GİRİŞ
Basra1,
Irak sınırları içerisinde Bağdat’ın 420 km. güneydoğusunda, Dicle ve Fırat
nehirlerinin birleştiği noktanın 50 km. güneybatısında yer almaktadır. Şehir,
Keldanîler zamanında “Tederon”, Sasânîler devrinde “Vehiştâbâd Erdeşir” diye
bilinmekte olup, Arapların “Hureybe” dediği harabelerin üzerinde Hz. Ömer’in
emri ile Utbe Bin Gazvan tarafından 637 yılında tekrar kurulmuştur2. Ancak, adı geçen bu Basra şehri bugünkü Basra’nın 25 km.
uzağında bulunmakta olup, daha sonra halk bu eski Basra’yı terk ederek bedevî
saldırılarına karşı daha emniyetli bulduğu ve
su ihtiyacını daha rahat karşılayabildiği Basra’ya yerleşmeye başlamıştır. Bu
yeni Basra’ya yerleşme 1494-1495 tarihlerinde tamamlanmıştır.
Hz. Ömer zamanında Basra, İslâm ordusu için bir
ordugâh olarak kullanılmış, Basra’dan
Medain’e, Fars’a, Hindistan’a ve Çin memleketlerine fetih için hareket
edilmiştir. Yine halifenin emri ile şehir Ebû’l harba b.Asım Delef’in
marifetiyle kamıştan yapılan kulübelerden meydana getirilmiştir. Şehrin planı
bu dönemde genel olarak çizilmiş ve bu planda her caddeye yirmişer zirâ (1 zirâ
= 1 arşın = 68 cm, mimarî arşın ise 76 cm.) ve sokaklar yedişer zirâ olarak belirlenmiştir. Meydanlarsa 40 zirâ eninde
taksim edilmiş ve şehrin ortasında cami için geniş bir alan bırakılmıştır. Daha
sonra bu bölgede büyük yangınlar çıktığından Hz. Ömer’in emri ile üç odadan
fazla ve yüksek binalar olmamak şartı ile evler yapılmasına izin verilmiştir3.
Şehrin imarının bu şekilde düzenlenmesinden sonra
Basra’ya kırk aşirete mensup insanlar yerleştirilmiş, şehrin artan nüfusuna
Fars, Sicistan ve Kirman gibi doğu vilayetlerinde yapılan fetihler sonucu
kitleler halinde, Müslüman olan veya esir alınan İranlılarda katılmıştır. Nüfus özelliklerinin bu şekilde değişmesi
bu eski
1 “Basra” şehri adını
üzerinde bulunduğu zeminin
tabiatından almıştır. Al-Basra
: “Yumuşak, küfeki taşı” anlamına gelmektedir. Bkz. Besim Darkot – M. Tayyib Gökbilgin, “Basra”mad., C.II, İA, MEB
y., İstanbul-1961, s.320.
2 Abdülhâlik Bakır, “Basra”mad., C..V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.108-109.
3 Cengiz Eroğlu v.d., Osmanlı Vilayet Salnâmelerinde Basra, Global y., Ankara-2005, s.37.
garnizondaki Arap nüfusunun askerî özelliklerini kaybetmesine neden
olmuş, şehir süratle gelişen bir şehir halini almış, coğrafî konumu ticarî
aktivitesini daha da arttırmıştır4.
Hz. Osman’ın son günlerinde Basra önemli olaylarla da
karşılaşmış, halifenin 656 yılında şehit edilmesi olayına
Basra’dan bir grup isyancı da katılmıştır.
Bundan başka, Hz. Ali’nin halifeliği döneminde Basra’da Cemel Vak’âsı
gerçekleşmiş, çoğunluğu Kûfelilerden oluşan Hz. Ali komutasındaki yirmi bin kişilik orduyla Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve
Hz. Ayşe idaresindeki otuz bin kişilik kuvvet karşı karşıya gelmiştir. Basra,
Şiî Kûfeliler karşısında Sünniliğin merkezi olma vasfını daima korumuştur. Yine
bu bölgede Kerbelâ Olayı’nın gerçekleşmesi Irak halkı üzerinde Emevîlere karşı
büyük bir kini de beraberinde getirmiş, toplum içerisinde gizli gizli Emevî
aleyhtarı gruplar ve örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamıştır5.
Emevîler döneminde Basra’nın önemi daha da artmış,
Fars, Sistan ve Horasan Basra’ya
bağlı olarak idare edilmiştir. Emevî Devleti’nin doğu toprakları Irak’tan
yönetilmekteydi. Dolayısıyla Irak’ta otorite sağlanamaması ve muhalif
girişimlerin durdurulamaması halinde devletin doğu topraklarında önemli
sorunlar ortaya çıkabilirdi. Bunu önlemek için Emevî yönetimi eyalet valiliği
sistemini hayata geçirmeye
çalışmıştır. Merkezî Kûfe olan bu idarî sistem Basra, Umman, Bahreyn, Kirman,
Horasan ve Maveraünnehri içerisine almaktaydı. Bunlardan Basra, Arap kabileleri için “Hums” denilen beş bölgeye
ayrılmıştı:
1) Ehlü’l-aliye (Kureyş, Kinâne, Becile, Has’am, Kays Aylân,
Müzeyne, Esed)
2) Temimî 3) Bekir bin Vâil 4) Abdülkays 5)Ezd 6.
Abbasîler döneminde Basra ciddi bir direnişle
karşılaşmadan ele geçirilmiştir.
Bağdat’ın kuruluşundan sonra siyasî ve idarî önemini kaybetmekle beraber, Basra medeniyet açısından en parlak dönemini Abbasîler döneminde
5 Kadir Mısırlıoğlu, Mısır Meselesi veIrak
Türkleri, Sebil y., İstanbul-1994, s.44.
yaşamıştır. Daha önce şehrin etrafında bir sur yokken Halife Ebû Câfer
el-Mansûr şehrin etrafını surlar ve hendeklerle çevirtmiştir. Abbasîler
döneminde Basra, dış mahallesi olan al-Ubulla ile beraber Çin’e kadar uzanmakta
olan Arap deniz ticaretinin antreposu olmuştur. Şehri nehre bağlayan büyük
kanallar Nahr al-Uballa ve Nahr Ma’kîl taşımacılığa elverişli olarak Basra’da
kollara ayrılmaktaydı. Şehrin batısında “Mir-bâd al-Basra” denilen kervanların
konakladığı büyük bir bölge mevcuttu. Diğer bir ticaret merkezide Aşşâr limanı
yakınında bulunan Ululla kasabası idi7.
Basra zaman zaman iç ve dış tehditler mahiyetinde
syreden politik olmaktan ziyade sosyal konulu kanlı olaylara da sahne olmuştur.
Zutlar 820-835 yıllarında şehre hakîm olmuş, daha sonra Zencîler Basra şehrini
yağmalamışlardır. 899-945 yılları arasında Karmatîlerin saldırısına uğrayan
Basra 923’te Berîdîlerin, 947 yılında
Büveyhîlerin egemenliğine girmiştir. Selçuklular devrinde şehrin ikta edildiği emir tarafından yönetilmiştir.
Şehrin merkezî yönetimden çok uzak bölgede yer alması ve çok önemli iktisadî
kaynaklara sahip olması zaman zaman burayı bazı dış tehlikelere Harâce ve
Müntefik gibi bazı bedevî kabilelerin saldırılarına marûz bırakmıştır8.
Abbasî Devleti’nin merkezî otoritesinin zayıflaması
ile birlikte başlayan kargaşa dönemin sonunda şehir ilmî ve kültürel açıdan
hızlı bir düşüş göstermiştir. Timur, Irak’ı istilâ ettiğinde Basra ve Cezayir’i
Bağdat’a bağlamış ve idaresini torunu Mirzâ Ebûbekir’e vermiştir. daha sonra
Basra’da idare Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevîlerin eline geçmiş, bu
suretle Moğol ve Türk hükümetleri döneminde istikrarlı bir idare kurulamamıştır9.
Irak’ta bulunan Safevîlerin Osmanlı ordularıyla ilk
temasları Yavuz Sultan Selim döneminde olmuştur. Hatta Irak’ın kuzey kesiminde bulunan
bazı önemli
şehirler
(Musul, Şehrizor, Kerkük, Erbil) Yavuz döneminde Osmanlı hakimiyetine girmiştir10.
Yavuz’un vefatından sonra tahta geçen Kanûnî
döneminde devlet batıda Avusturya, doğuda ise Safevîlerle mücadele etmek
zorunda kalmıştır. Sadrazam İbrahim Paşa, 6 Ağustos 1534’te Tebriz’e girmiştir11. Ancak Irak’a yöneleceği sırada orduda baş gösteren disiplinsizlik
üzerine Kanûnî’den yardım istemiştir. bunun üzerine Kanûnî İstanbul’dan hareket
ederek Irak seferini tamamlamış, Irak’ın idaresini de Akkoyunlu hanedanından
Murad Bey’e verilmiştir12.
Basra, Osmanlı toprakları arasına 1538’de
katılmıştır. Ancak daha 1534 senesinde Kanûnî’nin Bağdat’ta bulunduğu sırada
Basra hakimi Megamis-oğlu Raşid
bizzat Bağdat’a gelerek Osmanlı’ya itaat ettiğini bildirmiştir. Daha sonra oğlu
Mani veziri Mir Mehmed’i Kanûnî’nin İstanbul’a dönüşünde yanına göndermiş,
şehrin anahtarını da takdim etmiştir. Bunun üzerine hutbe ve sikke padişah
namına olmak şartıyla vilayet yine Megamis-oğlu’na bırakılmıştır13.
Emir Raşid ilk zamanlarda devlete itaat etmişse de
daha sonra isyan etmiş, 1546 senesinde Bağdat valisi Ayas Paşa tarafından
yapılan seferle ayaklanma bastırılmıştır. Ayas Paşa’ya Bağdat yönetimine
ilâveten Basra’nın yönetimi de verilmiştir14.
Bu tarihten itibaren siyasî olarak Osmanlı Devleti’ne bağlanan Basra İran ile
yapılan 1555 Amasya Antlaşması ile de Osmanlı topraklarına ilhâk edilmiştir15.
10 Sinan Marufoğlu, “Osmanlı Döneminde
Güney Irak’ta Devlet-Aşiret İlişkileri”, Irak Dosyası I, Tatav y., İstanbul-2003, s.317.
11 Feridun Emecen,
“Sultan Süleyman Çağı ve Cihan
Devleti”, Genel Türk Tarihi, C.VI, YTY,
Ankara-2002, s.26.
12 Ömer Faruk Yılmaz,
“Kanûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn ile IV. Murad’ın Bağdat Seferi”, Irak
Dosyası I, Tatav y., İstanbul-2003, s.204-205.
13 Darkot – Gölbilgin, a.g.mad., s.322.
14 Darkot – Gölbilgin, a.g.mad., s.322.
15
Amasya Antlaşması Osmanlı Devleti ile Safevîlerle yapılan ilk antlaşma olması
bakımından önemlidir. Bu antlaşmaya göre, Bağdat, Basra,
Van, Şehrizor, Erzurum,
Kars, üzerindeki Osmanlı hakimiyeti Safevî Devleti
tarafından kabul edilmiştir.
Osmanlı Devleti’ne Irakeyn Seferleri’nin en büyük
kazancı Bağdat ve civarının Osmanlı hakimiyetine alınmış olmasıdır. Böylece
Bağdat-Basra ve Halep ticaret yolu kontrol altına alınabilmiştir16. Irakeyn
Seferleri neticesinde Basra’nın Osmanlı hakimiyetine girmesi Hint Okyanusu’nda
Portekizlilere karşı verilen mücadelede önemli bir üs ve önemli bir mevkî elde
edilmesi anlamına gelmekteydi17.
Irak’ın fethi Akdeniz ve Hint Okyanusu’ndaki tüm
ticarî sevkıyatın denetiminin Osmanlıların eline geçtiğinin göstergesidir.
Böylece, İpek yolu üzerindeki ticarî hakimiyet tartışmasız bir şekilde
Osmanlıların eline geçti ve bu sahada Avrupalıların rekabet gücü kırılmıştır18.
Bu cümleden olarak daha XV. ve XVI. yüzyıllarda en
büyük deniz imparatorluklarından birini kurmuş olan Portekizliler Avrupa’dan
Hindistan’a erişen ilk Avrupalı millet
olmuş ve Hint okyanusu’nun stratejik noktalarını tutarak oralarda adeta tek
egemen güç haline gelmiştir. Ancak kendilerine karşı yönelen ilk etken kuvvet
ne Memlûkler ne de İslâm devletleri olmuştur. Müslümanların koruyucu sıfatını
üzerinde taşıyan Osmanlı Devleti ilk kuvvet olarak Portekizlilerin karşısına
çıkmıştır. Böylece Hint Okyanusu’nda ve ona bağlı iç denizlerde bir Osmanlı –
Portekiz rekabeti doğmuştur19.
Doğu’nun kıymetli ticarî malları Hint okyanusunu
aşıp, Basra Körfezi yoluyla Bağdat-Halep-Suriye limanlarına geliyordu. Diğer
bir yol ile de Kızıldeniz’in iki yanını teşkil eden Arabistan ve Afrika
sahillerindeki şehirlere varıyor ve oradan da İskenderiye’ye ve diğer Akdeniz
limanlarında toplanıp Avrupa’ya sevk ediliyordu20.
17 Mehmet Öz, “Osmanlı Siyasî
Tarihi”, Tarih El Kitabı, Grafiker y., Ankara-2004, s.130.
18 Robert Mantran,
“Irak”, C.V, İA, TDV y., İstanbul-1999, s.91.
19 Salih Özbaran, “XVI Yüzyılda Basra Körfezi Sahillerinde Osmanlılar: Basra Beylerbeyliğinin Kuruluşu”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S:25,
İstanbul-1971, s.51.
20 Turgut Işıksal, “Arşivlerimizde Osmanlıların Süveyş Tersanesi
ve Güney Denizleri
Politikasına
İlişkin En Eski Belgeler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S: 22-27(1969), s.54.
Portekizlileri Hindistan’a sonra da Uzakdoğu’ya
götüren sebepler bunun gibi hem iktisadî ve hem de dinî idi. Batı Afrika
Guiné’si altını, Asya’nın baharatı ile geçmişlerinden akıp gelen haçlılık ruhu
ve efsanevî Preste Joao’yu bulma arzusu idi21.
Neticede 1503 yılından itibaren güney denizlerinde
Portekiz imparatorluğu doğdu. Doğuda ticareti kendi egemenliğine almak isteyen
Portekizliler, Memlûk Devleti ile çatışmıştır. Çünkü doğu yollarının önemli bir
kısmı Mısır Memlûklarına aitti. Memlûk Devleti Selman ve Hüseyin Reislerin
kumandasındaki Mısır donanması 1515 yılında yapılan deniz savaşında
Kızıldeniz’in ağzını kapatarak ticaret yolunu kapatmaya çalışan Portekizlilere
yenildi. Böylece Portekizliler, Hint Okyanusu kıyılarındaki ticarî ve stratejik
yerlere daha sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Daha sonra Cidde Limanı’na doğru
nüfuzlarını arttırmışlardır22.
Hindistan’dan ve diğer
yönlerden gelen doğu ticaretinin önemini
ve sağladığı faydaları taktir
eden Osmanlı Devleti 1517’den sonra meydana getirdiği durgunluk devresini bertaraf
ettikten sonra bu ticareti canlandırmaya karar vermiştir. bunun için
altın ve baharat ticaretini teşkilatlandırmaya çalışmıştır. Bu hususta yapılan
ilk hareketler Kızıldeniz’de hakimiyeti kontrol ettikten sonra emniyetin
teessüsüne çalışmaktı. Osmanlı’nın doğu ile temaslarıyla ilgili bu
politikalarına karşı en büyük rakipleri yukarıda da belirtildiği gibi doğu
ticaretinin tekelini elinde bulundurdukları iddiasında bulunan Portekizliler
idi23.
Portekizliler bu tarihlerde İranlıların hakimiyetinde
olan Hürmüz’ü kuşatmış ve burada Portekiz garnizonunu kurmuş bulunuyordu.
Böylece Basra Körfezi’nin giriş ve çıkışını kontrol altına almışlardı. Tüm bu
olanlara karşı sessiz kalan İran şahı
karşısında, Portekizlilerin tesiri 1521 yılına gelindiğinde Bahreyn ve Al-Hassa
bölgelerinde de hissedilmiştir. Bu yerlerin hakimi olan Mükrim öldürülmüş,
kuvvetleri mağlup edilmiş
ve Bahreyn vergiye
bağlanmıştır. 1529 yılında
Basra
hakimi Raşid ibn Megamis ile Kurna hakiminin (Cezayir bölgesi, Fırat ve
Dicle’nin birleştiği yer) çekişmesin fırsat bilen Portekizliler, Basra’yı talan
etmiştir. Aynı yıl Bahreyn hakimi Reis Bahaeddin vergisini ödemeyerek
Portekizlilere isyan etmiştir. Portekizliler bu isyana müdahale etmişlerse de
başarılı olamamışlardır.
Osmanlı Devleti Baharat yolunu ele geçirmek ve
Kızıldeniz’de hakimiyet kurabilmek için Kızıldeniz’de Memlûklerden kalan
donanmayı onarmışlar ve Süveyş
Tersanesi’ni yenilemişlerdir. Portekizlilerle ilk karşılaşma 1525 yılında
gerçekleşmiştir. Selman Reis’in kumandasında bulunan gemi sayısı yirmi olmasına
rağmen istenilen barı sağlanamamıştır. Osmanlı Devleti ikinci büyük harekatını
Portekizlileri Hindistan’dan atmak amacıyla hazırlamıştır. Osmanlı’nın seksen
parçadan oluşan filosunun büyük kısmı Hindistan’a kadar gitmiştir. Ancak
Hintliler, Türk donanmasına yardım etmemiş, büyük toplar götürüldüğü halde
ordunun hedeflerinden biri olan Diu Kalesi alınamamıştır. Mevsimin geçmesi,
Hintlilerin tutumu, Portekiz filolarının bu durumdan cesaret
alarak yakın sulara kadar ilerlemesi Osmanlıların geri dönmelerine
sebep olmuştur. Bu nedenle Süveyş’in stratejik
önemi nedeniyle alınması zorunlu hale gelmiştir24.
1534’de Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap bölgelerini ele
geçirip varlıklarını Basra körfezi’nde hissettirmeye başlayan Osmanlı Devleti,
1546 yılında Basra şehrini alarak Hindistan deniz yolunun bir parçasını teşkil
eden Basra körfezi’ne açılmış oldular. Osmanlılar bu bölgelere Safevîlere karşı
üstünlük sağlamak, Basra Körfezi’ne inmek, Kızıldeniz hakimiyetini pekiştirmek ve dolayısıyla da Hindistan’a
doğru uzanan Uzakdoğu hakimiyetinde daha etkili olabilmek için gelmişlerdir. Basra Körfezi’nde kuvvetli bir durumda
bulunarak Hindistan yolunu tıkayan Portekizliler bölgedeki Müslümanlara ve her
yıl Uzakdoğu’dan deniz yoluyla gelen hacı adaylarına çeşitli zulümler
yapıyorlardı. Hilafet makamını elinde bulunduran Osmanlı Devleti bu sefer için
kendini görevli saymıştır25.
25 Mustafa L. Bilge, “Basra
Körfezi”mad., C.V.,İA, TDV y., İstanbul-1992, 115.
Hindistan tarafından gelen ticaret malları Basra’ya
ve oradan da nehir gemileriyle Fırat üzerinden Birecik’e varıyor, sonra da
Trablusşam, Halep, ve İskenderun’a naklediliyordu. Böylece zor ve sıkıntılı
Uzakdoğu kara ulaşımı yerine daha uygun yol kullanılmaya başlanmış oluyordu.
Osmanlıların Bağdat’ı alması üzerine bölgedeki Arap şeyhleri sırasıyla
bağlılıklarını arz etmişlerdir. Katif, Bahreyn ve Lahsa de elçiler göndererek
padişaha boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. 1550’de Basra’da Basra Beylerbeyi
Ali Paşa’nın Katif Kalesi’ne toplar yerleştirerek Portekizlilere karşı kaleyi
müstahkem hale getirmesiyle iki kuvvet Basra Körfezinde karşılaşmış oldu.
Osmanlılar Basra’yı aldıktan sonra, Hürmüz’ün Portekiz
kumandanı vasıtasıyla Portekizlilere yaklaşmak istemişlerdi. Ancak bu siyasi
bir sonuç vermemişti. Kızıldeniz’de hakimiyet kurmuş olan Osmanlıların 1550
yılında Katif’i de ele geçirmeleri rakipleri için alarm oldu. Hindistan Genel
Valisi D.Afonso de Noronha, Türklerin çok yaklaştığını tehlikeli görerek onlara
karşı aktif politika güdülmesini istedi ve Katif üzerine Portekiz saldırısı gerçekleşti.
Bölge tahrip edildi. Ancak burada asker bırakmadı.26
Osmanlılar Habeşistan ile de ilgilenmişler ve buranın
fethine uğraşmışlardır. Osmanlıları Habeşistan’a
iten sebepler şüphesiz yalnız altın
meselesi değil idi. Diğer bir sebepte, doğu ticareti tekeli meselesi idi. Hint
Denizi’nde Portekiz üstünlüğüne bir son vermek için Piri Reis ve Seydi Ali Reis
idaresinde donanmalar sevk edilmiş, fakat donanmayı teşkil eden gemilerin
teknik kifayetsizliğinden dolayı başarıya ulaşamamıştır. Osmanlı bu durumu
telafi etmek için, Habeşistan’ı alarak burada hakimiyet kurmaya yönelmiştir.
Kızıldeniz’de ve Hint Denizinde sahilleri olan bu ülkeyi ele geçiren devlet doğu Afrika
ve Hindistan arasında
sahiller boyunca cereyan eden doğu ticaretine ciddi
müdahalelerde bulunabilir ve bu ticarete tamamen hakim olabilirdi. Diğer
bir hususta, bu bölgede gelecekleri tehlikede olan Müslümanların
son yıllarda
içinde bulundukları zor durum idi. Böyle bir gayeye yönelmiş bulunan hareket
1554-1555’te başlamıştır.27
Bunun üzerine Osmanlılar 1552’de önce Maskat sonra
sonra da Hürmüz üzerine sefer düzenledi. Sefer istenilen başarıyı veremediği
gibi üstelik Türk donanması Basra’da kilitli kaldı. Bunun sonucunda Piri Reis
idâm edildi. Ardından Murat Reis ve Seydi Ali Reis’in Osmanlı gemilerini
Kızıldeniz’e getirme çabaları neticesiz kaldı.
Osmanlılar açık deniz gemicileri değildi.
kullandıkları gemiler Akdeniz tip olup küreklerle gidiyordu. Osmanlıların
kadırga ve çektirileri Portekiz karavelleri gibi günlerce denizlerde kalamazdı.
Osmanlı Portekiz çekişmesi XVII. yüzyılın ilk senelerine kadar sürmüştür. En
şiddetli devrelerini Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın döneminde görmüştür. Uzun
süren İran harpleri (1577-1589) ve daha sonra Avusturya savaşları (1593-1606)
sırasında binlerce kilometre uzunluğundaki cephelerde bulunan kalelerin ve orduların devamlı
barut, silah ve diğer malzemelerin sebep olduğu büyük masraflar
devleti çok sarsmıştır. Devlet bütün gücünü ve dikkatini buralarda
topladığından Süveyş’teki ve Basra Körfezi’ndeki donanmalara gerekli paraları
ayıramamış ve güney denizlerindeki mücadeleyi rakiplerine bırakmak
mecburiyetinde kalmıştır. Ancak 1630 yılına kadar baharat yolundan faydalanmayı
sürdürmüştür.
Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılda Süveyş Tersanesi’nin
bakımı ve onarımını politikası haline
getirmiştir. Kızıldeniz’de hakim güç olabilmek Süveyş Tersanesi’nin güçlü
olmasına bağlı idi. Bu konuda 1532-1533 yıllarında Mısır Beylerbeyi Hadım
Süleyman Paşa’nın adamı Ali Çelebi ile İstanbul’a
gönderdiği bir mektupta Süveyş İskelesi’nde tamiri emir olunan gemilerin
onarılması, Süveyş donanmasının eksik ve gediklerinin tamamlanması için gelen
ferman aynen icraata geçirildiği ve masraflarını gösteren defterin İstanbul’a
getirildiği ve denilenlerin yapıldığı ve yapımda Ali Çelebi’nin yararlıkları görüldüğü ve bu sebeple
27 Salih Özbaran, Yemen’den
Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, Kitap y., İstanbul-2004, s.62.
mükâfatlandırılması istemiyle cevap mektubu gönderilmiştir.28 Bu mektuptan da anlaşılacağı üzere
Osmanlı Devleti Süveyş Tersanesi’nin onarımı ve bakımı ile yakından ilgileniyor
ve Portekizlilerle mücadele de buranın stratejik önemini olduğunu kabul
ediyordu.
1564 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin Yemen
taraflarını elinde tutabilmek amacıyla çeşitli tedbirler aldığı görülüyor.
Yemen Kızıldeniz girişinde adeta bu denizin güneyde giriş kapısı niteliğinde
bir stratejik bölge olduğunu burada belirtmek gerekir. Portekizlilere karşı
güvenlik açısından 1564 yılına ait bir fermanda:
“Yemen Beylerbeğine Hüküm ki
Hint
ülkelerinden gelen tüccar gemilerine Portekizlilerin zarar ve ziyan etmekde
devam ettiği bildirildiğinden Süveyş Kapudanlığı Sefer Reis’e sancakla verilmiş olup donanmamla Aden’e gönderilmiştir.
Allahın yardımıyla o tarafları ele geçirebilmek için mevsim kollamak
gerektiğinden donanmada olan askerin yiyecek sıkıntıları olursa bu emri alınca
adı geçen donanmayla o taraflara geldiğinde her türlü ihtiyaçlarını karşulayup
undan ve buğdaydan veresin”29 ifadesi yer almaktadır. Belgeden de anlaşılacağı üzere
bu tarihte Yemen ve Aden’in hakimiyet mücadelesi Osmanlı ile Portekiz arasında
çekişme mevzuudur. Osmanlı kendi hakimiyetinde bulunan bu bölgelerin
Portekizlilerin eline geçmesini engellemek için çok önemli askerî tedbirler
almaktadır.
Diğer bir belgede Süveyş Kanalı’nın açılması ile
ilgili olarak araştırma yapılmasının emredildiği 17 Ocak 1568 tarihli belgedir.
Sokullu Mehmed Paşa’nın Süveyş Projesi 30 olarak
da bilinen bu proje yarım kalmış hayata geçirilememiştir.
30 Akdeniz ve Kızıldeniz arasında dar kara parçasının bulunduğu yerden kanal açılması
fikri ilk kez II.Selim zamanında Sadrazam Sokullu
Mehmed Paşa tarafından 1570 tarihinde ortaya atılmıştır. Sokullu zamanında
Osmanlı Devleti’nin Asya’daki Müslüman devletlerle iyi ilişkileri vardı.
Sumatra’daki Açe hükümdarı Sultan
Alaaddin, Sultan Süleyman
Han’dan Portekizlilere karşı yardım
istemiş, fakat Zigetvar Seferi sebebiyle yardım gönderilememiştir. Daha sonra
Sokullu, padişahın isteği doğrultusunda ilk iş olarak Açe Sultanlığına 1568’de yardım gönderdi. 1568-1569 yıllarında
Ancak bunun XVI. yüzyıl gibi bir tarihte düşünülmesi dahî ilginçtir. Bu
yıllarda Portekizliler Müslümanların kutsal şehri olan Mekke, Cidde ve Cidde
karşısındaki adalarda ve yakınlarındaki demir yerlere üslendiler. Cidde’ye
gelen ticaret eşyalarına, hacı adaylarına zarar vermeye başladılar. Müslümanların halifesi olarak bu duruma
bir son verilmesi ve Portekiz’in bütün Arabistan’dan kıyılarından, Afrika
sahillerinden, hatta Hindistan’dan atmak için hazırladıklarını, Kızıldeniz’le
Akdeniz’i birleştirme projesinin detaylarını kapsamaktadır. Ancak Akdeniz’de
yapılan büyük deniz hareketleri ve Kıbrıs Seferi dolayısıyla bu proje
gerçekleşememiştir. O sıradaki Osmanlı Devleti idare edenlerin düşünüş ve
fikirlerini yansıtması bakımından da ayrıca önemlidir. Belge şu şekildedir.
“ Mısır Beylerbeyisine hüküm ki
Bizden gelen atalarımız şerefli ve
şanlı günlerinde Doğu ve Batıdaki doğru yoldan ayrılmış sayısız ülkeleri
kılıçlarının hakkıyla ele geçirip Osmanlı Devleti’ne katmışlardır.Bir çok namlı
sultanların ve bu ulu hakanların öğücü Mekke ve Medine’nin hizmetkarlığı ile olup Tanrıya şükürler
olsun ki bu mutluluk bana kısmet olmuştur. Memleketin düzen ve güvenlik içinde
bulunması benim en büyük emelimdir. Fakat Hindistan taraflarından Mekke ve
Medine’ye gelen Müslümanların yolları
kesildikten başka İslam devletlerinin kafirlerin buyruğu altında bulunmaları da
uygun görülmemektedir. Tanrının yardımına güvenip Hint ülkelerinin kafirlerden
kurtarılması ve Mekke ve Medine taraflarında düşmanla işbirliği yapan
bozguncuların yok edilmesi
o taraflara gitmem
kararlaştırılmıştır. Bu
seferler için çok sayıda gemiye ihtiyaç olduğundan donanmayı Süveyş Deryasına (
Kızıldeniz)e geçirmek için bir kanal açılması çok uygundur. Bu emir elinize
geçince hiçbir şekilde gecikmeyip, en bilgili mimarları ve mühendisleri ve becerikli adamları işe koşup Akdeniz ile Kızıldeniz
arasında araştırmalar yapıp kanal açmak için en uygun yer neresidir ? ve
uzunluğu ne kadar olur, kaç gemi geçebilir? Hepsini bildiresin ki ona göre
hazırlıklar yapıp, kanalı açıp Allahın yardımıyla tamamladığında inşallah
o ülkeye savaş kısmet olup hem kutsal toprakların
bu birlikler çeşitli
faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin Müslümanlara karşı yaptıkları baskıları etkisiz hale getirmek
ve Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetini sağlamak için Süveyş Kanalı’nın
açılması faydalı görülmüş, Aralık 1568’de Mısır Beylerbeyine bir ferman
gönderilmiştir.
etrafındaki doğru yoldan ayrılanlardan temizlenmesi hem de Hindistan’ın
Portekizlerden alınması kısmet olup işlerimizin defterlerinde yazılmış
ola”31
1620’lere gelindiğinde Osmanlı’ya bağlı Bağdat Valisi
Yusuf Paşa’nın İran destekli Bekir Subaşı tarafından öldürülmesi ve yerine
Bekir Subaşı’nın geçerek valilik iddia etmesi üzerine patlak veren İran-Osmanlı
gerginliği ve Irak’ın İran hakimiyetine geçişi üzerine 1625’de birinci, 1629’da
ikinci kuşatma gerçekleşmiş; ancak başarısız olunmuştur. IV. Murad bizzat
kendisi 8 Mayıs 1638’de İstanbul’dan hareketle Bağdat Seferine çıkmıştır.32
15 Kasım 1638 tarihinde Bağdat’ı Sultan Murad ve
Osmanlı askerleri şehri kuşatma altına aldı. 24 Aralık 1638 tarihinde Bağdat
tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı. 17 Mayıs 1639 yılında Kasr-ı Şirin
Antlaşması imza edildi. Bu anlaşma iki devlet arasında asırlar boyu geçerli
olacak sınırı belirlemiş olması bakımından önemlidir. Ayrıca Bağdat’ın
Osmanlılara ait olduğu bir kez daha kabul edilmiştir. Antlaşmaya göre; Bağdat
Basra ve Şehrizor havalisinden mürekkep bölge
Safevîlerin hakimiyetinde kalacaktı. Ayrıca Safevîler gerek Irak
topraklarına ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacaklardı. 33
Irakta nüfuz sahibi Yeniçeri ağaları, Bedevî Arap
Kabileleri ve Kürtlerin çıkardığı bir takım karışıklıklar bölgedeki huzur
ortamını kargaşa ve düzensizliğe bıraktı.34
Osmanlı Devleti’nin batı sınırları ve politikasına ağırlık verdiği bir dönemde
merkezden uzak Osmanlı eyaletlerinde bir takım zorbaların türemesine ve aşiret
ayaklanmasına fırsat verilmek zorunda kalınmıştır. Bu zorbalardan Müntefik
Şeyhi Man’î ve Huzeyfe Hanı Ferecullah Basra’ya hakim olmuştur. Daha sonrada
İranlılar Basra’yı ele geçirmiştir.
33 Ömer Faruk Yılmaz,
“Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn ile IV. Murat’ın Bağdat
Seferleri” , Irak
Dosyası I.,Tatav y.,İstanbul-2003, s.209-211.
1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra Daltaban Mustafa
Paşa Bağdat Beylerbeyliğine tayin edilmiştir. Daltaban Paşa’nın ilk icraatı
Basra’nın yeniden Osmanlı hakimiyetine alınması olmuştur. Basra üzerine hareket
edilmiş ve İran nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Yeni bir savaşı göze alamayan
İran, Basra’nın anahtarlarını Osmanlı padişahına göndermiş, böylece Basra’da
yeniden Osmanlı hakimiyeti sağlanmıştır. (1701)35.
Bölgede yeniden Osmanlı hakimiyeti sağlanınca imâr ve inşâ faaliyetlerine
başlanmış Basra ve Bağdat eski görkemine kavuşmuştur.36
1704’te Hasan Paşa Bağdat Valiliğine, oğlu Ahmed Paşa
Basra Valiliğine getirilmiştir. Böylece Basra ve Bağdat’ta Kölemenler dönemi
başlamış; 1831 yılına kadar da bu ailenin yönetiminde kalmıştır. 37 Süleyman Paşa ve oğlu dönemi Bağdat ve
Basra refah dönemidir. Aşiret ayaklanmaları durdurulmuş, kanun hakimiyeti
sağlanmış, ticaret geliştirilmiştir. Bölge Yakındoğu ve Ortadoğu’nun en gözde
toprakları haline getirilmiştir. İngilizlerin bölgeye ticarî amaçla gelmeleri
de bu dönemde olmuştur(1763). Süleyman Paşa’nın valiliğinin hemen ardından
bölgede Vehhâbî saldırıları ve işgalleri başlamıştır ve Osmanlı Devleti buraya
kölemen dışında başka valiyi göndermek istemiş; ancak Fransa’nın müdahalesi ile
buraya Küçük Süleyman Paşa tayin edilmiştir.(1808)38
1816 yılında Bağdat Valiliğine son kölemen asıllı vali
Davud Paşa atanmış, 1821’de başlayan İran saldırıları ve bu dönemde geri
püskürtülmüştür. Davud Paşa döneminde Kölemen Ocağı yeniden canlandırılıştır. Davud
Paşa’nın Rus Harbi’nin çıktığı bir dönemde merkeze asker göndermemesi,
İstanbul’dan bölgeye gönderilen Başdefterdar Sadık Efendi’yi öldürtmesi üzerine
Davud Paşa’nın halli için Halep Valisi Ali Rıza Paşa görevlendirilmiştir. Ali
Rıza Paşa buradaki Kölemen idaresini yıkarak,
17 Eylül 1831 yılında Irak’ı
tekrar merkezî hükümete
bağlamıştır. Irak
35 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. IV/1, 4. b, TTK y., Ankara
1988, s.219.
böylece 1918 yılına kadar doğrudan merkezî hükümete bağlı olarak idare edilmiştir.39
Mısır, Mehmed Ali Paşa döneminde, askerî ve siyasî
başarılarıyla, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasının verdiği avantajla özel hukukî
bir statüyle yönetilir hale gelmişti40.
Adı geçen Paşa döneminde, kanalın açılması yönündeki çalışmaların başlatılması
ile ilgili Fransız baskısı, yine Mehmet Ali Paşa’nın kanaldaki gerekli teknik
incelemelerin yaptırılması bahaneleri ile oyalanmıştır. Mehmed Ali Paşa kanalın
açılmasını istememiştir. O’nun görüşüne göre kanalın açılması Mısır’ın geleceğini
olumsuz etkileyebilirdi.
Mehmed Ali Paşa, Boğazların Osmanlı Devleti’nin sonunu
getirdiği düşüncesi ile Mısır’da açılacak muhtemel kanalın da Mısır için
gelecek zamanda büyük sorunlar doğuracağını görüşündeydi. Mehmed Ali Paşa’dan
sonra işbaşına geçen oğlu I. Abbas (1848-1854) ve ondan sonra görevi devralan
Said Paşa (1854- 1863) zamanında kanal açma girişimleri başlamıştır.41
Osmanlı Devleti’nin “Eyalet-i Mümtaze” olarak
isimlendirildiği Mısır eyaleti,
Mehmed Ali Paşa idaresinde kısmen bağımsız hale geldikten sonra, İsmail Paşa
döneminde İngilizlerin ekonomik işgaline girmiştir.42
Kahire’de Fransız Konsolosu M. Ferdinand dö Leseps
Süveyş Kanalı’nın açılması meselesini incelemiş, kendinden önce yapılan
çalışmaları da gözden geçirerek gerekli ön hazırlığı yapmış, kanal açmak
amacıyla Mısır Valisi Mehmed Said Paşa’dan 30 Teşrin-sânî 1854’de ilk resmî
izni koparmıştır. Said Paşa tarafından Leseps’e
Süveyş Kanalı’nın hafriyatı
için bir şirket kurulmasına müsaade
39 M. Cavit Baysun , “Bağdat”mad., C.II, İA, MEB y., İstanbul-1961, s.209-210.
40
Mehmed Ali Paşa, Abdülaziz zamanında
parasal gücünü de kullanarak, Osmanlı Devleti’nden bağımsız davranmaya başlamış, Sultan Abdülaziz’e ve sadrazamlara değerli
hediyeler vererek Mısır Hidivliği’ni elde etmiştir. Veraset
Fermanı ile Mısır’ın Veraset yolu ile babadan oğula yönetimin geçmesini
sağlamış, Mısır’ın muhtariyet haklarını teminat altına alarak Mısır’a özerk bir
yapıya kavuşturmuştur. Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, , C.VIII, TTK y., Ankara 1998, s.87.
41 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze
Ortadoğu, Alfa y., İstanbul-2005, s.95.
42 Dilek Güldeş, “Urabi Paşa Hareketi ve İngilizlerin Mısır’ı
İşgali”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul-1999, s.85.
verilmiştir. Bunun üzerine III. Napolyon da, Mehmed Said Paşa’ya Lejyon
Don Ör Nişanı’nın Büyük Kordonu’nu vermiştir.43
İmtiyazlar 5 Ocak 1856’da genişletilerek devam etmiştir.44
Bu iki imtiyaz Said Paşa tarafından verilmiştir. Bu
kanalın açılması için Osmanlı Devleti’nin merkezinin her hangi bir müsadesi
alınmamıştır.imtiyaz Abdülaziz döneminde onaylanacaktır. Bab-ı Ai’nin müsadesi
alınmadan ilk kazma 25 Nisan 1859 tarihinde vuruldu.45
Kanûnî döneminden bu yana Fransız - Osmanlı dostluğu
devam ede gelmiştir. Bu ilişki
Fransız İhtilali döneminde “milliyetçilik” akımının Osmanlı Devleti’ne
girmesine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti bir devletti ve birçok milletten
oluşuyordu. Fransa’nın Habsburg Hanedanıyla olan mücadelesi, O’nu Osmanlı
Devleti’ne yakınlaştırmıştır.46
XVIII. yüzyılın
ortalarından itibaren Hindistan’a el atan İngiltere’nin Arap Yarımadası ile
temasları XVII. yüzyıl başlarına kadar iner, asıl olarak da XVIII. yüzyıl
sonlarıyla XIX. yüzyıl başlarına tesadüf eder. İngiltere bir yandan Hindistan-
Süveyş yolunu kontrol altında tutabilmek ve Uzakdoğu’dan gelip, Ortadoğu ve
Avrupa’ya giden ticaret trafiğine el koymak maksadıyla Babü’l Mendeb Boğazı’nı
kontrol etmek isterken, diğer yandan da Basra Körfezi’ni elde tutmak gayesini
taşıyordu. Bağdat hattı Kuveyt’le birleşir ve Kuveyt üzerinde İngiltere
hakimiyeti kurulur ise, İngiltere Atlas Okyanusu-Kap-Kızıldeniz- Süveyş
yollarından ayrı olarak
Basra-Kuveyt-Bağdat hattına sahip olacaktı. Böylece Uzakdoğu’ya giden yolların
en kısası olan bu yolu istediği zaman açıp kapama hakkına sahip olacaktı.47
43 Süleyman Kâni İrtem, Osmanlı Devleti’nin Mısır Yemen Hicaz Meselesi, Temel y., İstanbul- 1999,s.37.
46 Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma
Devri, TTK y., Ankara-1988, s.56.
47 İ.Süreyya Sırma,
Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul-1994, s.87-90.
İngiltere, 1801yılından itibaren Aden ve Yemen
bölgeleriyle aktif olarak ilgilenmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti için Yemen
1839’da mesele haline gelmiştir. Bu dönemde İngiltere Bâb-ı Âlî’den Aden’de bir
kömür deposu yapma iznini koparmıştır. İngiltere aynı zamanda Aden’i işgal
etmiştir. 1857 yılında da Babü’l Mendeb Boğazı’nda bulunan stratejik Perim
Adası’nı işgal etmiştir. Bundan sonra İngiltere Yemen’in kuzeydoğusuna doğru
genişlemesini sürdürmüştür.Yemenli
şeyhleri kendi lehine kazanmak yolunda bazı faaliyetlere de girişmiştir.48
XIX. yüzyıl
boyunca , İngiltere başta olmak üzere bütün batılı güçler, Osmanlı hakimiyetinde bulunan Arap Yarımadası ve Kızıldeniz sahilleri ile alâkadar
olmuşlardır. Batılı güçlerin bölgeye taarruzları askerî, siyasî, kültürel ve
diplomatik olmuştur. İngilizler yakın aşiretlerle birebir
temas kurmuş bölgeye
çok sayıda casusu göndermişlerdir. Bölgedeki kabile
liderlerine ileriye yönelik vaatler ve paralar önermişlerdir. Bölge aşiretleri
arasında husûmeti körükleyerek büyük paralar harcayarak onlara silah temini
dahî sağlamışlardır.
Osmanlı Devleti, İngiltere Devleti ve Araplar
arasında çıkan anlaşmazlıkların kökeninde stratejik
bölgelerin kontrolü ve halifelik makamının siyasi üstünlüğünden dolayı çıkan
anlaşmazlık vardır. 1870’lerde İngiltere Asya, Hindistan ve Ortadoğu’daki
çıkarlarını Osmanlı Devleti’ni destekleyerek koruma yerine kendisi için önemli
olan Osmanlı bölgelerini, doğrudan kontrol altına alarak koruma düşünceleridir.
Aynı zamanda İngiltere Arap hilafetini gündeme getirmiş, II. Abdülhamid’in
hassas olduğunu bildikleri için, zaman zaman O’na bir şey yaptırtmak
istediklerinde el altından Arap hilafeti ile korkutmak istemişlerdir.49
1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ile İngiltere’nin
ilgisi büsbütün bu bölgeye kaymıştır. Fakat daha öncesinde İngiltere’nin bu
bölge ile ilgisi olmuş ve Fransa bu tutum karşısında İngiltere’yi Mısır
bölgesinden uzaklaştırmayı düşünerek Napolyon 19 Mayıs 1798 sabahı Toulon
Limanı’ndan 600 gemi ile hareket etmiştir.
49 Azmi Özcan, İngiltere-Arap Hilafeti ve Osmanlı
Devleti (1876-1908), İstanbul-1995, s.93.
Taşıdığı kırk bin asker ile 1 Temmuz sabahı
İskenderiye’ye gelmiştir. Mısır Valisi olan Ebûbekir Paşa, Fransız işgali
neticesinde yapacağı pek fazla bir şey yoktu. Mısır, o dönemde resmen Osmanlı
toprağı sayılıyordu. Fakat Mısır’da hakim güç Memlûklerdi.
Fransızların Mısır’a ayak basmaları neticesinde
muhtemel bir saldırıya karşı hazır bekleyen İngiliz donanması, Fransız
donanmasını Abahur’da yakmıştır.50
İngiltere ve Rusya , Fransız işgaline karşı menfaatleri gereği Osmanlı Devleti
yanında yer aldılar. Akka’da Osmanlı Nizâm-ı Cedid ordusuna, Bonapart’ın ordusu
yenildi. Fransa Mısır’ı boşalttı. Osmanlılar ile Fransa arasında El-Ariş
Antlaşması imzalanmıştır (1801). Bu anlaşma ile Mısır tekrar Osmanlı idaresine
girmiştir. İngiltere de böylece Fransa’yı doğu ticaret yolları güvenliği
hususunda saf dışı bırakmıştır.
Kızıldeniz’de stratejik mevki olan Basra-Kuveyt ve
Akabe Arabistan Yarımadasının iki tarafında bulundukları gibi, Basra Körfezi ve
Kızıldeniz su yollarının en uç noktasındadır. Kuveyt, Irak kıtasının Hint
denizine açılan bir koridoru, Akabe de Kızıldeniz’de Şam-Mekke hattının çıkış noktasıdır. Bu bölgelere hakim
olacak güçler, Arap Yarımadasını kontrol edebileceği gibi, Suriye ve el-
Cezire’de hakim olan devletlerin de bütün kuvvetlerini denize çıkarmaları bu
suretle mümkün olabilirdi. 51
İngiltere Süveyş Kanalı’nın Fransa tarafından
açılmasına sıcak bakmamıştır. İngiltere’nin elinde bulunan gemilerin niteliği
ve bunların sağlayacağı ticarî imkânlara, Fransa damgasını taşıyacak kanalın
açılması ile tehlikeye düşebilirdi. Fransa başarısı ile açılmış bir kanalın
Fransa kontrolü ile kullanılması ve İngiltere için rekabette olduğu Fransa
açısından bir kazanımdı.52
51 Danyal Bediz, “ Süveyş Kanalı’nın Önemi”, DTCFD,
C. IX, S:3, Ankara-1951, s.330-331.
52 A. Haluk Dursun, “Akabe
Meselesi”, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul-1994, s.14.
İngilizler kanal açılmadan önce Mısır’a demiryolu
projesi önerisinde bulunmuşlardır. Bu İngiliz projesi, Kahire’yi Süveyş ve
İskenderiye’ye bağlayan bir demiryolu hattıdır. İngiliz hükümeti 1844’te,
Hindistan ordusunun eski subayı Thomas Warhorn’un fikrinden esinlenerek, Mehmed
Ali Paşa’ya projeyi sunmuştur.53
Mısır Valisi İsmail Paşa borçları sebebiyle kendine
ait senetleri satışa çıkartmış, İngiltere bu senetlerin Fransa tarafından
alınmasına diplomatik baskı yoluyla engel olmuştur. Bu sırada Fransa ve Almanya
arasında ilişkiler gergin olduğu bu dönemde Fransa’nın İngiliz siyasî desteğine
ihtiyaç duyması nedeniyle, Fransa kendine teklif edilen senetleri almakta
çekimser davranmıştır.54
İngiltere, Hicaz Demiryolunun bir parçası olan Akabe
hattının, ileri de Mısır ve Süveyş Kanalı’nın ehemmiyeti ve dokunulmazlığı
noktasında tehlikeli sonuçlar doğurabileceği, aynı zamanda bu nedeniyle
Kızıldeniz’deki kuvvet dengelerinin değişip Yemen’deki İngiliz çıkarlarının da
zarar görebileceğini düşünüyordu.55
Süveyş Kanalı’nın açılmasındaki pahalı davetler ağır
harcamalar, Hidivlerin şahsî lüks harcamaları, Mısır’ı borç batağına itmiştir.
Malî sıkıntı içinden nasıl çıkacağını bilmeyen Hidiv, Süveyş Kanalı’nın sahibi
olduğu 177.602 hissesini önce Fransa’ya satmak istemiş, ancak İngilizler bu
fırsatı kaçırmadan Raçild Bankası
vasıtasıyla İngiliz Konsolosu Fransa’nın verdiği miktarın fazlasına hisseleri
satın almıştır. Hidiv’e bir çek vermek suretiyle hisse senetleri yüz milyon
franka İngiltere’nin eline geçmiştir.56
Süveyş Kanalı açılması57
ve İngiltere’nin kanal senetlerini alması ile Akdeniz’de güç dengeleri değişmiştir. Akdeniz, Atlas Okyanusu ile Hint
53 Gilbert Sinoue,
Kavalalı Mehmed Paşa, çev:Ali Cevdet Akkoyunlu, Doğan y.,İstanbul-1999,s.398.
54 Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk -Fransız Rekabeti, TTK y., Ankara-1995, s.56.
57 Süveyş Kanalı
17 Kasım 1869’da
deniz trafiğine açılmış
olup, kanal işletim
müsaadesi 99 yıllığına verilmiştir.
Okyanusu’nda sıcak bir denize dönüşmüş, bu da İngiltere’nin Ön Asya
politikasını değiştirmesine neden olmuştur. Bu tarihe kadar Malta ve diğer
durak niteliğindeki noktaları İngiliz dış politikasında önem kazanırken artık
Süveyş Kanalı ve çevresindeki bölgeler İngiltere için daha fazla önem kazanan
bölgeler olmuştur.58
Mısır maliyesini kontrol etmek için oluşturulan
Duyûn-ı Umûmîye sandığı Fransız, Avusturyalı, İtalyan ve sonraları da İngiliz ,
Alman bir de Ruslar idare etmekteydi. Maliyedeki yabancı kontrolü Mısır’da iç
huzuru bozmuştur. Mısır’daki İngiliz ve Fransız kontrolü yabancı düşmanlığını
arttırmıştır. Bu düşmanlık fikrinin destekçileri Türk ve Çerkez subayları
olmuştur. Ancak Albay Arabi Türk ve Çerkez askerlerinin himaye edildiği
propagandası ile bir takım siyasi olaylara neden olmuştur. Osmanlı’nın ikna
yöntemiyle ve bastırmak amacıyla gönderdiği askerî heyetlere İngiltere ve
Fransa karşı çıkmıştır. İngilizler Mısır’daki olayların Osmanlı Devleti
tarafından kontrol altına alınmasını istemedikleri gibi Ali Nizami Paşa ve
Derviş Paşa heyetlerine de karşı çıkmışlardır.59
İngiltere 1882 yılında Mısır’ı işgal etmiştir. Osmanlı
bu aşamadan sonra Mısır’ın boşaltılması için mücadelelere başlamıştır.
İngilizler her ne kadar Mısır’a yerleşme niyetinde olmadıklarını söyleseler de
Mısır Hidivi’ni kullanarak işgali durumu idare etmekteydiler. Mısır ordusu ve
maliyesi İngiliz denetmenlerce yönetilmeye başlamıştır. Daha önce Fransa ile
birlikte yürüttükleri Mısır maliyesine de tedbirler alarak yalnızca Mısır malî
müşavirler atanmıştır.
İngiltere yönetimi, Mısır meselesinde antlaşmaya razı
geldiğinden iki devlet arasında (Osmanlı-İngiltere) 1885 yılında Mısır’ın
boşaltılmasını hususunda görüşmeler başladı. İngilizler bu sayede Mısır’ı
boşaltarak Osmanlı Devleti ile işbirliği yapmak, böylece
diğer Avrupa devletleri baskısından kurtulmak ve Avrupa
59 Süleyman Kızıltoprak, “Mısır’ın İngiltere Tarafından İşgali ve Osmanlı
Devleti’nin Diplomasi
Mücadelesi (1882-1887)”, Marmara Üniversitesi
Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi ,
İstanbul-2001, s.295.
devletlerini bu meseleden uzaklaştırmak ve Mısır’da avantajlı
duruma gelmek istiyorlardı.60
İngiltere’nin Mısır’daki diğer bir politikası da Akabe
üzerindeki hakimiyet mücadelesidir. Osmanlı yönetimi, Akabe ve Vech
bölgelerinin Hicaz Vilayetine bağlı olduğunu savunmalarına karşılık İngilizler,
bu duruma karşı çıkarak söz konusu
olan bölgenin Mısır Hidivliği’ne ait olduğunu ileri sürmüşlerdir. Osmanlı
Devletine göre İngiltere’nin Akabe Körfezi sahillerinin nereye ait olduğuna
müdahale etmesinin esas sebebi, Hindistan yolu üzerindeki Süveyş Kanalı’nın
öneminden kaynaklanmaktaydı.61
1841 yılında Osmanlı-Mısır arasında yapılan savaştan
sonra Mısırlıların Hicaz’dan geri çekilmesine rağmen 1890’a kadar Sina Çölü’nde
ve sınırın doğu yakasındaki Kızıldeniz taraflarında bulunan Akabe, Nuvaybe ve
Vech bölgelerinde kalmaya devam ettikleri görülüyor. Hakim oldukları bölge eski
Mısır hac yolunun Sina’dan, Hicaz, Mekke ve Medine’ye gidiş hattıdır. Sultan
Abdülhamid Hicaz üzerindeki hakimiyetini çoğaltmak istediğinde, Mısır’ın
emniyetini sağlamak için yaptıkları garnizonları geri çekmelerini istemiştir.
1890’daki bu talep 1892’ye kadar yerine getirilmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin Kızıldeniz’deki hakimiyetini
arttırmak için Hicaz Demiryolunun bir parçası olarak, Akabe Körfezine kadar
uzanan bir bağlantı kurulması gündeme gelmiştir. Hem ticarî kapasite artacak,
hem de askerî ulaşım kolaylaşacak ve böylece stratejik önemi de artacaktı.Bu
demiryolu hattı yapıldığı takdirde her sene Hicaz ve Yemen’e asker erzak ve
teçhizat sevki için Süveyş Kanalı’na ihtiyaç ortadan kalkacak buraya ödenen
binlerce lira hazineye kalacaktı.
Süveyş Kanalı Hicaz ve Kızıldeniz sahillerine nüfûz ve
hakimiyetini kolayca yayma imkanları ile birlikte bölgeyi denetleme üstünlüğü
de sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin Hicaz ve Yemen yaptığı asker ve malzeme sevkıyatı
bile Süveyş Kanalı
vasıtasıyla
sağlanıyordu. Bir savaş veya iç karışıklık sırasında İngiltere’nin Süveyş’i
kapaması Osmanlı Devleti’nin Hicaz ve Yemenle irtibatının kesilmesi demekti.62
Sina Yarımadasının güvenliğinin sağlanmasını Mısır ve
Süveyş’in güvenliği için vazgeçilmez gören İngilizler bölgedeki
sınır anlaşmazlığında ısrarcı
olmuşlardır. Almanlar savaş gemisinin demiryolu çalışmalarına olası bir
saldırı ihtimali üzerine Akabe Limanı’na gelmesi ile mesele daha da büyümüştür.
Daha sonra İngiliz savaş gemilerinin bölgeye gelmesi ve Sultan II. Abdülhamid,
Almanlardan beklediği siyasi desteği
de göremeyince İngiliz notası üzerine Osmanlı askeri daha önce kontrolü
sağladığı Akabe ve Taba’dan çekilmek zorunda kalmıştır.
62 Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, Eren y.,İstanbul-1994, s.47.
I. BÖLÜM
BASRA’NIN COĞRAFYASI VE STRATEJİK ÖNEMİ
1.1. BASRA’NIN SINIRLARI
Basra, Bağdat’ın 420 km. güney doğusunda, Dicle ve
Fırat nehirlerinin bitiştiği noktanın 50 km. güneybatısında yer alır63. Basra, 637 yılında Hz. Ömer’in
emriyle Utbe bin Gazvan tarafından askerî amaçlarla kurulmuştur. Osmanlı
Devleti’ne geçişi ise, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1534 yılında Tebriz Seferi
sırasında Basra Beyi Raşid Magamis’in Osmanlı hakimiyetini kendi rızası ile
kabul etmesi ile olmuştur 64.
Osmanlı hakimiyetinde iken güçlenen bazı yerel güçler
-özellikle Basra Körfezi ve Irak üzerinde- Osmanlı-İran rekabetinin
yoğunlaştığı iki dönemde (1587- 1620 arası ile 1736-1747) devlete karşı
ayaklanmışlardır. Osmanlı Devleti Basra Körfezi’nin tamamını kendi mülkü
saymakla birlikte, İran’ın bölgedeki fiili mevcûdiyetinden dolayı adeta iki
taraf arasında her hangi bir anlaşmaya bağlı olmayan sessiz bir ittifak
doğmuştur. Körfezin batı sahilleri Osmanlı’ya doğu sahilleri İran toprağı
olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti, Körfez’deki bütün adaları kendi
toprağı kabul etmekle birlikte, fiili durum anlatılandan öteye gidememiştir.65
Osmanlı yönetiminde Basra, bazen Bağdat’a bağlanmış,
bazen de “Ocaklık” ve “Mülkiyet” şeklinde bir vilâyet olarak
teşkilâtlandırılmıştır. Bu dönemde Basra beylerbeyi Bağdat beylerbeyinin kumandası altında seferlere katılmıştır. Basra
63 Abdülhâlik Bakır,
“Basra” mad., C.V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.108.
64 Salih Özbaran, Yemenden Basra’ya Sınırdaki
Osmanlı, Kitap y., İstanbul-2004, s.148.
beylerbeyleri
Arap kabileleri ile olan mücadeleler yüzünden görevlerinde uzun süre kalamamışlardır.
Kanunî dönemine ait beylerbeyliğin ilk teşkilâtını
gösteren (1552) tarihli Mufassal Basra vilâyeti tahrir defterlerine göre Basra;
Garrâf, Zekiye, Şerez, Sadr, Süveyb, Maharzi, Kapan ve Katif Livaları ile;
Şimâl, Cenûb, Aşşar ve Kurna nahiyelerinden meydana geliyordu. 1572 yılındaki
Ruûs Defteri’nde ise, Garrâf, Hemmar, Medine, Kurna, Rahmaniye, Zekiye,
Fethiye, Sadr-ı Süveyb, Turre-i Cezayir, Zernuk, Ebû Arbe, Maadân, Kinkibad,
Vakı, Caruz, Taşköprü, Akçakale, Arca, Maharzi, Şerir ve Remle adlarında yirmi
bir sancağı görülmektedir. 66
Kanûnî döneminde gerçekleştirilen Irakeyn
Seferleri’yle beraber Irak beş ayrı
eyalete bölünmüştür. Eyaletler ve bunlara bağlı sancaklar şunlardır:
1.) Basra
Eyaleti: Kabban, Zekiye, Sehloğlu, Sadr-ı Süveyb, Garrâf, Rahmâniye,
Ceziretü’l-Mihrizi, Beni Hamid, Şatiha, Surûş, Hammar, Şatt-ı Ebû Garbe,
Mâ’den, Tavîl.
2.) Musul Eyaleti: Musul, Bacvanlı, Tikrit, Eski Musul, Horen, Bane.
3.) Şehrizor
Eyaleti, Erbil, Kesaf, Acur, Benköle, Şehr-i Bazâr, Berman, Cebel-i Hamrin,
Mavran, Hazermend, Baf, Dulcuran, Brend,
Merkave, Belkas, Harir Me’â Rodin, Oşni, Bel-u Tarı,
Kal’â-i Gazi Keşan, Seyid Burencin.
4.) Bağdat Eyaleti,
Hile, Zengiabâd, Cevazir, Ramahiyye, Cengula, Karadağ, Dentenek, Semavat,
Beyat, Derne, Debela, Vasıt, Kernet, Demirkapı, Kazaniye, Geylan, Al-Sayıh,
İmadiye.
5.) Ahsa Eyaleti: Lahsa,Uyun,
Katif, Safva, Bender Garif.67
Bunlardan Basra eyaleti dört sancağa ayrılmıştır. Bunlar şu şekildedir.68
1- Basra Merkez; Kuveyt Kazası, Kurna
Kazası.
66 Yusuf Halaçoğlu, “Basra” mad.,
C.V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.112.
67 Halil İbrahim Görür, “II.Abdülhamid Döneminde Irak’la İlgili
Layihalar”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kütahya-2009, s.47.
68 Bu konuda geniş bilgi için bak. Cengiz Eroğlu
vd., Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Basra, Global
y., Ankara-2005, s.93-117.
Basra-Merkez: Fav
Nahiyesi, Ebu’l-Hasip, Şattü’l-Arap, Zübeyr, Harise Nahiyesi.
Kurna’ya bağlı nahiyeler; Beni Mansur, Medine,Neşve, Dir.
2- Muntefik Sancağı; Hey Kazası, Şatra Kazası, Sûkü’ş-Şüyûh Kazası.
3- Amara Sancağı: Duveric Kazası,
Şatra Kazası, Zübeyr Kazası.
4- Necid Sancağı: Katif Kazası, Katar
Kazası.
Osmanlı idaresi, Basra’da XVIII. yüzyılda müstakil bir
eyalet olarak ortaya çıkmıştır. 1702 yılında Basra eyaleti sekiz sancaktan
oluşmaktadır. Bunlar: Paşa Sancağı (Basra); Kıyab; Badiye (Mukataa); Sabusne,
Gaffât, Mensûr ve Batna; Seremle; Şuş (Mukataa); Gazan, Resle ve Safiye; Ceğar
Sancaklarıdır69. Bu taksimat XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar
sürmektedir.
1884 yılında Basra’da idarî taksimat değişmiştir. Buna
göre; Merkez Sancak (Basra) dışında, Amara, Necid ve Muntefik Sancaklarından
oluşan bir vilayet haline getirildi. Bu dönemde Basra sancağı, Merkez kaza
(Basra) ile birlikte toplam üç kazaya ayrılmaktadır. Bunlar da; Basra, Kurna ve
Kuveyt kazaları idi. Basra kazasının merkezi Basra kasabası idi ve bu kazaya
bağlı 5 nahiye bulunmaktaydı. Bunların isimleri şunlardır: Fav, Ebu’l-Hasip,
Şattü’l-Arab, Zübeyr ve Harise’dir. 70
Basra, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Süveyş kanalının
açılması, Körfez ticaretinin yeni şartlar altında gelişmesi ve özellikle Midhat
Paşa’nın Bağdat valiliği döneminde devlet nüfûzunun kuvvetlenmesi ile yeniden
gelişme imkânı bulmuştur.
Vilayet |
Sancak |
Kaza |
Nahiye |
Nüfusu |
1. Halep |
3 |
22 |
24 |
994.604 |
2. Bağdad |
3 |
12 |
14 |
850.000 |
3. Basra |
4 |
23 |
15 |
200.000 |
4. Beyrût |
4 |
23 |
15 |
400.000 |
5. Suriye (Şam) |
3 |
17 |
8 |
604.170 |
6. Musul |
3 |
17 |
29 |
300.280 |
Tablo 1: 1895 Yılı İtibariyle Vilayet
ve Sancakların İdarî
Taksimatları 71
|
Vilayet |
Sancak |
Kaza |
Nahiye |
Köy (Sayısı) |
1. Basra |
1. Basra |
3 |
8 |
121 |
|
|
2.
Müntefik |
3 |
16 |
6 |
|
|
3. Necid |
2 |
4 |
69 |
|
|
4. Amarâ |
1 |
6 |
14 |
|
2. Bağdat |
1.
Bağdat |
11 |
17 |
|
|
|
2. Divâniye |
3 |
13 |
|
|
|
3. Kerbelâ |
3 |
4 |
|
|
3. Musul |
1. Musul |
5 |
9 |
1147 |
|
|
2. Kerkük |
5 |
13 |
1163 |
|
|
3.Süleymaniye |
4 |
6 |
1084 |
|
4. Halep |
1. Halep |
13 |
32 |
2022 |
|
|
2. Urfa |
4 |
12 |
1319 |
|
|
3. Maraş |
4 |
28 |
459 |
|
5. Suriye |
1. Şam-ı Şerif |
9 |
10 |
400 |
|
|
2. Kerek |
3 |
6 |
35 |
|
|
3. Hama |
3 |
12 |
317 |
|
|
4. Havran |
6 |
7 |
381 adettir* |
|
6. Beyrût |
1. Beyrût |
3 |
8 |
353 |
|
|
2. Akka |
3 |
4 |
256 |
|
|
3. Trablus |
3 |
6 |
672 |
|
|
4. Lazkiye |
3 |
17 |
1440 |
|
|
5. Nablus |
2 |
7 |
238 adettir* |
|
Tablo 2: 1908 Yılı İtibariyle Salnâmelerdeki Bilgilere Göre Irak ve Suriye’deki
İdarî Konum72
Basra Sancağı’na bağlı bir kaza ve Osmanlı – İngiliz
ilişkilerinde de kilit noktalardan bir yer olan Kuveyt, Şattü’l-Arap deltasının
güneyinde derin bir körfezin
çevresinde XVII. yüzyılda kurulmuştur. Kuveyt Haliç’i denilen bu körfez
doğu-batı doğrultusunda uzunluğu 80, kuzey-güney doğrultusunda genişliği 20
kilometreyi bulan büyük bir girinti meydana getirmiştir. Haliç’in karşısında ve orta
71 Remzi Kılıç, “Irak ve Suriye’nin Tarihî
Coğrafyası ve XIX. Yüzyıl Sonu İtibariyle İdarî
Konumu”,
Türk Kültürü, C:XXXVIII, S:441(2000), s.19.
yerde birincisi
daha büyük olan Feyleke ve Mesken Adaları bulunur. Dolaylısıyla Kuveyt’e üç ayrı kanaldan girilebilmektedir73.
El-Mıntıkatü’ş-Şarkıyye idarî bölgesi de denilen ve
doğuda Basra Körfezi’ne, kuzeyde
Kuveyt civarında Katif’e, batıda Devmad, Kariye ve Şa’b dağlarına, güneyde
Katar Yarımadası’na kadar uzanan ve yaklaşık 180 kilometrekarelik bir araziyi
kaplayan Vahalar Bölgesi olan Basra’nın başka bir kazası da Lahsa’dır.74 Sadece Türkçe kaynaklarda Lahsa, diğer
kaynaklarda ise, Ahsa olarak bu bölge isimlendirilmiştir.
Basra’nın diğer stratejik bölgelerinden birisi de
Necid Sancağı’dır. Hicaz ile Irak arasında kalan bölgeye Necid dendiği gibi,
XIX. yüzyıldan itibaren bir siyasî coğrafya olarak kuzeyden Cebelişemmer
(Beriyyetüşşam) ve Nüfûd Çölü, batıdan Hicaz, güneyden Rub’ulhâlî Çölü, doğudan
Dehnâ Çölü ve Ahsa’nın arasında kalan bölge olarak da tanımlanır. Burası Necid
Sancağı’nın da sınırlarıdır75.
Katar, güneyden Suûdi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri’nin çevirdiği, Basra Körfezi’nin güneybatısında, Arap
Yarımadası’nın kuzeydoğu sahilinde Bahreyn ve Bahrü’l-Benat Körfezleri arasında
kuzeye doğru uzanan yarımada üzerinde kurulmuş Basra’nın önemli kazalarından
biri idi.76 Katif Kazası, Basra Körfezi’nin
kıyısında bulunan Basra’nın önemli bir yerleşim merkezidir77. Bahreyn Kazası ise, adını en büyük
adası olan Bahreyn Adası’ndan almaktadır. Suudi Arabistan’ın doğu kıyılarına
24, Katar’ın batı kıyısına 28 km. uzaklıktadır. Diğer önemli adaları ise,
Ümmüna’san, Muharrak, Cide, Ümmüsabban, Nebî Salih, Sâye, Hasife’dir78.
73 Sırrı Erinç, “Küveyt” mad.,
C..XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.35.
74 Mustafa L. Bilge, “Lahsa”
mad., C.XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.59.
75 Zekeriya Kurşun, “Necid”
mad.,C.XXXII, İA, TDV y., İstanbul-2006, s.491.
76 Zekeriya Kurşun, “Katar”
mad., C.XXV, İA, TDV y., Ankara-2002, s.29.
77 Mustafa L. Bilge, “Katif”
mad., C.XXV, İA, TDV y., Ankara-2002, s.44.
78 Mustafa L. Bilge, “Bahreyn” mad., C.IV, İA, TDV y., İstanbul-1991, s.492.
Basra bölgesinin iklimine gelince, Basra (merkez) ve
çevresi kışları soğuk, yaz aylarında ise şehirde kavurucu bir sıcaklık vardır.
Sıcaklıklar ancak kuzey rüzgarları ile serinler, güney rüzgarları ise
yakıcıdır. Kuveyt bölgesi ise sıcak ve kurak
bir çöl ikliminin etkisindedir. Yaz ve ilkbahar kuraklığın en şiddetli görüldüğü mevsimlerdir. Kışlar ılık
geçer, ülkede devamlı su sağlayan kaynaklar ve sürekli akan akarsular yoktur.
Bu sebeple su ihtiyacı araştırma yaptığımız dönemde dikkate alındığında hafifçe
tuzlu su bulunan kuyulardan elde ediliyordu79.
Lahsa’nın coğrafyasını ise, yeraltında oluşan su
birikintilerinin oluşturduğu vahalar kaplar, genellikle düz ve çöl bir bölgedir80. Necid bölgesinde çöl iklimi hakimdir.
Üç taraftan çöllerle çevrili bu büyük alan içinde volkanik lav akıntıları
bulunan sıradağlardan oluşur. Cebelişemmer’den güneye Vadi’d-devasir Sir’e
doğru tedrici olarak alçalan geniş bölge Aliyetü’n-necd ,Tuveyk ve Arme
dağlarını içine alan kısım da Sâfiletü’n-necd adıyla anılır. Necid bölgesinin
kuzey doğu bölgesinde yalnız ilkbaharda yeşillenen geniş vadiler bulunur.81 Katar ise, genelde çöl ikliminin hüküm
sürdüğü alçak kumlu tepelerden oluşan bir arazi yapısına sahiptir.82
Bahreyn Adaları’nın yer yapısını, eski deniz
depolarının sonradan yükselmesiyle meydana gelen kalkerli bir taban ve bunun
üstünü örten kumlu birikintiler oluşturur. Kumlarla kaplı geniş düzlükler arasında
yer yer kayalıklara da rastlanır. Adaların iç suları çok sığ olduğundan bazı
yerler doldurarak arazi elde edilmiş bu şekilde Bahreyn ve Muharrak adaları
arasında da bir yol bağlantısı kurulmuştur. Adaların iklimi sıcak ve rutubetli
olup yoğun buharlaşma sebebi ile hava nispeten nemlidir. Yaz aylarında kavurucu
sıcaklık kış aylarında yerini yumuşak bir iklime bırakır. Yeraltı sularının
zenginliği ve kuyuların bolluğu sayesinde yeşil bir bitki örtüsü meydana
getirmiştir. Tatlı su, denizden fazla uzak olmayan noktalarda artezyen
kuyularından fışkırır.83
80 Mustafa L. Bilge, “Lahsa”
mad., s.59.
Basra’nın stratejik önemi, Basra Körfezi’nden ileri
gelmektedir Buranın denize açılan kapı olması her dönemde stratejik olarak
değerinin artmasına neden olmuştur. Körfezin önemi Süveyş Kanalının açılması
ile de daha fazla artmıştır. Örneğin Bâb-ı Âlî, 1871’de Yemen vilayetine
gönderdiği bir yazıda, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Bahriye Nezareti’nin Basra
Körfezi ve Kızıl Deniz’e daha kolay ulaşabileceği ayrıca Basra Tersanesi’nin
ıslahı ve Kızıl Deniz’de liman ve üslerin kurulmasıyla devletin Arap Yarımadası
sahillerinde gücünü göstereceği belirtiliyordu. Böylece bölgedeki Arap
şeyhlerinin devlete bağlılığı pekişecekti.84
1871’den 1892’lere kadar Osmanlı Devleti’nin Basra’da
uyguladığı politika bir tarafdan bölgede söz sahibi İngilizler ile fazla
problem yaratmamak; İngiliz nüfûz
alanlarının genişlemesini önlemek olarak özetlenebilir. Örneğin Ağustos 1892
ortalarında İngiliz Konsolosu, Basra vilayetine gelerek, Casim b. Sani ve Nasır
el- Mübarek’in ittifak yaparak Bahreyn’e hücum etme isteğinde olduğundan söz
etmiştir. İngiltere’nin buna razı olmadığı yönündeki düşüncesini ve resmi
notasını vermiştir. Konu hakkında Basra valiliğinden bilgi alınmış, deniz
saldırılarının önlenmesi konusunda Necid sahillerindeki vapur kaptanları, Bahriye
Kumandanlığı ve Necid Mutasarrıflığı’na talimatlar verildiğini belirttikten
sonra ilgili şeyhleri de uyardığını ifade etmiştir. Konu II. Abdülhamid’e de
bildirilmiş, o da, bölgede uzun zamandan beri devam etmekte olan benzeri
karışıklıklara karşı derhal ciddi tedbirlerin alınarak konuya özen gösterilmesi
emrini vermiştir. Buda o sırada takip edilen hassas siyaseti göstermektedir.85
Osmanlı ile İngiltere arasında “Zubara” adlı bölgede
çekişme konusu olan alanlardandır. 1890’lardan itibaren Zubara konusunda
yapılmış olan yazışmalarda İngiltere sürekli Osmanlı Devleti’nin bölge
üzerindeki hakimiyetini inkâr etmiş ancak bölgeye kimin
hükmettiğine dair bir ifade kullanılmamıştır. Başka bir ifade
ile Zubara’ya ne kendilerinin ne de himayelerindeki Bahreyn’in
hükmettiğini söylemişlerdir. Buna karşılık Zubara ilgilerinin, Bahreyn’i tehdit
edeceği yönündeki endişeden kaynaklanmaktadır.
1.2. BASRA’NIN TİCARÎ
BAKIMDAN ÖNEMİ
Osmanlı Devleti’nin Irak fethinden sonra, Basra’nın
idarî, iktisadî ve sosyal hayatını tanzim etmek için bütün arazi tahrire
tutulmuş, çeşitli oranlarda vergiler tespit edilmiştir. Ancak Basra’nın
arazileri yerli halka terk olunmuştur. Buna karşılık, salyane olarak hükümete %
10 vergi ödemişlerdir. Bununla beraber arazi sahibi ölürse ve varisi yoksa
devlet araziyi askerî sınıfına veya yüksek makamlı memurlara verirdi.
Karşılığında divan, “öşür” diye bilinen vergi alırdı. Ancak Basra eyaleti zaman
zaman iltizam suretiyle de
beylerbeyine tevcih olunmuştur. Malî işleri de baş muhasebe kalemi tarafından
denetlenirdi. Basra eyaletinin geliri bir milyon akçeye kadar ulaşabilirdi. 86
Osmanlı güney sınırında yer alan Mısır, Habeş, Yemen,
Basra ve Lahza gibi Arap topraklarındaki iltizam uygulaması ise bu bölgelerin
fetihleri ile eş zamanlıdır. Basra eyaletinin
Osmanlı’ya katılmasından 5 yıl sonra yapılan tahrire göre (1551- 1552
tahrire) Basra ve Katif’te klâsik timar sistemi yerine iltizam sistemi
uygulamaktadır ve bu sistemle en başta buradaki yönetici ve askerîlerin
maaşlarının ödenmesi amaçlanmıştır.87
Osmanlı Devleti’nin Basra’da uyguladığı iltizam sistemi
hakkında Salih Özbaran şunları ifade ediyor: “…askeri hizmetleri içün kendisine tımar verilen tımar sipahi ayni olarak vergiyi
toplar, savaşta hazır
cebelü bulundururdu. Oysa salyaneli
eyaletlerde gelir kaynakları gelir kaynakları sipahilere tımar olarak dağıtılmamıştır. Buradaki beylerbeyleri topladıkları gelirlerden eyaletleri için gerekli askeri,
idari ve sosyal harcamaları
yaptıktan sonra irsaliye denen belirli bir ortağı merkeze göndermekle
yükümlüydü”.88
86 Nilüfer Bayatlı, “XVI.
Yüzyılda Basra Eyaleti’nin Osmanlı Devleti İçin Önemi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S:114
(Nisan 2003), s.92.
Basra’nın önemi, nehir nakliyatından deniz nakliyatına
geçiş noktasında yer almış bulunmaktadır. Basra Limanı’nın ihracatı arasında
hurma başta gelir. Basra Limanı’nın ihracatı arasında hurma başta gelir ve
ayrıca buradan, huhubat, yün, keçi kılı, deri, susam ihraç olunur; buna
mukabil, Hindistan’dan ve daha seyrek olarak Avrupa’dan gelen vapurla,
memleketin muhtaç olduğu mamûl eşyayı Basra’ya çıkarmışlardır. Kara nakliyatı
İngilizlerin yapmış olduğu demiryollu sayesinde gelişmiştir.89 Basra ve civarında Cezayir, Hüveyza ve
İran, Dızfül, Şüşter Hint mallarının dağıtımında merkez rolü oynamakta idiler.
Basra’dan Hürmüz’e at ihracı yaygındır.90
Basra Limanı, körfezdeki med ve cezir hareketlerinden faydalanmıştır.
Şattü’l-Arap’ın genişliği burada 500 m.yi bulmakla birlikte; tesirini yalnızca
Şattü’l- Arap’ta değil, Fırat ve Dicle’de de hissettiren med hareketlerinin
faydası yalnız gemilerin sahile yanaşmasında değil, aynı zamanda 24 saatte 2
defa suların seviyesi yükseldiği için nehrin iki kıyısında uzanan hurmalıklar
da bu sayede kendiliğinden sulanabilmektedir.91
Dicle, Fırat ve bu iki nehrin birleşmesiyle oluşan
Şattü’l-Arap ile İran tarafındaki Karın Nehirleri ticaret de çok önemli bir
konuma sahipti. Çünkü bu nehirler gemilerin işlemesine elverişli idi.
Şattü’l-Arap Nehri, Basra’nın körfezle ve denizaşırı uzak bölgelerle olan
ticaretini sağlamaktaydı. Asrın sonlarına doğru bölgede kendini iyice
hissettirmeye başlayan İngiltere’nin Şattü’l-Arap’ta vapur işletme imtiyazını
alması, bu bölgede ticarî trafiği sıklaştırmıştır. İran, Almanya ve Rusya’da bu
nehirde gemi işletme imtiyazını alınca bölgede çok sayıda yabancı acente
kurulmuştur. Ticarî trafiğin bu şekilde yoğunlaşması üzerine, İngiliz girişimi
ile seyr ü sefain şartlarını ıslah için bir komisyon oluşturulmasına ilişkin
mukavelename hazırlanmıştır, ancak I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine
89 Besim Darkot – M. Tayyib Gökbilgin, “Basra”mad. , C.II, İA, MEB y., İstanbul-1961, s.327.
onaylanmamıştır. İngilizler XX. yüzyıl başlarında Karın Nehri’nde gemi işletme
imtiyazını İranlılardan almayı başarmıştır92.
Basra’nın önemli kazalarının ticarî önemlerine
gelince; Kuveyt ve Kuveyt Körfezi’nin önemi Osmanlı Devleti’nin büyük ticarî
merkezleriyle Hindistan arasında yapılan ticaretin XVIII. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren tonajları giderek artan gemilerin girişlerine uygun olmayan
Basra nehir limanından Kuveyt’e yönelmesi sonucu artmıştır. Zamanla Kuveyt
bütün kuzeydoğu Arabistan’a hizmet eden en büyük liman ve antrepo durumuna
gelerek ekonomik, stratejik ve dolayısıyla
politik önem kazanmıştır93.
Ayrıca Kuveyt, Bağdat demiryollarının güneyde bitiş
noktası olarak da düşünülmüştür. II. Abdülhamid döneminde düşünülen ve
Almanya’nın da desteklediği bu düşünce maalesef Abdülhamid döneminde hayata
geçirilememiştir. 1907 yılında Sadaret’e ulaşan aşağıda vereceğimiz rapor
niteliğindeki belgeden İngiltere’nin niyetleri ve niçin projeye engel olduğunu
anlayabiliriz. Bu konuda İngiliz Şarkiyatçı Archibald Dunn şunları söylüyor:
“…Önerilen
Bağdat Demiryolu’nun uç noktasının Basra Körfezi’ndeki bir liman olacağı
hususunu da unutmamak gerek, ancak liman liman ya, hangi liman ? Almanya
hükümeti bu limanın Küveyt olması dileğini izhar etmişlerdir. Ne var ki, Küveyt İngiliz himayesindedir ve Abdülhamid’in
kendi toprağı üzerindeki her türlü talebini geri çevirmekte olup hiçbir imtiyaz
tanımamaktadır. Dolayısıyla Padişah’ın yada Kayser’in Küveyt toprağı üzerindeki
her türlü niyetine karşı direnme hakkımız bakidir.
…Almanya’nın
Basra Körfezi üzerindeki söz konusu konumunu sağlamlaştırma girişimi korkmamız
gereken en ciddi tehlikedir.”94
92 Davut Hut, “XIX. Yüzyılın
İkinci Yarısında Basra
Gümrüğü”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S:3 (2000), s.128.
93 Cevdet Küçük,
“Küveyt” mad.,C.XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.35.
94 Archibald Dunn, “Basra Körfezi’ndeki İngiliz Çıkarları”, Çev: Zekeriya Kurşun,
Türk Kültürü
İncelemeleri Dergisi, S:3,2000, s.301-302.
Yine Dunn’un raporundan bir kesiti
daha sunalım:
“…Lord
Curzon ‘Her hangi bir yabancının Basra Körfezi’nde bir yer edinmesine razı
gelecek her hangi bir İngiliz temsilcisini vatanına ihanet suçuyla suçlamaktan
çekinmem.
…Captain
Mahon ‘ister resmi bir düzenleme sonucu olsun, ister halen siyasi ve askeri kontrolün
ardında yatan yerel ticari çıkarların ihtimali yüzünden olsun, Basra Körfezine
tanınacak imtiyazlar Büyük Biritanya’nın, Uzakdoğu’daki, denizlerdeki
egemenliğini, Hindistan’daki siyasi konumunu ve her iki yerdeki ticari
çıkarlarını ve Avrasya ile olan imparatorluk bağlarını tehlikeye düşürecektir.”
95 demektedir.
Necid bölgesinde ise, çöllerin büyük yer kaplamasından
dolayı çoğunlukla devecilik ve koyunculukla uğraşan bir ticarî yapısı vardır.
Hayvancılığa dayalı ekonomileri görülmektedir. Ancak çöllerle çevrili
vaha ve vadilerde yaşayıp, ziraatla uğraşan ve yerleşik bir nüfusa da
sahiptir96.
Katar kazası da geçimini çoğunlukla hayvancılıkla
sağlamaktadır. Balıkçılık, inci avcılığı, küçükbaş hayvancılığın yanında
yapılan diğer ekonomik etkinlikleridir97.
Katar hakkında arşivimizde bu bilgiyi doğrulacaktır:
“Umman ve
Bahreyn arasında bulunup siyasi ve bölgesel açıdan önem taşıyan Katar arazisi
taşlık olup, su bulunmaması dolayısıyla, ahalisi altı yüzü aşan yelkenli gemi
ile sedef ve inci avıyla uğraşmakta ve toplam nüfuzu 15.000 civarında bulunmaktadır.”98
Lahsa’nın ekonomisi de geniş ölçüde tarıma ve ziraata dayanmaktadır. Osmanlı
Devleti önceleri, bölgeye vergileri düzenlemek ve toprağı geliştirmek için
timar ve iltizam karışımı bir uygulama getirmiş,
1580’lerden sonra yalnız
iltizam
96 Kurşun, “Necid” mad., s.491-492.
sistemine geçerek bunu yaklaşık üç asır devam ettirmiştir. Lahsa
Sancağı’nın Osmanlı hazinesine hiçbir zaman faydası olmamış, aksine özellikle
son yıllarda devamlı şekilde devletten yardım görmüştür. Mutasarrıfların
başlıca görevi Bâb-ı Âli’den gelen emirler çerçevesinde bütçeyi gelir-gider
durumuna göre denkleştirmekti. Uzak köylerden zekat ve öşür tahsili çok zordu99. Dolayısıyla, kazaların ve genel
olarak Basra’nın ekonomisini tarım ve hayvancılık meydana getiriyordu
diyebiliriz.
Basra’nın ticarî yolları üzerinde de durmak gerekir.
Özellikle limanların önemi Hindistan ile Avrupa arasındaki merkez olma ve
transit özelliği göstermesi bakımından değer taşımaktadır. Doğudan gelen mallar
Basra’ya geliyor, buradan kervanlar ve daha öteden Kızıldeniz’den gemilerle
Akdeniz’e taşınıyor, oradan Anadolu ve Avrupa içlerine ulaşıyordu.
Basra Körfezi’nde limanlarla denizyolu ile yapılan
ticarette limanların tamamı körfezin kuzeyinden, güneyindeki Hürmüz Boğazı’na kadar
olan coğrafyada
bulunmaktadır. Limanların önemli bir kısmı İran kıyılarında (Harc, Çark, Kays,
Keşim Adaları, Bender-i Rih, Bender-i Cassim, Bender-i Abbas, Taherî, Keç, Maşûr, Lince, Ebu’ş-Şehr, Kinikun, Deylem
Limanları) yer almaktadır. Kuveyt, Katif, Bender-i Havs, Şarca, Re’sûl-hayme
gibi limanlar Basra Körfezi’nin batısı ve Arabistan Yarımadası kıyılarında yer
almaktadır. Bahreyn ise körfezin en büyük adası durumundadır. Bahreyn özellikle
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yoğun bir
hakimiyet mücadelesine sebep olmuştur 100.
Basra Sancağı’na bağlı
bir kaza olan Kuveyt Emirliği
ise, 1914’te İngiliz
himayesine girecektir.
Basra Körfezi’nin bütün limanlarının 1907 yılında
ihracatı da şu şekilde özetlenebilir101:
İhracat |
Toplam İhracat
(sterlin ) |
Birleşik Krallık |
163,716 |
Hindistan |
745, 142 |
Almanya |
14,747 |
İthalat |
Toplam İthalat (sterlin ) |
Birleşik Krallık |
788,114 |
Hindistan |
1,034,821 |
Almanya |
23,078 |
Bahreyn’den Basra’ya külliyetli miktarda şahî kumaş ve karışık
emtia geldiği görülmektedir.
Eylül-Ekim ve Kasım aylarında yoğunlaşan ve ithalata bakılırsa Bahreyn’in özellikle
İran ve Hindistan’dan gelen kumaşın
dağıtım noktalarından biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Basra’dan
Bahreyn’e ise önemli miktarda hurma ihraç edilmiştir.
Körfez haricinde deniz yoluyla yapılan ticarette ise;
Umman, Maskat, Sur, Yemen, Cidde, Numan, Bombay ve Hindistan ve Amerika olmak
üzere toplam dokuz nokta ile ticarî mübadele gerçekleşmiştir. Umman’ın önemli
iskeleleri olan Maskat ve Sur limanları bugün Umman Sultanlığı içinde; Yemen,
Cidde, Numan limanları Arabistan Yarımadası limanlarında, diğerleri ise tamamen
farklı coğrafyalarda yer almaktadır. Basra’nın Umman ile olan ticareti daha çok
Maskat ve Sur Limanları vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu limanlar,
“Hindistan Yolu” üzerinde bulunması ve ticarî öneminden dolayı, İngiltere
tarafından, Basra Körfezi ile olan ticaretinde bir üst olarak kullanılmıştır.
Maskat ve Umman Sultanlığı 1892’de İngiliz himayesine girmiştir102.
Basra’da yetiştirilen ürünler, yerel tüketim ve
ihracat oranlarını ise tablolar halinde şu şekilde özetleyebiliriz103:
Basra’da Yetişen Hurma
Çeşitleri
1.
Halavi 14.
Petres
2.
Sayir 15.
Zehdi
3.
Hadravi 16.
Kantar
4.
Öse Ümran 17. Tayyibü’l-isim
5.
Berhi 18.
Şeker
6.
Beryem 19. Umu’d-dihin
7.
Süveydan 20.
Vekü’l-cuma
8.
Avit 21.
Binti’l-seb
9.
Fersi 22. Aşkar
10. Eşresi 23. Asabiu’l-acuz
11. Cevzi 24. Benati
12. Mektum 25. Leylevi
13. Hesabi 26. Hedl.
Bir bölgenin iklimi nasıl yetiştirilen ürünleri
etkilediyse, coğrafyası da ticaretin seyrini ve şeklini etkilemektedir.
Dolayısıyla genel itibariyle karasal iklim özellikleri görülen ve çöl ikliminin
de belirgin olarak görüldüğü Basra’da ticaret kıyılara taşınmıştır. Basra’da
XIX. yüzyılın sonlarında kıyılarda yerli nüfus yalnızca 3-4 bin iken Arap ve
Avrupalı tacirlerle birlikte bu sayı çoğu zaman yirmi beş binlere kadar yükselmekteydi. İran,
Hindistan ve Çin ile Kuveyt Limanı arasında gidip gelen 2000’den fazla yelkenli
gemi vardı. Ayrıca Müntefik Sancağı’nın merkez
kazası olan Nasıriyye ve aynı sancağa bağlı Sûkü’ş-Şüyûh, her kazaları ile
Necid Sancağı’na bağlı Katar kazası da yabancı tacirlerin yerleşim alanıydı.
Basra’da tezimizi sınırlandırdığımız dönemdeki ticarî
faaliyet olarak kıyılarda, en çok inci avcılığının dikkati çektiği görülüyor.
Bu konuda Zekeriya Kurşun, Basra vilayeti salnamelerine dayanarak inci
avcılığını şu şekilde tanıtıyor:
“İnci Av
mahalleri Basra Körfezinin batısındaki Bahreyn, Katıf, Katar ve Uman
karasularıdır. İnci avcılarının bu sularda kullandıkları binlerce gemi, birinci
derecede Bahreyn Adası ikinci Uman ve Katar üçüncüsü Katar de Katıf ve ondan
sonrada Küveyt gemileridir. Bu gemiler bir sene Nisan ortasından Eylül sonuna kadar,
her birinin büyüklüğü ve kapasitesine göre otuz ila yüz kişi arasında değişen
avcıları alarak av yerlerine giderler. Avcıların üçte biri av için denizin
dibine dalmaktadır. Dalgıçların hemen tamamı değişik
aşiretlerden ve sahillerde yaşayan
halktandır. Bu dalgıçların bir yıllık ihtiyaçlarına yetecek yiyecek vs. kendilerine ve o
bölgelerde bulunan bazı mücehhezler tarafından verilerek hayatlarını
sürdürmektedirler. Av mevsimi sonunda her geminin çıkardığı incinin değerine kıymet
biçilerek, bundan geminin çalışanlarına sponsor tarafından verilen yiyecek
masrafları çıkarılır. Arta kalan kısımda bölgede bilinen dalgıçlık
geleneklerine uygun olarak gemi sahipleri, dalgıçlar ve diğer çalışanlar
arasında herkesin hakkına göre taksim
edilir. ancak gemileri o yıl elde ettiği ürün bazen masraflara yeterli
olmayabilir. Bu durumda dalgıçlar ve diğer çalışanlar kendilerine harcama
yapanlara olan borçlarını ertesi yılın ürünlerinden alacakları paydan ödemek
üzere yılın geri kalanı için de yiyecek talep ederler …av sponsorları ve
tüccarlar , av mevsiminde dalgıçlardan satın aldıkları incileri Hindistan’a ve
diğer ülkelere ticaret maksadıyla
sevk etmektedirler.”104
Osmanlı Devleti yine bu dönemde Fırat ve Dicle
nehirlerinin çevresindeki bölgelere kanallar yaptırarak ziraatı geliştirme
düşüncesidir. Gerçi bu proje Almanlara demiryolu imtiyaz antlaşmalarında
verilmiştir. Ancak İngilizlerin bu bölgede tekellerinin kırılması bölgede iki
devletin diplomatik olarak karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Eğer bu
proje hayata geçirilmiş olsa idi Mezopotamya toprakları tekrar ekilecekti.
İngilizlerin bu konuda araştırmaları olduğu gibi İngiliz düşüncesine ışık
tutması açısından aşağıda verilen bilgide dikkat çekmektedir.
“ …1903’te
Kahire’de yayınlanan Sir William Willcooks’un güzel raporunda bu
işlerin yaklaşık 8.000.000 Sterlin’e mal olacağı ve onlar tarafından sulanacak
topraklardan elde edilecek
net gelirin bakım masrafları düşüldükten sonra yılda
2.000.000 alacağı, yani yatırılan
sermayenin %25’ini oluşturacağı söylenmektedir. Öte yandan toprağın Mısır’da
sulanan toprakların aynısı olduğu ve 0,404 hektarının piyasa fiyatının 60 Sterlin
olduğu da belirtilmektedir. Toprağın ekiminde karşılaşılacak başlıca güçlüğün
emek sağlamak olacağı bellidir. Ancak buna çare yok değil. Tabi ülkenin
kalkınması İngiltere’nin teşebbüsüne bırakılacak olursa.Çünkü Hindistan’dan dilediğimiz kadar hamal ve reçber ya da Mısır’dan
104 Zekeriya Kurşun, Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi –Katar’da Osmanlılar-, TTK y., Ankara-2004, s.17.
fellah getirebiliriz. Bunların çoğu
sonunda geldikleri yerin yerlisi olacaklardır. Almanlar, her zaman ki
akıllarıyla, bu bölgenin gelecekteki değerini dikkatle incelemişler ve
ölçmüşlerdir.”105
Basra bölgesinde ziraî ve hayvanî ürünlerin yanında
köle ticareti de yapılmaktaydı. Basra’nın Bağdat’a bağlı olduğu dönemde gelir
getiren bir kaynak olmasına rağmen Basra’nın vilayet olduğu dönemlerde zenci
ticareti yasaklanmıştı. Ancak elimize geçen belgelerden kaçakta olsa bu
ticaretin yapıldığını anlıyoruz. Aşağıda bunu doğrulayan belge fi 22 C 73
tarihlidir. Belge sadece Basra’yı değil köle
ticaretinin nerelere ve hangi yollarla
ulaştığını da bize haber vermektedir. Belge şu şekildedir:
Mısır, Trablus ve Bağdat taraflarından Akdeniz
kıyılarına gelen zenci kölelerin hepsinin köleliğin kaldırılmasından dolayı,
kıyıdan içeriye salıverilmemesi, köle
tacirlerinin köleleri azat etmesi ve azat olan kölelerin belirlenen bölgelere
iaşeleri temin edilerek yerleştirilmesi ( altı haftada) müddetin bitiminde
gelişen hadiselerin merkeze yazılı bildirilmesinin ve burada bulunan memurlara
bildirilmesine …
…Basra Körfezi için belirlenen tarihten
itibaren üç ay zaman tayin edilmiştir.
Basra Körfezi’ne gelen esir tacirlerine durum bildirilerek esirlerin
salınmasına ve bunların Bahreyen’e gönderilmesine, gitmeyenlerin iaşelerinin
karşılanmasına, bu işleri yapanların tutuklanmasına ve gerekli açıklamanın
merkeze bildirilmesine, altı hafta zaman dilimi bitiminde hala bu işle uğraşanların İstanbul’a gönderilmesine
..106
Belge Hariciye Nezareti ile Basra Tersanesi arasında
yazılmış olup iki belge halindedir. İkinci belge fi gurre Recep 73 tarihini
taşımaktadır. Belge Akdeniz ve Basra Körfezi arasında meydana gelen zenci
ticaretini önlemek ve altı hafta içinde suçluların uyarılması , esirlerin
salınması, bu süre bitince de hala bu işle uğraşanların tutuklanıp İstanbul’a gönderilmesi ile ilgilidir. Belgenin ikinci
106 BOA, HRC. SYS 96/21 : 1907. 6.9.
bölümünde ise Basra Tersanesi’ne zenci ticaretiyle ilgili konu özetlenmiş
ve tersanede bulunan Binbaşı Ahmed Beye talimatlar veriliyor. Buna göre, altı
hafta boyunca tüccarlar uyarılacak, zenciler serbest bırakılacak, iaşeleri
sağlanacak, müddet bitiminde hala bu işle uğraşanlar tutuklanıp der-saadete
gönderilecek ve sürekli Basra Körfezi’nde devriyeler gezecektir.
Basra körfezi’nde ayrıca deniz korsanlarının ticarî
gemilere saldırarak ticarete zarar
vermesi sebebiylede Osmanlı Devleti önlem almak zorunda kalmıştır. Bu konuda
aşağıda sunacağım belge de bu bilgiyi doğrulamaktadır. Belge şu şekilde özetlenebilir:
Basra Körfezi’nde kain Katif sevahilinde deniz
hırsızlarının geçişinden dolayı
emniyet kaçması bahisle bunların def-i mazarratları hakkında memurların
canibinden tedbir alınmasına teşebbüs edilmesi, İngiliz hükümetinden yazı ile
bildirilmiş olduğundan, dıştan birinin karışmasına meydan verilmemek için, adı
geçen sahilde emniyet-i matlubenin emniyetinin sağlanması için istihmâl ve
neticesinin yazı ile bildirilmesine tezkere-i senaveri…107
Belgeden de anlaşılacağı üzere Basra Körfezi’ndeki
deniz hırsızlarının emniyeti yok edip, Katif sahillerinde emniyet kalmadığından
ve buradan geçişler engellendiğinden durum İngiltere tarafından Hariciye
Nezaretine bildirilmiş, konu hakkında emniyetin sağlanması buraya dışardan
müdahale olmaması için gerekli olan tezkerenin çıkması ve Basra’da bulunan
Bahriye Kumandanına durum bildirilmiş, orada bulunan Bursa Korveti kumandanına
altıncı ordu müşirinin emriyle
görevlendirilmesi hakkındaki 3 Teşrin-evvel 04/ 18 Şevval 1295 tarihli belgedir.
II. Abdülhamid’e
ait Basra Vilayetindeki emlâka dair
her türlü muamele 1303 (1887-1888) tarihine kadar Bağdat’ta bulunan Emlâk-ı
Hümayun İdaresi’nce gerçekleştirilmiştir. Ancak, zamanla gerek Bağdat gerekse Basra’da padişah
107 BOA, HRC. SYS. 82/33.
şahsında toplanan mülklerin giderek artması bunların işletilmesini güçleştirdiğinden, Basra’da
ayrı bir idare kurulmasına karar verilmiştir. Bu kararın verilmesinde bölgedeki
arazilerin çoğunun büyük parçalar halinde bulunması ve ahalisinin büyük bir
bölümünün aşiretlerden oluşması da etkili olmuştur.
Basra’da ayrı bir idarenin kurulmasına ihtiyaç
duyulması üzerine burada bir komisyon
teşkil edilmiştir. Bu nedenle hazineden Bağdat şubesine gönderilen emirde burada yürütülmekte olan emlâk ve
kayıt işlemlerine dair bilgilerin Bağdat şubesinden Basra idaresine devir
edilmesi istenmiştir. Ayrıca emlâkların hangi mevkide olup hangi komisyon
tarafından idare edildiği hususunun da beyanı istenmiştir. Bunun üzerine
Hazine-i Hassa’ya bir defter gönderilmiştir. Bu deftere göre Ammare Sancağı
dahilinde bulunan Çahle, Şat,Müşerreh,ve ona bağlı mukataalar, Malümü’l-Kıt’ât
Senevi?, arazisi, Tis’an ve adfiye ?, Felha Düneynat-ı Gazabe ve Ahder mukataaları Basra Komisyonu tarafından yönetilmiştir. Necid’teki
emlâkın müstakil anlaşılmaktadır.108
müdiriyet ile komisyon tarafından idare edildiği
Basra Emlâk-ı Hümayun Komisyonu; İdari mekanizmanın
ana gövdesi komisyon oluşturmaktaydı. Resmi ifadeye göre komisyonun oluşum
nedeni, özellikle bu bölgenin bazı
yabancı devletlerin iştahını kabartması sebebiyle toprakların güvence
altına alınması amacıyla
padişah mülküne dahil edilmesine özen göstermek ve gerekeni yapmak olarak
açıklamıştır. Söz konusu komisyonun bunların
yanı sıra padişah emlâkının nizamnameye uygun şekilde idaresinin
gerçekleştirilmesini sağlaması gerekirdi. Komisyon; reis, müdür ve azalardan
müteşekkildi. Reis komisyonun her türlü işinden
birinci derecede sorumluydu. Bu
bağlamda memurların komisyona görüşmelerini dikkatle
takip ederdi.109
düzenli şekilde katılmalarını sağlar ve
108 Selda Sert, “Bir Toprak
Rejimi Olarak Emlâk-ı
Hümâyun Basra Örneği”
(1876-1909), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul-2006.,s.49.
109 Selda Sert, a.g.e,
s.53.
Emlâk-ı Seniyye’nin gelir ve giderlerini kapsayan
aylık ve yıllık muhasebe cetvelleri düzenlenirdi. Bu kayıtlar bir takım
tetkiklere tabi tutulduktan sonra hazırlanan bütçe ile beraber Hazine-i Hassa
Nezaretine gönderilirdi. Nezarette de gerekli incelemeler yapıldıktan sonra
padişaha izin alınmak üzere sunulurdu.
Komisyon, senedi ve haritası bulunmayan Emlâk-ı
Seniyye senetlerinin düzenlenmesini, haritaların çizilmesini ve demirbaş
defterlerinin muntazam bir şekilde tutulmasını sağlamakla da vazifeli olup, bu
bilgileri Hazine-i Hâssa’ya giden bu tür evraklar kuyudât kaleminde kayıt
edilip saklanırdı. Komisyonun en önemli vazifelerinden biri de ziraat
alanlarının genişletilmesine yönelik çalışmalar yaparak bunları Hazine-i Hassa
Nezaretine bildirmekti.
Komisyonun kararı ve gerek görülmesi üzerine Arazi-i
Seniyye’yi dolaşan müfettişler aşar, ağnam gibi çeşitli Emlâk-ı Hümâyûn
gelirlerinin uygun bir biçimde toplanıp toplanmadığını inceler, sonrasında da
varidatın Hazine-i Hassa’ya eksiksiz bir biçimde toplanıp toplanmadığını
inceler, sonrasında da varidatın Hazine-i Hassa’ya eksiksiz bir şekilde
gönderilmesine nezaret ederdi.
Müfettişler, Emlâk-ı Hümâyûn idaresinin kontrol
mekanizmasıydı. Şubelerin talimat ve nizamlara uygun hareket edip etmediği,
şubelerdeki defter ve hesapların istenildiği
gibi tutulup tutulmadığı, en önemlisi de emlâk, arazi ve çiftlikât-ı
şahane’deki imâr ve ıslâh faaliyetlerinin nasıl gerçekleştiği ile
varidatın arttırılmasına itina edilip edilmediği
gibi hususlarda denetim yapmak başlıca görevleri arasındadır.110
Basra’da işletme kalemleri; 1- Tahrirat Kalemi 2-Muhasebe Kalemi olmak üzere iki kalemden
oluşurdu.
Tahrirat Kalemi; bu kalem Emlâk-ı Hümâyun idaresinin
her türlü yazı işlerinden sorumluydu. Baş katibin idaresinde bulunan kalemde
mübeyyiz, mübeyyiz refiki,
emlâk mukayyidi, emlâk refiki, tahrîrât
muâvini, refik ve refik-i
110 Selda Sert, a.g.e,s.55.
evvel gibi memuriyetler bulunurdu. Ayrıca Devasır, Amiye ve Ammare’de
bulunan Emlâk-ı Hümâyûn’un yazı işleriyle vazifeli vekil ve katiplerde kalemde
bulunan memurlardı. Yazışmaların burada yapılmasının yanı sıra evrakların
muhafaza edilmesi de kalemin sorumlulukları arasında yer alırdı.111
Muhasebe Kalemi; Emlâk-ı Hümâyûn’un
malî kalemi olan bu birim, baş katip
başkanlığında idare edilmekte olup, emri altında refik-i evvel, refik-i sâni,
refik-i. salis, refik, mukayyid ve sandık emini bulunurdu.
Tahrirat başkatibi gibi muhasebe
başkatibi de komisyonda aza sıfatıyla görev alırdı. Emlâk-ı Hümayun’a ait her türlü hesap işlerinin görüldüğü bu kalemde ayrıca
şubelerden gelen muhasebe ve cetveller incelendikten sonra
hülâsa pusulaları hazırlanarak komisyona gönderilirdi.112
Basra’ya bağlı mukataalar şu şekilde isimlendirilip
sınıflandırılmıştır: Ahder Mukataası, Ebu-hılana Mukataası, Müşerreh Mukataası,
Çahle Mukataası, Behese Mukataası, Şat Mukataası.
Basra Vilayetinin Yıllara Göre Gelir
Durumu113
Gelir Kalemi |
Yıl |
||||
1306 (1888) |
1307 (1889) |
1308 (1890) |
1315 (1897) |
1316 (1898) |
|
Öşr Hasılatı |
12.590.361 |
10.399.333 |
10.249.543 |
10.848.924 |
10.964.261 |
Öşr Vergisi |
- |
3.283.748 |
3.467.955 |
3.585.755 |
4.937.066 |
Koyun Vergisi |
1.922.448 |
1.792.152 |
1.910.151 |
1.570.576 |
1.615.700 |
Diğer Gelirler |
2.434.462 |
2.369.140 |
2.539.688 |
2.933.690 |
2.924.439 |
Yekûn |
16.947.271 |
17.844.373 |
18.167.337 |
18.938.945 |
20.441.466 |
Vilayetin Gelir-Gider Durumu114
Yıl |
Gelir |
Gider |
1888 |
16.947.271 |
6.484.313 |
1889 |
17.844.373 |
6.229.567 |
111 Selda Sert, a.g.e,59.
113 Eroğlu, a.g.e.,
s.23.
114 Eroğlu, a.g.e.,
s.27.
1890 |
18.167.338 |
7.495.770 |
1897 |
18.938.945 |
20.483.036 |
1898 |
20.441.466 |
20.441.466 |
Vilayetin Yıllara
Göre Başlıca Gider Kalemleri 115
Gider Kalemi |
Yıllar |
||||
1888 |
1889 |
1890 |
1897 |
1898 |
|
(%) |
(%) |
(%) |
(%) |
(%) |
|
Dahiliye |
22,73 |
21,84 |
18,4 |
6,47 |
0 |
Jandarma |
51,99 |
54,1 |
45,49 |
14,18 |
20,64 |
Bahriye |
0 |
0 |
19,87 |
5,04 |
4,32 |
Nizamiye Ordusu |
0 |
0 |
0 |
47,39 |
53,2 |
Diğer Giderler |
25,28 |
26,12 |
16,24 |
26,91 |
21,84 |
Osmanlı Devleti Basra ve çevresinde İngiltere’nin Arap
hayvanları ihraç ettiği görülür. Bu konuda Osmanlı Devleti gerekli zamanlarda
kısıtlamalara başvurmuştur. Bununla alâkalı bir belge şöyledir:
Hariciye Nezaret-i Celilesi’ne 18 Eylül 82 tarihiyle
İngiltere Sefaretinden gelen takrîre göre:
Muhammere-Basra-Faev arasındaki yerlerde, Arap
hayvanları nakil ve ihrâcının yasaklanacağı,Basra mutasarrıfı tarafından
İngiltere konsolosuna tebliğ edilmiştir.Buna göre Dahiliye Nezaretinden alınan
emre göre ihrâc edilen hayvanlar gemilerde muayene olunacak ve içlerinde Arap
Hayvanları olursa el konulacaktır. Böyle bir el koyma durumunda memurlara karşı
konulmaması İngiliz Konsolostan rica edilmektedir. Bu durum, İngiliz sefareti
tarafından hakkaniyete aykırı olarak telâkki olunmakta ve protesto
edilmektedir. 116
115 Eroğlu, a.g.e.,
s.28.
116 TK. HR. TO D.N 261 G.N 15.
Basra Vilayeti’nde mukataaların iltizama verilmesi ve
vergi bedellerinin ödenmesi ile alâkalı olarak bir belgeden anlaşıldığına göre
teminat akçesi alınarak verilen mukataalarda usulsüzlükler de olmuştur. Gerek usulsüzlüklerin ve gerekse
mukataaların iltizama
verilmesi hususunda bir Belge şu şekildedir:
belgeyi burada zikretmek gerekir.
Dâhiliye Nezareti Mektubi
Kalemi’nden, Basra Vilayet-i Bahriyesi’ne,
Basra Vilâyetinde bazı yerlerde mukataa edilen
araziler, gerekli olan teminat alınmaksızın iltizama
verilmiştir. Bu durum neticesinden iltizam bedelinin çoğu, ziraatla uğraşan
çiftçinin ve aşiret reislerinin
zimmetine verilmiştir. Meselenin halli noktasında mahkemeler yetersiz kalmış ve
konu, Şûrâ-yı Devlet’te görüşülmüştür.
Şûrâ-yı Devlet Maliye Dairesi’nin 2099 numaralı
mazbatasında, konuya ilişkin olarak alınan kararlardan anlaşıldığına göre;
Vergi borcu olan kişilerin kim oldukları ve borç
miktarı tespit edildikten sonra, kendilerinden tahsilat yapılacaktır. Esas
itibarla, vergi kaçırmak suçunun cezası hapis olmakla beraber, bu tahsilat
yapılacaktır. Bu meseledeki mesullerin memurlar olmasından dolayı vergi
borcunun ödenmesine karar verildiği gibi, ödemelerde de “müsamaha” gösterilmesi
kararlaştırılmıştır. Maliyenin zarar görmesine sebep olan memurlar hakkında ise
derhal tahkikat yapılması karara bağlanmıştır.117
Basra, Musul, Süleymaniye ve Kerkük
Mutasarrıflıklarına gönderilen telgraflaradan anlaşıldığına göre telgraf
direklerinin çalındığı ve buralarda maddi hasarların verildiği
görülmektedir.Aşiretlerin ve eşkiyaların
verdiği bu hasarlara da örnek niteliğinde bir belge burada vermek istiyorum.
Çünkü Tezimizle alakalı araştırma yaparken en çok çıkan belgeler arasında
telgraf direklerinin çalınması
veya hasar verilmesine dair belgeye rastladım. Belge şu şekildedir:
117 DH.MKT 780 67 1321.Ş.3.
Bağdat Başmüdiriyetinden alınan 178 numaralı 16
Haziran 320 tarihli telgrafnâme:
Cemcemel ile Süleymaniye arasındaki telgraf hattında
bu defa altı direk çalınmıştır.Çalınan direklerin toplam adedi üç yüzü
geçmiştir.Dilekleri çalanların yakalanabilmesi için bir askeri müfreze teşkil
edilmesi gerekmektedir. Ancak mahalli
idarelere bu minvalde yapılan başvurular neticesiz kalmıştır. (290-160)
Bağdat Müdiriyeti’nden alınan 137 numaralı
ve 20 Haziran 320 tarihli
telgraf:
Kerbela müdiriyetinden yollanan bu telgraflar, telgraf ve Posta Nâzırı Hasan
Hüseyin imzasıyla 23 Haziran 320 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bir
yazıyla iletilmiştir.
27 Ağustos 320 tarihli telgraftan anlaşıldığı üzere,
Musul Vilayeti, Süleymaniye ve Kerkük mutasarrıflıklarına ve 12 Fırka
Kumandanlığı’na 17 Teşrîn- i Sânî 319 tarihli birer telgrafname gönderilerek
durum bildirilmiş ve gereğinin mahalli idarece yerine getirilmesi istenmiştir.
(bu talebin hangi makamdan geldiği, yazının silik olmasından dolayı
anlaşılamıyordu.) Bu isteğin yerine getirileceği ise, ilgili makamlar tarafından
telgraflarla bildirilmektedir.118
7 Kanûn-i Evvel 309 tarihinde Yemen, Hicaz ve
Trablusgarb Vilâyetlerine, Meclis-i Vükela kararı olarak bir tahrirat
gönderilmiştir. Bu tahrirattan anlaşıldığına göre, Osmanlı Devleti dâhilinde
yabancı gümüş paraların kullanımı yasaklanmıştır. Ancak adı geçen vilâyetlerin
özel konumundan dolayı, buralarda kuşlu riyalin bir süre daha kullanılmasına ve bu paranın
tedricen kaldırılmasına karar verilmiştir.
Buna göre kuşlu riyalin
fiyatı 12 kuruş olarak tespit
edilmiştir. Bu fiyatın
ise
seneden seneye daha da düşürülmesi ve kuşlu riyalin
tamamen tedavülden kaldırılması
öngörülmektedir.
Bu tahrirat üzerine Trablusgarp valisi imzasıyla gönderilen 25 Kanun-ı
evvel 1309 tarihli belge, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerine ulaşılmıştır. Bu belgeden
118 DH.MKT 847 16 1322.S.16.
anlaşıldığına göre, Trablusgarb’ta kuşlu riyalin evvelce yoğun bir biçimde kullanıldığı
halde, birkaç seneden beri külliyen tedavülden kalktığı bildirilmiştir.
Daha sonra Sadrazam Cevad imzasıyla Dahiliye
Nezareti’ne gönderilen belgeden ise şunlar
anlaşılmaktadır: Yabancı gümüş paralar hakkında
yukarıda işaret edildiği üzere
alınan kararlardan sonra, Namık Efendi isimli kişinin mezkur vilayetlerin
durumlarına göre hazırladığı lâyiha uygun olarak Mâliye Nezâretince yeni
düzenleme yapılmıştır. Riyalin fiyatının 12 kuruşa düşürülmesinin, bu
bölgelerden alınan bazı vergilerinde düşmesi anlamına geldiği düşünülmektedir.
Bundan dolayı üç sene için geçerli olmak üzere riyalin fiyatının 16 kuruş
olarak kabul edilmesi uygun görülmüştür. Ayrıca ithalatta bu paranın kullanması
yasaklanırken, ihracatta şimdilik
hakiki fiyatlarından işlem yapılması gerekmektedir. İthalat için her halükârda
ya Osmanlı parası ya da altın kullanılacaktır. Aynı belgede son olarak işaret
edilen nokta, mezkûr vilayetlerden Yemen’de, şimdilik Osmanlı Bankası
marifetiyle tedrici olarak toplanarak Osmanlı parasının ikâme edileceğidir.119
1.3. BASRA’NIN SOSYAL
VE KÜLTÜREL AÇIDAN
ÖNEMİ
Basra’nın, 1552 yılı tahririne göre şehirde, 11’i
kalede olmak üzere toplam 20
mahallesi mevcuttur. 15.000 civarında nüfusu olup bunun 5000’i kale içinde
yaşamaktaydı. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Basra, beş kapısı olan bir sur içinde
toplam yetmiş mahallede 40.000-50.000 nüfus barındırmaktadır. Kentin sürekli
olarak civarındaki aşiretlerin saldırılarına maruz kalmasından dolayı sık sık
görünen sıtma ve veba salgınları yüzünden, XIX. yüzyılın başlarından XX.
yüzyıla değin nüfusun azaldığı görülüyor. Bazen öylesine salgın hastalıklar
yayılıyor ki yerlilerin başka bir yerleşim merkezine göç ediyor veya bölgenin
nüfusu değişebiliyordu. Bu durumda devlet önlemler almak zorunda kalabiliyordu.
Örneğin, 2 Eylül 1305 yılında Basra Valisi Hidayet Paşa kolera illetinin
yayılması karşısında Dahiliye
119 DH.MKT 185 26 1311.Ş.14.
Nezaretine bilgi
veriyor ve alınacak önlem ve uygulanacak yöntem hakkında emir istiyordu. Belge kısaca şöyle
özetlenebilir:
“Basra ve
havalisinde meydana gelmiş kolera illetine karşı, burada bulunan ahali telaşa
kapılarak vatanlarını terk etmek durumunda kalmış, bunlara burada bulunan
Hidayet Paşa, terk etmelerini önlemek durumunda kalmış, buradaki ahalinin göç
ettirilmemesi için ve vebanın buraya girmemesi için sadaretden ferman
istemiştir. belge maruz kaydı niteliğindedir.”120 Bu belgenin, daha öncesinde 49 kişinin imzasıyla yine ne
yapılacağına dair Sadaret’ten bilgi istenmiştir.
Yine XIX. yüzyılın sonlarında Basra’da 600’ü kargir,
kalanı sârife toplam
2000 ev vardı. 10.000 nüfus yaşıyordu.
Basra, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla
birlikte gelişen bir şehirdir. Böylece körfez ticareti,
bu yeni şartlarda yeniden
canlanmaya başlamıştır. Ayrıca Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği zamanında
devlet nüfuzu kuvvetlenmiş, bölgede yeniden bir istikrar sağlanabilmiş ve bu da demografik yapıya yansımıştır. 1902’de
Basra Kazası’nın merkezi olan Basra Kasabası’nın toplam nüfuzu 50.000’i
bulmaktaydı. 1302 Basra Salnamesi’nde bu durum şöyle özetlenmektedir.
“ Basra
Kasabası’nın iki yakası vardır. Birincisi Basra Şehri ki,…Basra halkının
yaklaşık %30’u Sunî ve %50’si Şiî mezhebinden olup, geride kalan halk
Hıristiyan, Musevî ve diğer mezheplerdendir. 800-900 evle, yerel halk ile
yabancıların yaklaşık nüfuzu 35.000 civarındadır…şehrin yakası, Şettü’l-Arap
üzerinde ve ‘Makam-ı Ali” adıyla bilinen yerdir. İçerisinde bir Umman Osmanlı
İdareleri, hükümet eski dairesi,Aşar Nehri’nin üzerinde ahşaptan bir köprü,
ticaret ve bahriye idarehaneleri, bir hamam, bir iptidai Mektebi, bir cami,,
yaklaşık dört yüz dükkan ve 800-900
ev mevcuttur. Ahali ile yabancıların burada yaklaşık nüfuzu
15.000 civarındadır.”121
120 BOA.TK HR TD DN
393.GN7.
121 Eroğlu, a.g.e.,s.20.
Basra’da hadarîler ve bedevîler olmak üzere iki yaşam
tarzı sürdürülüyordu. Hadarîler çöllerle çevrilmiş vaha kenarları ile
vadilerdeki su kenarlarında veya
deniz ticaretinde uygun mekânlarda kurulmuş olan şehir ve kasabalarda yaşayan
yerleşik ahalidir.
Bedevîler çöllerde dolaşan ve çoğunlukla devecilik ve
koyunculukla uğraşan konar-göçer Arap aşiretleridir.122
Hayatlarında hiçbir çatının altına girmeyerek, ömürlerini kıldan ördükleri
çadırların gölgesinde ve develerin sırtında yer değiştirerek geçirirler. Yalnızca bir kısım zarûrî ihtiyaçlarını gidermek için civardaki şehir ve kasabalar ile irtibat
kurarlar. İhtiyaçlarını giderdikten sonra yine geniş çöllere dağılırlar.
Bedevîler yerleşik hayattan nefret ettikleri için, ziraatla uğraşmazlar hatta
hasat zamanı yağmalamaktan kaçınmazlar.123 Bu durum hadarîler arasında
bitip tükenmeyen kavgaların meydana gelmesine neden olmuştur. Mevsimine ve
yağmurlara göre mekan değiştiren bedeviler zorlada olsa başkanlarının
alanlarına girmekten çekinmez ve geçtikleri yerlerdeki bütün bağ ve bahçeleri
yağmalarlardı.
Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde yolların ve yerleşik
ahâlinin güvenliğini sağlamak maksadıyla, belli başlı bedevî kabilelerin
şeyhlerine “urban tahsisatı” adıyla
yıllık maaş veya hediyeler vermekteydi. Ayrıca bedevîlerin özellikle hurma
hasadı zamanında şehirlere yaklaştıkları “musabele
mevsiminde” (bedevîler yerleşik ahâli arasında yapılan ve çoğunlukla değiş
tokuş esasına dayanan alış veriş zamanı) de, kendilerine mahallî idarelerin
gelirlerinden “ikramiye” “it’amiye” veya
“iksa bedeli” adıyla aynî ve nakdî
hediyeler verilmekteydi. Bazen bu hediye ve paralar yörenin tanınmış şeyhleri
aracılığı ile dağıtılmaktaydı. Bütün bu ödemeler ve hediyeler bedevîler için
bir bağlılık ve tabiiyet gerekçesi sayılmazdı. Tahsisatı alamadığı takdirde
yine yolları kesebiliyor ve yerleşik alanları yağmalamaktan kaçınmıyorlardı.
Hatta bazen devlet tahsisat verdiği bu kabilelerden yollara saldırmayacaklarına
dair senet bile almaktaydı.124
123 Kurşun, a.g.e., s.10.
124 Kurşun, a.g.e., s.11.
Bedevî topluluklarında yegane sosyal bağ ailelerin
meydana getirdiği kabilelerdir. Kabile kan bağı ile birbirine yakın ailelerden
oluşmakla birlikte, bu kan bağının yakın ve uzaklık derecesi birbirinden ayırt
edilemezdi. Herkes birbirinin kardeşidir ve herkes hangi şartlarda olursa olsun
kabileye sadık kalmak zorundadır.
Genelde bedevî ve hadarî Arap kabileleri köklü bir
aileye mensup ve şeyhin idaresinde bulunurlardı bir şeyh ailesi bazen
yüzyıllarca bu mevkide kalabiliyordu. Şeyh gücünü asaletinden zenginliğinden
alıyordu. Şeyh ise yaptırımını örf ve adetlerden alıyordu. Çoğu zaman kabilenin
bir “meşveret meclisi” bulunmasına
rağmen son söz şeyhindi.
XX. yüzyılın
ilk çeyreğine kadar dünyanın en tenha ve en fakir ülkelerinden biri olan Kuveyt,
petrol yataklarının bulunmasından sonra gelişmiştir. 1910 yılında
35.000 civarında
nüfusu bulunmaktaydı.125 Kuveyt’in bir liman şehri olarak hızlı gelişmesi 1760’lı yılardan sonraya
rastlamaktadır.
Geniş bir alanı kaplayan Necid coğrafyası en eski
göçebe Arap kabilelerinin yaşadığı bir mekân diye bilinir. Hazerî adı verilen
ve geniş vahalar boyunca yerleşik yahût yarı yerleşik
hayatı benimseyen bazı Arap kabilelerinin varlığına dair kayıtlara rastlanmakla birlikte bu
coğrafyada tarihte etkin olmuş bir devlet ortaya çıkarmamıştır. Bunun tek
istisnası, Yemen’deki Himyerîlere bağlı olarak Necid ve Yemâme’de kurulan Kinde
Devletidir. Hakkında çok az bilgi bulunan bu devlet İran tarafından ortadan
kaldırılmıştır. Kinde Hanedanına mensup bir çok kimse Hadramut tarafına geçmiştir. 126
Necid çöllerinde dolaşan, çoğunlukla devecilik ve
koyunculukla uğraşan bedevî Arap kabileleriyle çöllerle çevrili vaha ve
vadilerde yaşayıp ziraatla uğraşan yerleşik kabilelerin tanıdığı yegane içtimaî
ve siyasî birlik kabile idi. Birbirine kan bağı ile bağlı olan ailelerden meydana
gelen kabilelerin şeyhi (emir) tek söz sahibi
125 Erinç, “Küveyt”, s.36
durumundaydı. Bazen kabileler arasında ittifak sağlanarak gevşek
konfederasyonlar da oluşturulabilmekteydi. Coğrafyanın genişliğine rağmen iklim
şartlarına göre ve hayvanlara mera bulmak maksadıyla ilk hareket eden bu
kabilelerin birbirinin alanlarına geçmeleri anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol
açıyordu. Zaman içinde bu çatışmalar hayatın bir parçası harekatlarla birbirini
yağmalama geleneğine dönüştü.
Basra ve civarında yaşayan halkın önemli bir bölümü
göçebe aşiret ve kabilelerden oluşuyordu.Yağma ve tecavüz hareketleriyle
düzenin bozulmasına ve ticaretin sekteye uğramasına sebep olan bu aşiretlerin
kontrolü oldukça zordu. Kırsak
kesimde oturan halk hurma ve hububat tarımı ile uğraşırken şehirli ahâli ise
daha çok ticaret ve zanaatla meşguldü. Ticaret ahâli için önemli bir geçim
kaynağı olup, oldukça canlı idi. Körfezdeki balıkçılık ve inci avcılığı da ekonomik ve ticari hayatta önemli yer
tutuyordu.127
İngiltere’nin göçebe
aşiret şeyhlerini kandırarak siyasetine alet etmesi
ve
kabileler arası mücadelelerde biri tutarak öbürünün gücünü ezmesi bu
dönem siyasetinin önemli ve vazgeçilmez özelliğidir. Ayrıca İngiltere Basra
bölgesini parça parça eline geçirip yayılma siyaseti gütmüştür. Bu konuda Mr.
Dunn şunları söylemektedir:
“Maskat ile
Umman’ı düşman Arap kabilelerine karşı sık sık korudukve sultanı eskiden
Necid’e ödediği haraçtan kurtardık Büyük Biritanya, ülkelerini ilhak edip
onları İngiliz bayrağının himayesi altında alınmış olaydılar , hem sultan hem de tebası sevinirdi. Sultan defalarca bize
kanun ve asayiş namına,zengin inci yatakları bulunan Bahreyn’deki büyük adayı
sahiplenmemizi teklif etmiştir. Böyle yapmasaydık tamamıyle haklı olurduk, öyle
ya, eski şeyhi yerinden edip, yerine zor kullanılarak şimdiki şeyh İsa b. Ali’yi
tahta oturtuk ve seleflerinin Necid Araplarına ödemekte oldukları yıllık
haraçtan onu kurtarmış olduk İngiliz hükümeti adayı ilhak etmek istemedi ama
onu himayemiz altına aldık ve şeyhe danışman tayin ettik söz konusu adanın boyu 25 mil, 10 milde eni var, güzel limanlara sahip, körfez için
127 David Hut, “XIX. Yüzyılın İkinci
Yarısında Basra Gümrüğü”, Türk Kültürü
İncelemeleri Dergisi, S:3
(2000), s.122.
mükemmel bir üs, buna büyük bir
ihtiyacımız var.”128 Burada dikkati
çeken bir bölüm var ki, o da Padişahın Basra sahillerini İngiliz himayesine
vermekte istekli olduğunu iddia ettiği bölümdür. Ele geçen belgelerden
böylesine bir düşüncenin ne Padişahın ne de Osmanlı bürokratlarının düşünmediği
ve vatanın bazı kısımlarını hiçbir surette başka bir devlete vermeyeceğidir.
Dolayısıyla bu tez yanlış bir iddiadan
öteye gidemez.
İran’ın Basra ve civarıyla ilgilenmeye başlaması da
bölgede Şiî nüfûzunu arttırmıştır. 1890’larda ahalinin yaklaşık %30 Sünnî, %50
Şiî ve kalanı da Hıristiyan ve Musevî idi.
Aşiretlerin bulunduğu bölgede Osmanlı Devleti için
önemli olan şüphesiz hac yolu
güzergâhı idi. Devletin çok önem verdiği bu güzergâhta bulunan kabile aşiretler
hakkında oldukça fazla bilgi bulunurken, diğer taraftaki kabileler hakkındaki bilgiler daha sınırlıdır. Arap
Yarımadasında irili ufaklı binlerce kabile bulunmaktadır. Bunların
birbirleriyle akrabalıkları vardır. Diğer taraftan söz konusu kabilelerin yeni
ve yakın çağlara ait mahallî kaynakları ise genel olarak sözlü rivayetlere
dayanmaktadır. Bu açıdan Osmanlı hakimiyetindeki alanlarda yaşayan bedevî Arap
kabilelerin yegane yazılı ve resmi kaynaklarının Osmanlı belgelerinin olduğunu
söylemek mümkündür.129
Bu aşiretlerden en önemlilerinden
biri ise Acman Urbanı’dır. Orta Arabistan’da
Ahsa ve Kuveyt arasında yaşayan Acman Aşireti de hakkında az belge bulunan kabilelerden biridir. 1299 yılına ait Bağdat
Vilayeti Salnamelerinde Necid Livası
dahilindeki aşiretler sayılırken Acman Aşiretleri en başta zikredilmektedir.
Buna mukabil ertesi sene basılan salnamede Acman Aşireti
söylenmekle kalınmamış, bu aşiretlerin fırkaları da sayılmıştır. Buna
Acman Aşireti Âl-i Mahfûz, Âl-i Hubeyş,
Âl-i Süleyman, Âl-i Hitlan, Âl-i Hitlan, Âl-i Mağbet, Âl-i Dağın, Âl-i
Şamir, Âl-i Müflih,
Âl-i Hadi, Âl-i Şevevle, Âl-i Marsa, Âl-i Marsa, Âl-i Yahyat,
129 Zekeriya Kurşun,
“Basra Körfezinde Bir Arap Aşireti
Acman Urbanı (1820-1913)”, Belleten, C.LXIII, S:
236 (Nisan-1999), s.124.
Âl-i Ziz olmak üzere 13 fırkadan oluşmaktadır. Acman Aşireti ilk olarak
Cemaziye’l-aher 1236 / Şubat 1820 tarihlerinde Mekke-i Mükerreme Muhafızı Ahmed
Bey’in Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya yazdığı ve onun da İstanbul’a gönderdiği
bir mektupta zikredilmektedir.130
Basra’nın stratejik merkezlerinde ise
durum şu şekilde izah edilebilir. XX. yüzyılın ilk
çeyreğine kadar dünyanın en tenha ve en fakir ülkelerinden biri olan
Kuveyt, petrol yataklarının bulunmasıyla yükselen refah
düzeyine paralel biçimde hızla değişip
zenginleşmişti. Dolayısıyla tezimizin tarih sınırlandırması içinde Kuveyt fakir bir bölge idi. Ancak önemli bir stratejik
bölgede olmasından dolayı kıymetli
araziydi. İlk petrol imtiyazı 1936 yılında Anglo-Amerikan Kuwait Oil
Ca. Şirketi’ne verilmiş, iki yıl sonrada petrol bulunmuş ve 1946’da ihracatına
başlanmıştı.131 Kuveyt
1760’larda on bin kişinin yaşadığı bir alandı. Bu nüfus yaz aylarında sıcaklar
yüzünden üç bine iniyordu. Halk balıkçılık ve inci toplayıcılığı ile geçiniyordu.
XVIII. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan Suûdi ayaklanmasına karşı
Kuveyt’i koruma bahanesiyle Basra’daki siyasî memurunu da buraya nakletti
(1820). Kuveyt halkı bu memuru Kuveyt’ten çıkarmaya çalıştı. İngiltere de
memurunu Kuveyt Limanı girişindeki Feyleke Adası’na
yerleştirerek (1821) bölgeyi yakından izlemeye başladı.
1831’lerde ise şehirde 4000 kişi yaşıyordu. Kuveyt ancak Midhat Paşa zamanında Osmanlı hakimiyetini benimsedi. 132
Kuveyt, Bağdat Demiryolu Projesinden
dolayı da önem kazandı. Padişahın izni ile
Kuveyt’e giden Bağdat Demiryolu Şirketi’nden bir heyeti kabul etmedi.
İngiltere’nin destek ve kışkırtmalarıyla Necid Emirine
karşı savaş açtı (1901). Osmanlılar
1901’de 4000 asker ve mühimmat yüklü Zuhaf adlı Osmanlı gemisini tehdit ederek, buranın İngiltere himayesinde bulunduğunu
bildirdi. Gelişen bu gerginlik 11 Eylül 1901 yılında bir anlaşma ile son buldu. Buna göre; İngiltere
130 Kurşun, …Acman
Urbanı, s.127.
132 Cevdet Küçük - Mustafa
L. Bilge, “Küveyt”,C.XXVII, İA, TDV y., s.36.
Kuveyt’i işgal etmeyecek ve himayesine almayacaktı. Osmanlı Devleti de
buraya asker göndermeyecekti. İngiltere’nin bu anlaşmaya dayanarak Kuveyt’e
yerleşmesinden korkan padişah, Osmanlı Hakimiyetini göstermek için Basra’dan
buraya bir resmî memur atadı. İngilizlerin karşı çıkmasına ve buraya konsolos
atamasıyla karşılık buldu.133 Buradan da anlaşıldığı üzere XX.
yüzyılın başında da hala Kuveyt’te İngiltere-Osmanlı siyasi çekişmesi sürüyor,
doğal olarak da sosyal hayata etkisini aksettiriyordu.
İngilizler, aşiret reislerine (Sabah ailesine) para
yardımında bulundular. İngilizler buraya kendi bayraklarını çektiler. Ayrıca bu
bölgede petrol yataklarını da araştırıp işaretlediler ve II. Abdülhamid’den
sonra da daha rahat hareket ettiler.
Lahsa bölgesinin sosyal hayatı da tıpkı Kuveyt’te
benziyor. Ancak ayrılan özellikleri de var. Lahsa’nın hurma bahçeleri ve buğday
ziraatına uygun verimli toprakları vardır. Bu dönemde de her ülkenin sahip
olmak isteyeceği yerlerden birisini teşkil ediyordu. Lahsa’da da aşiret sistemi
devam ediyordu.
Beni Halid kabilesi Osmanlı Devletine karşı çok defa
itaat içinde olmuş ve Lahsa’yı ele geçirmek isteyenlerle mücadele etmiştir.
Buna karşılık Osmanlı Devleti’de Beni Halid’le yumuşak bir siyaset içine girmiş
ve reislerini hoş tutarak bağlılıklarını temin edip bölgenin yönetimi için
kendilerinden yararlanılmıştır.134
XX. yüzyılın başında
Lahsa’da çok sayıda asker bulunduğu ve Basra vilayeti tarafından bu bölgenin
yakından kontrol edildiği görülmektedir. Çünkü bölgede devamlı surette İngiliz
ajanları dolaşıyor ve durumlarından memnun olmayan kabile reislerini bularak
onlarla hükümetleri adına himaye antlaşması yapmaya çalışıyorlardı.135
133 Cevdet Küçük
- Mustafa L.Bilge,
“Küveyt”, s.37.
134 Mustafa L Bilge,
“ Lahsa”, C.XXVII,
İA, TDV y., s.59.
Geniş Necid coğrafyasında ise en eski göçebe Arap
kabilelerinin yaşadığı mekânlar vardır. Hazerî adı verilen ve geniş vahalar
boyunca yerleşik yahut yarı yerleşik hayatı benimseyen bazı Arap kabileleri
vardır.136
Necid çöllerinde dolaşan, çoğunlukla devecilik ve
koyunculukla uğraşan bedevî Arap kabileleriyle çöllerle çevrili vaha ve
vadilerde yaşayıp, ziraatla uğraşan yerleşik kabilelerin tanıdığı yegane
içtimaî ve siyasî birlik kabile idi. Birbirine kan bağı ile bağlı olan
ailelerden meydana gelen kabilelerin şeyhi tek söz sahibi idi. Bazen kabileler
arasında ittifak sağlanarak gevşek konfederasyonlar da oluşturulabilmekteydi.
Coğrafyanın genişliğine rağmen iklim şartlarına göre hayvanlarına mera bulma
maksadı ile hareket eden bu kabilelerin alanlarına geçmeleri anlaşmazlıklara ve
çatışmalara yol açıyordu. Zaman içerisinde bu çatışmalar hayatın bir parçası
haline geldi ve “gazve” denilen
askerî harekatlarla birbirini yağmalama geleneğine dönüştü.
Necid’de birçok Arap kabilesi bulunmakla beraber tarih
boyunca varlıklarını sürdüren büyük kabileler veya kabile birliklerinin sayısı
azdır. Mutayr, Ucmân, Mürre, Uteybe, Sebi, Şehûl, Devâsir, Harp, Aneze,
bunların kolları Necid kabileleridir. Osmanlı valileri tarafından asker kaynağı
olarak kullanılan bu kabilelerin arasından ön plana çıkanlara bazı imtiyazlar
tanınmakta böylece devlet geleneğinin yayılması amaçlanmaktadır. Aslında Necid kabileleri modern anlamdaki bir
devletle ilk defa Osmanlı döneminde karşılaşmıştır. Fakat keskin geleneklerin
uzaklaştırılıp tebaa olarak itaatlerinin sağlanması zaman alacağından
vergilerin vermeleri ve padişah adına hutbe okutmaları karşılığında Osmanlı
Devleti bunların geleneksel idarelerinin devamına göz yumdu. Ancak aşırı
hareketlerine de askeri tedbirler uygulamaktan geri durmadı. Zaman içerisinde
önemli kabile şeyhlerinin tayinine müdahale edilerek veya tayin edilenlere
unvanlar, hilatler verilerek devletin nüfuzunun yaygınlaşması sağlandı.
Ortaçağlardan beri Mekke Şerifleri’nin nüfuzu altındaki Necid kabilelerinin
statüsüne dokulmadı. Bağdat’a yakın olan, sürekli konar-göçer durumdaki
kabileler Bağdat Eyaleti,
bir kısmı da Lahsa Beylerbeyliği
aracılığı ile yönetildi. Böylece
Necid içlerinden geçen Hac ve ticaret yollarının güvenliği sağlandı.
Bu yapı, XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren bölgede meydana
gelen yeni akımlarla sarsıldı.
Çoğunluğun Hanbelî mezhebini
benimsediği Necid’de birçok din
âlimi yetişmesine rağmen bölgede İslamî hayat tam olarak hakim olamadı.
Müslümanlıkla eski inançların karışımı bir dinî hayat geliştiren Necid
ahâlisinin özellikle göçebe kısmı İslam’dan hayli uzaklaştı. Muhammed b.
Abdülvehhâb Necid’de yeni bir dinî hareket başlattı.137
Bahreyn ise inci avcılığı
yanında hayvancılıkla da uğraşan bir bölge idi.
kendine yetecek miktarda sebze ve bazı hububat türleri, hayvancılıkta
keçi, koyun, ve sığır yetiştirmekteydi.138
Bahreyn Adası tarihin en işlek deniz yolu üzerinde önemli bir stratejik
noktasında yer alması, sığ sularında kolaylıkla elde edilebilen kaliteli inci
bulunması ayrıca zengin hurmalıklara sahip olması sebebi ile ilk devirlerden
itibaren iskân edilmiş ve pek çok istilâya maruz kalmıştır.139
Basar Emlâk-ı Hümâyûn-ı dahilinde
numune tarla projesi uygulamasına gidilerek
Basra’da üretim ve buna bağlı yerleşimin yenileşmesine çalışılmıştır.
Emlâk-ı Seniyye’nin üretimi çeşitlendirmek, ziraatı teşvik
etmek ve bu sayede tarımdan elde edilen gelirleri arttırmak maksadıyla numune tarlalar oluşturulmuştur. Bu tarlalar sayesinde ziraatın
nasıl yapılacağı Arazi-i
Seniyye’de, ziraatın nasıl
yapılacağı arazi-i çiftliklere öğretilecekti. Ayrıca
çiftlikle uğraşanların göçebe
aşiretler olması ve bu durumun
doğal bir uzantısı
olarak bunların tarıma dair ilgi ve bilgilerinin çok fazla
bulunmayışı böyle bir projenin hayata
geçirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Proje dahilinde,
yeni ziraat metotlarının uygulanması, aynı zamanda çiftçilere öğretilmesi
ve az masrafla daha çok ürün alınabilmesi gibi hususlar
da yer almaktadır. Bu maksatla Ammare
Seniyyesi’nin uygun yerinde 150 dönümlük alanda numune tarla oluşturulması hakkındaki irade çıktığı görülmektedir.burada yapılacak
olan ekimle,
137 Zekeriya Kurşun,
“Necid”, s.492.
138 Mustafa L Bilge, “Bahreyn”, C.IV, İA, TDV y., s.493.
139 Mustafa L. Bilge , a.g.mad.,
s.493.
toprağın ne kadar verimli olduğu tespit edilmek istenmekteydi. Basra
Körfezine yakın oluşu, yazın sıcak ve kurak kışın ise sıkça yağmur yağması gibi
nedenlerden dolayı Ammare Seniyye toprağı verimli bulunmuştur.140
Sadrazamlıktan Dahiliye Nezareti’ne ve oradan da Basra vilayetine
gönderilen tezkere Basra Maârif-i Muhasebe memurlarından İbrahim Efendi,
Arabistan ve Kürdistan ahâlisinin Türkçe’yi tam olarak bilmediklerinden
dolayı kanunları ve nizamnameleri anlayamadıkları, bu sebeple bu belgelerin
Arapça ve Farsça tercümelerinin yapılması talebi, Şûra-yı Devlet’te görüşülmüş
ve şimdilik münâsip görülmemiştir.141
Kuveyt ve Basra arasındaki mesafenin ne kadar olduğu ve zikr edilen
bölgelerde ne kadar hanenin
mevcut olduğuna dair bir belge
sunmak istiyorum. Belge şu
şekildedir:
19 Şaban 312
Sadrazam ve Yâver-i Ekrem
Dâhiliye Nezareti’nin, Meclis-i Vükelâ’da konuşulmak
üzere Kuveyt ve Basra arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu,
zikredilen bölgeler arasındaki köy ve kasabaların
durumunu ve ahâlinin vaziyetinin ne olduğunu sorması üzerine Vali Nuri imzasıyla gönderilen belgeden şu
bilgiler alınmıştır:
İki yer arasında, karadan üç günlük bir mesafe vardır.
Bu mesafede yedi sekiz bin kadar
ahâli meskûndur. Kuveyt kazasına bağlı köy ve kasaba olmamakla beraber,
Kuveyt’ten dört beş saat mesafede bulunan el-Cezire isimli mevkide 15-20 hane
mevcuttur.aynı yerde Mübarek Es-Sanbah’a ait bir kasr vardır. Basra Kazsı
tarafından deniz yoluyla beş saatlik mesafede olan mevkide 130 çadırlık bir
bedevi aşiretinin yazlık olarak kullandığı bir yer vardır. Altı saatlik
mesafede ise birkaç yüz senedir ahâli yaşamadığından buralarda Osmanlı Memuru
bulundurulmamaktadır. Kuveyt, öteden beri tam anlamıyla
kontrol altına alınamamış olup, aşiret urban
usulü üzerine idare olunmaktadır. Doğrudan doğruya hükümet tarafından
idare edilmediğinden, kaymakamlık işleri,
Âl-i Mübarek’ten Şeyh Abdullah’a verilmiştir.
Kuveyt’te birkaç sene bulundurulan karantina memuru, iki sene evvel kendi
kendisine Basra’ya gelmiş, görevine de geri gitmemiştir. Üstelik bu durum
kayıtlara dahî girmemiştir.18 Mart 318.142
142 DH. MKT, 467 38 1319.Z.23.
II. BÖLÜM
OSMANLI’NIN BASRA POLİTİKASI
2.1. MİDHAT PAŞA’NIN
BAĞDAT VALİLİĞİ
Osmanlı Devleti Basra gibi önemli ve stratejik bir
bölgeye valilik konusunda deneyimli ve Tuna valiliğiyle kendini göstermiş
Midhat Paşa’yı buraya atamaya karar verdi. Midhat Paşa, Tuna valiliği sırasında
bayındırlık ve iskân alanında ve aynı zamanda ekonomik anlamda Tuna’yı
kalkındırmıştı. Dolayısıyla Bağdat valiliğinde de bir çok görev onu bekliyordu.
Konumuz olan Basra, Bağdat’a bağlı bir
mutasarrıflıktı. Dolayısıyla Midhat Paşa’nın icraatları Basra’yı da yakından
alâkadar ediyordu.
Midhat Paşa, 1869 yılında Bağdat Valiliği’ne
atandığında ilk olarak imâr ve inşâ faaliyetlerine girişmiştir. Özellikle Basra
Limanı’nın bir miktar kulübe ile birkaç
harap binadan başka bir şey olmayan görüntüsünün değişmesi de onun valiliği zamanın da olmuştur. 1870’den sonra kısa bir zaman içinde Basra
Limanı’nda kışla, hastahane, tersane vs. büyük binalarla beraber Şattü’l-Arap
üzerinde işlemekte olan İngiliz Vapurları ile rekabet etmek için,
“İdare-i Nehriye” idaresi kurulmuştur. Ayrıca Basra’dan İstanbul’a seferler
yapmak üzere, “Umman-ı Osmanî” adlı başka bir gemicilik idaresi tesis
edilmiştir.143
Bağdat Valiliği üç yıl kadar süren Mithat Paşa idarî
ve malî ıslahatlara girişerek, askere alma işlerini düzene sokmuştur. Ayrıca
isyan ve muhalefet yapan kabileleri itaat altına almıştır. Arabistan
Yarımadası, Necid, Kuveyt, Katar, Ahsa gibi bölgelerde yaptığı ıslahat hareketleri, bu bölgelerin Osmanlı
idaresine yeniden
143 R. Hartman, “Basra” mad., C.II, İA, MEB y., s.326; Ali Haydar Mithat,
Midhat Paşa’nın Hayat-ı
Siyasiyesi, C.I, İstanbul-1325, s.89-104.
bağlanmasında çok etkili olmuştur.144 Ayrıca Midhat Paşa
Bağdat’a vardığı sırada buraya bağlı Basra bölgesi aşiret mücadelelerinin
geçtiği karışık sosyal ve kültürel yapıyı da hemen fark etmiştir. O sırada
İngiltere buradaki başta vapur ticareti olmak üzere ticareti tekeline almış ve
ekonomik olarak tek güç haline gelmişti. Basra bölgesine Osmanlı’nın merkezî
otoritesi yansımadığından idare de aşiret reislerinin elinde idi ve aşiret
reisleri de sürekli İngilizler tarafından çeşitli yollarla İngiliz nüfuzuna
çekilmeye çalışılıyordu. Bölgede askerî garnizon göstermelik olarak bulunuyor;
hatta bölge halkının çoğunluğu askerlik vazifesi yapmıyordu. Devlet burayı
aşiret reislerini okşayarak, para vererek elinde tutuyordu. Kısacası sözde ve
resmiyette Osmanlı’ya bağlı olan bu aşiretler gerçekte kendi içlerinde bağımsız
ve Basra’da istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Zaman içerisinde
çoğunluğu İngilizlerin politikalarına alet olarak İngiliz himayesini benimsemişler
ve Osmanlı otoritesine kafa tutmuşlardır.
Midhat Paşa, böyle
bir atmosferde bölgeye
atandığında hem bozulan
merkezi otoriteyi yeniden kurmaya çalışmış, hem de yönetimde ıslahatlar
gerçekleştirmek istemiştir. İlk yaptığı icraatlardan birisi vergi toplanması ve
vergi oranının belirlenmesindeki yönetmeliği değiştirmesidir. Buna göre
ağaçların (eşcâr ) ve hurma ağaçlarının
meyvelerinden alınan mürettebat-ı miriye her yıl takdir ve tahmin sureti ile
toplanırken bu usulden vazgeçilerek arazi üzerinden dönüm başına sabit ücret
uygulamasına geçilmiştir145.
Midhat Paşa, Basra Körfezi sahilinin kuzeydoğu kısmında
(El-Ahsa) Osmanlı nüfuzunu tesis ederek, bir Necid Kazası meydana
getirdi. Ancak gelirinin azlığı ve
asker çıkaramaması yüzünden Midhat Paşa’dan sonra bu bölge ile ilişkiler
resmi ölçüleri aşamamıştır. Fakat Yemen Bölgesindeki kadar
olmamakla beraber İngilizlerin bu bölgede de
kendilerini gösteriyorlardı. Midhat Paşa’nın valiliği sırasında Hindistan’daki İngiliz hükümeti tarafından tayin
edilen İngiliz görevlilerin Bahreyn, Umman, ve Maskat
taraflarından da aşiretleri kendi taraflarına çektikleri,
144 Yusuf Halaçoğlu, “Midhat
Paşa’nın Necid ve Havalisi İle İlgili Birkaç Layihası”, İ.Ü.E.F.Tarih
Enstitüsü Dergisi, S:3 (1973), s.149-176.
145 Midhat Paşa’nın
Hatıraları – Hayatım
İbret Olsun - , Yay. Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, C.I, Temel y. , İstanbul-1997, s.121-122.
ancak Katar halkının buna karşı koyduğu görülüyor. Bu olay Midhat
Paşa’nın Layihası’nda şöyle ifade edilmiştir:
“Kendilerinin
(İngilizlerin) Bahreyn Ceziresine tayin etmiş oldukları Şeyh İsa içün birkaç seneden beri Katar’dan
dokuz bin riyal kadar vergi almaya başlamış olduklarından, bu defa dahi işbu
akçenin talebi için bir İngiliz gemisi gidip şeyhlerden akçeyi istediği zaman,
‘Biz bu sancağın
altındayız. O sancak
burada iken başkasını tanımayız’,
diyerek ve Osmanlı sancağını göstererek cevap vermeleriyle geminin avdet ettiği
haber alınmıştır.”146 Ancak
Midhat Paşa’nın bu durumu Bağdat’taki İngiliz Konsolosluğu’ndan sormuşsa da,
İngilizler bu olayı yalanlamışlardır. Buna rağmen Kuveyt’in Osmanlı idaresini
kesin bir tarzda kabul etmekten imtina etmiş olduğu görülüyor.147
Midhat Paşa yine 1870 tarihli Bâb-ı Âlî’ye verdiği bir
raporunda Basra bölgesi’nin özelde ise Bahreyn ve Maskat bölgelerinin durumunu
şu şekilde özetlemiştir:
“Necid’in
bir parçası olan Bahreyn’e İngilizler bir süreden beri müdahale etmektedirler.
Ayrıca İngilizler uzun zamandır göz dikdikleri Maskat Emiri Azzan’ı da
kandırarak orayı da kendi tasarruflarına almışlardır. Bir müddet öncede
Bahreyn’e gelerek eski Bahreyn Şeyhi Muhammed b. Halife ve yeni Şeyh’i Muhammed
b. Abdullah’ın İngiliz tabiiyetine geçmelerini istemişler; ancak onlardan olumlu sonuç alamamışlardır.
Bunun üzerine onları tutuklayıp Bombay’a göndermişler ve yerine Şeyh İsa’yı
tayin etmişlerdir. Diğer taraftan Necid Emirliği yüzünden aralarında
düşmanlıklar bulunan Abdullah bin Faysal’ın devlet tarafından Kaymakam tayin edilmesi, kardeşi Suûd’un tepkisine
neden olmuştur. O da Abdullah’ın düşmanı ve
İngilizlerin taraftarlığı ile tanınan Maskat Şeyhi Azan ile ittifak kurmuştur.
Abdullah bu ikisinden intikamını almak için harekete geçmiş, bu durum da yabancıların bölgeye
müdahalelerine imkan tanımıştır. Nitekim Suûd ile
146 Halaçoğlu,
“Mithat Paşa’nın Necid …”, s.157-158.
147 Adolf Grohman, “Küveyt”mad., C.VI,İA, MEB y., S.1131.
Azan İngilizlerin desteği ile Abdullah’a karşı faaliyete geçtikleri gibi altı parça
İngiliz gemisi de Ahsa sahillerine gönderilmiştir.”148
1870 yılı sonbaharında bölgenin durumunu öğrenmek için Katif,
Bahreyn, Katar ve Maskat taraflarına tüccar kılığında bir takım görevliler
göndermiştir. Giden bu görevliler, buradaki
şeyhler ve ahâli
ile görüşerek bölgenin
durumunu öğrenmeye
çalışmışlardır. Döndüklerinde takdim ettikleri raporlarında, İngilizler’in
Suud’u desteklemeleri, Bahreyn’e yaptıkları müdahaleler hakkında daha önce
edinilmiş bilgilerin doğruluğunu teyit ettikleri gibi, pek çok yeni bilgiler de
eklemişlerdir. Buna göre; “İngilizlerin müdahalesi sebebi ile
Bahreyn’de emir ailesi içinde şiddetli kavgalar başlamıştır. Hatta İngilizlerin
baskısına dayanamayan Şeyh Muhammed, Kuveyt taraflarına, Şeyh Nasır el- Mübarek
de Necid’te Beni Hacir Aşireti’nin bulunduğu yerlere iltica etmek zorunda
kalmışlardır. Bu arada İngilizlerin Necid Kaymakamı Abdullah b. Faysal’a ödemek
zorunda olduğu vergiyi ödememesi için yeni Bahreyn Şeyhini de uyardıkları
öğrenilmiştir”.149
dolayı
Midhat Paşa, Basra ve havalisinin kötü ve tehlikeli
havasının bulunmasından
şehri Şattü’l-Arab kıyısına taşınmasını sağlamıştır. Şehri hükümet
konağı
hastane, camii, mektep v.s. devlet binalarını yaptırarak yeniden inşâ
ettirmiştir. Midhat Paşa zamanında bedevîlerin yaşadığı Müntefik Sancağı diğer
vilayetler gibi şehir ve kasabaları bulunmayan ismen sancak olan bir coğrafya
olmaktan çıkmıştır. Paşa, görevlendirdiği Nasır Paşa vasıtasıyla Nâsırîyye
Kasabası’nı kurdurmuştur. Kasabaya hükümet binası, kışla, mektep, camii, dükkan
yapılarak yerleşime açılmış, bedevîler medenileştirilmek istenmiştir150. Yine Midhat Paşa zamanında Kuveyt
şeyhi ile de görüşmeler
yapılarak buranın Osmanlı’ya bağlılığı sağlanmış ve
İngilizlerin burayı nüfuz bölgelerine çekme çabalarının önüne geçilmek
istenmiştir. Midhat Paşa’nın diğer bir icraatı da Cezayir setleri diye anılan
Fırat ve Dicle sularının taşmasını önleyen bu yapıların onarımının yapılmış
olmasıdır151.
148 Zekeriya Kurşun,
Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi, TTK y., Ankara-2004, s.41.
149 Kurşun, Basra Körfezi’nde …,s.42.
150 Midhat Paşa’nın
Hatıraları, s.124.
151 Midhat Paşa’nın
Hatıraları, s.145.
Midhat Paşa bedevî aşiretlerin meydana getirdiği
asayişsizliğin önlenmesi içinde büyük gayretler sarf etmiştir. Midhat Paşa’nın
esas arzusu Basra Körfezi ve Arap yarımadasında yaygınlaşmaya başlayan İngiliz
nüfuzunu önlemekti. Arap yarımadasının denetim altına alınmasını Bağdat’ın
siyasî ve ekonomik yönden güçlendirilmese bağlı olduğuna inanan Midhat Paşa,
burada hızlı bir ıslahat hareketine girişti. Akabinde de 1866’dan beri
Kuveyt’te sürdürülen ve Basra’ya bağlanmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin
oradaki nominal nüfuzunu gerçek hakimiyetine dönüştürmek faaliyetini de
hızlandırmıştır. Bu gayretinin temelinde çeşitli sebepler dolayı uzun zamandan
beri ihmal edilmiş olan Basra Körfezi’nden Kuveyt’ten Maskat’a kadar hatta
bütün Arap yarımadasında devletin doğrudan nüfuzunu kurulmasını isteği
yatmaktadır. Nitekim Mithat Paşa Kuveyt meselesi hakkında Bâb-ı Âlî’ye
gönderdiği bir layihasında Kuveyt’in öneminden bahsederek İngilizlerin Bahreyn
üzerinde nüfuz kurduklarını şimdi sıranın Bahreyn ile Kuveyt arasındaki Ahsa ve
Katif sahillerine geldiğini bunu da Kuveyt’in işgali ile neticelenebileceğini
bildirmiştir. Bu yüzden orada tesis edilecek idarenin son derece önemli
olduğunu söyleyen Midhat Paşa böylece Ahsa’nın korunabileceği gibi Bahreyn’in
de elde edilebileceğini hatırlatmıştır.
Midhat Paşa bu fikirleri doğrultusunda önce
Kuveyt’teki Âl-i Sabah ailesini celp ederek onların Osmanlı Devleti’nin
hakimiyetinde bulunmalarının önemine ikna
etmiş ve Kuveyt şeyhini kaymakam olarak tayin etmiştir. Akabinde Basra tersanesini
de bir düzene sokan Paşa, artık Necid ve Ahsa’da devletin mutlak kontrolünün
sağlanabileceğine kanaat getirmiştir.
Kuveyt 1869’da Basra’ya bağlanmak suretiyle Osmanlı
Devletine bağlanmıştır. Bunda amaç Kuveyt’ten Maskat’a kadar bölgede Osmanlı
nüfuzunu sağlamaktı. Kuveyt meselesi hakkında Bâb-ı Âlî’ye detaylıca bir rapor
sundu. İngilizlerin Bahreyn üzerinde nüfuz kurduklarını, bundan sonra
İngilizlerin sahil şeridinde yayılarak Ahsa ve Katif sahillerini ele geçirmeye
çalıştıklarını burayı aldıktan sonrada Kuveyt’e geçeceklerini Osmanlı Devleti’ne bildirmiştir.152
Kuveyt’teki idare binalarına ve gemilere Osmanlı sancağı’nın çekilmiş
olması, uzun zamandır Osmanlı Devleti’nin bölge politikasında sürmekte olan
zaafının yavaş yavaş değişmekte olduğunun bir işareti sayılabilir.
Midhat Paşa 1871’de Acman Muharebesi ile Ahsa’da kabile
aşiretlerin devlete bağlamıştır. Midhat Paşa bu seferin sonuçlarını şu şekilde
İstanbul’a rapor etmiştir: “… Nafis Paşa
ve yanındaki diğer subay ve emirlerin gayretleri ile Ahsa’daki askerin rahat ve
huzurları yerindedir. Özellikle son günlerde Suud bin Faysal ile birlikte
askerlere mukavemet eden yedi sekiz binden fazla Acman ve Murra Urbanı’na karşı
iğneli tüfekli iki tabur asker gönderilmiştir. Bunlar muharebe meydanında eşkıyanın beş altı yüzünü katletmiş ve pek
çoğunu da yaralı olarak firar ettirmiştir. Buna mukabil askerler sadece iki
şehit vermiş ve yedi sekiz kişide yaralanmıştır. Acman ve Murra aşiretlerinden
aşırı biraz olmuş ve pek çok hasara uğramış bölgenin yerleşik ahalisi de bu
muvaffakiyette oldukça memnun olmuşlardır”153.
Midhat Paşa yine valiliği sırasında İstanbul’a bu
bölgeye demiryolu döşenmesi için teklifte bulunmuştur. Mezopotamya kıtasının
devlet içindeki geleceği bakımından
hayati öneme sahip olduğunu savunulmaktaydı. Paşa’ya göre, Süveyş’in kapadığı
ticaret imkanı Bağdat ve Basra sayesinde gene imparatorluğun eline geçebilirdi.
Bu nedenle 1871’de çıkarılan bir irade ile Bağdat ve başkent arasından bağlantı
kurulmasını sağlayacak bir demiryolunun proje hazırlığı emrediliyordu. Bu iş
için hükümet 1872 yılında Wilhelm von Presse adlı Avusturyalı bir mühendis’i İstanbul’a çağırttı. Presse, 2000
kilometre aşan bir proje hazırladı. Ancak Osmanlı Devleti’nin bunu sağlayacak
malî gücü yoktu.154
153 Kurşun, “… Acman Urbanı, s.138.
154 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğundan Alman Nüfuzu, Akım y., İstanbul-2006, s.112
2.2. 93 HARBİ
2.2.1. Savaşın Sebepleri
Rusya, “Panslavizm Politikası”nın gereği olarak
sürekli Balkan devletlerinin iç işlerine karışıyordu. Ayrıca Rusya “Islahat
Fermanı”nı bahane ederek yanına Fransa’yı da almış
ve Osmanlı Devleti’nin azınlıklarına daha fazla
hak verilmesi için taleplerde bulunmuştur. İngiltere’de
bu sırada Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması yolunda politika güdüyordu.155
Rusya, Osmanlı Devleti’nin üzerindeki
emellerini gerçekleştirmek için şu üç yolu
izliyordu;
1)
Harp yolu ile Türk topraklarını Rus İmparatorluğuna katmak,
2) Aksi takdirde, alakalı Avrupa
devletleriyle paylaşmak,
3) Türk toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan unsurların muhtar veya yarı
muhtar devletler haline getirip bunları kendi hakimiyeti altına almak.156
1856 Paris Antlaşması ilk iki yolu
kapattığı için Rusya’ya sonuncu alternatif kalıyordu.
Rusya, Balkanlardaki karışıklıkların sebebi kendisi değilmiş gibi sürekli
Osmanlı’nın gerekli ıslahatları yapmamış olmasını
gerekçe gösteriyordu. Avrupa devletleri nezdinde girişimlerde bulunarak,
Osmanlı Devleti’nin Paris Antlaşmasında
verdiği ıslahat sözlerinin gerçekleşmesi konusunda baskı yapılmasını istiyordu
Balkanlarda Eflâk - Boğdan’ın birleştirilmesi ve bağımsız Romanya’nın
kurulmasını, Sırbistan’ın istiklâle kavuşturulmasını istemekteydi. Bu sebeple
Sırbistan isyanlarını hem başlattı, hem de destekledi.157
Avrupa’da ise Almanya ile İtalya’nın millî
birliklerini tamamlamasından dolayı karışık bir dönem hakimdi. Dönemin havasını
ve Rusya ile savaş isteyenlerin
155 Mehmet Saray, Türk-Rus Münasebetleri’nin Bir Analizi, MEB y., İstanbul-1998, s.134-135.
156 Saray,a.g.e,
s.137.
157 Enver Z. Karal, Osmanlı Tarihi.,C.VI, TTK y., Ankara-1983, s.15.
tutumunu belirtmesi açısından II. Abdülhamid’in şu sözlerini burada belirtmekte
fayda vardır;
“Devletin
başında büyük gaileler vardı.Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydik. Ruslar
savaş açmak üzereydi. Tersanede toplanan yabancı devletler, Ruslarla birlik
olmuş, Sırbistan ve Karadağ’a toprak verilmesini, Bulgaristan’a muhtariyet adı
altında istiklal tanınmasını istiyorlardı.Girit karışıktı. İstanbul bile her gün
yeni bir karışıklığa sahne oluyordu.Mithat Paşa takımının Fatih ve Beyazıt
medreselerinde ayaklandırdığı çömezler, saray kapısına kadar geliyor ve yaşasın
Kanun-i Esasi, yaşasın Midhat Paşa’ diye bağırıyorlardı.Kanun-i Esasi çıktığına
ve Midhat Paşa sadrazam olduğuna göre bunlara ne gerek vardı ? …Her gün yeni
bir fitne, ortalığı alt üst etmekteydi”158
Savaş öncesinde Almanya, Avusturya ve Rusya arasında
aracı olarak anlaşma yapılmasını
sağladı.Buna göre 15 Ocak 1876’da diplomatik görüşmeleri başlattı. Bu anlaşma
daha önce sözle ifade edilen Reichstand Anlaşması’nın yazılı hale getirildiği,
aradaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulduğu bir belge idi. Böylece Rusya
harp halinde Avusturya’nın tarafsızlığını temin ediyor ve ikmal işleri için
Galiçya’dan da faydalanıyordu. Harp sonunda Bosna (Hersek, Yenipazar müstesna)
Avusturya’ya ait olacaktı. Baserabya bu sırada Eflak ve Boğdan’a (Romanya)
aitti.159
Rusya’nın İstanbul Büyük Elçisi İgnatiyef ile Lonra
Elçisi Şuvakoff’un çalışmaları neticesinde, İngiltere mualefetine rağmen Avrupa
devletlerinin bir araya tekrar gelmesi sağlandı. Islahat konusunda Osmanlı
Devletine baskı yapılacaktı. 31 Mart 1877’de Londra Protokolü’nü devletler imza
ettiler. Buna göre;
“ Osmanlı
Devleti’nin Hıristiyan halk için vaat ettiği ıslahatları yerine getirmesi ve bu
suretle Avrupa barışının korunması isteniyordu. Altı devlet, Bab-ı Ali’nin kendi iradesi ile Bosna-Hersek ve Bulgaristan için evvelce kabul etmiş
158 Abdülhamid’in Hatıra Defteri, çev.İsmet Bozdağ,
Pınar y.,İstanbul-1986, s.39-40.
olduğu ıslahatın tatbik edilmesini
görmek istediklerini belirttikten sonra, Sırbistan ile yapılan barışı tanıdıklarını böyle bir barışın lehinde hudut
taksimi yapılmak suretiyle Karadağ ile de akd edilmesini lüzumlu görmediklerini
ve Osmanlı ordusunun, güvenliğinin korunmasından fazla olan miktarının
silahsızlandırılmasını
tespit etmişlerdir. Bundan başka yapılacak ıslahatın İstanbul’daki elçileri
vasıtasıyla kontrol
edileceğini de protokole
eklenmişlerdi.”
Savaş öncesinde Rusya, Bosna-Hersek’e bağlı Nikşiç
Kazasının, Karadağ’a verilmesini istedi. Bu bölgenin halkının tamamına yakını
Ortodoks’tu ve Slav’dı.160 Londra Protokolü
Osmanlı Devleti tarafından, içeriğinin gerek Paris Antlaşmasına gerekse Kanun-ı
Esasi’ye aykırı olmasından dolayı reddetmiştir. (12 Nisan 1877)
Çünkü Osmanlı Devleti hem görüşmeye çağrılmamış hem de devletin
bağımsızlığına ve yürütme yetkisine
müdahale edilmişti.
Osmanlı Devleti’nin bu teklif karşısındaki tutumunu
Yılmaz Öztuna şöyle değerlendiriyor;
“Sadrazam İbrahim Ethem Paşa, çok makûl olan Çar’ın
son teklifini de red etti. Zirâ tabî bir prensliğe bile bir kazanın terk
edilmesi (Nikşiç) henüz ilân edilen Kanun-ı Esasiye mugayir görülmüştü.
Böylesine sorumsuz bir cevap, Osmanlı için büyük bir felaket oldu. Hıristiyan,
Türk’e düşman ve asi bir halkla meskûn yoksul
bir kazanın, esasen Osmanlı Devleti’nin bir parçasını teşkil eden
Karadağ’a verilmemesi için Türk Milleti’nin göze alması icap eden bir
fedakârlıklar sonsuzdu ve Türkiye çapında büyüktü….
Rusya savaşı kazanırsa Osmanlı’ya felaketti. Rusya savaşı kaybetse de
felaketti. Neden ? büyük devletler ittifakla
bir Hıristiyan toprağını
bir Müslüman
devlete vermemek
hususunda azimli bir tutum sergiliyordu. Zaferle bitse dahi Osmanlı’nın savaşta kazanç edinmesi
mevzu bahis olamazdı.”161
160 Şahin Turhan, Öncesiyle
Sonrasıyla 93 Harbi, Kültür Turizm Bakanlığı y., Ankara-1988, s.36-37.
161 Yılmaz Öztuna,
Rumelini Kaybımız, Ötügen y., İstanbul-1990, s.31.
Rusya Prens Karçakof aracılığı ile 19 Nisan 1877
tarihinde Avrupa’ya, Osmanlı Devletine savaş ilan edildiğini duyurdu. Savaşın
sebepleri ise şöyle izah ediliyordu:
“Bâb-ı Âlî, Avrupa’nın nasihatlerine saygı
göstermemiştir. Hıristiyanların durumunu düzeltmek hususunda kendisine tavsiye
edilmiş olan tedbirleri yerine getireceğine dair artık kendisine emniyet ve
itimat gösterilemez. Balkanlar’daki devamlı karışıklık güveni bozmuş ve
Rusya’nın menfaatlerini sarsmıştır. Bu sebeple Rusya, Avrupa tarafından da takdir
edileceğine emin olarak Bâb-ı Âlî’ye karşı harp açmıştır.”162
Rusya’nın Avrupa’ya bildirdiği savaş kararına İngiltere 2 Mayıs 1877
tarihinde cevap verdi. Rusya’nın
hareketini onaylamayarak
Mayıs’ta da Rusya’ya bir nota göndererek şu hususları bildirdi:
protesto ediyordu. 6
1-
İngiltere, savaş karşısında tarafsızlığını ilân etmiştir.
Kendisinden yardım beklenmemesini de Osmanlı Devleti’ne bildirmiştir.
2-
İngiltere, Hindistan ile dünya ticaretinin güvenliği için gerekli
olan Süveyş Kanalı’na hiçbir zarar verilmemesini savaşan taraflardan
ister
3-
İngiltere,İstanbul şehrinin şimdiki sahibinden başkasının eline geçmesine
kayıtsız kalamaz
4-
İstanbul ve Çanakkale
Boğazları bugünkü rejimini
hiçbir şekilde değiştiremez
5-
İngiltere’nin Basra Körfezi’nde korumaya mecbur olduğu vardır.
çıkarları
6-
İngiltere Bulgaristan işgal edilecek olursa,
bunun geçici olacağı hususunda Çar’ın vermiş olduğu
teminatı tekrar hatırlatır.
7-
İngiltere, savaş karşısında tarafsızlığını bu şartlara
bağlı olarak sürdürecektir.163
163 Fahir Armaoğlu,19. Yüzyıl
Siyasi Tarihi (1789-1914), TTK y., Ankara-2003,s.517.
Savaş Osmanlı için başından sonuna kadar felaketlerle
başlayıp bitecektir. Savaş sonrasında Ayestefanos Antlaşması imzalanacak
Osmanlı çok ağır bir bedel ödeyecektir. Durum bu hale gelince Avrupalı
devletler araya girecek, savaşın sonucunu Berlin’de yeni bir antlaşmayla
belirleme kararı ortaya çıkacaktır.Berlin Antlaşması öncesi Osmanlı Devleti ile
İngiltere arasında gizli bir anlaşma imzalanmış ve Kıbrıs’ın İngilizler
tarafından geçici olarak el konulması kararlaştırılmıştır.164
2.2.2. Savaşın Sonuçları ve Berlin Antlaşması
93 Harbi, XIX. yüzyılın siyasî coğrafyasını çizen dört hadiseden sonuncusudur.
Bu hadiseler şöyle özetlenebilir;
1- 1815 Viyana Kongresi
( Şark Meselesi- Osmanlı ile ilgili)
2-1856 Paris Antlaşması ( Osmanlı ile ilgili)
3- 1871 Versailles Antlaşması ( Almanya’nın kuruluşu
ile alakalı)
4- 1878 Berlin Antlaşması (Osmanlı ile alâkalı)165.
93 Harbi Osmanlı Devleti’nin siyasal olarak dağılma
dönemine girdiğini gösteriyor. Öztuna, 1699 Karlofça Antlaşmasından sonra
Osmanlı’yı Avrupa’dan tavsiye eden ikinci büyük antlaşma olarak niteliyor. Yine
Öztuna, 93 Harbi sonrasında Avrupa’da kaybettiğimiz toprak ve nüfuz sayısını
şöyle veriyor:
-
Dobruca Sancağı ilâvesi
ile Romanya 135.156
kilometre kare / 5.300.000 nüfus
-
Niş Sancağı ilavesi
ile Sırbistan 45.427 kilometre kare / 1.564.000 nüfus
-Yunanistan’a bırakılan yerler ve Teselya
13.488 kilometre kare/
340.000 nüfus
- Rusya’ya bırakılan Güney Moldova ( Bucak)33.800 kilometre
kare / 800.000 nüfus TOPLAM:
237.298 kilometre kilometre kare / 8.184.000 nüfus
- Dolaylı
kaybettiklerimiz; Bosna, Hersek, Yenipazar (Avusturalya),Kıbrız ve Mısır (
İngiltere),Tunus (Fransa), Bulgaristan, Kars-Artvin civarı, Kotur (İran).166
165 Öztuna, a.g.e, s.58.
Fahir Armaoğlu
Berlin sonrasını şu şekilde özetlemiştir:
“Berlin
Antlaşması her şeyi ile Osmanlı Devleti’ni kurban etmesine rağmen, yine de
dengesizlik oluşturdu. 1878’den sonra sade Avrupa ve Balkanlar değil dünya’nın
diğer bölgeleri de devletler arasında cereyan eden mücadelelerin kaynağını, bu
dengesizlikte aramalıdır. Keza I. Dünya savaşına varan gelişmelerin kaynağını
da Berlin Antlaşması’nın kurduğu dengesizlik düzeninde görmek gerçekçi bir
analiz olacaktır.”167
Berlin Antlaşması ile Osmanlı-İngiliz ilişkileri de
yeni bir döneme girmiştir. Yıllardır “Osmanlı toprak bütünlüğünü” savunan
İngiltere artık “parçala, parçalarına sahip
ol ” politikası güdecektir. Yani kendi için önemli olan stratejik Osmanlı
topraklarına bizzat kendisi yerleşmek isteyecektir. 1878’de Kıbrıs’a, 1882’de
Mısır’a yerleştiği gibi.
İngiltere 93 Harbi’nde Osmanlı devlet adamlarının hayalini kurduğu desteği
verememiştir. Berlin
sonrasında İngiltere artık Rusya’nın güneye
sarkıp İngiliz
toprağını tehdit etmesini, Osmanlı vasıtasıyla önleyemeyeceğini
düşünüyordu. Bunun önüne geçmenin bir yolu stratejik bölgeleri almaksa diğeri
de doğuda Ermenileri kullanmaktı. Doğuda Ermeni Devleti, özerk bir bölge, Rus
yayılışına bir set çekebilirdi. Çünkü Ruslar sadece İstanbul ve Çanakkale
Boğazları’ndan değil İran üzerinden güneye doğru Basra’ya da uzanmaya
çalışıyorlardı.
Almanya ve Rusya arasındaki münasebetlerde bozulmuştur.
“Dürüst aracı” rolünü üstlenerek Rusya’ya güvenceler veren Bismarch kongrede ve
antlaşma sırasında Rusya’yı hayal kırıklığına uğratmıştır. Avusturya ile
yakınlaşmayı Almanlar kendi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır. Rusya her konuda
kayıplara
uğradığı Berlin’de Panslavizm Politikası yönünden de darbe almışlardır.
Panslavistler “biz buraya ümitlerimizin cenaze törenini yapmak için toplanmışız”
166 Öztuna, a.g.e., s.64.;
Armaoğlu bu sayıyı
287.510 kilometre kare olarak veriyor.
diyordu. Çünkü Sırbistan, Karadağ
ve Bulgaristan artık eskisi kadar ateşli Rusya taraflısı değildi.168
Berlin Antlaşmasından sonra gelişen en önemli hadiselerden biri de Osmanlı- Alman yakınlaşmasıdır. 1881
yılında Almanya’nın ileri gelen askerlerinden Baron Von der Goltz’un
başkanlığında bir askeri heyet İstanbul’a geldi. “Goltz Paşa” tam on iki yıl
Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemeye çalıştı. Bu arada Osmanlı askerleriyle
birlikte Alman banker ve tüccarları da Osmanlı Devletine gelmişlerdir. Deutche
Bank’ın bir şubesi de İstanbul’a açıldı. II. Wilhelm, 1889’da ilk kez, 1889’da
ilk kez, 1898’de ikinci kez İstanbul’a geldi. Wilhelm Osmanlı Devleti ile
yakınlaşmayı doğru bulmuştur. Bismakch ise, tam zıddı görüşten asla
vazgeçmemiştir. Almanya’nın Osmanlı Devleti ile yakınlaşmasının sebepleri
kısaca şöyle özetlenebilir;
-
Almanya, İngiltere’ye karşı Osmanlı’ya yakınlaşmıştır.
-
Demiryolları imtiyazını Osmanlı
Devleti’nden almak istemiştir.
-
Ortodoks tebaasının koruyuculuğunu Osmanlı’dan almak istemiştir.
-
Hepsinden önemlisi doğuda sömürgeler arayan Almanya
Müslümanların sempatisini kazanmak için Osmanlı Devleti’nin halifelik makamını
kullanmak istemiştir.169
Diğer bir değinilmesi gereken konuda yine Afrika kıtasında bulunan Osmanlı
toprağı Tunus meselesidir. Uzun zamandan beri Fransa ve İtalya’nın almak
istediği Tunus meselesidir. Berlin sonrasında İngiltere Fransa’ya sus payı
olarak Tunus’u almasına ses çıkarmamıştır. Eğer elinden gelse idi, İngiltere bu
bölgeyi kendi alacaktı ancak iki devletle karşı karşıya gelmektense güçlü olana
burayı vererek Basra’da bulunan gücünü koruma altına almıştır.
Osmanlı Tunus hakimiyetini 23 Ekim 1871’de bir
fermanla teyit ettirmişti. Buna göre Tunus
Beyliği, Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacak, idaresi
beylik olarak
168 Armaoğlu, a.g.e, s.531.
169 Oral Sander, Siyasi Tarih, İmge y.,İstanbul-2005, s. 318-320
kalacak, buna karşılık Tunus Beyliği de padişaha hutbe okutacak, tuğrada
padişah ismi olacak, Osmanlı
Devleti istediği zamanda
para ve asker gönderecek, iç işlerinde
de serbest olacaktı.170 12 Mart 1881’de
“Bardo Antlaşması” ile Tunus Fransa’ya bağlandı.
Osmanlı Devleti’nin tezimizin konusu olan Kronolojik
zaman dilimi düşünüldüğünde, Basra Politikası başta olmak üzere bütün
II.Abdülhamid dönemindeki icraatlarına damgasını vuran bu savaş anlatılmadan
Osmanlı döneminin bu tarihi kesitinin
anlaşılması mümkün değildir.
Bu savaşın kaybedilmesi
II. Abdülhamid’e 32 yıllık saltanatı boyunca rehber olmuş, ülkenin her
tarafını demiryolu ve telgraf şebekesi ile döşenmesini sağlamış elde kalan
vatanın toprağını korumak için bir çok icraatları da beraberinde getirmiştir.
2.3. OSMANLI-İNGİLİZ MÜCADELESİ
İngiltere yayılmak ve egemen olmak istediği Basra ve
Kızıldeniz coğrafyasında kendisine nüfus alanları oluşturmakla işe başladı
bunun içinde bölgede yerli egemen güç
olan aşiretleri seçti. Aşiretlere görüşme ve ticari ilişkilerle yakınlaşmaya
başlamışlardı. Süveyş Kanalı’nın açılmasına müteakip İngilizlerin Aden ve
Yemen’deki faaliyetleri de arttırmıştır. İlk defa 1873 tarihinde Bâb-ı Âlî ile
İngiltere hükümeti arasında teati edilen yazışmalarda İngiltere’nin bölgede
şeyhlerin Osmanlı hakimiyetini tanımayarak İngilizlere tabi olmak istediklerini
Osmanlı Devleti’ne iletmiştir. İngiliz aşiret şeyhlerini kendi çıkarları
doğrultusunda kazanmak için bazı metotlar
uygulamışlardır. Onları yıldırmak
bazen para desteği
ile toprakların kontrolünü sağlamak, aşiretlere silah yardımında
bulunarak onları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak gibi usullere baş
vuruyorlardı. Hatta İngiltere Aden’e komşu bölgelerde ( bil-hassa Nevahi-i Tisa
bölgesinde) binalar inşa ederek bunların askerle doldurulması işini
yürütmekteydi. Ayrıca Osmanlı hükümeti, İngiltere’den bir şimendifer hattı
inşası yolunda bazı rivayetlerin aslını sorduğunda kaçamak cevaplar
alabiliyordu.
170 Rıfkı Burçak, Siyasi Tarih, Gazi Üniversitesi , İ.İ.B.F, Ankara-1984.
İngilizlerin bu politikası bölgede Osmanlı hakimiyeti
devam ettikçe her zaman için sürdürülmüş bir politikadır. Örnek olması
açısından 5 Şubat 319 tarihli bir Osmanlı belgesinden bir hadiseyi burada
zikredelim: Necid sahillerinde günden güne kazanılan ehemmiyet Necid
Şeyhlerinden olup, Küveyt’te ikamet eden İbn-i Reşid Aşireti’ne geçen Abdülaziz
el-Faysal’ın pederi Abdurrahman el-Faysal’ın İngilizler tarafından tahrik ve
teşvikiyle Katif ve civarını zabt edip idarede Küveyt gibi müstakil müstakil
bir hükümet tesis ederek Mübarek
el-Sabah’a benzemeye çalıştığı, bazı para kaynaklarını istila ettiği, Zehaf’tan
gönderilmesi gereken tabur ve bölüğü hareket ettirtmeyerek para meselesine dair
Bahriye Nezareti’nden alınan telgrafnamede 315 senesinden kalan paradan seksen
bin ödenmedikçe Zehaf Vapurunu hareket ettirmeyeceğini, ancak bunun mümkün
olmadığının bildirildiği, kendisinin de para koparmak maksadıyla Basra Bahriye
Komadorunu gaflete düşürüp askerin geciktirilmesine sebep olduğu, Faysal asker
oraya varmadan vardığında fenalık ortaya çıkacağı bundan dolayı kumandanın
mesuliyet kabul etmediğine dair telgraf takdim edildi ne yapılması gerektiğine
dair Bahriye nezaretine Basra
Valiliğince yazılan telgraftır. Telgrafın sonunda adı geçen vapurun Katif
civarına sevk olunacak askerin nakil eylemek üzere acele hareket ettirilmesi
lüzumu Bahriye Nezaretine soruluyor ve emrin yazılı olarak valiliğe
gönderilmesi isteniyor.171 Büyük bir ihtimal ile Basra Tersanesi’nin
durumu valiliğe bildirmesi ile olay sadarete iletilmiştir. Buradan da anlaşıldığı üzere İngiliz destekli
bir aşiret şeyhi Faysal’ın ayaklanması ve kendisine
ödenen yıllık akçeden içerde kalan devletten alacağını bahane ederek müstakil
bir bölge kurmak istediği ve bunu Kuveyt’in yarı bağımsızlık kazanma
hareketinden etkilenerek yaptığını bildiriyor.
İngilizlerin Arap aşiretlerini kullanarak yine bölgede
bağımsız ve zayıf özerk yerel yönetimler kurmak istediğine dair iki farklı
örnek belge daha burada söz etmek ve konumuzu pekiştirmek istiyorum. Birinci Arşiv belgesi kısaca şöyle özetlenebilir:
3 Şubat sene 315’de Basra Valiliği’nden Sadarete (Padişaha) sunulan tezkerede İngilizlerin Kuveyt’te Mübarek
el-Sabah’ı elde etmeye çalıştığı, Osmanlının
ise duruma müdahale
ederek Sabah’ı Osmanlı
tarafına çekmek için
‘Mir-i Miran’ rütbesi verdiği açıklanmış ve bunun yanında bir nişan ve
taltifini ve senelik verilen, kesilen 280 tonito hurmanın geri verildiğine dair
durum bildirilmiştir. Mübareğin bu
isteği yerine getirilmiş, böylece Mübarek’in İngilizler tarafına geçmesi
engellenmeye çalışılmıştır.172
Osmanlı’nın yapılan ayaklanmalarda aşiret şeyhlerine karşı askeri müdahaleden
çok rütbe vermek, yıllık aylık bağlamak ve bölgeye yöneticileri ile uzlaşma
aramak gibi bir politika güttüğü görülüyor. Bunda
şüphesiz İngiliz destekli bu ayaklanmalara Osmanlı’nın gücünün yetmediği ve
mesafenin uzunluğu sebepleri etkendir.
İkinci belgemiz ise 8 Mart sene 321 tarihli
Bahreyn’deki aşiret şeyhinin yine İngiliz baskısı ile düştüğü durumunu
anlatan bir belgedir. Bahreyn Şeyhi’nin oğlu ve
Naibinin İngiliz vapurlarıyla bölgeye gönderilen İngiliz memurlar tarafından
tutuklanıp hapis edildiği mallarına el konulduğuna dair Basra Altıncı Ordu
Kumandanlığından sadarete gönderilen maruz kaydıdır. Ayrıca belgede Kuveyt
şeyhine bu tutuklanan şahısların gidecekken tutuklandığı da vurgulanmıştır.173 Görüldüğü üzere İngiltere Basra
coğrafyasında nerede ise hakim tek güç haline gelmiş resmi olarak Osmanlı
sınırları dahilindeki bölgelerde istediği gibi hareket etmiştir. Osmanlı ise
sadece uzlaşı ve uyarıdan ötede bir politika uygulayamıyor.
Arap Yarımadasının doğu ucundaki bölgelerde (Basra-Kuveyt-Katar- Bahreyn) ise
daha değişik bir manzara arz ediyordu. Özellikle Kuveyt’in Basra’nın yerini
yavaş yavaş almaya başlaması İngilizlerin 1793’te burada bir ticari müessese
açması sonucunu doğurdu. İngiltere daha 1805’te Kuveyt şehrini himayesi altına
alma teşebbüsüne girişmesine rağmen burada fazla bir başarı kazanamamıştı.174 Ancak yaklaşık yüz yıl sonrasında
durum tersine dönmüş ve Osmanlı Devleti kendi toprağında Kuveyt’in kendi
tasarrufunda olduğunu ispatlamak zorunda kalacaktır. Bu konuda 2 Teşrin-i Evvel
1901 tarihli Paris’te çıkan Martin Gazetesinden bir bölüm özetle şu şekilde
anlatılabilir: Basra Körfezi’nde çıkan olaylar üzerine Osmanlı Devleti’nin
Sıtkı itibarı metbu-i siyasi sıfatını kullanarak Kuveyt Limanı’nı
172 BOA, DH. MKT. 2306 98 1317 L 15.
173 BOA, Y PRK. 227/58
1323 m13.
174 Selçuk Günay,
“Bazı Belgelerin Işığında
Osmanlı Devleti’nin Basra-Akabe Hattını Muhafaza
Yolunda Aldığı Bazı Tedbirler”, Türk
Kültürü, C.XXXI, S:365 (1993), s.552.
kendi tasarrufuna geçirmek istemiş, bu duruma İngiltere donanması açıktan
açığa muhalefet etmiş ve top patlayacağına dair tehdit etmiştir. Kuveyt hakimi
İngiltere tarafından korunuyor, bu ne demek olduğu açıktır. İngiltere Kuveyt’e
göz dikmiştir. İngiltere ile Osmanlı arasında daha önce statükonun korunmasına
dair bir anlaşma yapılmıştır. İngiltere’nin Kuveyt’i zapt etmesi, önceden beri
Bağdat Demiryolu ile alâkadar olan Almanya’nın menfaatine dokunacağı bunun
Berlin Kabinesi’nin rıza göstermeyeceği bunu hükümet-i seniyyede
destekleyecektir. Zaten İngiltere burada menfaati olduğunu açıklamıştır.175
İngiltere’nin Basra’da hakim güç olması ve Hint
sahillerine giden bütün yolların güvenliğini kendine vazife gibi görmesi ve en
küçük bir tehlikeyi dahi şiddetle karşı koymasına neden olmuştur. İngiltere’nin
Kuveyt, Bahreyn ve Maskat gibi Basra sahillerini kontrol etmesi ve sürekli
statükonun korunmasını istemesi boşuna değil, bilakis Hint yollarını güvenceye
almak istemesindendir. Bu konuda 29 Teşrin-evvel 318 tarihli bir belgeyi örnek
olarak inceleyebiliriz. Belgede Osmanlı Devletinin küçük bir nahiye kurmasına
dahi İngiltere’nin tepkisinin çok şiddetli bir muhalefetle karşı çıkışını
göreceğiz.Buna göre: 29 Teşrin-evvel 318’de Katif ile Kuveyt arasında bir
nahiye kurulması kararlaştırılmıştır. Buna göre İngilizler, o bölgedeki
düşünceleri göz önüne alındığında, Necid Mutasarrıflığı bu kurulacak Nahiyenin
müdürlüğüne o bölgede tanınan, önemli bir kişiye verilmesini bununla birlikte
jandarma ikamet ettirmesine Basra Vilayetine bildirmiş, vilayet de sadarete
bildirmiştir. Sene 320’de alınan karar neticesinde Basra Vilayeti’ne oraya
görevlendirecek jandarmaların bir an önce gönderileceği bildiriliyor.176
Osmanlı Devleti Basra bölgesindeki idari birimlerde
ıslahatlar yaparak bölgenin asayişi içinde çalışmalarda bulunmuştur. Katar,
yeni teşkil edilen Necid sancağına bağlandı. Körfezin güney kısımları ile
ilgilenildi. Körfezin batı sahilini teşkil eden Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman
sahilleri ve Maskat’a ait Osmanlı Devleti her bölgede meydana gelen her olayla
yakından ilgilenmekteydi. XIX. asrın sonlarında İngiltere’nin Basra
Körfezi’ndeki gücü giderek artmakta idi. Maskat’taki İngiliz konsolosu
ve Şarika’daki konsolos
vekili zaman zaman bölgede şeyhlere
ve
175 BOA, HR. SYS 95 6.
ahaliye çeşitli tekliflerde bulunuyordu. Osmanlı Devleti karadan arazi
şartlarının müsait olmaması ve denizde yeterli donanması bulunmaması yüzünden
sahildeki şeyhlere yardım edemiyor ve haklarını koruyamıyordu. Bu sebeple
Körfezde sadece Kuveyt ve Katar’a ait gemilere Osmanlı bayrağı çekiliyor, Umman
sahillerindeki şeyhlikler ise ay ve yıldız bulunmayan kırmızı bir bayrak
taşıyorlardı. İngilizler, çeşitli fırsatları değerlendirerek sık sık sahildeki
kasabalara uğruyorlar ve ticarî münasebetlerini geliştirmeye çalışıyorlardı.
Gizlice silah ve cephane getirerek Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman ve Maskat
taraflarındaki kabile ve aşiretlere satmışlardır177.
Osmanlı Devleti Lince ile de ilgilenmiş Bombay’daki
Baş şehbenderi Hüseyin Hasib Efendi Lince ve Bombay arasındaki ticarî
ilişkilerin gelişmesinde öncü olmuştur178.
1887’de Osmanlı Devleti Katar’ın Necid (Ahsa)
Sancağı’na bağlı bir kaza haline dönüştürerek burada fiili hakimiyetini
göstermişti. Bahreyn’de ise İngiltere fiili olarak üstünlüğü eline geçirmişti
ve İngiltere buradan başka alanlara yayılmak için göstermek için çaba
gösteriyordu. İngiltere deniz korsanlığını veya bölgedeki bir takım asayişsizlikleri bahane ederek
siyasal sonuçlar elde etme peşine düşmüştü.179
Osmanlı Devleti 1888’de İngiltere’nin bu bölgelerdeki girişimleri sonucu çıkan
anlaşmazlıklardan dolayı bölgeye Basra valisi Nafis Paşa’yı Necid sahillerini
teftiş için göndermişti. Nafis Paşa 11 Mart 1888’de hem sadarete hem de
padişaha geniş bir rapor sunmuştu. Raporda kısaca “Zubara limanının zamanla
yıkılıp mahvolduğunu belirten paşa, Necid’e gidecek malların ilk önce gümrük
vergisi ödenerek Bahreyn’e oradan
da Necid’e gönderilmekte olduğundan bahsediyor. Nafis Paşa, Zubara’nın imar edilerek
yeniden iskâna açılması halinde, hem hazinenin gelir elde edeceği
hem de bölgede asayişin sağlanacağını düşünmektedir. Raporunda
177 İdris Bostan, “Basra Körfezi’nin Güney Kesimi ve Osmanlılar (1876-1908)”, Osmanlı Araştırmaları,
C.IX, İstanbul-1989, s. 311-313.
178 Bostan, a.g.m.,
s.316-318.
179 Kurşun, Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi: Katar’da Osmanlılar (1871-1916), s.85.
İngilizlerin Bahreyn’deki faaliyetlerine de değinen paşa, onların
Bahreyn’e ilgilerini mevkî itibariyle önemi yanında ticarî öneminden de
kaynaklandığını ilave eylemiştir.
İngilizlerin nihai hedeflerinin Bahreyn’i de Aden gibi ilhak etmek olduğunu
söylemektedir. Raporunun öneriler bölümünde ise İngilizlerin bu faaliyetlerine
karşılık Osmanlı Devleti’nin de bölgede özellikle sürekli gemi dolaştırma için
bir takım yeni düzenlemeler yapmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur180.
Osmanlı Devleti siyasî platformda İngilizlere karşı
bir mücadele verirken aynı zamanda Osmanlı’nın Panislamist politikası sebebi
ile de mücadele halinde idi. Abdülhamid döneminde belirgin olarak sistemli bir
şekilde yürütülen bu politika İngiltere’yi tedirgin ediyor. İngiltere’de kendi
ürettiği karşı ataklarla Basra ve Arap toprakları başta olmak üzere İslam
coğrafyasında Panislamist politikayı çökertmeye çalışıyordu. II. Abdülhamid
döneminde Yıldız Sarayı İslam’ın bir tür Vatikan’ı haline getirilmek
istenmiştir. II. Abdülhamid’in dünya Müslümanları ile yürüttüğü din bağına
dayalı ilişkilerini Avrupalılar, Panislamizm olarak yorumluyorlar ve bu
politikadan oldukça ürküyorlardı. Oysa Abdülhamid gibi gücünün sınırlarını
bilen bu nedenle de politikasını elinde olanı korumakla
sınırlandıran bir hükümdardan tüm dünya Müslümanlarına kendi
önderliğinde siyasî bir birlik altında
toplanma çabasına girişmesi
beklenemezdi181.
Arap unsurunu devlete bağlı tutmak yolunda bilhassa
II. Abdülhamid’in izlediği politika da, kaçınılmaz ayrılığı önlemeye
yetmeyecekti. II. Abdülhamid’in Hicaz’a kadar uzanacak demiryolu projesini
uygulamaya sokması hem bu topraklara
bir devlet hizmeti götürmek ve halifelik pozisyonunu güçlendirmek hem de
buraları bilhassa bir dış saldırı
durumundan devlete bağlı
tutmakta yararlanılacak bir stratejik
vasıtaya sahip olmak amaçlarına yönelikti. Bu projenin gerçekleştirilmesi
Avrupa büyük devletlerinin rekabetini kamçılayıp, bu ülkelerin Osmanlı
devleti’ni daha fazla tesir altında
alarak, kendilerinin Arap topraklarına nüfus edişlerinin hızlanmasına yaramıştır. Mesela, II. Abdülhamid 1904 güzünde Maan’a kadar
181 Murat Özyüksel, “Hicaz Demiryolları”, Genel Türk Tarihi, C.VII,
YTY., Ankara-2002, s.700.
ulaşan hattın Akabe’ye bağlanarak Mısır Hacılarının Hicazla temasını
kolaylaştırmayı düşündüğünde, İngiltere, padişaha sert baskıda bulunarak
kendisini bu fikirden vazgeçmeye zorlamıştır.182
Osmanlı Devleti Arap yarımadasını fethettiği 1517
yılından itibaren genellikle göçebe olarak yaşayan bedevî Arap aşiret ve
kabilelerini bir düzene sokmak istemiştir. Bu konuda en çok istifade
edilen kaynaklar Bağdat,
Basra ve Şam vilayetleri ile Mekke emirliğinde
bulunmuştur. Daha sonra Süveyş Kanalı’nın açılması ve gerekse Midhat Paşa’nın
Ahsa Seferi sonrasında Necid Mutasarrıflığının kurulmasıyla devletin bilgi
kaynakları çoğalmıştır.
Basra bölgesi aşiretlerden oluşan sosyal bir yapıya
sahipti. Aşiretlerin bulunduğu bölgede Osmanlı Devleti için en önemli olan ise
Hac yolu güzergahı idi. Arap yarımadasında irili ufaklı binlerce kabile
bulunmaktadır. Bunlarında birbirleriyle akrabalıkları vardır. Osmanlı
hakimiyetindeki bedevî Arap kabilelerinin yegane yazılı ve resmi kaynaklarının
Osmanlı belgelerinin olduğunu söylemek mümkündür183.
Midhat Paşa kendi valiliği sırasında Ahsa Kuveyt
arasında 28 büyük bedevî Arap kabilesinin olduğunu söylemekte ancak bunların
isimlerini vermemektedir. 1299 yılına ait Bağdat vilayeti salnamesinde Necid
Livası dahilindeki aşiretler arasında Acman aşireti
ilk sırada yer alır. Buna göre Acman aşireti Âl-i Mahfûz, Âl-i Hubeyş, Âl-i Süleyman, Âl-i Hitlan,
Âl-i Mağbet, Âl-i Dağın, Âl-i Şamir, Âl-i Müflih, Âl-i Şevavle, Âl-i Hadi, Âl-i
Marsa, Âl-i Yahyat, Âl-i Ziz olmak üzere 13 fırkadan oluşmaktadır.184
Yaşadıkları yerlerde yol kesme ve yağmacılıkla geçinen
aşiretlerin zararlarını
engellemek için Osmanlı Devleti’nin takip ettiği
politikaların en önemlisi onların nüfusları ölçüsünde maaşlar tahsis etmekti. Osmanlı Devleti özellikle hicaz
182 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’nde Karşı
Arap Bağımsızlık Hareketi
(1908-1918), Ankara
Siyasal Bilgiler Fakültesi y., Ankara-1982, s.19
183 Kurşun, “Acman
…, s.124.
civarında ve hac yolu üzerinde aşiret ve kabilelere çok eskiden beri bu
tür ödemeler yapmaktaydı. Aynı şekilde
Necid Sancağı’nın teşkilinden itibaren buradaki aşiretlere de istikrar-ı asayiş ve
yolların emniyet altına alınması düşüncesi ile çeşitli miktarlarda maaşlar
ödemeye başlanmıştır. Düzenli olarak kayıtları tutulan bu maaş cetvelleri
ışığında Acman’a da maaş ödenmekteydi.
Aşiretlerin yol kesmesi sadece karada değil aynı
zamanda denizde de yapılmaktaydı yol kesmenin her hangi bir vasfı yoktu.
Aşiretler geçimlerini bu yolla sürdürmüşlerdir. Konu ile alakalı olarak burada
bir belgeyi örnek olarak veriyoruz. Belge 5 Teşrin-evvel sene 294 tarihli olup
Basra Vilayeti Bahriye Kumandanlığı’ndan Hariciye Nezaretine gönderilen maruz
kaydıdır. Belge şu şekilde
özetlenebilir: Basra Körfezi’ndeki deniz hırsızlarının emniyeti yok edip, Katif
sahillerinde emniyet kalmadığından ve burada geçişler engellendiğinden durum İngiltere tarafından Hariciye Nezaretine
bildirilmiş, konu hakkında emniyetin sağlanması buraya dışardan müdahale
olmaması için gerekli olan tezkerenin çıkması isteniyor.185
Aşiretlerin yağma ve yol kesmesine
başka bir örnekte şu şekildedir. Basra Bahriye
Kumandalığından Dahiliye Nezaretine bildirilen maruz kaydı olan bu belgede Umman Eyaleti’nde bulunan Zaid B. Halife’nin yağma
amacıyla Katar Araplarına hücum ettiği buna da sebep
veren Casim b. Sani’nin ( Katar Şeyhi) tahrikiyle
yaptığının bildirilmesine ve buraya gönderilecek korvette iki bölük askerin
bulunduğunu belirtilmiştir. Ancak iki bölük asker göndermenin sakıncaları
olduğu da dile getirilmiştir. Bu durumda ne yapılacağı
Bahriye Kumandanlığına soruluyor.alınan cevapta buraya bir görevlinin
gönderileceği ve görevlinin yetkisini kötüye kullanması karşısında görevinin
elinden alınacağı da belirtiliyor.186
Görüldüğü gibi Osmanlı burada da uzlaşma hareketine gidiyor ve asla şiddetli
bir askeri harekat ne İngilizlere ne de aşiretlere karşı gösterilemiyor.
Yine aşiretlerin bir lider etrafında toplanarak
çevreye ve kervanlara ve ticarete zarar verdiği de görülebiliyor. Verdikleri zarar hem Osmanlı Devletinin hem
185 BOA, HR. SYS.
82/33.
de İngiltere’nin menfaatlerine zarar verdiği için karşı önlemler
alıyorlar. Bazen de zikredeceğimiz belgede olduğu gibi İngiltere Osmanlı Devletinden bu saldırı hadiselerini çözmesini
isteyebiliyor. 21 Ağustos sene 308 tarihli bu belgede şu şekilde bir hadise
cereyan etmiştir: Ahmed b. Selman adında bir isyancı Katif çevresinde bir takım
bedevileri toplayarak yağma ve hırsızlık işlerine girmiştir. El- Bahreyn ahalisine
ait büyük bir gemiyi dahi eline geçirip,
ceziredeki İngiliz hükümet vekili tarafından bildirilmiş,
yürütmelik icabı İngiltere Devleti’nin anlayışına Basra Konsolosluğu’ndan
ba-tezkere yapılması istenilen, icabı uygun görülen bu babta Necd
Mutasarrıflığına tebligat-ı lazime ika olunmuş ise de adı geçen konsolos
tarafından tezkeresinde el-Bahreyn ceziresindeki İngiliz Vekili tabiri
kullanılması Bahreyn Adası’nın İngiltere himayesinde bulunduğu fesadını
çıkarabilecek üstü kapalı bir söz ettirmemek hususundaki buyruklar dikkate
alınarak buyruklar dikkate alınarak kabul görülmeyerek reddi lüzum görüldü.Bu
babta ne münasip olacağının bildirilip bu konuda izin verilmesine…187
Görüldüğü üzere Selman isimli bir şahsın yaptığı yolsuzluklar sebebi ile
İngiltere konsolosunun gönderdiği tezkereye göre yazılmıştır. İngiltere
hükümeti adına bu yolsuzluğun önlenmesi ve Bahreyn adına alınan vergilerin Bahreyn’e iade edilmesini isteyen bir belge var. Osmanlı
görevlileri “İngiliz vekili” tabirini yazışmalarda fesat çıkaracağı ve
buranın İngiltere yönetimi altında olduğunu kabul etmek anlamına gelebileceğini
düşünerek sakıncalı görmüş ve hükümetten ne yapalım ? şeklinde cevap bekliyor.
Osmanlı Devleti Bahreyn’in kendi himayesinde bulunduğunu, bu bölgeye
gelenlerinde tebaa-i devlete ait olduğunun bildirilmesine ve İngiltere ile daha
önce de çekişme mevzuu olan bu adanın hakimiyeti meselesinde İngiltere
isteklerinin reddine ve buranın Devlet-i Aliyye’ye ait olduğunun bildirilmesine
karar veriyor.
Necid kumandanlığı vekaletinde bulunan Mirliva Sami
Paşa’nın Necid muhasebesi kayıtlarına istinaden altıncı ordu kumandanlığına
gönderdiği maaş listesi için yaptığı
açıklama Osmanlı’nın buradaki aşiretleri nasıl okşayarak elinde tutmaya çalıştığını
da gösteriyor: “Necid Bölgesi’nin el-Ahsa kıtasında, her biri müteaddit fırkalardan oluşan belli başlı bedevî aşiretleri, Acman, el-Murra, Beni
Hacîr, Beni Menasır ve Katif civarındaki Beni Halit aşiretleri ve belli
başlı olmayan birçok küçük fırkalardan oluşmaktadır. Acman aşiretine mensup
muhtelif fırkaların ileri gelen reislerine eskiden beri buranın belediyesinden
üç yüzden altı yüz kuruşa kadar maaş ödenmektedir. Aynı şekilde el-Murra’nın da
şeyhlerine üçer yüz kuruş maaş tahsis edilmiştir. Söz konusu maaş sahipleri ile
ikinci ve üçüncü derecedeki reislere her yıl hurmanın çıktığı haziran, temmuz
başlarından ekim ayının sonlarına kadar peyderpey birer ay Hufûf’un civarına
inmektedirler. Buradaki ikametleri sırasında maaş sahiplerinin birikmiş olan
maaşları ile ikinci dereceden şeyhlere maktûan verilen ve derecelerine göre on
riyalden elli riyale kadar iksa hakları ödenmektedir188.
Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile ilişkileri bu şekilde ceryan
ederken Osmanlı bürokratları
da yurt dışında İngiltere’nin amaçları üzerinde çalışmalarını sürdürmüşler ve
bu konuda çeşitli layihalar düzenlemişlerdir.Bunlardan birisi de belki de en
önemlisi Paris, Bern ve Brüksel Büyük elçisi Salih Münir Paşa’nın 8
Cemaziye’l-evvel 321/ 22Temmuz 319 (1903) tarihli layihasıdır. Bu layihanın
önemli kısımları şöyle özetlenebilir: İngiltere’nin Osmanlı Devletine karşı
öteden beri uyguladığı politikaya gelince; yakın zamana kadar İngilizler
Osmanlı Devleti’ne, Türklere ve Müslümanlara olan sevgilerinden değil, fakat
Rusların o sırada Orta Asya yolunu bırakıp Anadolu üzerinden ve bir de Süveyş
Kanalı’ndan Hindistan’a doğru sarkacaklarını tahmin ettiklerinden, dostluk
gösterirlerdi. Yeni mevki itibariyle Rusların bu hareketlerini önlemesi tabii
olan Osmanlı Devleti’ni korumak dolayısıyla Hindistan’ın da emniyetini sağlamak
demek olacağından yine İngiliz çıkarlarına hizmet sağlanırdı.
İngilizler Mısır’da kalabilmenin çarelerini aradılar.
Şayet Osmanlı Devleti kuvvetli bir halde bulunursa ve Mısır’ı geri almak
isterse İngiliz menfaati zedeleneceğinden Osmanlı’nın zayıf kalması
İngilizlerin işine geliyordu.
Bu politikanın gereği olarak Arabistan ile Necid
taraflarının ve Hicaz kıtasının tedricen Osmanlı
hükümetinin elinden çıkması ve kutsak İslam hilafetinin,
İngiltere’nin uzaktan nüfuzuna
tabii olacak şerifler
eline geçmesi ve sonra Arabistan, Necid ve Irak taraflarının
İngiliz himayesi altında Aden ve sair yerler gibi sömürge haline girmesi için
mahirane entrikalar çevirmekte olduklarını, durumun mütealası ve yapılan ihbarlarla anlaşılıyor. …Necid,
Arabistan ve Irak tarafları bugün için pek verimli değildir. Ancak İngilizler
oralarını hüküm ve nüfuzları altına alınca- zan ve iddialarına göre- yeni ve
fenni usullerle bölgenin tabi servet kaynaklarını, yeni bir çok madenleri, zift
ve petrol kuyularını, yeni bir çok madenleri, zift ve petrol kuyularını
işletecekler, kanallar ve burgularla sular getirip araziyi sulayarak ziraatı
geliştirecekler. Vapur ve demiryolları ile de ticari muameleleri ve ulaşımı
kolaylaştıracaklar, memleketin asayiş ve inzibatını da teminat altına
alacaklardı. Bu suretle bahsi geçen yerlerin tabii servetlerinden İngiliz
sermaye sahipleri de teknisyen ve işçilerini faydalandırmakla beraber yerli
halkın da, yurtlarından gelişip kalkınmasından dolayı kazanç ve gelirleri
artmakla ihtiyaçları da o nispette çeşitlenip
çoğalacağını kazandıkları fazlaca para ile de yine İngiltere de yapılan bir çok
mal ve eşyayı satın alabileceklerini, Böylece İngiliz milletinin iki suretle hem de İngiliz mallarını satmakla
yararlanacaklarını hesap ediyorlar189
2.4. OSMANLI’NIN DEMİRYOLLARI PROJELERİ
1839 yılında yayınlanan Gülhane Hattı
Hümâyûnu ile Tanzimat döneninde girilmiş,
Osmanlı’ya bağlı devletler kendi bünyesi içinde yeniden yapılandırmaya
gitmişti. Devletin iç işleri için nazırlıklar kurulmuştu.
Nafia Nezareti ( Bayındırlık Bakanlığı )
da bunlardan biriydi. Ülkede yolları yapmak bu nezaretin görevi idi.
nezaret bünyesinde Nafia Komisyonu, Şimendifer
(demiryolu), Köprü ve Şose müdürlükleri
bulunuyordu.190
Osmanlı Devleti büyük bir hızla
gelişen bu yeni ulaştırma sistemini (demiryolu)
yol sorununu çözecek çare olarak görüyorlardı. Mustafa Reşit Paşa’dan
başlayarak Avrupa siyasi
bütünleşmenin gereğine inanan
Tanzimat bürokratları,
189 Hayri Mutluçağ, “İngiltere’nin Ortadoğu ve Türkiye
Hakkındaki Gizli Emelleri
( Tarihimizde Salih Münir
Paşa Raporu)” ,Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, S:22-27 (1969), s.52-55.
190 Karal, Osmanlı Tarihi, C.VIII,
Ankara-1983, s.460.
özellikle de Ali ve Fuat Paşalar padişaha sundukları layihalarda
demiryollarının Osmanlı Devleti için önemini vurguluyorlardı. Osmanlı
yöneticilerinin demiryollarına duydukları ilgi daha çok yönetsel, stratejik kaygılara dayanıyordu.
Ülkede giderek artmakta olan iç ve dış karışıklıkları demiryolunun sağlayacağı
süratli asker sevkiyatı ile önlenebileceğini düşünüyorlardı. İkinci
olarak ise demiryollarının mali bunalımın hafiflemesine yardımcı olacağı ulaşım
sorununun çözüldüğü bölgelerde üretimle birlikte aşar vergilerinin de artacağı
umut ediliyordu. Nitekim 1889-1891 yılları Arasında tarımsal üretim Osmanlı
İmparatorluğunun bütününde %63 artmışken, demiryollarının geçtiği bölgelerde de
bu artış % 114’ü bulmuştur.191
Demiryollarının yapım konusunda Osmanlı devlet
adamları yabancı yatırımların gerekliliğine ve doğacak mahsurların ortadan
kaldırılabileceğini düşünüyorlardı. Örneğin, II. Abdülhamid’in vezirlerinden Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa’nın sadrazamlığa sunduğu 26
Cemaziye’l-ahir 1297 tarihli takrir ve ona ekli Anadolu’nun bayındırlık
işlerine ilişkin layihada bu tutumu görmek mümkündür paşa demiryolu inşası için
yabancı şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncası olmadığından bazı tedbirler
alınırsa bunun sağlayacağı faydadan uzun uzun söz ediyor. Hasan Fehmi Paşa
Osmanlı Asyası’nı kat edecek demir yolu şebekesinin ana hattı için iki güzergah
öneriyordu. Bunlardan birincisi İzmir- Afyon- Karahisar- Eskişehir- Ankara-
Sivas- Malatya- Diyarbekir- Musul’dan geçip Bağdat’a ulaşcaktır. Önerilen
ikinci güzergah ise İzmir- Eskişehir- Kütahya- Afyon- Konya- Adana- Halep ve
Ambarlı’dan Bağdat’a ulaşacaktır. Birinci yol planı askerî bakımdan sakıncalı
olup, ikinci yol hem ucuz hem de sınırlara uzak kaldığından askerî yönden daha
az sakıncalıdır. Ancak bazı Orta Anadolu merkezlerine hiç uğramayacaktır.
Bağdat’a ulaşacak demiryolu civar şebekeleriyle birlikte 46.788.897 Osmanlı lirasına mâl olacaktır. Bu iş için hazırlanan
imtiyaz mukavelenamesine göre yabancı şirket kendi işi için demiryolu civarına
telgraf hattı çekebilir, posta hizmetleri görebilir; ancak posta idaresinin
faaliyet alanına giremez, devlet isteği an asker sevkiyatı için ulaşımı kendi
emrine alabilirdi. İtilaflı konularda
191 Murat Özyüksel, “Anadolu ve Bağdat Demiryolları”, Osmanlı, C..III,
YTY., Ankara-1999, s. 664
Osmanlı
mahkemeleri iş görecek, imtiyaz sahibi şirket civar orman ve madenlerden yararlanabileceklerdir192.
Osmanlı Devleti’nde 1877-1878 Osmanlı –Rus Savaşı
sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile devlet çöküş sürecine girmiş ve ülke
içinde güvenlik, ulaşım merkezi otorite v.s. her şey II. Abdülhamid tarafından
tartışılarak yeniden yapılandırılmaya gidilmişti. Demiryolları da bu yapılandırmanın
mihenk taşı olmuştur. Balkanların elden çıkışı ile birlikte elde kalan İslam
coğrafyasına Pan- İslamist politikayla sahip çıkmaya çalışan II. Abdülhamid’in
Arap ve Basra topraklarına çabuk ulaşması, İngiliz ve diğer yabancı devletlerin
nüfuzlarını kırması ve kendinden kilometrelerce ötede olup bitenlerin farkında
olması gibi birçok ülke içi sebep, Abdülaziz döneminde rafa kaldırılan
demiryollarının yapımını tekrar gündeme getirdi. hatırlanacağı üzere Abdülaziz de Arap topraklarına kadar uzanacak bir
demiryolu yapımını düşlemiş, ancak malî yetersizlikler ancak İstanbul- İzmit
arasında kısa bir hattın yapımına ancak yetmişti. II. Abdülhamid tahta
geçişinin ardından altı ay geçmeden 93 Harbi gibi asrın en büyük darbesiyle
saltanat yıllarına başlamıştı. İngiltere bu harp sonrası Osmanlı Devleti’nden
desteğini çekmiş, Rusya ise aldığı büyük pay ile -tazminat istemi de eklenirse-
kapıda bekliyordu. Almanya bölümünde anlatıldığı üzere II. Abdülhamid’in bu
devlete yaklaşımından başka çare olmadığı gözleniyor. Demiryollarını bu devlete
yaptırma kararı alındığında ülke içindeki birçok ihtiyaç göz önünde
tutulmuştur. Her şeyden önce geniş bir ülke coğrafyası ver ve bir yerden bir
yere ulaşımın günler sürdüğü ilkel şartlarda var. O halde mesafeleri kısaltarak
merkezî otoriteyi ülkenin her tarafında hissettirmek ve dağılmaya yüz tutmuş
bir devlete can vermeyi istemek sanırım o dönemde alınmış en güzel karardı. Osmanlı açısından
bakıldığında bu dönemde iki önemli demiryolu projesi var. Bunlardan birincisi
Bağdat-Basra Demiryolu Projesi, diğeri ise Hicaz Demiryolları Projesidir.
Abdülhamid henüz Bağdat Demiryolu görüşmelerinde bir sonuca ulaşılmadan, hicaz Demiryolları projesini
gündeme getirmiştir. Bunun sebebi
Bağdat demiryolu ile Hicaz demiryolunun iki ayrı olgu değil biran önce
bitirilmesi gereken bir bütünün
parçaları olması idi. Her iki demiryolunun Halep noktasında
birleştirildiğinde, Arabistan’da Osmanlı otoritesinin güçlenmesi
doğrultusunda dönüşümler beklenebilirdi. Zira böylece Suriye – hicaz
bölgesinden Bağdat’a kadar Arap yarımadasının önemli bölümleri başkente
bağlanmış olacaktı.
Demiryollarının sağladığı yararlar düşünüldüğünde
üzerinde durulması gerekli bir konuda tarımda sağlayacağı artıştır. Bağdat
demiryolları her ürünü taşıyabilir hale gelince Konya- Adana- Mersin ve
Bağdat’a kadar tren yolunun geçtiği yerlerde tarım başta olmak üzere
madencilik, tuz ve hatta hayvancılık kaydedilir bir gelişme gösterecektir193.
Bağdat demiryolları asker sevkiyatı kadar mal ve insan
trafiğini de olumlu yönde etkileyecekti. Örneğin, Adana ovasından buğdayı
İstanbul’a getiremediği için Romanya’dan buğday alınıyordu. Hatta II. Abdülhamid
İstanbul ekmeksiz kalırsa benim sonum gelir vehimi içinde olduğu için
Romanya’dan gelen buğday yüklü gemilerin Yıldız sarayı’ndan padişah tarafından
izlenmesi için gün vakit ve saati hakana önceden bildirilmekte idi194.
Hicaz demiryolu birçok amaç bir arada gözetilerek inşa edilmiştir. Bunların
başında askerî, siyasî ve dinî amaçlar gelmektedir. Her şeyden önce demiryolu
bölgeye asker sevkini hızlandıracağından muhtemel ayaklanmalara ve dışarıdan vuku bulacak saldırılara karşı savunma
rolü üstlenecekti. Şüphesiz Osmanlı Devleti’nin askerî etkinliğinin artması
siyasî otoritenin de bölgede güçlenmesine yardım edecekti. Yalnız savaş ve
isyan durumlarında değil, normal zamanlarda da Hicaz ve Yemen’e asker ve
mühimmat sevkıyatı demiryolu ile yapılacaktı. Böylece İngilizlerin
kontrolündeki Süveyş Kanalı’na duyulan ihtiyaç ortadan kalkacaktı. Ancak
kamuoyuna yapılan açıklamalarda projenin askerî ve siyasî yönünden ziyade dinî
amacı ön plana çıkarılmış, hattın özellikle kutsal haç yolculuğunun
kolaylaştırmak maksadı ile inşa edileceği açıklamaları yapılmıştı. Gerçekten de hicaz hattı o tarihlerde büyük zahmet
ve sıkıntılarla yapılan haç yolculuğunu
193 Haydar Kazgan,
“Bağdat Demiryolları ve Almanya ile Fransa-İngiltere Rekabeti”, Finans Dünyası, S:
157-162 (2003), s.76.
194 Kazgan, a.g.m.,
s.77.
kolaylaştırarak büyük bir dinî hizmete vesile olacaktı. Çöl bedevilerinin
saldırıları sebebi ile son derece tehlikeli olan kutsal yolculuk üç dört günlük
güvenli bir yolculuğa dönecekti. Proje aynı zamanda ikinci Abdülhamid’in
şahsında Osmanlı Devleti’nin İslam alemindeki itibar ve nüfuzunu
da kuvvetlendirecek Müslümanların ortak bir eser ve amaç
etrafında el organize olmalarını sağlayacaktı. Projenin amaçları bunlarla da
sınırlı değildi. Arabistan’ın önemli bölümünü sosyal, kültürel, ekonomik ve
ticarî alanlarda kalkındırmayı hedefliyordu. Zaten bölgeyi elde tutabilmekte
emperyalist güçlerle mücadele edebilmek için somut ve kalıcı atılımlar yapmaktan başka bir alternatif de yoktu. Demiryolunun işletmeye açılması Suriye-
Hicaz ve Yemen’e ticarî bir canlılıkta getirebilir, bu
medenileşme süreci hızlanırdı195.
bölgede şehirleşme ve
İnşaata 1900 yılının Abdülhamid’in tahta çıkış yıl
dönümü olan 1 Eylül günü başlandı. İnşaata Hendese-i Mülkiye mezunları katıldı.
Ancak mühendisler tecrübesizdi. bu sebeple Alman mühendisler getirilerek
takviye edildi. Demiryolunda
çalışacak işçi sorunu ise, vatani görevlerini yapan askerlerin demiryollarında
çalıştırılması ile halledildi. Askerlik sürelerinden 1/3’ünü indirilmesi onlara yaptıkları işe göre,
belirli yaptıkları işe göre, belirli bir miktar ücret ödenmesi uygulamasına
gidildi. Demiryollarında kullanılacak malzeme sorunu ise, ilk önce Tersane-i
Amire’den karşılanmak istendi. Ancak üretilen mallar dayanıksız çıkınca
Belçika, Amerika ve büyük bölümü Almanya’dan olmak üzere malzemeler ithalat
yolu ile elde edildi. 196
Maliyeti böylesine yüksek bir projenin gerçekleşmesi
için Osmanlı hükümeti finansman meselesini Müslümanlardan toplanacak bağışlarla
karar verdi. İnşaatın başlangıcında ortaya çıkacak acil para ihtiyacını
karşılamak üzere Ziraat Bankası’ndan kredi alınacaktı. Bu amaç bağış işlerinin
idaresi İstanbul’da maliye Nazırı’nın başkanlığında kurulan iane (yardım)
komisyonuna bırakıldı. Sonuçta, demiryolu fonunun mali kaynaklarının 1/3’ü bağışlarla karşılandı. Diğer 2/3’ü ise
195 Ufuk Gülsoy, “Gerçekleşen Bir Rüya Hicaz Demiryolu”, Osmanlı, C.III,
YTY, Ankara-1999, s.679.
devletin vergilere, memur maaşlarının kesintileri, çıkarılan yeni pul vs. ürünlerin satışından alınan gelirlerden
elde edildi.197
Demiryolunun 460 km’lik Maan’a
varmasından sonra inşaat ve işletme işleri birbirinden
ayrılarak bir işletme idaresi kuruldu ve demiryolunda yolcu ve eşya
taşımacılığına başlandı (1905). Aynı zamanda Müdevvere’ye bir yıl sonra Medine-i
Salih’e ulaşıldı. Bu noktadan sonraki inşaatın tamamı Müslüman mühendis,
teknisyen ve işçiler tarafından gerçekleştirildi. El-Ula’ya 1907’de,
Medine’ye 1908’de varıldı. Hayfa Şubesi ile birlikte 1464 km’yi bulan Hicaz
Demiryolu 1 Eylül 1908 tarihinde
yapılan bir törenle işletmeye açıldı.198
Sonuçta Hicaz Demiryolu işi, Osmanlı
Devleti’nin kendi projesi olması Türk mühendis ve işçilerince yapılması, kısa sürede bitmesi,
hiçbir yerden borç alınmadan
yapılması ve bittiğinde “borcu olmayan bir tesis” olarak ortaya çıkması İslam
dünyasında kendine güveni kuvvetlendirdi. Hicaz Demiryolunda, yabancı sermaye
tarafından yapılan hatlarda pek çalıştırılmayan Mühendishane-i Berr-i Hümyûn
mezunu mühendislerimiz çalıştı. Burada kazandıkları tecrübe ile, sonradan
Cumhuriyet döneminde yapılan demiryollarının hemen tamamını Türk mühendisler yaptılar.199
Demiryolu çalışmaları sürerken, bedevilerin demiryolu
yapımına karşı çıktıkları görülüyor. Bu yoğun
tepkilerin sebebi sadece iktisadi değildi. Bedevi liderleri, Hicaz Demiryolunun bölgede Osmanlı askeri ve
siyasi etkinliğini artırıp, yerel
güçlerin nüfuzunu kıracağından endişe ediyorlardı. Nitekim inşaatın Medine’ye
doğru ilerlediği 1908 yılında şiddetlenen bedevi saldırıları onları işin
farkında olduğunu göstermekteydi. Yalnız 1908’de demiryolu
ve telgraf tellerine yapılan sabotaj ve saldırı
sayısı 128’i buldu. Saldırıların yoğunlaşması hattın korunması alınan önlemlerin yol açtı. Buna
rağmen saldırıların arkası kesilmedi ve şiddetli çarpışmalar oldu. Ayrıca, Medine-Mekke ve Mekke-Cidde hatları ise, Şerif
197 Gülsoy, a.g.m.,
s. 680.
198 Gülsoy, a.g.m.,
s. 681.
199 Veli Şirin “ Osmanlı
Devletinde Demiryolları ve Hicaz Demiryolu”, Mimar ve Mühendis Dergisi, S:32, 2003, s.25.
Hüseyin’in ve onun kışkıttığı bedevî şeyhlerinin karşı koyması yüzünden
gerçekleşmedi. Şerif Hüseyin, demiryolunun Mekke ve Cidde’ye kadar uzatılması
halinde siyasî ve askerî gücünün kırılacağı, bölgede kuvvet dengesinin Osmanlı
Devleti lehine değişeceğinin farkında idi. Sonuçta, Medine-Mekke ve Cidde-Mekke
hatlarının yapımından vazgeçildi resmen bildirildi200.
Abdülhamid’in Hicaz demiryolundan beklediği dinsel,
siyasal nitelikli amaçlara ulaştığını söylemek oldukça zorlaşır. Zira Arabistan
çölünü geçerek Mekke’ye ulaşan yaklaşık
150 bin hacıdan
oluşan büyük kitle
bir yana bırakılsa bile, geri kalanların sadece %10’u Hicaz demiryolunu
kullanıyordu. Geri kalanların deniz yoluyla 74 km.lik yoldan geldiği görülüyor.
Cidde-Mekke arası 74 km .idi. bu bölgeye dahi demiryolu inşa edilse idi, dini
amaç büyük ölçüde yerine getirilmiş sayılabilirdi201.
Osmanlı Devleti Bağdat
demiryolu ve hicaz
demiryolu haricinde uygulamaya geçiremediği fakat yapmayı
büyük bir hevesle tasarladığı “Yemen Demiryolu”ndan da bahsetmekte fayda
vardır. II. Abdülhamid 1899 Ağustosunda Alman Deutsche Bank temsilcileriyle
görüşmeler yapmış Yemen’e demiryolu yapımı konusunda teklifte bulunmuştu.
Almanlar ise demiryolunun yapımından ziyade Kızıldeniz’deki kömür cevheri ile
meşhur Muha’ya ulaşmanın hesaplarını yapıyorlardı. Çünkü Yemen yer altı
kaynakları bakımından fevkalade zengin bir bölge idi. Muhtemelen bu
gelişmelerden haberdar olan II. Abdülhamid ileride ortaya çıkabilecek siyasî
problemleri de hesaba katarak, Yemen demiryolu inşaatını Almanlara vermekten
vazgeçti. 1909’da, David Elie Leon’un temsilciliğini yaptığı bir Fransız
sermaye grubuyla, Yemen’e demiryolu yaptırılması hususunda görüşmelere başladı202.
Görüşmeler sonunda Osmanlı Devleti yemen demiryolu ile Cibana Limanı inşaat
imtiyazını 99 senelik bir süre için Fransız şirketi adına hareket eden Leon
Bey’e veriyordu.
202 Ufuk Gülsoy, “Yemen Demiryolu
Projesi”, Osmanlı, C.III, YTY, Ankara-1999, s.687.
1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı sırasında, Yemen
sahillerini kuşatan İtalyan savaş gemileri Cibana Limanı’nı topa tutarak,
buradaki tesislere hasar verdi. Bu gelişme üzerine demiryolu çalışmaları durdu.
Şirket, 28 Aralık 1913’de Nafia Nezareti ile karşılıklı anlaşmaya varılarak
780.000 liralık bir bedel karşılığında bütün
haklarından vazgeçti. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı arifesinde inşaata devam
etmenin güçlüklerini görerek Yemen demiryolu projesini askıya aldı.203
Demiryollarının getirileri incelendiğinde yük
taşımacılığında ve ülke içinde ekonominin hareketliliğinde büyük bir artış
görülmüştür. Demiryolu 1892 sonunda Ankara’ya ulaştığında bölgenin tahıl
üretimi artmıştı. 1894’te tahıl üretimi 8 milyon kileden 10 milyon kileye
yükseldi. Anadolu buğdayının fiyatı da yükselerek dünya fiyatları seviyesine
yaklaştı. Anadolu demiryolları kumpanyası tarım aletleri ve tohumluk için kredi
veriyor ve hatta mühendis R. Herman gibi uzmanlar aracılığıyla hat boyunda
örnek çiftlikler meydana getiriliyordu. Demiryolu ile Orta Anadolu’dan
İstanbul’a getirilen tahıl şehirde fiyatları düşürdü. Öyle ki 1901’den itibaren Anadolu demiryolları bölgesinden getirilen
buğday İstanbul’daki tüketim 2/3’den fazlasını karşılıyordu. En önemlisi artık
Rusya ve Bulgaristan’dan tahıl ithal edilmiyordu.204
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder