu doğrular; “… her tarafta yine bir hüzün vardı. Köyden bakarken artık köylüleri görmeli idi. Zavallılar da kaçıyor idi. Fakat öküzü yolda kalmış üstüne yüklettiği (…) bend epeyi dökülmüş. Onu orada bırakmış, çocuğunu kucağına almış. Boyuna geziyor. Ne sefalet, ne felaket. Bunları gördükçe insanın kalbi yaralanıyor.”1201

Harp gazisi Süleyman Koçak ise şunları aktarır; “Sivil halk çok perişan bir halde idi… Gece o güzelim şehir kıpkızıl alevler içresinde cayır cayır yanarken sersefil olmuş, evinden, malından, ihtiyar anasından, babasından, yataktaki hastasından olmuş binlerce halk yollara dökülmüş, bir ana baba günü olmuştu. Analar gördüm o gün kucağında çifte yavruları ile gece karanlığında çamurlara bata çıka yürüyen, kayalara çarpıp parçalanan. Bunlar yürekler acısı işler. Cephede savaşmanın gözüne kurbanım. İnsan bu halleri görmez hiç olmazsa.”1202

Şevket Süreyya Aydemir’in anlattıkları da farklı değildir; “Cephe istikametinden gelip, gerilere doğru çekilen ilk göç kafilesine rast geldik… İhtiyar, kadın, çocuk hepsi birbirinden yorgun, hepsi birbirinden perişan bir insan kalabalığı yol boyunu dolduruyordu. Ta Ağrıdan, Pasinlerden, Erzurum, Bayburt taraflarından geliyorlardı. Bir kısmı geçen seneden beri yollardaydılar. Yurtlarından, köylerinden kopup yollara düştükleri günlerden beri bu sonu gelmeyen yolculuğun bazan şurada, bazan burada sona ereceğini umarak duraklamışlardı. Fakat arkadan gelen yeni göçmen selleri, onları ileriye itince, yeniden tükenmez yollara sürüklenmişlerdi.”

E- HARBİN SORGULANMASI

I. Dünya Harbi’ne yönelik hatıraların bir kısmında, özellikle de harbin acılarının yoğun olarak yaşandığı dönemlerde, harbin meşruiyetine yönelik sorgulamalar ve eleştiriler görülür. Bu eleştirilerin bazılarında, Osmanlı Devleti’nin harbe katılması,

1200 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.114.

1201 M.F.Tokad, Kibrit Kutusundaki…, s.57; Tabur Tabibi Derviş Kuntman, 26 Ocak 1916’da günlüğüne şunları yazmıştır; “Erzurum kalesine çekiliyoruz… sağda ki bayırlardan göç eden köylüler aramıza karıştı. Hayalim altüst oldu. Bu göç kafilesi üzüntümü bir kat daha arttırdı. Zaman, gece yarısı olmuştu. Dondurucu bir rüzgar çıktı. Yürüyüşümüz hızlandırdık. Karagöbek Tabyası önümüzde belirdi. Bu sırada bir köylü kadın, kucağında çocuğunun donduğunu anlamış ki onu kundağıyla beraber yolun kenarına bıraktı ve ağlayarak kafilesine yetişti. Bu hal, yüreğimi parçaladı.” (M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.105.)

1202 Mehmet Ali Cengiz-Mehmet Gülseren, Mustafa Kemal’in Askerleri (Yaşayan Gaziler), Bahar Matbaası, İstanbul, 1964, s.68.

320

Osmanlı yönetiminin basiretsizliğinin bir sonucu olarak değerlendirilir. İ.Hakkı Sunata, başından itibaren harbin meşruiyeti olmadığını söyler ve şu minvalde eleştirilerde bulunur; “…çıkarılan şu sebepsiz harp yolunda ölürüm diye acınıyorum. Milletimin bana yüklediği bu vazifeyi yapmaya elbette çalışacağım. Fakat kalbimde bu harp için ölmeye niyetim yoktur. Bu harbin haklı olarak çıkarıldığına kani olsaydım, can feda.”1203 Harbin seyri, Sunata’nın daha çok sorgulamasına neden olacaktır; “Bütün bu olanlardan sonra yine bu harbin sebeplerini düşünüyorum. Şüphesiz ki çok bilgili, akıllı, ileri görüşlü ve mahir diplomatlarımız olsaydı, sırf tarafsızlığımızı muhafaza etmekle, bütün içtimai, mali ve siyasî istiklalimizi elde etmiş olurduk. Başlangıçta Mısır’ı ve Kafkasya’yı almak gibi bir gösteriş için açılan harp, ‘Cihad-ı Mukaddes’ diye din boyası ile süslenmiş olmasına rağmen, oyuncak bir çocuk balonu kadar dayanamadı. Artık taarruz ümidi kalmayınca, halk efradına, kapitülasyonlardan kurtulma şeklinde bir nevi hap yutturulmasına başlandı…”1204

Şahit oldukları karşısında, Hasan Remzi Fertan da benzer şeyler söyler. Ona göre, Türk milleti idare işlerini beş on tecrübesiz gencin eline tevdi etmiştir. Milletin mukadderatını ellerinde tutanlar ise Mısır ve Turan hayallerine kapılarak Sina Çölü’nde, Kafkas dağlarında yüzbinleri harcamaktan geri durmamıştır. Siyaset oyununda uzağı görecek kudret ve kabiliyetten mahrum olan bu sergüzeştiler, Almanların peşine takılarak ülkeyi harbe sokmuş ve yüz binlerce yuvanın yıkılmasına sebep olmuştur.1205

Harbe yönelik sorgulamalarda değinilen bir husus da Almanlarla yapılan ittifak olmuştur. Hatırat sahiplerinden, bu ittifakı büyük bir hata olarak görenler de mevcuttur. İhtiyat Zabiti Tevfik Rıza Bey’e göre, Osmanlı askeri, dahil olmaması gereken bir harpte Alman zaferi uğruna feda edilmiştir; “Burada sonsuz ve sürekli bir mücadele içindeyiz. Kalbimizin derinliklerinde özel bir mücadele… Savaştığımız -kim için, niçin- Almanları içimizde sevenler var. Bense uzun arayışlar sonunda, Almanları kötülüğümüzü isteyen babalara benzetiyorum. Ben onların niyetlerini biliyorum. Savaştan -doğal olarak- zaferle çıkmak ve üstünlüklerini bütün Avrupa’ya kanıtlamak ve… aslında Türkiye’den koloni gibi faydalanmak. Adeta biçilmiş kaftan. Ah! Zavallı Türkler! Binlerce yiğit hemşerinizin topraklarında ne işiniz var! Prusya kralının bu savaştan zaferle çıkmasından bize ne?.. bu gün yan yana savaşsak da, aramızdaki duygu ve düşünce ayrılığı devam ediyor. Öncelikle, son derece mağrur bir halde bize

1203 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.86.

1204 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.136-137.

1205 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.57.

321

hükmetmek istiyorlar… Bu beyler bizi, memleketimizde beş para etmez paralı askerler gibi görüyor! Üzüntünün, çaresizliğin kemirdiği ruhumun derinliklerinde, kimin kazanmasını dilemem gerektiğini düşünüyorum. Bazen, cidden Almanların kazanmasını istiyorum. Ama o zaman da onlara bağımlı olmak var… Burada ne kötü günler geçiriyoruz…”1206

Abidin Ege de benzer kuşkularını dile getirir. Almaların Halep-Musul demiryolu hattında yaptığı bina ve tesisler Ege’yi hem hayran bırakmış, hem de şüphelendirmiştir. Almanlar burada istasyonlar tesis ederek binalar vücuda getirmişler, bahçeler yapmışlar, bir medeni hayat tesis etmişler. Yanlarına birkaç Ermeni kadını da alarak futbol oyunlarına kadar her şeyi temin etmişler. Bu çöller ortasında mesut ve müsterih bir hayat yaşamaktadırlar. Halbuki bir kaç sene evvel buraları korkunç birer çölden başka bir şey değildir. Bugün ise bir hayat canlanmış, bunu da Almanlar yapmıştır. Ege’ye göre, buraları demiryoluyla beraber bir Alman sömürgesi olacak, buralarda pek hızlı gelişecek zirai ve iktisadî hayat, Almanların hakimiyetine geçecektir.1207

Almanya ile ittifak konusu, özellikle harbin ilerleyen dönemlerinde, pek çok askeri düşünmeye sevk etmiştir. İ. Hakkı Sunata’ya göre, Ruslar harpten çekildikten sonra Osmanlı Devleti için harbin manası kalmamıştır. Halbuki baştakiler, vatan ve milletten ziyade Almanya ve Avusturya yararına hizmet etmeyi göze alacak kadar milli menfaati koruma düşünce ve kabiliyetinden mahrum insanlardır. Sunata bu durma isyan eder ve buna göre kadar hep Almanlarla Avusturyalıların yükünü hafifletmek için savaştıklarından yakınır.1208

Harbe katılan askerler, ülke gerçekleriyle tanıştıkça, devletin ne kadar hazırlıksız olduğunu ve yöneticilerin bu koşullarda harbi nasıl göze aldığını da sorgulamaya başlamıştır; Kafkas Cephesi’nde harbe katılan Şevket Süreyya Aydemir, cepheye yaklaştıkça gerçeklerle yüzleşmiştir; “Yollarda ilerledikçe harbin bizim için kesin ve mukadderat tayin edici manasını daha iyi anlamaya başlıyordum. Cephe Karadeniz’den İran sınırına kadar uzanıyordu. Bütün bu büyük sahada, bu bir sıra vilayetler içinde tek bir kilometre demiryolu yoktu. Denize düşman hakim olduğu için limanlarına bir tek gemimiz yanaşamıyordu. Zaten harp olmasa bile elimizde buralara işleyecek esaslı

1206 Telsiz Telgraf İhtiyat…, s.162-163.

1207 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.585.

1208 “… Ne bahtı kara bir devirdeyiz. Ne kötü bir idarenin elinde kalmışız… Demek ki biz şimdiye kadar hep Almanlarla Avusturyalıların yükünü hafifletmek için çalışmışız… İnsan bu düşüncelere nasıl isyan etmesin. Alman yardakçısı herifler. Ruslar harpten çekildikten sonra bizimde harpten çekilmemiz akıllılığını neden gösteremediler? O zeka yokmuş kendilerinde.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.563, 572.)

322

Türk gemileri yoktu. Şose denilen çizgiler, üzerlerinde ancak yazın kağnıların, yaylıların güçlükle dolaşabildiği bir takım izlerden ibaretti. Motorlu nakil vasıtalarını hiç kimse görmemişti… Bir tek şehirde, bir tek kasabada bir tek elektrik ampulü yanmıyordu. Hiçbir vilayette bir fabrika bacası tütmüyordu. Bütün vilayetler fabrikasız, tamirhanesiz, hatta mektepsiz, hastanesizdi. Biz harbe işte bu şartlar içinde girmiştik.”1209

Yaşadığı harp tecrübesi, İ.Hakkı Sunata’yı şu soruları sormaya sevk etmiştir. Osmanlı ordusunda askere verilen kıymet nedir? Lokomotiflerde yakacak kömürü, askerini bindirecek vagonu bile olmayan bir devlet nasıl böyle bir harbi göze alabilmiştir? Acaba harp kararını verenler ülke gerçeklerinin farkında mıdır? Yalnızca ülkenin iklimi hakkında değil, orada yaşayan insanların, ırkı, cinsi, iktisadî durumları, yolları ve buna benzer vasıfları hakkında bir devlet adamının sahip olması gereken bilgilere sahipler midir?1210 Sunata, Kafkas Cephesin’de şahit olduğu manzaralar karşısında harbi öven herkese isyan etmekten kendini alamamıştır.1211

Serezli Ragıp Bey de, benzer düşünceler öne sürer. Bütün dünya ülkeleri, milletlerinin selameti için harp afetine katlanmaktdır. Halbuki ona göre, Osmanlı Devleti yalnız hükümet ve mevkilerini korumaya çalışan bir zümre için harp etmekte, bu uğurda millet felakete sürüklenmektedir. Ragıp Bey’e göre, harp ve askerlikten maksat; varlığı, insanlığı müdafaadır. Buna karşın asker olduktan sonra insanlıktan çıkmaya mecbur edildiklerini söyler ve “bizim askerliğimizde insana, insanlığa benzeyen ne var?” diye sorar.1212

Harbe yönelik eleştiriler Osmanlı yönetimiyle sınırlı kalmamış, genel olarak bir medeniyet eleştirisine dönüşmüştür. Tabi burada eleştrilen medeniyet, harbin müsebbibi olarak görülen Batı medeniyetidir. Bu eleştiri, refah ve gelişme olarak düşünülen medeniyetin, yıkım ve ölüm getirmesi nedeniyle ortaya çıkan hayal kırıklığının bir ifadesidir. Hasan Basri Efendi, harbin vahşetine ilişkin düşüncelerini not düşerken medeniyet eleştirisine girmekten geri durmaz; “Milyonlarca insanlar birbirini öldürüyor. Layenkati boğazlamaya uğraşıyorlar. Öbür tarafta ise manen bir takım genç

1209 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.93.

1210 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.108-109.

1211 “Hey gidi hey! Asker diye, gaziler diye kasideler, şiirler, methiyeler yazan şairler neredesiniz? Hey gidi insan cenazesinden geçinmek için ona türlü dualar yapan, cenaze namazları kıldıran, telkinler veren insanlar, hatim okuyan iskatçılar, sahte din adamları, papazlar, gelin görün insan ölüsünün ne kadar hakir ve zelil olduğunu. Makam ve ikbal hırslarıyla vicdanları kararmış olanlar, günahsız kurbanlarınızı, ilan ettiğiniz mukaddes cihadınızın zehirlerini gelin görün.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.369.)

1212 Serezli Mehmed Ragıb, Rus ve İngilizlere Karşı…, s.169.

323

kadınlar, ufak çocuklar, ihtiyar ana babalar ölüyor. Her tarafta sefaleti felaket, açlık, kan, ateş. Bu ne haldir? Medeniyet diye ortalığı sarsan efkar-ı aliye ashabı (yüksek düşünce sahipleri) nerededir? Medeniyet acaba bunları men edemiyor mu? Tabii bu harbi onlar terviç etmiyor mu (desteklemiyorlar mı)? İşte en medeni milletler, en medeni hükümetler! Bunların başında ise bu milletlerin ser-firazı (önderleri) olanlar bu meseleyi idare ediyor. Demek zamana göre her bir lügatın manası değişiyor. Burada da medeniyet çok silaha, kuvvetli orduya, müthiş kuvvete malik olmak, düşmanı ezmek işte medeniyet budur! Evet, burada bir kelime bunların cümlesine galebe ediyor: Vatan! Vatan hissi ne kadar büyük, ne kadar ali olarak görünüyor. Bu kadar sefalet, ateş, kan bu kelimenin yanında bir hiçten ibaret kalıyor. Bundan başka bir his duyulmuyor. Bugün umum insanlar o kelimenin hissi ile ateşe atılmış, uğraşıyor, ölüyor, öldürüyor, yakıyor, yanıyor. Evet sonra o kadar yanan, yıkılan, öldürülenler düşünülmüyor. Acaba hiç düşünülmeyecek midir?”1213

Hasan Cevdet Bey (Temizkanlı) de, harp için Batı medeniyetini suçlu bulur; “Medeniyet yükseldi dediler. En medeni hükümet olması lazım gelen Alman-İngilizler harbe başladı. Sonra bütün cihan harbe girdi. Bu ne? Medeniyetin gayesi birbirini boğazlamak mıdır? Tabii bu harp devam etmeyecek. Bir gün barış yapılacak. Acaba o zaman bu medeniyetin yüzü kızarmayacak mı?”1214

Harbin acıları ve karşılaşılan korkunç manzaralar, hatıralara öfke dolu cümleler olarak yansımıştır. Kafkas Cephesi’nde gördükleri, Halil Ataman’a şunları yazdırmıştır; “İnsanın kendi icabı olan harp, muharebe denilen bu afet, bu ocaklar söndüren, gelinler ağlatan, yavruları yetim bırakan bu beşeri kıyamet ortadan kalkmadan huzur bulmak imkansız. Kahrolsun o firavunlar! Yine kahrolsun hayatlarının baharında bu yiğitleri çukurlara dolduranlar; onları yok yere ölüme götüren kör ve sağır budala zümre.”1215

Kazım Şakir, Gelibolu’da gördüğü acı manzaralar karşısında isyanını şöyle dile getirmiştir; “On binlerce metreden ateş ve ölüm yağdırmayı düşünen melun zekalar, zulüm ve tahakkümü aynı haşmet ve kibirle devam ettirebilmek için milletleri çarpıştıran diplomatlar, biraz da insaniyetin refah ihtiyacını ve salahını düşünseler, insanlar arasındaki bağları yok ederek milletler arasında uçurumlar kazan katil kafalar biraz da itimat ve muhabbet esaslarını tahkim etselerdi belki dünya zaman zaman böyle bir mezbaha, iğrenç, uğursuz kanla dolu bir mezbaha halini almayacak; insanlığın

1213 Hasan Basri Efendi, Bir Gemi Katibinin …, s.133-134

1214 Kıyamet Koptuğunda, s.60.

1215 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.45.

324

nasibi acı dolu iniltiler olmayacak, bugün ölümün haşin eliyle kapanan gözler arkasında yüz binlerce göz matem selleriyle çağlamayacaktı.”1216

Harbe yönelik sorgulamalar yalnızca harbin meşruiyetine yönelik olmamış, düşük rütbeli askerler tarafından, harbin yönetimine dair de pek çok eleştiri getirilmiştir. Örnek olarak, Çanakkale Muharebeleri sonunda boşa çıkan birliklerin Avrupa cephelerine gönderilmesi, bazı tepkiler doğumuştur. İ.Hakkı Sunata şunları aktarır; “Ben odama geldim, düşünmeye başladım… Rüstem geldi… ‘-Ne demek Galiçya’ya gitmek’ diyordu. ‘-Ruslar Hasankale’yi almışlar, neredeyse Erzurum düşecek. Biz kendi memleketimizin müdafaasını düşünmeyip de Almanları mı müdafaaya gideceğiz?’… Bu durumda kendi memleketimizi bırakıp ta Avrupalara gitmek kadar manasızlık olmaz. Elin Almanı senin Erzurum’unu düşünür mü? Biraz fazla kuvvet kalınca elde, hemen Galiçya diye tutturmuş. Bizim kör beyinli hükümet de herhalde peki demiş olacak ki, bu ayırma işine göğsünü gere gere kalkışmış. Şu öz yurdumuzun işine hakkıyla akıl erdirecek bir hükümete sahip olamadığımıza cidden acıyorum.”1217

Cephelerde yaşanan sıkıntılar, özellikle lojistik hizmetlerdeki aksamalar ve bunların neticesinde yaşanan felaketler, cephedeki askerleri harbin idaresi konusunda sorgulamaya sevk etmiştir. Kafkas Cephesi’nde harbe katılarak esir düşen yedek subay Faik Tonguç şu eleştirileri yapmaktan kendini alamamıştır; “Bu günlerin birinde ordu kumandanını Tortum’da ki çadırlı ordugahtan Erzurum’a dönerken gördük. Kumandan Paşa’nın kibir ve gururluluğu gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Erzurum beylerbeyinin, bin kişilik maiyetiyle gidişini çok andırıyordu… O azamet ve haşmet tablosu ömrüm oldukça hafızamdan silinmeyecektir. Olgun, gerçekten aydın, iyi öğrenim ve terbiye görmüş kafalar, bu gibi gösterişlerden zevk duymazlar… Bizde ise, belki doğulu olmanın sonucu, fırsatını yakalayan her büyük adam, saltanatla yaşamak zevkinden kendini alamıyor, basit kafalı olduklarını herkese ilan edip duruyor.” Tonguç bu manzarayı ortaya koyduktan sonra, bu saltanat meraklılarının, makamlarının hakkını vermekten ne kadar uzak olduğunu acı şekilde eleştirir; “İleri hatlarda, erzak taşıyacak hayvan kıtlığından aç kalan, ot yiyen askerler, takattan düşen subaylar, bu yüzden kayıp verip dururken, ordu kumandanı olan kimsenin bu acı durumu görmemesi, görmek istememesi, içinin sızlamaması, uykusunun

1216 Kazım Şakir, 1915 Gelibolu Harbi Günlüğü, s.69-70.

1217 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.215-216.

325

kaçmaması… Nasıl mümkün olur? Hangi insaf ve vicdana sığar?... Hainlik derecesine gelen bu ilgisizliği nasıl yorumlar ve açıklarız?”1218

İ.Hakkı Sunata da benzer eleştiriler yapmıştır. Cephede askerin yaşadığı imkansızlıklar umumiyetle milletin fakirlik ve sefaletinden ileri gelmektedir. Ancak buna ilaveten ordu idaresinin bozuk olmasının da bu durumda tesiri çoktur. Mesela 1916 senesinde Erzurum cephesinde, erzakın muntazam sevk ve idare edilememesinden kıtlık felaketinin görüldüğü ve bunun ordu saflarında ne büyük boşluklar açtığı karargahı umumiyece bilindiği halde, takip eden yıllarda da böyle bir felaketin önünün alınması düşünülmemiş ve aynı sahneler tekrar etmiştir. Yine askerin ayağında çarık, sırtında yalnız yazlık elbise vardır. Bu koşullarda durumda neferlerde nasıl vazife hissi aranabilir? Sunata, asker olmadan önce ordu hakkında beslediği olumlu duygu ve düşüncelerin zaman içinde yıkılıp gittiğinisöyler.1219

Münim Mustafa, Çanakkale Muaherbeleri sonunda İstanbul’a döndüğünde, cephede iken hiç fark etmediği bir geçekle yüzleştiğini aktarır. Bu gerçek, devletin geleceğinin teminatı olan tahsil görmüş gençliğin cephelerde feda edilmiş olmasıdır. Nitekim görüştüğü insanlar, bu münevver gençliğin böyle harcanmasını eleştirmiş ve harpten sonra ülkeyi kimin kalkındıracağını sorgulamıştır.1220 Münim Mustafa, yalnızca zabitlerin değil, neferlerin de hesapsızca harcandığını üzüntüyle nakleder; “Orada nihayet öyle zamanlar gelmişti ki yaralanan, ölen kıta zabitlerinin yerini alacak elemanlar kalmadığında boş kalan bu mevkilerin çavuşlarla, onbaşılarla idaresine zaruret hasıl olmuş, bu sebepten kuvvetlerimiz de zaafa uğramıştı. Hep bunları hatırlıyorken dimağlarımız daha feci hadiseleri kaydetmeye başlamıştı. Siperlerde ölen askerlemizin yerini doldurmak için depo taburlarından harp cephesindeki kıtalara gönderilen askerler arasında düşmana karşı ateş etmek için eline verilen silahı kullanmasını bilmeyen askerlerimiz olduğunu görünce harp kaideleri öğrenilmeden

1218 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.60-62.

1219 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.354-355.

1220 “Bazen onlar da coşarlardı: -‘Ah!’ delerdi. ‘… İstanbul’un içinde genç kalmadı. Ne kadar yüksek tahsil görmüş memleket gençliği varsa onlar mütemadiyen harp cephesine sevk edildi… Vatanın o münevver sınıfı tahsil ve irfanın kıymeti takdir edilmeyen nankör bir zihniyet ve idaresizlikle manga onbaşılığıyla cepheye gönderildi. Muallim ve hakiminden mühendis ve mütefennine varıncaya kadar her çeşit münevverin bulunduğu memleketin en kuvvetli ve güzide sınıfını, birinin bulunması icab eden yerlerde kitleler bulundurarak bu mühim memleket kuvvetini müsrif ve çelebi zihiniyetle istihdam ederek heder ettiler…’ Bütün bunları arkadaşlarım anlatıyorken memleketin tahsil görmüş gençliğinin Çanakkale Harp Cephesi’nde bölüklerde manga onbaşılığıyla istihdam edilecek kadar çok gönderilmiş olduğu bu münevver kuvvetin şuursuz bir idaresizlikle nasıl israf edildiğini, mektep sıralarından harp cephesine fırlayan bu asil çocuklar verilen vatan vazifesini ne büyük feragat ve vakar içinde muvaffakiyetle ifa ettiklerini, her gün birer birer vatan için nasıl öldüklerini hatırlıyordum.” (Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.145-146.)

326

muharebeye gönderilen bu yüksek ruhlu vatan çocuklarının sanki oraya yalnız ölmek için gönderiliyormuş gibi bilgisizlik yüzünden nasıl öldüklerini hatırlıyor, şu tüyleri ürperten idaresizliğin kötülüklerini yürekleri yakan bir acı ile hep beraber lanetle yad ediyorduk.”1221

F- ANADOLU’YA VE MÜSLÜMAN TÜRKLERE YÖNELİK GÖZLEM VE DÜŞÜNCELER

I. Dünya Harbi seferberliğiyle, memleketin her köşesinden, değişik ekonomik, kültürel ve eğitim seviyelerinde yüzbinlerce insan silah altına alınmıştır. Böylece bu insan kitlesi karşılıklı iletişime geçmiş ve birbirini tanıma fırsatı bulmuştur. Ayrıca birliklerin İmparatorluğun değişik bölgelerindeki cephelere hareketiyle, silah altına alınan askerler bu bölgeleri gözlemleme ve tanıma fırsatı elde etmiştir. Cephedeki askerlerin Arap ve Ermeni halka yönelik gözlemlerine ilgili bölümlerde değinilmişti. Bu bölümde, hatırat sahiplerinin Anadolu’ya ve Türk nüfusa yönelik değerlendirmeleri ele alınacaktır. Tamamıyla eğitimli gençlere ait olan bu gözlemlerde, Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla karşılaşmanın verdiği şaşkınlık ve hayal kırıklığı göze çarpar.

Anadolu’nun değişik bölgelerin görev yapan askerlerin hatıralarında, bu bölgelere ve halka yönelik ortak bir gözlem vardır; ihmal edilmişlik, fakirlik ve perişanlık, bunun yanında gayrimüslim nüfusun refahı ve yaşam koşullarının daha iyi olduğudur. Bu, büyükşehirlerden küçük köylere kadar değişmeyen bir kaidedir.1222

İ.Hakkı Sunata da, zanaat ve ticaretin gayrimüslüm nüfsun elinde toplandığına tanıklık etmiştir. Sunata, 1917 başında Kiğı’da kendisinden çizme isteyen bir köylü ile arasında geçen şöyle bir diyalog aktarır; “Dedim ki: ‘-Çizme satmam. Bu, askere mahsustur. Sonra bu kışta ben ne giyebilirim… Harput’a gider alırsın.’ ‘-Orada böyle çizme yok ki alayım… Eskiden onları Ermeniler yapardı, onlar gitti, şimdi bunları yapan kalmadı.’ ‘-Siz böyle şeyler yapmaz mı idiniz?’ ‘-Hayır… Bizim davarlarımız

1221 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.146; Hasan Cevdet Temizkanlı da, Çanakkale Muharebelerinde cepheye takviye gelen neferlerin hiçbir eğitim almadan, hatta silah kullanmayı dahi öğrenmeden, alelecele gönderildiğini üzüntüyle aktarır; “Öğleden sonra asker geldi. Bölüğün mevcudu yüz altmış oldu. Fakat bu asker hiçbir şey bilmiyor. Eğer birkaç gün talim edebilir, tüfeği ve ateş etmeyi öğretebilirsek ne ala!” (Kıyamet Koptuğunda, s.28.)

1222 Şevket Süreyya Aydemir’e göre; “Osmanlı imparatorluğunda diğer bütün Hristiyan azınlıklar gibi Ermeniler de rahat bir hayat yaşıyorlardı. Bilhassa ticareti, sanatı ellerinde tutuyor, asker vermiyorlar, memleketin zengin ve bu bakımdan imtiyazlı bir tabakasını teşkil ediyorlardı. Bütün kasaba ve şehirlerde Rum mahalleleri gibi Ermeni mahalleleri de, o kasaba ve şehrin en mamur kısmını teşkil ediyordu.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.130.)

327

vardı, onlara bakardık, tarlalarımızı ekerdik. Öyle el işlerini hep Ermeniler yapardı. Sapanımız kırılsa, demir işini onlar yapardı. Biz yalnız ağacını keserdik.’”1223

Benzer gözlemler incelenen diğer asker anılarında da görülür. Halil Ataman, seferberlik sonrasında Sivas’da gördüklerini şöyle aktarır. Sivas’taki zanaatkarların çoğunluğu Ermeni’dir idi. Kuyumculuğun yüzde yetmişi Ermenilerde iken, diğer zanaatlarda bu oran Türklerle Ermeniler arasında yüzde elli civarınadır.1224 M.Fuad Tokad da, Sivas’la ilgili olarak ticaret ve zanaatın hep Ermenilerde olduğu ve bunların refah içinde yaşadığını belirtir.1225 Abidin Ege, Gelibolu’da bir kasabada da aynı duruma şahit olduğunu aktarır.1226

Anadolu’nun gerçek yüzüyle karşılaşmak, bu eğitimli gençlerde büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştır. Faik Tonguç, İstanbul’dan Erzurum’a giderken gördükleri hakkında şunları yazar; “… yol boyunca Türk halkının bakımsızlığından, zavallılığından konuştuk. Kasabalar, köyler ve köylüler hiçbir himmet görmemiş, boyuna soyulmuş, askere alınmış, sağlık durumları hiç düşünülmemişti. Korkunç bir sefalet ve perişanlık içinde yüzdükleri görülüyordu. Yüreklerimiz sızlıyordu… Uzaktan kulağa hoş gelen Niğde, Konya gibi şehirleri gördüğü zaman insan hayal kırıklığına uğruyor, baştanbaşa kara, kasvetli manzara insana çok dokunuyordu. Kayseri’yi gördüğümüz zaman doktor hayretler içinde kalmıştı. Kitaplarda okuduğumuz 72.000 nüfuslu, ticaret ve sanayii ile meşhur büyük şehir, daracık sokakları, kapkara evleriyle Ortaçağ yadigarı bir harabeymiş… her yerde olduğu gibi burada da Hıristiyan mahalleleri oldukça bakımlıydı.”1227

Benzer gözlemlere pek çok hatıratda rastalanır. Halil Ataman, Anadolu’da gördüklerini şöyle nakleder; “Ne acı, ne kadar üzücüydü gördüklerim. Bu memleket ve bu topraklar, bu şekilde yönetimle, bakımla nasıl ayakta durabilmiş? Asıl şaşılması gerek taraf bu olsa gerek. Bu sır, kendi kendine ve kaderine terk edilmiş Türk’ün, asil insanlarımızın dayanıklılığında ve bu nevi ihmalleri sanki tabii şeylermişçesine görmelerinde saklıdır.”1228 Ataman, Erzincan’da esir düştükten sonra Kars’a götürülürken 1878’den beri Rus hakimiyeti altında olan bölgeleri gözlemleme fırsatı bulmuştur. Ona göre bu bölgeler çok daha bakımlı ve mamurdur; “Karaurgan hudut

1223 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.305.

1224 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.29.

1225 M.Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.20.

1226 “Hafif bir meyil üzerinde kurulan şehrin yarısı Hıristiyan ise de bu garimüslüm unsurlar Balkan harbinden beri hicret ede ede miktarı azalmıştır. İslam mahalleleri maalesef her yerde olduğu gibi Hıristiyan mahallelerine nazaran pek geri kalmıştır.” (A.Ege. Harp Günlükleri…, s.171.9

1227 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.22-23.

1228 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.38.

328

yerine kadar gördüklerim ve sezdiklerim: Yol boyunca hep boz tepeler, çıplak dağlar, harap köyler ve patika veya keçi yolu denen yollar… İşte tek bir cümle ile kendi kaderine bırakılmış, bakımsız ve her yer boydan boya sahipsiz, kendi mukadderatına terk olunmuş bir memleket ve alem. 19 Ağustos 1916’da Karaurgan’dan da ayrıldık. Daha 38 kilometre yol varmış Sarıkamış’a. Bu yerler, geçtiğimiz bu yeni yerler bambaşka, bütün yol boyu sanki işlenmiş mamur, bakımlı köylerden geçiyoruz. Sanki yeni bir dünyadayım, öyle hissediyorum… Her yer bizim tarafta olmayan yemyeşil ormanlık, güzel, düz ve bakımlı yollar, planlı kurulmuş köyler.” Ataman, bu tablo karşısında duygularını şöyle ifade eder; “Yepyeni ve birkaç kilometre içinde değişiveren bu görüntüden, derin bir yeis ve ümitsizliğe verdim kendimi. Bu güzel yurdun kaderini nasıl ve hangi yollar ve düşüncelerle değiştireceğiz? Onu o acıklı sahipsizlikten nasıl bir metotla kurtaracağız?”1229

Mehmet Halit Bayrı, İstanbul’dan çıkar çıkmaz adeta başka bir dünyaya girdiğini hissetmiştir; “İstanbul’dan pek uzakta değiliz, onunla aramızda ancak sekiz saatlik mesafe var, fakat işte bir çölü yokluğu bir çöl sükunu ki paitaht-ı Osmaniyye ile aramızda aylarla katedilemeyeck bir mesafenin varlığını takrir ediyor… Şu sarı toprağın köhne kucağında ölmüş köyler, sanki badiyenin ortasında gubar-ı asar ile mahmul harabeleri andırıyor, bu yetim köylerin soluk benizlerinde asırların tarihi okunuyordu.”1230

Şevket Süreyya Aydemir, Kafkas Cephesi’ne giderken ilk kez tanıştığı Anadolu karşısında hayrete düşmüştür. Karşılaştığı Anadolu, okullarda öğrendiği, şiirlerde okuduğu Anadolu’ya hiç benzememektedir. Ona göre burası, dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıdır, köy denilen şey bozkırın bir takım boşluklarında kaybolmuş bir takım kovuklardır ve ara sıra rastlanan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibidirler.1231Aydemir, Anadolu içlerine ilerledikçe şahit oldukları karşısında büyük bir üzüntüye kapılmıştır; “Köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar… ‘-Acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum?’ dersiniz. Her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. Bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır… Gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu ‘dünya nimetlerinin’ hakkını

1229 H.Ataman, Harp ve Esaret, s.119-120.

1230 M.H.Bayrı, Cephe Arkadaşı, s.91; İ.Hakkı Sunata ise şunları söyler; “Ne güzel, ne sevimli yerler. Göl, yeşillik, meyvelik. Ormanlı tepeler… ve bizim nankör bakımsızlığımıza ağlayan yurt parçaları.” (İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.238.)

1231 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.79-80.

329

ödemek için yabancı cephelere götürülmüştür. Bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler:

‘-Hasan Kalıçadaymış (Galiçyada). Mehmet Arap içine gitti ! derler.

-Neresi bu Arap içi?

Bilmeyik ki? Aha buradan iki aylık yolmuş!..’ ”1232

Hatıralarda Anadolu köylüsünün bilgisizliği ve cahilliği de sıklıkla vurgulanır. Ancak bunun müsebbibi olarak bu insanlar değil, yüzyıllarca Anadolu’yu ihmal eden yönetimler suçlanır. Aydemir şunları yazar; “Yaşarken gömüldüğünüz bu mezar içinde bir şey düşünmeye çalışırsınız: ‘-Peki ama, dersiniz, biz bin yıl önce girdiğimiz şu Anadolu topraklarına ne verdik?’… Peki ama bu yayla ki imparatorluğun mihveriydi. Bütün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan dağılırdı. Burası kan ve can hazinesiydi. Buraya ne bıraktık. Birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı…”1233

Faik Tonguç, Anadolu köylüsünün bilgisizliği ve ihmal edilmişliği hakkında şunları yazar; “Uzun karanlık gecelerde siper içinde bol bol sigara içerek yanımdaki neferlerle konuşmak hem uykuya engel, hem de eğlenceliydi. Görünüşte sünepe, çarığını toplayamaz, üstü başı perişan şu dağ köylerinden bazı Alevi neferlerle konuşurdum. Bu zavallıların din ve İslamiyet hakkında en küçük bir bilgileri bile yoktu. Mesela peygamberimizin adı sorulduğu vakit ‘-Sultan Feraşat Efendimiz’ (Reşat) diye safça cevaplar veririlerdi. Birde Hazreti Ali hakkından köylerine gelen dedelerden dinledikleri efsaneler hatırlarında kalmıştı. ‘-Hazreti Ali düldülüne bindi mi bir aylık yolu bir saatte gidermiş, bir nara atıp gürzünü, kılıcını salladı mı 30 bin kafiri birden öldürürmüş.’ Şehir ve kasaba camilerinde önüne gelene kafir damgası yapıştıran yobazlar, bilgisizliğin harman olduğu bu köylere gitseler, Kongo ormanlarındaki vahşilere, Sarı ve Mavi Nehir boyundaki Çinlilere Hristiyanlık aşılayan ve bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyen misyonerler kadar fazilet ve fedakarlık göstermiş olurlardı.”1234

Şevket Süreyya Aydemir de benzer gözlemlerde bulunur. Bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktur. Askerlerin büyük bir kısmı dini bilgilerden dahi bihaberdir. Aydemir İslam peygamberinin ismini sorduğunda düzgün cevap alamadığını, “-Peygamberimiz Enver Paşadır!” diyenin bile çıktığı yazar. Bir

1232 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.82-83.

1233 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.83-84.

1234 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.136.

330

kısmı peygamberin yaşayıp yaşamadığını dahi bilmemektedir. Kendisi, Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bildiğini, hâlbuki bu konularda bile çok cahil olduklarını söyler. Askerler hangi milletten olduklarını da bilmemekte, “-Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen: “-Estağfurullah!” diye karşılık vermekte ve Türklüğü kötü bir şey saymaktadırlar. Aydemir, Türk ordusu içinde Türklük için savaştıklarını düşündüğü askerlerin cevapları karşısında şaşkınlığını gizleyemez.1235

Aydemir, bu gördüklerinden sonra karmaşık fikirlere kapıldığını aktarır; “Harbi ruhen benimsemeyen, nerede ve niçin harp ettiğini bilmeyen, hatta kendi varlığının cahili olan askerlerimle uğraşırken, onlara acımakla, onları yadırgamak arasında bazı ruh çatışmaları duyardım.” Bu düşünceler içinde şu yargılara vardığını yazar; “Pekiyi ama, diyordum, bu insanlar kendi sefaletlerinden niçin kendileri sorumlu olsunlar… asırlar boyunca bu insanlara ne verdik? Köylerine yol mu yaptık? Yol başına mektep mi koyduk? Camii, muallimi, imamı var mı? Hastalıklarıyla mı savaştık? Eşkıyaya, toprak ağasına, şeyhe, mütegallibeye karşı onu koruduk mu?.. Harbi ruhen benimsemediyse suçu ne? Harbi açan, harbi isteyen o mu? Yahut biz bu harbi açarken ona sorduk mu? Ona anlattık mı?.. Hatta bu harbi açanlar, bu maceraya girerlerken bize sordular mı?.. Hayır, derdim. Bunlar günahsız, bunlar değerli varlıklardır. Bunlar daha aydın bir yarının yapıcılarıdırlar. Asıl suçlu biziz. Onlar bizi affetmelidirler… ”1236

Hatırat sahiplerine göre Anadolu köylüsü için yalnız kendi köyü, kasabası veya şehri vardır. Dünyası onunla sınırlıdır, daha ötesini bilmez ve düşünemez. Faik Tonguç,

1235 “Mesela bizim bu makineli tüfek bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk dersten belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur… askerlere sordum:

‘-Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?’

Hep birden: ‘-Elhamdü-l-illah müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi ‘imam-ı azam dinindeniz’ dedi. Kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir tayin edemedi. Arada:

‘-İslamız’ diyenler de çıktı ama:

‘-Peygamberimiz kimdir?’ deyince onlarda pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:

‘-Peygamberimiz Enver Paşadır!’ dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan bir kaçına da:

‘-Peygamberimiz sağ mı, ölümü?’ deyince iş gene çatallaştı… Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu… Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı… Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Hâlbuki bu gördüklerim yalnızca cahildiler… bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

‘-Biz hangi milletteniz?’ deyince her kafadan bir ses çıktı:

‘-Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen:

‘-Estağfurullah!’ diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük. Bu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk… ‘estağfurullah!’ diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu her halde kötü bir şey sayıyorlardı.” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.109-111.)

1236 Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.113-115.

331

ordu Erzurum’dan çekilirken yaşadığı bir olayı şöyle anlatır; “Bu arada Aşağı Kağdırıç köyüne geldim. Genç bir köylü çocuğu olan kağnıcının boynu bükük, ağlayarak sorduğu şu soru hafızamdan hiçbir zaman silinmeyecektir. ‘-Erzurum’u gine alabilir miyik acep Efendi?’ Bu yöre halkı dünya yüzünde Erzurum ayarında bir şehir daha bulunacağına inanmaz. Osmanlı padişahının Erzurum gibi ve Erzurum’dan bin kat güzel büyük şehirleri olduğunu söyledimse de ‘-Nerede Efendi, Erzurum gibi şehir mi ola?’ diyerek inanmadığını anlattı.”1237

Mehmet Oral Arnavutluk, Hicaz, Yemen gibi uzak bölgeler uğruna Anadolu’nun kaynaklarının feda edilmesi bir hıyanet olarak değerlendirir. Oral’ın bu konudaki fikirleri şöyledir; “İşte burada tamamen anlaşılıyor ki, asırlardan beri bu mülk ve milletin üzerine musallat olan hanedan ve halifelerin bazıları, başlarına toplanan dalkavukların ile beraber kendileri muhteşem saraylarında ve İstanbul’da zevk ve sefa ile vakit geçirmişler. Biçare Anadolu’nun gerek servet ve gerekse evlatlarını ellerinde bir sermaye gibi her tarafa harç etmek için Karadağ, Arnavutluk, Arabistan çöllerinde, Afrika, Yemen, Bab’ül-Mendep, Asir Bahr-i Amer sahilleri, Hicaz’dan Basra’ya, bu kadar cehennem gibi geniş arazide bulunan hayin ve hayırsız kavimlerin istirahatlerinin temini için milyonlarca Anadolu-Türk yavrularını onların hudutlarına nöbetçi ve bir kurban olarak göndermişler… Bunların memleketlerinin imar ve terakkisi için her yerlerine muntazam yollar ve mektepler yaptırılmıştır. Yüzlerce milyon Türk altını sarf edip Arabistan’ın her tarafına mesela; Suriye, Filistin ve sair mahallerine ve hatta ta Medine’ye kadar uzanan binlerce kilometre çölden vahşiler içerisinden bin müşkülatla demiryolu yaptırdılar. Bu masrafın hiç olmazsa % 10’unu daha sarf etmiş olsalar idi, belki Anadolu’nun bir çok yerine de demiryolu yapılırdı. Bu sayede ordu da yürüyüş ve hareketlerde ezilip bu kadar telef olmazdı. Belki de büyük muzafferiyetlere nail olurdu… Yüzlerce senedir Anadolu’yu harap ederek izmihlale ve uçuruma götürmeleri acaba büyük bir ihanet değil midir? ”1238

Esasında ihmal edilmişlik yargısı Anadolu’ya has değildir. İmpatorluğun diğer bölgeleri için de benzer yargılar verilir. Irak Cephesi’nde İngilizlere esir düşen Taşköprülü Mehmet Efendi’nin Irak’a yönelik gözlemleri buna örnektir; “İngilizler buradan itibaren bir piyade geçebilecek surette yol yapıyorlardı. Bizim asırlarca mülkümüz olduğu halde değil yol, muntazam bir telgraf hattı bile vücuda getirememişiz. Kendi kendime diyordum ki, biz bu geniş mülkü benimsememişiz. Bir takım ehil

1237 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.128.

1238 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.21-22.

332

olmayan memurlar Bağdat ile Basra arasına yol yaptırmamışlar. Halbuki İngilizler burayı istila edeli ancak bir sene kadar bir zaman olduğu halde yol yapmaya başlamışlar. Tabidir ki yaşamaya alışık bir millet daima çalışır… Biz ise yalnız ecdadımızın yaptıkları şeylerle iftihar etmek ve onların vücuda getirmiş oldukları güzel şeyleri tahrip etmekle uğraşmışız.”1239 Aynı cephede görev yapan Hüseyin Nuri Seyhan da onu teyit eder; “… dünyanın en zengin toprakları denmeye seza (layık) olan bu nihayetsiz ovalar boş, hiç bir şekilde istifade edilememektedir. Bu da tabi hükümetin ihmalidir. Buralara bakılamamış, imar edilememiş, işletilememiş, mesarifi varidatından(gideri gelirinden) çok fazla olarak hazine-i devlete zarar irasından başka hiçbir şeye yaradılamamıştır. Bu da biz Türkler için ila kıyame (kıyamete değin) büyük bir lekedir.”1240

G- BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ

Bu bölümde Osmanlı askerinin cephe ve cephe gerisine dair değişik gözlem ve değerlendirmeleri ele alınmıştır. Bunlardan biri harp boyunca tüm cephelerde karşılıklı olarak yürütülen propaganda faaliyetleridir. I. Dünya Harbi boyunca Osmanlı cephelerinde yürütülen propaganda faaliyeti çoğunlukla broşür ve beyannamelere dayanmıştır. İtilaf Devletlerinin, ellerindeki mevcut kaynakların büyüklüğü göz önüne alındığında, propaganda konusunda nitelik ve nicelik olarak üstünlük göstermiş olması şaşırtıcı değildir. Cephede Osmanlı askerini etkilemeye yönelik broşür ve beyannameler özellikle uçak ve balonlardan atılarak cephede geniş bölgelere yayılmıştır. Propaganda faaliyetinde; Osmanlı askerinin sıkıntığı çektiği iaşe ve giyim-kuşam konuları, aile hasreti, harp yorgunluğu, harbin İtilaf devletleri lehinde geliştiği, Almanya ile ittifakın yanlışlığı ve Osmanlı Devleti’nin iç durumunun bozukluğu gibi konulara değinilerek askerler etkilenmeye çalışılmıştır. Ayrıca esir olan askerlerin çok iyi koşullar altında olduğu, yaralıların tedavi edildiği, harbin sıkıntılarından ve açlıktan kurtulduğu vurgusu öne çıkarılmıştır. Beyannameler, fotoğraf ve karikatürlerle süslenerek hem etkisi artırılmaya, hem de okuma yazma bilmeyenler için de etkili olmasına çalışılmıştır. Düşman tarafından yürütülen propaganda faaliyetlerinin, cephedeki asker üzerinde ne kadar etkili olduğunu tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak özellikle harbin son yılında Irak ve Filistin cephelerinde koşulların çok kötü bir hal alması, lojistik

1239 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.69.

1240 H.N.Seyhan, Irak Cephesi Hatıraları, s.21.

333

sıkıntılar ve harpten bıkkınlık göz önüne alındığında, asker üzerinde belli bir etkisi olduğunu farz etmek yanlış olmayacaktır.

Hatıralarda sıkça şikâyet edilen bir konu iltimas ve adaletsizlikler olmuştur. Bu durumun yaygınlığının, cephedeki askerler üzerinde çok olumsuz tesir ettiği özellikle vurgulanmıştır. Bu iltimas ve yolsuzlukların en büyüğü, şüphesiz silah altına alınmaktan kurtulmaktır. Her ne kadar yürürlükte olan kanunlara göre her Osmanlı vatandaşı askerlikle mükellef olsa da, uygulamada pek çok istisnaya gidildiği görülür. Bu istisnalar iltimas ve yolsuzluklara imkan tanımıştır. Bu konuda yakınmalar olmakla beraber asıl şikayet konusu, silah altına alındıktan sonra yapılan iltimaslar olmuştur. Özellikle iltimaslı askerlerin cephe gerisinde karargah ve menzillere ayrıldığı ve böylece cephenin zorluklarından kurtulduğu vurgulanır. Ayrıca cephedeki askerler ile geride menzil ve karargahlarda görev yapanların yaşam koşulları arasındaki adaletsizlikler de sıklıkla dile getirilmiştir. Hatıralarda yakınılan diğer bir husus ise ödüllendirme olmuştur. Harp madalyalarının kahramanlıktan ziyade komutanlara yakınlık sayesinde alındığı, bu durumun moral-motivasyon üzerindeki olumsuz etkileri sıklıkla işlenmiştir.

Harbe yönelik hatıralarda yer bulan diğer konu ise asker kaçakları ve firarilerdir. Askerden kaçma ve firar olayları, harp boyunca Osmanlı ordusunun önemli bir problemi olmuştur. Osmanlı ordusundaki firarlar, büyük çoğunlukla düşmana iltica şeklinde olmayıp, cepheyi terk etmek şeklinde gerçekleşmiştir. Düşmana iltica şeklinde firarlar daha ziyade Ermeni kökenli askerler arasında görülürken, Anadolu kökenli Müslüman askerlerde bu durum seyrek görüşmüştür. Firar eylemi, askere alınan kişinin, devletin ona taahhüt ettiği beklentilerin karşılanmamasına karşı bir tepkisi olarak değerlendirilebir. Bu durumda cephedeki askerin; iaşe, giyim kuşam, barınma, haberleşme, sıla izni gibi konularda yaşadığı sıkıntılar, silah altına alındığı devlet ile arasındaki zımmi anlaşmanın bozulmasına yol açmıştır. Firar konusunda asıl büyük sıkıntı harbin ilerleyen yıllarında görülmüştür. Bu dönemde firari sayısı çok yükselmiş ve asker kaçakları bir iç güvenlik problemi haline gelmiştir. Firar olaylarının nedenleri incelendiğinde harpten yorgunluk ve bıkkınlık öne çıkar. Ayrıca yenilgileri takip eden dönemlerde, birliklerin düşman karşısında geri çekilmesi esnasında firar vakalarının arttığı görülür. Özellikle, düşmana bırakılan bölgelerden gelen askerler arasında firar daha çok görüldüğü gibi, askerlerin kendi memleketlerine yakın bölgelerden geçerken firara daha meyilli olduğu gözlemlenmiştir. Birlikler, firarları önlemek ve kaçakları yakalamak için cephe gerisine devriye kolları çıkarmak zorunda kalmışlar, ayrıca

334

firariler için, idam dahil, çok ağır cezalar öngörülmüştür. Ancak hatıralardaki ortak kanaat; firarları önlemek için yeterli müspet tedbirler alınmadığı (ya da alınamadığı), yalnızca cezai tedbirlerle sorunun çözülmeye çalışıldığı ve başarılı olunamadığıdır. Firar meselesi, cephe gerisinde de iç güvenlik ve asayiş açısından büyük bir sorun teşkil etmiş ve eşkiyalıkla doğrudan bağlantılı olmuştur. Eşkiyalıkla mücadele için gerek cezai tedbirler, gerekse firariler için aflar çıkartılmış, ancak harbin sonuna kadar istenen sonuç alınamamıştır. Osmanlı ordusundaki firar oranı, Avrupa ordularıyla kıyaslandığında çok yüksek bir rakamdır. Bununla beraber Osmanlı ordusunda harp boyunca, Avrupa ordularında görülen toplu isyanlara benzer olaylar yaşanmamıştır. Nitekim hatıralardaki ortak yargı, firarların asıl sebebinin cephedeki dayanılmaz yaşam koşulları ve aile özlemi olduğudur.

İncelenen tüm hatıralarda ortak olan yargı, Osmanlı askerinin yüksek sabır, metanet ve fedakarlığıdır. Gerek yerli gerekse yabancı hatıralarda, ordunun esas kitlesini teşkil eden olan Anadolu kökenli Müslüman Türk neferlerin mükemmel asker olduğu sıklıkla vurgulanır. Muharebelerde Osmanlı askeriyle karşı karşıya gelen düşmanları da, bu askerin cesareti ve dayanıklılığını takdir etmekten geri durmamıştır.

I. Dünya Harbi, harbe katılan bütün ülkelerde kitlesel ölümlere ve büyük yıkımlara neden olmuştur. Gerek harbe katılan orduların büyüklüğü, gerek kullanılan öldürme teknolojilerinin gücü, gerekse kıtlık, açlık ve hastalıklar neticesinde, asker ve sivil milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Osmanlı Devleti de, harbe katılan diğer devletler gibi, harbin yıkımından payına düşeni almıştır. Cephedeki askerler, çetin muharebeler ve zorlu savaş koşullarının kötü etkilerine maruz kalmıştır. Bununla beraber, harbin kötü etkileri sadece cephede görülmemiş, cephe gerisinde de büyük bir yıkım yaşanmıştır. Harp bir yandan silah altına alınan gençleri ailelerinden ayırarak belirsiz bir geleceğe sürüklerken, diğer yandan yıkıcı sosyal ve ekonomik etkileriyle sivil halkı sefalete düşürmüştür. Evlatlarını, öldürmek ve öldürülmek için, büyük savaş makinasına teslim eden aileler, bir yandan sevdiklerinin acılarını yaşarken diğer yandan da cephe gerisindeki sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Savaş uzadıkça büyüyen iktisadî sıkıntılar, sosyal hayatta önemli problemler yaratmıştır. Osmanlı toplumunun üretici nüfusunu teşkil eden yüzbinlerce erkeğin silah altına alınması ve tarımsal üretimin vazgeçilmez unsuru olan yüzbinlerce hayvana el konulmasıyla, tarımsal üretim ciddi oranda düşmüştür. Ayrıca harp nedeniyle ihtalat da büyük oranda azalmış, mal kıtlığı başlamış ve fiyatlar süratle yükselmiştir. Nitekim kıtlık, enflasyon ve kağıt paranın altına göre sürekli değer kaybetmesi sonucunda, toplumun alım gücü

335

büyük oranda düşmüştür. Harbin yarattığı sosyal ve ekonomik sıkıntılar yalnız taşrada hissedilmemiş, başkent İstanbul’da da etkisini göstermiştir. Harbin başlamasıyla, İstanbul’un iaşesinde vazgeçilmez payı olan ithalat büyük oranda durmuş ve şehirde ağır bir iaşe sıkıntısı başlamıştır. İstanbul’da, enflasyon ve kıtlığın yanı sıra, ciddi bir karaborsacılık problemi de yaşanmış, halkın büyük kısmı ezilirken küçük bir grup karaborsacılıkla zengin olmuştur.

Cephe gerisinde sivil halkın maruz kaldığı diğer bir felaket ise göç olmuştur. Özellikle Kafkas Cephesi’nde Rus ordusunun ilerlemesi ile geriye doğru bir göç hareketi başlamış, Rus ordusundan ve Ermeni çetelerinin saldırılarından kaçan yüzbinlerce insan evlerini terk ederek Anadolu’nun içlerine doğru göç etmek zorunda kalmıştır. Bu bölgede harp boyunca yaklaşık 870 bin Müslüman’ın göç etmek zorunda kaldığı ve bölgedeki ölüm oranları göz önüne alındığında, göçmenlerin yarısından fazlasının hayatını kaybettiği hesaplanmıştır.

Harp yıllarına ait asker hatıralarında, harbin meşruiyetine ve idaresine yönelik sorgulama ve eleştiriler görülür. Bu sorgulama ve eleştirilerin, özellikle de harbin acılarının yoğun olarak yaşandığı dönemlerde arttığı dikkat çeker. Harbe yönelik eleştirilerde genellikle; Osmanlı Devleti’nin harbe giriş kararı, Osmanlı yönetiminin basiretsizliği, harbin idaresindeki hatalar ve Almanlarla yapılan ittifak konuları vurgulanmıştır. Harbe katılan askerler, ülke gerçekleriyle tanıştıkça, devletin ne kadar hazırlıksız olduğunu ve yöneticilerin bu koşullarda harbi nasıl göze aldığını da sorgulamaya başlamıştır. Harbe yönelik eleştiriler Osmanlı yönetimiyle sınırlı kalmamış, genel olarak bir medeniyet eleştirisine dönüşmüştür. Tabii burada eleştrilen medeniyet, harbin sorumlusu olarak görülen Batı medeniyeti olmuştur. Nitekim bu eleştiri, refah ve gelişme olarak düşünülen medeniyetin yıkım ve ölüm getirmesi nedeniyle ortaya çıkan hayal kırıklığının bir ifadesi olarak değelendirilebilir.

I. Dünya Harbi seferberliği, çoğunlukla İstanbul kökenli eğitimli gençlerin Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla ilk kez tanışmasına vesile olmuştur. Hatıralarda Anadolu’ya ve Türk nüfusa yönelik pek çok değerlendirme mevcuttur. Tamamıyla eğitimli gençlere ait olan bu gözlemlerde, şaşkınlık ve hayal kırıklığı öne çıkar. Anadolu’nun değişik bölgelerini görme şansı bulan askerlerin askerlerin hatıralarında, bu bölgelere ve halka yönelik ortak bir gözlem vardır; ihmal edilmişlik, fakirlik ve perişanlık, bunun yanında gayrimüslim nüfusun refahı ve yaşam koşullarının daha iyi olduğudur. Hatıralarda Anadolu köylüsünün cahilliği de sıklıkla vurgulanır. Ancak

336

bunun sorumlusu olarak bu insanlar değil, yüzyıllarca Anadolu’yu ihmal eden yönetimler suçlanır.

337

SONUÇ

I. Dünya Harbi yılları, günlük ve hatıra türü eserler açısından çok verimli bir dönem olmuş, harbe yönelik pek çok günlük ve hatıra kaleme alınmıştır. Bu hafıza kayıtları, içerisinde harbin değişik boyutlarıyla ilgili pek çok gözlem ve değerlendirme barındırmaktadır. Harbe yönelik şahitlikler, yalnız cephedeki askere yönelik olmamış, cephe gerisindeki sivil halkın durumunu da kapsamıştır. Günlük ve hatıralar; asker ve sivillerin harbi nasıl algıladığı ve harbe yönelik tutumları, seferberliğin işleyişi, cephedeki askerin harp ve esaret deneyimi, harp koşullarının sivil halk üzerindeki etkileri gibi konularda önemli bilgiler sunmaktadır. Bu bilgilerin önemini artıran diğer bir husus ise, kişisel kayıtlar olarak harbin resmi belgelere yansımayan yüzünü de görme imkanı vermesidir. Böylelikle, resmi belgeler temel alınarak çizilen harp tablosu tamamlabilecektir.

Günlük ve hatıralar üzerinden yapılan değlerlendirmeler neticesinde Osmanlı kamuoyunun harbe yönelik tutumu şöyle özetlenebilir; Bu konuda genel kabul gören düşünce, Osmanlı Devleti’nin ciddi bir Rus tehdidi altında olduğu, içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulmak için öncelikle İtilaf Devletleri’ne başvurduğu, olumsuz cevap alınca Almanya ile bağlaşmak zorunda kaldığı şeklindedir. Hatıra sahiplerinin ancak küçük bir kısmı, Alman ittifakı aleyhinde olduklarını söyler. İmparatorluğu yok olmaya götüren bozgundan sonra, Almaya ile beraber harbe girme sorumluluğu genel olarak İttihatçı hükümete yüklenmiştir. Karar verici makamlarda bulunan bu şahısların, siyasî sorumluluğu inkar edilemez. Ancak harbin başladığı döneme ait şahitlikler, yöneticilerin bu fikirlerinde yalnız olmadığını ortaya koymaktadır. Osmanlı kamuoyu, II. Meşrutiyet’ten itibaren Türk Ocağı, Donanma Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti gibi Hükümet destekli milliyetçi örgütlerin ve Turancı akımın etkisi altında kalmıştır. Balkan Harbi’yle beraber milliyetçi propaganda hız kazanmış ve etkisini artırmıştır. Özellikle Ağustos-Kasım 1914 tarihleri arasında, Turancı-Panislamist söylemli yoğun bir savaş propagandası yürütülmüştür. Bu koşullar, Osmanlı kamuoyunun harp lehinde şekillenmesinde etkili olmuştur. Genel olarak harp, haklı, meşru ve gerekli görülmüştür. Harpten çekinenler de dahil, Osmanlı yöneticilerinin ekseriyeti, harbin düşledikleri bağımsızlığı ve itibarı kazanmak için tarihsel bir fırsat olduğunu hissetmiş gibidir. Nitekim bütün bu faktörlerin şekillendirdiği kamuoyu, Osmanlı Devleti’nin harbe giriş kararını olumlu karşılamıştır. Bu karara yönelik bir direnç oluştuğuna dair herhangi bir bulgu mevcut değildir. Osmanlı nüfusunun büyük kısmını oluşturan kırsal kesimin

338

tepkisi tam olarak ortaya konulamasa bile, en azından harbe giriş kararının bu kesimce pasif bir şekilde kabullenildiğini söylemek mümkündür.

Harbin ilk adımı olan seferberlik süreci de hatıralarda geniş yer bulmuştur. Seferberlikle ilgili genel kanı, sürecin iyi yönetilemediğidir. Seferberliğin ilanıyla beraber, büyük insan kitleleri Ahz-ı Asker Şubeleri’ne akın etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’nin asker alma sistemi, bu insan akınıyla baş etmekte yetersiz kalmıştır. Osmanlı ordusu, neferlerinin büyük kısmını kırsal bölgelerden temin etmiştir. Neferlerin silah altına alınmasına yönelik şahitliklerde, seferberliğe yönelik bir coşkudan da, dirençden de söz edilmemiştir. Bu kitlede, pasif bir kabullenme durumu kendini gösterir. Buna karşın yedek subay adayı olarak silah altına alınan eğitimli gençlerin seferberliğe yaklaşımı farklı olmuş, ülkedeki fikir akımlarının etkisi altında olan bu kitle, seferberlik çağrısına coşkuyla cevap vermiştir.

Osmanlı askerlerinin kişisel hafıza kayıtlarında en büyük yeri, cephe ve muharebe deneyimleri tutmuştur. Cephede yaşanan ve son derece travmatik etkileri olan olayların hatıralarda geniş yer bulması anormal değildir. Hatıralarda öne çıkan bir husus, bütün cephelerde müttefiklerle Osmanlı birlikleri arasında her alanda muazzam bir dengesizlik olduğudur. Personel mevcutları, ulaştırma imkanları, lojistik hizmetler, silah ve donatım konularında görülen bu dengesizlik, ancak Osmanlı askerinin fedakarlığı ve muazzam kayıplarla telafi edilebilmiştir.

Hatıralarda muharebelere dair detaylı tasvirler mevcuttur. Bu anlatımlarda I. Dünya Harbi’nin karakteristik özellikleri olan siper savaşları, topçu bombardımanları, makineli tüfekler, süngü muharebeleri ve hava taarruzları öne çıkar. Düşmanın bütün cephelerde, ağır silah yönünden Osmanlı birliklerine oranla daha güçlü olması, muharebelerin şiddetini artırmıştır. Hatıralarda topçu ve makineli tüfek atışlarının etkisine geniş yer ayrılmıştır. Cephe hayatı ve muharebelerin zorlu koşulları karşısında Osmanlı askerinin metaneti, dayanıklılığı ve kahramanlığı övgüyle anılmıştır. Osmanlı askerine dair övgüler Osmanlı subaylarıyla sınırlı kalmamış, gerek Osmanlı ordusunda görev yapan Almanlar, gerekse Osmanlı askeriyle karşı karşıya gelen düşmanları benzer yargılarda bulunmuştur.

Harp boyunca Osmanlı askerinin mücadele ettiği tek düşman müttefik orduları olmamış, harp edilen bölgenin iklimi ve coğrafi yapısından kaynaklanan muzzam zorluklarla karşılaşılmıştır. Irak, Filistin ve Hicaz cepheleri için; geçilmez çöller, şiddetli sıcaklar ve su sıkıntı olarak ortaya çıkan zorluklar, Kafkas Cephesi’nde dağlık arazi ve şiddetli soğuklar, kar ve tipi olarak kendini göstermiştir. Bütün cepheler için

339

değişmez zorluk ise ulaşım ve lojistik olmuştur. Lojistik aksaklıkların temel sebebi Osmanlı Devleti’nin ulaşım ağının yetersizliğidir. Savaş öncesinde ülke içindeki taşımacılık büyük oranda deniz yoluyla yapılırken, harpte deniz yolunun kapanması ulaşıma büyük bir darbe vurmuştur. Osmanlı karayolu ağı çok yetersiz olduğu gibi, motorlu taşıt imkanı da çok kısıtlıdır. Bu koşullarda ulaşımın bütün yükü demiryollarına kalmıştır. Osmanlı demiryolu ağı ise bu yükü taşıma kapasitesine sahip değildir.

İmparatorluğun yetersiz malî durumu, her türlü erzak ve donatımın eksikliği, ulaşım hatlarındaki zayıflıkla birleşince muazzam lojistik zorluklar ortaya çıkmıştır. Birliklerin iaşesini sağlamakta büyük sıkıntılar yaşanmış ve alınan tedbirler yetersiz kalmıştır. Açlık ve donatımsızlık askerlerin harp deneyiminde derin izler bırakmıştır. Osmanlı askeri, hatıralarda çoğunlukla açlıktan iskelete dönmüş bir halde ve donatımsızlıktan paçavralar içinde tarif edilmiştir. Gerek lojistik sıkıntılar, gerekse coğrafi zorluklar cephedeki askerin sağlık durumu üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır. Yeterli beslenemeyen ve iklime uygun şekilde giyinemeyen askerler kısa zamanda zayıf düşmüş ve hastalıklara açık hale gelmiştir. Harp boyunca bulaşıcı hastalıklar yaygın olarak görülmüş ve hastalık sonucu ölüm oranı çok yüksek olmuştur. Harp boyunca kayıpların ancak bir kısmı muharebeler esnasında düşman ateşiyle gerçekleşirken, büyük kısmını firariler, donanlar, açlık ve hastalıktan ölenler oluşturmuştur.

1918’e gelindiğinde Osmanlı ordusunun savaşma azmini kaybettiği özellikle vurgulanan bir husustur. Bunun temel sebebi olarak da lojistik problemler gösterilir. Beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularında yaşanan sıkıntılar cephedeki askeri bezdirmiş ve harbe olan inancını yitirmesine sebep olmuştur. Memleketin asker kaynağı gitgide kuruken, hastalık ve firar nedeniyle cephedeki birlikler erimiş ve muharebe gücünü kaybetmiştir.

Harbin yıkıcı etkileri, askerler kadar sivil halkın üzerinde de etkisini göstermiştir. İaşe sıkıntısı, askerler gibi sivil halkın da en büyük problemi olmuştur. Cephelerde yaşanan mağlubiyetler sonucu ordunun her çekilişinde bölge halkı da kaçmak zorunda kalmış ve çok acıklı manzaralar ortaya çıkmıştır. Ayrıca geri çekilen ordunun getirdiği hastalıklar, sivil halkı adeta kırıp geçirmiştir. Tifüs, sıtma, dizanteri, iskorbüt gibi hastalıklar nedeniyle çok can kaybı yaşanmıştır. Sivil halka dair gözlemler, cephede savaşan askerlerin hafızalarında silinmez izler bırakmış ve bu izler hatıralara yansımıştır. Hatıralarda, halkın yaşadığı zorluklara dair yürek burkucu sahneler resmedilir.

340

Asker hatıralarında ordudaki Ermeni askerlere ve Kafkas Cephesi’ndeki Ermeni halka dair önemli gözlemler yer alır. Bu gözlemler çoğunlukla olumsuzdur. Silah altına alınan Ermenilerin firar edip Rus ordusuna katılması, Ermeni çetelerinin Rus ordusuna verdiği destek, Ermeni nüfusun ayaklanması ve Müslümanlara yönelik katliamlara ilişkin pek çok şahitlik vardır. Hatırat sahiplerinin ekserisi, uygulanan ‘tehcirin’ yerinde bir karar olduğu düşüncesindedir. Benzer şekilde Arap askerlere ve Arap nüfusa ilişkin kanaatler de olumsuz olmuştur. Ordudaki Arap askerlerin sadakatine şüpheyle yaklaşılmış, bu askerler arasında firarların sıklıkla görülmesi nedeniyle birlikler için Anadolu kaynaklı Türk neferleri talep edilmiştir. Arap aşiretlerinin düşmanca davranışları, Osmanlı askerine saldırıları ve sergiledikleri vahşet sıklıkla vurgulanmıştır. İngiliz ve Alman subayları da benzer gözlemler aktarmıştır. Bununla beraber, hatıraların büyük oranda Cumhuriyet yıllarında kaleme alındığı ve bu dönemde hakim olan “Araplar bizi arkamızdan vurdu!” yargısıyla şekillenen “kolektif hafızanın”, şahitlikler üzerinde belli bir etkisi olduğu unutulmamalıdır. Buna karşın, Arap nüfusun bir kısmının, çoğunlukla aşiret bağları içinde, Osmanlı Devleti’ne isyan ettiği, düşmanla iş birliği yaptığı ve Türk askerine vahşi saldırılar gerçekleştirdiği gerçeği de tartışma götürmez.

Harp esirliği, harp durumunun kaçınılmaz gerçeklerinden biridir. Esaret hayatı, travmatik etkileriye, Osmanlı askerlerinin hatıralarında detaylı olarak işlenen bir konu olmuştur. Hatta bazı hatıralar tamamen esaret hayatını ve esaretten yurda dönüş yolculuğunu konu almaktadır. Esaret hayatıyla ilgili kaleme alınan hatıraların büyük çoğunluğu zabitlere aittir. Bu sayede zabitlerin esaret deneyimi ile ilgili pek çok bilgiye ulaşmak mümkündür. Ancak neferlerin koşulları ile ilgili çok az tanıklık aktarılmıştır. Bununla beraber, zabitlerin hatıralarında neferlerin esaret koşullarına yönelik gözlemler yer aldığı gibi, bazı kişi ve kurumlarca hazırlanan raporlardan da bu konuda bilgi almak imkanı mevcuttur. Gerek zabitlerin, gerekse neferlerin esaret hayatına dair tanıklıklarda ortak yargı, esaret hayatının zorluğu ve esirlerin maruz kaldığı kötü muamelelerdir.

Esarete dair tanıklıklarda esir kampına gidiş yolculuğu özellikle vurgulanan bir konudur. Özellikle Kafkas Cephesi’nde Ruslara esir düşen askeler için esir kamplarına ulaşana kadar geçen dönem, belki de esaret hayatının en zorlu dönemi olmuştur. Nitekim binlerce asker, esir kamplarına uzanan zorlu yolculukta acı şekilde can vermiştir.

Özellikle Rusya’daki kamplarda, esaret koşullarının çok kötü olduğu sıklıkla vurgulanır. Rus devleti, sayıları milyonu bulan savaş esirlerini barındırma konusunda

341

ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Bu koşullarda kışlalar, hapishaneler, fabrikalar gibi birçok birim esir kampına dönüştürülmüştür. Ancak bunlar da ihtiyacı karşılayamayınca, esirlerin bir kısmı esir kampları dışında “dom” denilen ev sistemiyle iskân ettirilmiştir. Rusya’daki Osmanlı esirlerin bir kısmı esir kamplarında kalmışlar, diğer bir bölümü ise esaret hayatını kampa dönüştürülen köylerde geçirmişlerdir. Hatıralarda Rus askerlerinin esirlere kötü muamele ettiği sıklıkla vurgulanmıştır. Rusya’da esaretin zorlu koşulları, harbin ilerleyen dönemlerinde katlanılamaz bir hal almıştır. Ülkede yaşanan iç sıkıntılar esirler üzerinde etkisini göstermiş, bir yandan bakılması gereken esirlerin sayısı artarken, diğer yandan kıtlık ve fiyat artışları, beslenmeyi en önemli sorun haline getirmiştir. Açlık ve bozuk sıhhi koşullar neticesinde salgın hastalıkların ortaya çıkmış ve ölüm oranları çok yüksek olmuştur.

Hindistan’daki İngiliz esir kampları için de beslenme ve barınma konularında şikayetler olmakla beraber, ölüm oranları Rusya’daki kadar yüksek olmamıştır. Ancak Mısır’daki kamplarda hastalık neticesinde ölen veya kör olan pek çok esir kayda geçmiştir. Bu esirlerin kör olması konusunda, bunun kasıtlı olarak yapılıp yapılmadığı tartışılan bir husus olmuştur. Mısır’dan gelen Osmanlı esirleri arasında göz kaybı oranının yüzde otuz civarında olması, İngiliz yönetimini bu konuda zan altında bırakmaktadır. Hindistan esir kampları ile kıyaslandığında Mısır kamplarında sağlık koşullarının çok daha kötü olduğu, bu nedenle burada hastalık, malül ve ölüm oranlarının çok daha fazla olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca bu kamplarda görev yapan bazı Ermeni doktorların -o dönemin duyguları içinde, kin ve intikam düşüncesiyle hareket ederek- esirleri kasten kör etmiş oldukları iddiası göz ardı edilemez.

Esir askerler için en öneli konulardan biri aileleri ile haberleşebilmek olmuştur. Bu da ancak mektuplaşma ile mümkündür. Ancak bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Ailesinden aylar sonra haber alanlar olduğu gibi, esaret hayatı boyunca ailesiyle hiç haberleşemeyen esirler dahi olmuştur. Esaret hayatının diğer bir sıkıntısı da memleketten ve harbin gidişatından haber alamamaktır. Hatıralarda bu konudan sıklıkla yakınılmıştır.

Yaşanan sıkıntılar ve esaretin psikolojik etkileri, bu hayatı çekilmez kılmıştır. Bununla beraber Osmanlı savaş esirleri, esaret hayatının tüm zorluklarına rağmen, hayata tutunmak için mücadele etmiştir. Yaşadıkları hayatın tekdüzeliğinden kurtulmak için; gazete çıkarmak, spor kulüpleri kurarak turnuvalar düzenlemek, değişik kurslar açmak, tiyatro ve gösteriler sergilemek gibi faaliyetler icra etmişlerdir. Hatıra sahipleri,

342

bu işlere öncelikle Avrupalıların ve Osmanlı ordusundaki Türk olmayan unsurların giriştiğini, bunları takliden Türk esirlerin faaliyete geçtiğini aktarırlar.

Esaretten dönüş süreci de, esaret hayatı kadar zorlu olmuştur. Askerlerin bir kısmı esir kamplarından kaçarak yurda dönmeye çalışmış; büyük kısmı ise yurda dönüş için harbin sonunu beklemek zorunda kalmıştır. Her iki grup için de ülkeye dönmek kolay olmamıştır. Aylar süren zorlu yolculuklar yapılarak ve pek çok tehlike atlatılarak yurda dönmek mümkün olmuştur. Bu yolculuklarda Rusya Müslümanlarının destekleri minnetle yad edilir.

Harbe yönelik şahitlikler cephe ve esaret hayatı dışında başka konuları da ihtiva etmiştir. Bunlardan biri harp boyunca tüm cephelerde karşılıklı olarak yürütülen propaganda faaliyetleridir. I. Dünya Harbi boyunca Osmanlı cephelerinde yürütülen propaganda faaliyeti çoğunlukla broşür ve beyannamelere dayanmıştır. Osmanlı askerini etkilemeye yönelik broşür ve beyannameler, fotoğraf ve karikatürlerle süslenerek, özellikle uçak ve balonlardan atılarak cephede geniş bölgelere yayılmıştır. Propaganda faaliyetinde; Osmanlı askerinin sıkıntığı çektiği iaşe ve giyim-kuşam konuları, aile hasreti, harp yorgunluğu, harbin İtilaf Devletleri lehinde geliştiği, Almanya ile ittifakın yanlışlığı ve Osmanlı Devleti’nin iç durumunun bozukluğu gibi konulara değinilerek askerler etkilenmeye çalışılmıştır. Ayrıca esir olan askerlerin çok iyi koşullar altında olduğu, yaralıların tedavi edildiği, harbin sıkıntılarından ve açlıktan kurtulduğu vurgusu öne çıkarılmıştır. Harbin son yılında Irak ve Filistin Cephelerinde koşulların çok kötü bir hal alması, lojistik sıkıntılar ve harpten bıkkınlık göz önüne alındığında, düşman propagandasının asker üzerinde belli bir etkisi olduğunu farz etmek yanlış olmayacaktır.

Hatıralarda sıkça şikâyet edilen bir konu iltimas ve adaletsizlikler olmuştur. Bu durumun yaygınlığının, cephedeki askerler üzerinde çok olumsuz tesir ettiği özellikle vurgulanmıştır. Bu iltimas ve yolsuzlukların en büyüğü, şüphesiz silah altına alınmaktan kurtulmaktır. En çok şikayet edilen husus ise, silah altına alındıktan sonra yapılan iltimaslar olmuştur. Özellikle iltimaslı askerlerin cephe gerisinde karargah ve menzillere ayrıldığı ve böylece cephenin zorluklarından kurtulduğu vurgulanır. Ayrıca cephedeki askerler ile geride menzil ve karargahlarda görev yapanların yaşam koşulları arasındaki adaletsizlikler de sıklıkla dile getirilmiştir. Hatıralarda yakınılan diğer bir husus ise ödüllendirme olmuştur. Harp madalyalarının kahramanlıktan ziyade komutanlara yakınlık sayesinde alındığı, bu durumun moral-motivasyon üzerindeki olumsuz etkileri sıklıkla işlenmiştir.

343

Harp boyunca Osmanlı ordusnun büyük problemlerinden biri olan firar sorunu da günlük ve hatıralara yansımıştır. Firar eylemi, askere alınan kişinin, devletin ona taahhüt ettiği beklentilerin karşılanmamasına karşı bir tepkisi olarak değerlendirilebir. Bu durumda cephedeki askerin; iaşe, giyim kuşam, barınma, haberleşme, uzun yıllar süren askerlik hayatı, sıla izni gibi konularda yaşadığı sıkıntılar, silah altına alındığı devlet ile arasındaki zımmi anlaşmanın bozulmasına yol açmıştır. Firar konusunda asıl büyük sıkıntı harbin ilerleyen yıllarında görülmüştür. Bu dönemde firari sayısı çok yükselmiş ve asker kaçakları bir iç güvenlik problemi haline gelmiştir. Osmanlı ordusundaki firar oranı, Avrupa ordularıyla kıyaslandığında çok yüksek olmuştur. Firar olaylarının nedenleri incelendiğinde temelde harpten yorgunluk ve bıkkınlık öne çıkar. Nitekim hatıralardaki ortak yargı, firarların asıl sebebinin cephedeki dayanılmaz yaşam koşulları ve aile özlemi olduğudur. Ayrıca yenilgileri takip eden dönemlerde, birliklerin düşman karşısında geri çekilmesi esnasında firar vakalarının arttığı görülür. Özellikle, düşmana bırakılan bölgelerden gelen askerler arasında firar daha çok görüldüğü gibi, askerlerin kendi memleketlerine yakın bölgelerden geçerken firara daha meyilli olduğu gözlemlenmiştir. Birlikler, firarları önlemek ve kaçakları yakalamak için cephe gerisine devriye kolları çıkarmak zorunda kalmışlar, ayrıca firariler için idam dahil, çok ağır cezalar öngörülmüştür. Ancak hatıralardaki ortak kanaat; firarları önlemek için yeterli müspet tedbirler alınmadığı (ya da alınamadığı), yalnızca cezai tedbirlerle sorunun çözülmeye çalışıldığı ve başarılı olunamadığıdır. Firar meselesi, cephe gerisinde de iç güvenlik ve asayiş açısından büyük bir sorun teşkil etmiş ve eşkiyalıkla doğrudan bağlantılı olmuştur.

I. Dünya Harbi, bütün muhasım devletlerle kitlesel ölümlere ve büyük yıkımlara neden olmuştur. Harbe katılan orduların büyüklüğü ve öldürme teknolojilerinin gücü yanında kıtlık, açlık ve hastalıkların da etkisiyle asker ve sivil milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Harbe katılan diğer devletler gibi, Osmanlı Devleti de harbin yıkımından payına düşeni almıştır. Askerler, cephe hayatının zorlukları ve çetin muharebe koşullarıyla baş etmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber, harbin yıkımı sadece cephede olmamış, cephe gerisinde de etkisini göstermiştir. Savaş uzadıkça büyüyen iktisadî sıkıntılar, sosyal hayatta önemli problemler yaratmıştır. Yüzbinlerce erkeğin silah altına alınması ve yüzbinlerce hayvana el konulmasıyla, tarımsal üretim ciddi oranda düşmüştür. Ayrıca ihtalat da büyük oranda azalmış, mal kıtlığı başlamış ve fiyatlar süratle yükselmiştir. Nitekim kıtlık ve yüksek enflasyonun yanında kağıt paranın sürekli değer kaybetmesiyle toplumun alım gücü büyük oranda düşmüştür.

344

Harbin yarattığı sosyal ve ekonomik sıkıntılar hem başkent İstanbul’da hem de İmparartorluğun her köşesinde etkisini göstermiştir. İstanbul’da, enflasyon ve kıtlıkla beraber ciddi bir karaborsacılık problemi ortaya çıkmış, halkın büyük kısmı ezilirken küçük bir grup bu yoldan zengin olmuştur.

Sivil halkın harp boyunca maruz kaldığı diğer bir felaket ise içerden ve dışardan gelen göç dalgası olmuştur. Özellikle Kafkas Cephesi’nde Rus ordusundan ve Ermeni çetelerinin saldırılarından kaçan yüzbinlerce insan, evlerini terk ederek göç etmek zorunda kalmıştır. Bu bölgede harp boyunca yaklaşık 870 bin Müslüman’ın göç etmek zorunda kaldığı ve göçmenlerin yarısından fazlasının hayatını kaybettiği hesaplanmıştır. Cephe gerisindeki göç hareketi, üzücü manzaralarıyla, askerlerin hatıralarına yansımıştır.

Harbin zorluk ve felaketleri, bazı askerleri harbin meşruiyetini ve idaresini sorgulamaya sevke etmiştir. Bu eleştirilerin, özellikle harbin acılarının yoğun olarak yaşandığı dönemlerde arttığı dikkat çeker. Harbe yönelik eleştirilerde genellikle; Osmanlı Devleti’nin harbe giriş kararı, Osmanlı yöneticilerinin yetersizliği, harbin yönetimindeki hatalar ve Almanlarla yapılan ittifak konuları vurgulanmıştır. Harbe katılan askerler, ülke gerçekleriyle tanıştıkça, devletin ne kadar hazırlıksız olduğunu ve yöneticilerin bu koşullarda harbi nasıl göze aldığını sorgulamaya başlamıştır. Harbe yönelik eleştiriler Osmanlı yönetimiyle sınırlı kalmamış, genel olarak bir medeniyet eleştirisine dönüşmüştür. Tabii burada eleştrilen medeniyet, Batı medeniyeti olmuştur. Savaşın sorumlusu olarak Avrupa devletleri görülmüş, refah ve gelişmeyi temsil eden Batı medeniyetinin ortaya çıkardığı yıkım büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.

I. Dünya Harbi seferberliği, çoğunlukla İstanbul kökenli eğitimli gençlerin Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla ilk kez tanışmasına vesile olmuştur. Hatıralarda Anadolu’ya ve Türk nüfusa yönelik pek çok değerlendirme mevcuttur. Tamamıyla eğitimli gençlere ait olan bu gözlemlerde şaşkınlık ve hayal kırıklığı öne çıkar. Anadolu’nun değişik bölgelerini görme şansı bulan askerlerin hatıralarında, bu bölgelere ve halka yönelik ortak bir yargı vardır; ihmal edilmişlik, fakirlik ve perişanlık, bunun yanında gayrimüslim nüfusun refahı ve yaşam koşullarının daha iyi olduğudur. Hatıralarda Anadolu köylüsünün cahilliği de sıklıkla dile getirilir. Ancak bunun sorumlusu olarak bu insanlar değil, yüzyıllarca Anadolu’yu ihmal eden yöneticiler olduğu vurgulanır.

I. Dünya Harbi’ni konu alan günlük ve hatıraların bir kısmı harp süresiyle sınırlı kalırken, bir kısmı ise harbi takip eden Mütareke dönemi ve Milli Mücadele’yi de içine

345

almıştır. Hatırat sahiplerinin büyük kısmının Milli Mücadele’ye de katıldığı ve Milli Mücadele’nin I. Dünya Harbi’nin bir anlamda devamı olduğu düşünüldüğünde bu normal karşılanır. Mütareke dönemiyle ilgili öne çıkan duygular, mağlubiyet ve işgaller karşısında duyulan öfke ve üzüntüdür. Harp boyunca değişik cephelerde savaşan askerler, yapılan büyük fedekarlıklara ve korkunç kayıplara rağmen mağlup olmanın acısını yaşamıştır. Hatırat sahiplerinin, Mütareke Dönemi boyunca bir arayış içinde olduğu görülür. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa liderliğinde gelişen Milli Mücadele bu arayışın cevabı olmuş ve I. Dünya Harbi’nin gazileri vatan savunması için tekrar ateşe atılmaktan geri durmamıştır. Filisitin Cephesi’ne harbe katılarak mağlubiyetin acısını yaşayan Yedek Subay İbrahim Sorguç, Milli Mücadele için şunları söylerken adeta bütün bir kuşağın sözcüsü olmuştur: “Bu sefer neden harp edeceğimi biliyorum.”

346

EKLER

347

GÜNLÜK VE HATIRAT SAHİPLERİNİN BİYOGRAFİLERİ

348

Abdülhadi Altan (1896-?)

Musul’da doğdu. 1915’de Bağdat Askeri İdadisi üçüncü sınıfını bitirdi. I. Dünya Harbi boyunca Harbiye Mektebi eğitime ara verdiği için, kısa bir eğitimden sonra subay namzeti olarak harbe katıldı. Çanakkale ve Doğu Cephesi’nde savaştı. İstiklal Harbi’nde Doğu Cephesi’nde görev aldı. 1951’de albay rütbesinde emekli oldu.1241 1915’den 1923’e kadar sekiz yıl boyunca tuttuğu günlükleri, döneme ait dikkat çekici gözlemler sunar.

Abidin Ege (1893-1962)

İzmir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. 1913’de İstanbul’da Halkalı Ziraat Mektebi’ni bitirerek öğretmenlik yapmaya başladı. Seferberlikle silah altına alındı. Çanakkale, Irak ve İran Cephelerinde görev yaptı. Harpten sonra bir dönem öğretmenlik yaptı. Müteakiben Tarım Bakanlığında çalıştı. 1944’de Denizli milletvekili olarak parlamentoya girdi ve iki dönem milletvekilliği yaptı. 1953’de emekli oldu.1242 Dört yıldan uzun bir süre boyunca detaylı olarak tuttuğu günlüklerinde, Çanakkale, Irak ve İran Cephelerine dair önemli gözlemler yer alır.

1241 Musullu Abdülhadi’nin İzinde…, s.23-24.

1242 A.Ege. Harp Günlükleri…, s.629-631.

349

Ahmet Hilmi Erbuğ (1897-1945)

Sivas’da doğdu. 1910’da Erzincan Askeri Rüştiyesinden, 1914’de Harp

Okulundan mezun oldu. Kafkas cephesinde Sarıkamış Harekâtı’na katıldı ve Ruslara

esir düştü. 1918’e kadar Sibirya’da esir kaldı. 1918’de esir kampından kaçarak Galiçya-

Polonya-Macaristan üzerinden ülkeye döndü. 1928 yılında Harp Akademisinden

kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. 1937-1938 yıllarında Afgan ordusunda eğitim

vermek için Afganistan’a gönderilen askeri heyette görev yaptı. 1945’de Erzurum’da

IX. Kolordu Kurmay Başkanı iken vefat etti.1243 Hatıralarını İstanbul’a döndükten

sonra, 1918’de kaleme almıştır.

Ahmet Nuri Diriker (1874 - 1951)

Rusçuk’ta doğdu. 1896’da Harp Okulundan teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1897

Osmanlı - Yunan Harbi’ne ve Yemen İsyanı’nı bastırma harekâtlarına katıldı.

Çanakkale ve Hicaz Cephelerinde Alay Komutanı olarak I. Dünya Harbi’ne katıldı.

İstiklal Harbi’nde görev aldı. 1931’de askerlikten emekli oldu.1244 Hatıratında askerlik

hayatı ve katıldığı savaşlarla ilgili faydalı bilgiler verir.

1243 M.B.Erbuğ, Kaybolan Yıllar, s.6-11.

1244 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri II,

(Haz. Hülya Toker, Nurcan Aslan), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s.280-281.

350

Ahmet Vasfi Şensözen (1892-1985)

Bandırma’da dünyaya geldi. 1914 yılında Darülfünun Hukuk Şubesinin son sınıfında okurken silah altına alındı. Yedek subay olarak Kafkas Cephesi’nde harbe katıldı. Harpten sonra avukatlığa başladı. Bir dönem CHP milletvekili olarak meclise girdi. Mütekiben Maliye Vekaleti Hukuk Müşavirliği yaptı. 1954’de emekli oldu ve 1975’e kadar avukatlığa devam etti.1245 Hatıratını 1950 yılından sonra kaleme almıştır.

Alexander Aaronsohn (1888-1948)

Romanya’dan Filistin’e göç etmiş Yahudi kökenli bir ailenin çoçuğudur. Kardeşleri Aaron ve Sara Aaronsohn ile İngilizlere Filistin bölgesiyle ilgili istihbarat sağlayan Nili örgütüne üyedir. Harbin başında silahlatına alınmış, ancak bağlantıları sayesinde ve rüşvet karşılığında sağlık raporu alarak terhis edilmiştir. Harp devam ederken kimlik değiştirirek bir Ameriken gemisi ile kaçarak ülkeyi terk etmiştir. Hatıratında harp yıllarında Filisitin’in durumuyla ilgili bazı gözlemlere yer vermekle birlikte ideolojik tutumu doğrultusunda Osmanlı yönetimi hakkında çok olumsuz yargılarda bulunmuştur.

1245 V.Şenözen, I. Dünya Savaşı…, s.5.

351

Ali Fuat Cebesoy (1882 - 1968)

İstanbul’da doğdu. BMM Hükûmetinin kuruluşunda ilk Bayındırlık Bakanı olan

İsmail Fazıl Paşa’nın oğludur. İlköğrenimini Erzincan’da yaptıktan sonra orta ve lise

eğitimini İstanbul’da St. Josef ‘te tamamladı. 1899’da girdiği Harp Okulundan 1902’de

teğmen, Harp Akademisinden 1905’te kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. Balkan

Harbi’nde Kolordu Kurmay Başkanlığı ve Tümen Komutanlığı yaptı. Mart 1913’te

yaralanarak esir düştü. Kasım 1913’te esaretten döndü. Büyük harpte Kanal

Harekâtı’nda, Kafkas ve Filistin Cephelerinde Tümen ve Kolordu Komutanlığı yaptı.

Milli Mücadele liderleri arasında yer aldı. Haziran 1920’de Batı Cephesi

Komutanlığı’na atandı ve aynı zamanda TBMM üyesi olarak görev yaptı. Kasım

1920’de TBMM Hükûmeti’nin Moskova Büyükelçiliği’ne tayin edildi. Aralık 1922’de

TBMM üyesi ve Meclis İkinci Başkanı oldu. Ordudan ayrıldıktan sonra milletvekilliği,

meclis başkanlığı ve bakanlık görevlerinde bulundu.1246

Ali Fuad Erden (1883-1957)

1903’de Harbiye’den mezun oldu. 1913-1914’de Paris Askeri Ataşeliği’nde

bulundu. I. Dünya Harbi’nde IV. Ordu’da Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı olarak

görev yaptı. Değişik görevlerde bulundu. 1931-1943 arasında Harp Akademileri

Komutanlığı yaptı. Askeri Yargıtay Başkanlığı’ndan emekli oldu. 1955-1956 yıllarında

Dünya gazetesinde tefrika edilen hatıratı,1247 Cemal Paşa’nın icraatı, Kanal-Filistin

Cepheleri ve Hicaz İsyanı ile ilgili önemli bilgiler içerir.

1246 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.200-203.

1247 A.F.Erden, Suriye Hatıraları II, s.15.

352

Ali İhsan Sabis (1882 - 1957)

1882 yılında İstanbul Cihangir’de doğdu. Nisan 1899’da girdiği Topçu Harp

Okulundan Ocak 1902’de teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden Ocak 1905’te

birincilikle mezun olarak kurmay yüzbaşı rütbesini aldı. 1909 - 1911’de Alman

ordusunda eğitim gördü. I. Dünya Harbi’nden önce I ve III. Orduda görev yaptı. Harp

başladığında Genel Karargâh 1’inci Şube Müdürü olarak görev yapıyordu. Kafkas ve

Irak Cephelerinde Tümen, Kolordu ve Ordu Komutanlığı yaptı. Harpten sonra

tutuklanarak Mart 1919’da Malta’ya sürgün edildi. Eylül 1921’de esaretten döndü.

Milli Mücadele’ye katıldı. Batı Cephesi’nde dokuz ay boyunca I. Ordu Komutanlığı

görevinde bulundu. 1923’te emekliye ayrıldı. 1950’de Afyonkarahisar Milletvekili

seçildi.1248 Hatıratını, harp esnasında ve sonrasında tuttuğu notlara dayanarak II. Dünya

Harbi yıllarında kaleme almıştır. Hatıratı, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Harbi ve Milli

Mücadele ile ilgili önemli bilgi ve yorumlar içerir.

Ali Rıza Eti (1887-1950)

Erzincan’ın Kemaliye ilçesinde doğdu. Rüştiye eğitiminden sonra ticarete atıldı.

Seferberlikle silah altına alındı ve sıhhiye onbaşısı olarak Doğu Cephesi’ne gönderildi.

XI. Kolordu’yla Sarıkamış Harekâtı’na katıldı. Abisinin ordu sıhhiye müfettişi olması

1248 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.232-234.

353

sayesinde harekâttan sonra Erzurum’da askeri hastaneye geçti. Harpten sonra

memuriyetlerde bulundu. Detaylı olarak tuttuğu günlükleri 3 Ağustos 1914-18 Şubat

1915 tarihleri arasını kapsar.1249

Arif Baytın (1874-1950)

1874 yılında İstanbul’da doğdu. 13 Haziran 1890 tarihinde girdiği Harp

Okulundan 1893’te teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden 28 Ocak 1896 tarihinde

kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. Ocak 1914’te 29. Tümen Komutanı olarak atandı.

Ocak 1915’te Sarıkamış’ta Ruslara esir oldu. Esarette bulunduğu Sibirya’dan firar

ederek Ağustos 1920’de yurda döndü. 1923’te sağlık durumundan dolayı emekli oldu.

Müteakiben Müsteşsar ve Vali olarak görev yaptı.1250

Avedis Cebeciyan (1876-1952)

Antep’te doğdu. Suriye Protestan Koleji’nde tıp okudu. Halep’e yerleşti.

Seferberlikle silah altına alındı. Çanakkale ve Doğu Cephesi’nde tabip olarak harbe

1249 A.R.Eti. Bir Onbaşının Doğu…, s.vii-xiii.

1250 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri I,

s.270-271.

354

katıldı. Harpten sonra Halep’e dönerek doktorluğa devam etti.1251 Hatıratı, Osmanlı

ordusunda görev yapan gayrimüslimlerin savaşa bakış açısını yansıtması bakımından

değer taşır.

Aziz Samih İlter (1877-1948)

İstanbul’da doğdu. Kuleli Askerî Lisesini bitirdi. Mart 1896 tarihinde girdiği

Harp Okulundan 1898 yılında teğmen rütbesiyle, devam ettiği Harp Akademisinden

Ocak 1902’de kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. Suriye ve Rumeli’de görev yaptı.

1907 Arnavutluk Harekâtı’na katıldı. Trablusgarp Savaşı’nda tüccar sıfatı ve değişik

isimle Tunus’tan orduya para, silah, mühimmat ve teçhizat sağladı. Kafkas Cephesi’nde

Sarıkamış Harekâtı ve sonrasında Tümen Komutanlığı ve karargah subaylığı

görevlenrinde bulundu. 1918’de emekli oldu. Cumhuriyet döneminde dört dönem

Erzincan ve bir dönem de Kars milletvekili olarak mecliste yer aldı.1252

Behçet Sabri Erduran (1886-1980)

İstanbul’da doğdu. Üsküdar Sultanisi ve Darülfünun-ı Osmani Ulum-ı

Tıbbiyesi’nde eğitim gördü. Balkan Harbi ve I. Dünya Harbi’nde askeri doktor olarak

1251 A.Cebeciyan, Bir Ermeni Subayın…, s.7-11.

1252 A.S.İlter, Birinci Dünya Savaşı’nda…, s.v-vı; Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst

Kademedeki Komutanların Biyografileri II, s.539-540.

355

silah altına alındı. Çanakkale Cephesi’nde görev yaptı. Harpten sonra İstanbul Darilfünunu Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı.1253 Çanakkale Cephesi’nde Yıldız Tabya mevkii sargı yerinde görev yapan Erduran’ın günlüğü, 12 Mart - 6 Mayıs 1915 tarihlerini arasını kapsar.

Carl Mühlman

Prusya Süvari Üsteğmeni olarak 1914’de Türkiye’ye geldi. Alman Islah Heyeti başkanı Von Sanders’in emir subaylığını yaptı. Çanakkale Cephesi’nde 5. Tümen Kurmay Subayı olarak görev yaptı.

Cemal Paşa (1872 - 1922)

Çengelköy’de doğdu. 1890’da Kuleli Askerî Lisesi’nden mezun oldu. 1891’de girdiği Harp Okulundan 1893’te teğmen, devam ettiği Harp Akademisi’nden 1896’da kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. 1909’da Adana Valisi, 1911’de Bağdat Valisi olarak atandı. Balkan Harbi’nde Tümen Komutanlığı yaptı. Ocak 1913’te İstanbul Muhafızı olarak görevlendirildi. Şubat 1914’te Nafia Nazırı, daha sonra Bahriye Nazırı olarak atandı. I. Dünya Savaşı başında II. Ordu Komutanı, Kasım 1914’te IV. Ordu Komutanı, daha sonra Suriye ve Batı Arabistan Genel Komutanı olarak tayin edildi. 1917 yılı sonunda İstanbul’a döndü. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine ülkeyi terk ederek Berlin’e gitti. Askerî Ceza Kanunu’nun ilgili maddesi gereği askerlikten tard edildi. 22 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’te öldürüldü.1254 Cemal Paşa’nın 1919’da kaleme aldığı anıları kendisine yapılan eleştirilere bir cevap niteliğindedir.

1253 B.S.Erduran, Cephedeki Bir Doktorun…, s.xv-xvi.

1254 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri I, s.262-264.

356

Cevat Rifat Atilhan (1892-1967)

İstanbul’da dodu. Kuleli Askeri Lisesi ve Harbiye Mektebini tamamlayarak 1912’de ordu saflarına katıldı. Balkan Harbi’nde Bulgar kuşatmasında kalan Edirne’de görev yaptı ve esir düştü. Sofya’da sekiz ay esarette kalarak yurda döndü. I. Dünya Harbi’nde Sina-Filisitin Cephesi’nde Mersinli Cemal Paşa’nın yaveri olarak görev yaptı. Milli Mücadale’ye katıldı. 1925’de yüzbaşı rütbesiyle emekli oldu.1255 1946’dan itibaren Sebilürreşad ve Büyük Doğu dergilerinde yazılar yazdı. 1945’de kurulan Milli Kalkınma Partisi ve 1947’de kurulan Türk Muhafazakar Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Derviş Kuntman

1909’da Askeri Tıbbiye’den mezun oldu. Balkan Harbi’ne katıldı. X. Kolordu’da tabur dokroru olarak Sarıkamış Harekâtı’na katıldı. Harp buyunca Kafkas Cephesi’nde görev yaptı. Kurtuluş Savaşı’nda önemli hizmetlerde bulundu. Cumhuriyt döneminde değişik illerde sağlık müdürlüğü yaptı.1256 Kuntman’ın anıları, Kafkas Cephesi’nde ki sıhhi koşullar, cephedeki sskerin durumu ve bölhe halkının yaşadığı felaketlerle ilgili çarpıca manzaralar çizer.

1255 Mersinli Cemal Paşa’nın Yaveri…, s.11-13.

1256 M.D.Kuntman, Bir Doktorun Harp…, s.I.

357

Eric R. Prigge

1913-1918 yılları arasında, Osmanlı Astsubay Süvari Okulu komutanlığı yaptı. Çanakkale Muharebeleri boyunca, Liman von Sanders’in emir subaylığı, Ekim 1915’den itibaren de Kurmay Başkanlığı görevilerini yürüttü. Çanakkale Muharebeleriyle ilgili kaleme aldığı hatıratı 1916’da Almanya’da basıldı. Ancak, stratejik bilgiler içerdiği gerekçesiyle Osmanlı Genel Karargâhı’nın talebi doğrultusunda piyasadan toplattırıldı.1257

Faik Tonguç (1890-1968)

Çorum’da doğdu. Fevzi Efendi’nin oğlu; eski Çorum milletvekillerinden Ziya Bey’in küçük küçük kardeşidir. Ailesi Kırım’dan gelerek önce Çoruma yerleşti, bir süre sonra da Ankara’ya göç etti. Çocukluğu ve ilk gençliği Çorum’da geçti. Liseyi Ankara İdadisinde, yükseköğrenimini Mülkiye Mektebi’nde tamamladı. Eğitimini pekiştirmek için Londra’ya gitti. I. Dünya Harbi’nin başlaması ile yurda döndü. Yedek subay olarak Kafkas Cephesi’nde savaştı. Ruslara esir düşerek Sibirya’ya gönderildi. Bolşevik İhtilali’nden sonra kaçarak yurda döndü. Dönüşte Ankara’da ticaret hayatına atıldı.1258

1257 E.R.Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü, s.7-9.

1258 F.Tonguç, Birinci Dünya Savaşı’nda…, Kapak sayfası.

358

Halil Kut (1882 – 1957)

Enver Paşa’nın amcasıdır. Harp Okulundan 1902 yılında teğmen, daha sonra

devam ettiği Harp Akademisinden 1905’te mümtaz yüzbaşı olarak mezun oldu. 28 Mart

1911’de kurmay oldu. Mezun olduktan sonra III. Ordu bölgesinde görev yaptı.

Trablusgarp Harbi’ne katıldı. I. Dünya Harbi’nde Seferi Kuvvetler Komutanı, Kolordu

ve Ordu Komutanı olarak Kafkas ve Irak Cephlerinde görev yaptı. VI. Ordu Komutanı

olarak Kutü’l-Amâre’de İngiliz birliklerini esir aldı. Şark Orduları Grubu Komutanı

olarak 1918’de Kafkas Harekâtına komuta etti. 1923’te kendi isteği üzerine emekli

oldu.1259 Halil Kut, hatıralarını bizzat kaleme almamış, aktarımları Faruk Necdet

Özgelen tarafından yazıya dökülmüştür. Özgelen, Nuri (Killigil) Paşa’nın silah

fabrikasında çalışırkan Halil Paşa ile tanışmış ve ölümüne kadar Paşa’yla yakın irtibatta

olmuştur. Tıp tahsili yapan Özgelen, Halil Paşa’nın rahatsızlığında da onunla yakından

ilgilenmiştir.

Halil Ataman (1888-1982)

Niğde Bor’da doğdu. İlk ve orta öğretimini Bor’da tamamladı. İstanbul’da Kuzat

Mektebi’ne (hukuk fakültesi) kaydolduktan sonra 24 Ağustos 1914’de silah altına

1259 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.194-195.

359

alındı. Yedek subay olarak Doğu Cephesi’nde savaştı. 1916’da Ruslara esir düştü. Kasım 1919’a kadar Rusya’da esir kaldı. Bu tarihte başlayan dönüş yolculuğu 25 Haziran 1922’ye kadar iki buçuk yıldan fazla sürdü. Savaştan sonra Almanya’da eğitim gördü. Yurda dönüşünde Bor’da dericilik ile uğraştı. 104 yaşında vefat etti.1260 Okumaya ve kitaplara çok meraklı olan Ataman, günlük olarak kaleme aldığı hatıratında harp ve esaret hayatına dair önemli gözlemlerde bulunmuştur.

Hans Guhr

Mayıs 1916’da Osmanlı ordusunda görevlendirildi. 1916-1917 yıllarında Doğu Cephesi’nde, 1917-1918’de Filistin Cephesi’nde Tümen Komutanlığı yaptı. 1937 yılında kaleme aldığı hatıratı, gerek bu cephelerde yaşanan muharebeler, gerek ordunun durumu ve gerekse bölge halklarına yönelik önemli bilgiler içerir. Guhr, hatıratında Alman komutanları eleştirmeyi de ihmal etmemiştir.

Hans Kannengiesser (1868-1945)

1914’de binbaşı rütbesinde Alman Islah Heyeti’nde görevli olarak İstanbul’a geldi. Harbiye Nezareti’nde seferberlik dairesinde görev yaptı. Çanakkale Muaherbeleri’nin başlamasıyla bu cephede önce askeri danışman, müteakiben de Tümen Komutanı olarak görevlendirildi. Ağustos 1915’de yaralandı ve İstanbul’da tedavi altına alındı. Çanakkale Muaherbeleri sonrasında Kolordu Komutanlığı görevinde bulundu. Harbin sonunda ülkesine döndü. Harpten sonra kaleme aldığı hatıraları ilk kez 1927 yılında yayınlandı.1261

Hasan Basri Efendi

6 Kasım 1914’de Ruslar tarafından batırılan Mithatpaşa Vapuru’nun gemi katibidir. Ruslar tarafından denizden çıkarılarak Sivastopol’a getirilmiş, müteakiben

1260 H.Ataman, Harp ve Esaret, kapak sayfası.

1261 H.Kannengieser, Çanakkale Cehenneminde…, s.7-8.

360

Sibirya’ya götürülerek harbin sonuna kadar esir tutulmuştur. Rusya’da ki esaret hayatıyla ilgili önemli bilgiler barındıran günlükleri 26 Ekim 1914-30 Eylül 1918 tarihleri arasını kapsar.

Hasan Cevdet Temizkanlı (1884-1939)

İstanbul’da doğdu. 1904’de Harbiye’den mezun oldu. 1911’de Trablusgarp Harbi’nde Rodos’u işgal eden İtalyan kuvvetleri ile savaşırken esir düştü. Esaretten dönüşünde orduda görevine devam etti. I.Dünya Harbi’nde Çanakkale, Doğu ve Irak Cephelerinde görev yaptı. Ekim 2918’de İngilizlere esir düştü. Haziran 1919’da esir kampından kaçarak yurda döndü. Kurtuluş Savaşı’nda Urfa, Antep bölgesinde ve Sakarya Meydan Muharebesi’nde görev aldı. 1937’de albay rütbesi ile emekli oldu.1262 Hasan Cevdet Bey’in düzenli olarak tuttuğu günlüğü, Mayıs 1915-Eylül 1917 tarihleri arasını kapsar.

Hüseyin Fehmi Genişol (1894-1954)

Kırım’da doğdu. Ailesi 1904’de Adapazarı’na yerleşti. 1914’de muhabere olarak askere alındı. Çanakkale, Bulgaristan ve Irak Cephelerinde görev yaptı. Mart 1918’de İngilizlere esir düştü. İki yıldan fazla Hindistan’da ki Bellary Esir Kampı’nda tutuldu. Müteakiben iki ay da Mısır’da ki Bilbeis Kampı’nda kaldı. Eylül 1920’de memleket döndü. Harpten sonra Adapazarı’na yerleşti ve ticaretle uğraştı. Anıları özellikle Hindistan ve Mısır’da ki esir kamplarıyla ve bu kamplardaki neferlerle ilgili önemli gözlemler barındırır.1263

1262 Kıyamet Koptuğunda, s.5-6.

1263 H.F.Genişol, Çanakkale’den Bağdat’a…, s.ix-x.

361

Hasan Remzi Fertan (1892-1973)

Niğde’de doğdu. Askeri rüştiye, idadi ve Harp Okulu’nu bitirdi. I. Dünya Harbi’nde Çanakkale, Kafkas ve Filistin Cephelerinde savaştı. Eylül 1918’de İngilizlere esir düştü. Ekim 1920’de yurda döndü. Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katıldı. İnönü, Sakarya Muharebelerinde ve Büyük Taarruz’da görev aldı. Cumhuriyet döneminde askerlik mesleğine devam etti. 1950’de emekli oldu. Hatıratını 1946’da kaleme almıştır.1264

Hüseyin Nuri Seyhan (1896-1938)

Bursa’da doğdu. Aralık 1915’de silah altına alındı. Alman ağır seri obüs bataryasına tayin oldu. I. Dünya Harbi’nde Irak Cephesi’nde topçu küçük zabiti olarak görev yaptı.1265 Hatıratında, 1916-1918 yılları arasında Irak Cephesi’nde ki durumla ilgili bilgiler aktarır.

Ian Hamilton (1853-1947)

Hinditanda ki İngiliz birliklerinde görev yaptı. İngiliz-Afgan Harbi’ne, Boer Harbi’ne ve 1905 Rus-Japon Harbi’ne katıldı. 12 Mart 1915’de Akdeniz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atandı. 17 Ekim 1915’e kadar Çanakkale Harekâtı’nı yürüten İtilaf birliklerine komuta etti. Büyük ümitlerle başlayan seferin başarısız olması sonucu görevden alınarak İngiltere’ye döndü.1266 Seferi Kuvvetler Komutanlığı süresini

1264 Hasan Remzi Fertan’ın…, s.8-21.

1265 H.N.Seyhan, Irak Cephesi Hatıraları, s.7-8.

1266 I.Hamilton, Gelibolu Günlüğü, s.280-281.

362

kapsayan günlükleri, gerek İngiltere’nin Çanakkale Seferi’ne giriş süreci, gerekse muharebelerin gelişimiyle ilgili önemli bilgiler içerir.

İbrahim Arıkan

1893 yılında Kırklareli’nde doğdu. I. Dünya Harbi’nde Çanakkale, Galiçya ve Filistin Cephelerinde görev yaptı. Eylül 1919’da İngilizlere esir düştü. 17 ay Mısır’da esir kampında tutuldu. Ülkeye dönünüşünde hatıralarını kaleme aldı. Arıkan’ın hatıratı, hakkında fazla tanıklık bulunmayan Galiçya Cephesi’ne yönelik önemli gözlemler içerir. Benzer şekilde neferlerin esaret hayatıyla ilgili çarpıcı bilgiler verir.

İbrahim Sorguç (1897-1974)

Antalya’da doğdu. 1916’da İstanbul Darülmuallimin üçüncü sınıftayken silah altına alındı. Yedek subay olarak Filistin Cephesi’nde savaştı. Eylül 1918’de İngilizlere esir düştü. İki yıla yakın Mısır’da esir tutuldu. Haziran 1920’de memlekete döndü. İstiklal Harbi’ne katıldı. 1962’ye kadar bankacılık yaptı.1267 Hatıratının büyük kısmı İstiklal Harbi’ne ayrılmıştır.

1267 İ.Sorguç, Yd.P.Tğm.İbrahim Sorguç’un Anıları…, s.15-17.

363

İhsan et-Tercüman (1893-1917)

Kudüs’de doğdu. Seferberliğin ilanıyla silah altına alındı. Nablus ve Halil

şehirlerinde kısa süre görev yaptıktan sonra Kudüs Menzil Müfettişliği karargahında

görevlendirildi. 1917’de Osmanlı ordusu Kudüs’ten çekilirken bilinmeyen bir sebepten

öldü.1268 Tercüman’ın Mart 1915-Ağustos 1916 tarihleri arasında tuttuğu günlüğü Sina-

Filistin Cephesi’nin cephe gerisi be bölge halkının durumuyla ilgili değerli bilgiler

verir. Arapçılık akımının etkisi altında olan Tercüman’ın yazdıkları, bölgede bu

dönemde gelişen fikir akımları, bu akımların toplum nezdindeki yansımaları ve bölge

halkının Osmanlı yönetimine bakışına ışık tutar.

İhsan Latif Sökmen (1873-1955)

İstanbul’da doğdu. 1890’da Harp Okuluna girdi. Erkânı harbiye öğrenimini

1895’te bitirdi. 1897’de Osmanlı-Yunan Harbi’ne, Balkan Harbi’ne ve I. Dünya

Harbi’ne katıldı. IX. Kolordu komutanı iken Sarıkamış Meydan Muharebesinde Ocak

1915 ortasında Ruslara esir düştü. Sibirya’daki Çita Esri Kampı’na gönderildi. Buradan

firar ederek Ekim 1915’de İstanbul’a döndü. Esaretteyken emekli edildiği için askeri bir

vazife alamadı. İstanbul’un işgali sırasında Anadolu’ya silah ve cephane kaçırılmasında

büyük yararlıkları oldu. Cumhuriyet döneminde İzmir Valiliği, İstanbul ve Giresun

1268 İhsan et-Tercüman, Çekirge Yılı, s.5.

364

milletvekilliği yaptı.1269 Hatıratında esaret hayatı ve esir kampaından kaçarak Çin-Japonya-ABD ve Yunanistan üzerinden İstanbul’a dönüş macerası detaylı olarak anlatılır.

İ. Hakkı Sunata (1892-1988)

İstanbul’da doğdu. Hukuk Fakültesi ikinci sınıftayken I. Dünya Harbi’nin başlaması üzerine askere alındı. Çanakkale ve Doğu Cephelerinde yedek subay olarak harbe katıldı. Harp sonunda Hukuk Fakültesi’ni tamamlayarak savcı oldu. 1958 yılına kadar savcı ve hakim olarak görev yaptı.1270 Sunata, günlük olarak yazdığı anılarında; harbe, cephedeki askerin hayatına ve halkın yaşam koşullarına dair önemli gözlemlerde bulunmuştur.

Joseph Pomiankowski (1866-1929)

1909-1918 yılları arasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Askeri Ateşesi olarak İstanbul’da görev yapmıştır. 1927 yılında kaleme aldığı hatıratı, Osmanlı yönetiminin gerek harbin yönetimi gerekse müttefikleriyle ilişkileri konularında önemli bilgiler içerir.

1269 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri I, s.272-274

1270 İ. H.Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara…, s.7.

365

Kâzım Karabekir (1882 - 1948)

Zeyrek’de doğdu. Mehmet Emin Paşa’nın oğludur. 1894 yılında İstanbul Fatih

Askerî Ortaokul, 1897 yılında Kuleli Askerî Lisesine, 1900’de girdiği Harp Okuluna

girdi. 1902’de teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden 5 Kasım 1905’te kurmay

yüzbaşı rütbesiyle (birincilikle) mezun oldu. I. Dünya Harbi’nden önce III. Ordu’da

görev yaptı. 31 Mart vakası üzerine kurulan Hareket Ordusu’nda yer aldı. Balkan

Harbi’ne katıldı. Haziran 1913’te Edirne savunmasında Bulgarlara esir düştü ve aynı yıl

içinde barıştan sonra esaretten döndü. Harbin başında Genelkurmay istihbarat şubesinde

görev yaptı. Müteakiben I’inci Seferî Kuvvetler Komutanlığı ve VI. Ordu Kurmay

Başkanlığı görevlerinde bulundu. Kafkas Cephesi’nde Kolordu Komutanlığı yaptı. Milli

Mücadele liderleri arasında yer aldı ve Haziran 1920’de Doğu Cephesi Komutanı olarak

görevlendirildi. 1924’de askerlikten ayrıldı. Milletvekilliği ve Meclis Başkanlığı

görevlerinde bulundu.1271 I. Dünya Harbi ve Milli Mücadele ile ilgili önemli eserler

yazdı. Hatıratı, Osmanlı Devleti’nin harbe girişi ve harbin idaresiyle ilgili önemli

bilgiler ve yorumlar içerir.

1271 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.240-243.

366

Köprülü Şerif İlden (1877-1953)

Makedonya sınırları içinde kalan Köprülü’de doğdu. 1891’de Manastır Askeri Rüştiyesi’ni ve 1895’de İstanbul Topçu Harbiyesi’ni bitirdi. Aynı yıl Harp Akademisine girdi. Balkan Harbi öncesinde Belgrad Ateşemiliterliği ve Genelkurmay’da şube müdürlüğü yaptı. Balkan Harbi’nde Batı Ordusu karargâhında görev aldı. Ocak 1914’de Erzurum’da ki IX. Kolordunun Kurmay Başkanlığı’na atandı. Sarıkamış Harekâtı’nda Ruslara esir düştü ve üç yıl esir kaldı. Ocak 1918’de esir kampından kaçarak yurda döndü. 1923’den sonra diplomatik görevlerde bulundu. 1935-1939 arasında bir dönem milletvekilliği yaptı.1272 1921 yılında kaleme aldığı hatıratında Köprüköy Muharebesi ve Sarıkamış Harekâtı’yla ilgili detaylı bilgiler verir.

M.Fuad Tokat (1893-1960)

Ankara’da doğdu. 1914 yılında ihtiyat zabit namzedi olarak silah altına alındı. Şubat 1915- Mart 1916 tarihleri arasında Doğu Cephesi’nde görev yaptı. 2 Mart 1916’da Erzurum’da Ruslara esir düştü. Rusya’da Vetluga Kampı’nda iki yıl esaret hayatı yaşadı. Memlekete döndükten sonra yüksek tahsilini tamamladı ve 1950 yılına kadar PTT Müdürlüğünde, müteakiben 1957’ye kadar İstanbul Radyosunda mühendis olarak çalıştı.1273 M.Fuad Tokatın günlükleri Şubat 1915-Mart 1917 tarihlerini arasını kapsar. Günlüklerin büyük kısmını, Rusya’da geçen esaret hayatını teşkil etmektedir.

1272 Ş.İlden, Sarıkamış, s.viii-ix.

1273 M.Fuad Tokat, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış…, s.7-9.

367

Mehmet Halit Bayrı (1896-1958)

İstanbul’da doğdu. 1914’de Darülfunun Edebiyat Fakültesinde okurken silah altına alındı. Topçu İhtiyat Zabiti olarak Çanakkale Cephesi’nde görev yaptı. Cumhuriyet döneminde İstanbul Postanesinde ve müteakiben 1953’e kadar İstanbul Belediyesinde çalıştı. Aynı zamanda edebiyat ve halkbilimi araştırmalarıyla meşgul oldu. 1924-1925’de Anadolu Mecmuası’nın yayınladı. 1927’de Halkbilgisi Derneği’nin kuruluşunda rol aldı. 1929-1942 yılları arasında dönem dönem Halkbilgisi Haberleri’ni yayınladı. Eminönü Halkevi Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi Başkanlığı yaptı. İstanbul tarihi ve foklorü üzerine çok sayıda araştırması vardır.1274 Bayrı’nın günlüğü, Çanakkale Cephesi’ne intikali ve cephede geçirdiği iki buçuk aylık dönemi kapsar.

Mehmet Oral (1894-1961)

Sivas’ta doğdu. İstanbul Sanat Mektebinde okurken 1916’da silah altına alındı. Yedek subay olarak Kafkas ve Hicaz Cephelerinde harbe katıldı. Harbin sonunda İngilizlere esir düştü. Yedi ay kadar Mısır’da esir kampında tutuldu. Ekim 1919’da yurda döndü. İstiklal Harbi’ne katıldı. 1952 yılına kadar Maliye Bakanlığında görev yaptı.1275 Mehmet Oral’ın hatıraları özellikle Hicaz Cephesi ve bölgedeki Arap aşiretleriyle ilişkiler konusunda önemli bilgiler içermektedir.

1274 M.H.Bayrı, Cephe Arkadaşı, s.9-15.

1275 M.Oral, Hicaz Çöllerinde…, s.7-9.

368

Mehmet Seyfettin Çalbatur (1895-?)

İstanbul’da doğdu. 1916’da ihtiyat zabiti olarak silah altına alındı. 1916’da Kafkas Cephesi’nde, 1917-1918 yıllarına Filisitin Cephesi’nde süvari zabiti olarak görev yaptı. İstiklal Harbi’ne katıldı. Cumhuriyet döneminde askerlik mesleğine devam etti. 1951’de tümgeneral olarak emekli oldu. Hatıralarını 1943’de kaleme almıştır.1276

Mehmet Sinan Özgen (1890-1956)

Bolvadin’de doğdu. 1910’da Muallim Mektebini bitirerek öğretmen oldu. I. Dünya Harbi’nin başlaması üzerine topçu subayı olarak askere alındı. Çanakkale ve Irak Cephelerinde harbe katıldı. 1918’de Musul’da İngilizlere esir düştü. Basra’da ki esir kampından kaçarak ülkeye döndü. Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Harpten sonra 1946 yılına kadar değişik görevlerde bulundu. Hatıralarını emekli olduktan sonra kaleme almıştır.1277

1276 M.Gökben, “İbrahimoğlu Emekli Tümgeneral…”, s.11-12.

1277 M.S.Özgen, Bolvadinli Mehmet Sinan…, s.vii-ix.

369

Mehmet Şevki Yazman (1896-1974)

Elazığ’da doğdu. Erzincan Askeri Rüştiyesi ve İstanbul Askeri İdadisini bitirdi. Harp Okulu son sınıfta okurken Çanakkale Muharebeleri’nin başlamasıyla erken mezun edilerek cepheye gönderildi. Çanakkale, Galiçya ve Filistin Cephelerinde görev yaptı. İstiklal Harbi’ne katıldı. 1946’da ordudan emekli oldu. 1950 seçimlerinde Elâzığ’dan Demokrat Parti milletvekili olarak seçildi. TBMM Başkan Yardımcılığı yaptı. 1958’de siyasetten çekildi.1278 Anılarını harpten sonra yazdı ve 1928 yılında yayınlandı. Hatıratı Haziran 1916-Temmuz 1917 arasındaki dönemi kapsamaktadır. Türk askerinin Galiçya’daki hayatı ile ilgili önemli gözlemler sunar.

Mustafa Fevzi Taşer (1888-1965)

Ürgüp’de doğdu. Konya Yüksek Medresesinden mezun oldu. Seferbelikle beraber yedek subay olarak silah altına alındı. Çanakkale ve Kafkas Cephelerinde görev yaptı. 1916’da Ruslara esir düştü. 1918 yılına kadar Rusya’da Vetluga Esir Kampı’nda kaldı. Esir kampından kaçarak Haziran 1918’de memlekete döndü. İstiklal Harbi’nde Yunanlılara esir düştü ve Lefke Adası’nda esir tutuldu. 1923 başında memlekete döndü. Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasında tekrar orduda görev aldı.1279 Ölmeden birkaç yıl önce kaleme aldığı hatıraları gerek cepheler, gerekse esaret hayatıyla ilgili detaylı bilgiler verir.

1278 M.Ş.Yazman, Kumandanım Galiçya..., Kapak Yazısı.

1279 Cepheden Cepheye…, s.xı-xv.

370

Mülazım-ı Sani Celal Bey

Kafkas cephesinde, Bölük Komutanı olarak görev yaptı. 11 Haziran 1915’de bacağından yaralanarak Erzurum’a sevk edildi ve orada tedavi gördü.1280 Günlükleri 6 Haziran-13 Aralık 1915 tarihleri arasını kapsamaktadır. Günlüklerin sonunda bazı yazışmaları eklemiş ve birliklerin eğitimi ile ilgili faydalı bilgiler vermiştir.

Münim Mustafa Pekselek (1894-1980)

Sakız Adası’nda doğdu. Darülfunun Hukuk Mektebi birinci sınıfta iken seferberlikle yedek subay olarak silah altına alındı. Ocak-Haziran 1915 tarihleri arasında Kanal Cephesi’nde, mütakiben Kasım 1915’ye kadar Çanakkale Cephesi’nde görev yaptı. Şubat 1916’dan harbin sonuna kadar Doğu Cephesi’nde bulundu. Harpten sonra hukuk fakültesini bitirdi. Üniversitede hocalık ve avukatlık yaptı. Münim Mustafa hatıratını, harp esnasında tuttuğu günlüklere dayanarak 1930’lu yıllarda kaleme aldı.1281 Hatıratı, Birinci Kanal Seferi ve Çanakkale Muharebeleri’nde dair önemli gözlemler içerir.

Naci Kaşif Kıcıman (1893-1982)

Kozan’da doğdu. 1914’de Mülkiye’den mezun oldu. Seferbelikle beraber yedek subay olarak silah altına alındı. 1916-1919 arasında Fahrettin (Türkkan) Paşa komutasında Hicaz Kuvve-yi Seferiyesi’nde İstihbarat Şube Müdürlüğü yaptı.

1280 Bir Teğmenin Doğu …, s.vii-x.

1281 Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye…, s.13-18.

371

Medine’nin teslim olmasından sonra üç yıl Mısır’da esir kampında tutuldu. Cumhutiyet döneminde değişik kadrolarda ve vali olarak görev yaptı. 1946’da emekli oldu.1282

Rafael de Nogales Mendez (1877-1937)

Venezuella’nın Tacira kentinde doğdu. Almanya ve Belçika’da harp akademilerinde okudu. Yüzbaşı oldu. 1898 yılında İspanyol ordusuna katılarak Amerika Birleşik Devletlerine karşı savaştı. Birinci Dunya Savaşı’nın başladığı Ağustos 1914’te önce Belçika, sonra Fransız ordusuna yazılmak için başvurduysa da Venezuella yurttaşlığından vazgeçmediği için bu ordulara katılamadı. Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın müsaadesi ile Osmanlı ordusuna katıldı. Kafkas, Irak ve Filistin Cephelerinde görev yaptı. Hatıraları 1924 yılında basıldı.1283

Rahmi Apak (1887-1963)

Kırklareli’nde doğdu. 1906 yılında Harp Okulundan mezun oldu. Trakya’da görev yaptı. Balkan Harbi’nde Vardar Ordusu’nda görev yaptı. 1914’de Harp Akademisini bitirdi. I. Dünya Harbi’nde Kafkas, Irak ve Filistin Cephelerinde bulundu. 1917 ortasında Gazze’de İngilizlere esir düştü. Mısır’da Seydi Beşir Kampı’nda, müteakiben de Malta Adası’nda esaret hayatı yaşadı. Memleket dönüşte Milli Mücadele’ye katıldı ve İstiklal Harbi’nde Alay Komutanı olarak görev yaptı. Moskova

1282 N.K.Kıcıman, Medine Müdafaası, s.12-13.

1283 Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, s.6.

372

Askeri Ataşeliği’ni müteakip 1934’de emekli oldu. 1935-1946 arasında milletvekilli

olarak mecliste bulundu. 1946-1949 ‘da Lizbon ve 1949-1952 arasında Bağdat

Büyükleçiliği yaptı. Hatıratı, gerek öğrencilik hayatı, gerekse katıldığı savaşlarla ilgili

önemli tanıklıklar içerir.

Sami Yengin (1895-?)

Drama’da doğdu. Selanik Muallim Mektebini bitirdi. 1971-1918 yıllarında

başçavuş olarak Filistin Cephesi’nde harbe katıldı. Savaştan sonra öğretmenliğe devam

etti.1284 Günlüğü, Filistin Cephesi’nde yaşanan muharebeler, cephe koşulları ve askerin

savaş deneyimi hususunda detaylı bilgiler içerir.

Sedat Doğruer (1884 - 1955)

İstanbul’da doğdu. Mart 1898’de girdiği Harp Okulundan Aralık 1901’de

Tümen Komutanlığı teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden Ocak 1905’te kurmay

yüzbaşı olarak mezun oldu. Balkan Savaşı’nda önce Doğu Ordusu Karargâhı sonra

Genel Karargâhta görev aldı. I. Dünya Harbi’nde Kafkas ve Galiçya Cephelerinde,

Filistin Cephesi’nde VII. Ordu Kurmay Başkanlığı yaptı. Emekli olduğu 1942 yılına

kadar Tümen ve Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu.1285

1284 S.Yengin, Drama’dan Sina-Filistin’e…, s.XI.

1285 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.205-207.

373

Selahattin Adil (1883 - 1961)

İstanbul Küçük Mustafa Paşa’da doğdu. Mart 1897’de girdiği Harp Okulundan

Ocak 1900’de teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden Ocak 1902’de kurmay

yüzbaşı olarak mezun oldu. Balkan Harbi’nde Vardar Ordusu’nda görev yaptı. I. Dünya

Harbi boyunca Tümen, Kolordu ve Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Komutanlığı

görevlerinde bulundu. İstiklal Harbi’nde Adana Cephesi Komutanlığı ve II. Kolordu

Komutanlığı yaptı. 1923’te emekli oldu. 1950 - 1953 yılları arasında Ankara milletvekili

olarak görev yaptı.1286

Selahattin Günay (1890-1956)

İstanbul’da doğdu. 1912’de Harp Okulu’ndan mezun olarak Şam’a tayin edildi.

Müfreze komutanı olarak Filistin’in çeşitli yerlerinde bulundu. 1914 de Havran

Jandarma Komutanı olarak görevlendirildi. 1918’de İngilizlere esir düşene kadar

bölgede görev yaptı. Ocak 1920’ye kadar Mısır’da Seyd-i Beşir esir Kampı’nda kaldı.

Yurda döndükten sonra jandarma subayı olarak görev yapmaya devam etti. 1948’de

albay olarak emekli oldu.1287 Harpten sonra kaleme aldığı hatıratında, 1914-1918

döneminde yaşadıklarını aktarırken esaret hayatına yer vermemiştir.

1286 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri III,

s.146-148

1287 S.Günay, Bizi Kimlere Bırakıp…, s.127-128.

374

Şefik Aker (1877 - 1964)

Manastır’da doğdu. Nisan 1894’te girdiği Harp Okulundan Ağustos 1896’da

teğmen rütbesiyle mezun oldu. Harpten önce II ve III. Ordu’da görev yaptı. Çanakkale

Muharebeleri’nde Alay ve Tümen Komutanı olarak, Galiçya’da Tümen Komutanı

olarak harbe katıldı. Milli Mücadele’ye katıldı. Şubat 1931’de emekli oldu.1288

Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976)

Edirne’de doğdu. I. Dünya Harbi’nde Kafkas Cephesi’nde yedek subay olarak

görev yaptı. Harpten sonra öğretmenlik eğitimini tamamladı. 1919-1920 yıllarında

Azerbaycan’da Ermenilere karşı kurulan gönüllü birliklerde görev aldı. Müteakiben

Moskova’ya giderek üniversite tahsili yaptı. 1923’de Türkiye’ye döndü. Bir dönem

Türkiye Komünist Fırkası’na katıldı. 1928’den itibaren bürokrat olarak çalışmaya

başladı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Kadro dergisini çıkardı. 1951’de emekli oldu.

Yakın dönem tarihi ve önemli kişileriyle ilgili otobiyografik çalışmalar yaptı.

1288 Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, II,

s.297-299.

375

Şükrü Kanatlı (1892-1954)

İstanbul’da doğdu. 1909'da Harp Okuluna girdi ve 1912'de teğmen rütbesi iIe mezun oldu. BaIkan Harbi’ne katıIdı, Yanya’da esir düştü. Birinci Dünya Harbi’nde Irak Cephesi’nde, üsteğmen rütbesiyle Bölük Komutanı olarak görev aldı. Kurtuluş Savaşı’na katıldı. 1923’de Harp Akademisine girerek 1926’da kurmay oIdu. 1951’den 1954’e kadar Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini yaptı.1289 Harpten 31 yıl sonra hazırlanan hatıratı, Kutü’l-Amâre Muhareberiyle ilgili detaylı bilgiler ihtiva eder.

Taşköprülü Mehmet Efendi

Öğretmendir. Seferberlikle silah altına alındı, topçu yedek subayı olarak Irak Cephesi’ne gönderildi. Selmanıpak Muharebesi’ne ve Kutü’l-Amâre kuşatmasına katıldı. Nisan 1916’da İngilizlere esir düştü ve Burma’da ki esire kampına gönderildi. Günlük notlarına dayanarak yazdığı hatıratı, silah altına alındığı 11 Ağustos 1914’ten Burma’da esir kampına götürüldüğü 22 Haziran 1916’ya kadar olan dönemi kapsar.1290

Tevfik Rıza Bey (1889-1916)

İzmir’de doğdu. Üniversite eğitimini Paris’te tamamlayarak elektrik mühendisi oldu. I. Dünya Harbi’nin başlaması üzerine telsiz telgraf subayı olarak askere alındı. Çanakkale Cephesi’nde harbe katıldı. 1916’da tedavi için gittiği Davos’ta vefat etti.1291 Dört defter halinde tuttuğu günlükleri Kasım 1914-Şubat 1916 tarihleri arasını kapsamaktadır.

1289 Ş.Kanatlı, Irak Muharebelerinde…, s.V-VI.

1290 Taşköprülü Mehmet Efendi, Irak Cephesi’nden Burma’ya…, s.97-99.

1291 Telsiz Telgraf İhtiyat…, s.xi-xiii.

376

Vehbi Özkan (1890-1957)

İskilip’te doğdu. 1914’de silah altına alınarak yedek subay olarak Doğu

Cephesi’ne gönderildi. Sarıkamış Harekâtı’nda Ruslara esir düşerek Sibirya’ya

gönderildi. Sekiz ay kadar esir kaldıktan sonra kaçarak yurda döndü ve ordudaki

görevine devam etti. Kurtuluş Savaşı’na katıldı.1292 Hatıratı, Sibirya’da ki esaret

günlerini ve buradan kaçarak yurda dönüş hikâyesini kapsar.

Yarbay Mehmet Reşid Bey (1871-?)

Halep’te doğdu.1895’de Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1897 Osmanlı-Yunan,

1911-1912 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan Harplerine katıldı. I. Dünya Harbi’nde

Kafkas ve Irak Cephelerinde Alay Komutanı olarak görev yaptı. 1920 yılında emekli

oldu.1293 Günlükleri, Kafkas Cephesi’nde katıldığı İran Harekâtı, Selmanıpak

Muharebesi ve Kutü’l-Amâre kuşatmasıyla ilgili önemli şahitlikler içerir.

1292 V.Özkan, Esaret Yıllarım, s.9.

1293 Kutulamare, Yarbay Mehmet Reşid…, s.4.

377

Ziya Yergök (1877-1949)

Artvin’de doğdu. 1900 yılında Harp Okulundan, 1902’de Harp Akademisinden

mezun oldu. Erzurum’da görev yaptı. 1914 yılında IX. Kolordu 83. Alay komutanlığına

atandı. Sarıkamış Harekâtı’na katıldı ve Ruslara esir düştü. 1920’ye kadar Sibirya’da

esir tutuldu. 1920 ortalarında kaçarak memlekete döndü. 1930 yılında tuğgeneral oldu.

1931 sonunda emekliye ayrıldı.1294 Hatıratı seferberliğin ilanından esaretten döndüğü

1920 yılına kadar olan dönemi kapsar.

1294 Z.Yergök, Sarıkamış’tan Esarete…, s.8-9.

378

BELGELER

B.1: 1 Eylül 1915 tarihinde Dâhiliye Nezaretinden vilayetlere gönderilen, Urfa Amele Taburu’nun bir bölüğünde isyan eden Ermeni neferlerin kazma ve küreklerle bölük komutanı yüzbaşıyı ve bazı Müslüman neferleri öldürerek firar ettikleri bildiren yazı yazı. (BOA, DH.ŞFR., 55-A/11)

B.2: İtilaf Devletleri tarafından Çanakkale Cephesi’nde uçaklardan atılan bir propaganda broşürünü konu alan yazı. (BOA, DH. EUM. 3. Şb, 14/24)

B.3: Başkumandanlıktan 19 Temmuz 1915 tarihinde Hariciye Nezaretine gönderilen, İngilizler tarafından Osmanlı esirlerine kötü muamelelerde bulunulduğu, Osmanlı esirlerinin Türk, Kürt, Arap olarak ayırıldıkları ve bunların ayrı ayrı yerlere gönderildikleri, özellikle Türk esirlere eziyet edildiğini bildiren ve bu durumun şiddetle protesto edildiğinin Amerika sefareti aracılığıyla İngilizlere bildirilmesini talep eden yazı. (BOA, HR.SYS, D:2411 G:34)

B.4: Dâhiliye Nezaretiden 19 Kasım 1918 tarihinde yazılan Şiran kazasında halkın açlıktan son derece muzdarip olduğu ve sokaklarda açlıktan ölmüş insanlara rastlandığı bidiren yazı. (BOA, DH.İ.UM, 20-4/2-41, 2)

B.5: Osmanlı siperlerine teslim olmaları için atılan propaganda kağıtlarına bir örnek. (BOA, DH. EUM. 6. ŞB., 55/38)

B.6: Dahiliye Nezareti’nin 1 Haziran 1918 tarihli, asker kaçaklarından oluşan eşkıya çeteleri tarafından işlenen cinayetlere dikkat çektiği yazısı (BOA, DH.ŞFR., 88/3)

B.7: İngilizlere esir düşen Karadeniz Vapuru tabibi İsmail Bey’in Bombay’da Tana Hapishanesi'nde geçen üç buçuk aylık esaret hayatıyla ilgili yazmış olduğu rapor. (BOA, HR. SYS, 2247/6_1-3)

B.8: XVIII. Kolordu Komutanı Miralay Cafer Tayyar Bey’in 26 Kasım 1917 tarihli, askerin giyim kuşam konusunda büyük sıkıntı yaşadığı ve bu eksikliğin sağlık durumunu çok olumsuz etkilediği hakkındaki yazısı. (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s. 101)

379

B.1: 1 Eylül 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti’nden vilayetlere gönderilen, Urfa Amele Taburu’nun bir bölüğünde isyan eden Ermeni neferlerin kazma ve küreklerle bölük komutanı yüzbaşıyı ve bazı Müslüman neferleri öldürerek firar ettikleri bildiren yazı yazı. (BOA, DH.ŞFR., 55-A/11)

380

B.2: İtilaf Devletleri tarafından Çanakkale Cephesi’nde uçaklardan atılan bir propaganda broşürünü konu alan yazı. (BOA, DH. EUM. 3. Şb, 14/24)

381

B.3: Başkumandanlıktan 19 Temmuz 1915 tarihinde Hariciye Nezaretine gönderilen, İngilizler tarafından Osmanlı esirlerine kötü muamelelerde bulunulduğu, Osmanlı esirlerinin Türk, Kürt, Arap olarak ayırıldıkları ve bunların ayrı ayrı yerlere gönderildikleri, özellikle Türk esirlere eziyet edildiğini bildiren ve bu durumun şiddetle protesto edildiğinin Amerika sefareti aracılığıyla İngilizlere bildirilmesini talep eden yazı. (BOA, HR.SYS, D:2411 G:34)

382

B.4: Dâhiliye Nezaretiden 19 Kasım 1918 tarihinde yazılan Şiran kazasında halkın açlıktan son derece muzdarip olduğu ve sokaklarda açlıktan ölmüş insanlara rastlandığı bidiren yazı. (BOA, DH.İ.UM, 20-4/2-41, 2)

383

B.5: Osmanlı Siperlerine Teslim Olmaları İçin Atılan Propaganda Kağıtlarına Bir Örnek (BOA, DH. EUM. 6. ŞB., 55/38)

384

B.6: Dahiliye Nezareti’nin 1 Haziran 1918 tarihli, asker kaçaklarından oluşan eşkıya çeteleri tarafından işlenen cinayetlere dikkat çektiği yazısı (BOA, DH.ŞFR., 88/3)

385

B.7: İngilizlere esir düşen Karadeniz Vapuru tabibi İsmail Bey’in Bombay’da Tana Hapishanesi'nde geçen üç buçuk aylık esaret hayatıyla ilgili yazmış olduğu rapor. (BOA, HR. SYS, 2247/6_1-3)

386

B.7: İngilizlere esir düşen Karadeniz Vapuru tabibi İsmail Bey’in Bombay’da Tana Hapishanesi'nde geçen üç buçuk aylık esaret hayatıyla ilgili yazmış olduğu rapor. (BOA, HR. SYS, 2247/6_1-3)

387

B.8: XVIII. Kolordu Komutanı Miralay Cafer Tayyar Bey’in 26 Kasım 1917 tarihli, askerin giyim kuşam konusunda büyük sıkıntı yaşadığı ve bu eksikliğin sağlık durumunu çok olumsuz etkilediği hakkındaki yazısı. (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S.84, Gnkur. Basımevi, Ankara, (Mart-1984), s. 101)

388

FOTOĞRAFLAR VE RESİMLER

389

F.1: Çanakkale Cephesi’nde Siperlerde Düşmanı Gözetleyen Askerler (Harp Mecmuası Yıl

1, Sayı 1, Teşrinisani, 1331)

F.2: Çanakkale Cephesi’nde Gizli Yollarda Bir Keşif Kolu (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 1,

Teşrinisani, 1331)

390

F.3: Çanakkale Cephesi’nde Taarruzdan Evvel İhtiyat Kıtalarının İstirahati (Harp Mecmuası

Yıl 1, Sayı 1, Teşrinisani, 1331)

F.4: Çanakkale Cephesi’nde Yemek Yiyen Neferler (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 1,

Teşrinisani, 1331)

391

F.5: Çanakkale Cephesi’nde Siperde Askerler (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 2, Kanunıevvel

1331)

F.6: Arıburnu’nda İşgal Edilen Düşman Siperinde Ganimet Yığıntısı (Harp Mecmuası Yıl

1, Sayı 2, Kanunıevvel 1331)

392

F.7: Sina-Filistin Cephesi’nde IV. Ordu Kıtalarından Biri Yürüyüşe Hazırlanırken (Harp

Mecmuası Yıl 1, Sayı 3, Kanunısani 1331)

F.8: Sina-Filistin Cephesi’nde IV. Ordu Kıtalarından Biri İstirahatte (Harp Mecmuası Yıl 1,

Sayı 3, Kanunısani 1331)

393

F.9: Sina-Filistin Cephesi’nde Nakliye Deve Kolu (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 4, Kanunısani

1331)

F.10: Irak Cephesi’nde Süvari Birliği (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 4, Kanunısani 1331)

394

F.11: Irak Cephesi’nde Selman-ı Pak Muharebesi (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 4, Kanunısani

1331)

F.12: Irak Cephesi’nde Dicle Nehri’nde “Kelek”lerle Sevkiyat (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 6,

Şubat 1331)

395

F.13: Osmanlı Neferleri (Harp Mecmuası Yıl 1, Sayı 3, Kanunısani 1331)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder