GİRİŞ
“On üçüncü
yüzyılın sonlarında Anadolu’nun batı sınır bölgelerinde ortaya çıkan ve bir kaç
nesil sonra, Osmanlı hanedanının yönetimi altında merkezileşmiş ve kendi
bilincinde olan emperyal bir devlete dönüşen, Osman adında birinin önderliğindeki siyasî teşebbüsün büyüleyici gelişimi”1 ve bunun
dünyâ siyâsî ve toplumsal düzenine getirdiği yenilikler ve yaptığı
değişiklikler üzerinde durulmaksızın içinde yaşadığımız dünyâyı anlamlandırmak
pek mümkün olmayacaktır.
“Batı
Türklüğünün en büyük siyâsî ve medenî teşkilâtlanması”2 olan
Osmanlı Devleti, daha kuruluş aşamasında, Edirne’nin fethi, kendisine Balkan ve Sırbistan’ın kapılarını açan
Sırp Sındığı Muhârebesi ve onu takip eden Kosova Zaferi gibi muazzam başarılara
imzâ atmıştır. Devletin, Batı Avrupa tarafından da büyük bir tehlike olarak
kabûl edilmesine yol açan Kosova Savaşı’nın ardından Papa IX. Boniface
(1389-1404) tarafından yapılan çağrı üzerine bir araya gelen Haçlı kuvvetleri
karşısında alınan Niğbolu zaferiyle (1396) yeni bir efsâne doğmuştur: Eyvah! Türkler Geliyor!
Ankara Savaşı (1402) ve sonrasında Yıldırım Bâyezid’in
(1389-1403) ölmesiyle Osmanlı’da baş gösteren taht mücâdeleleri, bu efsanenin
canlı renklerini kısa bir süreliğine soldurmuşsa da, I. Mehmed (1413-1421) kısa
sürede devleti yeniden toparlamış, kaybolan zamânın telâfisini ise oğlu Murad’a
bırakmıştır. II. Murad (1421-1451), dedesi zamanında başlayan İstanbul’un
sistematik olarak kuşatılması denemelerine3 devam etmekle kalmamış,
Makedonya ve Sırbistan’ın büyük bölümünü Osmanlı topraklarına dâhil ederek,
efsânenin yeniden dirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu dönemde Arnavutluk ve
Macaristan’a da düzenlenen seferler, Batılı devletleri, Papa IV.
1 Cemal Kafadar,
İki Cihan Âresinde: Osmanlı
Devletinin Kuruluşu, çev. Ceren Çıkın,
yay. haz. Mehmet Öz, Ankara,
Birleşik, 2010, s. XI.
2 Fahri Unan, “XV ve XVI. Asırlarda İslâm Dünyasında Osmanlı
Gücü”, Türk Yurdu, 23/190, Ankara, Haziran 2003, s. 38.
3 Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru:
16. yüzyılda Almanların Türklerden Korunmak
İçin Yazdığı Dualar, İstanbul, Yeditepe, 2009, s. 19.
Eugene’den (1431-1447) gelen4 çağrıyla, bir kez daha
birleştirmiştir: Türkler Avrupa’dan
atılmalı! Ne var ki Varna ve II.
Kosova savaşları, Türkler’in Avrupa’dan atılmasının hiç de sanıldığı kadar
kolay ve çabuk gerçekleştirilemeyeceğini göstermiştir.
XV. Yüzyılın ikinci yarısına girerken, coğrafya
ilminde büyük ilerleme kaydetmekte olan Avrupa’nın dünyânın geri kalanı
hakkındaki bilgisi “mühim bir dönüşüm”5
geçirmeye ve dolayısıyla denizcilik kaçınılmaz bir gereklilik hâline gelmeye
başlamıştır. Portekizliler Verde Burnu’nu6 bulmuş
ve Afrika’da köle ticâretini
başlatmış, bilimde yaşanan gelişmelere paralel olarak sanatsal çalışmaların da
artmasıyla Floransa İtalyan Rönesansının merkezi hâline gelmiş, Medici Kütüphânesi ve Platon Akademisi
kurulmuş, Jan Gutenberg matbaayı geliştirmiş, İngiltere’de vebaya karşı
karantina uygulanmışken7, gizemli
Osmanlı ülkesinde de Mehmed adında bir çocuk tahta geçmiştir. İleride daha
ziyâde bir fâtih olarak anılacağına
kendisinden başka belki de kimsenin emîn olmadığı II. Mehmed, gazâ ilkesiyle
kendisine bir yol bulmuş olan Osmanlı hedeflerini gerçekleştirmek üzere tahtı
devralmadan önce, daha ziyâde
kendisiyle bütünleşecek olan gelecek ideallerin gerçekleştirilebilmesi için
gereken ortam babası II. Murad tarafından zaten hazırlanmış8,
devletin hayatî önem arz eden kurumlarının kusurları da kesip atılmıştır9.
Artık Konstantinapol alınmalıdır.
Saltanâtının ilk senelerinde genç sultânın bazı iç
meseleler10 sebebiyle
biraz ihtiyatlı davranmak durumunda kalması, Avrupa’da Osmanlı gücünün
zayıflayacağına dâir bir kanaat oluşmasına sebebiyet vermişse de, ataları gibi kendisinin de temel görev olarak kabul ettiği gazâ ilkesinden
4 Coşan, a.g.e., s. 22.
5 David Arnold, The Age of Discovery 1400-1600, New York,
Routledge, 2. Baskı,
2002, s. XI.
6 Atlas Okyanusu’nda, bugün Senegal ve Moritanya açıklarındaki takımadalarda bulunan bir Afrika
ülkesi. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur.
7 Hikmet Yıldırım, Karşılaştırmalı Kronolojik Dünya Tarihi, Ankara,
Maya Akademi, 2007, s.47.
8 Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye:
Osmanlı İmparatorluğu Üzerine
Araştırmalar I, İstanbul, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 105.
9 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası
ve Avrupa 1300-1700, İstanbul, Kitap Yayınevi,
2008, s. 70.
10 Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler
ve Vesîkalar, Ankara,
TTK, 1995, s. 113.
hareket11 eden II. Mehmed, 1453’te Konstantinapol’ü almıştır.
Roma’nın mirasçısı sayıldığından Avrupa’nın büyük saygı duyduğu Bizans
İmparatorluğu’ndan12 İstanbul’u alması onu, İslâm dünyasının bir
numaralı hükümdârı konumuna getirirken, Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısını yol üstünden çekerek, batıya doğru
yapılacak olan fütûhatın önündeki büyük bir engeli bertaraf etmesi de, batı
gözüyle korku ve endişe uyandıran “Yenilmez Türk” imajının bir efsâne olmaktan
çıkıp, adetâ ete kemiğe bürünmesine sebebiyet vermiştir. XIV. yüzyıldan beri
Osmanlı kimliğiyle bütünleştirilen Türklerin13 Batı’ya saldırıp
Hıristiyanlığın egemenliğini yıkacağı korkusunun tetiklenmesiyle14
fetih, dünyânın sonunun gelmesi gibi büyük bir felâket olarak algılanmıştır. Fethin güncesini tutan Nicolo Barbaro’nun
(d.1420- ö.1494) “Türk köpekleri” deyimini kullanması, dönemin bir keşişi
tarafından fethin o zamana kadar yaşanmış ve ondan sonra yaşanacak en kötü olay
olarak nitelenmesi, Danimarka ve Norveç kralının Fâtih’i, Hıristiyan kıyâmet
metinlerinde bahsedilen canavar, Papa V. Nicolaus’un, yine Fâtih’i şeytanın
oğlu addedip, Hıristiyan inanışındaki yedi
başı, yedi tâcı, on boynuzu olup Hıristiyanların kanına susamış ejderha olarak
betimlesi15 ve hâdisenin etkisiyle pek çok ağıtlar yakılmasıyla Bessarion
(d.1403-ö.1472), Francesco Filelfo (d.1398-ö.1481), Flavio Biondo
(d.1392-ö.1463) gibi pek çok hümanistin, insanları Kutsal Savaş’a çağırarak pek
yakında güzel günlerin geleceği kehânetleriyle teselliye çalışmaları16,
felâketin boyutunu göstermiştir. Diğer taraftan İstanbul’un
fethi II. Mehmed’e, kendisini evrensel bir imparatorluğun vârisi olarak görme
hakkı verirken, İstanbul’u da kurmayı hedeflediği bu cihân devletinin
merkezi hâline getirme isteğini açığa
11 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s.109
12 Goffman, a.g.e., s. 28
13 Kemal H. Karpat, “Türkçe Çeviriye Önsöz”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat,
Çev. Mustafa Armağan
vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı,
2006, s. 10.
14 Kemal H. Karpat, “Giriş”,
Osmanlı ve Dünya: Osmanlı
Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa
Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 18.
15 Sina Akşin, “Batı’da Türk İmgesi”, Mülkiye,
cilt 29, sayı 245, Kış 2004, (Erişim) htt://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_rokdownloads&view=file&Itemid=63&id=1020:
batida-tuerk-imgesi-sina-akin, 14 Ocak 2010, s. 2.
16 Carl Göllner, “İstanbul’un Düşüşünden Sonra Haçlı Seferi Planları”, çev. Doğan Gün, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü
Araştırmaları Dergisi, cilt 22, sayı
35, t.y., s. 252.
çıkarmış17, böylece, Türk, İslâm ve Bizans geleneklerinin
bağdaştırılması sûretiyle klâsik Osmanlı pâdişah tipi de onun şahsında
oluşmuştur.
Avrupa’nın genelinde18 geniş bir yankı
uyandıran bu gelişmenin ardından Papa V. Nicolaus (1447-1455), sefere katılacak
olanların tüm günahlarının affolunacağı19 vurgusuyla yayınladığı
haçlı fermanıyla tüm Hıristiyan hükümdârlara çağrıda bulunarak, “deccal” kabûl
ettiği II. Mehmed’e karşı20 birleşilmesi gerektiğini duyurmuştur.
Türklerle iyi ilişkiler içinde bulunmaktansa Haçlı siyâseti uygulamayı tercih
eden21 Avrupalı devletlerin iç meseleleri sebebiyle askerî açıdan
etkin bir dinamizm oluşturulamamakla berâber Avrupa -ya da Christendom22-, “şeytanî
dinleri ve göçebe yaşam biçimleriyle”23 ötekinin sınıfına dâhil
olmaya başlayan bu egzotik ve bilinmeyen yabancıya karşı tabîatıyla büyük bir
merak beslemeye başlamış, bilhassa Batı ve Orta Avrupa’da, doğunun gizemiyle
tuhaf bir cazibe de kazanan Türk tehlikesine ilişkin yazılı eserler, yoğun bir
ilgi ile karşılanmıştır24. Güneydoğudan gelip, yeni bir siyâsi güç
olarak Avrupa’nın karşısına çıkan25 ve Papa II. Pius’nun (1458-1464)
ifâdesiyle Hıristiyanları sadece yabancı ülkelerde değil, kendi toprakları olan
Avrupa’da da vurmaya başlayan bu “barbar”26 ve “öcü Türk”27 devleti,
çoktan “Yenilmez Türk”28
17 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s.110.
18 İsmail Hakkı
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan
Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Ankara, TTK, 9. Baskı, 2006, s. 4.
19 Nejat Göyünç,
“Osmanlı Devleti Hakkında: Kuruluşunun 700. Yılı Münasebetiyle”, Cogito:
Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 87.
20 Coşan, Türklerden
Koru, s. 100-101.
21 Robert Schwoebel, “Coexistence, Conversion and the Crusade
Against the Turks”,
Studies in Renaissance, sayı 12, 1965, s. 172.
22 “Hıristiyan âlemi” olarak Türkçeleştirilebilecek olan “Christendom”
kavramının yerini, ilerleyen senelerde ortaya çıkacak olan “Avrupa” kavramı
alacaktır. Bu konuda bkz. M. E. Yapp, “Europe in the Turkish Mirror”,
Past & Present: The Cultural and Political Construction of Europe, sayı 137,
Kasım 1992.
23 Goffman, a.g.e., s. 5
24 Carl Göllner,
“XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türklere Dair Matbuat”, çev. Doğan Gün, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi
Tarih Araştırmaları Dergisi, cilt 23, sayı 36, 2004,
s. 263.
25 Nejat Göyünç,
“16. Yüzyılda Avrupa’da
Türklerle İlgili Yayınlar”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 313
26 W. R. Jones, “The Image of the Barbarian
in Medieval Europe”,
Comparative Studies
in Society and History,
cilt 13, sayı 4, Ekim 1971, s. 392.
27 William H. McNeill, “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, haz. Kemal Karpat, İstanbul,
Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 57.
imajını benimsemiş, Anadolu’da Karaman’ı ve Candarlı Beyliği’ni ilhâk
etmiş, ülkenin kuzey sınırını ise Balkanlar’da Tuna’ya dayandırarak dünyânın
gördüğü en büyük siyâsî yapılar arasında29 yer almaya başlamıştır. 1480’de de cihân imparatorluğu hedefi doğrultusunda
biraz acele de olsa30 Roma üzerine yürümek amacıyla31
Otranto’ya asker çıkarmıştır.
1481’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek anlamda
kurusucu olan32 Fâtih Sultan Mehmed’in ölmesiyle tahta geçen II.
Bâyezid dönemi, daha önceki fetihlerin pekiştirildiği, I. Selim ve Süleyman zamanında
gerçekleşecek fetihlerin altyapısının hazırlandığı bir dönemdir33.
Cem hâdisesi sebebiyle Memlûklere açılan savaştan bir netîce alınamaması II.
Bâyezid’in orduda modernleşmeye giderek ateşli silahlara ağırlık vermesine
sebep olmuştur. Dönemin en çarpıcı gelişmesi, ilerleyen senelerde önemi daha
fazla belirginleşecek olan denizcilikle ilgilidir. Fâtih zamanında Mora ve
Arnavutluk’un ilhâkıyla Osmanlı, o sırada Akdeniz’de en güçlü donanmaya sâhip
olan Venedik’le doğrudan karşı karşıya gelmiş, ancak denizlerdeki tecrübesi
karada sâhip olduğu kadar yeterli olmayan devlet, savaşmaktan kaçınmıştır. Ne var ki II. Bâyezid
döneminde Osmanlı donanması, Venedik’in elindeki Modon, Koron ve İnebahtı’yı alabilecek kadar
mühim bir gelişme göstermiş, daha Fâtih döneminde adet bakımından Akdeniz’deki
en geniş donanmaya sahip olan Osmanlı34, Venedik donanmasıyla eşit
düzeye gelerek35, açık denizlerde de söz sâhibi olabileceğini
ispatlamıştır. Artık Avrupalı güçler, Osmanlı gücünün yadsınamayacağı
gerçeğinin idrâkine varırken, kararlı bir şekilde oyuna
dâhil olan bu yeni oyuncu
da, Avrupa
28 Erhan Afyoncu,
“Avrupalılar’ın Günahlarının Cezası”,
Osmanlı’nın Hayaleti, İstanbul, Yeditepe,
2005, s. 53.
29 Mehmet Genç, “İdeal
‘Osmanlı’ Yok: Açıkoturum”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı
19,
İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 233.
30 İlber Ortaylı,
“Fatih Sultan Mehmed
ve Otranto Seferi”,
Üç Kıtada Osmanlılar, İstanbul, Timaş, 2007, s. 21.
31 Ortaylı, “a.g.m.”, s. 19.
32 Halil İnalcık,
Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul,
YKY, 4. Baskı,
2004, s. 34.
33 İnalcık, a.g.e., s. 38.
34 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 202.
35 Colin Imber,
Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 57.
siyâsetinde rol almaya başlayarak36, bir anlamda gücünü
tescilletmiştir. II. Bâyezid’in vefâtının ardından Osmanlı’ya kalan bir büyük
miras da, I. Selim olacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu için XVI. yüzyılın,
Fernand Braudel’in ifâdesiyle “Türklerin Çağı” olmasının
kapısını aralamada, imparatorluğun her bakımdan kurucusu olan37 II.
Mehmed’in Fâtih sıfatıyla etkisi ne kadar büyükse, I. Selim’in de o kapıyı
ardına kadar açacak şerâitin oluşmasını sağlamadaki etkisi yadsınamaz bir gerçektir.
I. Selim (1512-1520), Suriye ve Mısır’ı topraklarına katıp, o dönemde Doğu ve
Batı arasındaki “ticârî ve teknolojik
alışverişin en hareketli”38 bölgesi olan Doğu Akdeniz’de Osmanlı
denetimini sağlamayı ve dolayısıyla Doğu ve Güney’deki tehlikeleri ortadan
kaldırmayı başararak, oğlu Süleyman’ın saltanât döneminin bir Altın Çağ olabilmesi için gereken
elverişli zemîni hazırlamıştır. Bunların yanı sıra, XV. yüzyıl ortalarından
başlayıp XVII. yüzyılın ilk bir kaç senesine kadar sürecek olan savaş teknolojisindeki
“önüne geçilmez bir hızla gerçekleşen
değişimin”39 varlığını göz ardı etmeyerek Avrupa’ya karşı sadece
kara savaşıyla mücâdele
edilemeyeceğini fark ederek denizciliğe yatırım yapması ve arazi, nüfus ve
bütçe açısından dönemin Avrupalı devletlerinden fark edilir derecede üstün bir
imparatorluğu, “ortaksız” bir şekilde oğluna bırakmasının olumlu yansımaları,
daha Kânûnî’nin ilk senelerinden hissedilmeye başlanacaktır.
II. Mehmed döneminin atak politikalarına dönüş yapan40
I. Selim, babası döneminde doğuda
yeni ve büyük bir güç olarak ortaya çıkan41 Safevî tehlikesine öncelik tanımış, bu sâyede yine babasının iç
siyâseti - tımarların, savaşçı gâziler yerine merkezî güçlerle iyi ilişkiler içinde
36 İnalcık, Klâsik Çağ,
s. 36.
37 Halil İnalcık,
“Osmanlı Tarihi Üzerine
Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorular”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, 2005, s. 199.
38 Halil İnalcık,
“Türkiye ve Avrupa:Dün Bugün”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, 2005, s. 225.
39 John F. Guilmartin, “Ideology
and Conflict: The Wars of the Ottoman
Empire 1453-1606”, Journal
of Interdisciplinary History, cilt 18, sayı 4, Bahar 1988, s. 733.
40 Guilmartin, “a.g.m.”, s.
739.
41 Taner Timur, Osmanlı Toplumsal
Düzeni, Ankara, İmge, 4. Baskı, 2001, s. 147.
bulunanlara verilmesi gibi- ülke içinde beliren Safevî bağlantılı
toplumsal kaos havasını42 da dağıtmıştır. Bu arada, belki de daha
ziyâde kendi tebaaını Şiîlik anlayışı altında
birleştiren Safevî Devleti’ne bir karşı hamle olarak43 Memlûklerle
girdiği mücâdelenin ardından Mekke ve Medine’yi de Osmanlı bünyesine katmayı
başararak, hem bu kutsal toprakların koruyucusu ve hizmetkârı ünvanını44
almış, hem Müslüman hükümdârların en önemlisi hâline gelmiş45, hem
de devletin uçsuz bucaksız bir itibâr kazanmasını46 sağlamıştır.
İslâmî coğrafyanın genişletilmesi ideolojisini, saltanatın meşrûlaştırılmasını
büyük ölçüde kolaylaştırıcı47 bir etken olarak kabûl eden Osmanlı
Devleti, siyasî anlamda Dârü’l-İslâm ve Dârü’l-Harb olarak ikiye böldüğü48
dünyâda artık yadsınamaz bir güç olurken, XV. yüzyıldan beri var olan Sünnî
İslâm destekçiliği49 ve “kendisini
İslâmın hedeflerine adama ilkesi”50 I. Selim’le berâber Sünnî
İslâm’ın koruyucusu şeklinde resmîleştirilmiş ve daha siyâsî bir boyut
kazanmıştır.
I.
Selim’in saltanâtı sırasında Osmanlı’nın batıdan
ziyâde doğu tarafından tehlikelere marûz kalması51 sebebiyle batının
aldığı rahat nefes, sultânın kısa süren saltanâtı ve akabinde Kanûnî Sultan
Süleyman’ın (1520- 1566) tahta geçmesiyle, verilmeye bile fırsat bulamamıştır.
Osmanlı târihinin en şan‘s’lı hükümdârlarının
başında kuşkusuz Süleyman gelmektedir. Babası zamanında Mekke ve Medîne’nin alınmasıyla sınır devleti
olmaktan çıkıp,
42 Timur, a.g.e., s. 148.
43 Metin Kunt, “Süleyman Dönemine Kadar Devlet ve Sultan: Uç Beyliğinden
Dünya İmparatorluğuna”, Kanuni ve Çağı:
Yeniçağda Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt vd., çev. Sermet
Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 24.
44 Halil İnalcık,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi:
1300-1600, I. cilt, ed.
Halil İnalcık vd., İstanbul, Eren, 2. Baskı, 2004, s. 56.
45 Kunt, “a.g.m.”, s. 24.
46 Guilmartin, “a.g.m.”, s.
740.
47 Suraiya Faroqhi,
Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, çev. Ayşe Berktay, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007, s. 21.
48 Yapp, “a.g.m.”, s. 139.
49 Faroqhi, a.g.e., 60.
50 Albert Hourani,
“Modern Ortadoğu’nun Osmanlı
Geçmişi”, Osmanlı ve Dünya:
Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri,
Haz. Kemal Karpat,
Çev. Mustafa Armağan,
vd., İstanbul, Ufuk Kitap,
5. Baskı, 2006, s. 103.
51 Andrew C.
Hess, “The Ottoman Conquest of Egypt (1517) and the Beginning of the Sixteenth-
Century World War”, International Journal of Middle
East Studies, cilt 4, sayı 1, Ocak 1973, s. 67.
“İslâm halîfeliğine”52
dönüşmüş olan bir imparatorluğun tahtına, “kardeş
cesedi üzerine basmamış”53 olmanın verdiği manevî huzurla, çok
elverişli şartlarda oturmuştur zîrâ. Doğu meselesinin halledilmiş ve batıya
yapılmak istenen kapsamlı seferin gerektirdiği büyük donanmanın altyapısının
hazır olmasından başka, devlet bütçesi, Mısır’ın fethinin de katkısıyla, o
sırada coğrafî keşifler sâyesinde önemli sömürgeler elde etmiş olan
İspanya’nınkinden bile geniş bir hâl almıştır. Manevî ve maddî huzuru tam olan
Süleyman, artık kendisine hazırlanıp sunulmuş yeni bir çağda54 en
kudretli pâdişâh konumunda olacaktır.
Osmanlı târihinin en mühim aşamalarından55
birinde saltanat süren Süleyman döneminde Avrupa, en güçlü meşrûiyyet aracı
Türklere karşı mücâdele vermek56 olan “Habsburgların hegemonyası”57 altındadır. Yeni sultân, klâsik çağı boyunca
kendini birincil olarak İslâmiyetle meşrûlaştıran bir devletin58 pâdişâhı olarak, “taze Osmanlı toprakları olan Suriye ve Mısır”59
dâhilinde meydâna gelen
ve “ülkenin kaynaşık yapısına”60 doğrudan
bir tehdit olarak gördüğü
isyânı bastırmaya öncelik tanımış, ardından yeniden batı siyâsetine hız
kazandırmıştır. Süleyman’ın gözüne
kestirdiği ilk hedefler olan Belgrad ve Rodos, tesâdüfî seçimler değildir.
II. Mehmed 1456’da Belgrad üzerine yürümüş, ancak “etkin Macar direnişi”61 sebebiyle emeline
ulaşamamıştır. II. Mehmed’den sonra II. Bâyezid de, Orta Avrupa’yı kendi
hükümranlığı altında birleştirmek amacıyla Belgrad üzerine62
yürümüşse de, umulan netîce yine elde edilememiştir. I. Selim zamanında
esas tehlikenin
52 İnalcık, Klâsik Çağ,
s. 39.
53 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 307.
54 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.
55 J. Von Hammer,
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I, İstanbul, İlgi Kültür Sanat,
2007, s. 447.
56 Faroqhi, a.g.e., s. 21.
57 Goffman, a.g.e., s. 165
58 Ussama Makdisi,
“Ottoman Orientalism”, The American
Historical Review, cilt 107, sayı 3,
Haziran 2002, s. 773.
59 Caroline Finkel,
“Suleiman”, The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert Cowley vd., New York, Houghton Mifflin
Company, 2001, s. 451.
60 Martin Sicker,
Islamic World in Ascendency: From the Arab Conquests to the Siege of Vienna, Connecticut, Greenwood
Publishing Group, 2000, s. 207.
61 Subhi Labib,
“The Era of Suleyman the Magnificent: Crisis
of Orientation”, International Journal of Middle East Studies, cilt
10, sayı 4, Kasım 1979s. 439.
62 Labib, “a.g.m.”, s. 440.
doğudan gelmiş olması sebebiyle, bazı ufak sınır hâdiseleri gerçekleşmiş olsa da63, batı siyâsetini
agresif kılacak bir durum oluşmamıştır. Ne var ki Süleyman’ın tahta geçmesiyle,
Avusturya ve Macaristan üzerine bir dizi hücûmun64
gerçekleştirileceği bir dönem başlamıştır. Alenî bir şekilde ortaya konma
cesâretinin ancak fâtihleşen Mehmed
tarafından gösterildiği cihân hâkimiyeti idealinin aktif olarak sürdürülmesi
için imkânlar da son derece elverişlidir. Yâni II. Mehmed’in kudretinin değilse de hayâllerinin eriştiği yerleri
fethetme görevi, artık Kânûnî Sultan Süleyman’dadır.
Osmanlı İmparatorluğu Süleyman döneminde, öncekilere
kıyasla çok daha esaslı rakiplerle muhâtap olmak durumunda olsa da, bunların
hepsiyle mücâdele edebilecek bir güce sâhiptir65. Zîrâ zaten Reform
döneminin bölücü etkisine marûz
kalmış olan Avrupa,
siyâsî olarak da V. Charles
(1516-1556) – aynı zamanda I.
Charles olarak İspanya kralı- ve Fransa kralı I. François (1515-1547) arasında
ikiye bölünmüş durumdadır66. Yeni pâdişâh, âdet olduğu üzere
otoritesini resmen sağlamak için ihtiyâcı olan gazâ67 hareketini,
1521 Şubat’ında İstanbul’dan hareket ederek68 başlatmış ve netîcede
Belgrad’ı alarak hem ilk büyük zaferini kazanmış69, hem de batıya
doğru sürdürülecek gazânın70 önündeki büyük bir engeli kaldırmıştır.
Süleyman’ın bundan sonraki hedefi olmakla berâber Akdeniz’de Kıbrıs’tan başka
Hıristiyanların mühim bir üssü konumunda olan Rodos, Saint Jean Şövalyeleri’nin
elindedir ve Akdeniz ticâreti ve
hacıların güvenliği açısından stratejik önemi hâizdir. 1480’de kuşatılmış
olmasına rağmen alınamayan71 adanın
fethi I. Selim’in
Suriye seferi dönüşünde
de gündeme gelmişse
de
63 Yaşar Yücel, Ali Sevim, “Kanunî Sultan
Süleyman Devri”, Türkiye Tarihi II: Osmanlı
Dönemi (1300-1566), Ankara, TTK, 1990, s. 260.
64 Harry Clark,
“The Publication of the Koran in Latin Reformation Dilemma”,
The Sixteenth Century Journal, cilt 15, sayı 1, Bahar 1984, s.
4.
65 Goffman, a.g.e., s. 123.
66 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.
67 Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, çev. Serhat Bayram,
İstanbul, Kapı Yayınları, 2008, s. 392.
68 George Satterfield, “Suleiman”, Berkshire Encyclopedia of World History, IV. Cilt, ed. William
H. McNeill,
Massachusetts, Berkshire Publishing Group, 2005, s. 1794.
69 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.
70 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.
71 Palmira Brummett, “The Overrated Adversary: Rhodes and Ottoman
Naval Power”, The Historical Journal, cilt 36, sayı 3,
Cambridge, Cambridge University Press, 1993, s. 518-519.
saldırıda bulunulmamıştır72. Ancak bilindiği gibi I. Selim,
doğuyu emniyete aldıktan sonra batıya karşı büyük bir sefere çıkmaya
niyetlenmiş, ömrü vefâ etmediğinden bunu gerçekleştirememiştir. Fâtih’in cihân
hâkimiyeti idealini iyiden iyiye benimsemiş olan Kânûnî, dönemin en müstahkem
mevkîsi sayılabilecek73 Rodos’u Aralık 1522’de alarak, Fâtih’in
yapamadığını yapan pâdişâh olmuş74 ve Osmanlı’nın denizlerdeki
emsâlsiz genişlemesinin75 başlayacağı bir dönemi başlatmıştır.
Bu esnâda bazı Avrupalı devletlerin Habsburg
egemenliğine karşı denge sağlayabilecekleri bir destek ihtiyacına girmeleri76,
Osmanlı Devleti’nin dengeleyici bir
güç olarak belirginlik arz etmesini sağlamıştır. Güçlüye karşı zayıfın yanında
yer alma siyâsetini çıkarlarına uygun gören devlet, bu sâyede
“Avrupa devletler sisteminde”77
kendine yer edinmiştir. Rodos’un fethinden sonra karada mı yoksa denizlerde mi
ilerlenmesi gerektiği husûsunu 1525’e kadar netliğe kavuşturamayan78
devletin kararını etkileyen de zaten bahsi geçen sistem içinde elde ettiği
konum olmuştur. Bir yandan Mısır’da patlak veren isyan, diğer yandan büyük bir
deniz gücü hâline gelmiş olan Portekiz’in kutsal topraklara yakınlaşma ihtimâli79
işleri daha da zorlaştırırken, tam bu noktada V. Charles’ın Fransızları Kuzey
İtalya’da80 yenip François’yı esir alması, sultânın kesin bir karar
vermesini sağlamıştır. Zîrâ esir düşen Fransa kralı kurtuluşun yolunu, “İslâm dünyâsının tartışmasız en büyük gücü”81
olan Osmanlı Devleti’nin kapısını çalmakta görmüştür. 1525’in Aralık ayında
gelen82 ve Kânûnî’nin zaten hedefleri dâhilinde bulunan Macaristan
seferini meşrû kılan yardım talebi üzerine harekete geçen Süleyman, 1526
Ağustos
72 Brummett, “a.g.m.”, s. 519.
73 Ziya Nur Aksun, Osmanlı
Tarihi, cilt I, İstanbul, Ötüken,
1994, s. 243.
74 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.
75 Brummett, “The Overrated
Adversary”, s. 517.
76 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 150.
77 İnalcık, a.g.e., s. 151.
78 Andrew C.
Hess, “The Evolution of Ottoman Seaborne Empire in the Age of the Oceanic
Discoveries 1453-1525”, The American
Historical Review, cilt 75, sayı 7, Aralık
1970, s. 1912.
79 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1912-1914.
80 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 151.
81 Geoffrey Woodward, “The Ottomans in Europe”, History Review, sayı 39, Mart 2001, s. 1.
82 Namık Sinan Turan,
“Kanuni’nin Macaristan Siyâseti: Macaristan’da Osmanlı Kültüründen İzler”,
Toplumsal Tarih, sayı 138, Haziran 2005, s. 47.
sonundaki Mohaç Muharebesi’nden bir buçuk83 - iki84
saat içinde gâlip çıkıp, “İkinci
İstanbul”85 yapılmak istenen Budin’i almıştır. “Macar krallığının yıkılışının habercisi”86
olan bu Osmanlı zaferine rağmen Habsburgların bölgede egemenlik kurma87
ideallerinde bir değişiklik olmaması Süleyman’ı, 1529 senesinde ikinci kez88
Macaristan üzerine harekete geçirmiştir. “Fransa’nın
hâmisi”89 konumunda olan büyük gücün pâdişâhı olarak Süleyman,
hem Mohaç zaferinin verdiği cesaretin90 etkisiyle, hem de V.
Charles’a gözdağı vermek amacıyla91, “târihinin en büyük akın hareketini”92 gerçekleştirerek
Viyana’yı kuşatmışsa da, “güçlü Türk
savaş makinesi”93 bu kez teknik yetersizliğin, olumsuz iklim
koşullarının94 ve kararlı bir direnişin95 azizliğine
uğramıştır. 1526’da başlatılan ve netîcesinde Viyana’ya dayanılan96 ancak “Avrupa’nın
kalbine”97 girilemeyen bu seferle pâdişâh hem ilk yenilgisini
almış98, hem de uzun seneler devam edecek olan Osmanlı- Habsburg
mücâdelesinin fitili ateşlenmiştir99.
Kısa sürede târih sahnesinden silineceği kehânetinde
bulunulmuş olan100 bu “alt edilmesi
veya uzak durulması
gereken doğulu yabancılar”101
83 Caroline Finkel,
“Battle of Mohacs”,
The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert Cowley,
Geoffrey Parker, New York, Houghton Mifflin Company, 2001, s.306.
84 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 326.
85 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 154.
86 Kelly DeVries,
“The Lack of a Western European Military Response to the Ottoman Invasions of
Eastern Europe from Nicopolis (1396) to Mohacs (1526)”, The Journal
of Military History, cilt 63, sayı 3,
Temmuz 1999, s. 544.
87 N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 46.
88 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 329.
89 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 151.
90 Labib, “a.g.m.”, s. 444.
91 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 330.
92 Yılmaz Öztuna,
Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2. baskı, 2008,
s. 54.
93 Fernand Braudel,
The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II,
cilt II, Berkeley, University of California Press, 1996, s. 907.
94 N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 47.
95 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.
96 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1914.
97 Lord Kinross,
Osmanlı – İmparatorluğun Yükselişi
ve Çöküşü, çev. Meral Gaspıralı, İstanbul, Altın Kitaplar, 3. baskı, 2009, s. 194.
98 Kinross, a.g.e., s. 190.
99 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.
100 Fernando Fernandez Lanza, “Habsburg-Osmanlı Rekabeti Bağlamında 16.
Yüzyılda İspanya’da Türk İmajı”, çev. Kıvanç Ulusoy,
Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s.
93.
artık Macaristan’a yerleşmiş, Süleyman da dünyâ hâkimiyeti fikrine iyice
ısınmış ve hatta 1532’deki üçüncü Macaristan Seferi öncesinde, batılı
hükümdârlara özgü olup Doğu ve Batı’nın tek siyâsi gücünü simgeleyen102 bir imparatorluk tâcı ile tören kıyafeti siparişi
bile vermiştir103. Ne var ki, Daha ziyâde Alaman Seferi olarak
bilinip Osmanlı târihlerinde Güns ya da Nemçe Seferi104 olarak da
zikredilen bu harekât, Yeniçağın en popüler iki imparatorunun, son nefeslerine
kadar sürecek olan netîcesiz mücâdelelerinden105 biri olmuş,
Süleyman, doğuya gerçekleştirmesi gereken sefer için, batıdan gelen ateşkes106
teklifini kabûl etmiştir. Bununla berâber aynı sene içinde Osmanlı ve Habsburg
mücâdelesini Akdeniz’e taşıyan gelişmeler de yaşanmıştır zîrâ Süleyman’ın 1533-36
arasındaki İran Seferi’ni fırsat bilen V. Charles Koron, Patras ve İnebahtı’yı
ele geçirmiştir107. Bu gelişme Osmanlı sultânını, Venedik’le
işbirliği içinde olan108 V. Charles’a karşı bir müttefik ihtiyâcına109 düşürmüş ve en uygun
namzet olan Fransa’yla diplomatik ilişkiler geliştirilmiştir110. Bir
zamanlar, dinî taassuptan ötürü topraklarında Fâtih’in oğlu Cem’i bile
istemeyen Fransa111, Hıristiyan dünyâsında “skandal”112 etkisi yaratacak anlaşmaya 1535’te imzâ
atarak, torun Süleyman zamanında Osmanlı’nın tabiî müttefîki hâline gelmiştir.
XV. yüzyılın sonuna doğru gelişmeye başlayan okyanus
gemiciliği113 netîcesinde XVI. yüzyıl dünyâsında Akdeniz,
büyük mücâdelelerin odak
101 Timothy Hampton, “Turkish
Dogs: Rabelais, Erasmus
and the Rhetoric
of Alterity”,
Representations, sayı 41, Kış 1993, s. 61.
102 Özlem Kumrular, “Köpekler ve Domuzlar
Savaşında Kanuni’nin Batı Siyasetinin Bir İzdüşümü
Olarak Türk İmajı”, Dünyada Türk İmgesi,
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 124.
103 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 155.
104 Yılmaz Öztuna,
Osmanlı Devleti Tarihi I: Siyasî Tarih, İstanbul, Ötüken, 2006, s. 148.
105 Kumrular, “a.g.m.”, s.
109.
106 Imber, Osmanlı
İmparatorluğu, s. 65.
107 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 370.
108 Ann Williams, “Akdeniz Çatışması”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda
Osmanlı Dünyası, ed. Metin
Kunt, Christine Woodhead, çev. Sermet Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2002, s. 44.
109 Imber, Osmanlı
İmparatorluğu, s. 66.
110 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 157.
111 Nicolas Vatin, “Soylu Misafir
Cem Sultan”, Popüler Tarih, sayı 74, Ekim 2006, s.33.
112 Alain Servainte, “Batılıların Gözünde Türk İmajının
Geçirdiği Değişimler”, Dünyada Türk
İmgesi, İstanbul,
Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 64.
113 Richard Harding, “Deniz Savaşları 1453-1815”, çev. Yavuz Alogan, Top, Tüfek ve Süngü- Yeniçağda Savaş
Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black,
çev. Yavuz Alogan,
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2003, s. 107.
noktası olmuştur114 ancak dönemin Hıristiyan güçleri
denizcilikte oldukça ilerlemiş115 olmasına rağmen Batı116
ve Orta Akdeniz’de hâkimiyet kurmaya117
çalışan Osmanlı, deniz mücâdelelerinde aynı oranda tecrübeli değildir118.
Koron ve İnebahtı’nın V. Charles’ın eli geçmesi Süleyman’ı, deniz kuvvetlerinin
de takviye edilmesine yönlendirmiş119 ve pâdişâh, uzunca bir süredir
üzerinde düşündüğü işi gerçekleştirilerek120 1534’te121
muhteşem ekibine122 kaptân-ı deryâlık tevcîh edilen123
Barbaros Hayreddin Paşa’yı katarak, hem kendisini Hakanü’l Bahreyn mertebesine, hem de Osmanlı denizciliğini
uluslararası boyuta124 taşıyacak bir dönemi başlatmıştır. Denizlerde
hâkimiyet kurmanın öneminin farkında olan125 Barbaros’un donanma
gücünün başına getirilmesiyle, Osmanlı-Habsburg mücâdelesinin merkezi,
Sicilya’ya olan yakınlığı sebebiyle126 stratejik önemi hâiz olan
Tunus olmuştur127. Müslümanları bir daha geri gelmemecesine
Avrupa’dan sürmeye128 ve Reconquista’yı tamamlamak için Batı
Akdeniz’i bir İspanyol gölü hâline getirmeye olan kararlılık129 ile
Roma idealini gerçekleştirme çabası arasında süren mücâdele, V. Charles ve
Süleyman’ı 1538 senesinde Preveze’de karşı karşıya getirmiştir. Bahsi geçen
senede Osmanlı Devleti bir taraftan Boğdan, diğer taraftan Hind seferiyle
meşgûlken, Papalık donanmasının130 Osmanlı’ya âit bir deniz üssü
olan Preveze’ye131 saldırması
114 Erhan Afyoncu,
“Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü: Prof. Dr. İdris Bostan’la
Röportaj”, Popüler Tarih, sayı 60, Ağustos 2005,
s. 57.
115 Afyoncu, “a.g.m.”, s. 55.
116 Labib, “a.g.m.”, s. 444.
117 Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.
118 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 371.
119 Kinross, a.g.e., s. 213.
120 Jean-Louis Belachemi, Barbaros Kardeşler, çev. Nihan Önol,
İstanbul, Milliyet Yayınları, 1995,
s. 215.
121 Öztuna, Kanuni, s. 70.
122 Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri I, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1998,
s. 18.
123 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 372.
124 Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.
125 André Clot, Muhteşem Süleyman:
Osmanlı’nın Altın Çağı,
çev. Turhan Ilgaz,
İstanbul, Epsilon,
5. baskı, 2005, s. 98.
126 Öztuna, Osmanlı Devleti
Tarihi I, s. 160.
127 İdris Bostan, “Simancas
Arşivi’ndeki Osmanlı-Belgelerle Kanuni’nin Akdeniz Politikası”,
Toplumsal Tarih, sayı 137, Mayıs 2005, s. 86.
128 Clot, a.g.e., s. 94.
129 Clot, a.g.e., s. 40.
130 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 376.
üzerine Barbaros da Adalar Denizi’ne açılmıştır132. 25 Eylül
1538’de133 kazanan tarafın Akdeniz hâkimiyetini meşrû kılacak olan
çarpışmalar netîcesinde Osmanlı Devleti, Akdeniz’e mührünü vurmuştur. Avrupalı
devletler, “Preveze felâketinin”134 ardından
bir daha ancak İnbehatı’da birleşik bir kuvvetle Osmanlı’yla
karşılaşmayı135 göze alacaklardır.
Dünyâ hâkimiyeti konusundaki iddialarını gemileri
yakmışçasına sürdüren yüzyılın iki büyük hükümdârı arasında yaklaşık otuz sene
süren mücâdeleler, Osmanlı
Sultânı’nın üstünlerin üstünü olduğunu
resmîleştiren,
V. Charles’ı ise sadece İspanya
Kralı konumuna düşüren 1547 İstanbul Muâhedesi ile sona ermiş136,
Osmanlı Devleti de böylece varlığının şâhit olabileceği en yüksek zirveye
çıkmıştır. Süleyman bundan sonra da siyâsi konumunu, “diplomatik bir devrim”137 yaratan müttefiklik
ilişkisinin yardımıyla ve Reform hareketinin Avrupa’da yarattığı bölünmüşlüğü
kendi emellerine hizmet edecek şekilde körüklemek138 sûretiyle,
denge siyâsetinin nimetlerinden olabildiğince faydalanmaya çalışacaktır. Dünyâ
siyâsetine yön veren bu büyük devlet, onu cihân hâkimiyetine götüreceğini
sandığı sistemin de yardımıyla, uzunca bir süre “bulunduğu bölgenin barış ve
siyâsî birlik içinde yaşamasını sağlamış ender imparatorluklardan biri”139
olacaksa da, yüzyılın ikinci yarısı beklenmedik gelişmelere sahne olacaktır.
XVI. yüzyılın ilk yarısını muazzam bir özgüvenle tamamlamış olan Osmanlı
Devleti aynı yüzyılın ikinci yarısında, gerek içte ve gerekse dışta meydâna
gelen değişimlerle, devletin bundan sonraki gidişâtında belirleyici rol
oynayacak bir takım antagonik etkilere marûz kalacak, bu etkilerin askerî
131 Aksun, a.g.e., s. 287.
132 Aksun, a.g.e., s. 286-287.
133 Kâtip Çelebi,
Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere
Armağan: Tuhfetü’l-Kibâr Fî Esfâri’l-
Bihâr, haz. Seda Çakmakcıoğlu, Çetin Sarı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi,
2007, s. 72.
134 Clot, a.g.e., s. 106.
135 İdris Bostan,
Osmanlılar ve Deniz: Deniz
Politikaları, Teşkilat, Gemiler, İstanbul, Küre
Yayınları, 2007, s. 21.
136 Öztuna, Kanuni, s. 64-65.
137 Franklin L. Baumer, “England, The Turk and The Common
Corps of Christendom”, The American Historical
Review, cilt 50, sayı 1, Ekim 1944, s. 27.
138 İlber Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, İstanbul,
Timaş, 3. baskı, 2008, s.
81.
139 Arnold J. Toynbee, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti
ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan
vd., Ufuk Kitap, 5. Baskı,
2006, s. 34.
alandaki en belirgin netîceleri de Malta ve İnebahtı yenilgileri
olacaktır. Bu sebeple çalışmamızın birinci bölümünde, Osmanlı Devleti için bir
dönüm noktası olarak addettiğimiz XVI. yüzyılın ikinci yarısı genel hatlarıyla
ele alınacak ve bahsi geçen iki yenilginin denizlerde yaşanmış olması hasebiyle
kuruluş devrinden ilgili zaman dilimine kadar Osmanlı denizciliğinden
bahsedilecektir. Yine aynı bölümde, Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı da ayrı
başlıklar hâlinde çağdaş kaynaklardan faydalanılarak ele alınacak, böylelikle,
XVI. ve XVII. yüzyıl târihçilerinin iki yenilgiyi ne şekilde ele aldıklarının
incelenmesinden önce, bahsi geçen dönem ve savaşların, genel manzaradaki yeri
belirginleştirilmeye çalışılacaktır.
Çalışmamızın ikinci bölümü, Osmanlı târih yazıcılığının
gelişimine ve Malta ve İnebahtı yenilgilerinin Selânikî, Âlî, Peçevî,
Hasan Beyzâde ve Kâtip
Çelebi tarafından eserlerine nasıl yansıtıldığına ayrılmıştır. Bahsi geçen
târihçilerden Selânikî ve Âlî, doğrudan Malta ve İnebahtı yenilgilerinin yaşandığı
ancak Kânûnî döneminin görkemli Osmanlılık algısının hüküm sürdüğü döneme
şahâdet etmiş olmaları, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi ise, yaşanan iki
büyük yenilgiye, yaşadıkları çalkantılı zaman dilimi göz önünde bulundurularak, yakın geçmişin bakış açısı hakkında
fikir verebilecek olmaları hasebiyle çalışmamıza dâhil edilmişlerdir.
16
BİRİNCİ BÖLÜM
16 |
XVI. YÜZYILIN
İKİNCİ YARISI VE AKDENİZ’DEKİ BÜYÜK YENİLGİLER
1.1. XVI. YÜZYILIN
İKİNCİ YARISINDA OSMANLI
DEVLETİ
Osmanlı Devleti’nin en büyük ve hızlı büyüme
gösterdiği dönemin140 son ayağı olan ve aynı zamanda Osmanlı
târihinin “birinci klâsik döneminin”141
kapanışını temsîl eden XVI. yüzyılın ikinci yarısı, devletin geleceği açısından
da bir dönüm noktası olarak addedilebilir. XVI. yüzyıl karmaşasının baş verme
aşamasını, Kânûnî idâresinde genel olarak sonsuz bir özgüvenle, siyâsi bakımdan
zirvede geçiren, gücü Avrupa’nın kalbine kadar dayanmış ve Akdeniz’in hemen
hemen tümüne hâkim142 olan, neredeyse tüm dünyada muazzam bir
itibâra143 sâhip olan Osmanlı Devleti, yüzyılın ikinci yarısına
girerken âdetâ Herman Hesse’in Damien isimli eserinde bahsi geçen,
içinde hem iyiliği, hem de kötülüğü barındıran ve Tanrı ile yeryüzü
arasında habercilik görevi
yapan bir tanrıcık
olan Abraxas’ı gibidir.
Osmanlı’nın o dönemde en güçlü rakîbi olan Habsburglarla 1547’de yapılan
İstanbul Muâhedesi’nin verdiği rahatlık, tam da yüzyılın ikinci yarısına
girilmişken Ferdinand’la Macaristan üzerine bitmek bilmeyen mücâdelelerin
yeniden baş göstermesi, Fransa’ya yeni bir deniz yardımının gönderilmesi ve
İran’daki taht kavgalarının Osmanlı’yı da içine çekmesiyle144 müzmin
doğu sorununun patlak vermesi gibi sebeplerle, yerini sancılı bir hareketliliğe
bırakmıştır. 1555 senesindeki Amasya Muâhedesi ile aralıklı olarak otuz yedi
sene sürecek olan İran savaşları 1576’da yeniden gündeme gelinceye kadar sona
erdirilmiştir145 ancak bu kez de, önüne ancak 1561’de Bâyezid’in
öldürülmesiyle geçilebilecek olan, şehzâde mücâdeleleri baş göstermiştir. Bu
esnâda uzun seneler boyunca dünya hâkimiyetinde Süleyman’la başa baş
140 Guilmartin, “a.g.m.”, s. 725.
141 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 196.
142 Clot, a.g.e., s. 151.
143 Kinross, a.g.e., s. 252.
144 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 359.
145 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 361.
mücâdele veren V. Charles, mezhep
hürriyetini teminât altına alan146 1555 Augsburg Barışı’nın147
ardından tahttan çekilmiş ve 1558’de ölmüştür, ancak Habsburgların Akdeniz
üzerindeki iddiası canlılığını korumuştur. Macaristan hâlen problemli bir
bölgedir. 1562 senesinde Orta Macaristan’ın Osmanlı’ya âit olduğu ve Erdel’in
de yine Osmanlı vesâyeti altında kalmaya devam edeceği bir anlaşmaya
varılmıştır ancak o sırada Ferdinand’ın ölerek yerine Maksimilyan’ın geçmesi, işleri
yeniden içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Bunlardan başka bilhassa sultânın,
Hürrem başta olmak üzere ikinci ve üçüncü şahısların etkisi altına girdiği,
ancak yine de aklî melekeleri yerinde olarak kararlar aldığı148
ihtiyârlık çağında, gerek şehzâde mücâdeleleri dolayısıyla yaşanan hazin
hâdiseler karşısında sergilediği tutum, gerekse sefersiz geçen uzun seneler,
halk arasında ve bazı “sufî çevrelerde” sultâna
karşı büyük hoşnutsuzluk doğmasına sebebiyet vermiş, üstelik tüm bunlara bir
de, aşağıda detaylı olarak bahsedileceği gibi, beklenmedik Malta hezîmeti
eklenmiştir. “Kızı dindar Mihrimah ile
çevresindeki şeyhler ve din adamlarının”149 da telkinleriyle
büyük askerî başarılarla süslenmiş saltanâtını bu gölgenin karanlığında
noktalamak istemeyen “eski dünyânın en
büyük imparatoru”150 Süleyman, 1566 baharında “bir daha görmemek üzere İstanbul’dan
ayrılarak”151 Zigetvar’a doğru yola çıkmıştır.
Genel kabûle göre Süleyman’ın ölümünden sonra devlet
tüm kurumlarıyla berâber çözülme sürecine girmiş, fetihler azalmaya başlamış
ancak yine de, bilhassa 1570’lerden itibâren genişleme devâm etmiştir. 1571
senesinde yaşanan İnebahtı yenilgisi, Avrupa’da bir süreliğine Türk
tehlikesinin sona ermesi olarak addedilerek kutlamalara vesîle olmuş, hatta
İspanya, Venedik ve Papalık gibi Hıristiyan devletler, doğrudan İstanbul’a
yapılacak bir saldırıyı bile düşünebilmişlerdir152. Ne var ki devlet, bu büyük
146 Öztuna, Kanuni, s. 68.
147 Daniel Philpott,
“The Religious Roots of Modern
International Relations”, World Politics, cilt 52, sayı 2, Ocak
2000, s. 211.
148 Clot, a.g.e., s. 146.
149 Clot, a.g.e., s. 160.
150 Labib, “a.g.m.”,
s. 444.
151 Clot, a.g.e., s. 161.
152 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 47.
yenilginin ardından kısa sürede donanmasını toparlamış ve Avrupa’da kısa
süreliğine de olsa Türkler hakkında değişen kanaat kesinliğini yitirmiştir.
Yüzyılın sonlarına doğru 1593-1606 arasında Avusturya’yla ve 1578-1590 arasında
İran’la uzun süreli ve astarı yüzünden
pahalıya gelen savaşlara girilmesinin, devlet bütçesi ve dolayısıyla ordu
üzerinde menfî etkileri olmuştur. Daha ziyâde kuşatma savaşı mâhiyeti arz eden
Avusturya savaşları sırasında Yanık
(1594), Eğri (1596) ve Kanije (1600) alınmışsa da, Avrupa’nın yenilenmiş etkin savunma sistemleri sebebiyle bunlar kalıcı toprak
kazanımları niteliğinde olmamıştır. Hıristiyan birliklerin ateş gücü üstünlüğünü kesin olarak kanıtlamış olan
Haçova Savaşı (1596), devleti bazı tedbirler almaya sevk etmiş, bu doğrultuda
yeniçeri mevcûdu artırılmış ve sekban denilen silahlı bir piyâde ordusu
oluşturmuştur. Ne var ki, nicelikteki bu artış, nitelikte de aynı oranda bir
düşüş yaşanmasına sebebiyet vermiş ve artan askerin maaşı, devlet bütçesine
ciddî bir yük getirmiştir ki zaten 1592’den itibâren hazîne giderek açık
vermeye başlamıştır.
Giderek “Akdeniz’de, Karadeniz’de ve
Kızıldeniz’de Hıristiyan dünyasının Osmanlı ülkesinin yaşam damarlarına her yerde saldırmasının”153 Osmanlı
ekonomisini büyük oranda baltalamasına paralel olarak Osmanlı toplumsal ve
idârî düzeninde de çözülmelerin başlamasının, devlet üzerinde yıkıcı etkileri
olmuştur. Hızlı nüfûs artışına bağlı olarak artan işsizlik, köyden kente
göçlere sebep olmuştur. Uzun süren Avusturya ve İran savaşları sebebiyle asker
sayısını artırmak durumunda kalan devlet, bu yeni kent nüfûsunu paralı asker
olarak orduda istihdâm etmiş ancak barış zamanlarında açıkta kalan paralı
askerler, ülkenin dört bir yanında eşkıyalığa başlamıştır154. Yine
bunun gibi timarları saraylıların eline geçen ya da değerden düşen sipâhilerle,
Osmanlı genişlemesinin yavaşlamasına ve hatta durmasına paralel olarak akıncı
örgütlenmesinin kalkmasıyla gönüllü askerliğe yazılıp enerjilerini yapıcı bir yöne kanalize
edemeyen genç köylüler, dinî zümrenin imtiyâzlarından
faydalanabilmek amacıyla medreselere akın etmeye ve gerek kırsal alanda, gerekse kentlerde yağmacılık yapmaya
153 İnalcık, a.g.e., s. 51.
154 İnalcık, Ekonomik
ve Sosyal Tarih, s. 59.
başlamışlardır155. Devletin bel kemiğini teşkîl eden kul ve
timar sistemlerinden başka II. Selim
döneminden itibâren saray çehresinin değişmeye başlaması, pâdişâhın otoritesini
azaltmıştır. Bu ve buna benzer çeşitli gelişmeler, sınırları dışındaki
etkinliğini kaybetmekte olan devletin, kendi içinden de çürümesine sebebiyet
vermiştir.
Rusların da belirleyici bir güç olarak yükselişe geçtiği
sırada İran da bir
taraftan ordusunu ateşli silâhlarla donatıp, bir taraftan da Osmanlı’ya karşı
Ruslar ve Batılı devletlerle ittifâk arayışına girmiştir. Teknik ve ekonomik
gelişmeye paralel olarak Batı’da değişmeye başlayan güçler dengesi Doğu ve Kuzey’de de kendini göstermiş ve bu
durum, Osmanlı’nın bölgedeki etkisinin giderek azalmasına sebebiyet vermiştir.
İnebahtı sonrasında Akdeniz’deki hâkimiyetini de koruyamayan Osmanlı Devleti’nin
bu duruma paralel olarak Kuzey Afrika’daki kontrolü de zayıflamaya başlamış,
Trablusgarp, Tunus ve Cezâyir gibi mühim merkezler “korsan yuvalarına”156 dönüşmüştür. Yüzyılın sonlarına
doğru İngiltere ve Hollanda gemileri de Akdeniz’de boy göstermeye başlamış,
Amerika’dan gelen ucuz mallar dünyâ ekonomisinin seyrini değiştirmiş ve
Avrupa’nın merkantilist para politikası Osmanlı mâliyesini çökertmiştir157.
Bundan sonra da yaşanan siyâsî, ekonomik, teknolojik, toplumsal vb. pek çok
değişimle berâber devlet giderek bölgesel bir imparatorluk konumuna düşecek ve
sâhip olduğu alanın bütünlüğünü gerek içte, gerekse dışta güçlükle savunabilir
hâle gelecektir.
Kısaca, XVI. yüzyılın ikinci yarısında dünyâ, “Osmanlı Devleti’nin ve dolayısıyla
“İslâm’ın... üstünlüklerinin yıkılması,... yaşamsal sektörlerinin çalışmasının
bozulup çözülmeleri gibi üstü kapalı ve hâlâ çözülmemiş”158
sorunlara şâhit olmuştur. Yeniçağ’ın bu en güçlü devleti, Kânûnî saltanâtının
son senelerinden itibâren yavaş yavaş çözülme sürecine girmiş, bununla
eşzamanlı olarak, bilhassa dünyâ iktisâdının Avrupa merkezli bir hâl
155 İnalcık, Ekonomik
ve Sosyal Tarih, s. 58.
156 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 48.
157 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 42.
158 Fernand Braudel, “Akdeniz:
Sonuç”, Tarih ve Tarihçi:
Annales Okulu İzinde, haz. Ali Boratav,
İstanbul, Kırmızı,
2007, s. 177.
alması159 ve zaten çoktandır merkeze alınmaya başlanan
denizciliğin artan etkisiyle Batı ise, hızlı bir ilerleme kaydetmeye
başlamıştır. Bu denge değişimi, dünyâyı pek çok bakımdan etkileyecektir.
1.1.1.
Malta ve İnebahtı
Yolunda Osmanlı Deniz Gücü
Osmanlı Devleti, bir kara devleti olarak târih
sahnesine çıkmıştır. Ancak kuruluş
döneminden itibaren denizlere de büyük
önem atfetmiştir. XIV. yüzyılın ilk yarısından itibâren
Anadolu’nun batısında kurulmuş olan beyliklerin katkısıyla Ege adaları ciddî
Türkmen akınlarına marûz kalmış ve Hıristiyan kuvvetler Türklere karşı savunma
birlikleri kurma ihtiyâcına düşmüştür160. 1347-1348 senelerinde
Karesi Beyliği’nin Osmanlı sınırlarına dâhil olmasının ardından, daha Orhan Bey
zamanında bir donanmaya sâhip olmanın kaçınılmaz olduğu idrâk edilmiştir161.
1354’te Gelibolu’nun fethedilmesiyle, Karesi Beyliği’nin ilhâkıyla başlayan
Osmanlı denizciliği mühim bir yol kat etmiş ve Rumeli’ye geçiş sürecinde
Gelibolu, “denizlere çıkışın ilk hareket
noktası”162 olmuştur. Dönemin güçlü denizci devletleri Venedik
ve Ceneviz’e karşı ilk ciddî girişimleri başlatan Yıldırım Bâyezid döneminde,
boğaz güvenliğini sağlayan Gelibolu’da bir tersâne inşa edilmesinden ve donanma
oluşturma çalışmalarının başlatılmasından başka, boğazların da Türk denetiminde
olduğu ilân edilmiştir163.
İstanbul’un fethinden itibâren başlayıp Kânûnî Sultân
Süleyman’ın ölümüne kadar süren klâsik çağında devlet, daha ziyâde Balkanlar ve
Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmeye çalışmış, jeopolitik konumu, iktisâdî
kaynakları ve “bunların devletin
hedeflerine hizmet etmek için seferber
159 Patrick Karl O’brien, Atlas of World History:
Concise Edition, NY, Oxfor University Press, 2002, s. 132.
160 Halil İnalcık, “Batı Anadolu’da Gâzî Beylikler, Bizans
ve Haçlılar”, Osmanlılar: Fütûhat,
İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, İstanbul, Timaş, 2010, s. 18.
161 İdris Bostan, “Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği”, Osmanlı Denizciliği: Beylikten
İmparatorluğa, İstanbul, Kitap,
3. Baskı, 2008, s. 14.
162 Bostan, “a.g.m.”, s. 15.
163 Bostan, “a.g.m.”, s. 15.
edilmesini mümkün kılan merkez ve
taşra yönetimi sâyesinde”164 dünyânın en kudretli siyâsî gücü hâline gelmiştir. II. Mehmed 1453’te
İstanbul’u fethettiği sıralarda, savaş teknolojisinde köklü -XVI. yüzyılın
ikinci yarısında Osmanlı gücünü de büyük oranda olumsuz olarak etkileyecek olan165-
değişikliklere yol açacak gelişmelere paralel olarak denizcilik büyük bir önem
arz etmeye başlamıştır. İnalcık’ın belirttiği gibi166, nasıl ki
İstanbul’a sahip olan tüm devletler
öncelikle Karadeniz’e yönelmişse, Constantinapol’ü ele geçiren II. Mehmed de
öncelikle Karadeniz’e yönelmiş, Amasra, Sinop, Trabzon Rum İmparatorluğu, Kırım
ve Kefe’yi Osmanlı topraklarına katmış, böylece Karadeniz’in bir Türk gölü
hâline gelmesinin yolu açılmıştır167. Bu dönemde Mora’nın
alınmasıyla Osmanlı, denizlerde yüksek tecrübe sâhibi olan Venedik’le doğrudan
karşı karşıya gelmiş, devletin batı yönünde ilerlemesini sağlayacak bazı adalar
ele geçirilmiş ve nihâyet 1480’de Otranto kuşatılmıştır168. Artık efsâtı arasına “sultân-ı berr u bahr”ı169 da eklemiş olan
II. Mehmed’le berâber, Osmanlı Devleti’nin bir deniz imparatorluğu
olmasının önü açılmıştır170. Ancak her ne kadar Otranto ve Rodos
seferleri Osmanlı’nın Akdeniz’deki gücünün giderek etkinleştiğini göstermişse
de, Osmanlı denizciliği henüz Osmanlı idealinin içini doldurabilecek nitelikte
değildir. Ayrıca bahsi geçen dönemde coğrafî keşiflerin de etkisiyle batı
denizciliği de giderek ilerlemeye başlamıştır.
II.
Bayezid devri, Fatih devrinde geliştirilen Osmanlı
denizciliğinin devamı niteliğindedir. Kili ve Akkirman’ın alınmasıyla (1484) İstanbul
ve Doğu Avrupa arasındaki
ticârete hâkim olunduğu gibi, meydâna gelen bazı gelişmeler, başta lojistik
destek olmak üzere, Osmanlı denizciliğindeki zaafiyetlerin fark edilmesini de
sağlamıştır. Bu bağlamda bilhassa Venedik’in
164 Gabor Agoston,
“Avrupa’da Osmanlı Savaşları
1453-1826”, Top, Tüfek ve Süngü: Yeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, ed.
Jeremy Black, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap, 2003, s. 128.
165 Guilmartin, “a.g.m.”, s.
733.
166 Bostan, “Osmanlı
Denizciliği”, s. 18. Halil İnalcık’ın bu görüşü için bkz. Halil İnalcık, “The Question of the Black Sea under the
Ottomans”, Archeion Pontou, 1979, s.
74-89.
167 Bostan, “a.g.m.”, s. 18.
168 Christon I. Archer v.d., World History of Warfare, Nebraska, University of Nebraska
Press, 2002, s. 256.
169 “Kara ve denizlerin sultânı” anlamınadır.
170 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 18.
elinde olan ve II. Mehmed’in Rodos ve İtalya seferlerinde de zaafiyet
yaratan Magosa limanının devlet açısından taşıdığı önem de ortaya çıkmıştır.
İhtiyaçlar hâsıl oldukça ortaya çıkan bu eksikliklerin kapatılması amacıyla bu
dönemde 150 farklı tipte 300’den fazla gemiden oluşan bir Osmanlı donanması
meydâna getirilmiştir171. Böylece II. Bâyezid saltanâtında Osmanlı donanması nicelik olarak o dönemde
Akdeniz’deki en mühim güç olan Venedik’in donanmasından üstün bir konuma
erişmişse de devlet, alanında uzman ve tecrübeli denizcilerden yoksundur172.
Bu açığın kapatılabilmesi için sultânın dâveti üzerine Kemal Reis, Burak Reis
ve Pirî Reis gibi pek çok mühim denizci Osmanlı hizmetine alınmış, devletin
denizlerdeki ilerlemesi için mühim bir aşama daha kaydedilmiştir173.
Bundan başka Venedik, Ceneviz ve İspanya gibi denizcilikte ileri devletlerin
teknolojileri takip edilmeye başlanmasıyla, Osmanlı gemi inşa teknikleri de
geliştirilmiş ve artık devlet, “Akdeniz’deki
hâkimiyet mücâdelesinde varlığını göstermeye”174 başlamıştır. Bu
sâyededir ki, İbn Haldun’un XIV. yüzyılda, Müslümanların gelecekte
Hıristiyanlara karşı atağa geçip denizlerdeki hâkimiyeti ele geçireceklerine
dâir savunduğu düşünce bundan sonra gerçekleşmeye başlayacaktır175.
Osmanlı Devleti’nin giderek genişleyen sınırlarının
ve dolayısıyla denetim altına alınan ticâret yollarının emniyeti açısından
gerek Akdeniz’de, gerekse Kızıldeniz’de sürdürülen mücâdeleler, denizciliğin
gelişimini zorunlu kılmıştır. Bu doğrultuda I. Selim, Haliç tersânesini Galata’dan
Kağıthâne’ye kadar genişletmiş, İbn Kemal’in belirttiğine göre 300 gemi
yapımına uygun kapasitede bir tersâne meydana getirmiş, 1515’te ise I. Selim
400 gemiden oluşan bir donanmaya sâhip olmuştur176. 1499-1502
arasındaki Osmanlı- Venedik savaşlarının ardından İnebahtı, Modon, Koron ve
Navarin’in ele geçirilmesiyle Venedik’in elinde bulunan ticâret yollarının Türkler’e
171 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.
172 Bostan, “Osmanlı
Denizciliği”, s. 22.
173 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1905.
174 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 22.
175 Palmira Brummett,
Ottoman Seapower and Levantine
Diplomacy in The Age of Discovery,
Albany, State University Press, 1994, s. 89.
176 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 26.
devrolduğu sırada bahsi geçen iki devletten başka sadece Rodos
şövalyelerinin Akdeniz’de düzenli filoları vardır177. II. Bâyezid
dönemindeki gelişmelerle Osmanlı deniz gücünün Kuzey Afrika’ya doğru
ilerlemesinin kapısının açıldığı sıralarda178, yeni bir gemi tipi
olan karavellerle Hindistan’ın batı kıyılarına ve Kızıldeniz’e ulaşan Portekiz
tehdîdi sebebiyle Memlûk Devleti’nin Osmanlı’dan yardım talep etmesiyle
başlayan süreç, Safevî tehlikesi ve kutsal topraklar faktörünün de eklenmesiyle
farklı bir boyut kazanmış, nihâyetinde Mısır’ın fethedilmesi, dünyânın en
zengin ticâret yollarını Osmanlı denetimine sokmuştur. I. Selim’in kısa ancak
verimli saltânâtıyla elde edilen bu kazanımlar, Süleyman’ın “dünyâ çapında fetih planlarını”179
beslemiştir.
1521’de Belgrad’ı alan Süleyman, hemen ertesi sene, “Memluk sultanlığı toprakları Osmanlı
ülkesine katılınca, ol diyarın seçkin mallarını tahtkentine taşımak için deniz
yollarının açık ve güven içinde bulunması, saltanatın görkemi gereği ve de en
uygun bir önlem olmağın”180 demek sûretiyle Hoca Sa’deddin başta
olmak üzere Osmanlı târihçilerinin bilhassa hacıların ve Kutsal Topraklar’ın
güvenliği ve istihbarât açısından önemini vurguladıkları181 Rodos
seferini başlatmıştır. Bu arada vezîr-i azâm İbrahim Paşa, Sultân Süleyman’a,
giriş kısmında Portekiz’in Kutsal Topraklar’a yakınlaşmasının göz ardı
edilemiyeceğinin vurgulandığı Kitab’ı
Bahriye’nin, içerisinde Yeni Dünya ve Hint Okyanusu’na yapılacak
seyahatlerle, ticârî faaliyetlerle ve Portekiz deniz teknolojisiyle ilgili
detaylı bilgiler içeren yeni düzenlemesini sunmuş, bunun üzerine pâdişâh Selman
Reis’ten, Hint Okyanusu’ndaki Portekiz ve Osmanlı deniz gücü ve hedefleri
hakkında detaylı bilgi istemiştir182. Hess’in detaylı incelemesinden
öğrendiğimiz kadarıyla Selman Reis, Yemen’deki tarım arazilerinden ve ticârî
alışverişten sağlanabilecek vergilerin üzerinde
durmuş ve devletin,
Kızıl Deniz ve Hint
177 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.
178 Archer, World History
of Warfare, s. 257.
179 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.
180 Hoca Sadettin
Efendi, Tacü’t-Tevarih IV, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 3. Baskı, 1999, s. 352.
181 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1912.
182 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1914.
Okyanusu’na ağırlık vermesinin doğru olacağını bildirmiştir. Ancak o
sırada devletin siyâsî hedefi daha ziyâde Akdeniz ve Macaristan üzerine
olduğundan, Portekiz’le açık denizlerde bir mücâdele içine girmek uygun
görülmemiştir. Nihâyet yeni bir kara seferi başlatan Süleyman, 1526’da “köhne Macar feodal ordusunu”183 Mohaç’ta
büyük bir yenilgiye uğratmıştır. İktisâden sırtını daha ziyâde tarım
arazilerinde dayandırmış olan Osmanlı Devleti böylece karadan sağlanan
avantajları denizlerden sağlanması muhtemel
avantajlara değişmemiş, Portekiz ise, kısa bir süre sonra teknolojik ve ekonomik olarak Batı’yı
üstün konuma getirecek olan denizcilikte bir süreliğine daha rakipsiz olarak
ilerlemeye devam etmiştir.
Osmanlı Devleti, I. François ile V. Charles arasındaki
çekişmenin de etkisiyle mühim siyâsî değişimlerin yaşandığı bu dönemde
vazgeçilmez bir denge unsuru olarak Avrupa devletler sisteminde mühim bir
konuma gelmiştir. Habsburg yayılmacılığına karşı Osmanlı’yla yakın ilişkiler
içine giren Fransa, 1531’den itibâren
Süleyman’ı, İtalya’ya bir harekât
düzenlemesi yönünde teşvîk etmeye başlamıştır184. Reconquista idealini gerçekleştirme
peşinde olan V. Charles’ın Andrea Doria idâresindeki donanmasının Moron’u ele
geçirdiği sıralarda Süleyman da tüm deniz gücünü Barbaros Hayreddin Paşa’ya
emânet etmiştir. Barbaros’un Osmanlı hizmetine girmesi, Osmanlı denizciliği
açısından bir başka dönüm noktasını teşkîl etmiştir. Denizlerde hâkimiyet
kurmanın öneminin farkında olan185 Barbaros görevine başlar başlamaz
bir kaç ay içinde büyük bir donanma oluşturarak186, 1534
Mayıs’ındaki ilk seferini Tunus187 üzerine yapmıştır. Türkler eline
geçmesi Sicilya’yı doğrudan tehlikeye düşüreceğinden, Akdeniz mücâdelesinin
merkezi bundan sonra Tunus olmuştur. V. Charles’ın donanması ertesi sene
Tunus’u geri almışsa da, 1538’de Barbaros, ateşli silâhlarla donatılmış askerle yüklü kadırgalardan oluşan donanmasıyla188 Haçlıları
Preveze’de
183 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 139.
184 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 41.
185 Clot, a.g.e., s. 98.
186 Clot, a.g.e., s. 98.
187 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 372.
188 Archer, World History of Warfare, s. 257.
büyük bir yenilgiye uğratarak, Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in “tartışmasız hâkimi”189
konumuna yükseltmiştir. 1541’de V. Charles’ın altmış beş kadırga, dört yüz elli
ikmâl gemisi, on iki bin denizci ve yirmi dört bin askerden190
müteşekkil donanması Cezâyir’e saldırdığında, sadece altı bin askeri bulunan
Barbaros’a hava şartları dolayısıyla Hıristiyan donanmasında bulunan barutun
ıslanması191 yardım etmiştir. 1546 senesinde Basra’nın alınmasıyla
İran körfezine ve Hint Okyanusu’na açılma imkânının ve o bölgeden geçen tüm
ticâret yollarının elde edilmiş olmasına rağmen Portekiz’in yeni denizcilik
teknolojisinin benimsenmeyip “demode” bir denizcilik anlayışında ısrar edilmesi
sebebiyle, Hess’e göre, teknolojik ve ekonomik anlamda Hıristiyanların elde
etmeye başladığı üstünlük, ilerleyen senelerde Avrupalı küçük devletlerin geniş
İslâm ülkeleri üzerinde siyâsî ağırlık kazanmalarına sebep olacaktır192.
Süleyman döneminde devletin
en büyük avantajlarından biri, rakîplerin
aksine silah ve mühimmat imâlâtı
için, barut tozu, demir, kereste gibi gereken
hammaddelerin devletin muazzam genişlikteki topraklarından karşılanabiliyor
olmasıdır. (Hatta bu sebepledir ki İnebahtı Savaşı’ndan kısa bir süre sonra
devletin yeni bir donanma meydana getirmesi üzerine Hıristiyan askerî uzmanlar,
Osmanlı topraklarındaki ormanların yakılmasını gündeme getirecektir.) Ayrıca askerlerin maaşlarının
karşılanmasında da her hangi bir sıkıntı çekilmemektedir. Tüm bunlar, Osmanlı
ordusunu dönemin en güçlü ordularından biri hâline getirmiştir. Ancak daha önce
değinildiği gibi okyanus gemiciliğinin keşfiyle inşâ edilen manevra kabiliyeti
yüksek gemilerle XV. yüzyıl ortalarında Portekiz’in Hint Okyanusu’na ve Afrika
kıyılarına, İspanya’nın ise Amerika’ya ulaşması, denizcilik ufkunu genişletmiş
ve hâsıl olan ihtiyaçlar karşısında gemicilik büyük aşamalar katetmiş, savunma
sistemleri başta olmak üzere denizcilikte mühim ilerlemeler kaydedilmiştir.
Bunun yanı sıra kara savaşında uygulanan savunma sistemlerinin de
189 İnalcık, Klâsik Çağ,
s. 41.
190 Archer, World History
of Warfare, s. 257.
191 Archer, a.g.e., s. 257.
192 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1915.
yenilenmesi karşısında Macaristan ilerlemesi kilitlenen Osmanlı Devleti
bir de, aşağıda detaylı olarak
incelenecek olan Malta yenilgisini almıştır. Malta muhâsarasında ağır toplarla
mücehhez Osmanlı ordusu, yeni sisteme göre tahkîm edilmiş kaleler, modern topçu
birliği ve arkebüzlerle donatılmış Malta gücü tarafından her seferinde geri
püskürtülmüş, 24.000’e yakın asker, 24 büyük topun yanı sıra çok sayıda küçük
top ve techizâtın193 kaybedilmesinin ardından, geri çekilmekten
başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Bu yenilgiyle başlayan süreç, bir deniz
imparatorluğunu, yenilikten nasîbini almamış bir kadırga gücüyle sürdürmenin
pek de kolay olmayacağını kanıtlamaktan başka, Gelibolu ve İstanbul’un Orta
Akdeniz’e uzaklığı ile Kuzey Afrika’daki denetim yetersizliği gibi sebeplerin
de etkisiyle, deniz teknolojisinin uzak menzilli seferler için uygun olmadığını
göstermeye başlamıştır194. Osmanlı donanması Malta’da eski tip
kaleleri yerle bir etmiş olmasına rağmen, modern Malta askeri tarafından her seferinde geri püskürtülmüştür. Bir önceki
yüzyılda en fazla iki haftalık bir kuşatmanın ardından genellikle net bir
netîcenin alınabilmesine karşılık Malta muhâsarası aylarca sürmüş, bu süre
içerisinde askerler açlık ve pek çok hastalıkla da baş etmek durumunda kalmıştır.
1570’lerden başlayarak ucuz demirden imâl edilen
topların kullanılmaya başlanması, kadırgalarda ateş gücünü yaygınlaştırırken,
bu alanda uzman denizcilerin de önemi artmıştır. Batılı devletlerin geleceğin
denizlerde gizlendiğinin farkına varıp bu konuya gereken özeni göstermeleri ve
deniz faaliyetlerine özel bütçe tahsîs etmeleriyle, denizlerdeki güçler dengesi Batı lehine bir seyir almaya başlamıştır. 1571 senesinde gerçekleşen İnebahtı Savaşı’nın
netîcesinde bu gelişmelerin de büyük etkisi olmuştur. Savaşta, 750 top yüklü
olan 230 civârındaki Osmanlı donanması, 1.815 top yüklü toplamda 200’ün
üzerindeki Haçlı donanmasıyla karşılaşmıştır195. Ayrıca çoğu arkebüz
ve ağır zırhlarla mücehhez 20 ilâ 25.000 Haçlı askerine
193 Christon I. Archer v.d., Dünya Savaş Tarihi, çev. Cem Demirkan,
İstanbul, Tümzamanlar, 2006,
s. 237.
194 Harding, “a.g.m.”, s. 105.
195 Archer, World History of Warfare, s. 258.
karşılık, çoğu zırhsız olan 16.000 Osmanlı kara askerinin sadece
6.000’inde arkebüz vardır, geri kalanı ise hâlen ok ve yayla savaşmaktadır. Hâl
böyleyken Osmanlı Devleti, târihinin en büyük yenilgilerinden birini aldığı
savaş netîcesinde, 30.000’e yakın asker, 200 civârında kadırga, 15.000’e yakın
kürek mahkûmu ve en mühimi bir daha kazanılması mümkün olmayacak yetkin
denizcilerini kaybetmiştir. Müttefik donanmasının uğradığı asker kaybı ise
8.000, yaralı askerlerin sayısı ise 21.000’dir196. Devlet her ne kadar
kısa sürede yeni bir donanma meydâna getirebilmiş ve kendisini toparlamışsa da,
meşhûr Osmanlı târihçilerinden Kemâlpaşazâde’nin de Osmanlı kudretinin kaynağı
olarak gördüğü deniz gücü197 kaybedilmiştir.
XVI. yüzyılın sonlarına doğru, devletlerin dünyâ
siyâset arenasındaki başarıları daha ziyâde teknolojik gelişmeleri ne derece
benimsemiş olmalarıyla doğrudan ilintili hâle gelmiştir. Osmanlı Devleti,
Preveze’de elde ettiği konumu bir daha geri kazanamamacasına kaybederken,
Amerika’dan gelen madenlerle muazzam bir servete kavuşan İspanya’dan başka
İngiltere ve Hollanda da denizcilik sâyesinde büyük atılımlar
gerçekleştirmiştir. Bununla berâber yine de “savaş
masrafları, tahkimât, silahlar, techizât, nakliye ve askerin maaş ve iâşesi en
büyük devletler için bile gerçekten büyük bir sorun”198 olmuştur.
Devletler, sahillerini korumak ve deniz hâkimiyetini sağlamakla görevli donanmanın masraflarını karşılamak için yeni
malî kaynaklar bulmak ve halktan vergi almak zorunda kalmışlardır. Hatta
yukarıda belirtildiği gibi Amerika’dan gelen muazzam zenginliklere rağmen
İspanya, 1557’den XVI. yüzyılın sonuna kadar bir kaç kez iflâsını açıklamış,
Fransa da aynı dönemde iki kez iflâs etmiştir199. 1588’de
İngiltere’nin Hollanda’ya düzenlediği askerî haretkât 23 bin sterlinken,
1597’de 175 bin sterline çıkmış, yüzyılın sonunda İrlanda’nın işgâlinin
mâliyeti ise 2 milyon sterlin olmuştur200. XVI. yüzyılın ikinci
yarısında kalıplaşmış ve artık çoktan
196 İdris Bostan,
“İnebahtı Deniz Savaşı”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 22,
İstanbul, Ali Rıza Baskan Güzel Sanatlar
Matbaası A.Ş., 2000,
s. 288.
197 İnalcık, Ekonomik
ve Sosyal Tarih
I, s. 55
198 Archer, Dünya Savaş Tarihi, s.
230.
199 Archer, a.g.e., s. 231.
200 Archer, a.g.e., s. 231.
geçerliğini kaybetmiş Roma ideali doğrultusunda Anti-Habsburg
ittifaklarına sıkışan Osmanlı’nın askerî performansı, Rhoads Murphey’nin
tespîtine göre; teknolojik ve malî kısıtlamalar, fizikî engeller ve çevresel
kısıtlamalar (sefer sezonu, yiyecek kısıtlaması, ordunun kat ettiği mesafe,
hava koşulları, nakliye) motivasyonla ilgili sınırlar (din, ideoloji, yiyecek,
para, sefer koşulları, mükafat) ve devlet gücünün (asker üzerindeki kontrol)
sınırlarına bağlı olarak düşmüştür201. XVII. yüzyıldan itibâren denizcilikteki gelişmeler mümkün
mertebe takip edilmeye çalışılacaktır ancak yukarıda belirtildiği gibi,
Preveze’de elde edilen konuma bir daha asla ulaşılamayacaktır. Bu sırada Yeni
yüzyılla berâber denizci devletler uzak menzilli uzun seferlere çıkarken Osmanlı
Devleti değişen siyâsî, ekonomik ve toplumsal şartların hâsıl ettiği bir
buhrânın pençesine düşecektir.
1.2.
AKDENİZ HÂKİMİYETİ: SUYA YAZILAN YAZI
XVI. yüzyılın en belirgin iki büyük gücü ve
dolayısıyla birbirlerinin rakîbi olan
Osmanlı Devleti ve Habsburg İmparatorluğu’nun düello alanı olan Akdeniz, bahsi
geçen devletlerin dünyâ hâkimiyeti müddeisi olan hükümdârları açısından büyük
önem taşımıştır. Tabiî olarak burada cereyân eden savaşlar, târihin akışına
doğrudan etki etmiştir. I. Selim döneminde Mısır’ın ele geçirilmesinin ardından
aktive edilmeye başlayan Kuzey Afrika siyâseti, Doğu Akdeniz’deki Müslüman
korsanların Osmanlı hizmetine girmesiyle, devletin sınırlarını Batı Akdeniz’e
doğru genişletme tasarısını da gerçekleştirebilecek koşulları sağlamıştır202.
Osmanlı Devleti’nin, hem Roma idealini gerçekleştirmek203, hem de
Avrupa’daki topraklarının emniyetini sağlamak açısından Akdeniz’e hâkim olması
gerekirken204, Katolik hükümdârlarda zaten hep vâr olagelmiş Kutsal
Topraklar’ı geri alabilme
201 Rhoads Murphey,
Osmanlı’da Ordu ve Savaş
1500-1700, çev. M. Tanju Akad, İstanbul, Homer, 2007, s. 35.
202 Andrew C. Hess, “The Battle of Lepanto and Its Place in Mediterranean History”, Past and
Present, sayı 57, Kasım 1972, s. 57-58.
203 Marcello Maria Marrocco Trischitta, The Knights
of Malta – A Legend Towards the Future,
Roma, Association of the Italian Knights of the Sovereign Military Order of
Malta, 2000, s. 16.
204 Bostan, Osmanlılar
ve Deniz, s. 17.
eğilimine hız kazandıran205 Habsburg imparatoru V. Charles’ın
da benzer sebeplerden ve Reconquista gereği
Akdeniz’i kendi denetimi altında bulundurmaktan başka seçeneği yoktur.
Yüzyılın ikinci yarısına girerken Akdeniz’de üstün
konumda olan Osmanlı Devleti’dir206. Barbaros Hayreddin Paşa artık
yoktur ancak ardında, en az kendisi kadar iyi denizciler bırakmıştır207.
Bundan sonra Osmanlı deniz savaşlarının ön plândaki
ismi olarak karşımıza, bahsi geçen denizcilerden biri ve neredeyse Barbaros kadar ün salmış208 olan
Turgut Reis çıkmaktadır. Turgut Reis, Cerbe adasını üs edindikten sonra hızla bir dizi faaliyete
girişmiş ve 1544’te Kuzey Afrika’nın mühim merkezlerinden biri olan Mehdiye’yi
ele geçirmiştir209. Bu duruma seyirci kalamayacak olan V. Charles,
1550 yazında Andrea Doria komutasında bir donanma göndererek210,
gelişmelere müdâhil olmuştur. Cezâyir’le ilgisi sebebiyle olaylara uzak
kalmayan Osmanlı Devleti, 1551 senesinde Turgut Reis’in donanmasıyla birleşmek
üzere bölgeye bir donanma göndermiş ve bu kuvvet, Akdeniz’de Hıristiyanlar için
bir üs görevi gören Malta adasını muhâsara etmiş, ardından yine Malta
şövalyelerinin elinde bulunan211 ve stratejik olarak Tunus ile Malta
kadar değerli olan Trablus alınmıştır212. Bu gelişme netîcesinde
Turgut Reis Osmanlı hizmetine girmiş213, beylerbeyilik hâline
getirilen Trablus214 ona emânet edilmiştir. Bu sırada, taht
değişikliği yaşayarak II. Philippe’in taç giydiği ve rakîbi Fransa ile 1559’da
Cateau-Cambrésis barışını imzalamış olan İspanya’nın en büyük amaçlarından
biri, Osmanlı tehlikesini olabildiğince Doğu Akdeniz’de tutabilmektir215. Bu sebeple Trablus’un Osmanlı denetimine geçmesi
ve
205 August Bover, “Conflict and Culture in the Mediterranean: Catalonia and the Battle of Lepanto
(1571), Mediterranean World, sayı 17, Tokyo, The Mediterranean Studies
Group Hitotsubashi University, 2004, s. 66.
206 Clot, a.g.e., s. 151.
207 Clot, a.g.e., s. 151.
208 Öztuna, Kanuni, s. 90.
209 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 385.
210 Öztuna, Kanuni, s. 90.
211 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 385.
212 Clot, a.g.e., s. 152.
213 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 386.
214 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 163.
215 Hüseyin Serdar Tabakoğlu, “The Reestablishment of Ottoman-Spanish Relations in 1782”,
Turkish Studies, sayı 2/3, yaz 2007, s. 501.
ardından Türk denizcilerin Batı Akdeniz’deki faaliyetleri üzerine
harekete geçen Papalık, Malta ve İspanya donanmalarından oluşan Haçlı kuvveti216,
1560 senesinde Cerbe adasını işgâl etmiştir. Yılmaz Öztuna’nın “Preveze’den
beri meydâna getirilen en iyi Haçlı Armada”217 olarak tasvîr
ettiği Hıristiyan kuvvetlerin attığı bu adım, Ziya Nur Aksun’un ifâdesiyle “Türk denizcilik târihinin en şanlı
muhârebelerinden biri”218 olan Cerbe Savaşı’nı doğurmuştur.
Mücâdele netîcesinde, Turgut Reis’in büyük katkısıyla219 gâlip gelen
Osmanlı Devleti kesin bir zafer
kazanırken220, Türkler karşısında büyük bir başarı kazanma hevesinde
olan İspanya’nın yeni kralı II. Philippe221 ve diğer Hıristiyan
kuvvetler de Akdeniz’deki en büyük bozgununu yaşamıştır222.
Piyâle Paşa komutasında
Cerbe seferine iştirâk eden bir tersâne kâtibi olup, sefer boyunca görüp
işittiği hâdiseleri kaleme alan Zekeriyyazâde, Cerbe kalesinin en az Rodos
kadar müstahkem olduğuna vurgu yapıp, savaşın kazanılmasını Tanrı lütfûna bağlayarak, Hendek
Savaşı’yla benzerlik kurmuştur223. Zaferin büyüklüğünü, “Bu sonu sevinç olandan daha şaşılacak ve bu
insanın içine ferahlık veren menkıbelerden daha ferahlık verici bir rivâyet ve
gönülden pas silen bir hikâyet, denizlerde gezen râvîlerin ve adalardaki
şehirleri dolaşan kara askerlerinin dillerine destân olmamıştır.”224
ifâdesini kullanan yazar, Hıristiyanların yaşadığı üzüntüyü de “Kolu kanadı kırılmış ve hâlleri perişan
kâfir gemilerinin bu savaşta kurtulanları Malta Adası’na varıp geçtiler. Bu
yasları dolayısıyla tentelerini ve sancaklarını, dinleri gibi karalara
boyadılar. Mesine Adası’na geçip geldiklerinde, o adanın küçükleri ve
büyükleri, erkekleri ve kadınları yalılara inip saçlarını başlarını yoldular.
Yakalarını yırtıp feryat ederek ve nâra vurarak tırnaklarıyla yüzlerini
yırttılar. Gemilerdeki kâfirler
ise bunlardan daha ileri gittiler.
İki yandan
216 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.
217 Öztuna, Kanuni, s. 95.
218 Aksun, a.g.e., s. 326.
219 Kinross, a.g.e., s. 242.
220 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.
221 Clot, a.g.e., s. 153.
222 Kinross, a.g.e., s. 242.
223 Zekeriyyazâde, Ferah (Cerbe
Fetihnâmesi), haz. Orhan
Şaik Gökyay, Ankara,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s. 55.
224 Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97.
cehennem deresindekilerin
seslerinin yankısını andırır ah dumanları göklere erişti. İşbu yasın ağlayıp
inlemeleri kiliselerinde çalınan orgların sesleri gibi ciğerlerini deldi. Her
biri saralı ve mecnun gibi topraklara bulanıp öylesine acılar çekmişler, bir
zaman sessiz sadasız ölümün tadını tatmış gibi yatıp kalmışlar.”225 şeklinde
kağıda dökmüştür. O sıralarda Avusturya elçisi olarak İstanbul’da bulunan Ogier
Ghislain de Busbecq, “tatsız”226
olarak yorumladığı zaferin haberi İstanbul’a ulaştığında, büyük bir coşku
yaşandığını belirtmiş ve coşkunun Türkler’de yarattığı özgüveni şu cümleyle
dile getirmiştir: “Kendi yiğitliklerini
göklere çıkarıp bizim korkaklığımızı aşağılamaktan hiç yorulmadılar”227. Bununla berâber mağlup tarafın
savunusunu da etraflıca yapan elçinin dikkat çektiği bir diğer husûs da,
Hıristiyanlar’ı büyük bir kedere
sürükleyen böylesine büyük bir zafere rağmen, Osmanlı pâdişâhının içinde
bulunduğu sükûnet olmuştur. Busbecq’e göre Süleyman zaferle hiç ilgilenmemiş,
en ufak bir heyecan duymamıştır228. Bunun sebebi, uzun saltanâtı
boyunca pek çok muazzam hâdiseler yaşamış olması mı ya da o sıralarda taht için
yaşanan mücâdelelerin verdiği keder229 midir bilinmez, ancak şöyle
bir gerçek vardır ki, Osmanlı, bir daha asla 1560’daki kadar denizler hâkimi
olamayacak230 ve “Yenilmez Türk” imajını yine denizlerde kaybedecektir.
1.3. ÇANLAR MALTA İÇİN ÇALIYOR
Cerbe zaferinin ardından, kaptân-ı deryâ Piyâle Paşa
komutasında Osmanlı donanması Batı Akdeniz akınlarının boyutlarını genişletme
fırsatı bulmuş231 ve devlet,
tüm dikkatini Akdeniz’e
toplamaya başlamıştır232. Avrupa ise genel olarak, Türkler’in yeni bir harekât başlatacağı söylentileriyle,
225 Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97-98.
226 Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, çev. Derin Türkömer,
İstanbul, Doğan Kitap,
2005,
s. 117.
227 Busbecq, a.g.e., s. 118.
228 Busbecq, a.g.e., s. 120.
229 Clot, a.g.e., s. 155.
230 Clot, a.g.e., s. 155.
231 Imber, Osmanlı
İmparatorluğu, s. 76.
232 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 164.
tedirgin bir bekleme sürecine girmiştir233. Malta’nın hedef
hâline gelme ihtimâli, İspanyollar için göze alınamayacak bir durumdur. Zîrâ
Doğu Akdeniz’den Batı Akdeniz’e geçişi denetleyen234 adanın
kaybedilmesi hâlinde, Sicilya ve
Napoli bölgesinin Osmanlı tehdîdine maruz kalacağı âşikârdır235.
Osmanlı Devleti için de Malta’nın alınması, Akdeniz’in tümüne hâkim olmanın
kapısını açmakla236 birlikte, Hıristiyanların bölgedeki bu önemli üssünün yok edilmesini de sağlamış
olacaktır. Hıristiyan dünyâsının 1519’dan bu yana yaşadığı en korkunç deniz
yenilgisi olan237 Cerbe sonrası kurduğu etkin istihbarât ve sabotaj
teşkilâtı238 sâyesinde, tam zamanını kestirememekle berâber
Türkler’in kısa sürede yeniden harekete geçmekte gecikmeyeceğini düşünen II.
Philippe, deniz ve kara kuvvetlerini takviyeye başlamıştır239.
Rodos’un Türkler tarafından ele geçirilmesinin
ardından, Süleyman’ın burada kalmakta ya da gitmekte serbest bıraktığı240
Saint Jean Şövalyeleri, 1523 senesinin ilk günlerinde Osmanlı gemilerine
binerek Kandiye’ye doğru241, yeni bir vatan bulmak ümidiyle242
yola çıkmışlardır. Venedik’e bağlı olan Girit adasında bulunan bu yerde de uzun
süre kalmayan şövalyeler, Papalık’a bağlı Viterbo’ya yerleştirilmişlerdir243.
Ne var ki şövalyeler daha ziyâde denizlerde faaliyet gösterdiklerinden ve
Viterbo da bir kara şehri olduğundan244, burada da yerleşik bir
düzen kuramamışlardır. Nihâyet V. Charles, Trablusgarp’ın muhâfazasını da sağlayabilmek amacıyla245, kendi
233 Clot, a.g.e., s. 155.
234 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 76.
235 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 389.
236 Kinross, a.g.e., s. 242.
237 Tony Rothman, “The Great Siege
of Malta”, History Today, cilt 57, sayı 1, Ocak 2007, s. 14.
238 Emilio Sola, “Cervantes Döneminde Magripli, Mürtet ve İspanyol Gizli Ajanları”, çev. Paulino
Toledo, OTAM, sayı 4, Ankara, Ocak
1993, s. 688.
239 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 501.
240 Şerafettin Turan, Rodos’un
Zaptından Malta Muhasarasına – Kanunî Armağanı
1970’den ayrıbasım, Ankara, TTK, 1970, s. 68.
241 Ş. Turan, a.g.e., s. 70.
242 Ş. Turan, a.g.e., s. 72.
243 Ş. Turan,
a.g.e., s. 72-73.
244 Ş. Turan, a.g.e., s. 73.
245 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 388.
mülkü dâhilinde bulunan Malta adasını 1530’da246 Saint Jean
Şövalyeleri’ne tahsîs etmiştir. Zamanla ada, korsanlık faaliyetleri netîcesinde
ele geçirilen Müslümanlardan oluşan bir esir kampı247 hâline
gelmiştir. Cerbe zaferinin ardından, Akdeniz’deki fetih ufku daha da genişlemiş
olan ve İtalya düşünü muhafaza eden248 Osmanlı’nın Malta için
harekete geçmesi artık kaçınılmaz olmuştur.
Papa, kendi aralarında tabiî husûmetlerini yaşayan
Hıristiyan güçleri Türkler’e karşı harekete geçirebilmek için kendi
tabîîliğinde, “kutsal ve resmî teşvik”249
görevini yerine getirirken, Osmanlı Devleti de yapılacak yeni sefer için 1564
senesinden 1565 baharına kadar250 o zamana kadar görülmemiş
büyüklükte251, “devâsâ”252
bir donanma meydana getirmiştir. Bu süre içerisinde iki tarafın Akdeniz’de
karşılıklı ufak taciz saldırıları da devam etmiştir253. 1564
sonlarına doğru II. Philippe’in donanmasının, Endülüs’ün karşı kıyısında
bulunan Velez’i ele geçirmesi, büyük bir sevinç yaratmış, bu zaferin haberinin
her tarafa yayılması sağlanmış ve hatta bu hâdiseden yola çıkarak, Osmanlı
deniz gücünün artık eski üstünlüğünün kalmadığı kanısına varılmıştır254.
Süleyman ise Malta’nın alınmasının, artık hiç olmazsa devletin güvenliği açısından
gerektiğinin bilincindedir. Zîrâ adada yerleşik bulunan şövalyeler, korsanlık
faaliyetleri sebebiyle büyük zarara sebep olmuşlardır. 1889-1901 arasında Roma
Katolik Kilisesi’ne bağlı olarak İstanbul patrikliği yapan Sanminiatelli
Zabarella’dan naklen Şerafettin Turan’ın belirttiği üzere, Cerbe’den Malta
muhâsarasına kadar geçen süre boyunca elliye yakın Türk gemisi, ada
korsanlarının saldırısına uğramıştır255. Bu gemiler arasında
Müslüman hacıları taşıyanlar da yer almaktadır256. Pâdişâhın kızı Mihrimâh
246 Ş. Turan,
a.g.e., s. 73.
247 Bostan, Osmanlılar
ve Deniz, s. 22.
248 Trischitta, a.g.e., s. 16.
249 Trischitta, a.g.e., s. 16.
250 Helen Vella Bonavita, “Key to Christendom: The 1565 siege of Malta,
Its Histories and Their Use in Reformation Polemic”, The Sixteenth Century Journal, cilt 33,
sayı 4, kış 2002, s. 1021.
251 Trischitta, a.g.e., s. 16.
252 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1021.
253 Clot, a.g.e., s. 155.
254 Clot, a.g.e., s. 156.
255 Ş. Turan, a.g.e., s. 78.
256 Bostan, Osmanlılar
ve Deniz, s. 22.
sultan da, bilhassa hacılara
yönelik bu tür davranışlardan duyduğu rahatsızlığı257 ve adanın
fetholunması durumunda, Peygamber’in övgüsüne mazhâr olunacağını258,
bu sebeple fethin kutsal bir vazîfe olduğunu259 dile getirerek,
Süleyman’ın kararında etkili olmaya çalışmıştır260. Harem için261
çeşitli eşyâ getiren bir Türk gemisine Malta korsanlarınca el konulması üzerine262
Osmanlı Devleti, harekete geçme kararı almıştır.
1565 Mayıs’ında Osmanlı donanmasının Malta önlerine
gelmesiyle berâber263, Hıristiyan dünyâsının tedirgin bekleyişi de
nihâyet bulmuştur. Yaklaşık dört ay süren mücâdele, kaynaklar arasında ihtilaf
olmaksızın, son derece kanlı geçmiştir. Hıristiyan dünyâsı için Malta’nın
savunulmasına dinî bir ehemmiyet atfedilmiştir. Kinross, Şövalyelerin büyük
üstâdı ve Süleyman’ın akranı olup, vaktiyle Rodos savunmasında da hazır bulunan
Jean de La Valette’in, muhâsara öncesinde askerlerine şöyle bir konuşma
yaptığını yazar: “Bugün dinimiz
tehlikede, bugün İncil,
Kur’an’a yenik düşecek ya da düşmeyecek. Tanrı şimdi
bizden görevimiz gereği ona vakfettiğimiz hayatlarımızı bizden istiyor.
Hayatlarını feda edecekler Tanrı’nın sevgili
kulları olacaktır”264. Katolik ünvanı ile anılan II.
Philippe ise, Akdeniz’de Haç’ın
hâkimiyetini265 sağlamak amacındadır. Osmanlı açısından da Malta’nın
alınması, o taraftan Müslüman hacılara gelen ziyânın ortadan kaldırılması
bakımından, İslâmiyet’i temsîl eden en büyük güç olması266 hasebiyle
göz ardı edilemeyecek bir gerekçedir. Ancak yine de din kozunun aktif bir
şekilde ortaya sürülmesi, Hıristiyan kuvvetlerle kıyaslanabilecek düzeyde
değildir kanaatindeyiz. Zîrâ Osmanlı Devleti’nin doğuda İran’la ve batıda
Venedik, Fransa, Avusturya ve Portekiz gibi güçlerle mûtedil bir ilişki içinde olmaması
hâlinde, yalnızca dinî temelden kalkış
yaparak bu denli
257 Clot, a.g.e., s. 156.
258 Lamartine, a.g.e., s. 462.
259 Aksun, a.g.e., s. 328.
260 Kinross, a.g.e., s. 242.
261 Clot, a.g.e., s. 156.
262 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 388.
263 Bonavita, “a,g,m,”, s. 1021.
264 Kinross, a,g,e,, s. 243.
265 Ş. Turan, a.g.e., s. 76.
266 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.
büyük çaplı bir mücâdelenin içine atılması pek de mümkün olmayacaktır.
Buna karşılık 1565’te Hıristiyan güçler arasında ise tabîî gerginlikler devâm
etmektedir. Fransa ve İspanya arasında anlaşmaya varılmış da olsa Fransa,
Osmanlı ile dostâne ilişkileri sürdürme niyetinde olmuştur267.
Venedik ise ticâri menfaatlerinden
ötürü Türklerle barış içinde olmayı uygun görmekle kalmamış, muhâsara sırasında
Osmanlı askerine gönderilecek zahire için kira
karşılığında bir gemisini tahsîs etmiş ve pâyitahtla sefer serdârı arasındaki haberleşmede yardım sağlamıştır268. Dolayısıyla esâsen Hıristiyan
dünyâsı da kendisini Osmanlı ile böylesine büyük bir mücâdelenin ortasına
atabilecek mutlak bir güvenden yoksundur. Savaş kaçınılmaz bir hâl alınca, o
güvenin içini doldurmada din unsuruna dramatik bir yoğunlukta rol verilmiştir.
Malta mücâdeledesinde iki tarafın askerî gücü hakkında
kaynakların verdiği sayılar arasında farklılıklar269 olmakla
birlikte, muhâsaraya şahâdet etmiş olan M. Pietro’dan ve mühimme kayıtlarından
hareketle, konuyu en teferruatlı şekilde ele alan Turan, muhâsaraya katılan
Osmanlı donanmasını 237 parça270 olarak vermiştir. Aynı ihtilâf, Osmanlı’nın asker sayısı
için de geçerlidir271. Turan’ın buna dâir verdiği
sayı ise 30-36.000’dir272. Buna benzer
olarak, Osmanlı’ya nispeten düşük olan Hıristiyan tarafın asker sayısı
husûsunda da kesin bir ittifak yoktur. Ancak dikkate şâyan bir tutum olarak,
yerli kaynakların bir kısmında bu durum fark edilir şekilde üstün körü
geçilirken, yabancı kaynaklarda da gerek yer yer satır aralarından anlaşılacak bir üslûpla, yer yer de özellikle üstünde
durulmak kaydıyla,
267 Ş. Turan, a.g.e., s. 80.
268 Ş. Turan, a.g.e, s. 81.
269 Aksun’a göre 227 (Aksun, a.g.e.,
s. 329), Clot’ya göre 200 (Clot, a.g.e.,
s. 156), Kâtip Çelebi’ye göre 150 (Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 100), Selânikî’ye göre 300 parçadan eksik (Selânikî
Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî
I, haz. Mehmet
İpşirli, Ankara, TTK, 1999, s. 6), Solakzâde’ye göre 300 (Solakzâde Mehmed Hemdemî, Solak-zâde
Tarihi, haz. Vahid Çabuk, Ankara,
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989,
s. 294), Rothman’a
göre 200 (Rothman, “The Great Siege
of Malta”, s. 12), Öztuna’ya
göre 177 (Öztuna, Kanuni, s. 100), Uzunçarşılı’ya göre
300 (Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/I,
s. 389).
270 Ş. Turan, a.g.e., s. 86.
271 Aksun’a göre 30.000 (Aksun, a.g.e.,
s. 329), Bonavita’ya göre 28-38.000 (Bonavita, “a.g.m.”, s. 1021), Clot’ya
göre 29-30.000 (Clot,
a.g.e., s. 156), Öztuna’ya göre 29.000 (Öztuna,
Kanuni, s. 100),
Rothman’a göre 40.000 (Rothman, “The Great Siege of Malta”, s. 12).
272 Ş. Turan,
a.g.e., s. 87.
taraflar arasındaki Osmanlı lehine olan kuvvet dengesizliğine vurgu yapılmıştır. Buna fırsat verense elbette
savaşın netîcesidir.
Malta için verilen mücâdelede, kuvvet bakımından
Osmanlı Devleti’nin üstünlüğü, yukarıda detaylandırıldığı gibi kesindir. Ne var
ki 11 Eylül 1565, Osmanlı için öngörülemeyecek ölçüde bir hezîmetin yaşandığı
gün olarak târihe geçmiştir. Braudel’in dediği gibi “Akdeniz’i doğu ve batı olarak ikiye ayıran bir sınır bölgesi konumunda
olan Malta”273 için verilen mücâdele netîcesinde oluşan bu
gerçek, kadırga savaşının sınırlarını274 göstermek dışında, Ranke’ye
göre “Hıristiyanların Preveze’den sonra
bir daha asla açık deniz savaşına cüret edemeyeceğini düşünen Türklerin”275
“muhteşem” pâdişâhının artık denizlerde yenilmez olmadığını276
ortaya çıkarmıştır. Bu, Hıristiyan dünyâsı için sonsuz övgüye lâyık bir başarı
olarak telakkî edilmiş, yaklaşık yüz senedir Türklere karşı alınan tek kesin
zaferin mimarları olan şövalyeler adetâ kahramanlaştırılmıştır277.
Zîrâ onlar bir görüşe göre, İslâm ordusunu yenerek, üstün Osmanlı gücünü de
küçük düşürmeyi başarmışlardır278. Tabîî olarak Hıristiyan dünyâsı
için bu zafer, şenliklerle kutlanacak, üzerine şiirler, methiyeler yazılacak
bir sevinç kaynağı olmuştur. Hâdiseden yaklaşık iki yüz sene sonra bile
Voltaire, “Hiç birşey Malta kuşatması
kadar meşhur değildir”279 diyecektir.
En az Rodos kadar müstahkem olmasına rağmen kuşatma
boyunca yapılan top atışları sebebiyle harâbeye dönmüş olan adanın yeniden imâr
edilmesine, II. Philippe’in telkini ve desteğiyle280 büyük özen
gösterilmiş, ada281, Türkler karşısında Hıristiyanlığın kazandığı zaferin bir anıtı
273 Brian W. Blouet, “The Impact of Armed Conflict
on the Rural Settlement Pattern
of Malta (A.D. 1400-1800)”, Transactions of the Institute of British Geographers, New Series,
cilt 3, sayı 3, Settlement and Conflict in the Mediterranean World, 1978, s.
367.
274 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.
275 Edwarde Barton
& Edwin Pears,
“The Spanish Armada and the Ottoman Porte”,
The English Historical Review, cilt 8, sayı 31, Temmuz 1893, s.
441.
276 Clot, a.g.e., s. 158.
277 Rothman, “a.g.m.”, s. 12.
278 Trischitta, a.g.e., s. 20.
279 Rothman, “a.g.m.”, s. 12.
280 Ş. Turan,
a.g.e., s. 104.
281 Sicilya’ya 100, Tunus’a 300 km. uzaklıkta
olan Malta, bir büyük (Malta)
ve dört küçük (Gozo,
Comino, Cominotto ve Filfola) adadan
müteşekkildir. Toplam yüzölçümü 316 kilometrekare olan
sayılmıştır. Büyük üstâdın isminin verildiği yeni şehir La Valette, bugün
de adanın merkezidir282. La Valette’in savunmadaki rolünün
efsânevîleştirilmesindeki en büyük etken, tahmin
edilen zamandan önce karşı
karşıya kalınan Türk tehlikesinin sebep olduğu korku ve panik hâli283
karşısında, o dönemin târihçilerinden Viperano tarafından “doğuştan korkak ve savaşmaya alışkın olmayan”284 olarak
nitelenen yerli halk üzerinde sağladığı kontrol285 olmuştur. La
Valette bu doğrultuda bilhassa dinî öğelere ağırlık vermiş, bir târihçi
tarafından “kâfir köpekler” olarak
bahsedilen Türklere karşı yine aynı
târihçi tarafından “çok dindar ve iyi
Katolikler”286 olarak ifâde edilen Maltalılara, daha evvel marûz
kalınan tehditlerden de ilâhî mucizeler sâyesinde kurtuldukları inancı verilip287
hislerine hitâp edilmek sûretiyle, korkularını yenmeleri sağlanmıştır288.
Malta savunması ve La Valette’in kahramanlığı, zaferin tüm Avrupa’da kutlandığı
sırada, hâdiselere şahâdet etmiş Luca de Armenia isimli bir Maltalı tarafından
kaleme alınan289 şiirde de kendine yer bulmuştur. Malta halkının
dinine ve idârecilerine duyduğu sadâkâtin belirtildiği dizelerle başlayan O Melita Infelix isimli şiirde La
Valette için kullanılan “Büyük Sezar
gibi, Cennet sözü veren” ve “Şarkın
büyük donanmasına karşı Malta’yı savunan”290 ifâdelerinden de,
bahsi geçen kişiye atfedilen önem görülebilmektedir.
1453’te Konstantinapol’ün artık İstanbul olmasıyla
berâber siyâsî ve dinî boyutlarıyla yazarların değişmez ilgi odağı hâline gelen Osmanlı
adanın 2003 senesindeki tahminî nüfûsu 383.000’dir. Bkz. İdris Bostan,
“Malta”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, Cilt 27, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık
ve Ticaret İşletmesi, Ankara, 2003, s. 538. Günümüzde Hıristiyanlığın en katı
yaşandığı yerlerden birisi olarak kabûl edilen Malta’da, resmî olmamakla birlikte,
“senenin her günü için bir kilise” anlayışıyla, üç yüz altmış beş
kilise bulunduğu yerli halk tarafından söylenmektedir.
282 Ş. Turan, a.g.e., s. 104.
283 P. Cassar,
“1565 Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbî Yönleri I-II”, çev. Akif Erdoğru, Tarihin
İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed. Akif
Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 117.
284 P. Cassar,
“a.g.m.”, s. 118.
285 P. Cassar, “a.g.m.”,
s. 126.
286 P. Cassar, “a.g.m.”,
s. 112.
287 P. Cassar,
“a.g.m.”, s. 123.
288 P. Cassar, “a.g.m.”,
s. 124.
289 Carmel Cassar,
“Malta Kuşatması Hakkında
1565’te Yazılmış Bir Şiir: O Melita Infelix”,
çev. Akif Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında
Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed.
Akif Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006,
s. 112.
290 C. Cassar, “a.g.m.”,
s. 115.
Devleti’nin291
Malta’dan çekildiği haberinin kısa sürede Avrupa’da duyulması üzerine, vaktiyle
Cem Sultan’ın “misafir” edildiği Saint Angelo kalesinden top atışları yapılmış
ve bazı kiliselerde görkemli törenler tertip edilerek kapsamlı bir endüljans
ilân edilmiştir292. Dünyânın sonunun geldiği sanılırken293,
adetâ bir yeniden doğuş yaşanmıştır. Zafer öncesinde Papa’nın siyâsî ve dinî
çekişmelerle parçalanmış Avrupa hakkındaki “ordusuz
bir imparator, korusuna doğru geri çekilmiş bir İspanya kralı ile kadınlar ve
oğlanlar tarafından idâre edilen Fransa, İngiltere ve Portekiz”294
yorumundan anlaşılacağı gibi, böylesi bir zaferin hayâl edilmesi bile söz
konusu değilken, savaşın netîcesinin sağladığı sevincin bu boyuta ulaşması da
şaşırtıcı değildir. İmkânsızın başarıldığına inanmaktan kaynaklanan coşkunun etkisiyle ilgi alanlarında savaş kavramına
fazlasıyla yer ayıran yazarlar295 kanalıyla Malta zaferi, edebiyatta
da kısa dürede kendine hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Ne var ki, Hıristiyan
dünyâsının bölünmüşlüğü, kendini bu alanda da göstermiş, zafer, bağlı olunan
inanışı ya da tâbî olunan hükümdârı yüceltecek şekilde ele alınmıştır. Bu
maksatla metinlerin bazısında Katolik inancını empoze etmek için Protestanlığın
reddettiği azizler ve Papa ile şövalyelerin hâmîsi olan azizler ön plâna
çıkartılırken296, bazısında ise ezelî düşmana karşı birlik
anlayışına vurgu yapılmış297 ya da İspanya’nın taahhüt ettiği
yardımı göndermekte geç kalışı haklı gerekçelere bağlanmaya çalışılmıştır298.
Yine de bunların hiç birisi, Türkler karşısında elde edilen zaferin ihtişâmını
gölgede bırakamamış, Maltalı târihçi Henry Frendo’nun “Büyük Üstat La Valette’in idâresinde şövalyeler ve Maltalılar, sadece
Müslümanların Katolikler karşısında bir yenilgisi olarak değil, tüm Avrupa’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı bir zafer olarak görülebilecek
hâdisede, Muhteşem Süleyman’ın yayılmacı ordusu geri püskürtülmüştür”
291 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1022.
292 Ş. Turan, a.g.e., s. 104.
293 Rothman, “a.g.m.”, s. 16.
294 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1026.
295 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1023.
296 Bonavita, “a.g.m.”,
s. 1033.
297 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1035.
298 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1037.
şeklinde ifâde ettiği Malta zaferi, her sene şenliklerle kutlanmaya değer
bir hâdise muamelesi görmüştür299.
Osmanlı açısından bakıldığında, 1565 senesinde
Malta’da alınan netîce tamâmen bir “terslik”300,
pek sık rastlanmayan bir durum olmuştur. Viyana’yı almakla Osmanlı’nın elde
etmiş olabileceği fırsatlara benzer olarak Malta’nın alınması da devlete
İtalya’nın kapılarını açabilecekken301, Muhteşem Süleyman
“beklenmedik” bir yenilgi almıştır. 1470’lerden itibâren başlayan okyanus
gemiciliği dolayısıyla gelişen denizcilik teknolojisine rağmen, uzak deniz
faaliyetlerinden elde edilebilecek kazanımlara genel siyâseti içerisinde
yeterli ağırlığı vermediğinden302 hâlen kadırga gücüyle303
denizlerde hâkimiyet mücâdelesi veren devlet, genellikle yerel halk ve onların
idârecileri arasındaki bilhassa dinî farklılıklardan faydalanarak uyguladığı “böl-fethet”
yöntemini de uygulayamadığı304 Malta’dan, ateşli silahların ve
gelişen savunma stratejilerinin bir cilvesi olarak eli boş dönmüştür. Üstelik
netîce itibâriyle Osmanlı’nın kale savaşlarında uğradığı en büyük asker kaybına
ve ağır masraflara girmesine yol açan305 bahsi geçen adaya düzenlenecek
sefer için Tatar Hanı tarafından Ruslara karşı düzenlenmesi teklif edilen
sefer, teklifin son derece uygun bulunmasına rağmen tehir edilmesi gerektiği
yönünde bir karar alınarak306, ilerisi için hayâtî önem arz eden bir
tehlikenin büyümesine fırsat verilmiştir. Elde edilen bir şey olmadığı gibi,
şehzâde mücâdeleleri dolayısıyla da iyice yıpranmış olan Süleyman, saltanâtının
ve ömrünün son günlerinde, kabullenilmesi hiç de kolay olmayan307
bir yenilgiye uğratılmıştır. Dahası Malta’nın fethi için donanmaya ve kara kuvvetlerine serdâr tayin olunan vezîr Mustafa
Paşa ve emrine
299 Andrea L. Smith, Colonial Memory
and Postcolonial Europe
– Maltese Settlers
in Algeria and France, Bloomington, Indiana
University Press, 2006, s. 22.
300 Harding, “a.g.m.”, s. 105.
301 Goffman, a.g.e., s. 178.
302 Hess, “Ottoman Seaborne
Empire”, s. 1916.
303 Harding, “a.g.m.”,
s. 105.
304 Goffman, a.g.e., s. 179.
305 Ş. Turan, a.g.e., s. 105.
306 Başbakanlık Osmanlı
Arşivi, 6 Numaralı
Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara,
1995, s. 53, hüküm no: 906.
307 Ş. Turan, a.g.e., s. 106.
verilmiş olan Cezâyir Beylerbeyi Kaptan Piyâle Paşa308
arasında zaten var olan husûmet, yenilgi sonrasında daha da artmış ve
nihâyetinde, Mustafa Paşa vezâretten azledilmiştir309. Turan’ın,
Osmanlı kaynaklarının yenilginin en
büyük sebebi olduğu konusunda mutâbık olduklarını belirttiği bu husûmetin310
alevlenmesine daha ziyâde, muhâsara öncesinde hükümet tarafından bilhassa
üzerinde durulduğu hâlde311, Mustafa Paşa’nın Turgut Reis’in
tavsiyelerine uymaması yol açmıştır. Zîrâ Mustafa Paşa Turgut Reis’i beklemeden
Saint Elmo için harekete geçmiş, kale alınmış312 ancak bu esnâda hem
zaman, hem de Turgut Reis’in de içinde bulunduğu pek çok Osmanlı askerinin
kaybına sebebiyet verilmiştir. Şu da var ki, sefere katılması yedi ay öncesinden313 bildirildiği hâlde
durumundan haber alınamayan Turgut Reis’in314, Saint Elmo muhâsarası
başladıktan, Kâtip Çelebi’ye göre yedi315, Turan’a göre on dört gün316
sonra bölgeye gelmesi de dikkat çekicidir. Peçevî’ye göre bunun sebebi, paşanın
hazırlıklarının eksik olmasıyken317, onun bu tutumunun sebebinin, Barbaros’un vefâtının
ardından kaptân-ı deryâlığa getirilmemesinden318 başka olarak
ikinci kez Malta seferi sırasında, Piyâle Paşa’nın donanma kumandanlığına
getirilip kendisinin göz ardı edilmiş319 olması da muhtemeldir.
Netîcede Saint Elmo, Turgut Reis’in “hiçe
satılarak”320 hayatının sona ermesine, Malta yenilgisi de
Nostradamus’un kehânetini yalanlarcasına321 Süleyman’ın şânına gölge
308 BOA, MD, no. 6-II, s. 50, hüküm no: 902.
309 Ş. Turan, a.g.e. ,
s. 106.
310 Ş. Turan,
a.g.e., s. 92.
311 Başbakanlık Osmanlı
Arşivi, 6 Numaralı
Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara,
1995, s. 307, hüküm no: 562.
312 BOA, MD, no. 6-II, s. 368, hüküm no: 1479.
313 Ş. Turan, a.g.e. ,
s. 93.
314 BOA, MD, no. 6-II, s. 337, hüküm no: 1423.
315 Kâtip Çelebi, a.g.e., s.
100.
316 Ş. Turan, a.g.e. ,
s. 92.
317 Peçevî İbrahim
Efendi, Peçevî Tarihi I,
haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara,
Kültür Bakanlığı, 3. baskı, 1999a.g.e., s. 411.
318 Ali Haydar Emir, Kılıç Ali ve
Lepanto: Lepanto Deniz Muharebesinin Üçyüz Altmışıncı Yıl Dönümü Dolayısile ve Resmi Vesikalara Göre Yazılmıştır – 322 Numaralı
Deniz Mecmuasının Tarih Kısmı
İlâvesi, İstanbul, Deniz Matbaası, 1931, s. 4.
319 Ş. Turan,
a.g.e. , s. 93.
320 Solakzâde, a.g.e., s. 296.
321 Nostradamus, The Complete
Prophecies of Nostradamus, ed. Ned Halley,
Wordsworth Editions Ltd.,
1999, s. 17. Nostradamus, Malta’nın aniden ortadan kaldırılacağı kehânetinde
bulunmuştur.
düşmesine sebebiyet vererek, Andrea Amati’nin322 kemanlarından
çıkan ilk nağmelerle, Osmanlı târihini beklemekte olan değişim ve hüznün
işâretini vermiştir.
1.4. YANLIŞ HESAP İNEBAHTI’DAN DÖNER
Fransa’da Katolikler ile Huguenotlar323
arasında yeniden mücâdeleler başlar ve Lutheryenler ile Calvinistler,
Cizvitlere karşı birlik oluştururken, kâhin Nostradamus ve meşhûr şâir Fuzûlî
ömürlerinin son günlerini yaşarken324, Süleyman’ın ölümünün ardından
tahta oturan II. Selim’in orta yaşta sürmeye başladığı saltânâtının ilk
senelerinden itibâren Osmanlı Devleti
de bir takım ayaklanmalara, Macaristan sorununa ve kuzeyde belirmeye başlayan
Rus tehlikesine325 şâhit olmuştur. Devlet, yine bu dönemde, acilen
karara bağlamak durumunda olduğu bir ikilemle – 1525’te bir yandan karada
Habsburg diğer yanda Kızıl Deniz’de Portekiz tehlikesinin yaşattığına benzer
olarak326, ağırlık merkezinin Akdeniz mi yoksa Doğu Avrupa mı olması
gerektiği327 -, karşı karşıya kalmıştır. Bu ikileme bir çözüm
getiren, tahta çıkan her pâdişâhın meşrûiyyet gerekçesiyle başvurduğu ilk hamle
olan, yeni bir toprak fethetme geleneği olmuştur328. Sokollu’nun yükselen Rus tehlikesine karşı
fiiliyata dökmeye başladığı projeleri başarılı olamayınca329, bundan
sonra sıklıkla rastlanılacak olan “yöneten
seçkinler arasındaki”330 mücâdelelerin etkin olduğu Kıbrıs
seferinde karar kılınmıştır.
İlk Haçlı Seferi sırasında bir Katolik derebeylik
hâline getirilmiş olan Kıbrıs331, 1192’den 1489’a kadar Fransız
Lusignan krallarının hâkimiyetinde
322 XVI. yüzyılda
yaşamış meşhûr İtalyan
kemancı. Fransa kralı
IX. Charles için de keman
yaptığı bilinmektedir.
323 XVI. yüzyıldaki Reform
hareketi sırasında Fransa’da
ortaya çıkan Protestan
topluluk.
324 Yıldırım, a.g.e., s. 65.
325 Imber, Osmanlı
İmparatorluğu, s. 78.
326 Hess, “Ottoman
Seaborne Empire”, s.
1914.
327 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 165.
328 Goffman, a.g.e., s. 185.
329 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 165.
330 Faroqhi, a.g.e., s. 17.
331 Goffman, a.g.e., s. 183.
kalmış332 ve daha sonra ise Venedik’in eline geçmiştir. Şimdi
de Osmanlı, Sokollu’ya rağmen, adanın
yeni hâkimi olabilmek için harekete geçmek üzeredir. Her ne kadar savaş için
yeterli gerekçe ve uygun bir zaman olmasa da, adanın Osmanlı tarafından
alınması siyâsî, stratejik, ekonomik ve dinî333 gerekçelerle önem
arz etmektedir. Ancak fethin zamanının tayininde, Sokollu’nun rakîbi olan Lala
Mustafa Paşa334 ile II. Selim döneminde her nasılsa sarayın ileri gelenleri arasında kendine bir yer
verilmiş335 ve pâdişâh tarafından kendisine Kıbrıs krallık tâcı
va’dedilmiş olan336 Naksos Dükası ve aynı zamanda bir şarap tüccarı olan Yasef Nassi’nin
telkinleri de etkili olmuştur. Böylece, devletin en mühim düşmanının hâlen
İspanya olduğuna inanan Sokollu’nun, esâsen krala karşı ayaklanmış olan
Moriskolara337 - Granada Mağribîlerine338- gönderilmesine
taraftar olduğu donanma, İstanbul’daki Venedik elçisinin çabalarına rağmen 1570
senesinde, şarabıyla meşhûr Kıbrıs
için harekete geçmiştir339. Bu durum karşısında Venedik bir refleks olarak Papa’ya acil yardım çağrısı göndermişse de,
Papa’nın birlik oluşturma çabasına İspanya ve Malta Şövalyeleri340
hâricinde kulak asan olmamıştır. Zîrâ
o esnâda Fransa ile Osmanlı iyi ilişkiler içindedir ve Avusturya ile de 1568’de
sekiz senelik bir muâhede imzalanmıştır. Dolayısıyla
kendi hayatîyetlerini tehdît etmedikçe, zaten iç meseleleriyle yeterince meşgûl
olan devletlerin, tabiri câizse, taşın altına ellerini koymak gibi bir
eğilimleri olmamıştır.
Kıbrıs, 1570 Mayıs’ında İstanbul’dan yola çıkan
Osmanlı donanması tarafından aynı senenin Ekim ayına kadar, Magosa hâriç, ele
geçirilmiştir341. Kuşatma öncesinde geleneksel istimâlet siyâsetini
uygulayıp düşmanla birlik
332 Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi III / I, s. 9.
333 Hüseyin Kabasakal, Kıbrıs’ın Fethi
(1570-1571) – Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik
Etüt Başkanlığı Türk Asker Büyükleri ve Zaferleri Serisi, Ankara, Günkur,
1986, s. 17-22.
334 Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi III/I, s. 11.
335 Lamartine, a.g.e., s. 504.
336 Kinross, a.g.e., s. 261.
337 Faroqhi, a.g.e., s. 63.
338 Kinross, a.g.e., s. 260.
339 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
III / I, s. 11.
340 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 12.
341 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 14.
olunmaması şartıyla halkın mal ve can güvenliklerine teminât veren342
Osmanlı, adanın doğrudan teslîm olmamasına ve dolayısıyla Osmanlı askerlerinin
–Selânikî’nin tabiriyle “Leşker-i İslâm
bu gazâda bir vechile mâl-i ganâ’im ve usârâya mâlik oldılar ki hiç bir târîhde
görülmiş değildi”343- yağmalamalarına rağmen senelerdir Katolik
hâkimiyetinde yaşamak durumunda kalan Ortodoks Rum halk tarafından kurtarıcı
gibi karşılanmıştır344. Böylece İspanya’daki Müslümanlar İslâm’ın bir numaralı savunucusu olan
Osmanlı Devleti’nin manevî desteğiyle yetinmek durumunda kalırken, pâdişâh II. Selim de
-esâsen “kâfirin” onursuzca bir hareketi karşısında uygulanması haklı olan345,
ancak vezîr-i azâma göre yeterli bir gerekçe olmadığı halde fiiliyata
geçirilen- gazâ ilkesi ile meşrûiyyetini sağlamıştır. Ne var ki Osmanlı
sultânının, vezîr-i azâm Sokullu Mehmed Paşa’yı “ilk ve son kez devre dışı bırakarak”346 aldığı sefer
kararı devletin, XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci büyük yenilgisini
almasına yol açacaktır.
Selânikî’nin “Sene 979
rebî’ulevvel gurresinde deryâdan ba’zı ümerâ mektûblarıyle haberler gelüp
tahkik itdilerki Venedik Dojları İspanya la’în ile dostluk üzre ittifâk ü
ittihâd eyleyüp...”347 cümlesiyle anlatmaya başladığı İnebahtı
savaşı, Kıbrıs’ın ele geçirilmesinin doğrudan bir netîcesidir. Akdeniz’deki
mühim bir üs konumunda olan Kıbrıs’ın kaybedilmesini kabûl edemeyen348
ve büyük bir endişeye sürüklenen349 Hıristiyan güçler, bir misilleme350
yapabilmek amacıyla harekete geçmiştir. Reform hareketinin etkileri sebebiyle
artık eski otoritesi kalmamış olan Papa’nın Türkleri “güçten düşürmek”351 amacıyla yaptığı ittifak çağrısı, kendi aralarında çekişme
342 Başbakanlık Osmanlı
Arşivi, 12 Numaralı
Mühimme Defteri (978-979/1570-1572): Özet- Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B.
Yayınları, Ankara, 1996, s. 17, hüküm no: 19.
343 Selânikî, Tarih-i
Selânikî I, s. 78.
344 Goffman, a.g.e., s.
186.
345 Kafadar, a.g.e., s. 132.
346 Kinross, a.g.e., s. 261.
347 Selânikî, Tarih-i Selânikî
I, s. 81.
348 Kabasakal, a.g.e., s. 103.
349 Ertuğrul Önalp, “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi
ve Esaretinin Eserlerine Yansıması”,
OTAM, sayı 3, 1990, s. 299.
350 Kinross, a.g.e., s. 264.
351 Hammer, a.g.e., s. 151.
hâlinde olan Fransa, Almanya, Polonya352, Avusturya, Rusya ve
İngiltere353 gibi Avrupalı devletlerin çoğunun, Osmanlı’ya karşı
elde edilecek muhtemel bir zaferin, savaşan devletlerden çok savaşmayanlara
fayda getireceği düşüncesinde olmaları sebebiyle, umulan genişlikte bir katılım
meydana getirmemiştir. “Daimî surette Türklerle
mücâdele etmeyi”354 ahdederek, büyük çabalarla kurulabilen ittifâka dâhil olan Papalık,
İspanya, Malta ve Venedik’in harekete geçmek üzere Messina’da355
toplanmalarıyla, Kıbrıs seferi öncesi Sokollu’nun taşıdığı kaygılar tecessüm
etmiştir.
Kıbrıs seferi sırasında adanın en mühim şehri olan
Magosa’nın muhâsarası mevsimin geçmesine rağmen tamamlanamadığından, kara
kuvvetlerinin başında olan Lala Mustafa Paşa burada bırakılarak donanmanın geri kalanı İstanbul’a
dönmüştür356. Ancak şehrin düşürülmesi, düşmanın çok sayıda asker,
zahire ve silahı kaleye istiflemiş olması sebebiyle, bir türlü mümkün
olmadığından, destek kuvvet talebinde bulunan Mustafa Paşa’ya, “gönderilen takviye kuvvetler gelene kadar
Kıbrıs’taki fethedilmiş yerleri muhafaza etmesi” bildirilerek357,
Magosa’nın düşmesinden sonra Pertev Paşa358 komutasındaki diğer
gemilerle birleşecek olan Müezzinzâde Ali Paşa komutasındaki Osmanlı donanması
yardıma gönderilmiştir359. Donanmanın ulaşmasıyla Magosa kuşatmasını
şiddetlendiren Osmanlı, nihâyetinde Ağustos ayında şehrin teslim olmasıyla
amacına ulaşmıştır. Sonrasında Lala Mustafa Paşa’nın, kendisine aylarca
direnmiş olan Magosa kale kumandanı Bragadino’ya yaptığı işkenceler, muhtemelen
Lamartine’in dediği gibi sadece idam edilen “elli
Türk hacısının intikâmını almak”360 ya da şehrin anahtarlarının
teslim edileceği günün gecesinde elli Türk esîrinin katledilmesine361
misilleme yapmak için değildir.
352 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
III / I, s. 15.
353 Kabasakal, a.g.e., s. 26.
354 Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi III / I, s. 16.
355 Kinross, a.g.e., s. 264.
356 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
III / I, s. 14.
357 BOA, MD, no: 12-I, s. 48, hüküm no: 16.
358 BOA, MD, no: 12-I, s. 207, hüküm no: 314.
359 BOA, MD, no: 12-I, s. 135-136,
hüküm no: 183, 184.
360 Lamartine, a.g.e., s. 510.
361 Kabasakal, a.g.e., s. 99.
Mühimme kayıtlarında yer alan Mustafa Paşa’nın destek talebiyle ilgili
maddelerin bir kısmından362 son derece zorlayıcı ve stresli geçtiği
anlaşılan kuşatmanın yarattığı psikolojinin bir etkisi olması da muhtemeldir.
Bu sırada Osmanlı’nın kulağına, düşman donanmasının
ittifâk ederek harekete geçtiği haberlerinin gelmesiyle363, Lala
Mustafa Paşa’ya yiyecek, mühimmat ve asker desteği364 ulaştırmasının
ardından oradan ayrılmış olan Müezzinzâde Ali Paşa365, yukarıda
bahsedildiği gibi donanmanın diğer kısmıyla birleşmiştir. Haziran 1571’de
birleşen kuvvetlere Barbaros’un oğlu Hasan Paşa366 ve ardından
Cezâyir-i Garb Beylerbeyi Uluç Ali Paşa367 da dâhil olmuştur.
Kaynaklarda, cenkçi ve kürekçi eksikliği gerçeğinin368 altı
çizilerek belirtilen Akdeniz’de bulunan tüm Osmanlı donanmasının mevcûdu
hakkında muhtelif sayılar369 zikredilmekle berâber, Uzunçarşılı’nın
savaşa katılan Osmanlı donanması için verdiği net sayı 224’tür370.
Müttefik donanması ise, yine sayı belirten kaynaklarda ihtilâf371
olmakla berâber, 278 gemiden oluşmaktadır372. 7 Ekim 1571’in “kristâl gibi duru sabahında”373
İnebahtı suları, bazı görüşe göre “Rönesans’ın
en büyük deniz savaşı”374 kabûl
edilebilecek olan savaşa şahâdet etmek, Avrupa güçler dengesinin
362 BOA, MD, no: 12-I, s. 71, 138, 147, hüküm
no: 57, 186, 201.
363 BOA, MD, no: 12-I, s. 256-259, 299, 305, hüküm no: 394, 464, 474.
364 Kabasakal, a.g.e., s. 100.
365 Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi III / I, s. 15.
366 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 16.
367 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 17.
368 BOA, MD, no: 12-I, s. 210, 299, hüküm no: 317, 464.
369 Bu konu hakkında; Gelibolulu
400 (Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî
ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet
Devirleri, Kayseri, Erciyes
Üniversitesi Yayınları, 2000, s. 80), Kâtip Çelebi 180 (a.g.e., s. 115), Hasan
Beyzâde 250 (Hasan
Bey-zâde Ahmed Paşa,
Hasan Bey-zâde Târîhi II: Metin (926-1003 / 1520-1595), haz. Şevki
Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004, s. 206), Peçevî 400 ( Peçevî, a.g.e., s. 475), Selânikî 184 (Selânikî, Târih-i
Selânikî I, s. 81), Solakzâde 250 (Solakzâde, a.g.e., s. 325) sayılarını vermektedirler.
370 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
III / I, s. 19.
371 Müttefik donanması için; Aksun 295 (Aksun, a.g.e., s. 357), Hasan Beyzâde 300 (Hasan Beyzâde,
a.g.e., s. 300), Kâtip Çelebi
229 (Kâtip Çelebi,
a.g.e., s. 114), Solakzâde
300 (Solakzâde, a.g.e., s. 325) sayılarını zikretmektedirler.
372 Kabasakal, a.g.e., s. 103. Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19.
373 Jenny Jordan,
“Imagined Lepanto: Turks,
Mapbooks, Intrigue and Spectacular in the Sixteenth Century Construction of 1571”,
PhD Dissertation of UCLA, 2004, s. 1.
374 Angus Konstam,
Lepanto 1571: The Greatest
Naval Battle of the Renaissance, Oxford, Osprey
Publishing, 2003, s. 10.
değiştinin
resmî belgesi de, görünmez mürekkeple imzâlanmak üzeredir. Osmanlı Devleti morötesi ışık altında gerçeklerle
yüzleştiğinde, geçmişin gölgesi soğuk bir karanlığa dönüşmüş olacaktır.
İnebahtı Savaşı bittiğinde, artık Osmanlı donanması
diye bir şey kalmamıştır375. Bir deniz savaşından ziyâde adetâ bir
kara savaşını andırırcasına adam adama süren savaş son derece kanlı olmuş,
Kaptân-ı deryâ Müezzinzâde Ali Paşa376 ve pek çok beyle377 berbâber yaklaşık 30.000378
asker kaybedilmiştir. Esâsen bu durum, yenilginin utanca dönüşmesini engelleyen
Uluç Ali Paşa gibi deniz savaşları konusunda bilgi sâhibi olanlar için hiç de
sürpriz olmamıştır. Zîrâ müttefik donanmasının yaklaştığı haberi alınınca
kurulan mecliste, savaşta takip edilecek taktik hakkında harâretli tartışmalar
meydâna gelmiş, Uluç Ali Paşa’nın altı aydır denizde olan donanmanın hasar
görmüş ve cenkçi ile kürekçi eksiği olduğunu379 belirtmiş olmasına
rağmen, Kâtip Çelebi’nin “aslında yarar
ve gayretliydi”380 diye tanımladığı, daha Zigetvar Seferi
sırasında Yeniçeri ağasıyken, deniz savaşları hakkında hiç bir tecrübesi olmadığı hâlde II. Selim’in kaptân-ı deryâlığa
getirdiği Müezzinzâde Ali Paşa, bu sözlere kulak asmamıştır. Gerçekten Osmanlı
donanmasının yadsınamaz dezavantajları mevcûttur. Uluç Ali Paşa’nın
zikrettiklerinden başka, hissedilebilir ölçüde otorite zayıflığı da göze
çarpmaktadır. İlgili mühimme defterinde görevlerini aksatan, çağırıldıkları hâlde emrolunan yer ve zamanda
hazır bulunmayan
375 Bostan, “İnebahtı
Deniz Savaşı”, s. 287. Ayrıca konuyla ilgili olarak Uzunçarşılı , tıpkı Peçevî
gibi 190 Türk gemisinin battığından ve müttefiklerin eline geçtiğinden
bahsederken, Kâtip Çelebi de batanlar hâriç düşman eline geçen gemi sayısını 60
olarak zikretmiştir.
376 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi
I, s. 220.
377 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III
/ I, s. 19. Kâtip Çelebi eserinde, savaşta şehîd olan beylerin isimlerini
tafsîlatlı olarak vermiştir. Buna göre; Çorum, Karahisar-ı Şarkî, Engürü,
Niğbolu, İnebahtı, Sakız, Midilli, Sığacık,
Biga, Mısır İskenderiyesi, Şolok beyleriyle ve sancağı belirtilmeyen bir bey ile tersâne emîni ve kethüdâsı,
kapudanlardan Dumdum Memi, Ali Müslüman ve başkaları ve bu sancakların tüm
sipahileri şehit olmuş, çok azı kurtulabilmiştir. Bkz. Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 117.
378 Archer, World History of Warfare, s. 259.
379 Svat Soucek,
“İnebahtı Savaşı (1571)
Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Tarih Enstitüsü
Dergisi, sayı 4-5,
İstanbul, 1974, s. 38.
380 Kâtip Çelebi, a.g.e., s.
115.
askerle ilgili pek çok hüküm bulunmaktadır381. Bundan başka
elbette uzun süredir sefer hâlinde olmaktan mütevellit askerde, psikolojik ve
fizikî zayıflık mevcuttur ki Osmanlı kronikleri bu durumun özellikle altını
çizmişlerdir.
“Donanmamız
nakıstır, âleti iyi değildir, deryada gezmekle gemiler bozgundur, sipah ve
yeniçeri icazetli icazetsiz dağılmışlardır, Boğaz hisarlarından küffar
donanması içeri giremez, karşı çıkmak doğru değildir”382 sözleriyle
donanmanın asker eksiğinin üzerinde duran ancak buna rağmen savaşmak
kaçınılmazsa, bunun açık denizde yapılması gerektiğini bildiren Uluç Ali
Paşa’ya cevâben Müezzinzâde Ali Paşa’nın asker eksiğini ve düşmanın gücünü
ciddîye almayarak, “Sizde İslâm gayreti
ve pâdişâhın namusunu muhafaza himmeti yok mudur?”383 demesi ve yine Uluç’un gemilerin alâmetlerinin
kaldırılması önerisini de reddetmesi de dikkate değer bir husûstur. Bir deniz
albayı olan İnci’ye göre “suyu bardakta,
gemiyi duvarda görmüş olan bir
yeniçeri ağasını” –Atsız’ın “harcanmış” olduğunu düşündüğü bahsi geçen
şahsın bu göreve getirilmesinde kıskançlık hesaplaşması içinde olan Sokollu’nun
parmağı vardır384. Bu görüş, Mantran tarafından da zikredilmiştir385-kaptân-ı deryâ yapmakla Osmanlı donanmasını sırtından hançerleyen esas
kişi II. Selim olmuş386, netîce itibâriyle Osmanlı donanması o
zamana kadar gerçekleşen hiç bir savaşta olmadığı kadar büyük zarara uğradığı
bir yenilgi almıştır387. Topçu birlikleri ve ateşli silâhlarının
yanı sıra Haçlı donanmasına komuta eden Don Juan’ın uyguladığı incelikli taktik
–Donanmayı bir hilâl
şeklinde düzenleyerek, bu hilâli
güçlü bir ihtiyat filosuyla emniyete almıştır. Müttefik donanmasında sık
rastlanılan bir durum olan firarların önüne geçebilmek amacıyla her bir
381 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri
(978-979/1570-1572): Özet- Transkripsiyon ve İndeks
II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996, s. 37, 42, 45, 73, hüküm no: 771, 779,
784, 785, 835.
382 Zarif Orgun,
“Selim II.nin Kapudan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Emirleri”, Tarih Vesikaları, İkinci cilt on birinci sayıdan ayrı basım, Maarif Matbaası,
1943, s. 1.
383 Tevfik İnci, “Lepanto ve Uluç Ali Paşa”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 3, sayı 38, İstanbul, Nisan 1952, s. 1389.
384 Yağmur Atsız, Cervantes – İnebahtı’nın Tek Kollusu, İstanbul, Boyut, 1997, s.
15.
385 Robert Mantran,
XVI-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay,
Ankara, İmge, 1995, s. 94.
386 İnci, “a.g.m.”, s. 1390.
387 Mantran, a.g.e., s. 95.
ülkenin gemilerini bir arada tutmak yerine, tüm gemileri filo içinde
karışık olarak görevlendirmiştir388- ve çoğu
zırhlı ve arkebüzle
mücehhez 20 ilâ
25.000 Haçlı askeri karşısında harap Osmanlı donanması, paşalar arasındaki
husûmetin de etkisiyle büyük taktik
hataları yapmış ve zaten ateşli
silâhtan ve zırhtan yoksun
30.000’e yakın Osmanlı askeri ve denizcisi ile 15.000 kürek mahkûmu ve çok
sayıda ağır top kaybedilmiş, 190 gemi batmış, 60 gemi müttefik kuvvetlerin
eline geçmiştir389.
1.4.1.
Kelebek Etkisi: İnebahtı’nın İzinde
Hıristiyan dünyâsı açısından İnebahtı, gerçekten
Braudel’in dediği gibi “hiçbiryere
götürmeyen bir zafer”390 midir? O hâlde nedir o ki, Roma’yı bir
imparatorluğa dönüştüren Aktium Savaşı’yla ya da Büyük İskender’le Darius
arasında geçen Salamis Savaşı’yla İnebahtı’yı kıyaslama391
ihtiyâcına yönlendirmiştir Hıristiyanları? Voltaire’in gerçek muzaffer taraf
olarak Türkleri kabûl ettiği bir Hıristiyan zaferinin o dönemde “deliler gibi”392
kutlanmasına ve Papa’nın Haçlı komutanı Don Juan de Austria’yı “Hazret-i Yahyâ ile mukâyese”393
etmesine sebep ne olmuştur? Bu sorulara verilecek en yalın tek cevap vardır: Bir tabu yıkılmış,
yenilmez denilen Türk, yenilmiştir. Artık Zeus, Poseidon’dan saklanmak için
sığındığı mağaradan çıkabilecektir. Pandora’nın Kutusu’ndan Hıristiyan
dünyâsının payına, kutuda iyilik nâmına vâr olan tek şey olan “umut” düşmüştür.
İnebahtı’nın netîcesinin yaklaşık iki hafta sonra
Avrupa’da duyulmasıyla394 Hıristiyan dünyâsı, bir çağın sonu demek
olan395 kendilerine bahşedilmiş bu muazzam nimet için Tanrı’ya
şükranlarını sunma ihtiyâcına girmişlerdir. Kutlama törenlerinin ilki sayılabilecek High Mass396, Venedik
388 Archer, Dünya Savaş Tarihi, s.
237.
389 Archer, a.g.e., s. 238.
390 Konstam, a.g.e., s. 89.
391 Jordan, “a.g.m.”, s. 100.
392 Atsız, a.g.e., s. 17.
393 Atsız, a.g.e., s. 17.
394 Bover, “Conflict
and Culture in the Mediterranean”, s. 67.
395 Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World, s. 843.
396 Katolik Kilisesi’nde ekmek ve şarabın
kutsanması âyini ve bu âyine özgü müzik.
doçunun da katılımıyla San Marco meydanında düzenlenmiştir397.
Kilise orgları eşliğinde ilâhiler söylenmiş, kilisenin sadece kutsal törenlerde
kullandığı haç meydanda dolaştırılmış, böylece Tanrı’nın zaferi ve tüm
Hıristiyanlığın özgürlüğü kutlanmıştır. Bundan başka, yine Venedik’te, büyük
kanal üzerindeki köprülerden biri olan Rialto üzerinde ve San Giacomo
Kilisesi’nin önündeki meydanda üç gün boyunca yapılan kutlamada, ilâhiler ve
savaş ânını yansıtan sesler eşliğinde İnebahtı’da elde edilen ganîmetler ve silâhlar sergilenmiştir398.
Barselona’da Fransiskenler bir şükrân töreni düzenlerken, Müezzinzâde Ali
Paşa’nın kaptan köşkünü ele geçiren denizcinin karşılandığı gün olan 18
Kasım’da da, Corpus Christi399
kadar görkemli bir tören düzenlenmiş, Ali Paşa’nın feneri de Montserrat
Manastırı’na götürülmüş, dört bir yana bayraklar ve flamalar dağıtılmıştır400.
İngiltere’de ise, İnebahtı zaferine özel duâlar basılmakla birlikte401,
edebiyat ve resim gibi sanatın pek çok alanına da yansımaya başlayan zafer sevincinin etkisi, özellikle Akdeniz
ülkelerinde kendini göstermiştir402. İnebahtı’dan yüzyıllar sonra
bile sürecek olan bu yansımalarda ön plâna çıkarılan da daha ziyâde dinî öğeler
olmuştur. Dawkins’in, İnebahtı savaşına katılmış ve buradan, aziz Spyridon
tarafından kurtarıldığına inanan bir Hıristiyanın isteğiyle keşiş Lawrence
tarafından yapılmış bir resim403 üzerine yaptığı çalışmasında bu
konu hakkında ilginç detaylar göze çarpmaktadır. Resmin en üstünde dört aziz ve
ortalarında da kucağında bebek İsâ’yı taşıyan Hz. Meryem bulunmaktadır. Her bir
azizin savaş sırasında İnebahtı’da
olduğu inanışına ayrı anlamlar yüklenmiştir. Bebek İsâ’nın elinde zaferi
müjdeleyen bir ağaç dalı vardır. Bir alt kısımda ellerinde mızrak ve kılıç
bulunan üç melek uçuşmaktadır. Resmin en alt kısmında ise, üzeri gemilerle
397 Fiona Kisby, Music and Musicians in Renaissance Cities
and Towns, Cambridge, Cambridge University Press, 2. baskı, 2002, s. 40.
398 Kisby, a.g.e., s. 41.
399 Hıristiyanlıkta, Hz. İsâ’nın son akşam yemeğini
yediği günün anısına
kutlanan gün. Corpus Christi,
Latince’de “İsâ’nın Bedeni” anlamınadır.
400 Bover, “a.g.m.”, s. 68.
401Lena Cowen Orlin, Center or Margin: Revisions of the English
Renaissance in Honor
of Leeds Barroll,
Cranbury, Rosement Publishing & Printing Corp., 2006, s. 29.
402 Bover, “a.g.m.”, s. 68.
403 R. M. Dawkins, “A Picture of the Battle of Lepanto”, The Journal
of Hellenic Studies, cilt 50, bölüm 1,
1930, s. 2.
kaplı
deniz gösterilmiştir. Gemilerin ortasında ise, kollarını açmış hâlde Hz. İsâ
resmedilmiştir. En üstte bir şerit üzerine, okunabildiği kadarıyla, “The Battle of Lepanto in which the
Venetians destroyed the fleet of the Hagarens and... was blockaded, and St.
Spyridon of Kerkyra saved him.”404 yazılmıştır. Hıristiyan
ressamlarla berâber pek çok târihçi, filozof, din adamı ve şâir giderek
artırılan ve yayılan405 zaferin ihtişâmını bundan sonra da benzer
çalışmalara yansıtacaklardır.
İnebahtı zaferinin yansımalarında dinî öğelerin ön
plâna çıkarılması, kuşkusuz Avrupa’nın o dönemde büyük bir dinî kaos içerisinde
olmasıyla yakından alâkalıdır. Avrupalı devletlerin, zaferin kendilerine mâl edilecek yönlerini bulmaya
çalışması gibi, farklı tarîkatlar da, tıpkı daha önce Malta’nın ardından yapıldığı
gibi, zaferi kullanarak kendi inançlarının propagandasını yapma amacını
gütmüşlerdir. O kadar ki Papa V. Pius (1566-1572), zaferin arifesinde Meryem Ana’nın görünerek zaferi müjdeledeğini
duyurmuş ve 7 Ekim’i kutsal bir gün olarak ilân etmiştir406. Bu
anlayış, yeniden keşfedilmesi için uğraşılan Katolik inancında Hz. Meryem
figürünün güçlenmesine hizmet ederken407, Kilise’nin bu zaferdeki en
büyük payı elde etmek sûretiyle zedelenen otoritesini tamir etmeye çalıştığını
da göstermiştir. Bu zafer, ihtiyaç
duyuldukça günümüzde dahî Hıristiyan dinî-siyâsî söylemlerinde
zikredilmektedir. Papa II. Jean Paul II (1978-2005) 22 Eylül 2002 târihinde
yaptığı konuşmasında, “Meryem Ana’nın tüm
Hıristiyanlara duânın gücünü yeniden hatırlatmaktaki önemini” belirtmiş ve “barış için duâ edilmesini” istemiştir408.
Bir gazetenin internet sayfasında yer alan 29 Aralık 2009 târihli bir haberde
ise, İtalya’daki Kuzey Birliği Partisi’nin resmî yayın
organı olan La Padania gazetesinin, “İslâm’ı durdurmak için yeni bir İnebahtı” başlığı altında, Batı’nın İslâm tehlikesi karşısında yeniden Haçlı seferleri düzenlemesi
404 “Venediklilerin, Hacer soyundan gelenlerin filosunu yok edip kuşattığı İnebahtı
Savaşı, ve Aziz Spyridon onu kurtardı.”
405 Mantran, a.g.e., s. 91.
406 Bover, “a.g.m.”,
s. 69.
407 Nathan D. Mitchell, The Mystery
of the Rosary: Marian Devotion
and Reinvention of Catholicism, New York, NY
University Press, 2009, s. 23.
408Vatikan Resmî İnternet Sayfası, (Erişim) http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/angelus/2002/documents/hf_jp-
ii_ang_20020929_en.html.
gerektiğini ve yeni bir Papa V. Pius’a ihtiyaç duyulduğunu belirttiği
kaydedilmiştir409. Buradan anlaşılabileceği gibi İnebahtı ve ifâde
ettiği anlam, bugün bile Hıristiyan dünyâsı için bir bellik olmaya devâm etmektedir.
Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin, IX. Charles’a (1560-1574)
yazılan bir mektupta “Kendi gözlerimle
görüp, değerlendirmesini yapma fırsatını bulmamış olsaydım, asla bu monarşinin gücüne
inanmazdım. Ama gerçekten de tek bir gün geçmiyor ki, yeni etkilerle
karşılaşmayayım”410 cümlelerini yazdıracak kadar muazzam bir
ivedilikle donanmasını yeniden toparladığı ve yenilginin ertesi senesi “iki yüz otuz dört kadırga, sekiz mavna ile
Navarin önlerinde gözüktüğü”411 ve Venedikle yapılan anlaşmanın
daha ziyâde Türkler lehine bir mâhiyet arz etmiş kabûl edildiği bilinmektedir.
Netîce itibâriyle yenik taraf olsa da devlet, hâlen Doğu Akdeniz’deki
ağırlığını koruması ve Macaristan’ın büyük kısmına hükmediyor olması412
gibi mevcut durumu muhâfaza etmeye devam etmiştir. Her ne kadar Öztuna bu bozgunun “Osmanlıların ne derece kudretli ve müreffeh bir ümmet olduğunu isbât
etmelerine yaradığını”413 vurgulamış olsa da, bahsi geçen
yenilginin o dönemde sırf böyle bir yaklaşımla değerlendirilmemiş olması da
kuvvetle muhtemeldir. Nihâyetinde o zamana kadar görülmemiş ölçüde ziyâna yol
açan beklenmedik bir yenilgi alınmıştır ve dolayısıyla yenilgi sonrasında
girişilen donanmanın yeniden yapılandırılması süreci, “kudretli ve müreffeh bir ümmet” olmanın ötesinde somut
gerekliliklere ihtiyaç duymuştur.
II. Selim, yenilginin haberini, kışı geçirmek üzere
gittiği Edirne’ye vardığı gün haber almış ve acilen İstanbul’a dönmüştür.
Başarısızlığın müsebbîbi olarak görülen mazûl Pertev Paşa ve çarpışmalar
sırasında hayatını kaybeden Müezzinzâde Ali Paşa’nın mallarının müsâdere
edilmesinin ardından, Sokollu Mehmed
Paşa’ya yeni donanmanın inşâsı emri
409 Milliyet Gazetesi
İnternet Sitesi, (Erişim)
http://www.milliyet.com.tr/italya-da-hacli-seferi-
cagrisi/dunya/sondakikaarsiv/03.04.2010/1179629/default.htm?ver=00.
410 Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı
İmparatorluğu IV, İstanbul, Yeditepe, 2004, s.
51.
411 Orgun, “a.g.m.”, s. 2.
412 Anthony Pagden,
Worlds at War: The 2500-year Struggle
Between East and West, New York,
Oxford University Press, 2008, s. 230.
413 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi
I, s. 221.
verilmiştir414. Gösterdiği başarıdan ötürü Uluç Ali Paşa,
“Kılıç” lakâbıyla taltîf edilerek kaptân-ı deryâlığa getirilmiş ve saray
bahçesinin bir bölümü tersaneye bağışlanmıştır. Kuşkusuz adetâ bir seferberlik
hâlinde başlatılan bu çalışmaların,
devletin tüm tersanelerinde çalıştırılan
işçi unsuru ve gemi inşâsında kullanılan tahta, yelken bezi, halat vb.
malzemenin tedâriki düşünüldüğünde, mâlîyeti de o oranda büyük olmuştur. Bunun
için devlet, bazı olağanüstü vergilere başvurmakla berâber “ekâbirân ile yüksek görevlilerin bağışları”ndan da faydalanmıştır415.
İlgili mühimme defterinde çeşitli beylere yazılmış hükümlerle birlikte, Sinop
kadısı ve bazı gönüllü reislerin de yaptırmayı talep ettikleri gemilerin acilen gönderilmesinin istendiği hükümler mevcuttur416.
Aynı şekilde donanmanın cenkçi ve kürekçi açığının kapatılması için pek çok
beye haber gönderilerek forsa istenmiş417, hatta kimi zaman
Müslümanlar’dan da ücret karşılığı kürekçi olarak istihdâm edilenler olmuştur418.
Bunun gibi, ateşli silâh kullanan asker sayısını artırabilmek için de bir takım
arayışlara giren devlet, sancak beylerine gönderdiği emirlerle bir grup timarlı
sipâhiyi de yeni donanmada istihdâm edilmek üzere çağırmış, hepsinin ateşli
silâh kullanmayı öğrenmesi istenmiş ve gelirken yanlarında tüfek getirmeyenlerin
timarlarının ellerinden alınacağı bildirilerek “tehdît edilmiş”, ayrıca reayâdan da donanmaya gönüllü yazılıp,
mücâdeleler sırasında başarı gösterenlere timarlar vaat edilmiştir419.
Anlaşılacağı üzere,
her ne kadar ileriki bölümlerde görüleceği gibi târih yazarları gerek bu
husûsta, gerekse kamuoyunun tepkisi husûsunda fazlaca detay vermek gereğini
duymamış olsalar da, İnebahtı yenilgisi, Mantran’ın da belirttiği gibi esâsen
idâre tarafından hiç de hafife alınmamış ve tüm imkânlar seferber edilerek,
başarısızlığın telâfisine çalışılmıştır. Ancak yenilginin Batı dünyâsında
yarattığı etki, diğer dönemsel gelişmelerin de katkısıyla daha yapıcı ve kalıcı olmuştur. Bilindiği gibi, Avrupa uzunca bir süre Türk
414 Mantran, a.g.e., s. 96.
415 Mantran, a.g.e., s. 98.
416 BOA, MD, no: 12-II, s. 220, 221, 234, hüküm no: 1119, 1121, 1122.
417 BOA, MD, no: 12-II, s. 172, 237, 247, hüküm no: 1028, 1155, 1173, 1174.
418 Orgun, “a.g.m.”,
s. 8.
419 Gabor Agoston,
Guns For The Sultan:
Military Power and The Weapons
Industry in The Ottoman Empire, Cambridge,
Cambridge University Press, 2005, s. 54.
korkusunun
gölgesinde yaşamış ve içinden çıkılmaz bir Osmanlı fenomeni ortaya çıkmıştır.
Hâl böyleyken hem Hıristiyan devletler arasındaki çekişmeler, hem de Luther’in
başlattığı hareket, Türk tehlikesine karşı, kollektif bir mücâdele bilinci
oluşturulamamasına sebebiyet vermiştir. V. Charles’ın önderliğinde Osmanlı’yla
güç mücâdelesi sürdürülmüş olmasına rağmen, nasıl
olup da böylesine muazzam bir güce sâhip olduğu merak edilen Türkleri alt
edebilmek için bir mûcize beklenmiştir. İşte beklenen o mûcize, İnebahtı’yla
gerçek olmuştur. İnebahtı’yla başlayan bu süreçle berâber Osmanlı, İnalcık’ın
ifâdesiyle “...korkulan, Avrupa
sahnesinde gücüne başvurulan bir
devlet durumunu kaybetmiştir; daha ziyade Avrupa kapitalizmi için, sömürülen
geniş pazar olarak görülmeye başlamıştır.”420
İnalcık’ın ifâdesinden hareketle, İnebahtı
yenilgisinin, kalıplaşmış bir Türklük algısının yıkılmasına sebebiyet verdiğini
söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bununla berâber, ezelî düşmanın nasıl olup da bir geniş pazar hâline geldiği de mühim bir konudur. Bu Hıristiyan
zaferiyle berâber “Osmanlı vebâsından”421
kurtulmanın sevincini mümkün olan her alanda yaşatarak kutlayan bir anlayış,
hangi sebeple “Katolik devletler
bağlaşmasını ileri götürücü bir etki oluşturamamıştır”422. Bunun
cevâbını, daha önce bahsettiğimiz gibi, daha ziyâde Christendom bilincinin yerini Avrupa kavramının almaya başlamış
olmasıyla vermek mümkündür kanaatindeyiz. Dünyâ ekonomisinin giderek, din
etkisinden sıyrılmaya başlamış olan Batı merkezli bir hâl alması, ilerleyen
teknoloji, Amerika’dan çıkan madenler ve yeni kazanılmış vizyonun etkisiyle
İngiltere ve giderek Portekiz’i geride bırakmaya başlayan Hollanda gibi denizci
devletlerin Akdeniz’e doğru yelken açmaları, XVI. yüzyıl boyunca dünyâ
ticâretini mühim ölçüde elinde bulunduran423 Osmanlı Devleti’ni,
ciddî iktisâdî tehlikelere marûz bırakmıştır. İnebahtı sonrasında İspanya’ya
karşı destek arama ihtiyâcına düşmüş olan devlet424, ticârî
alanda etkin “Avrupa millî monarşileri”425 ile dostâne ilişkiler
420 İnalcık, “Türk Korkusu”,
s. 252.
421 Goffman, a.g.e., s. 189.
422 Goffman, a.g.e., s.
191.
423 İnalcık, Ekonomik
ve Sosyal Tarih, s. 42.
424 İnalcık, Devlet-i
‘Aliyye, s. 169.
içinde
bulunmak ve dolayısıyla bunun göstergesi olarak bir takım imtiyâzlar vermek
durumunda kalmıştır. Nüfûs artışı, işsizlik ve buna bağlı olarak asâyişin bozulması, örfî hukûkun yerini giderek fetvâya
dayalı bir uygulamaya bırakması, bilhassa II. Selim’le
birlikte güçlenen elit zümrenin, “bürokrasinin devlet çıkarlarını ve düzenini
her şeyin üstünde tutan geleneksel bağımsızlığını çiğnemesi”426
ve uzun süreli savaşların yarattığı çöküntü gibi mühim meselelerle başa çıkmaya
çalışan, “yeni koşullara elverişli bir
durum için gereken maddî ve manevî öğelerden yoksun olduğu için gerçek bir reform yapamayan”427
devleti, otomatikman pek çok manâda bir serbest pazar hâline getirmeye
başlamıştır.
425 İnalcık, a.g.e., s. 171.
426 İnalcık, a.g.e., s. 193.
427 İnalcık, a.g.e., s. 197.
55
İKİNCİ BÖLÜM
55 |
MALTA VE İNEBAHTI
YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH YAZARLARINDAN YANSIMASI
2.1. OSMANLI TÂRİH YAZICILIĞINA GENEL BİR BAKIŞ
Osmanlı Devleti’nde târih alanındaki eserler,
bilindiği gibi, devletin kuruluşundan yaklaşık yüz sene sonra verilmeye
başlanmıştır. Bu sebeple, Imber’in de belirttiği gibi, “ilk dönem Osmanlı tarihinin sağlam bir kronolojisi mevcut değildir ve
olayları tarafsız anlatan kaynaklar çok azdır”428. XV. yüzyılın
son dönemlerinin öncesinden çok az sayıda orijinal malzeme kalmışken, XIV.
yüzyıldan geriye kalan ise, az sayıda güvenirliği tartışılmaz olan bir kaç
Osmanlı belgesidir429. Bu alanda ortaya koyulan ilk eserlerde Arap
ve İran târih yazıcılığının etkisi ve destansı bir üslûp hâkimdir430.
Beyliğin varlık göstermeye başladığı ilk zamanlarda baskın olan gazâ ruhunun
eserlere yansıtılması, ilk örneklerin menâkıbnâme
ve gazâvatnâme niteliğine
bürünmesine sebebiyet vermiştir431. Osmanlı târih yazıcılığına dâir
bilinen ilk eserler, Ahmedî’nin İskendernâmesi’nin
sonuna eklenmiş olan Dâsitân-i Tevârih-i
Mülûk-i Âl-i Osman ile aslı bulunamamış432 olmakla berâber
Âşıkpaşazâde sâyesinde tanıdığımız433 Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’dir. 1390’larda yazılmış olduğu tahmîn
edilen Ahmedî’nin, bir dünyâ târihi mâhiyetinde olan İskendernâme’sinin sonuna eklenmiş Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Osman’ı, XIV. yüzyıldan târihçilik adına günümüze kalan tek
eserdir. Esâsen bir şâir olan ve XIV. yüzyılın sonlarında Süleyman Çelebi’nin
428 Colin Imber, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 39.
429 Imber, “a.g.m.”,
s. 39.
430 Franz Babinger,
Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Prof. Dr. Coşkun Üçok,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. baskı, 2000, s. 8.
431 Mehmet İpşirli, “Osmanlı
Tarih Yazıcılığı”, Osmanlı, cilt 8, Ankara,
1999, s. 247.
432 Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Ankara, İmge, 4. Baskı, s. 104.
433 İlber Ortaylı, Tarih Yazıcılık
Üzerine, Ankara, Cedit Neşriyat, 2009, s. 86.
mâiyetine giren434 Ahmedî tarafından ahlâkî435 bir
eksende kaleme alınmış olan bu eserin Osmanlı Devleti ile ilgili son kısmı,
Ertuğrul Bey’den başlayarak ithâf edildiği Emir Süleyman’a kadar geçen dönemi
içermektedir. 1390’lara ait bir diğer târih çalışması, II. Bâyezid döneminde
yaşamış ve Osmanlı’nın ilk dönemlerine dâir mühim bilgiler içeren bir târih
kaleme almış olan Âşıkpaşazâde’nin, 1484’te bitirdiği Tevârih-i Âl-i Osman’ında, bir rastlantı
sonucu okumuş bulunduğu Yahşi Fakih’in eserinin bazı kısımlarını kullanmış
olması dolayısıyla bilinen Yahşî Fakih
Menâkıbnâmesi’dir436. Devam eden senelerde Osmanlı târih
yazıcılığının, bilhassa Yahşi Fakih’in etkisi altında kaldığı görülecektir.
II. Murad döneminde İslâm târihi açısından önem arz
eden bazı eserlerin Türkçe’ye kazandırılmasının yanı sıra, bahsi geçen sultâna
takdîm edilmiş Târihî Takvimler’e de
rastlanmaktadır437. Hz. Âdem’den başlayarak tüm peygamberlerin,
halîfelerin sıralanmasının ardından, Selçuklu, Karaman ve diğer beylikler ile
Osmanlı’da meydâna gelmiş bazı mühim hâdiselerin kronolojik olarak zikredildiği
bu takvimlerde, takvimlerin kaleme alındığı seneler hakkında da bilgiler
mevcûttur438. Seferlerin, fetihlerin, benzerî diğer etkinliklerin ve
vebâ, deprem gibi doğal afetlerin de sene sene gösterildiği bu takvimler, fazla
kullanışlı olmamakla berâber güvenilir kaynaklar da değillerdir439.
Ancak Imber’in de belirttiği gibi, Osmanlı târih yazarları eserlerini bu takvimlere dayandırmakta beis görmemişlerdir. Bunlardan
başka yine aynı dönemde, halkın târihe duyduğu merâkın bir netîcesi
olarak kaleme alınmış ve kim tarafından yazıldıkları belli olmayan Tevârih-i Âl-i Osman geleneğinin
başladığı da bilinmektedir440.
434 Victor L. Ménage, “Osmanlı Tariyazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 75.
435 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 40.
436 Imber, “a.g.m.”, s. 40.
437 Osman Turan,
İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî
Takvimler, Ankara, TTK, 1984, s. 4.
438 O. Turan, a.g.e., s. 6.
439 Imber, “Osmanlı
Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
440 Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Osmanlı Tarih Yazıcılığında Tevârih-i Âl-i Osman Geleneği”,
Osmanlı, cilt 8, Ankara,
1999, s. 288.
İstanbul’un fethi, Osmanlı Devleti için pek çok
yeniliği berâberinde getirmiş olmasına rağmen, İran târihçiliğinin bir ürünü ve
etkinliği Kânûnî döneminde belirginleşecek olan şehnâmecilik geleneğinin ortaya çıkması hâricinde târihçilik
alanında mühim bir gelişme olmamıştır. Son Bizans imparatoru Konstantin
Paleologos’un baş mabeyncisi olan Francis, Dukas, Halkondilas ve II. Mehmed’in
mâiyetinde bulunan Kritovulos gibi bazı yazarların fetihle ilgili eserler441
kaleme almış olmalarından başka dönemin içeriden
belli başlı târih eserleri; Enverî’nin Düstûrnâme’si,
Şükrullah’ın Farsça yazdığı Behçetü’t-Tevârih’i
ve vezîr-i azâm Karamanî Mehmed Paşa’nın Arapça kaleme aldığı Tevârih-i Selâtinü’s-Sultâniye’sidir.
Ulemâ zümresinden olan Şükrullah, yirmi iki yaşındayken Osmanlı hizmetine
girmiş, kendisine II. Murad tarafından pek çok görev tevcîh edilmiştir442.
1460’larda tamamladığı Behçetü’t-Tevârih,
bir evrensel târihtir ve on üç bölümden oluşan
eserin son bölümü, Osmanlı ile ilgilidir443. Bu özelliğinin yanı
sıra kronolojiye çok az yer vermesi ve Osmanlı sultânlarına methiye niteliğinde
olması hasebiyle Ahmedî’nin târihiyle benzerlik arz etmektedir444.
Enverî’nin hayatı hakkında bilinenler kısıtlı olmakla berâber, Düstûrnâme’yi 1465’te bitirmiştir445.
Vezîr-i azâm Mahmud Paşa’ya sunduğu Osmanlı târihi, yirmi iki kitaptan oluşan446
evrensel târihin parçasıdır447. Eserinin son iki kitabı, himâyesi
altında bulunduğu Mahmud Paşa’nın başarılarına ve hayır işlerine ayrılmıştır448.
Karamânî Mehmed Paşa’nın eseri ise iki bölümden ibârettir. Diğerlerinden farklı
olarak bu eser, kuruluştan II. Mehmed dönemine kadar geçen hâdiselerin
anlatıldığı, müstakil bir Osmanlı târihi niteliğindedir.
II. Bâyezid dönemiyle berâber Osmanlı târih
yazıcılığında bir dönüm yaşanmıştır. Bu dönemde eser ortaya koymuş mühim
târihçiler; Kemâlpaşazâde, Âşıkpaşazâde, Tursun Bey -esasen
II. Mehmed dönemi
441 Kritovulos, İstanbul’un Fethi, çev. Karolidi,
İstanbul, Kaknüs, 2005, s. 7.
442 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
443 Ménage, “a.g.m.”,
s. 82.
444 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
445 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
446 Ménage, “a.g.m.”,
s. 82.
447 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
448 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
târihçisidir ancak eserini II. Bâyezid döneminde tamamlamıştır-, Oruç
Bey, Neşrî ve İdris-i Bitlisî’dir. Âşıkpaşazâde, 1422’den itibâren Tarihî Takvimler’e dayanmayan tek kronik
yazarıdır449. 1400 civârında doğan müellif, kroniğindeki bazı
bölümleri kendi hâtıralarından faydalanarak kaleme almıştır450.
Târihindeki popüler İslâmî üslûbun, askerlik geçmişinden kaynaklanmış olması
muhtemeldir ve içinde bulunduğu çevrenin bazı taleplerini karşılayabilmek
gayesinden ötürü “hamâsî ve epizodik” bir
söylem hâkimdir451. Gerekli gördüğü durumlarda dönemin büyük devlet
adamlarını eleştirmekten de geri durmamıştır452. Tarihlendirme
konusunda güvenilmez olmakla berâber, kendisinden sonraki Osmanlı târihlerinin temellerindendir453. Hakkında
fazlaca bir bilgi bulunmayan ancak müderris olma ihtimâlinden bahsedilen454
Neşrî de Âşıkpaşazâde’den faydalanmıştır455. 1485’e kadar olan
Osmanlı târihini âhenkli bir üslûpla kaleme aldığı ve yine evrensel târih
niteliğinde olan Cihannümâ, sonraki
târihçilerin de standart kaynağı olmuştur456. Eserin son kısmı
doğrudan “Oğuz Kağan’ın evlâdı, Selçuklular ve Osmanlılar” hakkındadır ve
II. Bâyezid’e sunulan bu eser, o zamana dek yazılmış en uzun Osmanlı târihidir457.
Imber’e göre “Neşrî’nin kaynaklarının
niteliği, kendisini ve takipçilerini sağlam bir kronolojik tarih
yazmaktan alıkoymuştur”458. Bunlardan başka olarak yine bu dönemde
Tursun Bey, Oruç Bey, İdris-i Bitlisî ve Kemâlpaşazâde tarafından da eserler
yazılmıştır. Esâsen II. Mehmed dönemi târihçilerinden olan ancak eseri Târih-i Ebû’l-Feth’i II. Bâyezid
döneminde tamamlayan Tursun Bey’in târihi, Osmanlı târih yazıcılığında methiye türünün ilk örneği olarak bilinmektedir459. Ayrıca,
II. Mehmed dönemi
için en mühim
449 Imber, “Osmanlı
Tarihinin Kaynakları”, s. 42.
450 Imber, “a.g.m.”, s. 42.
451 Imber, “a.g.m.”, s. 42.
452 Ménage, “a.g.m.”,
s. 84.
453 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
454 Ménage, “a.g.m.”, s. 85.
455 Imber, “Osmanlı
Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
456 Imber, “a.g.m.”, s. 43.
457 Ménage, “a.g.m.”, s. 85.
458 Imber, “Osmanlı
Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
459 Kenan İnan, “Sade Nesirden Süslü
Nesire: Fatih’in Tarihçisi
Tursun Bey ve Tarih Yazma
Tarzı”,
Osmanlı, cilt 8, Ankara,
1999, s. 293.
kaynaklarından başında gelmektedir. Oruç Târihi’nin de içinde bulunduğu
ve hepsi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya göçüşüyle başlayan Anonim Tevârihler, Âşıkpaşazâde ve Neşrî târihleri, XV. yüzyıl sonlarında yazılmaları,
Osmanlı’nın başlangıcından kendi dönemlerine kadar genel târihler oluşları ve
ortak kaynaklardan faydalanılmış olması sebebiyle ayrı bir grup olarak telakkî
edilebilir460. Bu döneme kadar daha ziyâde yalın bir üslûpla kaleme
alınan eserlerde, İran etkisinin de yoğunluk kazanmasıyla, ağır bir dil kullanılmaya
başlanmıştır461. Bunun en meşhûr örneklerinden birisi, Hoca Sadeddin
tarafından “külfetli”462
bir üslûpla kaleme alınacak olan Tâcü’t-
Tevârih’le görülecektir.
Târih yazıcılığındaki dönüm noktasını temsîl eden iki
isim, İdris-i Bitlisî ve Kemâlpaşazâde’dir463. Ménage’in ifâdesiyle;
“İdris-i Bitlisî, Osmanlı târihinin başka
hânedân târihleri kadar zarif ve tumturaklı bir şekilde Farsça
yazılabileceğini, Kemâlpaşazâde ise Türk dilinin aynı belâgât oyunları için
uygun bir vâsıta olduğunu göstermişti”464. İdris-i Bitlisî Heş Behişt’i, II. Bâyezid’in emriyle
Osmanlı hânedânının yaptığı işleri, meşrûiyyet kaygısıyla, yüceltmek amacıyla
yazmıştır. Orta ve Doğu Anadolu hakkında verdiği bazı mühim bilgiler, Osmanlı
sarayı ve yönetimine ayırdığı özel bir bölüm içermesi sebebiyle Osmanlı târihleri
arasında ayrı bir yere sâhiptir465. Kemâlpaşazâde’nin önemi,
eserinin büyük kısmının yazmalarının yakın bir târihte bulunmasından
kaynaklanmaktadır466. İlk sekiz kitabı II. Bâyezid’in emriyle
yazdığı eserini, çağdaşı İdris gibi süslü bir üslûpla ancak Türkçe olarak
kaleme almıştır467. Esâsen asker zümresinin bir mensûbudur ancak
Kanûnî dönemininde şeyhülislâmlık makâmına getirilmiştir. Anonim Tevârih,
Âşıkpaşazâde, İdris ve Neşrî gibi kendinden önceki târihçilerin aksine, olayları
birbiriyle bağlantılı bir şekilde aktarmış
olması onu, Osmanlı
târih
460 Imber, “Osmanlı
Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
461 Mehmet Bayrakdar, Bitlisli İdris (İdris-i Bitlisî), Ankara, Kültür Bakanlığı
Yay., 1991, s. 56.
462 Hoca Sadettin
Efendi, Tacü’t-Tevarih I, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 4. Baskı, 1999, s. VII.
463 Ménage, “a.g.m.”, s. 73.
464 Ménage, “a.g.m.”, s. 73.
465 İnalcık, “Osmanlı
Tarihçiliğinin Doğuşu”, s.
117.
466 Ménage, “a.g.m.”, s. 87.
467 Ménage, “a.g.m.”, s. 87.
yazıcılığında farklı bir konuma taşımıştır468. Bundan başka
olarak Hıristiyanlar’dan alışılagelmiş ifâdelerle bahsetmenin ötesinde,
aktardığı hâdiselerin geçtiği ülkeler hakkında da kısa bilgiler vermiştir469.
Kemâlpaşazâde, kaynakların seçimi husûsunda titizlikle durmuş, dönemin pek çok
mühim şahsiyetinin görgü tanıklarına da başvurmuştur470.
Yavuz Sultan Selim’le başlayan ve biyografik bir
muhtevâ içeren selimnâme geleneği,
Kânûnî döneminde süleymannâme hâline
dönüşerek, varlığını sürdürmüştür. I. Selim dönemindeki fetihlerin etkisiyle
târih yazıcılıktaki İran etkisi yerini Arap etkisine bırakırken, Fâtih döneminde ortaya çıkmış olan şehnâmecilik de
Kânûnî’yle birlikte kurumsallaşmıştır471 ancak târih yazıcılığının
Divân-ı Hümâyûn’a bağlanması XVIII. yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. XVIII.
yüzyıla kadar, eserimize dâhil edilmiş olan Selânikî, Âlî, Peçevî, Hasan
Beyzâde ve Kâtip Çelebi’den başka pek çok târihçi tarafından eserler
ortaya koyulmuştur. Solakzâde, Müneccimbaşı, Lütfî Paşa, Matrakçı Nasuh, Peçevî, Cenâbî,
Hoca Sadeddin, Pîrî, Rahîmîzâde ve Rumûzî bunlardan sadece bir kısmıdır472.
İster medrese öğreniminden geçmiş ya da geçmemiş,
ister çeşitli idârî hizmetlerde bulunmuş ya da çok arzuladığı hâlde hâyâlindeki
hedeflere ulaşamadan vasat bir hayat sürmüş olsun, Osmanlı târihi alanında eser
vermiş olan isimlerin hepsi, birer Osmanlı târihi kaleme almaya karar
verdiklerinde kuşkusuz çeşitli amaçlar taşımışlardır. Örneğin Âşıkpaşazâde
kendi amacını, eseri sâyesinde pâdişâhların kahramanlıkları hakkında insanların
bilgi sâhibi olmasını ve sonrasında pâdişâhların
ruhlarına duâ edilmesini sağlamak olarak dile getirirken, Enverî geçmişten ders
çıkarılması ve Şükrullah ise “dünyâda
kalıcı bir eser bırakmak” amacını gütmüştür473. Neşrî’nin düşüncesine göre ise bir târihçinin temel özelliği, hâdiselerdeki
468 Ménage, “a.g.m.”,
s. 88.
469 Ménage, “a.g.m.”,
s. 88.
470 Ménage, “a.g.m.”, s. 88.
471 Timur, Osmanlı Kimliği, s. 105.
472 Hasan Bey-zâde,
Hasan Bey-zâde Târîhi I,
s. 58.
473 Uğur Akbulut,
“Osmanlı Tarih Yazıcılarına Göre Tarih ve Tarihçi”, Atatürk
Üniversitesi, SBE,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2006, s. 47-48.
hakîkâtin tespît edilmesine duyulan arzu olmalıdır474.
Târihçilerin kendi amaçları hakkında bu son derece iyi niyetli ifâdelerine rağmen, çoğunlukla ikinci ve hatta üçüncü
bir amaç taşımış oldukları da muhakkaktır. Bu amaçların temelinde şahsî
kaygıların yanı sıra, devletin ya da târihçinin mâiyetine dâhil bulunduğu bir
devlet adamının menfaatlerini gözetme kaygısının yatabildiği de bir gerçektir.
Osmanlı Devleti açısından târih yazıcılığının önemi,
meşrûiyyet kaygılarının bir netîcesi olarak artmıştır. Bilhassa Timur
istilâsının ardından yaşanan kaosun netîcesinde diğer Türk beyliklerinin
yeniden güçlenmeye başlaması, II. Murad döneminde hânedânın kökeninin Kayı
boyuna dayandığı iddiasının
güdülmesine sebebiyet vermiş ve sonraki dönemlerde şecerenin Nûh475 peygambere kadar götürüldüğü bir gelenek hâline
gelmiştir. Buna bağlı olarak güçlü meşrûiyyet dayanakları kabûl edilen
dinî öğelerin Osmanlı târihlerinde hatırı sayılır bir yer edinmiş olduğunu
söylemek de mümkündür.
2.2. SELANİKÎ MUSTAFA
EFENDİ VE TÂRİH-İ SELÂNİKÎ
XVI. yüzyılın ikinci yarısına şâhit olabilmiş olan
Selânikî Mustafa Efendi hakkındaki bilgilerin çoğu, Mehmet İpşirli tarafından
hazırlanmış olan Târih-i Selânikî’den
edindiklerimizdir. Zîrâ İpşirli’nin de eserinde belirtmiş olduğu gibi,
Selânikî’nin hayatıyla ilgili bilgiler yeterli değildir476. Târihçinin
eserinde, şahsî hayatına dâir bazı bilgiler yer almaktadır. Eser, bilhassa
müellifin hayatının son demleri hakkında detaylı bilgi vermekle berâber, soyuna
dâir her hangi bir bilgiyi kapsamamaktadır477. İpşirli, târihçinin
kendisinden “Selâniklü” olarak bahsettiğini ve babasının da Selânik’te vefât
etmiş olmasına dayanarak, târihçimizin Selânikli olduğunu belirtmektedir478.
474 Ménage, “a.g.m.”,
s. 87.
475 Âşıkpaşazâde, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız,
İstanbul, MEB Yay.,
1992, s. 12.
476 Selânikî Mustafa
Efendi, Târih-i Selânikî I,
haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli,
Ankara, TTK, 2. baskı,
1999, s. XIII.
477 Babinger, a.g.e., s. 150.
478 Selânikî, Târih-i
Selânikî I, s. XIV.
1566 Zigetvar seferinde vezîr-i azâm Sokollu Mehmed
Paşa ve onun sır kâtibi Feridun Ahmed Bey’in emrinde çalışan479
Selânikî Mustafa Efendi’nin pek çok devlet hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa
Târih- i Selânikî’yi kaleme
aldığı dönemlerde mühim mâliye hizmetleri yapmıştır480. Devlet
hizmetindeki ilk konumu, bilinmeyen bir târihten 1580’e kadar sürdürdüğü
Haremeyn Mukataacılığıdır481. Daha sonra uzun müddet Nişancı Mehmed
Paşa’nın482 kâtipliğini ve devatdârlığını yapmıştır483.
Dört sene sürdürdüğü bu hizmeti sırasında ondan memnûn kalan vezîr-i azâm
Özdemiroğlu Osman Paşa’nın484 referansıyla485, Silahdâr
Kâtipliğine getirilmiştir486. Bu görevi
esnâsında Gence Seferi’ne de katılan Selânikî, sefer dönüşü Sipâhiler Kâtipliğine geçirilmiş, kısa süre sonra
da sebebi bilinmemekle berâber işine son verilmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki,
bu hâdise Selânikî’yi derinden
etkilmiş, yaşadığı üzüntüyü eserinde “Müddet-i
ömrümüzde vâsıl olduğumuz mansîba, zemâne ihdâsı bî-tekellüf gelüp alurlar”487
cümlesiyle dile getirmiştir.
Bunlardan başka târihçimize, 1590 senesinde İran’dan
gelen bir heyeti ağırlama görevi verilmiş, ertesi
sene vezîr-i azâm Ferhad Paşa’nın488 ruznâmeciliği ve buna ek olarak Anadolu muhasebeciliği görevlerine
479 Selânikî, a.g.e., s. XIV.
480 Selânikî, a.g.e., s. XIV.
481 Selânikî, a.g.e., s. XV.
482 Boyalı Mehmed Paşa olarak da bilinen Nişancı Mehmed Paşa, muhtelif
tâarihlerde üç kez nişancılık görevinde bulunmuştur. Bir aralık vezirlik
görevinde de bulunmuştur ki muhtemelen
Selânikî o dönemde kendisinin hizmetinde çalışmıştır. Mehmed Paşa, 1593’te
vefât etmiştir.
483 Babinger, a.g.e., s. 150.
484 Kafkasya fâtihi olarak da bilinir. 1527 Kahire doğumludur. Annesi Mısır Abbâsî
halife soyundan, babası Mısır
Çerkes Memlûklerindendir. Mısır sancakbeyliği ve Mısır emîr-i haclığı ( Haccın
kurallarına uygun ve emniyetli olarak edâ edilmesini sağlamak üzere
görevlendirilen kimse) ile Yemen, Habeş ve Diyarbakır beylerbeyiliği yapmıştır.
Lala Mustafa Paşa’nın maiyetinde Osmanlı- İran savaşlarına katılmış ve Şirvan
beylerbeyi olmuştur. Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi II/II, s. 343- 345.
485 Selânikî, Târih-i Selânikî
I, s. XV.
486 Babinger, a.g.e., s. 150.
487 Selânikî, Târih-i
Selânikî I, s. 215.
488 Aslen Arnavut olan Ferhad Paşa, küçük yaşta devşirilmiş ve Enderûn’da
yetişmiştir. Zigetvar Seferi’ne katılmış, pâdişâhın naaşı onun nezâretinde İstanbul’a getirilmiştir. Yeniçeri
Ağalığı, Rumeli
Beylerbeyiliği, vezirlik ve iki kez de vezîr-i azâmlık yapmıştır. Bir başka Osmanlı
vezîr-i azâmı olan Koca Sinan
Paşa ile aralarında olan husûmetten dolayı, pek çok hâdise yaşanmıştır.
Görevinden azlinde ve katlinde de Sinan Paşa ve taraftarlarının faaliyetleri
etkili olmuştur. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi II/II, s. 347-349.
getirilmiştir.
Vezîr-i azâmın azliyle bu görevinden de alınmış ve yerine “...kerrât u merrât hıyânet ü habâset-i nefs ile meşhûr u benâm olup,
cezîre-i Kıbrıs’a sürgün olan...”489 Ali Çelebi getirilmiştir.
Daha sonra Matbâh-ı Âmire kâtipliği için müracaat etmişse de, bu göreve de,
Selânikî’ye göre, yine ehil olmayan bir zât getirilmiştir. İki sene boyunca
bulunduğu Evkaf Muhâsebeciliği hizmetinden de benzer sebeplerle ayrılmak durumunda
kalan Selânikî, bu süre içerisinde vakıfların içinde bulunduğu yozlaşmaya
şahâdet etmiştir490. Bu konu hakkındaki fikirlerini de “Hakikaten evkaf-ı selâtin-i izâma za’f
gelüp, üç ayda küllî pîşkeş ü hedâyâlar ile tevliyet birinden birine virilmekle
mahsûlât-ı evkaf mâl-ı rüşvete vefâ itmeyüp ve erzâzil ü nâ- müstahaklar dahi
zevâ’id-i evkafdan vezâ’ife mutasarrıflar olup...”491 şeklinde
dile getirmiştir.
Târih-i Selânikî,
1563-1600 arasında tamamen müellifinin yaşadığı dönemde cereyân eden hâdiseleri içermektedir. Eseri kaleme alırken Selânikî daha ziyâde kendi gözlemlerinden,
mektuplar, divan kayıtları, mâliye defterleri
gibi bazı yazılı kaynaklardan ve bulunduğu hizmetler dolayısıyla yakından
tanıma fırsatı bulduğu Sokollu Mehmed Paşa, Feridun Ahmed Bey, Ferhad Paşa,
Kızıl Ahmedlü Mustafa Paşa, Koca Sinan Paşa, Siyavuş Paşa gibi devlet
adamlarının bilgilerinden faydalanmıştır492. Bu açıdan târihçinin
verdiği bilgiler çok kıymetlidir. Zîrâ hâdiselerin iç yüzünü olabildiğince
öğrenme ve hâdiselerin aktörlerini etraflıca çözümleme fırsatı bulmuştur. XVI. yüzyılın ikinci
yarısı gibi karmaşık
bir dönemde kaleme
alınmış olan bu eserin
içerdiği bir diğer kıymet de, devlette ve toplumda meydâna
gelmeye başlayan bozulma ve çözülmeye de değinmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu konu hakkındaki görüşlerine ayrı başlıklar
hâlinde yeri geldikçe “...leşker-i
İslâmda gayret-i İslâmda za’f gelüp, ekseriyya tâlib-i hutâm-ı dünyâ olmağla
nâmûs-ı dîn-i mübîn husûsunda be-gâyet süst hareket ider olmışlardur. Kat’â
489 Selânikî, Târih-i
Selânikî I, s. 266.
490 Selânikî, a.g.e., s. XVIII.
491 Selânikî Mustafa
Efendi, Târih-i Selânikî II,
haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli,
Ankara, TTK, 1999, s.
796.
492 Selânikî, Târih-i
Selânikî I, s. XXI.
harâmdan ictinâb olunmayup...”493 ya da “...zimam-ı umûr-ı mülk-ü millet nâkârdânlar
eline düşdi...”494 gibi cümlelerle dile getirmiştir.
1565 Malta muhâsarası sırasında Rumeli Beylerbeyi
Ahmed Şemsî Paşa mâiyetinde Kur’an okuyucusu olarak görev yapmakta olan ve
Kânûnî’nin vefâtında da bu görevi icrâ etmiş olan495 Selânikî’nin, doğum târihi gibi
vefât târihi de net olarak bilinmemektedir. Fleischer’ın ifâdesiyle Selânikî
bir kalem ehlidir ve yine kendisi gibi kalem ehli olan Âlî ile “aynı düşünsel ortamı ve yönelimi”496
paylaşmıştır.
2.2.1.
Selânikî’nin Kaleminden Malta
Muhâsarası
Târih-i Selânikî’de
Malta Muhâsarası, yaklaşık altı sayfada ele alınmıştır. Metnin genelinde,
Selânikî’nin serdâr Mustafa Paşa lehinde bir tavır sergilediği göze
çarpmaktadır. Candaroğulları soyuna mensûp
olan Kızıl Ahmedli Mustafa
Paşa o dönemde beşinci vezîrdir ve Malta seferinde donanmanın kara askerine
komuta görevi ona verilmiştir497. Seferin başarısızlıkla
netîcelenmesinin ardından, her iki görevinden de azledilmiştir. Müellifin metin
boyunca bahsi geçen paşayı himâyeci tavrının sebebinin, daha önce bahsedildiği
üzere paşayla olan yakınlık derecesi olması muhtemeldir. Nitekim Selânikî,
muhâsarayı nakletmeye başladığı ilk satırlardan itibâren bunu hissettirerek,
Mustafa Paşa’nın şan ve şerefini yüceltmiş ancak Mustafa Paşa ile birbirlerinden pek hazzetmeyen498
Piyâle Paşa’ya özel bir muamele uygulamamıştır. Yine bu sebepten olsa gerek,
metinde Turgut Reis de neredeyse görmezden gelinmiş, şehâdeti üzerinde bile
fazlaca durulmamıştır. Hatırlanacağı gibi, muhâsara sonrası Mustafa Paşa
vezâretten azledilmiştir ve muhtemelen müellif de bunun müsebbîbinin esâsen Turgut Reis olduğunu
düşünmüştür. Zîra ilgili bölümde belirtildiği
493 Selânikî, a.g.e., s. 87.
494 Selânikî, a.g.e., s. 290.
495 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 417.
496 Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa
Âli: Bir Osmanlı
Aydın ve Bürokratı, çev. Ayla Ortaç,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı, 2009, s. 135.
497 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 389.
498 Clot, a.g.e., s. 156.
üzere Mustafa Paşa, sefer görevine vakitlice dâhil olmayan Turgut Reis
sebebiyle Saint Elmo kalesini kuşatarak, donanmanın zaman ve içinde Turgut Reis’in de bulunduğu pek çok
askerin kaybına sebebiyet vermiştir. Eserinde devlette ve toplumda meydana
gelen çözülmelerden duyduğu rahatsızlığı yeri geldikçe dile getirmekten
çekinmemiş olması hasebiyle, Mustafa Paşa’yı himâye etmek uğruna Turgut Reis’in
geçmiş başarılarını ve şöhretini göz ardı etmiş olması dikkate değer bir
noktadır.
Selânikî’nin Turgut Reis’e karşı takındığı tavrı destekleyici
bir başka örnek ise, Kânûnî Sultân Süleyman’ın dâmâdı olan Rüstem Paşa’nın
kardeşi Sinan Paşa bahsinde fark edilmektedir. Zîrâ bilindiği gibi Rüstem Paşa
ve Sinan Paşa, Turgut Reis’e karşı hasmâne bir tutum içindedirler. Uzunçarşılı
bu konu hakkında şöyle bir detay vermiştir: “Turgud’un
şöhreti, Rüstem Paşa’nın biraderi kaptan Sinan Paşa tarafından çekilmez olmuş
ve kaptan bulunduğu müddetçe onunla uğraşmıştır. Bir aralık Sultan Süleyman,
Karlıeli sancakbeyi olan Turgud’un bilhassa Batı Akdeniz’deki büyük
muvaffakiyetlerinden fevkalâde memnun
olarak kendisine kaptanlıkla Cezayir beylerbeğiliğini vermek isterse
de Rüstem Paşa Turgud’un ‘Taşra’da yetiştim, dergâh-ı muallâda hizmet edemem’ demiş olduğunu
söyleyerek mâni olur. Trablusgarp bunun gayretiyle elde edilmiş ve
beylerbeğilik de vaad olunmuş ise de hasmı olan Sinan Paşa, Murad Bey’e
verdirmişti. Nihayet bir gün Turgud Bey sefere gitmekte olan pâdişahı etekleyip
Trablusgarp beylerbeğiliğini ister ve pâdişah da derhal verir ve bu suretle on
sene yani vefatına kadar orada beylerbeğilik eder”499. Haşmetli
kelimelerini Sinan Paşa’nın isminin geçtiği cümlelerde cömertçe kullanmaktan
imtinâ etmeyen Selânikî, bu sûretle Turgut Reis’e beslediği olumsuz hisleri bir
kez daha yansıtmıştır.
Selânikî’nin Mustafa Paşa tarafgirliği içinde belirttiği bir diğer husûs
da, sefer için gönüllü yazılanlardan bahsettiği sırada göze
çarpmaktadır. Zîrâ müellif, gönüllüler arasında vezîr Mustafa Paşa’nın kardeşi
Şemsî Paşa’nın da bulunduğunun altını çizmeye özen göstermiştir. Bu detayla birlikte,
499 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 387-388.
Selânikî Mustafa Efendi’nin bir ikinci tarafgirlik içine girmiş olması
muhtemeldir. Bunun için biraz kuşkucu bir yaklaşımla Şemsî Paşa’nın, ileride
Sokollu Mehmed Paşa’nın hasımları arasında yer alıp, katlinde de rol oynayan
isimlerden biri olarak zikredileceğini hatırlamak yeterli olacaktır. Ancak
Selânikî’nin Sokollu’yla her hangi bir husûmet içine girip girmediğini
bilemiyoruz. Yine de metnin ilerleyen kısımlarında karşımıza çıkan Semiz Ali
Paşa ismi ve Selânikî’nin bu esnâdaki tavrı, kuşkuyu körükler niteliktedir.
Bilindiği gibi Ali Paşa, Sokollu Mehmed Paşa’nın selefidir ve bir iddiaya göre
Don-Volga projesi ilk kez onun zamanında düşünülmüştür500. Ancak pek
çok başarılı icraattan başka bahsi geçen proje de Sokollu Mehmed Paşa’yla
özdeşleşmiş, zaten Malta seferinin olduğu yıl boğaz iltihâbından vefât eden501 Ali Paşa’nın ismi daha
ziyâde iri cüssesiyle hatırlanmıştır. Müellifin üslûbundan donanmanın sefere
çıktığı sırada müthiş bir tereddüt içinde olduğu anlaşılan Ali Paşa’ya göre
Malta kalesi kolaylıkla ele geçirilebilecek bir
hedef değildir ve ne yazık ki paşalar, hâdisenin ciddiyetinin farkında
değillerdir. Selânikî burada, Ali Paşa’nın kuşatmanın netîcesini önceden
sezdiğini ve vezîr-i azâmın bu sebeple çokça gözyaşı döktüğünü kaydetmiştir. Şemsî Paşa’dan başka Ali
Paşa hakkındaki bu detayın eserde kendine bir yer bulmuş olmasının Sokollu
Mehmed Paşa’nın şahsına özel bir sebebi olmasa da, onun karşısında yer alan
isimlerle ilgili bir sebebi olabileceği kanaatindeyiz. Zîrâ Selânikî,
Kânûnî’nin ölümü hakkında bilgi verirken Sokollu’yu , “...bu saltanat vezîri Hırvat içinde nâm-dâr Sokolovik- oğlı, kutlu
yüzlü ve tatlu sözlü ulu Pâdişâh’un makbûli, sözi geçer tedbîrlü Mehmed Paşa
hazretleri...”502 şeklinde anlatmıştır. Ancak aşağıda İnebahtı
bahsinde görüleceği gibi tedbirliliğe son derece ehemmiyet atfeden müellif,
Sokollu Mehmed Paşa üzerinde fazlaca durmamıştır. Bununla berâber Sokollu’nun
katlinin nakledildiği kısımda, din ulemâsının gasil husûsunda ihtilâfa
düştüğünden de bahsedilmiştir. Selânikî, esâsen Sokollu’nun şehîd-i
500 Halil İnalcık,
“Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei
ve Don-Volga Kanal Teşebbüsü (1569)”,
Belleten, cilt XIII, sayı 46, Ankara, 1948,
s. 371.
501 Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 8.
502 Selânikî, a.g.e., s. 33.
hükmî503 iken şehîd-i hakikî hükmüne göre gasl edildiği
detayını vermiştir504. Yine de bu husûsta sağlıklı çıkarımlara
varabilmek için müellifin hayatına ve bulunduğu devlet görevlerine dâir daha
detaylı bilgiye ihtiyaç vardır. Bilindiği üzere Selânikî’nin hayatı hakkında
yeterli bilgiye ulaşılamadığı gibi, kendinden sonraki târihçiler de Selânikî
Mustafa Efendi’den pek bahsetmemişlerdir.
Müellifin Mustafa Paşa sempatizanlığıyla alâkalı en
çarpıcı kısım, Saint Elmo’nun fetih
haberiyle ön plâna çıkmıştır. Müellifin bir “müjde”, târihin ise tek başına ele
geçirilmiş olması bir anlam ifâde etmediğinden bir “taktik hatası” olarak
kaydettiği Saint Elmo muhâsarasının –ki muhâsara kararını Mustafa Paşa
vermiştir ve müellif bu kaleyi “pek çok kaleye bedel” olarak kaydetmiştir-
fetihle netîcelendiğini haber vermek üzere gönderilen Abdî Çavuş, kardeşi
Mustafa Paşa’yı merâk eden Şemsî Paşa’yı da bu husûsta bilgilendirmiştir. Buna
göre Mustafa Paşa’nın şehît olup kurtuluşa ermekten başka bir murâdı yoktur ve
bu uğurda savaş sırasında gösterdiği gözüpeklik, kelimelerle bile ifâde
edilemeyecek derecededir. Mustafa Paşa öylesi bir kahramandır ki, düşman
ateşine göğsünü siper etmekten kaçınmamaktadır. Turgut Reis’in Saint Elmo muhâsarası sırasında vefât etmiş olması
ise müellif tarafından
üzerinde durulmaya lâyık görülmemiş, bunun yerine Mustafa Paşa’nın sefer
sonrasında vezâretten azledilmesi karşısında hissettiği duyguları, onun
unutulmuş ve terk edilmişliğini vurgulamak sûretiyle dokunaklı bir üslûpla dile
getirmiştir.
Bunlardan başka değerlendirilmesi gereken bir diğer
husûs da, dinî unsurlara metinde ne şekilde ve ne derecede yer verildiğidir.
Düşman için yeri geldikçe kullanılan
ve dönem itibâriyle gâyet tabiî ve alışılagelmiş olan tahkîr edici “hâli
perişân kâfirler”, “din düşmânı” ya da “lânetlik” ifâdelerinden başkaca aşırılık
hissi uyandıran bir üslûba yer verilmemiştir. Malta gemilerinin
503 Ferit Devellioğlu’nun Lûgat’ine göre şehîd-i hükmî; yangında yanarak, suda boğularak ya da herhangi bir
ilmî araştırmada veya hastalık sebebiyle hayatını kaybeden Müslüman kimse
anlamınadır. Bununla berâber aynı ifâde, görünüşte Müslüman olup esâsen
kalpleri itibâriyle kâfir olduğu hâlde ölenler,
yâni münâfıklar için de kullanılmaktadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca- Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Aydın Kitabevi, 19. Baskı, 2002, s. 984.
504 Selânikî, Tarih-i
Selânikî, s. 125.
her fırsatta İslâm gemilerine tasallutta bulunduğunu vurgulayan müellif,
sefer gerekçesi olarak da içinde tüccâr ve hacıların bulunduğu, çeşitli emtiâ
ile yüklü barçanın saldırıya uğramasını göstermiştir. Müellif bu noktada,
Müslümanların başına gelen bu hâlin büyük bir üzüntü yarattığını ve pâdişâhın
hemen sefer kararı aldığını belirtmiştir. Selânikî’ye göre zaten düşman da
durmaksızın kaleleri istihkâm etmekte ve donanmasını genişletmektedir. İçinde
hacıların da bulunduğu bilhassa belirtilen barçaya yapılan bu saldırının,
esâsen Sicilya ve Napoli’yi gözüne kestirmiş olan505 Osmanlı Devleti
için bir fırsat olmasına rağmen, müellif tarafından başlı başına bir gerekçe
olarak gösterilmesi dikkate değerdir. Elbette bu tutum, daha önce detaylı
olarak anlatıldığı gibi, müellifin yaşadığı dünyâ ve dönem üzerinden
değerlendirildiğinde ve Malta’da yerleşik olanların da Hıristiyan kimliğiyle ön
plâna çıkmış şövalyeler olduğu göz önünde bulundurulduğunda son derece
tabiîdir.
Selânikî’nin ön plâna çıkardığı İslâmî öğeler arasında
“gazâ ve cihâd” da yer almaktadır. Malta seferine gönüllü506
cezbetmek amacıyla fermân çıkarıldığından bahseden müellif, bunun hemen
arkasından pek çok kişinin büyük bir şevk ve zevkle donanmaya katıldığını
belirtmiştir. Elbette bunda, gazâ ve cihâd
sevâbı kazanmak kadar, hizmet karşılığında yüksek rütbeler taahhüt edilmesi de etkili olmuştur kanaatindeyiz.
Gerçekten de ilgili mühimme kayıtlarında507 da görülebileceği gibi,
sefer sonunda yararlık gösterenler çeşitli rütbeler ve timarla taltif edilmiştir.
Bundan başka Selânikî, halkın sefere giden ve
kendisinin de övme husûsunda gâyet cömert davrandığı askere karşı duyduğu
sevgiyi çeşitli şekillerde dile getirmiş, burada da “duâ” öğesini baş rolde
kullanmıştır. Halk, ordu ve pâdişâhla öyle bir bütünlük içindedir ki, İslâm
askerinin her dâim muzaffer olması için duâ etmeyi ihmâl etmemektedir.
Donanmanın sefere uğurlanması sırasında ortaya çıkan tabloyla ise, İslâm’ı temsîl eden
505 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 389.
506 BOA, MD, no: 6-I, s. 330, hüküm no: 597.
507 Başbakanlık Osmanlı Arşivi,
5 Numaralı Mühimme
Defteri (973/1565-1566): Özet ve İndeks
,
O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1994, s. 99, 107, 115, hüküm no: 546, 547, 594, 644.
pâdişâhın “kâfire karşı” başlattığı bu harekâtın halk tarafından büyük
bir coşkuyla desteklendiği gösterilmeye çalışılmıştır. Süleyman döneminin
yenilgiye alışkın olmayan halkı, müellifin kaleminden yansıdığı kadarıyla İslâm
askerine karşı büyük bir güven duymaktadır. Ancak müellifin yeri geldikçe bazı
İslâm askerini sert bir üslûpla tahkîr ettiğine de rastlanmıştır. Seferden
dönüş yolunda Osmanlı donanmasının şövalyelerin saldırısına uğramasından
sorumlu tuttuğu askerleri “korkak ve namussuz” olarak nitelemiştir. Elbette bu
arada Mustafa Paşa’nın elinden geleni yapmış olduğu da vurgulanmadan
geçilmemiştir.
Osmanlı halkının İslâm askerine duyduğu güven kadar
Mustafa Paşa’ya duyduğu sempatiyle ön plâna çıkmış olan müellif, Saint Elmo
muhâsarası sırasında bahsi geçen paşanın, şövalyelerin elinde esîr olan pek çok
Müslümanın hunharca katline sebep olduğu husûsunda ise suskun kalmıştır.
Muhâsara sırasında şövalyelerin ve Malta halkının maneviyâtını kırmak isteyen
Mustafa Paşa’nın “ölü şövalyelerin
boynunu vurdurup enli tahtalara bağlatmak sûretiyle limana göndermesinin”508
ardından La Valette de misilleme olarak tüm Müslüman esîrlerin öldürülmesini
emretmiş ve Saint John yortusuna denk gelen günde pek çok Müslüman “parçalara
ayrılarak”509, taşlanarak katledilmiş ve bazısından
çıkarılan iç organlar sokaklarda teşhîr edilmiştir510. Muhâsara
öncesinde adadaki Müslüman esîrlerin hazîn durumunu dile getirmekten kaçınmamış
olan müellif, ya yaşananlardan haberdâr olmadığından, ya da yine Mustafa
Paşa’yı himâye etmek adına seçmeci bir aktarım sergilediği hissini
uyandırmıştır.
Selânikî, haberleşme zorluğunun yanı sıra erzak
sorununun üzerinde de durmuştur. Müellife göre, muhâsara boyunca donanmanın
yüklü miktarda erzak ihtiyâcında olacağı önceden bildirilmiştir. Ancak hatırlanacağı
gibi kuşatma boyunca erzak meselesi, ordunun en büyük sıkıntılarından biri
olmuştur. Braudel’in, “Mesâfeye karşı mücâdele”511 olarak nitelediği bu
508 P. Cassar,
“Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbi Yönleri”, s. 125.
509 P. Cassar,
“a.g.m.”, s. 126.
510 P. Cassar, “a.g.m.”,
s. 128.
511 Ş. Turan, a.g.e., s. 96.
durum,
ordu ve ikmâl üslerinin arasındaki uzaklıktan kaynaklanmıştır. Turan’ın da
belirttiği gibi “böyle bir ihtiyâcın
belireceği önceden dikkat nazarına alınıp Malta’ya
yakın bulunan Trablus-Garb ve Cezayir gibi Osmanlı
ülkelerinde yığınak yapılmamış olması bir tedbirsizlik”512 olmuştur.
İlgili mühimme defterlerinde513 ordunun erzak ihtiyâcının
karşılanması için yazılan hükümler ve kuşatma sonrasında İstanbul’da zâhire
sıkıntısı çekilmiş olması514 da bu tedbirsizliğin delîlidir. Her
husûsta ihtimâm gösterilmiş olduğunu bildiren Selânikî tarafından erzak
sıkıntısının vurgulanması, böyle bir sıkıntının netîce üzerinde belirgin bir
rol oynadığını imâ etmek olabilir kanaatindeyiz. Elbette varsayımlarda
bulunurken, devletin o sırada Macaristan üzerine bir sefer hazırlığı içinde
olduğunun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Donanmanın “niyet üzere” sefere çıkmaklığının
belirtildiği metnin ilk başından itibâren Malta kalesinin çok iyi tahkîm
edildiği üzerinde de duran Selânikî, kale için daha ziyade “kal’a-i metîn”
ifâdesini kullanmayı tercih etmiştir. Ancak fethin başarısızlıkla
netîcelenmesinin sebebi olarak gösterilen gerekçe, sefer mevsiminin geçmiş
olmasıdır. Bununla berâber Selânikî, bu husûsta pek çok rivâyet bulunduğunu da
eklemiştir ki detaylarından bahsedilmeyen bu rivâyetin paşalar arasındaki
ihtilâf dolayısıyla cereyân eden hâdiseler üzerine olması ve müellifin Mustafa
Paşa’yı gözeterek bu rivâyeti aktarmamayı seçmiş olması ihtimâl dâhilidir.
Zaten daha önce de belirtildiği gibi, Selânikî’nin kaleminden döküldüğü
şekliyle Malta Muhâsarası, Mustafa Paşa merkezlidir. Müellifin “İslâm âlemini
ve yaratılmış olan herşeyi” ümitsizliğe düşürdüğünü belirttiği yenilgi bile
Mustafa Paşa’nın duyduğu keder ve
utanç üzerinden aktarılarak, böylesine büyük bir hüsrâna yol açan yenilgi bile
neredeyse Mustafa Paşa’nın gölgesinde bırakılmıştır.
Muhâsaranın yapıldığı döneme şahâdet etmiş olmasına
rağmen Selânikî fazlaca detay vermemiş, Turgut Reis’in şehâdeti, paşalar
arasındaki
512 Ş. Turan,
a.g.e., s. 97.
513 BOA, MD, no. 5, s. 7, hüküm no: 29; BOA, MD, no. 6-II, s. 128, 362, hüküm no: 1049, 1469; BOA, MD, no. 6-I, s. 315-316, hüküm
no: 575.
514 BOA, MD, no. 5, s. 107, hüküm no: 595, 596.
ihtilâfın iç yüzü ve yenilginin doğurduğu hâlet-i rûhiye gibi mühim
husûsları yeterince aydınlatmamıştır. Sefere çıkmak üzere olan donanmanın ve
paşaların özgüveninden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Ali Paşa’nın seferin
netîcesi hakkındaki kaygısından bahsederek müellif, hüsrâna yol açmış olsa da
devletin zirvesi tarafından zaten ihtimâl dâhilinde tutulmuş olması hasebiyle,
yenilginin pek de mühimsenecek bir etki yapmamış olduğu izlenimini vermek istemiş olabilir.
Bununla berâber yenilgilere alışkın olmayan
Süleyman dönemi Osmanlı halkından birisi olan Selânikî’nin, pâdişâha ve devlete
duyduğu/duymak zorunda olduğu güven
dolayısıyla bu başarısızlığı ciddîye almamış ya da indirgemeye çalışmış olması
da muhtemeldir.
2.2.2.
Selânikî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı
Mühimme defterlerinde yer alan ilgili
hükümlerden biri515 25 Mart 1571, diğeri516 de 19 Nisan
1571 târihini göstermekle berâber Selânikî’ye göre 1571
yazında, Hıristiyan kuvvetlerin yeni bir Haçlı ittifâkı içine girdiği haberi
alınmıştır. 16 Haziran
1571 târihli ilgili
bir başka hükümde517 ise, Papa ile Kral
Philippe’in Venediklilerle işbirliği yapıp yapmadıklarına dâir bilgileri
istenmiş olan Dubrovnik beylerinin,
durumdan haberleri olmadığı bildirilmiş
ve düşman hakkında bilgi edinilip gönderilmesi istenmiştir. Düşmanın Kıbrıs’ın
intikâmını almakta kararlı olduğunun altını çizen müellif, uzayan Magosa
muhâsarası dolayısıyla yaşanan gelişmelere bağlı olarak denizde dağınık hâlde
bulunan donanmanın bir araya geldiği târihi kullanmayı tercîh etmiştir.
Daha önce bahsedilmiş olduğu gibi, İnebahtı
savaşı sırasında Osmanlı donanmasının durumu pek de iç
açıcı değildir. Uzun süredir denizde bulunan gemilerin bakım ihtiyâcı olduğu
gibi, asker eksiği de mevcûttur. Selânikî de eserinde bahsi geçen sıkıntıya
değinmiş, sefer kararı da henüz kesinleşmemiş olduğundan, bazı askerlerin rüşvet vermek sûretiyle donanmadan ayrıldığını belirtmiştir. Savaş kesinleştiğinde ise bu sıkıntının
515 BOA, MD, no. 12-I,
s. 152, hüküm no: 211.
516 BOA, MD, no. 12-I, s. 256, hüküm no: 394.
517 BOA, MD, no. 12-I, s. 335, hüküm no: 529.
giderilmesi için gösterilen çabaya rağmen yeterli sayıda asker tedârik
edilemediğini kaydetmiştir.
İncelenen ikincil kaynakların çoğunda olduğu gibi,
Selânikî de paşalar arasındaki ihtilâftan bahsederken Uluç Ali Paşa lehinde bir
tavır sergilemiştir ancak Malta muhâsarasını naklederken takındığı kişi odaklı
üslûbu kullanmamış, bu sebeple tarafgirlik kaygısından ârî bir nakilde
bulunmuştur. Bununla berâber müellifte, İslâm askerine karşı derin bir öfke de
göze çarpmaktadır. Kıbrıs Seferi’nde sefer öncesi yerine getirilen dinî vecîbelerden, İslâm donanmasının
haşmetinden518 ve oradaki gazâ ve cihâdı ne yazacak ne anlatacak
kelimenin bulunabileceği derecede muazzam olarak519 niteleyip İslâm
askerini yücelten müellif, İnebahtı Savaşı’ndaki askeri savaştan çekinmekle
ithâm edip, Pertev Paşa’nın da kaçtığını imâ etmiştir.
Malta muhâsarasındakine kıyasla, Kıbrıs seferi de
dâhil olmak üzere Selânikî’nin İnebahtı bahsindeki üslûbu, daha agresif ve
öfkelidir. Bilhassa Kıbrıs fethi sırasında İslâm askerinin mücâdelesini coşkulu
bir havada aktarıp, ölenlere cenneti lâyık görürken, lânetlikleri tereddütsüz cehenneme göndermiştir. Lamartine’in haklı
bulmakla berâber “insanlığa ve doğaya
karşı bir işkence”520 olarak nitelediği Lala Mustafa Paşa
tarafından, Müslümanlara çektirdiği ezâya karşılık Magosa eski komutanı
Bragadino’nun “ser-tâ-pâ”521
derisinin yüzdürülmesini aktarmakta bile beis görmemiştir. Bu öfke İnebahtı
bahsinde ise düşmân askeri ve Pertev Paşa üzerinden açığa çıkarılmıştır.
Selânikî’ye göre düşmân askeri, “aşağılıklar, bayağılar, alçaklar, kalleşler”
tayfasıdır. Müezzinzâde Ali Paşa ile tedbirsiz davranmakla ithâm edilen Pertev
Paşa ise bedduâya lâyık birer korkaktan başka bir şey değillerdir.
Selânikî’nin bildirdiğine göre bu hezîmetin haberi
kısa sürede ağızdan ağıza yayılmış ve savaşın cereyân ettiği ayın ortalarında
pâdişâh da durumdan haberdâr olarak, üstüne bir yorgunluk çökmüştür. Burada
518 Selânikî, Tarih-i Selânikî
I, s. 78.
519 Selânikî, a.g.e., s. 80.
520 Lamartine, Osmanlı
Tarihi, s. 510.
521 Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 80.
Selânikî’nin, zaten dinlenmekten başka bir meşgalesi olmayan pâdişaha
inceden bir gönderme yapmış olması da ihtimâl dâhilindedir ancak şu noktayı bilhassa tekrarlamak yerinde
olacaktır ki, Malta Muhâsarası’ndaki Selânikî değildir bu kez karşımızdaki.
İnebahtı’yla karşımıza çıkan müellifin niyeti
daha net ve tektir. Bir hezîmet yaşanmıştır ve bunun sebebi de
tedbirsizliktir. Hezîmetin bir diğer sebebi olarak “olmayacak istek” tabirini
kullanmakla kast ettiği de muhtemelen bu tedbirsizlikte paşalardan başka kimselerin de payı olduğudur. Ancak kaynakların
pek çoğunda zikredilenin aksine, Sokollu Mehmed Paşa’nın daha Kıbrıs Seferi’ne
karar verildiği zaman İnebahtı’da yaşanacak hezîmetle ilgili öngörüsü hakkında
Selânikî’nin belirgin bir ifâdesine rastlanmamıştır. Sadece, “Gösterdiği başarılardan dolayı
kaptanpaşalığa tayin olunarak Cezâyir Beylerbeğiliği ve Tunus eyâletinin
kendisine tevcîh olunduğu”522 Uluç Ali Paşa’nın lakâbının Kılıç’a çevrildiğini ve Pertev Paşa’nın
da azledildiğini bildirdikten sonra, yenilginin ardından yeni donanmanın inşâ sürecinden bahsederken, memleket işlerinde
tedbirli davrananların birlik hâlinde, kaybedilenlerin telâfî
edilmesi için harekete geçtiğinden bahsetmiştir. Bu süreci anlatırken seçtiği
haşmetli kelimelerle, âdetâ hezîmetin acısını çıkarmış ve süreç netîcesinde
meydâna getirilen donanmanın, düşmânı büyük bir hayrete düşürdüğünden gururla bahsetmiştir.
2.3. GELİBOLULU MUSTAFA
ÂLÎ VE KÜNHÜ’L AHBÂR
Mustafa Âlî, XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin karmaşık
ve çelişikliğine neredeyse tüm hayatı boyunca şâhit olmuş bir şahsiyettir.
Kariyer peşinde koşarak geçirdiği zorlu ve yorucu ömrünün sonlarına doğru
kaleme aldığı Künhü’l Ahbâr ise, onun
târihçi kimliğiyle ön plâna çıkmasına sebebiyet vermiştir. 28 Nisan 1541’de
Gelibolu’da dünyâya gelen Âlî, tanınmış tüccâr
bir babanın523 ve şeyh torunu bir annenin524 üç erkek çocuğundan biridir525.
522 BOA, MD, no. 12-II,
s. 204, hüküm no: 1088.
523 Fleischer, a.g.e., s. 11-12.
524 Flesicher, a.g.e., s. 15.
525 Fleischer, a.g.e., s. 19.
Hakkındaki bilgileri daha ziyâde Fleischer’ın çalışmasından edindiğimiz Âlî’nin İstanbul serüveni, 1556-1557
senelerinde medrese tahsîli için buraya gelmesiyle başlamıştır. Bu dönemde
başta, hocası Şemseddin Ahmed –ki kendisi Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin
oğludur- olmak üzere, Celâlzâde Mustafa Çelebi526 ve Ramazanzâde
Mehmed Paşa527 gibi iki mühim devlet adamı ve târihçiyle tanışma
fırsatı bulmuştur. Yine Fleischer’dan öğrendiğimiz
kadarıyla medrese arkadaşları arasında meşhûr şâir Bâkî (d.1526-ö.1600) de
vardır.
1560’ta medrese öğrenimini tamamlayan Âlî, öğrencilik
senelerinde yazmış olduğu Mihr ü Mâh isimli
eserini takdîm etmek üzere o sırada Konya’da bulunan şehzâde Selim’in sarayına
gitmiş, meslekî kariyerine kolaylıkla başlayabilmek maksadıyla şehzâdenin
yakınlığını kazanmaya niyetlenmiştir528. Ne var ki bu girişimi onun
ilmî kariyer hayâllerine mâl olmuş ve hayatının bundan sonraki akışında
belirleyici bir rol oynamıştır. Zîrâ şehzâde Selim, Âlî’yi divan kâtipliğine
getirmiş529, böylece siyâsî rüzgârların etkisinde geçecek meslek
hayâtına umduğundan farklı bir yönde ve hızla girmiş, üç sene sonra da başkâtip
olup yaşına göre büyük bir saygınlık kazanmıştır530. Pâdişâh olması
muhtemel şehzâdenin saray mâiyeti arasında kendine bir yer edinmiş olan
Âlî’nin, hedeflerini yükseltmemesi için bir sebep yoktur ancak Selim’in yeni lalasının
Âlî’den hiç hazzetmemesi, ona ilk kırgınlığını yaşatarak şehzâde sancağını
mecbûren terk etmesine sebebiyet vermiştir.
Bu noktadan sonra yirmi iki yaşındaki Âlî, Halep
beylerbeyiliğine getirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’nın
yanında sır kâtipliğine girerek, “siyâsî
526 Koca Nişancı olarak da bilinir. I. Selim zamânında divân kâtipliğne
girmiş, Kânûnî’nin saltânatında da yükselme imkânı
bulmuştur. Yirmi üç sene boyunca
nişancılık görevini ifâ etmiştir. İlk kez Osmanlı Türkçesi’yle kaleme alınan
ve Osmanlı hânedânı târihi niteliğinde olan Tabakatü’l-
Memâlik fi Derecâti’l-Mesâlik adlı eseri yazmıştır. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 271-273. 527
Küçük Nişancı olarak da bilinir. Celâlzâde’nin halefidir. Târih-i Nişancı adlı eseri, dünyâ ve Osmanlı târihi niteliğindedir.
528 Fleischer, a.g.e., s. 33.
529 Fleischer, a.g.e., s. 33.
530 Fleischer, a.g.e., s. 36.
geleceğini biçimlendirecek olan
hâmîlik ilişkisini”531 kurmuştur. Lala Mustafa Paşa, büyük
bir özlemle hayâlini kurduğu vezîr-i azâmlık görevine ancak III. Murad
döneminde gelebilecek olan bir devlet adamıdır. Bâyezid ve Selim arasındaki
hazin mücâdeleler esnâsında etkin bir rol oynamış, Bâyezid’i “asî göstermek sûretiyle”532
Kânûnî’nin Selim’den yana bir tavır almasına sebebiyet vermiştir. 1563’te Şam
beylerbeyiliğine getirilen Lala Mustafa Paşa’nın mâiyetinde yer alan Âlî, 1566’da
Selim’in de tahta oturmasıyla bahsi geçen iki ismin “gönüllerini okşamak”533 maksadıyla
edebî eserler ortaya çıkarmıştır. Şam’da bulunduğu sırada Ahlâk-ı Alâ’î’nin yazarı Kınalızâde Ali Çelebi ile tanışma fırsatı
da bulmuş ve ondan “eleştirinin temel
ilkesinin, dostluktan murâdın düşmân gözü ile nazâr”534 olduğunu
öğrenmiştir.
1568 senesi Âlî’nin hayatında başka bir dönüm
noktasını teşkîl etmiştir. Zîrâ o sene cereyân eden Yemen Meselesi535
netîcesinde ortaya çıkan “siyâsî
ittifaklar ve kişisel düşmanlıklar”536, Âlî’nin bundan sonraki
hayatının gidişâtını büyük ölçüde etkilemiştir. Fleischer’ın eserinden yansıyan Yemen Meselesi sırasında şâhit olunan şahsî menfaat odaklı siyâsî hamleler,
XVI. yüzyılın karmaşık yapısına yakışır bir mâhiyet arz etmektedir.
Dönemin vezîr-i azâmı, Âlî’nin “pâdişâh-ı
manevî”537 dediği Sokollu Mehmed Paşa’dır. Devlet içinde büyük
bir gücü vardır ancak Selim döneminde, Kânûnî’den
miras kalmış bir devlet adamıdır ve konumunu muhâfaza etmesi için çaba
göstermek durumundadır. Lala Mustafa Paşa’nın makam hırsından da bîhaber
olmamakla berâber hem akrabalık bağları olması hem de Mustafa Paşa’nın Selim’le
yakınlığı sebebiyle onu kendi safında tutmak niyetindedir. Sokollu’nun “denetim altında tutmak istediği”538
Lala Mustafa Paşa’yı Yemen seferi için görevlendirmesi, şahsî menfaat ve düşmanlıkların
yön vereceği bir dizi hâdiseyi de berâberinde getirmiştir. Aralarında husûmet bulunan
Lala
531 Fleischer, a.g.e., s. 39.
532 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II,
s. 406.
533 Fleischer, a.g.e., s. 43.
534 Fleischer, a.g.e., s. 42.
535 Yemen’in Zeydiye
hânedânına mensûp olan İmam Mutahhar
tarafından başlatılan isyân. Bkz.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/II,
s. 343.
536 Fleischer, a.g.e., s. 45.
537 Fleischer, a.g.e., s. 52.
538 Flesicher, a.ğ.e., s. 47.
Mustafa Paşa ve Mısır beylerbeyi Sinan Paşa539 merkezinde
cereyân eden hâdiseler, kutuplaşmanın daha belirgin bir hâl almasına sebebiyet
vermiş ve belki de Âlî’nin iddia ettiği gibi esâsen gelişmelerin bu yönde
olacağını ilk baştan beri bilen ve herşeyi Lala Mustafa Paşa’nın gözden düşmesi
için plânlamış olan540 Sokollu Mehmed Paşa maksadına ermiş, Mustafa
Paşa’nın pâyeleri Sinan Paşa’ya verilmiştir. Yaşananların derinleştirdiği
kutuplaşma, ilerleyen senelerde Sokollu’nun karşı safını sıkılaştırırken, daha önce
bahsedildiği gibi Âlî’nin hayatına da büyük bir etkide bulunmuştur. Zîrâ
meslekî hayâtı boyunca bir türlü istediğini elde edemeyecek olan Âlî,
aksaklıkların altında Lala Mustafa Paşa ve mâiyetine duyduğu kin sebebiyle
Sinan Paşa’nın olduğuna inanacak, Künhü’l-Ahbâr’ında
onu “çöküşün mimarlarının başında” gösterecektir541.
Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs seferi için hazırlandığı
sıralarda Sokollu Mehmed Paşa ile Lala Mustafa Paşa’nın arasındaki gerginlik
sona ermiş ancak bu kez de Âlî ve Lala Mustafa Paşa’nın arası açılmıştır. 1569 senesinin sonlarına doğru İstanbul’a dönen
işsiz Âlî, Kıbrıs seferi için
görevlendirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’ya mektuplar yazarak eski hâmîsinin
gönlünü kazanmaya çalışırken, bir yandan da Sokollu Mehmed Paşa’yla yakınlık
kurma peşine düşmüştür542. Sokollu’ya sunduğu Heft Meclis isimli eseri sâyesinde, Dalmaçya’da Klis sancağında
divân kâtibi543 olarak işe girmeyi başarmışsa da, Âlî’nin hâlen
hayâllerini süsleyen, bir “saraylı”544
olabilmektir.
Âlî 1570-1577 arasında divan kâtipliğini sürdürürken
İstanbul’da da bir taht değişikliği yaşanmış ve 1574’te III. Murad pâdişâh
olmuştur. Yeni pâdişâhla berâber Sokollu Mehmed Paşa’nın devlet içindeki konumu
ehemmiyetini kaybetmeye başlayınca, Âlî de yeni arayışlar içine girmek
durumunda kalmış, Sokollu’ya duyduğu saygıyı korumaya
devâm etmişse de,
539 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
II, s. 27.
540 Flesicher, a.g.e., s. 47-50.
541 Flesicher, a.g.e., s. 50.
542 Fleischer, a.g.e., s. 54-57.
543 Fleischer, a.g.e., s. 58.
544 Fleischer, a.g.e., s. 68.
güçlenen tarafın yanında yer
alabilmek için faaliyetlere girişmiştir. Hırsla bağlandığı tutkularının
peşinden koşan Âlî, yeni pâdişâhın hocası olan ve meşhûr Tâcü’t-Tevârih’in sâhibi Hoca Sa’deddin Efendi ve daha önce
Selânikî bahsinden hatırlanacak olan Kızıl Ahmedli Şemsî Paşa başta olmak üzere
sarayda etkin olan isimlerle yakınlık kurmayı başarmıştır545. Aslına
bakılırsa Kânûnî döneminde altyapısı hazırlanmak sûretiyle II. Selim’den
itibâren Osmanlı sarayında, bilhassa Yahudi asıllılar olmak üzere, bir harem kilercisi bile söz sâhibi
olmaya başlamıştır546. Âlî de, ilerleyen senelerde pişmanlığını547
dile getirecek olsa da, hırsları uğrunda düzene ayak uydurmayı tercîh etmiş ve
ömrünü menfaat rüzgârına göre yönlendirmiştir.
Hilyetü’l-Ricâl’i
III. Murad’a sunduğu sene Âlî’ye, Hoca Sa’deddin’in de devreye girmesiyle548,
Gürcistan seferine hazırlanan ordunun sefer kâtipliği görevi verilmiş, Lala
Mustafa Paşa ile de aralarındaki buzları eriten Âlî, daha sonra da Halep
defterdârlığına getirilmiştir549. Ancak Lala Mustafa Paşa’nın
1580’deki ölümü, Âlî’nin devlette ağırlığı olan Sinan Paşa karşısındaki
hâmîsini ve yüksek makam hayâllerini de kaybetmesi anlamına gelmiştir550.
1582’de Sinan Paşa’nın vezîr-i azâmlıktan azli üzerine umutları yeşeren Âlî, Nusretnâme’si sâyesinde III. Murad’ın
beğenisini kazanmış551, bir süreliğine parlayan yıldızı sâyesinde552
1584’te Erzurum defterdârlığına getirilmiş553 ancak yine de
beklentileri bir türlü yerine gelmemiştir. Bir yandan sürekli eserler kaleme
alan Âlî, bunların, hırslarından beslenen tutkularına kapı açması ümidini
taşımıştır. Ancak hayâl ettiği saray hayâtına bir türlü kavuşamamış olan Âlî,
artık çok eskide kaldığına inandığı adâlet özleminin ve yaklaşan Hicrî bininci yılın da etkisiyle, içsel bir dönüşüm
yaşamaya
545 Fleischer, a.g.e., s. 75.
546 Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi III / I, s. 121.
547 Fleischer, a.g.e. s.
141.
548 Fleischer, a.g.e., s. 78.
549 Fleischer, a.g.e., s. 84.
550 Fleischer, a.g.e., s. 91.
551 Fleischer, a.g.e., s. 114.
552 H. Mustafa Eravcı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ‘Nushatü’s-Selâtînde
1578-1579 Trans-Kafkas Seferine Dair Eleştirileri ve Bunların Tarihi Önemi”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 3, sayı 1,
2001, s. 33.
553 Fleischer, a.g.e., s. 119.
başlamıştır554.
Müellif meşhûr Künhü’l-Ahbâr’ı da
işte böyle bir hâlet-i rûhiye içerisinde, “ilâhî
bir ilhamla”555 kaleme almıştır. Fleischer’a göre Âlî bu dönemde
“yerini bulamamış, topluma yabancılaşmış
birisidir” ve Künhü’l- Ahbâr’a “gençliğinin daha düzenli ve mutlu dünyâsına
bir kaçış arayışından” ileri gelen ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir556.
Âlî, henüz on beş yaşındayken âlim olma arzusuyla
ayrıldığı Gelibolu’ya, ömrünü makam hırsı peşinde geçirmiş olarak 1593’te geri
dönmüştür. Ancak gençliğine mâl olmuş bu sevdâsı sebebiyle, meslek hayatı
boyunca hep yoluna taş koyduğuna inandığı
Sinan Paşa’yla arasını düzeltmeye çalışmaktan kendini alamamış, Hoca
Sadeddin’in yardımıyla Habsburglara karşı sefere çıkan paşa için fetihnâme yazmakla görevlendirilmiştir557.
1600 senesinde son nefesini verinceye dek gençlik hırslarını aşamamış, asla
kendisine lâyık görmediği muhtelif devlet görevleriyle yetinmek durumunda
kalmıştır. O öldüğünde, dünyâ artık yeni bir yüzyılı yaşamaya başlayacaktır.
Pek çok alanda elliye558 yakın eser kaleme
almış olan Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ismiyle anılan en meşhûr eseri, zaten
yazarken en büyük beklentisinin saygınlık olduğunu bildiğimiz559 Künhü’l-Ahbâr’dır. Müellifin şâheseri
olan Künhü’l-Ahbâr, ilki kozmoloji,
coğrafya ve yaratılışa, ikincisi İslâm öncesindeki peygamberlerden Moğol
istilâsına kadar geçen döneme, üçüncüsü Moğol ve Türk hânedanlarına ve
sonuncusu da Osmanlı târihine dâir olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır560.
Bunlardan başka eserde târih ilminin faydalarından ve bir târihçide olması
gereken özelliklerden de bahsetmiştir. Bir ilim olarak târihe yaklaşımı daha
ziyâde insanların geçmiş tecrübelerden ders çıkarmasına hizmet ettiği
yönündedir561. Târihçilerde bulunması gereken en mühim özelliği ise adâlet çerçevesine sığdırmıştır.
554 Fleischer, a.g.e., s. 144.
555 Akbulut, “a.g.m.”, s. 74.
556 Fleischer, a.g.e., s. 148.
557 Fleischer, a.g.e., s. 156.
558 Akbulut, “a.g.m.”, s. 73.
559 Fleischer, a.g.e., s. 145.
560 Fleischer, a.g.e., s. 253.
561 Akbulut, “a.g.m.”, s. 75.
Yine de bunun eserine,
hüsranlarla geçen bir hayâtın belirlediği vizyondan süzülerek yansımış olması kuvvetle muhtemeldir.
2.3.1.
Âlî’nin Kaleminden İnebahtı
Savaşı
Âli’nin kaleminden yansıyan İnebahtı, Selânikî’ye
kıyasla daha sakin ve yer yer daha detaylıdır. Müellif, uzayan Magosa
muhâsarasının haberini verdikten sonra, muhâsaranın başında olan Lala Mustafa
Paşa’ya destek amacıyla, 300 parçadan müteşekkil yeni donanmanın Müezzinzâde
Ali Paşa komutasında Cuma gününe denk düşen 1570 nevrûzunda İstanbul limanından
çıkarıldığını bildirmiştir. Akdeniz’e çıkıldığında bu sayı, donanmaya dâhil
olan diğer gemilerle birlikte 400’e ulaşmıştır. Ancak ilgili başlıkta daha önce
belirtmiş olduğumuz gibi bu sayıyla, doğrudan İnebahtı Savaşı’na iştirâk eden
gemiler kast edilmemiştir. Daha sonra Uluç Ali Paşa’nın da 20 parça gemiyle
dâhil olduğu donanma, Kefalonya ve Korfu adasını yağmalamıştır. Âlî bu husûsu, “Her birinde ki küffâra gâret u hasâret
âteşleri salındı”562 şeklinde belirtmiştir.
Buradan itibâren, daha ziyâde Osmanlı donanmasın
yenilgisinin gerekçeleri arasında gösterilmiş olan detaylardan bahsedilmiştir. Âlî, Osmanlı
donanmasının bu süre içerisinde denizde fazlaca oyalandığını ve çarpışma
cesâreti olmadığı düşünülen düşmânın, donanmayla karşı karşıya gelmediğini
belirtmiştir. Zaman geçmiş, kış yaklaşmış ve motivasyonu düşen asker, cenkçi ve
kürekçilerin yarısından fazlası da dâhil olmak üzere, dağılmaya başlamıştır.
Hatırlanacağı gibi bu husûs hem mühimme kayıtlarından müşahade edilmiş, hem de
Selânikî tarafından da vurgulanmıştır. Dolayısıyla, Âlî’nin de dediği gibi
Osmanlı donanması, büyük asker eksiğiyle İnebahtı’ya gelmiştir. Bu sırada,
Hıristiyan kuvvetlerinin Osmanlı’ya karşı bir ittifâka girdikleri ve gemileri
asker dolu olarak yola çıktıkları haberi alınmıştır.
562 Çerçi, a.g.e., s. 80.
İnebahtı Savaşı’nın belki de en meşhûr hâdisesi olan
paşalar arası tartışma, Âlî’nin naklinde de kendine bir yer edinmiştir. Serdâr
Pertev Paşa ve Kapudân Ali Paşa’yla
birlikte diğer ümerânın toplanıp, cenkçi ve kürekçisi eksik olan donanmanın
durumu hakkında müşâvere ettiklerini, Pertev Paşa’nın konuşulanlara itirâz
etmediğini bildirmiştir. Âlî’ye göre kuruntulu
yapısı ve korkaklığıyla bilinen Pertev Paşa bu tavrıyla hem yaratılışına
uygun davranmış, hem de zaman ne gerektirirse ona göre davranılması gerektiğini
kast etmiştir. Ancak Âlî’ye göre “yiğitlikte ve ululukta parmakla gösterilen”563
ve kendisine gönderilen emirde, savaşın başarısızlıkla netîcelenmesi durumunda
görevlerinden azledileceği ve bu sebeple mutlaka düşmanı alt etmesi gerektiği
bildirilen Ali Paşa, kendi kararını kabûl ettirmiştir. “Yaratılış itibâriyle ve cesârette sönmüş
bir muma benzeyen ancak
vezirliğin zirvesinde bulunan” Pertev Paşa ile Uluç Ali Paşa,
Müezzinzâde Ali Paşa’nın hiddeti karşısında muhâlefet edememişlerdir. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin,
burada Uluç Ali Paşa için
kullandığı “necm-i sühâ” ifâdesi dikkate değerdir. Zîrâ eski dönemlerde,
gözlerin görüş derecesini ölçebilmek amacıyla, Büyükayı yıldız kümesinin en
küçük üyesi olan bu yıldızın kullanıldığı bilinmektedir. Âlî yaptığı bu benzetmeyle, fazlaca ön plâna
taşımadığı Uluç Ali Paşa’nın tecrübesini ve dolayısıyla ileri görüşlülüğünü imâ
etmiş olabilir kanaatindeyiz.
Nihâyet 7 Ekim 1571 Pazar günü iki donanma karşı
karşıya gelmiştir. Âlî’ye göre rüzgâr,
düşmana elverişli yönde
esmektedir. Bu hâl üzere güneşin doğuşundan batışına kadar
şiddetli ve kanlı bir çarpışma cereyân etmiş, Ali Paşa ve oğulları katledilmiş,
pek çok bey perişân hâlde esîr düşmüş, Osmanlı
donanmasından 190 gemi ile sayısız savaş âleti düşman eline geçmiştir. Metnin
geneline nazaran bu bölümden itibâren Âlî’nin dinî öğelere fazlaca yer verdiği
ve bunu ağdalı bir üslûpla yaptığı dikkat çekmektedir. Düşman askeri, “doğru
yoldan sapmışlar” olarak ifâde edilirken, Osmanlı askeri “Allah adamı” olarak
nitelenmiştir. Müellife göre düşmân eline geçen savaş âletleri, “din ve devlet
düşmanlarının kabzalarında mahzûn” kalmış, esîr edilip bağlanan binlerce gâzî
ve mücâhit “gam ve hüzün” içine düşmüş,
563 Çerçi, a.g.e., s. 81.
binlerce Müslüman katledilmiş, yaralanmış ve her yer kana bulanmıştır.
Âlî için bu manzara, ancak kıyâmette yaşanabilecek
türdendir. Dünyâ kurulalı ve Nûh peygamber ilk gemiyi inşâ ettiğinden beri
böyle büyük bir felâket yaşanmamıştır.
Bu hâdisenin duyulduğu sıralarda Âlî, büyük şeyhlerden
biri olarak telâkkî ettiği birini ziyârete gittiğinden ve derin keder içinde bu
ender görülecek hezîmetten konuşup çokça gözyaşı döktüğünden bahsetmiştir. İsmi zikredilmemiş olan şeyh, muhtemelen
Balî Efendi ya da Nûreddinzâde Muslihiddin’dir. Zîrâ Fleischer, Âlî’nin işsiz
geçirdiği 1569-1570 kışında Halvetîliğe bağlandığından ve Şeyh Ramazan’ın
mürîdlerinden Sarhoş Balî Efendi ve
Nureddinzâde ile yakınlaştığından bahsetmektedir564. Bahsi geçen iki
isim de Halvetî olmakla berâber, aralarında büyük bir husûmet vardır. Âlî’nin
bu iki isimle yakınlık kurmuş olmasının sebebi, daha önce bahsedildiği gibi,
bitmek bilmeyen hırsıdır. Zîrâ kerâmet
sâhibi olduğuna inanılan Balî, aynı zamanda şâir olarak da hatrı sayılır
bir üne sâhiptir. Halkın dinî duygularını sömürdüğüne inandığı
Balî’yi şiddetle eleştiren
Nureddinzâde ise, vezîr-i azâm
Sokollu Mehmed Paşa’nın pîridir. Âlî, hangi tarafın siyâsî bakımdan daha güçlü
olduğuna karar verene kadar, kendi menfaatini gözeterek bu iki isimle de
bağlarını sıkı tutmaya çalışmıştır. Balî 1572’de, Nureddinzâde ise 1573’te
ölmüş olduğundan ve İnebahtı Savaşı’nın netîcesinin de her iki târihten daha
önce duyulduğu gerçeğinden hareketle, her iki ismin de Âlî’nin bahsettiği
“büyük şeyh” olma ihtimâli vardır. Yine de kimliğinden emîn olamadığımız bu
isim, yenilgi sonrasında kendisini ziyâret eden Âlî’ye, “sadece Müslümanların
değil, herkesin aynı şekilde Allah’ın kulu olduğunu” söylemiştir.
Âli, hezîmetin görünen
sebebi olarak Müezzinzâde Ali Paşa’nın “yersiz cüretini ve gemilerdeki
alâmetlerin aşikâr edilmiş olmasını” göstermiştir. Bu tavrı Ali Paşa’nın hem
kendi canına, hem de donanmanın hezîmetine mâl olmuştur. Müellife göre yapılan
bu hata çok büyüktür zirâ böyle bir savaş durumunda “hangi gemiye kimin
komuta ettiğinin bildirilmemesi gerektiği
564 Fleischer, a.g.e., s. 57.
bellidir”. Âlî, görünen sebep olarak naklettiği bu gerçeğin ardından,
sahih olduğunu belirttiği bir rivâyete dayanarak, ikinci bir sebepten daha
bahsetmiştir. Rivâyete göre zaten uzun süredir denizde olan ve büyük asker
eksiği bulunan donanma bu açığı kapatmak için, uğradığı kıyılarda gerek
Müslüman, gerek kâfir pek çok kişiyi
cebren alıkoymuştur. Âlî’ye göre bunlardan alınan âhın üstüne, donanmanın böylesi büyük bir felâket yaşamaması zaten
pek de mümkün değildir.
Müellif özet olarak “tonanma sındı”565 diyerek, felâketin ardından
yaşananlardan bahsetmiştir. Osmanlı donanmasından düşmân eline geçen parçaların
Avrupa’nın muhtelif şehir ve kasabalarında, zafer kutlamaları kapsamında
gezdirildiğini yazan Âlî’nin, “leb-i
deryâdaki ma’berler” ifâdesinden, daha önce ilgili başlıkta anlatıldığı
üzere, donanmaya âit parçalardan bir kısmının Venedik’teki köprüler üzerinde
sergilendiğinden de haberi olmuştur. Netîcenin Osmanlı ülkesindeki etkileri üzerinde de duran Âlî, fecî haberin
duyulduğu ilk andan itibâren Müslüman halkın, mücâhitlerin ve vezîrlerin gam ve kedere düşmekle berâber, büyük
bir şaşkınlık yaşadıklarından da
bahsetmiştir. Müellif buradan sonra gâyet soğukkanlı bir üslûpla, Sokollu
Mehmed Paşa’nın var gücüyle yeni donanma hazırlığına girdiğini, bunu yaparken
de hiç bir sıkıntının yaşanmadığını “Pes
altı ayın içinde iki yüz pâre kadırga ve mavna tedârükin gördi. Hâlâ ki ne
ekâbir ü mâldârlara gemi yaptırıldı ne teklîf olındı. Ve ne hizâne-i âmirede
akça kılleti çekildi”566 diyerek vurgulamıştır. Bununla berâber
mühimme kayıtlarında Sinop kadısı gibi ulemâdan kimselere Donanma-i Hümâyûn’a
göndermek üzere gemi yaptırmaları husûsunda gönderilmiş hükümler567
mevcûttur. Nihâyet, altı ayın sonunda 200 parçalık yeni bir donanma inşâ
edilmiştir. İnebahtı’nın en meşhûr netîcelerinden biri olarak, Uluç Ali’nin lakâbının
Kılıç’a çevrildiğini de atlamayan müellif son bir detay olarak, her ne
kadar İnebahtı sonrasında yeniden denizlere çıkılmış olsa da, yaşanmış olan
büyük hezîmetin “kalplere yerleşmiş olan korkusu” sebebiyle yiğit İslâm askerinin
565 Çerçi, a.g.e., s. 83.
566 Çerçi, a.g.e., s. 83.
567 BOA, MD, no. 12-II, s. 185, 221, 233, 261, hüküm no: 1053, 1121, 1147, 1201, 1202.
intikâma cüret göstermeye meyletmediğini, daha tedbîrli davranıldığını eklemiştir.
İnebahtı felâketi yaşandığında, Gelibolulu Mustafa Âlî
henüz otuz yaşındadır. Künhü’l-Ahbâr’ını
kaleme almaya başladığında ellili yaşlara adım atmış, 1597-98’de eserinin Osmanlı
cildini neredeyse tamamladığındaysa568, artık ömrünün son senelerine
girmiştir.
2.4. PEÇEVÎ İBRAHİM
EFENDİ VE PEÇEVİ
TARİHİ
XVII. yüzyılda yetişen mühim târihçilerden biri olan569
Peçevî İbrahim Efendi 1574 senesinde Macaristan Pecs’te dünyâya gelmiş570,
Boşnak kökenli olmakla berâber doğum yerine atfen kendisine “Peçevî” denmiştir.
Eserinde, hayatı hakkında kısıtlı olmakla berâber bazı bilgiler mevcûttur. Buna
göre Bosna’nın zengin ailelerinden birine mensûb ve aynı zamanda Bosna Alaybeyi
olan büyük dedesi Kara Dâvûd, II. Mehmed’in silhatarlığını da yapmıştır. Babası, yine Bosna
Alaybeyliği’nde bulunmış olan Cafer Bey’in sekiz oğlundan biri571,
annesi ise meşhûr Sokollu ailesindendir572 ve Sokollu Mehmed
Paşa’nın amcalarından birinin kızıdır573. Enderûndan yetişmiş olan
dayısı Ferhad Paşa, iki kez vezîr-i azâmlık görevinde bulunmuş, Peçevî de on dört yaşındayken o esnâda Budin
beylerbeyi olan Ferhad Paşa’nın konağına yerleşmiştir. Bundan sonra ise
ailesinden bir başka meşhûr isim olan ve aynı zamanda Sokollu soyundan gelip,
Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliği ile vezîr-i azâmlık görevinde bulunan574
Lala Mehmed Paşa’nın himâyesine girmiş, on beş sene burada kalmıştır575.
568 Fleischer, a.g.e., s. 255.
569 Emin Yolalıcı, “Türk Tarihinin Kaynaklarına Genel Bir Bakış”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi:
The Journal of International Social
Research, cilt 1, sayı 3, Bahar 2008, s.
478, (Erişim) http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/yolalici_memin.pdf.
570 Babinger, a.g.e., s. 211.
571 Peçevî İbrahim
Efendi, Peçevî Tarihi I,
haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara,
Kültür Bakanlığı, 1992,
s.
XVII.
572 Babinger, a.g.e., s. 211.
573 Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. XVII.
574 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / II,
s. 361.
575 Babinger, a.g.e., s. 211.
1593 senesinde girdiği askerî hizmet dolayısıyla pek
çok sefere katılmış, gösterdiği başarılar sebebiyle takdir kazanarak, Anadolu defterdârlığı da dâhil olmak üzere yine
pek çok devlet görevlerinde bulunmuştur. Hâmisi olan Lala Mehmed Paşa’nın
ölümünün ardından bile gözden düşmemiş olması ve mühim devlet hizmetlerine
devam etmiş olması da dikkate değerdir. 1641 senesinde son devlet görevi olan
Temeşvar defterdârlığından ayrılıp memleketine dönmüş ve gençliğinden beri ilgi
duyduğu târihçiliğe yönelerek, o zamana kadar edindiği bilgi ve belgelere
dayanarak Târih-i Peçevî’yi kaleme
almıştır. Eserini takdîm ettiği Budin beylerbeyi Musâ Paşa’nın, barış ve
barışla ilgili konulara yeterince değinilmemiş olmasını bir eksiklik olarak
görmesi üzerine, İslâm târihçilerinin eserlerinde fazlaca yer bulmamış olan
barış anlaşmalarıyla ilgili ayrıntıları yabancı kaynaklardan yararlanmak
sûretiyle derlemiş ve eserini gözden geçirmiş, bu vesîleyle eserin târih
aralığını da genişletmiştir576.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder