1
GİRİŞ
1 |
Birinci Dünya Savaşı içinde, iki komşu devlet olan
Osmanlı ve İran arasındaki ilişkiler, tarihî açıdan oldukça ilgi çekici bir
konudur. Bununla beraber, söz konusu
ilişkilerin bihakkın incelenebilmesi için sosyolojik bir arka
plana, siyasî, askerî ve stratejik açılardan geniş bir perspektife ihtiyaç
vardır.
1914 yılında ilk dünya harbi patladığında, Osmanlı ve
İran, esas itibarla yayıldıkları
coğrafyaların kaderlerini, birbirine benzer süreçler yaşayarak geride
bırakmışlardı. Her iki devletin yaşadığı tarihî süreç de büyük ölçüde kendi inisiyatiflerinin ve toplumsal insicamlarının
bir mahsûlü olmaktan uzaktı. Zira dünya ölçeğinde yaşanan gelişmeler, bu duruma
müsaade etmeyecek bir tarzda ortaya çıkmıştı. Neydi bu gelişmeler ve dünyayı
nasıl etkilemişti?
18.
yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen iki büyük olay,
Fransız İhtilâli ve sanayi inkılâbı, dünyayı o güne kadar olduğundan bambaşka
bir yer yapmıştır. Fransız İhtilâli, cârî bütün toplumsal dinamikleri ve siyasî
gelenekleri köklü bir dönüşüme uğratırken; İngiltere’den başlayarak yayılan
sanayileşme ise hem fertleri hem toplumları ve hem de bütün uluslararası
ilişkileri temelden etkilemiştir. Bilimsel bilginin teknolojiye
dönüştürülmesiyle ortaya çıkan sanayileşme, ilk ve esas itibarla insanın
tabiatla olan ilişkilerini şekillendirmiştir. Fakat fertler üzerinde oluşan bu
tesir, aynı anda toplumsal yapılara ve uluslararası ilişkilere de yansımıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreci değerlendirmeden önce, sanayileşmeyle
birlikte yaşanan büyük dönüşüm ve bunun uluslararası siyasete olan etkileri
üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Avrupa’nın, bilhassa dokuma ve maden sanayilerinin
ortaya çıkardığı üretim fazlası, yavaş yavaş hareketlenen ve zamanla bütün
dünyayı etkisi altına alan devasa bir iktisadî çarkın dönmeye başlamasına neden
olmuştur. Bu çarkın dönmesi ise, iki temel unsura dayanmaktadır. Bu unsurlardan
ilki, üretim fazlası malların
eritileceği pazarlardır. İkinci
unsur, Avrupa kıtasında
topraktan ve toprak altından elde edilemeyen hammaddelerin ve gıdanın
temini hususudur. Bu iki temel unsur, Avrupa’nın, diğer kıtalarla ticaretini
geliştirmek için devamlı çaba göstermesine sebep olacaktır.1
Esas itibarla sınaî üretim sahiplerinin, sistemin
devamı için şöyle bir aritmetik kurduğu söylenebilir: Dünyanın en ucuz
piyasalarından hammadde temin edip, mamüllerini en pahalı piyasalarda satmak;
üretim maliyetlerini düşük tutup, satış fiyatlarını yükseltmek; en az yatırımla
en yüksek getirileri temin etmek.2 Bu üretim-tüketim denklemi,
Avrupa’nın maddî hayatının, kendi dışındaki dünyaya gittikçe daha da bağımlı olması sonucunu
doğuracaktır. Üretimin devamı için dokuma sanayii Mısır’ın ve Amerika’nın
pamuğuna muhtaçtır. Maden sanayii için Amerika Birleşik Devletleri’nin bakırı;
Kanada’nın nikeli; Bolivya, Malezya yahut Hollanda sömürgesi adaların (Cava,
Sumatra) kalayı; Brezilya’nın manganezi, Osmanlı Devleti’nin kromu vazgeçilemez
hammaddelerdir.3
Kuşkusuz, bu ekonomik yayılmada, ulaşım ve iletişim
araçlarındaki gelişmelerin hayatî bir payı vardır. 19. yüzyılda, Avrupa
kıtasındaki çevre yolları çarpıcı bir şekilde değişmiş ve ulaşım ağı sıklaşmıştır. Buhar gücünün gemilerde
ve trenlerde kullanılmaya başlaması, yolculuklarda havaya ve mevsime olan bağımlılığı ortadan
kaldırmıştır. Böylece dünya çapında kitlesel bir ulaşım ağı oluşmuştur ki, bu,
büyük miktarlarda mal ve insanın, nispeten çok daha kısa sürede ve ucuza, uzak
mesafelere taşınmasını sağlamıştır.4
Kaba hatlarla çerçevesini çizdiğimiz Avrupa merkezli
bu iktisadî sistem, hem uluslar arası
dengelere hem de uluslar arası siyasete doğrudan etki etmiştir. Bunun en
önemli sebebi, Avrupa fabrikalarının hammaddeye ve pazara olan ihtiyacının, normal ticarî yöntemler
yerine siyasî ve askerî müdahalelerle karşılanmaya çalışılmasıdır. Avrupalı üreticiler; temsilciler
1 Pierre Renouvin, 1. Dünya Savaşı ve Türkiye (1914-1918), Örgün Yayınevi, İstanbul, 2004, s.13
2 Eric Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, Dost
Kitabevi, Ankara, 2008,
s.73
3 Renouvin, a.g.e., s.137
4 Hagen Schulze,
Avrupa’da Ulus ve Devlet,
Çev: Timuçin Binder,
Literatür Yayınları, İstanbul, 2005, s.142-143
göndermek, mağaza ve depolar açmakla yetinmek yerine, iktisadî çıkarları
için elverişli görünen dünya bölgelerinde kendileri için kolaylıklar
sağlanmasını istiyorlardı ve elbette bu da, doğrudan doğruya siyasetin ilgi
alanına giriyordu.5
Bu şartlar altında, 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinde
uluslar arası siyaset, Avrupa’nın beş büyük gücü tarafından
şekillendiriliyordu: İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya. Dünya
barışının korunması ve diğer küçük devletlerin durumu, doğrudan doğruya bu
Avrupalı devletler arasındaki güç dengesine bağlıydı.6 Şüphesiz, Osmanlı ve İran devletlerinin
içinde bulundukları siyasî, iktisadî ve askerî pozisyonlar, dünyadaki bu güç
dengesinin tesirinden âzâde değildi. Bilâkis her iki devlet de, bu durumdan
ziyadesiyle etkileniyordu.7
19.
yüzyılın
bu güç dengesi içinde İngiltere, uluslar arası siyaseti domine eden devlet
olarak karşımıza çıkmaktadır. İngiltere, dünyada sanayi
5 Renouvin, a.g.e., s.13
6 William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev. Petek Demir,
Mozaik Yayınları, İstanbul, 2003,
s. VIII
7 Mustafa Zeki Paşa’nın (1849-1914) oğlu ve eski bir diplomat olan Sedat
Zeki’nin konu hakkındaki şu
değerlendirmeleri hayli ilgi çekicidir: “19. yüzyılda Avrupa, mukayese kabul
etmez bir üstünlükle dünyaya hâkim olurken, artık dünyanın neresinde olursa
olsun belli başlı her mesele Avrupa hariciyecilerinin ilgi alanına giriyordu.
Artık dünyanın küçük büyük her türlü siyasî meselesi Avrupa’nın menfaatleri
çerçevesi içinde ya diplomatların masalarında yahut savaş meydanlarında bir neticeye
bağlanıyordu. (…) Avrupa’nın dünyayı paylaşma yolunda karşısına çıkan iki engel
vardır: Monroe Doktrini ve Rusya. Avrupa’nın taşkın güçlerinin Amerika kıtasına
girmelerini engelleyen Monroe Doktrini’dir. Tabiî bu doktrinin sağladığı
başarının arkasında İngiliz donanmasının olduğunu da unutmamak gerekir. (…)
Rusya, her ne kadar Avrupa’nın bir parçasıymış gibi görünse de, esasta bu görüntü aldatıcıdır. Zira Rusya, Avrupa
için hiçbir zaman güvenilir ve iyi niyetli bir devlet olamamıştır. Bunun pek
çok sebebi var: Rusya Ortodoks’tur, mutlakiyetçidir, geç ve yavaş
sanayileşmiştir... Ama herşeyden önemlisi Rusya’nın yayılma stratejisidir.
Diğer devletler için hedef, ticarî pazarlar elde etmektir. Rusya ise toprak ve
nüfus peşinde koşar. (…) Rusya’yla hemhudut olan dört devlet; Osmanlı, İran,
Afganistan ve Çin, 19. ve 20. yüzyıllarda ayakta kalabilmişler, Avrupa’nın
sömürgesi olmaktan kurtulabilmişlerdi. Bunun böyle oluşunun en mühim amili
Rusya’ydı. Tabiî ki Rusya, Amerika Birleşik Devletleri’nin Monroe Doktrini’yle
Latin Amerika devletlerine yaptığı gibi bu dört devleti Avrupa sömürüsüne karşı
koruma altına almamıştır. Rusya’nın isteği, mümkünse bu ülkeleri bir bütün
olarak ele geçirebilmek, değilse her birinden birer aslan payı kapabilmektir.
İşte Rusya’nın bu tavrıdır ki, Avrupa diplomasisine bir “tamamiyet-i mülkiye”
düsturu kazandıracaktır. Avrupa bir yandan adını verdiğimiz bu dört devletin
‘tamamiyet-i mülkiye’sini garanti altına alır,
diğer taraftan aynı devletlere iktisadî kanallarla hücuma başlar.” Cemil
Meriç, Kırk Ambar, II. Cilt,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s.119 vd.
inkılâbını gerçekleştiren ilk ülke olması ve sahip bulunduğu güçlü
donanması sayesinde son derece üstün bir konuma yükselmiştir. Bu üstünlük,
sömürgeler elde etme yarışında İngiltere’nin öne çıkmasını sağlamıştır. Nitekim
uluslar arası denge, İngiltere’nin, sahip olduğu bu hâkim pozisyonu koruma
çabasının bir mahsûlü olarak ortaya çıkmıştır.*
İngiltere için uluslar arası güç dengesinin kendi
lehine devamını sağlamak, geleneksel bir dış politika hâline gelmiştir.
Bilhassa Napolyon’un Mısır’ı işgâl etme girişimiyle çerçevesi oluşan bu
geleneksel politikanın merkezinde, İngiltere için son derece hayatî bir öneme
sahip olan Hindistan vardır. İngiltere için esas, İmparatorluk Yolu olarak
adlandırılan Hindistan yolunun her zaman açık ve güvende tutulmasını
sağlamaktır.8
Geleneksel bir politikası ve tarihî hedefleri olan
tek büyük güç İngiltere değildir elbette. Rusya, Büyük (Deli) Petro’dan
itibaren sıcak denizlere inmek gibi geleneksel bir emele sahipti. Aynı şekilde Fransa da sömürge elde etme
konusunda İngiltere ile mücadele hâlindeydi. Kuşku yok ki bu politikaların
ortaya çıkardığı gerilimler, tezimizin konusunu oluşturan Osmanlı ve İran
devletlerini –ve elbette bunların arasındaki ilişkileri- doğrudan etkileyen bir
unsur olmuştur. Zira her iki devlet de, yayıldıkları coğrafya itibariyle, söz
konusu devletlerin ve siyasetlerin mücadele sahası konumundadır.
Osmanlı ve İran devletlerinin sahip oldukları coğrafî
konum, büyük güçlerin çıkarlarının kesiştiği bir noktadadır. Bu durum her iki
devlete de, tek bir büyük gücün baskısını hisseden ülkelerin sahip olmadığı bir
esneklik ve avantaj sağlamıştır. Bununla birlikte aynı coğrafî konum, her iki
devletin, büyük güçler arasında yaşanan mücadelelerden her zaman uzak
* Burada
bir güç dengesinden bahsederken,
sınırları ve esasları muayyen bir anlaşmanın var olduğunu iddia
etmiyoruz. Elbette bu denge, kendi
içinde mücadele ve çatışmaları da barındırmaktadır.
William Hale’nin de yukarıda adı geçen eserinde (s.VIII) belirttiği gibi, büyük
güçlerden biri, daha güçsüz bir kuvveti ele geçirmeye çalıştığında, dengenin
kendi aleyhlerine bozulmasını istemeyen diğer büyük güçler, saldırgana karşı
derhal harekete geçmektedir. Denge, politik prensipleri asgarî düzeyde belirlenmiş
olan kısa süreli anlaşmalarla oluşmaktadır.
8 Bu konuda teferruatlı bilgi için bkz: Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2003; Durdu Mehmet Burak, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk- İngiliz İlişkileri, Babil Yayınları,
Ankara, 2004
duramamasına da sebep olmaktadır.9 Napolyon’un Mısır’ı ele
geçirme teşebbüsü, buna karşı İngiltere ve Rusya’nın meseleye müdahil oluşu bu
duruma iyi bir örnektir. Rusya’nın Kafkasya ve Azerbaycan’ı ele geçirmeye
çalışması karşısında, İngiltere’nin
İran’a destek vermesi de bu cümledendir.10
Avrupa devletleri arasında var olan bu güç dengesi
için 1871 yılı derin bir tarihsel uçurumdur. Zira bu tarihte, Avrupa’nın denge
ve kontrol sistemine iki yabancı büyük güç dâhil olmuştur: Almanya ve İtalya.
Bilhassa merkezî Avrupa’da büyük bir güç olarak Almanya’nın ortaya çıkışı,
doğuda Rusya, batıda İngiltere ve Fransa tarafından ciddi bir tehdit olarak
telâkkî edilmiş ve kesin bir tepkiyle karşılanmıştır.11 Kâzım
Karabekir’in dediği gibi; siyasetin, yıllar içinde tecelli eden garip
cilveleri, 1854’te ortada bir Alman tehlikesi yokken büyük devletleri, Akdeniz’e inmesinden korkulan Rusya’ya
karşı Kırım Savaşı'nda Osmanlı
Devleti’nin yanında birleştirmişken; 1871’de Almanya’nın
birliğini tamamlayıp güçlü bir biçimde ortaya çıkışından ve Avusturya ile ittifak
etmesinden sonra aynı büyük güçler, 1877’de Osmanlı Devleti’ni Rusya karşısında
yalnız bırakmışlar ve Almanya’nın yoluna barikat koymak için Balkan hükümetlerinin
teşkil edilmesine müsaade etmişlerdir.12
Gerçekten de Almanya, bir taraftan yeni teknolojilere
dayanan sınaî üretim kapasitesiyle,
diğer taraftan sahip olduğu askerî güçle Avrupa’nın eski dengeleri için çok
ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Zaten Almanya’nın birliğini tamamlaması
Fransa’ya karşı verdiği askerî mücadele sonucunda olmuştur. Dolayısıyla
Almanya, daha başlangıçta Fransa aleyhine ve Fransa’ya rağmen bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Almanya, doğuda da Rusya
aleyhine güç dengesini bozmuştur. Zira Almanya-Avusturya ittifakı, Balkanlar
üzerindeki mücadelede Rusya’nın elini zayıflatmıştır. Almanya’nın ortaya
çıkmasıyla oluşan rekabet ise, İngiltere için dış ticaret konusunda olumsuz
neticeler doğurmuştur. Almanya’nın yeni teknolojilerle ürettiği sanayi
ürünleri,
9 Hale, a.g.e.,
s.XIV
10 Kafkasya ve Azerbaycan üzerindeki İngiltere
bağlantılı Rusya-İran-Osmanlı mücadelesi için bkz: Mustafa Aydın, Üç Büyük Gücün Çatışma Alanı Kafkaslar, Gökkubbe
Yayınları, İstanbul, 2005
11 Schulze, a.g.e., s.227
12 Kâzım Karabekir, Birinci Cihan
Harbi’ne Neden Girdik,
Emre Yayınları, İstanbul, 1995, s.72
sunulan çeşitlilik ve ödeme kolaylıkları sayesinde bütün dünyada
İngiliz mallarıyla rekabet eder hâle gelmiştir.13
Bütün bu gelişmeler hızlı bir kutuplaşmayla Cihan
Harbi’ne giden yolu açmıştır. Bu arada zikretmemiz gereken önemli olaylardan
biri de, Avrupa politikasını doğrudan etkileyen Rus-Japon Savaşı’dır. Bilindiği
üzere Rusya, 1854-1856 Kırım Savaşı’nda aldığı yenilginin ardından yeni
faaliyet alanı olarak Asya ve Uzak Doğu’ya yönelmişti. Ancak burada da
İngiltere’yi karşısında bulmuş ve istediği başarıları temin edememişti. 1905’te
aldığı Japonya yenilgisi, Rusya’nın tekrar geleneksel faaliyet alanı olan
Avrupa ve Boğazlara dönmesine sebep olmuştur. Bu bölgede ise Almanya’nın
oluşturduğu tehdit, Rusya’yla İngiltere’nin 1907 yılında anlaşmaları sonucunu doğuracaktır.14
1907 İngiliz-Rus antlaşması, İtilâf
blokunun oluşmasını sağlarken, aynı zamanda Osmanlı ve İran devletlerinin mukadderâtını da
doğrudan etkilemiştir. Zira bu antlaşma ile İran; İngiltere ve Rusya tarafından
nüfuz bölgelerine ayrılmıştır.15 Bu antlaşmaya göre İran’ın kuzeyi
Rus, güneyi İngiliz nüfuz bölgesi
olarak kabul edilmiştir. Aslına bakılırsa, İran’ın nüfuz bölgelerine ayrılması
konusundaki bu İngiliz-Rus antlaşması, Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerinde
gittikçe artan kontrolüne ve İran’a sızma teşebbüslerine karşı gösterilen bir
tepkidir.16 Bu yüzdendir ki, Almanya- Osmanlı ilişkileri için ayrı
bir parantez açmakta yarar vardır.
Almanya'nın millî birliğini geç tamamlaması, bu
devletin sömürge faaliyetlerinde Fransa, Rusya ve bilhassa İngiltere'nin
gerisinde kalması sonucunu doğurmuştur. Bu dezavantaj, Almanya'nın farklı bir
yayılma stratejisi izlemesine sebep olmuştur. Dünyanın uzak bölgelerinde
geleneksel
13 Renouvin, a.g.e., s.161
14 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi,
Alkım Yayınevi, 14. Baskı, s.95-96
15 Karabekir, a.g.e., s.126;
İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Alman Nüfuzu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.24; Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s.108
16 W.E.D. Allen, Paul Muratoff, 1828-1921 Türk Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi,
Genelkurmay Basımevi, Ankara,
1966, s.213
sömürgeci devletlerle başa çıkamayan Almanya, kendisine faaliyet alanı
olarak Ortadoğu'yu seçmiştir. Almanya, diğer büyük güçlerin tamamen kontrol altına alamadığı bu bölgeye,
Osmanlı ülkesinden geçireceği demiryolu
marifetiyle ulaşmayı hedeflemektedir. Almanya, bu hedefe ulaşabilmek için
Osmanlı Devleti'ni pek çok açıdan nüfuzu altına almaya çalışmış ve bu konuda da
belli bir başarı sağlamıştır.17 Zira Almanya'nın varlığı, Osmanlı
Devleti açısından uluslararası ilişkilerin denge unsuru olarak görülmüştür.
Nitekim Osmanlı'nın Harb-i Umûmî'ye girişi de, bu uluslararası dengenin
korunması kaygısıyla yakından ilişkilidir. Devleti idare edenler, muhtemel bir
Alman mağlûbiyetiyle bu dengenin bozulabileceğinden ve Osmanlı'nın İngiltere ve
bilhassa Rusya karşısında yalnız kalabileceğinden korkmaktadırlar.18
Bu kaygılar ve Almanya'nın savaşı kazanacağına dair ümitler, Osmanlı Devleti'ni
Birinci Dünya Savaşı'na sürüklemiştir.
Genel çerçevesini bu şekilde çizebileceğimiz dönemin
konjonktürü içinde, şimdi de Osmanlı ve İran ilişkilerinin nasıl bir düzleme
oturduğunu ele alarak konuyu bağlayabiliriz. Larcher, kitabının Harb-i Umûmî'de
İran harekâtına yönelik faslını açarken; bîtaraf, ulaşılması zor ve kaynakları
orta derecede olan İran'ın, muharip devletler arasında askerî olmaktan çok
siyasî mücadelelere sahne olduğunu belirtir. İştirak eden kuvvetlerin
mevcudunun az, muharebelerin nadir ve az kanlı, neticenin ise hemen daima menfî
olduğunu belirten Larcher; İran üzerindeki mücadeleleri şu şâirane satırlarla özetlemektedir:
"...
Zaman zaman Almanlar İskender-i Kebir'in izi üzerinden İran'ı dolaşmış, Ruslar Asyaî imparatorluklarından cenûba taşmış,
İngilizler evvel
17 Almanya'nın Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz oluşturabilmek için
giriştiği faaliyetler hakkında etraflı
malûmat için bkz: İlber Ortaylı, a.g.e.
18 Osmanlı idarecileri, devletin savaş hâricinde kalamayacağı konusunda
tam bir ittifak hâlindedirler. Bu duruma işaret eder mâlumat için bkz: Cemal
Paşa, Hatıralar, Haz. Alpay
Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul, 2006, s.120 vd.; Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, I. Cilt, Emre
Yayınları, İstanbul, 1993, s.23. Konu hakkında Mustafa Kemal'in mütalaaları
için bkz: Vahdet Keleşyılmaz, Teşkilât-ı
Mahsûsa’nın Hindistan Misyonu (1914-1918), Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara, 1999, s.32 vd.
emirde Hint sahrasını
tevsi' ve bilâhare şark-ı karîbde
çarlara halef olmak için İran'ı kat etmişlerdi. İran, hassaten Osmanlı
ittihâd-ı İslâmcılığının Asya müslümanlarını cihad-ı mukaddese sürüklemek için
geçmeye teşebbüs ettiği bir köprü ve Türk-Tatar kitleleriyle iltisak peyda
etmek için yürümeye gayret ettiği bir yol olmuştur."19
Larcher'in ortaya koyduğu bu ifadeler, hakikati tam
anlamıyla yansıtır niteliktedir. Gerçekten de İran, Harb-i Umûmî yıllarında,
üzerinde büyük siyasî mücadelelerin
verildiği bir devlet olarak karşımıza
çıkmaktadır. Öyle ki, bu coğrafya üzerindeki menfaat hesapları, çoğu kez
müttefik devletleri dahi karşı karşıya getirmiştir. Bu uğurda İran'daki çeşitli
kişi ve gruplar üzerinden, adeta bir satranç tahtasındaki hamleler misali,
siyasî manevralar yapılmıştır. İşte bu çalışma ile ortaya konulmaya gayret
edilecek olan ana mesele, İran devletinin etkisiz kaldığı bu coğrafyada,
muharip güçlerin aldığı askerî ve siyasî pozisyonlar olacaktır. Elbette bu
kapsam dâhilinde olmak üzere, iki müttefik devlet olan Osmanlı ve Almanya'nın,
İran siyasetinde nasıl karşı karşıya kaldıkları da yeri geldikçe vurgulanacak
bir diğer ana konu olacaktır.
19 M. Larcher,
Büyük Harpte Türk Harbi,
II. Cilt, Çev. Mehmet Nihat,
Matbaa-i Askeriye, İstanbul, 1927, s.404
9
BİRİNCİ BÖLÜM
9 |
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI BAŞLARINDA İRAN’IN DURUMU VE OSMANLI-İRAN İLİŞKİLERİNİ ŞEKİLLENDİREN
TEMEL YAKLAŞIMLAR
Birinci Dünya Savaşı’nın temel sebebinin hammadde ve
pazar paylaşımı olduğunu yukarıda vurgulamaya çalıştık. Dolayısıyla bu büyük
savaşta cephe tutan devletler için en önemli dinamiğin, iktisadî kaygıların
biçimlendirdiği siyasetler olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı ve İran devletleri ise ne hammaddeye ihtiyaç duyan büyük
birer sanayiye sahiptir ne de üretim fazlası mallarını ihraç edebilecek
pazarlar aramaktadır. Dolayısıyla bu iki devletin, savaşın sahipleri değil,
mağdurları ya da en azından ikinci derecede aktörleri olduğunu
rahatlıkla iddia edebiliriz. Şu hâlde Birinci Dünya Savaşı içinde Osmanlı-İran
ilişkilerinin aldığı şekli irdelerken, önce tarafsızlığını ilân eden İran’ın
durumunu, sonra da büyük güçlerin sahip olduğu stratejilerin bu ilişki
üzerindeki etkilerini ele almamız gerekir.
1.1- İran’ın Durumu
1.1-1) Siyasî Durum
İran’ın siyasî durumu iki bağlamda ele alınmalıdır.
Birincisi İran’ın uluslararası siyaset arenasındaki durumudur, ikincisi ise
İran’ın dâhilî siyasetidir.
İran, 19. yüzyılın başından itibaren Batı nüfuzu
altına girmeye başlamıştır. Orta Asya ve Kafkaslar’a doğru yayılan Rusya,
İran’ı iki kez mağlup etmiş ve 1813’te Gülistan, 1828’de Türkmençay
antlaşmalarını kabule zorlamıştır.
Aynı şekilde 18. yüzyıldan beri Basra Körfezi’yle ilgilenen İngilizler,
Herat’tan vazgeçmeleri için Kaçarlar’a baskı yapmışlar ve 1857’de Paris Antlaşması’nı dayatmışlardır. Söz konusu antlaşmalar, her iki devleti
İran’a komşu yapmıştır.20 Bu dönemde İran, resmen sömürge
yapılarak işgâl edilmiş değildir; ancak Basra Körfezi’ne ulaşmayı hedefleyen
Rus sömürgeciliği ile İngilizler’in Hindistan’daki çıkarlarını korumaya çalışan
emperyalist stratejisi, bu ülkeyi bir tampon devlet hâline getirmiştir.21
Bu kritik konum, İngiltere ve Rusya’nın, İran’ın iç işlerine devamlı müdahale etmelerine sebep olmuştur. Öyle ki,
kurulan hükümetlerden devletin idare şekline kadar hemen her dâhilî mesele, bu
iki devlet arasındaki mücadelenin bir mahsûlü olarak ortaya çıkmıştır. Bu da
gösteriyor ki, İran’daki iç siyaset, uluslararası siyasetten bağımsız bir
biçimde ele alınıp değerlendirilemez. İran’daki meşrutî hareketler, bu duruma
iyi bir örnek olarak ele alınabilir.
İran, 19. yüzyılı Kaçar hanedanının idaresi altında
geçirmiştir. Şevket Süreyya Aydemir’in “monarşik anarşi”22 olarak
tanımladığı bu idare, Avrupalılar için “Doğu despotizmi”ni ifade ediyordu.
Teorik olarak idare, vergilendirme ve yargılama araçları tamamen şahın tekeli
altındaydı. Bütün atamalar, terfiler ve tenzil-i rütbeler şah tarafından karar
verilen konulardı. Fakat bu, pratikte karşılığı olmayan bir despotizmdi. Zira
İran, düzenli bir bürokrasiden ve ordudan mahrumdu. Dolayısıyla şah, iktidarını aşiret reisleri, dinî liderler,
toprak sahipleri ve tüccarlarla paylaşmak zorundaydı.23
İran’a hâkim olan bu Kaçar monarşisi, 20. yüzyılın
başındaki meşrutiyet hareketleriyle sarsılmıştır. Muzafferüddin Şah, toplumun
farklı kesimlerinden gelen grupların meşrutiyet taleplerini, 1906 yılında,
hasta yatağında kabul etmek zorunda kalmıştır. Muzafferüddin’den sonra tahta
geçen Muhammed Ali Şah ise, Rus Kazakları marifetiyle meşrutiyet taraftarlarını
bastırıp meşrutî idareyi kaldırmıştır. Bundan sonra İran’da iki sene boyunca
devam edecek bir mücadele başlamıştır. 1909 yılına gelindiğinde, Bahtiyarîler Tahran’ı ele geçirmiş, Muhammed Ali Şah’ı firara
20 Ervand Abrahamian, Modern İran Tarihi, Çev: Dilek Şendil, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.50
21 Yalçın Sarıkaya,
Tarihî ve Jeopolitik Boyutlarıyla İran’da Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2008, s.36
22 Şevket Süreyya
Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya
Enver Paşa, III. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s.187
23 Abrahamian, a.g.e., s.12; Aydemir, a.g.e. s.188
mecbur etmiş ve Ahmet Şah’ın tahta geçmesini ve meşrutiyetin tekrar ilân
edilmesini sağlamışlardır.24 Burada hemen şu kritik soruyu sormamız
gerekiyor: İran’da yaşanan bütün bu siyasî hareketler, tamamen toplumsal
dinamiklerin şekillendirdiği gelişmeler miydi?
Bizce İran’da yaşanan bu siyasî hareketler elbette bir
toplumsal kaynağa dayanıyordu; ancak şüphesizdir ki bu hareketlerin seyri,
büyük ölçüde uluslararası ilişkiler ve dengeler tarafından belirleniyordu.
Mutlakiyetçi Rusya, meşrutiyet talepleri karşısında şahı destekliyordu. Nitekim
yukarıda da belirtildiği gibi Kazak
Tugayları vasıtasıyla şaha destek vererek meşrutiyetin 1907’de kaldırılmasını
sağlamıştır. İngiltere ise yarı reformist bir politika izliyordu. 1909 yılında
Tahran’ı ele geçirip meşrutiyetin tekrar ilânını sağlayan Bahtiyarîler, İngilizlerle işbirliği içindeydi.25 İran'ın bu dönemde nasıl bir baskı altında olduğu,
aslında bizatihî şahın sözlerinden anlaşılabilmektedir. Rafael Blaga'nın aktardığına göre26 Nasireddin Şah şöyle demiştir: "Ülkenin kuzeyine
gitmek istiyorum, İngiltere sefiri karşı çıkıyor, güneyine gitmek istiyorum,
Rusya sefiri karşı çıkıyor... Kahrolsun böyle ülke ki şahı, ülkesinin kuzeyine ve güneyine gidemiyor..."
İran’daki bu karmaşık siyasî atmosfer Birinci Dünya
Savaşı boyunca da devam etmiştir.
İran, savaşın hemen başında tarafsızlığını ilân etmiş olmasına rağmen adeta bir
harp meydanı olmaktan kurtulamamıştır. Muharip güçlerin İran coğrafyasındaki
siyasî ve askerî çekişmeleri, İran’daki kargaşanın en önemli sebebi olmuştur.
İran’da hükümet, savaş boyunca tarafların askerî başarılarına ve siyasî
baskılarına göre sürekli el değiştirmiştir.27
24 Mehmed Kenan, Büyük Harpte İran
Cephesi, I. Cilt, Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliği, Ankara, 1928, s.40
25 Ortaylı, a.g.e., s.23-24
26 Rafael Blaga,
İran Halkları El Kitabı,
Yayınevi ve Yeri Yok, 1997,
s.21
27 Touraj Atabaki, “Başkasını Reddederek Kendini Yenilemek:
Pan-Türkçülük ve İran
Milliyetçiliği”, Orta Asya ve İslâm
Dünyasında Kimlik Politikaları, Derleyenler: William Van Schendel, Erik J.
Zürcher, Çev. Selda Somuncuoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s.91-92.
İran’daki nüfuz mücadeleleri hakkında daha fazla bilgi için bkz: Barış Metin, “Birinci Dünya Savaşı’nda İran Coğrafyasında
Etnik, Dinî ve Siyasî Nüfuz Mücadeleleri”, Basılmamış Doktara Tezi
1.1-2) Toplumsal
ve Ekonomik Durum
Bilindiği üzere Şiîlik, bilhassa Safevîler devrinden
itibaren İran’ın sosyal yapısına etki
eden en önemli dinamiktir. Nitekim bu mezhep, İran için adeta millî bir hüviyet
niteliğindedir.28 Şiîliğin sahip olduğu bu yapıya rağmen İran’da
“mütecanis ve mütesânid” bir toplumdan bahsedilemez. Zira İran, Safevîler
döneminden beri aşiretlere dayanan bir idarî örgütlenme içindedir ve bu durumda 20. yüzyılın ortalarına
kadar İran toplumunu tanımlayabilecek en iyi kavram kabilevîliktir.29
1796 yılında idareyi ele alan Kaçar hanedanının,
Safevîler devrinden beri süregelen feodal devlet yapısından merkezî devlete
doğru bir geçişi temsil ettiği söylenebilir. Ancak idarî ve sosyal yapılanma
göz önüne alındığında, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İran hâlâ feodal bir
ülkedir.30 Bu dönemde İran’ın nüfusu hakkında kaynaklarda muhtelif
rakamlar verilmektedir. Blaga’ya göre 10 milyondan fazla olan nüfus31,
Abrahamian’a göre32 12 milyonun altındaydı, Larcher ise bu konuda 9
milyon rakamını veriyor.33 Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu askerî
ve istihbarî raporlara göre İran’ın nüfusu 9 milyondu.34 Mehmed Kenan ise bu konuda 13 milyon
rakamını vermektedir. Bunun %40-45’i Acem, %35-40’ı Türk, %15’i Kürt ve Lor,
%4’ü Arap, %1’i Ermeni, Nasturî ve Yahudi’dir.35
İran’da mevcut olan bu etnik kimlikler de kendi
içlerinde aşiretlere ayrılıyordu. Savaş yıllarında muharip kuvvetlerin
kullanmak istedikleri bu aşiretler hakkında teferruatlı istihbarat bilgileri mevcuttur. Almanlar tarafından
28 Saray, a.g.e.,
s.98
29 Sarıkaya, a.g.e., s.36 vd.
30 Gülara Yenisey,
İran’da Etnopolitik Hareketler 1922-2004, Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2008, s.92-93
31 Blaga, a.g.e., s.29
(1899'da 9,9 milyon,
1929'da 12,42 milyon)
32 Abrahamian, a.g.e., s.2
33 Larcher, a.g.e., II.
Cilt, s.406
34 İran Ordusu Hakkında Muhtasar Risale, Karargâh-ı Umûmî İstihbarat Şubesi, 1331 (Kitabın sayfaları
numaralandırılmamıştır.)
35 Kenan, a.g.e., s.38
hazırlanmış olan bu raporlardan biri, İran’daki aşiretlerin isimleri,
yaşadıkları bölgeler, silahları ve savaş kabiliyetleri hakkında etraflıca
mâlûmat vermektedir.36
Nüfusun yüzde 60’ının köylü, yüzde 25-30’unun göçebe,
yüzde 15’ten azının ise şehirli olduğu İran’da, etnik kimliklerin çeşitliliğine
ek olarak farklı dil ve lehçelerin
kullanıldığını görüyoruz. Ülkede Farsça’yı anlayabilenler, nüfusun yarısından
azdır. Nüfusun geri kalanı ise Kürtçe, Arapça, Gilakî, Mazenderanî, Beluçi ve
Lurî gibi diller konuşur.37 Şüphesiz, İran’daki bu parçalı yapı
ülkenin sahip olduğu coğrafyayla yakından ilgilidir. Zira İran, dağ
silsileleri, merkezinde yer alan çöl ve taşımacılığa izin vermeyen akarsularla
ayrılan bir coğrafyaya sahiptir. Buna, kötü ulaşım ve iletişim imkânları da
eklendiğinde, birbiriyle çok az bağlantısı olan bölgeler ve parçalı bir nüfus
yapısı ortaya çıkmıştır.38
İran’ın toplumsal yapısından söz ederken Şiî din
adamlarından da bahsetmemiz gerekir. Safevî şahları, Şiî inancında var olan
saklı imamın temsilcileri olarak kabul edilmiş olduklarından hem dinî hem de siyasî
lider konumundaydılar. Kaçar hanedanıyla birlikte şahlar sadece dünyevî
liderliği ele aldığında, saklı imam adına içtihat hakkı Şiî ulemaya geçmiştir.
18. yüzyılın sonlarında ancak üç-dört olan müçtehit sayısı, daha sonraki
dönemde artmıştır. Şiîlikte var olan iki ilke –bütün Şiîlerin bir müçtehide
bağlanması ve yaşayan müçtehitlerin kararlarının mevcut bütün kararlara tercih
edilmesi ilkeleri-, Şiî ulemânın hem toplumsal konumlarını yükseltmiş hem de siyasî nüfuzlarını genişletmiştir.39
Bu bağlamda Şiî ulemanın İran’ın toplumsal ve siyasî
yapısında sahip olduğu
ağırlık, 1891 yılındaki tütün
36 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Fon Kodu: Hariciye
Nezareti Siyasî Kısım, Dosya No: 2338, Gömlek No: 58. Almanca olarak düzenlenmiş olan bu belge
Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi’nde Klasör:250,
Dosya: 1040, Fihrist: 14 kaydıyla bulunmakta olup, söz konusu belgenin içeriğiyle ilgili teferruatlı bilgi için Barış
Metin’in adı geçen tezinin 8. sayfasına bakılabilir. (Tezin bundan sonraki
kısmında Başbakanlık Osmanlı Arşivi: BOA,
Hariciye Nezareti Siyasî Kısım: HR.SYS. Dosya
No: D, Gömlek No: G olarak verilecektir.)
37 Abrahamian, a.g.e., s.2-3
38 Reza Gods’tan
nakille Gülara Yenisey,
a.g.e., s.99 ve Abrahamian, a.g.e., s.28
39 William Cleveland, Modern
Ortadoğu Tarihi, Çev: Mehmet
Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s.125
protestosunda ve 1906’daki meşrutiyet hareketlerinde oynadıkları rolle
açıkça ortaya çıkmaktadır.
İran’ın ekonomik durumuna gelince, ülke ekonomisinin
tarıma dayandığı konusunda şüphe yoktur. Ancak İran ekonomisinin bizim
açımızdan önemli olan özelliği 16. yüzyıldan
beri İngiltere ve Rusya kanalıyla Batı Avrupa ticaretine açılmış
olmasıdır. Basra Körfezi ve Anadolu’nun Osmanlı Devleti tarafından
kapatılmasının ardından İran, Rusya üzerinden Avrupa’yla olan ticaretini devam
ettirmiştir. Giriş kısmında ele aldığımız modern iktisadî sistemin gelişmesiyle
İngiltere ve Rusya, İran ticaretini tahakküm altına alan iki büyük güç olarak
karşımıza çıkmaktadır.40 İran bu devletler için iyi bir pazar, büyük
bir hammadde ve gıda ürünleri deposu, önemli bir yatırım alanıdır. Bu iki büyük
devletin İran’dan kopardıkları imtiyazları Abrahamian şöyle sıralamaktadır:
“Britanyalı
firmalar Karun nehrinde hem fibi tarama hem de deniz yollarını işletme hakkını;
güneyde yol ve telgraf hatları inşa etme ruhsatını; İsfahan, Buşir, Sultanabad
ve Tebriz’de halı dokuma fabrikalarına parasal destek verme; banknot basımında
tam yetkiye sahip Imperial Bank’ı kurma hakkını; hepsinden önemlisi de
güneybatıda petrol arama imtiyazını satın almışlardı. Böylelikle Anglo-Persian
Oil Company’nin kuruluşuna zemin oluşturan F’arcy İmtiyaz Antlaşması’na giden
yolun kapısı açılmış oluyordu. Diğer yandan Rus firmaları Hazar Denizi’nde
balık avlama; Enzeli’de gölün dibini tarama; kuzeyde petrol arama ve kendi
sınırlarını Tahran, Tebriz ve Meşhed’e bağlayacak yollarla telgraf hatlarını
inşa etme hakkını satın aldılar.”41
Görülüyor ki İran, siyasî ve askerî açılardan boyun
eğdiği büyük devletlerin ekonomik boyunduruğunu da kabul etmiş durumdadır.
40 Ortaylı, a.g.e., s.22
41 Abrahamian, a.g.e., s.53
1.1-3) Askerî Durum
Osmanlı genelkurmayı, İran ordusunun durumu, idaresi,
eğitimi, silahları, miktarı, kabiliyeti ve hatta kıyafetleri hakkında fevkalâde
tafsilatlı raporlara sahiptir.42 Bu raporlardan anlaşıldığına göre
resmî listelerde İran ordusunun miktarı, 50 bin kişilik ihtiyat kuvvetleriyle
birlikte 150 bindir.43 Bu ordunun büyük bölümü aşiret kuvvetlerinden
oluşmaktadır. Yine resmî kayıtlara göre bu ordunun bütçesi 2.500.000 Tümen
(27.850.000 Frank) idi. Ancak kâğıt üzerinde büyük bir güç olan bu orduya
gerçek hayatta tesadüf etmek mümkün değildi. Zira İran’da askerlik işlerini
tanzim eden muayyen bir kanun
yoktur. Hükümet asker toplama işiyle uğraşmaz, taburlar yerel düzeyde teşekkül
eder. Ordunun başında harbiye nazırı demek olan “sipahsalar” vardır. Ancak
harbiye nazırı sadece Tahran’daki askerî birlikler üzerinde nüfuz sahibidir.
Ordunun bir erkân-ı harp dairesi dahi yoktur.44
İran’da o dönemde kullanılan asker toplama usûlü,
hicrî 1288’de (m. 1871-1872) teessüs etmiştir. Buna göre her köy, kasaba,
nahiye vs. vergi karşılığında (senelik 100 Tümen=1 Nefer hesabıyla) kendi
askerini beslemektedir. Bu askerlerin toplanmasında ve sevkinde de sıkıntılar
vardır. Hükümet sadece bir taburun gideceği yeri ve zamanı bildirir. Askerler
toplandıktan sonra silah dağıtılır. Çok yüzeysel bir biçimde yapılan
yoklamalarda çoğu kez çocuklar ve ihtiyarlar da asker olarak sıraya girer.45
Ülkede düzenli sayılabilecek tek askerî birlik,
Rusların kurduğu ve doğrudan doğruya kumanda ettiği Kazak tugayıdır. 120.000
Tümen (1.336.000 Frank) bütçesi olan Kazak tugayının 1200 süvari, 250 yaya ve 300 topçu neferi vardır. Tabiî tugayın
sahip olduğu bu nefer sayısı muhtelif zamanlarda artmış ya da azalmış olabilir.
42 Karargâh-ı Umûmî İstihbarat Şubesi tarafından tertip edilen şu risale
ve kitaplar bu durumu ispat ediyor: İran
Ordusu Tarihçesi, Matbaa-i Askeriye, 1326; İran Ordusu Hakkında Muhtasar Risale,
Karargâh-ı Umûmî İstihbarat Şubesi, 1331; İran’a Dair Askerî Raporlar, I. ve II. Ciltler, İstanbul Matbaa-i
Askeriyesi, 1332
43 İran’a Dair Askerî Raporlar, Cilt 1, s.3
44 İran Ordusu Hakkında
Muhtasar Risale (Kitabın sayfaları numaralandırılmamıştır.)
45 İran Ordusu Tarihçesi, s.4-6
Ordu hakkında verilen bu bilgilere ek olarak, aynı
raporlarda İran’da askerî kabiliyete etki eden konular hakkında şunlar
kaydediliyor:
İran’daki yollar ve ulaşım: Arabalar için müsait en
muntazam şose, Enzeli-Reşt-Tahran ve buna bağlı olan Kazvin-Hemedan şoseleridir.
Arabaların geçişine müsait diğer şoseler
Tahran-Kirmanşah, Tahran-Meşhed,
Tahran-Tebriz ve Tahran-İsfahan arasındadır.
İran ordusunun kabiliyeti hakkında da şu bilgiler
verilmektedir: Piyade topçusu sadece belli yerlerde savunma için elverişlidir.
Aşiret süvarileri faal, cevval ve cesurdur. Bunlara karşı erzak ve mühimmat
kolları sağlam tutulmalıdır. İran’ın genelinde halk, son sistem toplardan
korkar. İran köy ve kasabaları çok fakir
ve erzaksızdır. Bu konuda tedbirli olunmalıdır. İş görür bir hastane yoktur.46
Verilen bu bilgiler, Osmanlı Devleti’nin, İran’a dair
askerî ve istihbarî raporları büyük bir titizlikle tuttuğunu gösteriyor. Ancak
İran hakkında hazırlanan raporların kimi zaman birbiriyle çelişen bilgiler
içerdiğini de görüyoruz. Meselâ raporlardan birinin47 ilk cümlesi
şöyledir: “Gayr-ı mütevazin bir kudret-i maliye ve seciye-i milliyede husûle gelen
tereddüt ve noksanlar, İran’da müstakil bir ordu teşkilatını müşkül bir
vaziyete ilka etmiştir.” Oysa Osmanlı Devleti’nin Tahran Ateşemiliteri
Fevzi Bey, 14 Eylül 1333 (1917) tarihinde İran hakkında hazırlamış olduğu
raporun ilgili kısmında İran
askerinden övgüyle bahsetmektedir. İranlıların askerlik mesleğine fevkalâde
yatkın olduğunu söyleyen ateşemiliter, şayet birkaç subay eğitim verirse,
muntazam bir İran ordusunun çıkarılabileceğini belirtmektedir.48 Bir
başka belgede49 ise İran’daki aşiret kuvvetlerinin ancak para
karşılığında toplanabildiği yazmaktadır. Üstelik bu askerler, bir çatışma
çıktığı anda harp sahasını terk etmektedir. Bu durum, Lord Curzon’un İran halkı
için yaptığı şu tespiti doğrular niteliktedir:
46 İran Ordusu Hakkında
Muhtasar Risale (Kitabın sayfaları numaralandırılmamıştır.)
47 İran’a Dair Askerî
Raporlar, I. Cilt, s.3
48 BOA, HR.SYS. D: 2340, G: 44
49 BOA, HR.SYS. D: 2337, G: 4
“İranlılar,
memleketleriyle müftehir ve İranîlerin milletlerin birincisi olduğuna kani
iseler de, oralarda vatanperverlik acınacak kadar az ve zayıftır. Memleketin istiklâlini teyit için kılıçlarını kınından çekeceklerin miktarı yüzde bir
nispetinde bile değildir.”50
Görülüyor ki İran’ın askerî kabiliyeti hakkında
birbiriyle tamamen zıt istihbaratlar verilmektedir. İlgili bölümlerde Osmanlı
ve Almanya’nın İran’a yönelik faaliyetlerini incelerken ele alacağımız “bir
İran ordusu teşkili” meselesini değerlendirirken, bu çelişkili raporları
derhatır etmek gerekecektir.
1.2- İran’ın Tarafsızlığı ve Savaş Stratejileri Açısından Önemi
1.2-1) İran’ın Tarafsızlık Politikası
Birinci Dünya Savaşı başladığında, İran’da meclis
kapatılmış bulunuyordu. İdare, İngiltere ve Rusya’nın yönlendirme ve baskıları
altındaki muhafazakâr bir kabinenin elindeydi. Ülkenin kuzeyi ve güneyi yabancı
güçlerin (Rusya ve İngiltere’nin) işgâli altındaydı.51 Bu şartlar
altında İran, savaşın hemen başında tarafsızlığını ilân etmişti.
Esasen İran’ın savaşta izleyeceği politika, hem İtilâf
hem de İttifak bloku için son derece önem arz ediyordu. İran’ın muharip güçler
açısından sahip olduğu önemi etraflıca değerlendireceğiz; ancak ondan önce,
İran devletinin yürüttüğü siyaseti ele almakta fayda vardır.
Giriş bölümünde durumunu açıklarken izah ettiğimiz
üzere İran, hem toplumsal hem de
siyasî açıdan parçalı ve zayıf bir yapıya sahiptir. Bu durum İran’da bir taraftan
hükümetin baskı altına alınıp yönlendirilmesine, diğer taraftan çeşitli
grupların kullanılmasına yol açmıştır. Hatta öyle ki, İran’ın savaşta
tarafsızlığını ilân etmesinin, büyük ölçüde İngiliz ve Rus tazyikinden
50 Lord Curzon’un
İran adlı kitabından nakille
Mehmed Kenan, a.g.e., I.
Cilt, s.25
51 Cleveland, a.g.e., s.165
kaynaklandığı da rahatça savunulabilir. Bu çerçevede İran, hiçbir surette savaşın tarafı olmadığını ısrarla
tekrar etmiştir.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Binlerce
yıllık devlet geleneğine sahip İran’da, bütün idareciler ve hükümetler, sadece
şahsî çıkarlarıyla mı hareket etmiştir; İran, büyük güçlere karşı hiçbir siyasî
manevra yapmamış mıdır?
27 Kanun-ı Sâni 1332 (8 Ocak 1917) tarihinde Tahran
Ateşemiliteri Fevzi Bey tarafından gönderilen telgrafta yer alan ifadeler,
İran’ın takip ettiği siyaset hakkında bazı fikirler vermektedir. Osmanlı ve
Almanya’ya yakın biri olan ve İran’da bu devletler eliyle teşkil edilmeye çalışılan
askerî kıtaların kumandanı sıfatını taşıyan eski Luristan valisi
Nizamüssaltana, Rusların İran'ın kuzeyini işgâl ve halka zulmettiğini,
İngilizlerin güneyde limanları ele geçirip Belucistan bölgesini istila ettiğini
ve bunlara karşı Osmanlıların hudutlarını müdafaa için İran topraklarına
girdiğini uzun uzadıya anlattıktan sonra; ileride bir sulh konferansı
toplandığında İran için şunları talep etmektedir: “İran toprağının ecnebi kuvvetlerinden derhal tahliyesini ve istiklâl-i siyasî ve iktisadîsinin tekrar
teşkil ve tesisini ve sulh muahedesini imza eden devletlerin İran memâlikinin
bundan böyle istiklâl-i siyasî ve iktisadîsine ve tamamiyet-i mülkiyesine
riayet etmesi...”52
Görülüyor ki İran için talep edilen en önemli şey,
devletin bütünlüğünün ve
bağımsızlığının sağlanmasıdır. İran hükümeti, bunu sağlayabilecek imkân ve
vasıtalardan mahrumdur. Şu hâlde yapılabilecek en makul şey, politik
manevralara başvurmak olacaktır. Nitekim XIII. Kolordu’nun İran harekâtından sonra
yaşanan bazı gelişmeler, bu duruma işaret eden numûneler göstermektedir.
7 Teşrîn-i Evvel 1916 tarihli telgrafta belirtildiğine göre İran’da, “ordu-yı hümâyûnun vürûdunda, hükümet-i
seniyye ile müzâkerata girişmek üzere bir kabine hazırlanmakta”dır. Bu hükümetin içinde yer alacak olan
52 BOA, HR.SYS. D: 2430, G: 24
Vüsûkuddevle'den, “görünüşte Rus, gerçekte Osmanlı taraftarı” olarak
bahsedilmektedir.53 Telgrafta belirtildiğine göre Vüsûkuddevle, Rus
ve İngiliz taleplerini görünüşte kabul ettiğini, ancak bunları elinden
geldiğince yerine getirmemeye çalıştığını beyan etmektedir.
Bu bilgiler bizi iki farklı yoruma götürebilir.
Birinci yorum, İran’daki hükümetlerin ve diğer siyasî grupların, tamamen
menfaate dayalı oynak bir siyaset takip ettiğidir. Bu yoruma göre güçlü olanın
her isteğinin kabul edildiği böyle
bir siyaset, dengelerin değişmesiyle birbirine tamamen zıt istikametlere sevkolunabilecektir.
Yapılabilecek ikinci yorum, İran’ın imkânsızlıklar
sebebiyle hiçbir irade ortaya koyamadığı, ancak güç dengelerinden faydalanarak
bir çıkış yolu aradığıdır. İran’da hiçbir siyasî grubun ya da kişinin, hiçbir
biçimde şahsî menfaat peşinde olmadığını iddia etmek elbette imkânsızdır;
dolayısıyla konunun bu boyutunu mahfuz tutarak ikinci yorumun daha makûl
olduğunu söyleyebiliriz. Zira İran coğrafyasındaki güç dengelerinde yaşanan her
değişiklik, kısa sürede hükümette de bir değişikliği beraberinde getirmiştir.
1.2-2) İran’ın
Savaş Stratejileri Açısından Önemi
İran’ın savaş stratejileri açısından önemini ele
alırken üç farklı cepheden –askerî, siyasî ve ekonomik- konuya yaklaşmak
gerekmektedir.
İran, Harb-i Umûmî’de askerî stratejiler açısından
fevkalâde büyük bir öneme sahiptir. İran’ın bu önemini kavrayabilmek için, harp
içindeki büyük savaş planlarını ortaya koymamız gerekir. Sıhhatli ve isabetli
bir değerlendirme için, İran cüzünü, büyük resmin içine yerleştirmek şarttır.
Bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ana cepheleri Avrupa’dadır. Bu çerçevede savaşın başlangıcında saldırı
inisiyatifi Almanya’nın elindedir. Alman savaş planlarının esası, doğu cephesinde Avusturya’nın yanında
53 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 98
Rusya’ya karşı en az kuvvetlerle savunma pozisyonunda kalıp, batı
cephesinde mümkün olan en azamî güçle Fransa üzerine saldırmak ve altı hafta
içinde Fransa’yı savaş dışı bırakmaktır. Fransa ise, İngiliz dış sefer
kuvvetleriyle desteklendiği hâlde Almanlara karşı savunma durumundadır.54
Rus genelkurmayı ise bütün planlarını batı
cephesindeki Alman tehlikesine göre yapmıştır. Buna göre 1880 senesinden
itibaren Rus ordusunun konuşu yeniden düzenlenmiştir. Sulh zamanındaki bütün
barış tesisleri tamamen batı cephesine taşınmıştır. Kafkasya’da, ikişer piyade
tümeninden müteşekkil iki kolordu bırakılmış, geri kalan bütün birlikler batı
cephesine yığılmıştır.55 Bu da gösteriyor ki Rusya için savaşın
ağırlık noktası batı cephesidir. Ortadoğu’da taarruz inisiyatifine sahip tek
İtilâf üyesi devlet ise İngiltere’dir.56
Bu tablo bize, merkezî devletlerin iç hatlardan
yararlanarak bir cepheden diğerine kuvvet sevki yapabilecek kabiliyette
olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla merkezî devletler stratejiye ve inisiyatife
sahip bir mevkîdedir. İtilâf
devletleri için böyle bir stratejik avantaj söz konusu olmadığı gibi, Rusya’yla
da aralarında bir kopukluk vardır.57 İşte Osmanlı ve İran
devletlerinin askerî açıdan sahip oldukları ehemmiyet bu noktada daha da
belirgin hâle gelmektedir.
Harbin hemen başlangıcında, merkezî devletlerin sahip
olduğu iç hat üstünlüğü ve İtilâf devletlerinin bağlantı hatlarındaki kopukluk,
Boğazları fevkalâde önemli bir hâle getirmiştir.58 Doğu cephesini
daha da önemli hâle getirecek olan olay ise, Almanların Marne’da aldığı mağlûbiyettir.59 Bu
54 Renouvin, a.g.e., s.267-268
55 Allen, Muratoff, a.g.e., s.209
56 Allen, Muratoff, a.g.e., s.356
57 Karabekir, a.g.e., s.80
58 Birinci Dünya Savaşı içinde Boğazların sahip olduğu stratejik önem ve
doğu cephesindeki savaş planları için bkz: Fevzi Çakmak, Büyük Harpte Şark Cephesi Hareketleri, Genelkurmay Matbaası, Ankara, 1936
59 Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi
oldukça tartışmalı bir konudur. Biz bu tartışma üzerinde durmayacağız. Ancak
Osmanlı Devleti’nin adetâ bir tertiple (Goben ve Breslau’nın Karadeniz’deki
faaliyetleri) savaşın içine
çekilmesiyle, Almanların Marne’da aldığı bu mağlûbiyet arasındaki önemli bağlantıya işaret etmeliyiz. Bu konu hakkında daha fazla bilgi için bkz:
mağlûbiyet, savaşın Alman planlarına göre sürmeyeceğini ve uzayacağını
göstermiştir. Bu durumda Almanlar, batı cephesindeki tıkanıklığı gidermek için
doğu cephesinde Osmanlı ve İran’ı kullanmak istemiştir.60 Almanların
bu isteğine uygun olarak İran’ın savaşa girmesi, Ortadoğu’da İngilizleri,
Kafkas cephesinde de Rusları son derece müşkül bir vaziyette bırakacaktır.
İtilâf devletleri için ise İran, hem böyle bir ihtimâlin gerçekleşmemesi hem de
Osmanlı’ya karşı yapılacak askerî harekâtlarda bir üs olarak kullanılabilmesi
hasebiyle önemlidir. Bu önem dolayısıyla her bir muharip
devlet farklı etnik ve
dinî grupları yanlarına çekmek için çaba harcamışlardır. Bu da İran’da kanlı
çatışmaların yaşanmasına yol açmıştır.61
İran’ın siyasî açıdan sahip olduğu önem, en az askerî
stratejiler açısından olduğu kadar kıymetlidir. Bilindiği üzere Osmanlı
Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na bir cihat ilânıyla girmiştir. Bundan maksat,
bütün dünya müslümanlarını ve bilhassa İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’ı
ayaklandırmaktır.62 Rusya’nın ve bilhassa İngiltere’nin sömürgesi
altında yaşayan müslümanlar arasında böyle bir ayaklanmanın yaşanması, her iki
devlet için de ciddi bir askerî tehdit oluşturacak ve savaşın İttifak
devletleri lehine sonuçlanmasını sağlayacaktır. İşte İran, bu maksatların
temini için adeta bir giriş kapısı gibidir. Zira İran, hem kendi halkı müslüman
olan bir devlettir hem de Afganistan ve Hindistan’a açılan bir koridor
niteliğindedir. Dolayısıyla İran’ın elde edilmesiyle sahip olunacak siyasî
başarı, savaşın kaderini temelden etkileyecek kadar büyüktür.
Ekonomik açıdan bakıldığında da İran son derece önemli
bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. İran’ın bloklardan birinin safında harbe
iştirak etmesi demek, savaş ekonomisi içinde büyük bir hammadde deposunun ve
pazarın o devletlere açılması demektir. Savaş sanayii için gerekli olan
hammaddelere ve petrol gibi bir enerji kaynağına
sahip olan İran, savaşın
Vahdet Keleşyılmaz, “Belgelerle
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’na Giriş Süreci” Erdem, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Cilt 2, Sayı 31, Mayıs
1999
60 Çakmak, a.g.e., s.15
61 Atabaki, a.g.m., s.93
62 Cihad-ı Ekber’i
Hindistan’a yayma çalışmaları için bkz: Keleşyılmaz, Teşkilât-ı Mahsusa’nın…
muharip devletlerin ekonomileri üzerindeki sarsıcı etkilerini
azaltabilecektir. Üstelik savaş sonrasında tesis edilecek ekonomik sistem için
de ciddi bir altyapı, daha savaş yıllarında hazırlanmış olacaktır.
1.3- İran’a
Yönelik Yaklaşım ve Faaliyetler 1.3-1) İtilâf Devletlerinin İran’a Yönelik Siyaseti
Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve arefesinde büyük
bir İran siyaseti takip eden iki İtilâf üyesi devlet vardı: İngiltere ve Rusya.
İran, on yıllar boyunca bu iki büyük devletin siyasî rekabetine konu olmuştur.
İngiltere ve Rusya arasındaki bu “İran rekabeti”ni sonlandıran gelişmenin,
Almanya’nın güç dengelerini sarsıcı bir biçimde değiştirerek ortaya çıkışı
olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Almanya’nın oluşturduğu tehdit, İngiltere ve
Rusya’yı birbirine yakınlaştırmış ve bu iki devletin İran’ı nüfuz bölgelerine
ayırarak kontrol altına almalarına sebep olmuştur.
İngiltere’nin İran siyasetinin iki temel kaygı üzerine
bina edildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, İngiltere’nin Hindistan’la olan
bağlantısının, yani İmparatorluk Yolu’nun güvence altında tutulmasıdır.
İngiltere’nin İran siyasetini şekillendiren ikinci kaygı ise ticarîdir.
İngiltere için İran’ın sahip olduğu önem, Lord Curzon tarafından şöyle ifade
edilmiştir:
“Ticarete, özellikle de İngiliz-İran ticaretine ilişkin rakamlar ve hesaplar, İran’ın doğal kaynaklarının
analizi, iç iyileştirmeye yönelik hâlâ geri kalmış planların yapısı ve şansı,
bu yolla açılan mantıklı istihdam alanı, hepsi bir arada İngilizlerin iş
bitirici, iş yapıcı sezgilerini harekete geçirmektedir. Şimdilerde dünyayı
kasıp kavuran ateşli ticarî rekabette bir pazarın kaybedilmesi, dönüşü olmayan
bir geri adım; bir pazarın kazanılmasıysa ulusal güce olumlu bir katkıdır.
İran’a kayıtsız kalmak, bu ülkedeki ve Hindistan’daki yüzbinlerce yurttaşımızı
besleyen ticaretten vazgeçmek anlamına gelebilir. İran’a dostça yaklaşmak
Britanya gemileri, Britanya
işgücü ve Britanya’daki tezgahlar için çok daha fazla istihdam demek olabilir.”63
Lord Curzon’un bu ifadelerinden de anlaşılıyor ki,
İngiltere için İran, büyük bir hammadde deposu ve pazar olarak oldukça
önemlidir.
63 Lord Curzon’un Persia and The Persia Qoestion
adlı kitabından nakille
Abrahamian, a.g.e.,
s.52
İran’ın, Rusya için de aynı ekonomik kıymeti ifade
ettiğinden şüphe yoktur. Nitekim Rusya’yı, Almanya’ya karşı İngiltere’yle
anlaşmaya zorlayan en önemli etkenlerin başında bu ekonomik değer ve ticarî
kaygılar gelir. Rusya’nın İstanbul’daki büyükelçilik başkâtibi Çarikov, yazdığı
kitapta bu duruma işaret etmektedir. Çarikov, Almanya’nın Bağdat demiryolu
marifetiyle İran ve Afganistan pazarlarına mallarını sokup buralardaki Rus
ticaretini baltalayacağını belirtmektedir.64
İran, Rusya için bu ekonomik sebeplerin yanı sıra
siyasî ve stratejik açılardan da ziyadesiyle ehemmiyetli bir ülkedir.
Rusya’nın, geleneksel bir politika olarak kabul ettiği sıcak denizlere inme
fikrinin gerçekleştirilebilmesi için İran büyük bir önem arzetmektedir. Sıcak
denizlere inmeyi başarabilmek için Rusya’nın üç hedefi vardır: İstanbul,
İskenderun ve Basra Körfezi. Esasen
1907’de İngiltere ile yapılan antlaşma, Rusya’nın Basra Körfezi hedefinden
vazgeçtiğini göstermektedir. Ancak Rusya’nın bu feragati, Kâzım Karabekir’in de
ifade ettiği gibi “İran Azerbaycan’ını bir çıkmaz sokak gibi tutmak için” değildir. Zira Rusya, nüfuzu altına aldığı kuzey İran’ı 1911 yılında işgâl etmiş ve Urmiye Gölü civarına
yerleşmiştir. Böylelikle Van’ın karşısında Kafkas cephesine bir “ihata kolu”
eklemiştir. Ayrıca İran’daki Rus nüfuz bölgesinden batıya doğru bir çizgi
çekildiğinde, İskenderun’u gösteren bir hat meydana çıkmıştır.65
Birinci Dünya Savaşı içinde İtilâf devletlerinin İran
siyasetlerinin genel çerçevesini, yukarıda işaret edilen çıkarlara ve hedeflere
yönelik yaklaşımlar çizmiştir diyebiliriz. İngiltere ve Rusya; Almanya’nın,
müttefiki Osmanlı Devleti’nin ve bunlara taraftar olan grupların İran’da etkin
bir konuma yükselmelerini engelleyecek siyasetler takip etmişlerdir. Bu
çerçevede İngilizler İran’ın güneyine, Ruslar ise kuzeyine asker
sevketmişlerdir.
Rusların kuzeyde büyük askerî birlikler
bulundurmalarına karşın İngilizler güneyde daha çok küçük askerî müfrezeler kullanmıştır. Şevket
64 Ortaylı, a.g.e., s.157
65 Karabekir, a.g.e., s.71
Süreyya Aydemir'e göre Rus birliklerinin sayısı 70 bin civarındadır.66
Larcher ise bu konuda daha teferruatlı bilgiler vermektedir. Larcher'in verdiği
cetvellere göre İran'ın kuzeyinde Ağustos 1914'te 2 Avcı livası, 1 süvari fırkası ve toplam 20 bin muharip vardır.
Bu sayı, Kasım 1914'te 1 süvari fırkası ve 6 bin muharip olarak gösteriliyor;
Mart 1915'te 20 bin, Kasım 1915'te ve Şubat 1916'da 10 bin, Eylül 1916'da ise
30 bindir. Eylül 1917'de ise bölgede Rus askeri kalmadığı görülmektedir.67
İngiliz kuvvetleri hakkında ise Almanya’nın İran
konsolosu vasıtasıyla alınan bilgilere göre savaşın hemen başında Abadan’da
420, Maskat’ta 375, Casuk ve Pasin’de de toplam 80 nefer mevcuttur. Lince,
Muhammere, Bahreyn, Şiraz konsolosluklarının muhafazası için küçük müfrezeler
vardır. Basra Körfezi’nde bulunan İngiliz müfrezelerinin hemen tamamı ya Hindu
ya da Hintli müslümanlardan oluşmaktadır. Kum ve Hürmüz petrol madenlerindeki
İngiliz kuvvetlerinin sayısı ise tam olarak bilinmemektedir.68
Kuşkusuz, bu İngiliz kuvvetlerinin sayısı da savaşın seyrine ve cephe
durumlarına göre değişiklikler gösterecektir.
Esas itibarla İngiltere ve Rusya’nın İran üzerindeki
askerî ve siyasî faaliyetlerinin ana hedefi, bizatihî İran devletinin kendisi
değil, Osmanlı ve Almanya’dır. Bu kapsamda Ruslar, Osmanlı Devleti’ne karşı
büyük bir askerî harekât yaparken –ki bu
harekât ileride bir konu
başlığı olarak ele alınacaktır-
İngilizler ittifak devletleri aleyhine beyannameler neşretmiş, propaganda
yapmıştır. İngilizlerin bu faaliyetleri, Osmanlı belgelerinde bir şikâyet
konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hariciye Nezareti Mühimme Kalemi’nden
Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 25 Teşrîn-i Sani 1330 (8 Aralık 1914) tarihli
ve İran’ın durumuyla ilgili belgede69 şöyle yazmaktadır: “Kirmanşah vesâir mahâllerde İngilizler,
Osmanlılar aleyhine beyannameler neşretmektedirler. Başta Sencabîler olmak üzere aşiretleri kışkırtmaktadırlar. Buna mukabil
66 Aydemir, a.g.e., s.188
67 Larcher, Büyük Harpte
Türk Harbi, III. Cilt, s.161
68 BOA, HR.SYS. D: 2338, G: 13
69 BOA, HR.SYS. D: 2338, G: 39
Osmanlı şehbenderlerinin
faaliyetlerine ise engel olmaktadırlar.” Yine aynı belgeden
anlaşıldığı kadarıyla İngilizler, Kerbelâ’da bulunan Bahtiyarî din adamlarının
(bunlar Şiî ulemâdandır) cihat davetini muhtevî telgraflarını engellemektedirler.
Görülüyor ki İtilâf devletleri, bir taraftan Osmanlı
ve Almanya aleyhine propaganda yaparken, diğer taraftan da bazı aşiretleri
kışkırtmakta ve kullanmaktadır. Elde edilen Rus memurlarının gizli ve resmî
haberleşmelerinden anlaşıldığına göre Ruslar, savaşın başlangıcından itibaren
İran’daki Ermeni ve Nasturîlerden çeteler oluşturup Osmanlı toprağına musallat
etmektedir.70 Bununla beraber hudut civarındaki aşiretler de Osmanlı
aleyhine kışkırtılmaktadır.71
Aşiretler üzerindeki bu faaliyetler, kısa sürede
etkisini gösterecektir. 1915 Nisan'ında alınan bir telgraftan72
anlaşıldığına göre Sencabîler, hududu aşarak bir Osmanlı müfrezesine (bu, Rauf
Bey’in başında bulunduğu müfrezedir) saldırmışlardır. Korato ve Hanekin
civarında çatışmalar yaşanmıştır.
Savaşın ilerleyen dönemlerinde İngiltere ve Rusya’nın
İran’a, daha doğru bir ifadeyle İran üzerinden Osmanlı ve Almanya devletlerine
karşı yürüttüğü faaliyetler çeşitlenerek devam etmiştir. Bu çerçevede iki
devlet, 4 Mart 1916’da anlaşarak ortadaki tarafsız bölgeyi kaldırmış ve İran’ı
tamamen kontrolleri altına almışlardır.73
İran üzerindeki ilgi çekici siyasî manevralardan bir
başkası, Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’nden Hariciye
Nezareti’ne gönderilen
18 Kasım 1914 tarihli belgede74 karşımıza çıkmaktadır.
Belgeden anlaşıldığına göre İran’ın
Bağdat’taki konsolosu –ki bu konsolosun şiddetle
70 BOA, HR.SYS. D: 2340, G: 51
71 Rusya’nın, Osmanlı’nın sınır aşiretleri üzerindeki faaliyetlerine bir
örnek olarak Kürtlerle kurduğu ilişki hakkında bkz. İsrafil Kurtcephe, Suat
Akgül, “Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Kürt Aşiretleri Üzerindeki
Faaliyetleri”, OTAM, Sayı 6, Ankara
1995, s.249-256
72 BOA, HR.SYS.
D: 2337, G: 3
73 Aydemir, a.g.e., s.188
74 BOA, HR.SYS. D: 2167, G: 30
Rus taraftarı olmasından dolayı görevinden alınması talep edilmiştir75-
Kâzımiye’deki ulemâya Rusya adına Irak’ı vaad etmiştir. 14 Ekim 1916 tarihli bir başka telgraf ise
Rusya’nın bu vaadiyle ilgili olarak daha fazla bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.
Buna göre Ruslar, “İngilizlerin top sadaları Bağdat’ta dinlenirken” İran’a bir
ittifak teklifinde bulunmuştur. Bu ittifak antlaşmasının kabûlüne karşı Rusya;
İran’ın toprak bütünlüğünü korumayı, siyasî ve
iktisadî bağımsızlığını tanımayı, eski borçların ve imtiyazların
kaldırılmasını, Bahreyn Adaları’nın terk edileceğini ve harp masraflarının
karşılanacağını vaat etmiştir.
Rusların vaadi bu kadarla da sınırlı değildir, hepsinin üstüne bir de Bağdat’ı
İran’a ikram etmektedirler. Ancak İran bu teklifi kabul etmemiştir.76
Verilen bu örnekler değerlendirildiğinde, İngiliz ve
Rusların Birinci Dünya Savaşı boyunca İran’da takip ettikleri siyaseti şöyle
özetleyebiliriz: Evvel emirde İran’ın Almanya veya Osmanlı devletlerinin
kontrolü altına girmesi engellenmek istenmiştir. Bunun temini için İran’ın
savaşta tarafsız kalmasına çalışılmıştır. İkinci aşamada ise İran, mümkün
olduğunca kontrol altına alınmak istenmiştir. Böylelikle bir taraftan İttifak
güçlerine karşı İran’ın savaşa dâhil olması, diğer taraftan da savaş sonrasında
bu ülkenin tamamen elde edilmiş olması hedeflenmiştir.
1.3-2) İttifak Devletlerinin İran’a Yönelik Siyaseti 1.3-2-1) Almanya’nın İran
Siyaseti
1871’de millî birliğini sağlamayı başardıktan sonra
Almanya, uluslararası dengeyi bozan büyük bir güç olarak sivrilmeye
başlamıştır. Almanya’nın bu vaziyetinin diğer büyük güçler tarafından olumlu
karşılanmayacağı, bilhassa millî birliğin sağlanmasında önemli payı olan
Başbakan Bismarck açısından tahmin edilebilir bir durumdu. Bu sebeple 1871-1890 yıllarında Almanya, Bismarck’ın liderliğinde dengeli bir Avrupa
75 BOA, HR.SYS. D: 2168, G: 50
76 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 104
siyaseti takip etmiştir. Devletler arası dengeleri gözeten bu siyaset,
Almanya’yı kıta Avrupası’nda üstün bir konuma getirmiştir.77
Almanya’nın bu denge politikası, II. Wilhelm’in
imparator oluşuyla yerini bir dünya politikasına bırakmıştır. İşte Almanya’nın
takip ettiği İran siyaseti, bu “Weltpolitik”in bir cüzüdür ve buna göre ele
alınmalıdır.
Almanya’nın sömürgeler elde etme yarışına geç de olsa
katılması demek olan bu dünya politikasının önünde önemli engeller vardır. Bu
engellerin en aşılmaz olanı, dünyanın hemen her yerinin zaten kontrol altına
alınmış olmasıdır. Monroe Doktrini sayesinde Amerika kıtasından uzaklaştırılmış
olan Avrupa sömürgeciliği, Uzakdoğu ve Afrika’yı tamamen etkisi altına
almıştır. Almanya için ikinci bir handikap, açık denizlerde faaliyette
bulunacak ve rakiplerine üstünlük sağlayacak güçlü bir donanmadan mahrum
olmasıdır. Bu zaafiyetler, Almanya’yı birer hammadde kaynağı ve pazar olan
Ortadoğu ülkelerine yönlendirmiştir. Almanya, Orta Avrupa’daki müttefiki
Avusturya üzerinden Balkanlar’ı aşarak bu ülkelere uzanabileceğini hesap
etmiştir. Hedefteki ülkeler ise Osmanlı ve İran’dır.78
Bağdat demiryolu marifetiyle ulaşılması hedeflenen
Osmanlı ve İran devletlerinde, yönetici ve aydın çevrelerde İngiltere ve
Rusya’ya karşı bir bezginlik ve nefret söz konusudur. Bu sebeple Almanya’ya
karşı bu ülkelerde olumlu bir yaklaşım vardır. Bu olumlu havaya rağmen
Almanya’nın İran’da etkin bir biçimde
yerleşebildiği söylenemez. Zira İran,
daha önce de belirtildiği
üzere İngiltere ve Rusya’nın siyasî ve iktisadî kontrolü altındadır.79
Almanya, bütün bu olumsuzluklara rağmen bir Ortadoğu
ve İran politikası takibinden vazgeçmemiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu zayıf
düşürme düşüncesi, II. Wilhelm’le birlikte Almanya tarafından ana hedef olarak
kabul edilmiş, İngiliz ve Rus hâkimiyetindeki müslüman halklarla yakından
ilgilenilmiştir. Bu kapsamda
Kahire Konsolosluğu’nda görevli
Max Freiherr
77 Armaoğlu, a.g.e., s.19
vd.
78 Ortaylı, a.g.e., s.21
79 Ortaylı, a.g.e., s.22
von Oppenheim’ın 5 Temmuz 1898 tarihinde yazdığı ve “müslümanlar arasında
yardımlaşmanın güçlü olduğunu ve eğer Osmanlı sultanına cihat ilân
ettirilebilirse 260 milyon müslümanın Almanya’nın doğudaki hedeflerine ulaşması
için faydalı olabileceğini” belirten rapor, Almanya’nın doğu siyaseti hakkında
önemli ipuçları vermektedir.80
Almanya’nın bu beklentiler çerçevesinde Birinci Dünya
Savaşı’nda takip ettiği İran politikasının genel hatlarını şu şekilde
çizebiliriz: İlk olarak İran, yabancı (İngiltere ve Rusya) işgâl ve baskısından
kurtarılarak bağımsız bir devlet hâline getirilecektir. İkinci aşamada askerî
bakımdan desteklenerek teşkilatlandırılacak ve müttefik bir güç olarak savaşa
dâhil edilecektir. Osmanlı Devleti’nin de uygun bulduğu bu İran siyaseti sayesinde
önce petrol bölgelerinin ele geçirilmesi, sonra da Afganistan ve Hindistan’a
ulaşılması hedeflenmektedir.81
Almanya, İran’daki bu hedeflerine ulaşabilmek için
uzun savaş yıllarında farklı dönemlerde farklı siyasetler takip etmiştir. Bu
Alman politikaları sonraki bölümlerde teferruatlı bir biçimde ele alınacaktır.
Fakat burada altı çizilmesi gereken bazı noktalar vardır. Daha önce de ifade
ettiğimiz üzere Almanya’nın ilk savaş planları, doğu cephesinde Rusya’ya karşı
müdafaada kalıp batı cephesinde olanca kuvvetiyle Fransa’ya saldırmaktır. Bu
plan çerçevesinde Fransa’nın altı hafta içinde savaş dışı bırakılması
hesaplanmıştır. İşte savaşın başlangıcında Almanya’nın İran için takip ettiği politika, bu ilk planın
hesaplarına uygun bir görüntü arz etmektedir. Kısa
sürede savaşın biteceğini hesap eden Almanya, İngiltere ve Rusya’nın İran’da
bırakacakları boşluğu sermaye ve teknik gücü ile doldurmayı düşünmektedir.82 Bu düşünce başlangıçta Almanya’nın
Osmanlı Devleti’nden bağımsız, hatta Osmanlı’yla rekabet içinde olan bir İran
siyaseti takip etmesine sebep olmuştur. Öyle ki Almanya, 1915 yılı sonlarına doğru İran’da
80 Mustafa Çolak,
Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti
Çerçevesinde Kafkasya Politikası (1914-1918), Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 2006, s.29
81 Burak, a.g.e., s.131
82 Burak, a.g.e., s.132
bir hükümet darbesi yapmaya bile çalışmıştır. Ancak bu teşebbüs, Rus
ileri harekâtıyla akim kalmıştır. Yaşanan bu başarısızlık Alman siyasetinde bir
tebeddülü de beraberinde getirmiştir. Almanya artık İran işlerinde Osmanlı
Devleti’yle birlikte hareket etme kararı almıştır. Fakat bu Alman siyaseti de
savaş sonuna kadar devam etmemiştir. Rus ihtilâlinden sonra yaşanan gelişmeler
ve bu bölgede Rusya’nın bıraktığı boşluk, yeni bir Osmanlı-Alman rekabetine
sebep teşkil edecektir.
1.3-2-2) Osmanlı Devleti’nin İran Siyaseti
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı ve İran
arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde bu iki devletin inisiyatifi altında
gelişmemiştir. Basra Körfezi ve Mezopotamya üzerinde sürüp giden
İngiltere-Rusya-Almanya rekabeti, Osmanlı-İran ilişkilerini de derinden
etkilemiştir. Bu çerçevede Osmanlı ve İran, uzun zamandır iki devlet arasında
anlaşmazlık konusu olan sınırlar hakkında 1912 yılından
beri müzakereler yapmaktadır.
Bu sınır müzakereleri, büyük oranda İngiltere’nin konuya müdahil oluşuyla 17 Kasım
1913 tarihli İstanbul Protokolü’nün kabûlüyle neticelendirilmiştir.83 Böylelikle Osmanlı-İran
hududu tespit edilirken iki devlet arasındaki ilişkilerde, görünürdeki çatışma
konuları ortadan kaldırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda takip
ettiği İran siyasetine gelince şunları söylemek mümkündür:
Osmanlı Devleti’nin İran’dan çok büyük bir ekonomik
fayda temin ettiğini ya da etmek istediğini söyleyebilmek oldukça zordur. Zira
Osmanlı Devleti’nin böyle bir hedef sahibi olmasına sebep teşkil edecek bir
ekonomik altyapısı yoktur. Bu durum Tahran Ateşemiliteri Fevzi Bey’in
sözleriyle de teyit edilmektedir. Fevzi Bey, 18 Aralık 1917 tarihli raporunda “İngiliz ve
83 Söz konusu protokolün tam metni ve değerlendirmesi
için bkz: Cevdet Küçük; “İran-Irak Hududunu
Belirleyen 1913 Tarihli İstanbul Protokolü”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Doğumunun
100.Yılında Atatürk’e Armağan, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1981,
s.243-265
Rusların, İran’a ancak maddî kuvvet oranında sahip olabileceklerini,
Osmanlı’nın sermayesinin ise fezâil-i ahlâk olduğunu” belirtmektedir.84
Dolayısıyla Osmanlı’nın İran’daki hedeflerini iktisadî sâikler değil, siyasî ve
askerî kaygılar şekillendirmiştir.
Buna göre Osmanlı Devleti’nin İran’daki siyasî
hedefi, Almanya’yla paralel bir biçimde İran üzerinden Afganistan ve Hindistan
müslümanlarını ayaklandırmak, mümkünse Azerbaycan ve Orta Asya Türkleri
üzerinde söz sahibi olmaktır. Rus ve İngiliz kuvvetlerinin İran üzerinden bir
çevirme yapmaları kaygısı ise, Osmanlı’nın İran’daki askerî hedeflerini
şekillendiren temel etken olmuştur.85
Osmanlı Devleti, bir taraftan İran üzerinden
kendisine yönelen Rus ve İngiliz tehdidini bertaraf etmek, diğer taraftan da
ileriye dönük hedeflerini gerçekleştirmek için savaşın başından itibaren İran’a
karşı aktif bir siyaset takip etmiştir. Bu aktif siyaset, çoğu kez askerî
tedbirlerle de desteklenmiştir. Arşiv belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı
siyasetinin, İran’ın İngiliz ve Rus işgâlinden kurtarılması olduğu ve
kesinlikle İran’ı istilâ etmek gibi bir maksat taşımadığı her fırsatta
vurgulanmıştır. 23 Ekim 1914 tarihli ve 465 numaralı telgrafta86 “… Reis-i nüzzar İran hükümetinin acz-i mutlakını kemâl-i teessürle gözlerinden yaş dökerek itiraf eyledi. Pek
müessir ve müşkül bir sûretle cereyan eden bu mülâkattan sonra Azerbaycan
hakkında şimdilik Tahran’da tekrar teşebbüsattan ve hâl-i ihtirazda bulunan bir
hükümetten faaliyet beklemekten fayda hâsıl olamayacağı” belirtildikten sonra,
“Azerbaycan’da Rusya karşısında bulunduğumuzu ve Kürdistan ve Kirmanşah’ta dahi
karîben aynı mevkide bulunduğumuzu bilerek ona göre hareket etmeliyiz”
denilmektedir. 3 Haziran 1915 tarihli bir başka belgede87 ise
Rusya’nın, İran’ın kuzey bölgelerini işgâl etmesinin ve Osmanlı hudutlarına yaklaşmasının, Osmanlı Devleti için çok ciddi bir tehlike
84 BOA, HR.SYS. D: 2340, G: 74
85 Burak, a.g.e., s.132
86 BOA, HR.SYS.
D: 2338, G: 31
87 BOA, HR.SYS. D: 2337, G: 6
oluşturduğu söylenmektedir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için İran
topraklarından Rusların çıkması şarttır. Bunu temin için ve İran’ın çıkarlarına
da uygun olarak İran topraklarına
Osmanlı askerinin girdiği vurgulanan belge, bunun hâricinde bir işgâl ve istilâ
niyetinin olmadığı açıklamasıyla devam etmektedir.
Osmanlı Devleti, bu İran siyasetini savaşın sonuna
kadar sürdürmüştür; ancak kat’î bir netice elde ettiğini söylemek mümkün
değildir. Osmanlı Devleti’nin İran siyasetindeki bu başarısızlığın elbette pek
çok sebebi vardır. Biz burada, başarısızlığın sadece bir sebebi olan, İran’daki
Osmanlı memurlarının durumlarını arşiv belgelerine dayanarak ele almakla yetineceğiz.
1.3-2-2-1) İran'daki
Osmanlı Memurlarının Durumu
Hiç şüphe yok ki, Osmanlı
Devleti’nin İran’da ve sâir mahâllerde vazife yapan memurları
fevkalâde vatanperver insanlardı. Fakat bu memurlar ne kadar liyakatli ve
vatanperver olurlarsa olsunlar, sistemli ve teşkilâtlı bir çalışma imkânından
mahrumdular.88 Bu sebeple çoğu kez birbirinden kopuk faaliyetlerde
bulunmuşlar, birbirine zıt istihbarat ve mütalâalara sahip olmuşlardır. Üstelik
bu durum, kimi zaman memurlar arasında çekişmelere de sebep olmuştur. Örneğin Kirmanşah şehbenderi, Tahran’daki
Ateşemiliter Fevzi Bey’in aleyhinde çalıştığından ve kendisini şehbenderlikten
aldırmakla tehdit ettiğinden şikâyetle, faaliyetlerinin civardaki
kumandanlıklara sorularak İran’da başka bir yere tayin edilmesi hakkında
Hariciye Nezareti’ne başvuruda
bulunmuştur. Bu başvuru karşısında Fevzi Bey’in görevinin sırf askerî olduğu,
Hariciye Nezareti’nin bu hususta kendisine
emir vereceği,
88 Bu hükme örnek teşkil edecek bir çalışma olarak bkz: Sadık Sarısaman,
“Birinci Dünya Savaşı Sırasında İran Elçiliğimiz ile İrtibatlı Bazı Teşkilât-ı
Mahsûsa Faaliyetleri”, OTAM, Sayı 7,
Ankara, 1996, s.209-217
şahsî alınganlıklardan sakınarak bu mühim vazifeyi aksatmaması merkez tarafından tavsiye edilmiştir.89
Buna benzer bir sürtüşme, Fevzi Bey'le XIII. Kolordu
Kumandanı Ali İhsan Bey arasında yaşanmıştır. Ali İhsan Bey, 21 Ağustos 1916
tarihinde Fevzi Bey'e gönderdiği telgrafta, "sizin teşkilat işleriniz
o kadar ağır gidiyor ki, biz Bahr-ı Hazar sahiline
varacağız, hâlâ siz bize bir faide-i fiiliye temin edemeyeceksiniz. Nitekim
Kirind'e gelmeniz bana faideden ziyade zarar verdi..." diyerek şikâyette
bulunmaktadır.90
Ali İhsan Bey'in çekişme içinde olduğu tek kişi Fevzi
Bey değildir. Hatıratlarından anlaşıldığı kadarıyla Ali İhsan Bey'le, o dönemde
6. Ordu Kumandanı olan Halil Paşa arasında da derin bir uyumsuzluk yaşanmaktadır. Ali İhsan Sabis, bilhassa XIII. Kolordu'nun Rus
tehdidini bertaraf ettikten sonra İran içlerinde ilerlemesini büyük bir basiretsizlik olarak
nitelemektedir.91
Bir başka örnek, “Afgan Heyet-i Mahsûsası” sıfatıyla
İran’a giren memurlar arasında yaşanmıştır. Heyetin başkâtibi olan Nedim Bey,
tedbirsiz tavırları nedeniyle heyetin başında bulunan Abdullah Efendi’den
şikâyet etmektedir. Nedim Bey’in konuyla ilgili olarak gönderdiği telgrafın son cümlesi, “Abdullah Efendi’den katiyen
tehlis buyurulmaklığımı bilhassa istirham ederim” şeklindedir.92
9 Ekim 1915 tarihli bir başka belgede ise Nedim Bey’in şikâyetçi olduğu Abdullah
Efendi’nin Hemedan ve Sine’de edindiği mütalâalara tesadüf ediyoruz. Abdullah Efendi’ye göre
İran hükümeti her ne kadar Ruslardan korktuğu için bîtaraflığı tercih etse de,
İran halkı “Osmanlı eliyle cihada girmek hususunda
müttefiktir. İran’da bir taraftan İngiliz
ve Rus düşmanlığı
89 BOA, HR.SYS. D: 2424, G: 68
90 Barış Metin, a.g.t.,
s.131
91 Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım Birinci Dünya Harbi,
III. Cilt, Nehir Yayınları, İstanbul, 1991,
s.157 ve 336 vd. Halil Paşa'nın hatıralarında
doğrudan doğruya bu döneme ait bir ihtilâfa işaret edilmemektedir. Ancak Cihan Harbi'nden sonraki döneme ilişkin
olarak verilen bilgilerden, iki büyük komutan arasındaki soğukluğa delil
olabilecek emareler sezilebilmektedir. Bkz: Taylan Sorgun, Halil Paşa İttihat ve Terakkî’den Cumhuriyet’e Bitmeyen Savaş, Kamer
Yayınları, İstanbul, 1997,
s.276 vd.
92 BOA, HR.SYS. D: 2312, G: 1
artarken diğer taraftan Almanlar büyük paralar harcayarak halkı onların
aleyhine teşvik etmektedir. Abdullah Efendi’ye göre Almanların başarıya
ulaşabilmeleri, ancak Osmanlıların devreye girmesiyle mümkün olacaktır. Zira yine ona göre –en azından zikredilen
bölgede- “herkes Osmanlı’ya perestişkâr, cihada ve ittihada taraftardır.”93
Abdullah Efendi’nin kendinden fevkalâde emin bir şekilde dile getirdiği bu
mütalâaların çok isabetli olmadığını, daha sonra yaşanan vekayi ispat
edecektir.
İran’da faaliyet gösteren memurların bu durumu,
Osmanlı Devleti’nin İran siyasetindeki başarısızlığının tâlî de olsa bir sebebi
olarak değerlendirilebilir.
1.3-3) Devletlerin İran Siyasetinde Muhatap
Aldığı Kişi ve Gruplar
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, Rusya, Almanya ve
Osmanlı devletleri, İran siyasetlerinde fayda temin etmek için sadece merkezî
hükümetle ve şahla muhatap olmamışlardır. İran’da güç sahibi olan siyasî
partiler, yerel idareciler ve aşiretler, söz konusu devletler nezdinde birer
muhatap olarak kabul görmüşlerdir.
İngilizler, İran’da oldukça akıllıca bir siyaset
takip ederek bilhassa nüfuzları altındaki bölgelerde aşiretleri
kullanmışlardır. Ancak İngiltere’nin İran’daki asıl muhatabı çoğu zaman merkezî
hükümet ya da devletin yerel kurumları olmuştur. İngilizler, Rus ihtilâlinden
sonra İran’ın kuzeyine yerleşebilmek için de Ermeniler ve Nasturîler üzerinde
faaliyette bulunmuştur.
Rusya ise yerel unsurları hem Osmanlı’ya hem
Almanya’ya karşı kullanmış, aynı zamanda bunlar üzerinden İran’a da baskı
yapmıştır. Bunun yanı sıra İran’a verdiği askerî destekle Almanya’nın ve
Osmanlı Devleti’nin girişimlerini engellemeye çalışmıştır. Başta Ermeni ve
Nasturîler olmak üzere
93 BOA, HR.SYS. D: 2338, G: 81
etnik grupları
ve aşiretleri kullanmaya çalışan Rusya, İran’ın
sınıra yakın bölgelerini işgâl
ederek buralarda tahribata sebep olmuştur.
Almanya’ya gelince, bu devlet İran’da daha çok siyasî
grupları ve aşiretleri muhatap olarak kabul etmiştir. Savaşın başında
Almanların, Demokratları kendi emelleri için kullandığı görülmektedir.
Demokratlarla karşılıklı özel menfaat esasına dayalı bir anlaşma dahi yapmışlar
ve hatta Alman-İran Komitesi’ni kurmuşlardır. Burada Demokratların vazifesi
kamuoyunu Almanlar lehine çevirmek,
komitenin rolü ise Osmanlılar aleyhine çalışmaktır. Demokratların Almanlara
yaklaşmaları üzerine İtidal Fırkası taraftarları da Osmanlılara yaklaşmak
istemişlerdir. Hem şahı ve merkezî hükümeti muhatap alan, hem de aşiretler
üzerinde faaliyet göstererek94 çok yönlü bir siyaset izlemeye
çalışan Osmanlı Devleti tarafından, İtidal Fırkası’nın bu talebine şöyle cevap
verilmiştir: “Biz İran’da menâfi-i mahsûsa ve mahrem mekasıd takip etmiyoruz.
İran’ın menâfi-i umûmiyesine münhasr olan politikamızda ise yalnız İtidalîler
ile değil, Demokratlarla da ve hatta siyaseten her sınıf halk ile, bütün İran
ile çalışmak ve İran’ın ruhunu takviye etmek isteriz. İran’ın menâfi-i
umûmiyesine çalışan her fırka, tabiatıyla kendi yolunda bizi bulur. Hususî
mukavelâta hacet yoktur. Bir kısmı kendimize rapt için diğer aksâmı şüpheye
düşürmek istemeyiz.”
Osmanlı Devleti’nin bu politikası kısa zamanda
İran’da makes bulacaktır. Demokratlar içinde
doğrudan doğruya Almanlardan menfaat gören birkaç
kişi ve yine Almanlardan maaş alan on beş kadar komite üyesi hâricinde büyük
çoğunluk Osmanlı lehine dönmüştür.95
Osmanlı ve Almanya’nın İran’da muhatap kabul ettiği
önemli bir isim de
Nizamüssaltana’dır. Eski bir vali olan Nizamüssaltana, İran’da teşkil edilmeye çalışılan
askerî kuvvetlerin kumandanı
sıfatı verilerek Almanların
94 Osmanlı Devleti’nin İran aşiretleriyle kurduğu ilişkiler için bkz:
Sadık Sarısaman, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Bahtiyari
Politikası”, OTAM, sayı 8, Ankara
1997, s.295-318 ve Sadık Sarısaman, "I.
Dünya Savaşı'nda İran Avşarları ve Türkiye (1914-1917)" Türkler, XIII. Cilt, Ed. Salim Koca
v.d. Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s.440-452
95 BOA, HR.SYS. D: 2340, G: 44
teveccühüne mazhar olmuş birisidir. Bir muhatap olarak ele aldığımız
Nizamüssaltana’nın faaliyetleri hakkında bu kısımda bilgi vermek saded hâricine
taşmak olacaktır. Ancak İsmail Hakkı Okday’ın96 hatıratından bir
bölüm nakletmeden de geçemeyiz. Okday şöyle yazıyor:
“Von der
Goltz Paşa bir gün Kasrışirin’de bir İranlı aşiret reisi olan Nizamüssaltana
adındaki sergerdenin Alman misyonuna yardım ettiği için Almanya İmparatoru II.
Wilhelm tarafından Demir Salib nişanıyla mükâfatlandırılması emrini almıştı.
Kendisine ayrıca imparatorun şahsî hediyesi olarak pırlantalı bir saat de
verilmesi tembih edilmişti. Paşa, Birinci Rütbedeki Demir Salib Nişanı’nı
göğsüne takmak ve pırlantalı saati hediye etmek maksadıyla Nizamüssaltana ile buluşmuştu. Bu sırada ben ve
Kurmay Başkanı Kâzım Karabekir Bey hudutta, Hanekin’de kalmıştık. Paşa’ya, Alman yaveri
Restorff refakat ediyordu.
Von der
Goltz Paşa avdette bana şunları söyledi: Herife hediyeleri verdim. Bir de ne
göreyim? Adamın göğsünde Rusların Saint Georges Harp Nişanı takılı durmuyor mu?
Gayet tuhaf oldu. Birbiriyle savaş hâlindeki iki düşman imparatorluğun harp
nişanlarının aynı adamın göğsünde yan yana sallandıklarını görmek garibime
gitti. Demek ki Nizamüssaltana iki taraflı çalışıyor, yalnız bize değil
düşmanlarımız olan Ruslara da yardım ediyor ki, çarın böyle bir iltifatına nail
olabilmiş. Doğrusu şaştım…”97
Aynı Nizamüssaltana, Ali İhsan Sabis'e göre İran
ateşemiliterimizle birlikte aldatıcı sözler sarfederek Enver Paşa'yı ve
Almanları yanlış istikametlere sevk etmiştir. Sabis hatıralarında şöyle
yazmaktadır:
"...
Bu esnada Acem politikacılarının başı palavracı Nizamüssaltana yanıma geldi.
Bu adamı tekdir
ettim. Yanlış ve mübalağalı haberler
ile
96 İsmail Hakkı Okday, Vahideddin’in damadı ve VI. Ordu Kumandanı
Goltz Paşa’nın yaveri ve
kurmay heyeti üyesidir.
97 İsmail Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, Sebil Yayınevi, İstanbul,
1975, s.261
ortalığa velvele verdiklerini söyledim, adeta bu ahmak adamı Bakuba'dan
koğdum."98
İncelediğimiz dönemin yakın şahitleri, Osmanlı
Devleti'nin İran siyasetinde muhatap aldığı en önemli kişiyi böyle tavsif
ediyor. Bir an için verilen bilgilerin ve sunulan mütalâaların tamamen taraflı
ve yanlış olduğunu düşünsek bile, Osmanlı siyaseti açısından durum hiç de iç
açıcı değildir. Zira böyle bir durumda,
İran siyasetinde mesai ortaklığı yapan kişilerin
birbirleriyle tamamen uyumsuz olduklarını kabul etmiş oluruz.
98 Sabis, a.g.e., s.185
38
İKİNCİ BÖLÜM
38 |
BAĞDAT’IN DÜŞMESİNE KADAR OLAN DÖNEMDE İRAN’DA YAŞANAN GELİŞMELER
2.1- Osmanlı ve Alman Devletlerinin İran-Afganistan Planları
Birinci Dünya Savaşı’nda müslüman devletlerin ve
toplumların ayaklandırılması, Almanya’nın savaş planları içinde önemli bir yer
tutar. Savaşın başladığı dönemde Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar olan
Oppenheim, bu konuda imparatora tafsilatlı raporlar sunmuştur. Bu raporlarda öne çıkan temel öneri, savaşın
başarılı bir biçimde sonuçlandırılabilmesi için Kuzey Afrika’dan Hindistan’a
kadar müslüman halkların ayaklandırılmasıdır. Bu ayaklanmaların gerçekleşmesi
sûretiyle Osmanlı Devleti, İran ve Afganisan’la birlikte Rusya ve İngiltere’ye
karşı bir ittifak cephesi oluşturacaktır.99
Almanya’nın sahip olduğu bu düşünceler, Enver
Paşa’nın da teveccühünü kazanmıştır. Böylelikle Afganistan’la münasebet tesis
etmek ve Afgan ordusunu ıslah eylemek gibi bir
vazife ile Afganistan’a gidecek heyetler
oluşturulmuştur.100 En önemlisinin başında Rauf Orbay’ın bulunduğu
bu heyet ve müfrezeleri bir sonraki
kısımda ele almak üzere burada Afganistan planlarının gerçekleştirilebilir olup
olmadığını sorgulayacak; Afganistan’ın o dönemdeki durumunu ve taleplerini ele
alacağız.
16.12.1916 tarihli ve Altıncı Ordu Kumandanı Halil
imzalı telgraftan anlaşıldığına göre Afgan emiri tarafından özel olarak
görevlendirilmiş bir memur olan Prens Serdar Abdülmecit, Bağdat’a gelmiş ve
Halil Paşa’yla görüşmüştür. Bu görüşmenin içeriğiyle ilgili bilgiler ihtivâ eden telgrafa göre,
99 Çolak, a.g.e.,
s.35
100 Rauf Orbay,
a.g.e.,
s.17
harp başlangıcında Afganistan’a ulaşan Alman heyetinin Afgan emiri
tarafından çok da iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Bunun sebebi, Alman
heyetinin İttifak devletleri adına değil, kendi devletleri adına hareket ediyor
olmalarıdır.
Prens Serdar, Alman heyetinin salimen İran’a
gönderilmelerinden sonra, Afgan emirinin kendisini Osmanlı ordusunun bulunduğu
bir mahâlle yahut İstanbul’a gitmek üzere memur tayin ettiğini bildirmektedir.
Bu yolla halife sıfatıyla Osmanlı padişahına resmî bir vesika gönderilecektir.
Bu vesikada Afgan emiri, Belçika ve Sırbistan gibi küçük hükümetlerin savaşın
hemen başında ortadan kaldırıldığını, kendisinin İslâm âlemine yardımcı olmak
niyetinde olmasına rağmen aynı akıbete uğramaktan korktuğunu söylemektedir.
Afganistan’ın İngilizler’i ve Ruslar’ı düşman olarak gördüğünü, ancak Afgan
ordusunun bu büyük güçlerle savaşacak hâlde olmadığını belirtmektedir.
Emirin fikirlerini aktaran Prens Serdar’a göre
Afganistan, zannedildiğinden çok daha önemlidir. “Eğer Romanya’yı elde etmek
için yapılan fedakârlıklar Afganistan için yapılsaydı, Romanya’nın dört misli
bir kuvvet ele geçerdi.” demektedir. Afganistan’ın yedi, Türkistan’ın beş ve
Kafkasya’nın sekiz milyon nüfusu olduğunu vurgulayan Serdar, Hindistan’ın
kuzeyinde iki milyona yakın savaşçı müslümanın da Afganistan’la ittifak içinde olduğunu belirtmekte ve son olarak
harbi bitirecek olan müslüman ayaklanmaları için Afganistan’ın Osmanlı
Devleti’ne yardım etmek arzusunda
olduğunu bildirmektedir.
Prens Serdar Abdülmecit, bu iyi niyet beyanlarından
sonra Afganistan’ın durumuna ilişkin bilgiler de aktarmaktadır. Buna göre Afgan
milleti emire kayıtsız şartsız itaat etmektedir. Ordu gelişmiş olmasa da
intikama ve infaza alışkındır, dolayısıyla kısa zamanda iyi bir ordu
oluşturulabilir. Devletin askerî ve mülkî idaresi tamamen hanedan mensuplarının
elindedir. Afgan subayları alaylıdır ve birkaç Osmanlı subayından başka ehliyetli subay
yoktur. Ordunun yüz elli bin kadar tüfeği
vardır. Bunun yirmi bini memleket dâhilinde yapılmış, gerisi
İngilizler’den ve Almanlar’dan alınmıştır. Bu tüfeklerin bir kısmı tek ateşli,
bir kısmı ise beş veya on fişek alır cinstendir. Dışarıdan alınan tüfekler için
tüfek başına bin mermi satın alınmıştır.
Serdar, verdiği bu bilgilere dayanarak mevcut silah
gücüyle Afgan ordusunun savaşamayacağını söylemektedir. Ancak Osmanlı hükümeti
Afganistan’a kâfi derecede silah, cephane ve subay gönderirse, birkaç ay
zarfında üç yüz bin kişilik bir ordunun halifenin emrinde savaşabileceğini de
iddia etmektedir. Bütün bunlar karşılığında Afganistan’ın istediği tek şey,
Belucistan üzerinden denize inmektir. Afgan emirine göre Afganistan’ın
gelişmesi denize inmesine, bu ise Belucistan’ın kendilerine bırakılmasına bağlıdır.
Prens Serdar Abdülmecit, Afgan emirinin memur-ı
murahhası sıfatıyla yukarıdaki beyanlarını, Kirmanşah’ta, Alman devleti
maslahatgüzarı Mösyö Nadoleti’ye de tekrar etmiştir.101
Yukarıda verilen bilgiler de açıkça gösteriyor ki,
Osmanlı ve Alman devletlerinin, Afganistan planlarını gerçekleştirmek için iyi
niyetlerden ve ümitlerden başka birşeyleri yoktur. Afganistan’ın savaşa
katılmak için talep ettiği silah, cephane ve subayı bu ülkeye göndermesi
beklenen Osmanlı Devleti, bunu başarabilecek hiçbir maddî vasıtaya sahip
değildir. Üstelik Afganistan’a açılan İran koridoru kuzeyden Ruslar, güneyden
İngilizler tarafından tutulmaktadır. Bu imkânsızlıkların üzerine bir de Osmanlı
Devleti’nin, birbirinden binlerce
kilometre uzaklıktaki cephelerde çektiği savaş yükünü eklersek,
Afganistan için düşünülen planların gerçekleşmesinin ne denli zor olduğunu bir
kez daha görebiliriz.
101 BOA, HR.SYS.
D: 2294, G: 5
2.1-1) İran’a Gönderilen Seferî Kuvvetler
İttifak devletlerinin Harb-i Umûmî planlarında
Kafkasya, İran, Afganistan, Hindistan ve Mısır’da ihtilâller çıkarma fikrinin
sahip olduğu yeri yukarıda vurguladık. Gerçekleşmesi umulan bu ihtilâllerin
tatbik sahasına çıkması için Osmanlı ve Almanya devletlerinin çeşitli
girişimleri olmuştur. Bu girişimlerin en çok yoğunlaştığı yer ise şüphesiz
Kafkasya ve İran coğrafyasıdır.
İran üzerinden temin edilmesi umulan menfaatlerin
gerçekleşmesi için bu ülkeye savaşın başından itibaren küçük çaplı askerî
müfrezeler gönderilmiştir. Gerek Almanlarla birlikte ve gerekse Osmanlı Devleti’nin
kendi inisiyatifiyle gönderdiği bu müfrezelerden büyük işler yapmaları
bekleniyordu. Şüphesiz bu beklentinin oluşmasında Almanya’nın hilâfetin
nüfuzundan yararlanma fikri önemli bir paya sahiptir. Bu küçük müfrezelerin,
zaten Ruslara ve İngilizlere karşı bezginlik duyan toplulukların isyan
potansiyelini kullanmak niyetinde olduğu açıktır. Almanya’nın bu siyasetinin
Osmanlılarca da kabul görmesi pek tabiîdir. Zira Başkumandan Vekili Enver Paşa,
daha birkaç yıl önce aynı maksatlarla Trablusgarb’ta çeşitli istihbarat ve
gayr-ı nizamî harp faaliyetlerinde bulunmuş ve nispî bir başarı kazanmıştır.
Bu düşüncelerle savaşın hemen başından itibaren
çeşitli müfrezeler kurulduğunu görmekteyiz. Bu müfrezelerden en öne çıkanı,
başkanlığını Rauf (Orbay)
Bey’in yaptığı müfrezedir. İran, hedefi Afganistan ve Hindistan olan bu
müfrezenin ilk durağıdır. Hazırlanan plana göre İran’a ulaşan müfreze
Afganistan’a kadar uzanacak ve bu devletlerin savaşa dâhil olması için faaliyet
gösterecektir.102
Müfrezenin başında bulunan
Rauf Bey, hatıralarında söz konusu seferî kuvvetin teşkilini anlatırken,
Enver Paşa’ya “Afganistan denen yerin adından başka nesini biliyoruz Paşam?... Şu anda oranın haritadaki yerini bile
102 Kurtcephe, Balcıoğlu,
"Türk Belgelerine Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İran Politikası",
OTAM, Sayı 3, Ocak 1992, s.275
gözümün önüne getiremem. Nereden, ne ile, nasıl gidilir, hangi yolların
ucundadır, meçhûlüm… Müsaadenizle Amerika tarikiyle mi gitsem acaba?”
dediğinden bahseder. Ancak Enver Paşa oldukça kararlıdır ve vazifeyi Rauf Bey’e
verir.103
Von Vasmuss’un başkanlığını yaptığı 15-20 kişilik bir
Alman subay grubu da Rauf Bey Müfrezesi’nin içindeydi. Ancak bu Alman
subaylarla Türk subayları arasında birtakım anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Nitekim
bu anlaşmazlıkların doğurduğu sürtüşmeler, 15 Eylül 1914’te İstanbul’dan
hareket eden ilk kafilenin yolcuğu sırasında ortaya çıkmıştı.104
Aslına bakılırsa bu müfrezenin ve
müfreze içindeki Alman subayların faaliyetleri üzerinde, herkesin iştirak
ettiği tam bir mutabakattan da söz edilemez. Örneğin savaştan önce Osmanlı
ordusundaki Alman askerî heyetinin başında bulunan ve savaş sırasında da
Osmanlı ordusunda aktif görev alan Liman von Sanders, bu subayların böyle bir
heyetin içinde vazifelendirilmesini hata olarak değerlendiriyordu. Liman
Paşa’ya göre İran ve Afganistan’da bir kerecik olsun seyahat etmiş olan sınırlı
sayıdaki bazı şahsiyetler bile buralarda harp için kıymetli işler göremezlerdi.
Zira yine ona göre başarı, seferî heyetlerle birlikte askerî kuvvetlerin de
gönderilmesiyle sağlanabilirdi.105
Almanlarla Türkler arasındaki çatışma, bir süre sonra
daha da belirginleşmiştir. Almanlar doğu siyasetinin kendi çizgilerinde
ilerlemesini ve Türklerin bu konuda bir yardımcı konumunda olmalarını
istiyordu. Rauf Bey ise tam aksi istikamette düşünüyordu. Ona göre müslüman
toplumların ayağa
kaldırılması ancak halifenin nüfuzu ile mümkündü. Bu sebeple Almanlar, sadece
maddî ve teknolojik yardımda bulunmalıydı.106 İki taraf arasındaki
bu fikir ayrılığı kısa süre sonra Almanların müfrezeden ayrılmasına sebep
103 Orbay, a.g.e., s.17-18
104 İsrafil Kurtcephe, Mustafa
Balcıoğlu, “Birinci Dünya Savaşı
Başlarında Romantik Bir Türk-Alman Projesi, Hüseyin Rauf Bey
Müfrezesi”, OTAM, Sayı 3, 1992,
s.253
105 Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Sene, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2006 s.66
106 Kurtcephe, Balcıoğlu, a.g.m. s.254
olmuştur. Tek başına hareket
eden Alman heyetinin
bir kolu Afganistan’a kadar uzandıysa da ümit
edilen ihtilâli başlatamamıştır.
Rauf Bey kumandasındaki Türk müfrezesi ise İran’da
çakılıp kalmıştır. Çünkü İran, İngiliz ve Rusların kontrolü altındadır. Bu
sebeple Enver Paşa, Kirmanşah önüne kadar gidebilen Rauf Bey’e bulunduğu yerde
kalmasını ve o bölgeyi aşiretlerle müdafaa etmesini istemiştir. Bir yıl kadar
bu bölgede kalan müfreze, çeşitli askerî faaliyetlerde bulunmuş107
ve nihayet Eylül 1915’te lağvedilmiştir.
İran’a gitmesi planlanan bir diğer müfreze, Enver
Paşa’nın amcası Halil Bey’in (daha
sonra paşa oluyor) başında bulunduğu kuvve-i seferiyedir. Başkumandanlık
Vekâleti’nden Halil Bey’e gönderilen emirde, İran’da Tebriz üzerinden yürüyerek
Dağıstan’a gitmesi, bir isyana zemin hazırlaması ve Hazar Denizi kıyılarından
Rusları çıkarması istenmektedir.108 Anlaşılan o ki, Halil Bey bu
emri yerine getirebileceğine yürekten inanmaktadır. 5 Mayıs tarihinde
Başkumandanlık Vekâleti'ne yolladığı bir telgraf, onun bu inancına işaret
etmektedir. Halil Bey telgrafta; "Tebriz'den Şahseven aşiretinin
mebuslarının geldiği ve Tebriz'e muntazam bir Osmanlı kuvveti girdiği anda
bütün İran aşiretlerinin harbe iştiraki katî olduğunu temin ettikleri ve bunun
doğru olduğu ve Tebriz bizim elimizde olursa Rusların ebediyen İran'a vedaa
mecbur kalacakları ve İran'da teşkilât icrasıyla Şarkî Kafkasya'nın işgâlinin
mümkün olacağını..." söylüyordu.109
Halil Bey tarafından hazırlanan Beşinci Kuvve-i
Seferiye isimli bu kuvvet, Sarıkamış Savaşı’ndaki yenilgiden dolayı III.
Ordu’nun emrine verilmiştir. Bu müfrezenin yerine ise Birinci Halil Bey Kuvve-i
Seferiyesi teşkil edilmiştir. 1915’te İran hududunu aşarak Ruslarla çatışmaya giren bu
107 Orbay, a.g.e., s.19
108 Taylan Sorgun,
a.g.e. s.137
109 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı
Tarihi, III. Cilt,
3. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1983, s.3
müfreze, Van’ın düşmesi sebebiyle
geri çekilmiş ve III. Ordu’nun
emrine girmiştir.110
Ocak 1915’ten itibaren
İran’da faaliyet gösteren
bir başka seferî kuvvet de Ömer Naci Bey Müfrezesi’dir.
İttihat ve Terakkî’nin önde gelen isimlerinden olan Ömer Naci, Harb-i Umûmî
patladığında Erzurum’dadır ve İran’a gitmek için üst makamlardan sürekli izin
istemektedir. İhtiyacının sadece dört yüz nefer olduğunu belirten Ömer Naci
ısrarlı taleplerde bulunurken bir Alman subayı olan Schübner ortaya çıkmış ve
kendisine destek vermiştir. Bu destekten sonraki talepler neticesinde III. Ordu
kumandanı dört yüz kişilik bir müfreze teşkiline izin vermiştir. Ömer Naci
Schübner’in parasından, Schübner ise Ömer Naci’nin İran'daki nüfuzundan
faydalanmak niyetindedir.111
Enver Paşa’nın Ömer Naci Bey Müfrezesi’nden
beklentisi de yine aynıdır: Ruslar aleyhine bir ayaklanma çıkarmak ve Azerî
Türkleriyle münasebet tesis etmek.
Ömer Naci Bey’den beklenen
bir diğer vazife
ise XIII. Kolordu ile Tahran
ateşemiliteri arasındaki irtibatı sağlamaktır.
İran’a gitmek üzere kurulan ve hareket eden müfreze,
önce Ermeni ve Süryani isyanlarını bastırmak için çalışmıştır. Bu görevini
tamamladıktan sonra Musul Grubu ile birlikte İran’daki faaliyetlerine
başlamıştır. Ömer Naci Bey’in 31 Temmuz 1916’daki ölümüne kadar İran’daki
faaliyetlerine devam eden müfreze, uzun süre Rus kuvvetlerine karşı başarılı
işler yapmışsa da kesin bir sonuç elde ettiği söylenemez.112
Esas itibarla bu müfrezelerin hepsi, Kurtcephe ve
Balcıoğlu’nun da isabetle belirttiği üzere, yapılan projelerin ve izlenen
politikaların ilgi çekici birer numunesidir. Temin edilmek istenen
gaye ile imkân ve vasıtalar
110 Sorgun, a.g.e. s.138-139
111 Sadık Sarısaman, “Ömer Naci Bey Müfrezesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, Sayı
16, Kasım 1997, s.502
112 Sarısaman, a.g.m., s.503
vd.
arasındaki dengesizlik, bu müfrezelerin umûmî başarısızlığının ortak
sebebidir.113
2.1-2) Bir İran Ordusu Teşkil
Etme Girişimleri
Osmanlı ve Almanya, bir taraftan İran’a seferî
kuvvetler sevkederken, diğer taraftan da İran’da
bir ordu teşkil etmek için çaba
harcamışlardır. Ancak iki devlet arasındaki anlaşmazlık, bu konuda da kendini
göstermiştir. Bu anlaşmazlıkların üstüne, ordu teşkilatının esasını oluşturacak
olan aşiret kuvvetlerinin askerlik mesleğinden ve disiplinden uzak davranışları
eklendiğinde, bir İran ordusu teşkil edebilmenin hiç de kolay olmayacağı açık
bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Kurulacak olan ordunun asker, silah, cephane, iaşe
vb. masrafları için büyük paralara ihtiyaç vardır. Bu sebeple bir İran ordusu
kurulması meselesinde Almanya’nın öne çıktığını görüyoruz. Almanya, savaşın
başından itibaren hem Nizamüssaltana
hem de İsveçli subaylar üzerinden bu
konuda çalışmalarda bulunmuştur. Bu maksatla 1915 kış mevsiminde Osmanlı
Devleti’nin de yardımıyla askerî düzenlemeler yapmak üzere subaylardan oluşan
bir heyeti İran’a göndermiştir. Ancak bu ilk devrede Almanlar daha çok kendi
siyasetlerine uygun bir tarzda bağımsız hareket etmişlerdir.114
Ne var ki Almanların bu faaliyetlerinin pek de
başarılı olduğu söylenemez. 19 Şubat 1916 tarihinde Tahran Sefaret Müsteşarı
Safa Bey, gönderdiği telgrafta Alman konsolosluğundaki bir memurdan nakille
Almanların son zamanlarda üç-dört milyon marktan fazla para harcadığını; ancak
hiçbir somut başarı elde edilemediğini haber vermektedir. Safa Bey, bizzat görüştüğü umûmî kuvvetlerin başındaki Miralay Bopp’un dahi
113 Kurtcephe, Balcıoğlu, a.g.m., s.269
114 Sanders, a.g.e. s.165
vaziyetten şikâyetçi olduğunu, Nizamüssaltana’ya her ay seksen bin115,
topladığı iki bin yüz mücahit için de ayrıca on bin mark verildiğini
söylemektedir. Üstelik bu kuvvetler, harpten kaçmakta ve yağmagirlikten başka
bir şey yapmamaktadırlar.116 Miralay Bopp’un tek şikâyetçi olduğu, Rus birliklerinin üzerlerine geldiğini hissettiklerinde
kaçan aşiret kuvvetleri değildir; bunların başında bulunan ve memleketlerinde
hiç harp-darp görmemekle malûl olan İsveçli
subaylardan da şikâyet
etmektedir.117 Bopp’un
şikâyetçi olduğu bu kuvvetler, Goltz Paşa’nın hatıratında “vazifesini cesaretle
yapan zayıf yardımcı Türk müfrezesiyle İsveç zabitlerinin idaresindeki
jandarmalardır ki, cem’an iki bin kişi ile birkaç top ve makineli tüfekten ibaret”
olarak tavsif edilmektedir.118
Almanların teşkil ettiği bu ilk askerî birlikler, Rus
ileri harekâtı önünde tutunamamış ve Bağdat istikametine doğru çekilmişlerdir.
Bir kısmı dağılan kuvvetlerin bir kısmı da Türk ordusu ile temas etmiştir.
Bu ilk teşebbüsteki başarısızlığa rağmen bir İran
ordusu teşkil etme meselesi hiçbir zaman gündemden düşmemiştir. XIII.
Kolordu’nun İran’a yönelik harekâtıyla Osmanlı ve Almanya’nın İran’da üstün bir
mevkie yükselmesinin ardından bu konuda yeni girişimler olmuştur. Ancak
Almanya’nın Nizamüssaltana ile bu konu üzerinde yaptığı müzakerelerde Alman
subayların statüsüyle ilgili bazı anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Almanya,
İran ordusu teşkil etmek için Binbaşı Von Loben ile birtakım Alman ve İsveçli subayların
Nizamüssaltana’nın karargâhına tayin edileceklerini; bu subayların orduda
müşavir sıfatıyla bulunacaklarını, ama müfettiş ve muallim
115 Bu rakam Goltz Paşa tarafından da doğrulanmaktadır. Bkz: Golç Paşa’nın Hatıratı, İstanbul’da
(1914-1915), Irak ve İran’da (1915-11916), Çev.Salih Mayakuşu, İstanbul
Askerî Matbaası, 1923, s.53
116 Şevket Süreyya Aydemir, adı geçen eserinin 188. sayfasında bu konuyla
ilgili şöyle yazar: “İran prensleri ile derebeyleri, aşiret beyleri ve insan
pazarında dolaşan binlerce İranlı, düpedüz satılık ve kiralıktılar. Kim isterse,
daha doğrusu kim parayı çok verirse, onun emrine giriyorlardı. Ama bu kiralanma
ve satılma da, ancak silah patlayıncaya kadar sürüyordu. Silah patlayıp da iş
çatışmaya gelince, kimse tatlı canını tehlikeye atmıyordu. İşler mayna olunca
da, şu veya bu tarafın hizmetinde gene boy gösteriyorlardı.”
117 BOA, HR.SYS.
D: 2339, G: 49
118 Goltz Paşa… s.53
olarak da istihdam edileceklerini; bu subaylara verilecek emirlerin Von
Loben’in rıza ve iznine tâbi olacağını söylemektedir. Ayrıca Almanya, İran
ordusuna vereceği paranın nerelere harcandığının Von Loben tarafından teftiş
edilmesini ve ordudaki subay kadrosunun seçilmesinde de söz sahibi olmalarını talep etmektedir. Almanya’nın bu taleplerine karşı Nizamüssaltana,
İran Kuvâ-yı Umûmiyesi Kumandanı sıfatıyla şu on maddelik teklifte bulunmuştur:
“Madde 1-
İran hizmetine dâhil olan Alman zabitanı yalnız İran zabitanının hâiz olduğu
hukuku hâiz bulunup İran üniformasını giyecek ve memleket kavânin ve nizâmâtına
tâbi olacaklardır.
Madde 2:
Bir Alman zabitinin hizmeti İran hükümetinin ruhsat veya zabitin istifa
vermesiyle hitam bulabilecektir.
Madde 3:
Alman zabitanı, İran hükümeti kavânin ve nizâmâtına tevfîkan terfi edeceklerdir. Ancak her rütbede müddet-i asgariyeyi ikmal eden Alman zabitanı
derhal terfi edebileceklerdir.
Madde 4:
Alman zabitanını ve mevki-i hizmetlerini İran hükümeti tâyin edecektir.
Madde 5:
Alman zabitanı bir cürüm ika’ ederlerse İran ve İran hizmetindeki Alman
zabitanından mürekkep bir divan-ı harpte muhakemeleri icra olunacak ve fakat
ekseriyet-i rey İranlılarda bulunacaktır.
Madde 6:
Alman zabitanı hangi rütbeyi hâiz iseler o rütbenin İran’daki mukabili maaşını
iki misli alacaklardır.
Madde 7:
İran hükümeti bir Alman zabitinin hizmetine nihayet verirse iki misli avdet
harcırahı ve eğer zabit istifa etmiş ise yalnız bir misli harcırah alabilecektir.
Madde 8: İran ordusunda
hizmet hakkında muayyen bir müddet yoktur.
Hizmete devam edenler, İran zabitanı misillû tekaüd ve eytam ve erâmil maaşına
müstehak olabileceklerdir.
Madde 9:
Alman zabitanı altı sene temâdî eden hizmetten sonra İran’da hakk-ı tekaüd ve
eytam ve erâmil hukukuna müstehak olacaklardır. Eğer mezkur müddetin hitamından
evvel hizmet dolayısıyla malûl olur veya vefat ederlerse yine aynı hukuka mâlik
olacaklardır.
Madde 10:
Alman zabitanı her iki sene hizmetten sonra dört ay mezuniyet hakkına mâlik
olabileceklerdir. Esna-yı mezuniyette maaş işleyecektir. Fakat harcırah
verilmeyecektir. İşbu müddet-i mezuniyetten her sene ikişer mah olsa dahi
istifade edebilirler. Mezuniyet tarihi mevki-i hizmet tarihinden başlayacaktır.”119
Almanya ve Nizamüssaltana arasında subayların
statüsüyle ilgili olarak ortaya çıkan
bu anlaşmazlık, birkaç gün sonra aşılmıştır. Almanlar, Nizamüssaltana’nın
karargâhındaki Alman askerî heyetinin bir “heyet-i müşavere” olduğunu kabul
etmiştir. Bu heyetin vazifesi, fahriyen yardım etmek ve Almanya tarafından
verilecek olan paranın ve silahların maksadına uygun biçimde kullanılıp
kullanılmadığını öğrenmek olarak belirlenmiştir. İkinci olarak bu heyetin, Nizamüssaltana’nın kuvvetleri
hâricinde bir kuvvet teşkil etmek veyahut Nizamüssaltana’ya âmir veya ordusuna
kumandan olma niyet ve
ihtimâlinin olmadığı vurgulanmıştır. Söz konusu askerî heyetin görev süresi ise
savaşın bitimiyle sınırlandırılmıştır.
Nizamüssaltana, Almanların bu teklifini memnuniyetle
kabul etmiş ve erkân-ı harbiye için verilecek paranın İran hükümeti adına
kaydedileceğini, özel teşkilat için verilecek paranın ise kaydedilemeyeceğini
beyan etmiştir.120 Bu suretle İran’da yeniden bir ordu teşkilatı
kurmak için faaliyetler başlamıştır.
119 BOA, HR.SYS.
D: 2294, G: 3
120 BOA, HR.SYS.
D: 2423, G: 35
2.1-3) Osmanlı-Alman Rekabeti ve
Almanların İran’daki Müstakil Faaliyetleri
Osmanlı ve Almanya, iki müttefik devlet olarak
Birinci Dünya Savaşı’nda aynı cephede yer almış olmalarına rağmen, çoğu kez
düşman devletlerle olduğu kadar birbirleriyle de rekabet
içinde olmuşlardır. İki devletin içinde bulundukları bu durum,
İran siyaseti söz konusu olduğunda daha da belirgin bir hâle gelmektedir.
İlgili kısımlarda da vurguladığımız vechile Almanya,
siyasetini, 1914’te patlak veren çatışmanın, çok uzun bir dünya savaşı şeklini
almayacağını düşünerek oluşturmuştu. Alman savaş planlarına göre çok kısa
sürede (altı hafta) önce Fransa ve sonra da Rusya yenilecek ve savaş
uzamayacaktı. Bu plana göre İtilaf devletlerinin devre dışı bırakılmasıyla,
onların İran’da bırakacakları boşlukların Almanya tarafından doldurulacağı
hesap ediliyordu. Dolayısıyla Almanya, zaten kesin gözüyle baktığı zaferden
sonra İran’da Osmanlı Devleti’nin kendisiyle rekabet etme ihtimâlini baştan
bertaraf etme düşüncesindeydi. Bu sebeple savaşın başında Almanya, İran
işlerini kendi başına yürütüyordu.
Henüz Osmanlı Devleti savaşa girmemişken planları
yapılan, İsrafil Kurtcephe ve Mustafa Balcıoğlu’nun “romantik bir Türk-Alman
projesi” olarak tanımladıkları Rauf Bey Müfrezesi’nin yolculuğu,
Osmanlı-Almanya sürtüşmesinin ilk kıvılcımlarının görüldüğü olaydır. Alman
subayların, ellerindeki yüklü miktarda paraya güvenerek Osmanlı subaylarını
tahakküm altına alma çabaları kısa sürede tepkilere yol açmıştır. Bir süre
sonra bu sürtüşmeden dolayı Alman subayları heyetten ayrılıp bağımsız hareket
etmeye başlamışlardır.121
İran’da bu şekilde başlayan Almanların müstakil
faaliyetleri, 1915 ilkbaharında artmaya başlayacaktır. Gizli, ihtiyatlı ve çok paralar harcanarak
121 Rauf Orbay,
Vasmuss’un tahakküm etmeye
kalktığını görünce elindeki
altın dolu sandığı
alıp kendisini defettiğini yazar. Bkz: Orbay, a.g.e., s.20
İran’dan Afganistan’a uzanan bir menzil hattı tesis edilmeye
çalışılmıştır. Bu hat üzerindeki önemli noktalara, konsolos sıfatıyla pek çok
Alman istihbarat subayı yerleştirilmiştir.122 Larcher, Alman
propaganda heyetlerinin açtığı İran yollarını şöyle yazmaktadır:
"Bağdat-İsfahan-Hint Yolunda:
Klein Heyeti, Kirmanşah'ta; Zugmayer Heyeti, İsfahan ve
Kirmanşah'ta;
Bam Heyeti, Bame ve Balucistan'a doğru;
İsfahan-Herat Yolunda: "Afganistan" Nidermayer Heyeti."123
1915 Haziranında Tahran’a giden Alman Ateşemiliteri
Kont Kanitz, İran’daki Alman faaliyetlerini daha da cüretkâr bir noktaya
taşımış, açıktan açığa şiddetli bir propagandaya başlamıştır. Ne var ki yapılan
bu propagandalar, sadece İran’ın batısındaki bazı aşiretleri ve Demokrat
Fırkası mensuplarını etkileyebilmiştir. Buna rağmen Kont Kanitz, işi daha da
ileri götürerek bir hükümet
darbesi hazırlığına girişmiştir. Darbe sonrasında şahın, Türk-Alman nüfuz bölgesinde
bulunan Kirmanşah’a götürülmesi dahi düşünülmüştür.124 Kont Kanitz,
bu hükümet darbesini
gerçekleştirebilmek için Osmanlı ve Avusturya’nın rızası hilâfına zayıf bir
kuvvetle Hemedan’da Ruslara saldırmıştır. Ayrıca mübalağalı ve gereksiz
nümayişlerle İngilizlerin ve Rusların dikkatini çekmiştir. Zaten bu olaydan
sonra da Ruslar, Baratof kumandasındaki kuvvetlerle İran’ın kuzeyini güçlü bir
askerî işgâl altına almıştır.125
Almanlar İran’da sadece kendi başlarına hareket
etmekle kalmazlar, aynı zamanda açıkça Osmanlı karşıtı bir siyaset de takip
ederler. 12 Eylül 1333 tarihli raporunda Fevzi Bey, “Şarktaki Muhaliflerimiz”
başlığı altında, “İran’a gittiğim zaman ilk muhalif olarak önüme
Alman siyaseti çıkmıştır.” diye
122 Goltz Paşa… s.35
123 Larcher, Büyük
Harpte Türk Harbi, I. Cilt,
s.129
124 Goltz Paşa… s.35
125 BOA, HR.SYS.
D: 2338, G: 3
yazar. Fevzi Bey, Almanların hedefi hakkında da şunları ekler: Almanlar,
İran’da Rusların ve İngilizlerin nüfuzunu tamamen ortadan kaldırmak istiyor;
fakat aynı zamanda onların yerini Osmanlı nüfuzunun almasına da engel olmaya
çalışıyordu. Bunun için de milyonlar harcıyordu. Almanların hayli ilginç
propagandalarına tesadüf etmek mümkün oluyordu. Almanlar, harbin başlarında İranlılara şu telkinlerde bulunmaktadırlar: İngilizler ve Ruslar,
İran’ı istilâ etmiş olsa bile bir müddet sonra çekilip gideceklerdir. Üstelik
giderken de geride bir medeniyet bırakacaklardır. Oysa onların yerini Osmanlı
alırsa, hem İran’ı tamamen ilhak eder hem de ülkeyi viraneye çevirir. Zaten
Osmanlıların amacı da budur; yani İran’ı ilhak etmek, şiîliği sünnîliğe kalbetmektir.126
Almanların harp başladığında takip ettikleri bu
siyaset, Rus ileri harekâtından sonra değişmiş gibi görünse de aslında hep aynı
kalmıştır. 12 Ekim 1916 tarihli bir telgraf, Almanların bu durumunu açıkça
ortaya koymaktadır. Telgrafın yazıldığı günlerde Fevzi Bey, Kirmanşah’a gelmiş
olan Almanya’nın yeni Tahran Sefiri Mösyö Nadoleti ile görüşür. Bu
görüşmede Fevzi Bey, müttefik devletler olarak İran’la bir ittifak anlaşması
yapmayı teklif eder. Aslında Osmanlı ve Almanya, İran’la bir ittifak anlaşması
yapmak için savaşın başından itibaren müzakerelerde bulunmuşlardır. 18.12.1915
tarihinde, devletler arasında imzalanması planlanan bir anlaşma taslağı dahi
hazırlanmıştır. Almanların hükümet darbesi yapma teşebbüsleri karşısında
Rusların Tahran’a yürümesi neticesinde imzası tehir edilen bu anlaşma metni şöyledir:
"1- Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye ile Devlet-i Aliyye-i İraniye menâfi-i İslâmiye ve ahkâm-ı celile-i
şer’iyeye müstenid müşterek ve müteâvin ve hükümât-ı mevcude-i İslâmiye’nin
istiklâl-i siyasî ve tamami-i mülkiyelerini temin için ahvâl-i askeriyelerinin ıslah ve ordularının
tanzim ve takviyesine ve siyaset-i umumiyeleri menâfi’-i
esasiye-i İslâmiye’ye muhalif
olan düşman
126 BOA, HR.SYS.
D: 2340, G: 44
hükümetleri istilasında bulunan memâlik-i İslâmiye’nin
vakit ve imkânın müsaadesi hâlinde istihlâsıyla emel ve istidatlarına muvafık
bir şekl-i idareye mazhariyetlerini istihsâle hâdim saf ve samimi bir siyaset
takibine matuf ve sonra inşallah müebbeden carî tedafüî ve tecavüzî bir
ittifakı akd eylemiştir.
2-
Âkidinlerden
biri menâfi’-i umumiye-i İslâmiye’ye mugayir ve müttefikinin istiklâl-i siyasî
ve tamami-i mülkiyesini muhal olmamak ve beynelislâm cereyan-ı maksudeye olan
samimiyet ve ittihadın zaafını intac edecek bir şekil ve şumûlde bulunmamak
şartıyla kendi devletinin menâfi’-i hususiyesine muvafık olarak diğer düvel-i
İslâmiye ile akd-ı itilâf ve ittifak edebilecektir. Şu kadar ki akdi üzerinde
bulunduğu itilâfname veya muahedename metni ve şumûlü hakkında evvel emirde
müttefikinin dest-i muvafakatini istihsâl eyleyecektir.
3-
İşbu
ittifak-ı mukaddese Afgan hükümeti dâhil olabileceği gibi inşallah istihlâs ve
hükümet-i muhtare ve müstakile şeklinde tesis
edilebilecek sair milel-i İslâmiye hükümetleri de dahil edilecektir.
4-
Tarafeyn
diğerinin istiklâl-i siyasî ve tamamiyet-i mülkiyesini muhafazayı müteahhiddir
ve bu maksadı temin için inde’l-icap birbiriyle bi’l- müzakere müştereken hâl-i
harbe geçerler.
5-
Her iki
hükümdar-ı âli şan ve hükümetleri menâfi’-i umumiye-i İslâmiye’yi muhafaza ve
tevsîi temin eyleyecek ve beynelislam her türlü nifak ve ihtilâfı bertaraf
eyleyecek hükümât-ı İslâmiye arasında ahkâm-ı celile-i Kur’âniye ve şeriat-ı İslâmiye’ye tevfikan revabıt-ı muaveneti takviye ve teşyid edecek ve âlem-i İslâmiyet’te bir
devre-i sâfiye-i uhuvvet tesisini ve maarifin intişârını kâfil olabilecek her
türlü esbaba tevessül ve bu hususlarda yekdiğeriyle teşrik-i mesai eylemeyi
taahhüt ederler.
6-
Bu
ittifakname-i mukaddes esas ve umumî bir şekilde tanzim edilmiş olduğundan
müttefikler beyninde bunda münderic nekad-ı esasiyenin şumûlünü ve savr-ı
tatbikiyesini şerh ve tayin edecek muahedat-ı
mütemmime ve lahika tanzim ve teati edilecektir.
7-
Devleteyn-i
aliyyeteyn kendi memleketlerinde bazı teşebbüsat-ı nafia ve iktisadiye ve
menafi’-i maliye mukabilinde ecanibin gayrımeşru bir derecede nüfuz ve
tahakkümüne meydan vermemek ve hürriyet-i iktisadiyelerini kasr ve tahdit
ettirmemek için yekdiğerini irşad ve müştereken tedbir ittihaz ederler.
8-
İttifak-ı
mukaddes hafî tutulacak ve ancak tarafeynin muvafakatiyle dost ve müttefik
devletlere izhar olunabilecektir.
9-
İki nüsha
olarak tanzim kılınan işbu ittifakname-i mukaddes ahkâmı murahhasların imzası
tarihinden itibaren câri olacak ve Osmanlı ve İran padişahları canib-i
âlîlerinden imkânın müsait olduğu bir müddet zarfında imza ve tasdik
buyurulacaktır."127
Alman devleti, Rus ileri harekâtı
sebebiyle imzalanamayan bu anlaşma
metnini kabul etmediği gibi, Mösyö Nadoleti de Fevzi Bey’in yeni anlaşma
teklifine sıcak yaklaşmamıştır. Ancak Nadoleti, daha sonra Nizamüssaltana ile
gizli bir görüşme yapar ve kendisine bir anlaşma metni sunar.128
1915’te hazırlanan anlaşma taslağından farklı olan bu metinde Almanlar, icap
ettiğinde Osmanlı Devleti
için İran’ın bir kısmını işgâl etme hakkı istemişlerdir.
Tabiî ki bu talep İran tarafınca hoş karşılanmamıştır. İranlılar, “Osmanlılar
ittihad-ı
İslâm ile bizi oyalarken bunu söylemekten sıkılıyorlar, şimdi
127 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 18. Bu
taslak üzerinde daha sonra da taraflar arasında müzakereler yapılmıştır. Uzun görüşmelerden sonra
Enver Paşa ve Nizamüssaltana arasında ortak düşmana karşı Osmanlı
kuvvetlerinden bir kısmını sevketmek üzere bir anlaşma imzalanmıştır. Her ne
kadar tatbik sahasına dökülememiş olsa bile bu anlaşmanın metnini de ekler kısmında sunmayı faydalı görüyoruz.
128 BOA, HR.SYS. D: 2339, G:
99
Almanlara söyletiyorlar.” düşüncesine kapılmışlardır. Kendisinin de zaman
zaman “Ne kadar çok araziniz elimize geçerse taviz olarak kullanır ve Rusların
elinde kalan araziyi kurtarmak o kadar kolay olur.” dediğini belirten Fevzi
Bey, Almanların ifade ettiği şeyin
çok başka olduğunu vurgulamaktadır. Fevzi Bey’e göre Almanya, müstakbel şarkta
Rusya’dan ziyade Osmanlıları rakip olarak görmektedir.129
Almanya’nın İran siyasetindeki bu olumsuz tavrı
karşısında Osmanlı Devleti’nin nasıl
bir tutum içinde olduğu merak edilebilir. Esasen
elimizdeki iki kaynak, bu konu hakkında bir fikir sahibi olmamızı
sağlayacak niteliktedir. Bu kaynaklardan ilki, İran’la Osmanlı Devleti arasında
bir anlaşma yapma konusundaki mütalâaları muhtevî telgraftır. Merkezden
İran’daki Osmanlı memurlarına gönderilen bu telgrafta, Osmanlı ve İran
devletleri arasında Almanya’nın devrede olmadığı bir anlaşma yapma fikrine hiç
de sıcak bakılmamaktadır. “Müttefiklerimiz iştigâl etmeksizin İran ile bilfarz
İngiltere ve Rusya’ya karşı bir ittifak akdettiğimiz takdirde ileride bunlar
tarafından İran’a vukû bulacak taarruzu def için hükümât-ı merkeziye ile
mün'akid ittifakımızın adem-i müsaadesine mebni kendilerinden muavenet
talebinde bulunamayacağımıza” vurgu yapılan telgrafta, “Almanya hükümetinin
İran’da nüfuzumuzu kesretmek fikrinde bulunduğuna dair şimdiye kadar bizce kanaat hâsıl olmamıştır.” denilmektedir.130
Konuya ışık tutan bir diğer kaynak, Enver Paşa’nın 28.5.1916 tarihinde amcası Halil Paşa’ya gönderdiği mektuptur. Enver
Paşa’nın ifadeleri aynen şöyledir:
“İran’ı
harp esnasında Ruslar’dan ve İngilizler’den kurtarmak kâfi değildir. İran’ın
gelecekte de mülkî tamamiyetini teminat altına almak lâzımdır. Bu mesuliyeti, müttefiklerimizden ayrı olarak üstümüze
almak, Ruslar’ın ve İngilizler’in ileride vukû bulacak müdahale ve
tecavüzlerine karşı İran’ın müdafaasını, yalnız ordumuza yüklemek
demektir ki, bu, devletin
129 BOA, HR.SYS.
D: 2339, G: 104
130 BOA, HR.SYS.
D: 2339, G: 18
istikbâlini tehlikeye atmak olur. Bunun için, İran
dâhilindeki harbimize, Almanları da beraber sürüklemek ve birlikte hareket
etmek, gelecekteki menfaatlerimiz itibariyle zarurîdir. Binaenaleyh
Avusturyalılar gibi, İran harekâtından el çekmek arzusunu gösteren Almanlar'ı
teşvik ve tergib ile bizimle birlikte sürüklemek hususunda mesai sarfetme
gayretinde bulunmanızı rica ederim.”131
Bu mektuptan da açıkça anlaşılacağı üzere Harb-i
Umûmî’de takip edilen İran siyaseti için sadece Almanlar’ı ya da sadece Osmanlı
tarafını mesul tutmak yanlış ve adaletsiz olur. Her iki taraf da stratejik
hedefleri ve istikbâldeki siyasetleri için birbirini kullanma çabası içinde
olmuştur.
2.2- Rusların İran’ın
Kuzeyini İşgâli
Birinci Dünya Savaşı içindeki cephe hareketleri oldukça
ilgi çekici bir konudur. Bir tarihçi olarak bu cephe hareketlerinin askerî
açıdan değerlendirmesini yapamasak da, yaşanan gelişmelerin bir satranç
tahtasındaki hamleler gibi ortaya çıktığını kavramak zor değildir. Savaşın
içinde her cephe, her taarruz ve geri
çekiliş yekdiğeriyle bağlantılı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Örneğin Sarıkamış
harekâtının, sıkışan Avrupa cephelerini açmak
için gerçekleştirilen bir hamle olduğu
âşikârdır. Keza İtilâf
kuvvetlerinin Çanakkale harekâtının –esas hedef olan İstanbul’a
ulaşılamasa da-, diğer cephelerde faaliyet gösterme ihtimâli bulunan büyük Türk
kuvvetlerini bağladığı da meydandadır.132
Rusların İran’daki ileri harekâtı ele alınırken de bu
cephe bağlantılarını her zaman hatırda tutmak gerekir. Bilindiği üzere
Sarıkamış harekâtından sonra Ruslar, stratejik üstünlüğü ve saldırı
inisiyatifini ele geçirmişlerdir. Nitekim beklenen Rus taarruzları da 1915’in
yaz aylarından itibaren ortaya çıkacaktır. Çanakkale savaşlarının bitmesiyle, boşalan Türk kuvvetlerinin
131 Aydemir, a.g.e.,
s.197
132 Allen, Muratoff, a.g.e., s.356
doğuda üstün bir konuma geçmesine meydan vermemek fikrini de barındıran
bu Rus taarruzları, 1916 kışı boyunca devam etmiştir.133 1915’in son
aylarında İran’da artan Alman faaliyetlerini ve hükümet darbesi teşebbüslerini akim
kılmayı amaçlayan Rus taarruzunun gerçekleşmesinde, yukarıda verilen tabloya uygun olarak cephe bütünlüğünün sağlanmak istendiği de çok açıktır.
2.2-1) Rus İlerleyişi Karşısında
Osmanlı ve Almanya Devletlerinin Tutumu
Rusya’nın Kafkas Orduları başkumandanlığına Grandük
Nikola’nın gelmesinden sonra ve yukarıda ele alınan sebeplerden dolayı İran’ın
kuzeyi Ruslar tarafından işgâl edilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede 12 Kasım
1915’ten itibaren Baratof komutasındaki Rus kuvvetleri, Hazar Denizi üzerinden
Enzeli Limanı’na çıkmaya başlamıştır. Kazvin üzerinden devam eden Rus
ilerleyişi, 1916 yılının başlarına kadar devam etmiş; Kum, Kâşan, Sultan Bulak,
Kirmanşah ve Devletabad Rusların eline geçmiştir.134
Rus ilerleyişi karşısında Osmanlı ve Almanya eliyle
teşkil edilen kuvvetler peyderpey geri çekilmeye başlamıştır. Bu geri çekiliş
ve yaşanan diğer gelişmeler, Tahran sefaretince günü gününe Hariciye
Nezareti’ne rapor edilmiştir. Buna göre
14 Kanun-ı Evvel 1915 tarihli telgrafta Hanekin’deki İran
kuvvetlerinin Ruslara mağlup olduğu, Kirmanşah ve Sultanabad’a çekildiği bildirilmektedir.
Bundan sonra yaşanacak gelişmeler hakkında da mütalâaların kaydedildiği telgraf
şöyle devam etmektedir:
“Rusların
takip ile Kirmanşah’ı almaları muhakkak gibidir. İran ile hatt-ı muvasalamız
kesiliyor demektir. Bu mağlubiyet üzerine şah ile hükümetinin bütün bütün Rus ve İngiliz nüfuzuna
inkıyada mecbur olacağı
şüphesizdir.
133 Akdes Nimet
Kurat, Türkiye ve Rusya,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1970, s.284
134 Kurat, a.g.e., s.288
Bendeniz, hükümetin düşmanlarımızla aleyhimize
tecavüzî bir ittifaka girmemelerini temin için son dakikaya kadar çalışacağım.
Fakat şimdiye kadar müzakere edilen esas ki bizler
İran’a girersek İran’ın düşmanlarımız ile beraber bizim duhulümüze mani
olmasıdır. Kabule mecbur olacaklar zannederim. Ancak bu takdirde gelen Osmanlı
kuvvetlerine karşı İran aşâirinin umûmen hükümetin emrine itaat ve bizimle harp
edeceğini zannederim. İşte Almanya sefiriyle ateşemiliterinin mülâhazasızlıkla
hareketleri bu neticeyi
verdi. Bizim için yapılacak şey ya hududumuzu lüzumu derecede takviye ile harp neticesini beklemek veyahut
Musul ve Bağdat cihetlerinden iki nizamiye kolordusu göndermektir.”135
Rus ilerleyişi, İran’da ittifak devletlerine taraftar
olan grupların da Osmanlı hududuna doğru çekilmelerine sebep olmuştur. Tahran
sefiri Asım Bey’in Harciye Nezareti’ne gönderdiği telgraftan136
anlaşıldığına göre millî müdafaaya çalışan mebuslar, gazeteciler ve sâir
kişiler, Kum’da toplanmışlardır. Bu kişilerin çoğu maddî sıkıntı içindedir. Zor
günlerinde bu kişilere para yardımında bulunmanın şimdi ve gelecek için bir
zaruret olduğunu belirten Asım Bey, üç bin liralık bir yardımda bulunmanın kâfi
geleceğini söyleyerek, kendilerine faydalı ve yardıma muhtaç kişilere
nezaretten para gelene kadar borç bularak yardım edip etmemesinin uygunluğunu
sormaktadır. Asım Bey’in bu sorusuna olumlu cevap, 7 Aralık 1915 tarihinde
verilmiş, ateşemiliterlik nezdinde bulunan paranın üç bin lirası yardım için
tahsis edilmiştir.
Rus işgâli devresinde Osmanlı Devleti’nin, İran’da
kendisine taraftar gruplarla olan bu teması daha sonra da devam etmiştir. 16
Şubat 1916 tarihinde Hanekin’den Hariciye Nezareti’ne gönderilen telgraf bu
temasa işaret ediyor. Bu telgrafta Safa Bey, Rus istilasından kaçan İtidal
Fırkası mensuplarıyla İsfahan’da görüştüğünü belirtiyor. Bu görüşmelerde İtidal
Fırkası mensupları, Osmanlı
Devleti ile gizli
ve hususî bir anlaşma yaparak
135 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 14
136 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 2
ittifak etmek istemişlerdir. Bu anlaşmaya, daha önce Almanlarla uzlaşan
Demokratlar’ın da dâhil edilmesi düşünülmektedir. İsfahan’da yapılan bu
görüşmelerden sonra mebuslardan bir kısmı güvenlik kaygıları sebebiyle
Kirmanşah’a doğru yola çıkmıştır. İçinde İtidal Fırkası Reisi Seyyid Muhammed
Tabatabayi’nin de bulunduğu diğer kafile ise yol üzerindeki Nihavend’in Ruslar
tarafından ele geçirilmesi üzerine güzergâh değiştirerek yollarına devam
etmişlerdir ki, telgrafın yazıldığı tarihte hâlâ Kirmanşah’a ulaşamamışlardır.
Kirmanşah’ta bulunan İtidal ve Demokrat Partileri mebusları toplanarak,
Tahran’daki Fermanferma kabinesinin yerine, Nizamüssaltana’nın önderliğinde
geçici bir hükümet teşkil etmek üzere müzakerelerde bulunmaktadırlar. Bu
düşüncenin kuvveden fiile geçmesi için İtidal, Demokrat ve Ulema partilerinin
liderlerinin Kirmanşah’a gelişleri beklenmektedir. Şayet Kirmanşah Rus tehdidi
altına girerse mebuslar önce Kasrışirin’e ve burası da tehlikeye düşerse
Bağdat’a kadar çekilmeyi ve İran’ı Ruslardan ve Rus taraftarlarından kurtarmayı
düşünmektedirler.137
Geçici bir hükümet
kurmayı düşünen bu gruplar, İran’ın Rus işgâlinden
kurtulabilmesi ve Osmanlı
hududuna iki günlük
mesafedeki tehlikenin bertaraf edilebilmesi için kâfi miktarda
Osmanlı kuvvetinin İran’a sevk edilmesini talep etmektedirler.138
Verilen bütün bu bilgiler bize gösteriyor ki Ruslar,
1915 sonu ve 1916 başında hem Doğu Anadolu’da hem de İran’da üstünlüğü ele
geçirmiştir. Ancak yine de 1916 ilkbaharında Rus genelkurmayı bütün dikkatini
büyük bir taarruz hazırlığı içinde
olduğu batı cephesine çevirmiştir.139
Bu duruma bir de Kutülamare zaferinin etkileri eklendiğinde, İran’daki Rus
üstünlüğü bir süre sonra sona erecektir.
137 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 46
138 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 65
139 Allen, Muratoff,
a.g.e., s.356
2.2-2) Almanya’nın İran Siyasetindeki Değişiklik
Rus ileri harekâtı, Osmanlı ve Almanya devletlerinin
İran siyasetlerindeki rekabeti de etkilemiştir. Rus ilerleyişinin Alman
siyasetini başarısız kılması, Almanya’nın İran mesaisinde Osmanlı’ya
yaklaşmasına sebep olmuştur. Bu yakınlaşma çabası, yukarıda da vurgulandığı
üzere Osmanlı Devleti’nin takip ettiği siyaset açısından da önemli addedildiği
için geri çevrilmemiştir.
Henüz Rus ileri harekâtı başlamadan evvel, Ekim
1915’te, Irak’taki ilk İngiliz ilerleyişi karşısında alınan başarısızlıkların
da tesiriyle Osmanlı genelkurmayı yeni bir teşebbüste bulunmuştur. Irak
cephesindeki başarısızlıklar fırsat bilinerek hem bu cepheyi toparlamak hem de
İran girişimlerini yeniden canlandırmak maksadıyla 6. Ordu kurulmuştur. Bu
kuvvetin başına da Osmanlı ordusunda oldukça itibarlı bir ismi olan Von der
Goltz getirilmiştir. Goltz Paşa’ya gönderilen ilk şifrede, “Bakanlar Kurulu’nun
kendisini Tahran’a olağanüstü delege tayin ettiği ve bu memleketteki Türk-
Alman elçilerinin ve her iki hükümete bağlı tüm sivil ve askerî görevlilerin
kendi emrinde olacağı; Hindistan’a yapılacak bir seferin planlarının
hazırlanması” bildiriliyor ve “karargâhını kimlerden kurmak istediği"
soruluyordu.140 Paşa’ya gönderilen 22 Ekim 1915 tarihli şifrede ise;
“kendisinin gerek İran kuvvetlerini merkezî devletler ve gerek İran’ın
ilerideki özgürlük ve bağımsızlığını sağlamaya yöneltilmiş eylemleri yönetmekle
yükümlü olduğu, bu yolda ilk görevini İngiltere ve Rusya’ya karşı İran’ı
ayaklandırmak ve memlekette mevcut askerî kuvvetleri ele alarak bir İran
ordusunun kuruluşuna çaba göstermesi; keza İran ayaklanmasına yardımda bulunmak
üzere ileride oraya gönderilecek birliklerin de emrine gireceği, bütün bu
kuvvetlerin hepsinin 6. Ordu adını alacağı, izin ve müsaadesi olmadan
bölgesinden hiçbir kuvvetin alınamayacağı, Kafkas Cephesi’nde bulunan 3. Türk Ordusu tarafından –istendiğinde- kendisine yardım edileceği,
140 Birinci Dünya Harbinde
Türk Harbi Irak-İran
Cephesi 1914-1918, III. Cilt, 1. Kısım, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979, s.377
bundan başka Türkiye’den ve Almanya’dan İran ve Afganistan’a gönderilmiş
subay ve heyetleri, ateşemiliterler ve konsolos vekili olarak görevlendirilen
menzil subaylarının emrinde olduğunu, ayrıca kendisine bir Türk siyasî
danışmanı verileceği, Türkiye ile Almanya’dan, İran ayaklanmasına yardım için
gönderilecek para ve silah, cephane ve harp gereçlerinin emrinde olduğu, bunların kullanma şekli ve yerini
kendisinin tayin edeceği…” bildiriliyordu.141 Anlaşılan o ki,
Almanya ve Osmanlı Devleti, Goltz Paşa üzerinden İran siyasetlerini
birbirlerine yaklaştırma çabası içine girmişlerdir.
Ateşemiliter Fevzi Bey’in Hanekin’den Hariciye Nezareti’ne gönderdiği
6 Şubat 1916 tarihli telgraf, İran siyasetindeki bu yakınlaşmanın Rus
ileri harekâtından sonra daha da arttığına işaret etmektedir. Alman sefiriyle
Kirmanşah’ta görüştüğünü belirten Fevzi Bey, Almanlarla birlikte yürütülen
işlerdeki iyiliğin gittikçe arttığından bahisle, iki tarafın meselelere bakış
açısının birleştiğini ve münasebetlerin samimi bir biçimde ilerlediğini
vurgulamaktadır. Fevzi Bey’in bildirdiğine göre Almanya, İranlılara da ümit
vermekte, yardım vaadinde bulunmaktadır.142
İki devlet arasındaki bu yakınlaşma, ilerleyen dönemde
XIII. Kolordu’nun İran’a sevkinin de en önemli sebebi olacak tarzda devam
etmiştir. Öyle ki, 12 Ağustos
1916 tarihinde iki devlet arasında, İran’da ve sâir doğu memleketlerinde “devleteynin
mesai-i müttehidelerini tanzim maksadıyla
sulhün in’ikadına değin mukarrer olmak üzere" bir anlaşma dahi
imzalanmıştır.143 Böylece iki devlet, İran siyasetlerini kâğıt
üzerinde de olsa tamamen birbirine uygun hâle getirmişlerdir.
141 Birinci Dünya Harbinde… s.377
142 BOA, HR.SYS.
D: 2339, G: 39
143 BOA, HR.SYS. D: 2320, G: 3. Söz konusu anlaşmanın Almanca olan tam
metni için bkz: BOA, HR.SYS. D: 2424, G:
72
2.2-3) Rus İleri Harekâtının Kutülamare Kuşatmasıyla Bağlantısı
Bilindiği üzere Ruslar, Hazar Denizi üzerinden İran’a
asker çıkardığı dönemde, Irak cephesinde General Townshend’in kumandası
altındaki İngiliz kuvvetleri Kutülamare’de kuşatılmış bulunuyordu. Bu arada
İngilizler, kuşatma altındaki bu
birlikleri kurtarmak için pek çok teşebbüste bulunmuşlardır. Bunun için Fransa
cephesinden iki tümenle, başka birtakım birlikler Basra’ya getirilmiştir.144
Buna ek olarak Kut şehrindeki muhasaranın kaldırılması için Ruslarla işbirliği
yapılması fikri de gündeme alınmıştır. İran’da
ilerleyen Rus birliklerinin 26 Şubat 1916’da Kirmanşah’ı almasını müteâkip bu
fikir daha da kuvvetli bir biçimde benimsenmiştir. Bu çerçevede Rus
birliklerinin başında bulunan Baratof’la Townshend ve İngiliz kurtarma birliği
arasında doğrudan telsiz irtibatı kurulmuştur.145
Bu dönemde Irak cephesindeki durumu Mehmet Kenan
şöyle yansıtmaktadır:
“Rus ileri
harekâtı Bağdat’ı tehdit edici bir şekle girmiş idi. Bu esnada Kutülamare
cephesinde General Townshend’i kurtarmak için gelmiş olan İngiliz kolordusu
Felahiye mevzilerine taarruzlarına devam etmekte, General Townshend
Kutülamare’den bir huruç icrası için Dicle üzerinde bir köprü hazırlamakta olup
Kut cephesindeki İngiliz-Türk kuvvetleri adeden müsâvî fakat İngilizler top ve
cephanece fâik ve daima takviye almakta berdevam idiler. Çalınan bir telsiz
muhaberesine göre Rus generali Baratof, General Townshend’e yakın zamanda
müştereken hareket edeceklerini bildirmişti.”146
14.1.1916 tarihli bir telgrafta da Kazvin, Hemedan,
Kirmanşah ve Hanekin üzerinden Osmanlı hududuna yaklaşan Rusların, Elcezire
taraflarında
ilerlemek isteyen İngilizlerle irtibat ederek Avrupa’da
144 Sanders, a.g.e., s.163
145 Allen, Muratoff, a.g.e., s.358
146 Mehmet Kenan, Büyük Harpte İran Cephesi, II.
Cilt, s.136
kaybettiklerini Balkanlar’da ve Asya’da arama cihetini
tercih etmiş oldukları vurgulanmaktaydı.147
Yaşanan bu gelişmeler, Goltz Paşa’nın hatıra
defterinde, “Rusların hakikaten İngilizlerle birlikte Bağdat’a karşı bir
hareketi göze aldıkları anlaşılıyor. Selmanıpak vakası yalnız ara yerde
tahaddüs etmiş münferit bir vakadır. Hâlen Ruslar büyük bir taarruz darbesi
indirmek üzeredir. Herşey buna delâlet ediyor…” cümleleriyle yer bulmuştur.148
Bu düşüncelerle Goltz Paşa, Rus birlikleriyle İngilizlerin birleşme ihtimâline
karşı 6. Türk Tümeni’nin Bağdat’a ulaşmasından sonra on iki topla birlikte dört
taburu İran hududuna sevketmiştir.149 Goltz Paşa'nın aldığı bu
tedbirin olumlu sonuçlar doğurduğu anlaşılmaktadır.
Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, nispeten az
sayıdaki Rus kuvvetlerinin sahip olduğu lojistik imkânlar, İngiliz ve Rus
birliklerinin birleşmesi fikrinin tatbik edilmesine müsaade etmemiştir. Böylelikle İngilizlerin Ruslardan beklediği yardım,
Mart ayında bir Rus süvari birliğinin Loristan’dan geçerek Alelgarbî’de İngiliz
karargâhını ziyaretinden ibaret kalmıştır.150
147 BOA, HR.SYS.
D: 2417, G: 25
148 Goltz Paşa… s.48
149 Allen, Muratoff, a.g.e., s.359
150 Kenan, a.g.e., s.136
2.3- Kutülamare Zaferinden Sonraki Gelişmeler
Uzun bir mücadelenin ardından 29 Nisan 1916’da,
Kutülamare kuşatması Türk birliklerinin zaferiyle sonuçlanmıştı. Irak
cephesindeki bu başarının ardından İran’a yönelik olarak bilhassa Almanların
yeni girişimler içine girdiği görülmektedir.
2.3-1) Almanların İran’a Yönelik Harekât
Talepleri
Almanlar, İran’daki müstakil siyasetlerinin Rus ileri
harekâtıyla başarısızlığa uğramasından hemen sonra, İran’a yönelik bir askerî
faaliyetin başlatılması konusunu gündeme getirmişlerdir. 31.1.1916 tarihinde,
yani Rus kuvvetlerinin İran’a yeni geldiği bir zamanda Fevzi Bey’in Alman
sefiriyle yapmış olduğu görüşme, bu hakikati açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Başkumandanlık Vekâleti’ne gönderilen telgrafa151
göre; Alman sefiri, Fevzi Bey’e Osmanlı ve Alman siyasetlerinin tamamen
birbirine mutabık olduğunu beyanla, Osmanlı hükümetine iletilmesi ricasıyla
şöyle söylemiştir:
İsfahan, Sultanabad, Devletabad, Kirmanşah, Sine
hattına kadar Ruslar İran’ı istila etti. Hiç olmazsa bu hattı muhafaza edelim.
Aksi takdirde Ruslar bütün İran’ı istila edecek. Biz Almanlar ve Osmanlı, bir
dost memleketine müteveccih bu felaketin aciz bir şahidi kalacağız. Bu hattın
muhafazası, eldeki kuvvetle müşküldür; buraların muhafazası için muntazam iki
fırkaya ihtiyaç vardır. Bunların bir aya kadar gönderilmesini rica ederim.
Fevzi Bey’le Alman sefirinin
anlaştığı esaslar ise şöyledir:
Müslüman olan Osmanlı Devleti, Avrupalılara nispetle doğuda yüksek ve müstesna
bir mevkie sahiptir. Bu mevki takviye olunmalı ve bundan istifade edilmelidir.
İkinci olarak kabul edilen şey, İran’ın iç işlerine doğrudan bir müdahalede
bulunulmaması yönündedir. Burada ilgi çekici bir tespit vardır: “Şarkta her işi bilvasıta ve yine şarklılara yaptırmak
lâzımdır.” Bu esasa göre yapılacak
şey, sorumluluk sahibi olmayan kişilere değil, doğrudan
151 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 35
doğruya hükümete yardım etmektir. Bu yolla hükümet kontrol altına alınır
ve herşey ondan istenir. Son olarak yapılan tespit ise, İran’ın kendi gücüyle
Rus işgâlinden kurtulmasının mümkün olmadığı, bunun için Osmanlı askerinin
mutlak surette bunlara yardımcı olması gerektiğidir.
Almanların İran’a yönelik harekât talepleri,
Kutülamare zaferinden sonra daha da ısrarlı bir biçimde devam etmiştir. 1 Mayıs 1916 tarihli
telgrafta verilen şu bilgiler hayli ilgi çekicidir: Kutülamare’deki Osmanlı
muzafferiyetininin ardından Almanlar, Irak cephesinden İran’a bir miktar asker kaydırılması konusunu gündeme
getirmişlerdir. Alman sefiri Vassel, söz
konusu zaferi tebrik ile Safa Bey’e bu konu üzerinde ısrarcı olmuş ve eğer ihtiyaç olursa Türk askerinin İran’da
Alman yahut Avusturya silahlarını kullanabileceğini belirtmiştir.
Aynı konuyu dillendiren bir diğer kişi de Bopp
Paşa’dır. O da artık Osmanlı kuvvetlerinin İran’a getirilmesi gerektiğini
düşünmektedir. Safa Bey’in ne kadar
askere ihtiyaç olabileceği konusunda sorduğu soruya, son zamanlarda azalan
paranın tekrar bollaştığını, İran kuvvetlerinin önemli bir kısmını kendi
taraflarına çekmeyi başardıklarını ve bu askerlerin yavaş yavaş Kirmanşah’ı üç
koldan sardıklarını söylemiştir. Osmanlı taburlarının da bu kuvvetlerin
arkasına yerleştirilerek harekâtları yakından takip etmesi gerekmektedir. Bopp
Paşa’ya göre Ruslar Kirmanşah’ta bir defa hezimete uğratılırlarsa, zulmettikleri
aşiretler, Ruslara saldırmakta tereddüt göstermeyeceklerdir. İşte bunların
olabilmesi için ihtiyaç olunan şey altı bin asker, bazı aşiretlere dağıtılmak
üzere kâfi miktarda tüfek ve mühimmattır.152
Bu telgraftan üç gün sonra Safa Bey’in Hanekin’den gönderdiği bir başka
telgraf, konu hakkında daha da ilgi
çekici fikirler ilham etmektedir. Safa Bey, düşmanın yirmi bin kişilik bir kuvvet ve şiddetle
taarruz ettiğini, askerin büyük zayiat vererek Kasrışirin’e çekilmeye mecbur
kaldığını ve son menzilin Serpol’e ulaştığını bildirmektedir. Başta Alman
sefiri olmak üzere Grup Kumandanı Bopp’un ve diğer askerî birliklerin ve mebusanla rüesanın
152 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 74
Bağdat’a çekilmek fikrinde olduğu söylenmektedir. Telgrafın sonunda Safa
Bey, şayet Rusların karşısına kâfi miktarda asker çıkarılmazsa, Ruslarla
İngilizlerin birleşme ihtimâli olduğunu belirterek bu durumun Bağdat’ın
düşmesine sebep olacağını bildirmektedir.153
Safa Bey’in canhıraş bir dille yazdığı bu telgraftan
sonra Ali İhsan (Sabis) Bey’in kumandası altındaki XIII. Kolordu İran’a doğru
yola çıkacaktır. Esasen bu telgrafta verilen bilgilerin çok abartılı olduğu,
daha sonra Ali İhsan Sabis’in hatıralarında yazdıklarından anlaşılmaktadır.
Sabis, konu hakkında şu bilgileri sunmaktadır:
"...İran'da
Rusların böyle bir ileri hareketleri karşısında evvelce İran'a sevkedilmiş olan
ve Bağdat Grubu namı verilen kuvvetlerimizin başlarındaki kumandanların, Acem
devlet adamları ile Nizamüssaltana'nın Tahran'da bulunur iken Rusların
karşısında geri çekilen Ateşemiliter Binbaşı Fevzi Bey'in ortalığı velveleye veren feryadları gerek Enver Paşa'yı
ve gerek Halil Paşa'yı endişeye sevk etmiş..."154
Bu noktada bir fikir beyan etmek yerine bir soru
sorarak konuyu noktalayabiliriz. Tam Kutülamare zaferinin kazanıldığı bir
zamanda ve Almanların ısrarla harekât talep ettiği bir dönemde Bopp’un geri
çekilişi ve Rus kuvvetleri hakkında verilen bu malûmat, İran harekâtını temin
için yapılmış bir manipülasyon olabilir mi?
2.3-2) XIII. Kolordu
Harekâtı
2.3-2-1) Harekât Hakkındaki Bazı Mütalâalar
XIII. Kolordu’nun İran’a sevki ve daha sonra Bağdat’ın düşmesi, harekât emrinin verildiği günden
itibaren büyük bir tenkit konusu
olmuştur.
153 BOA, HR.SYS.
D: 2339, G: 76
154 Sabis, a.g.e., s.180
Liman von Sanders, XIII. Kolordu’nun İran harekâtını hem raporlarında155
hem de hatıralarında şiddetle tenkit etmektedir. Liman Paşa hatıralarında şöyle
yazıyor:
“… Goltz’un
yokluğunun ilk neticesi, Irak’ta kaybedilen geniş araziyi tekrar ele geçirmek
için İngilizlere yeniden taarruz etmek üzere Kutülamare başarısından
faydalanılmaması oldu. 13. Türk Kolordusu’nun tarafsız olan İran topraklarında
ileri hareketi başladı. 11 Temmuz 1916’da aşağıda aynen anlattığım ve bugün de
hiçbir şey ilave etmeye lüzum görmediğim düşüncelerimi bir raporla tespit
etmiştim: Irak’ta 6. Ordu’da açık bir sevk ve idare yok gibi görünüyor. Halil
Paşa ordu komutanından başka herşeydir; Kutülamare muzafferiyetinden sonra
İngilizlere Felahiye’de taarruz ederek Irak’ın
hiç olmazsa bir kısmını tahliyeye mecbur edecek yerde,
çok nüfuzlu ve akıllı fakat çok entrikacı ve
Almanlara dost olmayan İhsan Paşa’yı Hanekin üzerinden Kirmanşah’a gönderiyor
ve Rusların birkaç taburla (2-3), birkaç süvari alayına (5 kadar) karşı, Türk
basını tarafından göklere çıkarılan kolay birtakım başarılar kazanmak peşine
düşüyor.
İran’a
karşı yapılan bütün bu harekât boşluğa kılıç sallamak gibidir. Çünkü birincisi
oradaki başarı devamsızdır; ikincisi halkı askerliğe alışmamış ve güvenilmez
olan İran üzerine yapılması tasarlanan baskının, Dünya Savaşı’nın sonucu
üzerine hiçbir tesiri yoktur.”156
Liman Paşa’nın eleştiri oklarına hedef olan Halil
Paşa ise hatıralarında şöyle
yazacaktır:
“6.
Ordu’nun selâmetini icap ettiren en yerinde hareket, (Rus kuvvetlerinin
tutulduğu) Paytak Geçidi’nde yeterli kuvvetlerle savunmada kalmak, ana
kuvvetlerle de İngiliz ordusunu Basra istikametinde sürerek denize dökmekti.
Ne var ki öteden beri İran’da hayal içinde olan, siyasî ve
155 27 Mart 1919 tarihli rapor ve söz konusu tenkitler için bkz: Akdes
Nimet Kurat, Birinci Dünya Savaşı
Sırasında Türkiye’de Bulunan Alman Generallerinin Raporları, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,
1966, s.80 vd.
156 Sanders, a.g.e., s.164
iktisadî menfaatler peşinde koşan Almanlar,
başkumandanlık karargâhını tesirleri altında bırakmışlardır; bu tesirin
neticesinde de son derece hatalı bir emirle karşı karşıya kaldım. Emir
şöyleydi: Dicle cephesinde yeteri kadar kuvvet müdafaada bırakılarak İran
cephesi takviye edilecek, ilk olarak Kirmanşah işgâl altına alınacaktır.”
Cephe ve asker durumlarına işaret eden Halil Paşa, başkumandanlığın bu emrine itiraz eder,
hatta emrin ısrarla tekrar edilmesi üzerine istifasını dahi sunar. Ancak
kendisine “6. Ordu kumandanı olarak kalacaksınız ve Kirmanşah’ı mutlaka işgâl
edeceksiniz” yazılı son emir verilir. Bu emir üzerine XIII. Kolordu İran’a
yönelir. Halil Paşa, İran’a yürüyen bu kolordu için, “havada hedefsiz sallanan
bir kılıç gibiydi” der.157
Fevzi Çakmak ise İran harekâtı hakkındaki
mütalâasında XIII. Kolordu’nun Ruslara karşı
tahrikinin yerinde olduğunu
söyler. Ancak ona göre
yanlış olan, İran’da harcanan zamandır. 1916 yazında Rusların mağlup edilerek
huduttan uzaklaştırılmasının ardından XIII. Kolordu’nun kış harekâtı için
Irak’a dönmesi gerektiğini belirten Fevzi Paşa, böylelikle Bağdat’ın
İngilizlerin eline geçmesine mâni olunabileceğini söylemektedir.158
Bütün bu değerlendirmelerin üzerine biz de şunları
söyleyebiliriz: Alınan askerî başarısızlıkların ardından tarafların eksik
bilgilerle birbirlerini suçlaması makûl ve mazur görülebilecek bir durumdur. Ancak mesele objektif bir biçimde değerlendirildiğinde, İran harekâtı için ne
Almanların tahrik ve taleplerini gözardı edebiliriz ne de Osmanlı
Başkumandanlığı’nın isabetsiz öngörülerini ıskalayabiliriz.
2.3-2-2) XIII. Kolordu
Harekâtından Sonra Yaşanan
Gelişmeler
XIII. Kolordu harekâtından sonraki askerî durum, 17 Temmuz 1916 tarihli telgrafa göre şöyledir:
Miralay Ali İhsan Sabis kumandasındaki 13.
157 Sorgun, a.g.e., s.194-196
158 Çakmak, a.g.e., s.160
Kolordu’nun karargâhı elyevm Kirmanşah’tadır. Bir fırka, Kirmanşah-
Hemedan yolunda ve Kirmanşah’tan altı yedi saat mesafede Biston’da bulunan
Ruslara karşı müdafaa tertibatı almıştır. Bütün kıtalar ileri harekât için eksiklerini ikmal etmekle meşguldür.
Ruslar, Biston’da üç-dört bin kişilik bir kuvvet bırakarak Hemedan’a
çekilmiştir. Osmanlı güçleri üstün, askeri sıhhî ve manevî yönden kuvvetlidir.
Kirmanşah’ta bulunan aşiretler ve reisleri her ne
kadar Osmanlı kuvvetlerine ilhak etmiş olsalar da, bunlardan ciddi bir askerî
yardım görülemeyeceği, eski tecrübelerle sabittir. Ancak bunların Osmanlı
kuvvetleriyle beraber olmaları, kullanılan yollarda ve bilhassa hudutta asayişin temin edilmesini sağlamaktadır
ki, bu da çok ciddi bir faydadır. Artık halk, İran’ı Ruslardan temizleyecek
olanın ancak Osmanlı kuvvetleri olacağına inanmaktadır.
Ruslar çekilirken, güzergâhları üzerinde bulunan
köyleri ve tarlaları tahrip edip yakmışlardır. Buna sebep, ahalinin Ruslar
geldiğinde kaçmış olmalarıdır. Ayrıca Ruslar, bu geri çekilme esnasında Osmanlı
taraftarı olanları tehdit etmekle kalmamış, müttefik devletlerin
şehbenderliklerini de arama yapmak bahanesiyle tahrip etmişlerdir. Rusların
yaptığı bu zulümler, bu havalide artık halkın bîtaraflıktan vazgeçip düşmanın
gerçek yüzünü görmesine sebep olmuştur.159
İran’daki Türk ilerleyişi İtilâf devletlerinin
reaksiyonuyla karşılaşmıştır. Rus ve İngiliz sefirleri, hanedan mensubu olan
Salarüddevle’nin Osmanlı ordusuyla gelmekte olduğunu ve Tahran’a gelmesinin ardından
hükümdarlığını ilân edeceğini propaganda etmektedirler. Ruslar da Osmanlı
ordusunun Hemedan’da tecavüzlerde bulunduğu yalanıyla halkı galeyana getirmeye
çalışmaktadır.160
159 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 84
160 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 103
18 Ağustos 1916 tarihli telgrafta161 ise
İran hükümetinin Osmanlı kuvvetlerinin ilerlemesinden korktuğu, bu sebeple şahı
ve başkenti Mazenderan’a nakletmeyi, ayrıca Osmanlı’ya karşı harp ilân etmeyi
düşündüğü bildirilmektedir. Tabiî hükümetin bu hareketinin arkasında da yine
Ruslar ve İngilizler vardır.
Tahran gazetelerindeki bazı haberlerin
değerlendirildiği 27 Eylül 1916 tarihli bir başka telgraftan anlaşıldığına göre
ise, İran şahının Tahran’ı terk etmesinin ve İtilaf devletlerinin sefirleriyle
birlikte hareket etmesinin uygun olup olmadığını kararlaştırmak üzere Şevval’in
19’unda, sarayda bir meclis toplanmıştır. Bu meclise ulema, şehzadegan, rical-i
devlet, eski ve yeni vezirler ve reis-i vüzeralık etmiş kişiler iştirak
etmiştir. Alınan kararlar tamamınca imza edilmiştir. Yapılan gizli oylamada iki
oya karşı otuz oyla şahın Tahran’ı terk etmemesi kararlaştırılmıştır. Meclis,
kararını bir mazbata ile şaha bildirmiştir. Yabancı devletler sefirlerine,
harbin başlangıcından beri varolan bîtaraflığın gereği üzere muamele edilmesi
kararlaştırılmıştır. Ayrıca başkentin her türlü tecavüzden korunması için icap
eden devletler nezdinde girişimlerde bulunulacaktır.
Şahın Tahran’ı terk edeceği haberleri üzerine esnaf ve
tüccar, bir heyet ile şaha müracaatla
Tahran’ı terk etmemesini istemişlerdir. Ayrıca dükkânların kepenkleri
indirilmiş, insanlar camilere kapanmışlardır. Şah, Tahran’ı terk etmeyeceğini
ve İran’ın tarafsızlığını muhafaza edeceğini beyanla bu umumî heyecanın önünü
almıştır.162
İtilâf devletlerinin Osmanlı aleyhtarı propagandaları
ilerleyen dönemde de devam etmiştir. 14 Ocak 1917 tarihiyle Tahran sefareti
maslahatgüzarı Nüzhet Bey, yolladığı telgrafta şöyle demektedir: “Düşmanlarımız
hükümet-i seniyyenin maksadı Kürdistan’ı İranlılardan müdafaa görmeksizin
kolayca işgâl etmek ve Anadolu’daki zararı bu suretle telâfi eylemek olduğunu
ve bu maksatlarını temin eylemiş olan Osmanlıların İran’da daha ziyade
ilerlemeye
161 BOA, HR.SYS. D: 2339, G: 92
162 BOA, HR.SYS. D: 2425, G: 61
lüzum görmemekte olduklarını ve tarafımızdan işgâl olunan mahallerin tahliye olunmayacağını işaa ediyorlar. Ordumuzun Hemedan’da
uzunca bir müddet beklemiş olmasını da buna delil gibi gösteriyorlar. Şah
hazretleriyle taraftarlarımız bu suretle büyük bir yeise duçar edilmişlerdir.
Dün mülâkat ettiğim reis-i vükelâya bu rivayetleri çıkaranlardan bahsettiğim
sırada müşarünileyhi bile bu rivayetlerin sıhhatine kail olmuş gibi gördüm.
Müşarünileyh bu babda vaki olan ifâdat ve teminatımı hilâf-ı mutad olarak pek lâkaydâne dinledi. Bu rivayeti cerh ve
tekzib eylemek ve maksadımızın İran’ı Rus nüfuzundan kurtarmak ve istiklâlini
temin etmek olduğunu fiilen ispat eylemiş olmak için harekât-ı askeriyeye
başlamak ve hiç olmazsa Tahran’a doğru biraz daha ileri gitmekliğimiz ve dokuz
numaralı telgrafımda arz etmiş olduğum teklif-i malumu kabul eylediğimize
delalet edecek âsâr-ı maddiye göstermekliğimiz lâzımdır. Harekât-ı askeriyenin
gayr-ı muayyen bir müddetle duçar-ı tevakkuf olmuş bulunması aleyhimizde
birtakım su-i tefsirlere mahal vermekte ve lehimizdeki efkârı ve bahusus şah
hazretlerini ümitsizliğe düşürmektedir. Bu ümitsizliklerin birçok mahzurlar
tevlid etmesi muhtemeldir. İstiklâl-i İran hakkında bazı beyanat-ı mülûkaneyi havi olduğunu haber
aldığım nutk-ı hümayunun beş on nüshasının lüzumuna mebni serian kumandanlık
vasıtasıyla bendenize irsal buyrulmasını istirham ederim.”163
Rus ve İngilizlerin bu propaganda faaliyetleri
karşısında Osmanlı Devleti de boş durmamıştır. XIII. Kolordu Kumandanı Ali
İhsan Sabis, Ekim 1916’da, Harb-i Umûmî’ye dair İranlılara hitaben bir
beyanname neşretmiştir. Ali İhsan Bey, yayınlamış olduğu bu beyannamede Harb-i
Umumî’nin başlangıcından o güne kadar yaşananlar hakkında etraflıca bir değerlendirme yaparak İttifak
devletlerinin başarılarını vurguladıktan sonra, Osmanlı kuvvetlerinin İran’daki
maksadını açıklamıştır: “İran’ı Rus ve İngiliz işgâlinden kurtarmak.”
163 BOA, HR.SYS. D: 2427, G: 26
Ali İhsan Bey’in beyannamesinden anlaşıldığına göre
İngilizler ve Ruslar, Osmanlı Devleti aleyhine İran’da propaganda
yapmaktadırlar. Bu propagandaya göre; “Osmanlı ordularının İran’a hulûl
etmelerinden maksatlarının, İran’da ihtilâl çıkarmak ve şu vesile ile Nizamüssaltana’yı reis-i cumhur nasb ve tayin ettirerek
Tahran’a girmek ve bu suretle makam-ı âli-i saltanatı duçar-ı tezelzül eylemek”
olduğu söylenmektedir.
Aynı beyannamede vatanperver aşiretlerin de Osmanlı
askeri ile aynı safta yer aldığı vurgulandıktan sonra, Ruslardan kurtarılan
İran topraklarının Şah Ahmet Kaçar namına Nizamüssaltana tarafından idare
olunduğu belirtilmektedir. Tahran’ın da Ruslardan kurtarılmasının ardından Ahmet
Şah’ın İran kuvvetlerinin başına geçeceği ve Nizamüssaltana’nın şahın emri
altında çalışmalarına devam edeceği söylenmektedir.
Beyannamede özellikle dikkat çekilen bir diğer nokta
da, İran halkının cihad-ı ekber ilânına bigâne kalmamaları yolundadır. Buna
göre Ali İhsan Bey, “İranlılar, düşmanlarını, yani İngilizleri ve Rusları
mahvetmeli, onlara fayda sağlayacak faaliyetlerden kaçınmalıdırlar.” der.164
2.3-2-3) XIII. Kolordu
Kumandanı Ali İhsan Sabis'in İran Raporu
XIII. Kolordu bahsini, bu kolordunun kumandanı olan
Ali İhsan Sabis'in İran hakkındaki mütalâalarını aktararak kapatacağız. Ali
İhsan Bey, Kasım 1916'da, İran'a dair çok kapsamlı bir rapor hazırlamıştır.
Önce askerî makamlara gönderilen bu raporun bir sûreti de Hemedan'dan Hariciye
Nezareti'ne gönderilmiştir.165
Ali İhsan Bey, altı aylık muzaffer bir seferden ve İran'da bilfiil icra edilmiş
tetkiklerden sonra hazırladığını söylediği bu raporla, İran'ın içinde bulunduğu
vaziyeti ve bu ülkeden neler ümit edilebileceği hakkındaki bilgileri
aktarmaktadır. Böylelikle bazı memurların şahsî menfaatler temin etmek için
164 BOA, HR.SYS.
D: 2427, G: 26
165 BOA, HR.SYS.
D: 2337, G: 4
gerçeğe aykırı mütalâalar serdetmesi karşısında Osmanlı Devleti'nin
yanlış fikir ve değerlendirmelere kapılmamasını sağlamak istemektedir. Ali
İhsan Bey'in burada kastettiği memur, muhtemelen Tahran
Ateşemiliteri Kaymakam Ömer
Fevzi Bey'dir. İran'da mühim vazifeler ifa eden bu iki Osmanlı askeri arasında,
yukarıda da işaret ettiğimiz ihtilâflar böylelikle bir kez daha açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Ali İhsan Bey raporuna
şöyle başlamaktadır: "Evvelki raporlarımda izah ettiğim üzere İran'la Osmanlı arasında çeşitli
ihtilâflar mevcuttur. Bu ihtilâflar, daha çok İran'daki hocalar tarafından
körüklenmektedir. Halk tabakası her
ne kadar bu ihtilâfı idrak edemediğinden ve isyanı bilmediğinden bize karşı faydasız
muhabbetler gösterebiliyorlar; fakat bugün altı ay olmasına ve onca
gayretlerimize rağmen İran'daki hocaların hakiki yardımlarını temin etmek
mümkün olamamıştır. Cihat namına hiçbir faydalı fiil, icra sahasına
konulamamıştır.”
Cihad-ı ekbere karşı İranlıların ilgisizliğine işaret
eden Sabis, ötede beride toplanan sınırlı sayıdaki yardımların sırf korkudan ve
genellikle kendi baskılarıyla verildiğini belirtmektedir. Ona göre İran'daki
zaferlerimize en fazla sevinmiş
görünen Hemedan ahalisi bile, uzunca süre Hemedan civarında kalmamızdan
hoşnutsuz olmuşlardır. Elli binden fazla nüfusu olan Hemedan'da, Yahudiler
bize daha fazla yardımda
bulunmuştur. Bugünkü İran halkı o kadar bozuk ahlâklıdır ki,
din ve vatan namına hiçbir his ile mütehassis
değillerdir. Bizim zaferlerimizden sevinenler, bizim gelişimize değil, kendilerine çok fena muamele eden Rusların
kovulduğuna seviniyorlar.
İran'da esasen derebeylik usûlünün müthiş bir sûrette
câri olduğunu vurgulayan Ali İhsan Bey, bu usûlün cengâverlik kısmının ise
halkta mevcut olmadığını yazmaktadır. Rapora
göre, “Halkın büyük kısmı, zenginlerin elinde esir muamelesi görür. Maalesef bu zenginlerin büyük bir
kısmı da İranlı olmuş Türk
beyleridir. Huduttan Kirmanşah'a kadar Türk aşiretleri çoğunluğu teşkil
etmektedir. Hemedan civarındaki Karagözlü taifesi, Hemedan'ın kuzeyindeki Afşar
aşireti, daha kuzeydeki Şahsevenler ve Azerbaycan halkı
ve hatta İran tahtında hükümdar olan Kaçar sülâlesi Türk'tür. Bunlar
kısmen Türkçe konuşurlar; ancak ahlâk bozukluğu bunları İranlılar kadar
bozmuştur. Ümit ederdik ki bu Türk unsurları bize yardım etsinler; ama maalesef
onca çabaya rağmen bu mümkün olmadı.”
Ali İhsan Bey’e göre İran halkı o kadar korkaktır ki,
uzaktan görünen Kazak askerlerinin gölgeleri bile bunları sindirmeye kâfidir.
Kazaklar bunların bu miskinliğini o kadar çabuk ve güzel öğrenmişlerdir ki,
ahaliye tesir etmek için on Kazak askerinin kılıç çekip at koşturması
yeterlidir. Rusların İran'a çoğunluğu süvari olan askerler sevketmesinin bir
sebebi de budur.
Bütün bu olumsuzlukların yanında Ali İhsan Bey,
gelecek için de İranlılardan ümitvar değildir: “Biz İran'da, ahalinin gözüne
batacak seri zaferler kazandığımız, binlerce kilometrelik mesafeyi geçip
Rusları kaçmaya mecbur ettiğimiz ve ahaliyi teşvik için herşeyi yaptığımız
hâlde, İranlılar Ruslara karşı din ve vatan müdafaası kaygısıyla ayağa kalkıp
bize iltihak etmediler, bundan sonra da etmeyeceklerdir. Buna rağmen bize bir
zararları olmasa ona da razı olacağım. Fakat maalesef münferit askerlerimizden
ellerindeki silahı ve cephaneleri için Acemler tarafından öldürülen ve
soyulanların adedi oldukça fazladır. Bundan başka menzil kafilelerinde taarruz
ve yağma edilen kollar da nadir değildir.”
Osmanlı askerlerinin İran’da yaşadıkları
olumsuzluklar, Ali İhsan Bey’e göre
sadece askerî alanla da sınırlı değildir. İranlılar, askerî açıdan olduğu kadar
ahlâkî cihetten de Osmanlı askerine zarar vermektedir. Hayfa denilen ve birkaç
saatlikten birkaç aylığa ve seneliğe kadar uzayan geçici ve basit nikâh,
askerlerin ahlâkını o kadar ifsad ve onları firara teşvik etmiştir ki adeta
harpten sonra Hemedan ile hudut arasında yeni Türk kolonileri vücuda
gelecektir. Silah ve cephanesiyle firar eden bir neferi Acem köylüsü
saklamakta, ona Acem elbisesi giydirerek beş ilâ yirmi tümene (yani yüz elli-
dört yüz kuruşa) nikâh ile bir Acem kızını veya dulunu hayfa usulüyle
vermektedir. Buna mukabil elindeki mavzeri beş liraya ve cephanesini keza o
kadar bir meblağa satmaktadır. Hayfa parası mahsub edildikten sonra altı
yedi lira da
yeni köylü için sermaye hâsıl
olmakta ve Konyalı Mehmet bu defa İranlı olmaktadır.
Askerî kabiliyet ve fayda açısından bakıldığında da
Ali İhsan Bey’in İranlılar hakkındaki şikâyetleri devam etmektedir:
“Aşiretlerden temin edilen askerler, top-tüfek patladığında etrafa kaçarak
dağılıyor, muharebe bittikten sonra tekrar geliyorlar. Kürdistan aşiretleri
nisbeten daha ziyade bize muhib ve taraftar ve cengâverdir. Fakat bunlar da
birkaç gün cenk ve itinam için geliyorlar birkaç gün beraber bulunduktan sonra
yine gidiyorlar. Ruslarda ise bizden daha ziyade Acem aşireti ve atlısı mevcut
olup bunlar her yerde Ruslarla beraber bize kurşun atıyorlar. Çünkü Rus her bir
atlıya İngilizlerin hesabına ayda 15 ilâ 18 tümen (yani 350-360 kuruş) maaş
veriyor. Faraza bugün Sultanabad civarında, Zillussultan maiyetinde 500'ü aşkın
Acem atlısı bize karşı Ruslarla beraber muharebe ediyor.”
Raporda yer alan eleştiri oklarından, Nizamüssaltana
ile maiyeti de nasibini almıştır. Sabis, Nizamüssaltana’nın İran'daki icraatını
ve tesirini “hiç” ile tarif etmektedir. Nizamüssaltana, halkı ve aşiretleri
cihada iştirak noktasında hiçbir muvaffakiyet elde edememiştir. Hatta menzil
hattının temininde bile acz içinde kalmıştır.
Büyük tenkitlerle dolu rapor, şu ifadelerle sona
ermektedir: “Kendilerinde hiçbir kuvvet ve kudret olmayan bu milleti bize karşı
böyle irade-i efkâra sevk eden
esbabın Rus ve İngiliz parası olduğunda şüphe yoktur. Ve bu kadınlaşmış ve
Yahudileşmiş milleti uyandırarak hiss-i istiklâl ve İslâmiyet ile mütehassis ve müteheyyic etmek için pek büyük
sarf-ı mesâi ve mâlî fedakârlık lâzımdır. Bu mesâi ve fedakârlığın kendi
memleketimizde sarfının daha faydalı neticeler vereceği aşikârdır."
Ali İhsan Bey'in çok sert ifadeler ve ithamlarla dolu
bu raporunda verilen değerlendirmeler, esas itibarla incelediğimiz kaynakların
pek çoğuyla büyük bir paralellik arzetmektedir. Ali İhsan Bey'in İran
aşiretlerinin durumu, şiî ulemanın tavrı,
bölgedeki Rus-İngiliz nüfuzu
ve İran devlet
adamları
hakkında
ortaya koyduğu bu tespitler, Osmanlı Devleti'nin İran siyasetindeki
başarısızlığının sebepleri üzerinde oldukça ufuk açıcı fikirler sunmaktadır.
76
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM RUSYA'DAKİ MART AYAKLANMASI VE
76 |
BOLŞEVİK İHTİLÂLİ'NDEN SONRA YAŞANAN GELİŞMELER
1917 yılında Rusya'da yaşanan Bolşevik İhtilâli,
bütün 20. yüzyıl tarihini etkileyecek ve şekillendirecek olan büyük bir
olaydır. Bu büyük olayın ilk önemli etkileri Birinci Dünya Savaşı'nın akışı
üzerinde olacaktır. Dünya tarihini derinden etkileyen bu büyük olayın sebepleri,
gelişimi ve safhaları üzerinde durmakta, konunun anlaşılması bakımından büyük
fayda vardır.
Her büyük toplumsal olayda olduğu gibi Bolşevik
İhtilâli'nin de uzak ve yakın sebepleri vardır. Armaoğlu, bu ihtilâlin derin
sebeplerini, Fransız İhtilâli'nden beri Rusya'nın içinde meydana gelen uzun
gelişmelerde aramak gerektiğini söyler ve bu gelişmeleri Rusya'daki fikir
akımları, köylü meselesi ve işçi meselesi başlıkları altında ele alır.166
Aynı tespit, Yusuf Hikmet Bayur'un tek bir cümlesinde ifadesini bulur:
"Rusya'nın sanayi bakımından epey ilerlemiş olmakla birlikte sosyal adalet
ve siyasal rejim bakımından çok geri olması..."167 Rusya'nın
içinde bulunduğu bu toplumsal şartlar, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği büyük
zorluklarla ve başarısızlıklarla birleşecektir. Boğazlar'ın açılamaması,
Rusya'nın müttefiklerinden yardım alamaması ve halkın içinde bulunduğu büyük
gıda sıkıntısı da eklenince, Rusya'da büyük bir
ihtilâle dönüşecek olan sokak hareketleri başlayacaktır.168
İhtilâli gerçekleştirmiş olan sosyalist gruplar
arasındaki görüş ayrılıkları,
Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki mücadeleler bizim konumuzun hâricinde kalan meseleler olduğu için burada ele
166 Armaoğlu, a.g.e., s.128
vd.
167 Yusuf Hikmet
Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi,
III Cilt, 4. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1983, s.41
168 Armaoğlu, a.g.e., s.131
alınmayacaklardır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu fikir
ayrılıkları, hem Mart ayında başlamış olan ihtilâlin seyrini hem de kurulan
geçici hükümetin tavrını belirleyen en önemli etken olmuştur.
Rusya'da ihtilâlin yolunu açan olaylar 8 Mart 1917
tarihinde yaşanmaya başlamıştır.
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla dokuma sanayiinde
çalışan kadınlar o gün Petersburg'da greve gitmişlerdir. Aynı gün ağır sanayi
işçilerinin de katılmasıyla greve gidenlerin sayısı 90 bini bulur.169
Bu büyük grevle birlikte iki gün içinde bütün şehir ayaklanır ve hükümet
güçleriyle halk arasında çatışmalar yaşanır. Bolşevik ve Menşevik, bütün
sosyalistlerin faaliyete geçtiği
bu olaylar, 10 Mart'ta tam bir ihtilâle
dönüşür.
12 Mart'ta "İşçilerin ve Askerlerin Sovyeti" kurulur ve hükümet
görevlerini üzerine alır. İki günlük görüşmelerden sonra 14 Mart'ta geçici bir
liberal hükümet kurulmasına ve çarın istifa etmesine karar verilir.170
Kurulan bu geçici hükümet, savaşa devam kararında
olan Menşeviklerin etkisi altında olmuştur ve bu durum, Rusya'daki iç
karışıklıkların devamına sebebiyet vermiştir. Nitekim Kasım ayına kadar devam
edegelen bu kargaşanın nihayetinde, Lenin ve Troçki'nin liderliği altındaki
Bolşevikler, 7 Kasım 1917'de bir
hükümet darbesi gerçekleştirmişler ve iktidarı ele geçirmişlerdir.171
3.1- Rus Ordusunun
Durumu
1917 yılında Rusya’da var olan toplumsal rahatsızlık
ve kıpırdanmalar, doğrudan doğruya Rus ordusuna da etki ediyordu. Aslında bu,
pek tabiî bir durumdu; çünkü askerlerin büyük bölümü, silah altına alınmış olan
işçi ve köylülerdi. Toplumla ordu arasında var olan bu bağ, savaşın
uzaması,
169 Bayur, a.g.e., s.59
170 Armaoğlu, a.g.e., s.131
171 Armaoğlu, a.g.e., s.132
olumsuz sonuçları
ve başarı elde edilememesi gibi sebeplerle birleştikçe daha da kuvvet kesbedecektir.
Rus ordusundaki çarlık karşıtı tavır, henüz ihtilâl
gerçekleşmeden dahi görülebilir bir düzeydedir. Yusuf Hikmet Bayur’un yazdığına
göre; “Petrograd işçilerinin ayaklandığı büyük ayaklanmadan önce ve az çok aynı
zamana tesadüf etmek üzere çarı, bir demiryolu gezisi sırasında yakalamak,
tahttan vazgeçmeye zorlamak, razı olmazsa ortadan kaldırmak için orduda ve
Duma’da tasarılar vardı. Ocak 1917’de cepheden başkente gelen General Krimof,
Duma önünde sızlanmalarda bulunarak durumun böylece sürüp gidemeyeceğini, eğer
Duma, çarı tahttan indirmeye kalkışırsa orduca destekleneceğini bildirir.
Düşmana karşı en başarılı saldırılarda bulunmuş olan General Brusilof’un da, eğer çarla Rusya’dan birini seçmek gerekecekse
Rusya’yı seçeceğini söylediği yayılır.”172
Rus ordusunun bu durumu, 1916 yılı sonundaki bazı
olaylarda da somut bir tavır olarak belirgin bir biçimde görülmektedir.1916
Ekim ayında yaşanan bazı işçi olaylarında askerler, işçiler yerine onları
vurmaya kalkan polislerin üzerine ateş açarlar. Aynı tavır, Mart
ayaklanmalarında da görülür. Petrograd garnizonunda bulunan yaklaşık 120 bin
kişilik ihtiyat kuvvetleri, ayaklanmalar sırasında işçilere destek verirler.
Hatta bu ordu, anarşi ve ayaklanmanın ana kaynağı hâline gelir.173
Rus ordusunun içinde bulunduğu bu disiplinsizlik ve
kargaşa hâli, ihtilâlden hemen önce cephelerde de aynıyla vâkidir.
24 Şubat 1917 tarihinde
Hariciye Nezareti’ne gönderilen bir rapor, İran’daki Rus ordusunun bu hâlini
açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Birer sûreti Başkumandanlık Vekâleti’ne, Hariciye Nezareti’ne ve Altıncı Ordu
Kumandanlığı’na gönderilen bu rapor, İranlı bir binbaşının beyanatlarının
tercümesidir. Bu raporun geniş özeti şöyledir:
172 Bayur, a.g.e., s.47
173 Bayur, a.g.e., s.58-29
Ruslar gerek köylü ve gerek şehirli kadınların
kemal-i vahşetle ırzlarına tasallut
ediyorlar. Ama bu kabih ve çirkin fiilleriyle de iktifa etmiyorlar. Namuslarının müdafaası uğrunda kurban olup şehiden vefat eden
bîçarelerin cesetlerini bile taarruzdan masun bırakmıyorlar. Rus ahalisi
kendilerini medeniyetle perverde addedip şark ahalisini adeta hayvan veya yarı
vahşi menzilinde farz eyliyorlar. Hâlbuki hangi şarklı genç bir valideyi
namussuzluğa ihzar etmek için memedeki yavrusunu karşısında yakmak gibi bir
cinayet-i müthişeyi irtikap edebilir? Hangi bir şarklı mahza düşmanlık için
birçok hamile kadınları yavrularının kundakları karlar ile örtmek üzere ne
himmet ve meşakkate dûçar ve sahraya koşmaya icbar eder?
Bu dehşetengiz haberleri işitmekle mütehayyır olduğum
esnada Sultanabad havalisine memuren gitmekliğim takarrür etti. Güzergâhımda
Rusların taarruzatına uğramış ve çıplak ve aç kalarak dağ oyuklarına sığınmış
zavallı, bedbaht ahaliyi gördüm. Bunlar haneleri harap ve namus ve şerefleri
yağma olmuş bulunduğu hâlde firar etmişlerdi. Bîçareler yedimde bir kuvve-i
kahirenin mevcudiyetini ve maiyetimdeki altı nefer süvari ile bu mezalim ve
ta’diyata nihayet verebileceğimi ümit ediyorlardı. İhtiyar, kadın, genç ve hatta
küçük çocuklar bile benim ve maiyetimin etrafını aldılar. Dest-i istirham ve
niyazlarını bize doğru uzattılar. Jandarmalar nerede, Osmanlılar ne zaman
gelecek, biz sizin evladınız değil miyiz; diye kimi Türkçe kimi Farsî olarak
dilsiz suallerle kalbimi yakıyorlardı. Bu gibi olayların bazılarını aşağıda yazıyorum:
1-
Sultanabad havalisinde bulunduğumuz esnada şehirle muvasalamız bulunduğundan Rusların taht-ı
işgâlinde bulunan şehir ve civarında cereyan eden ahval-i elîmeden haberdar
oluyorduk. Alınan malumat-ı mevsukaya nazaran Kazak ikâmetgâhını, bîçare
müslüman kadınlarının felaketi olmuş, Ruslar her gece takım takım ahalinin
evlerine cebren girip genç kadın ve kızları alarak kışlalarına getiriyor ve bir
iki gün onlarla eğlendikten sonra bırakıyorlarmış. Bu felaketlere dûçar olan
ailelerin ekserisini tanıyorum. Ve lüzumunda isimlerini de zikredeceğim. Şehir
ahalisi bu hususta birkaç defalar
Ruslara karşı kıyam etmişlerse de Rus kuva-yı müsellahası onlara faik
olduğundan birkaç kişiyi kurşuna dizmişlerdir. Şehrin eşrafından biri -Hacı Ali
Ağa ki maruf ve muteber bir tacirdir- Sultanabad’da kalamamıştır. Ahalinin
Ruslara karşı kıyam ettiği esnada Ruslarla çarpıştıktan ve birkaç Rus
katlettikten sonra şehirden çıkmış fakat hicretinden sonra Ruslar hanesini
tahrip ve emlak ve eşyasını yağma etmişlerdir.
2-
Kırk nefer Rus Kazağı (Karscan) karyesine gidip vergi
mutalebesinde bulunmuşlar. Ahali Kazakların köye girmemeleri şartıyla vergi
vermeyi kabul etmişlerdir. Ahali iane toplamakla meşgul olduğu esnada Kazaklar
köye girmişler ve hamama gitmişler ve hamamdan çıkmakta bulunan bir kadını
kılıç ile parçalamışlar. Hamamda olanların ne oldukları malumdur. Yine Kazakların bir takımı da köydeki
kadınların peşine takılmışlar ve bu taarruzata uğrayan
kadınlardan üçü kendilerini değirmen oluğuna atıp intihar etmişlerdir. Ruslar
köydeki koyun, zahire ve saireyi yağma ettikten sonra çıkıp gitmişlerdir.
3-
Pek çok köy, Rusların her türlü tecavüzatına maruz
kalmışlardır. Sultanabad karyelerinde hiçbir karye kalmamıştır ki Ruslar
tarafından taarruz edilmemiş olsun. Hususan Irak’ın en büyük mevakiinden olan
Ferehan viran ve harap olmuştur.174
Yukarıda geniş özetini vermiş olduğumuz rapordan da
açıkça anlaşılıyor ki, cephedeki Rus askeri tam bir disiplinsizlik ve kargaşa
içindedir.
Henüz ihtilâller patlamamışken bu hâle gelen Rus
ordusu, ihtilâlin başlamasıyla daha da kötü bir duruma düşmüştür. Zira Rus
ordusu da söz konusu ihtilâllerin içine çekilmeye çalışılmıştır. Hatta
denilebilir ki, savaş bıkkını ordu, ihtilâlin başarıya ulaşmasının en mühim
âmili olmuştur. Bu durum, Rus ordusunu artık harp edemez bir hâle getirecektir.175
174 BOA, HR.SYS.
D: 2341, G: 86
175 E. Aysan,
Büyük Harpte İran Cephesi, III. Cilt, İstanbul
Askerî Matbaası, 1938,
s.1
Rus ordusunun Mart ayındaki ayaklanma ve ihtilâlden
sonra içinde bulunduğu durum hakkında
bilgi sahibi olduğumuz bir başka kaynak, 28 Mart 1917 tarihli bir tahrirattır.
Başkumandan Vekili Enver imzası taşıyan tahrirat, Rus ordusunda sosyalist
ihtilâl üzerine meydana gelen bölünme, kargaşalık, disiplinsizlik ve iç
çatışmalar hakkında; aynı zamanda Rusların Kürtlerle olan çarpışma ve
münasebetleriyle Rus askerlerinin işlediği suçlara dair bilgiler vermektedir.
Bu tahriratta özetle şunlar yazmaktadır:
İkinci ve Üçüncü Ordulardan Rusların askerî durumu,
Kürtlerle olan münasebetleri, mahallî halka karşı muameleleri hakkında
gönderilen raporların hülâsaları aşağıda verilmektedir:
Birinci Madde: Rus ordusunda resm-i selam kalkmış,
hatta efrad büyük rütbeli subaylara
selam vermemektedir. Rus efradı umumiyetle muharebeden zarar görmüş olup bir aya
kadar sulh olacağı ve buna mecbur olacakları söylenmektedir.
Erzincan’dan gelenlerin ifadelerine göre Erzincan’da
asker üç gün silah çatmış, harp mi
sulh mü ne olacaksa olsun , biz hükümdarsız kaldık, bir şeye karar verilsin
diyorlarmış.
İran’da da ihtilâl zuhur edip çar taraftarı olan
süvarilerden bazılarının piyadeler tarafından katledilip askerlerin
komutanlarına itaat etmemeye başladıkları bildiriliyor.
İkinci Madde: Hozat Mevki Kumandanlığı’ndan alınan
bilgilere göre Kürtlerin bir iç kargaşa çıkarması veyahut Kemah tarafından
Osmanlı askerlerine sarkıntılık etmeleri hususunda Ruslar tarafından daima
propaganda yapılmaktadır. Kürtler hem Rusları hem de Osmanlıları okşayacak bir
siyaset takip etmektedirler.
Üçüncü Madde: Ruslar, anâsır-ı muhtelifeyi tazyik
hususunda pek ileri gitmişlerdir. Şüphe ettikleri her şahsı nefy veya idam
ediyorlar. Bunlar arasında pek çok Ermeni vardır.
Erzincan’dan gelen adamların ifadesine göre
Erzincan’ın Müslüman ahalisi Rusların taarruzlarına maruz bulunmaktadır.
Ermeniler ile Kazaklar, Müslümanlara pek çok mezalim yapmaktadırlar. İslâmlar
münferiden gidiyor. Erzincan’da Rus hükümet-i mahalliyesi geriye alınarak
yerine Maksudin isminde birisi tayin edilmiştir. Belediye Reisi Hayri Bey’le
Mustafa ve Faik maiyetiyle birlikte Erzurum yolu üzerinde itlâf edildiği
söylenmektedir.176
Rus ordusu bu kargaşa hâli içindeyken Mart
ihtilâlinden sonra geçici bir hükümet
kurulmuştur. Bu geçici hükümet, ordunun içinde bulunduğu olumsuz şartlara
rağmen savaşa devam kararı almıştır. Hatta Harbiye Bakanı Alexandre Kerensky, Temmuz ayında
Rus ordularını Batı cephesinde taarruza geçirmiştir. İki hafta kadar devam eden
bu taarruz, Rus askerlerinin ve ihtiyat kuvvetlerinin savaşmak istememesi
sebebiyle başarısız bir biçimde sona ermiştir.177 Bu tarihten sonra
ise Rusya’da daha da artan kargaşa ve Bolşevik-Menşevik mücadelesi, ordunun
savaş kabiliyetini adamakıllı sarsmıştır. Netice itibariyle Ekim (Kasım)
ihtilâliyle Rusya, Bolşeviklerin idaresi altına girmiştir.
Bolşevikler, işbaşına geçtikten bir ay kadar sonra
orduda büyük değişiklikler yapıştır. Bayur, Bolşeviklerin Rus ordusunda
yaptıkları düzenlemeleri şöyle yazar: “Her birlikte erk, bir erler sovyetine
verilir. Bu sovyet, ancak üç ay için komutan atayabilir ve o, her an
seçmenlerinin genel toplantısında işten çıkarılabilir. Bir işe seçilmemiş olan
eski subaylar er durumunda kalıp ayrıca gözaltında tutulmaktadırlar. Yine
erlerce seçilmiş olan komiserler, komutanlığa seçilen subayları
denetlemektedirler ve bunların her buyruğu uygulanabilmek için komiserin vizesini
taşımalıdır. Bütün rütbeler kaldırılmıştır.”178
Bolşeviklerin bu düzenlemeleri, Rus ordusundaki disiplini tamamen yok
edecektir.
176 BOA, HR.SYS.
D: 2434, G: 41
177 Armaoğlu, a.g.e., s.127
178 Bayur, a.g.e., s.94
3.2- Rusya’nın Savaştan
Çekilmesi
Bolşevikler Rusya’da iktidarı tamamen ele geçirdikten
sonra ilk iş olarak “topraksız ve tazminatsız” bir barış talebinde
bulunmuşlardır. Bu talebe uygun bir
biçimde çarlık döneminde yapılan gizli anlaşmaları yayınlamışlar ve İttifak
devletleri nezdinde girişimlerde bulunmuşlardır. Bolşeviklerin bu girişimleri
neticesinde Osmanlı ve Rusya arasında 18 Aralık 1917’de Erzincan Mütarekesi
imzalanmıştır. Bundan sonra ittifak devletleriyle Rusya arasında yapılan görüşmeler neticesinde 3 Mart 1918’de
Brest-Litovsk Antlaşması imzalanmıştır.
3.2-1) Brest-Litovsk Barışı ve İran
Bir hükümet darbesiyle Rusya’da iktidarı ele geçiren
Bolşevikler, 8 Kasım 1917’de, yani ihtilâlin ertesi günü barış yapma kararı
almıştır. Bizzat Lenin tarafından hazırlanan
beyanname ile “arazi ilhakı
ve tazminat talebinde bulunulmaksızın” barış akdedilmesi istenmiştir.179
Bolşeviklerin bu talebi, konunun tafsilatı saded hârici tutulursa, Aralık
1917’de İttifak devletleriyle yapılan ateşkes antlaşmasının ardından gelen 3
Mart 1918 tarihli Brest- Litovsk Antlaşması’yla yerine getirilmiştir.
İttifak devletleri ve Rusya, yapılan mütarekenin
ardından üç aydan fazla sürecek olan barış görüşmelerine başlamışlardır. 15
Aralık 1917 tarihiyle Fevzi Bey
tarafından Hariciye Nezareti’ne gönderilen bir telgraftan180
anlaşıldığına göre, İran da bu barış görüşmelerine katılmak, en azından bir
biçimde müdahil olmak istemiştir. Telgrafın verdiği bilgiye nazaran
Nizamüssaltana, Ruslarla yapılacak olan barış antlaşmasının müzakerelerine, gayr-ı resmî bir surette
olmak üzere Osmanlı heyeti içinde bir
İranlı’nın da bulunmasını rica etmektedir. Daha evvelce yapılmış olan görüşme ve ittifaklarda kabul edildiği üzere bağımsız bir İran’ın vücuda
179 Kurat, Türkiye ve Rusya...
s.327
180 BOA, HR.SYS.
D: 2340, G: 69
getirilmesi için dikkate alınması
gereken noktalar da belirtilmektedir. Buna göre belgede şunlar yazmaktadır:
“Maliye, askeriye ve jandarma işleriyle alâkalı olan
müşavirlik işlerinde Rusların İran’ı serbest bırakması,
Rus devletinin bu maddedeki hukukumuza müdahale için
istinad edebileceği vesaik şunlardır: “İran bera-yı istihdam ecnebi müşavirler
celb edeceği zaman Rusya’nın menafiini muhal olmamak için evvel emirde Rusya ile teati-i efkâr eyleyeceği
hakkında Rusya’nın ültimatomuna cevaben İran devletince yazılan 2 Muharrem 330
tarihli nota”
“Tevfik etmesi
ve İran’ın istihdam edeceği asker miktarının memleketin ihtiyacıyla mütenasip olması
hakkında, yani Rusya’nın bu kayıttan maksadı İran’ın kuvvetli bir orduya malik
olmasını mendir. Rusya’nın ültimatomuna cevaben verilen Rebiülevvel 330 tarihli
nota”
“Reis-i vüzera iken Sipahsalar tarafından şah
hazretlerinin ve kabinenin malumatı olmaksızın Ruslara şimalde Rus zabitanı
tarafından İran jandarma teşkilatı ve maliye komisyonunda memur bulundurması
hakkını temin eden 5 Ağustos 916 tarihli tahrirat.”
Mülahazat: İşbu notalarla tahrirat esasen hükümsüz
addedilebilir. Çünkü ecanibe verilecek bilcümle imtiyazatın tasdiki kanun-ı
esasimiz mucibince mebusan ve ayana ait bir haktır ki marüzzikr mevadın itası
İran için muzır ve cebren Ruslar
tarafından alınmış vesikalar olduğu için bademada bunların meclislerce mazhar-ı
kabul olma ihtimali yoktur.
Rus tebalarının İran’da ve İran tebalarının Rusya’da
hukuk-ı beynelmilele tevfikan kavânin ve mehâkim-i mahalliye ile mahkumiyet-i
mütekabilelerinin temini,
(Çünkü Türkmençay Muahedesi mucibince şimdiki hâlde
umur-ı cezaiyede İran mehâkimi Rus tebası hakkında tayin-i cürm ve cezaya
selahiyettar ise de cezanın icrası Rus konsoloslarına ait bir imtiyaz olmuştur.
Ve gerek hukuk ve gerek ceza-i mehâkimde bir Rus tebasının muhakemesi esnasında
Rus konsoloshane memuru hakk-ı huzura malik bulunuyor.)
Bahr-ı Hazar’da İran harp ve ticaret gemilerinin
serbestçe seyr ü seferlerinin ve gümrük tarifesinin yeniden tetkiki ve ıslahı
hakkının temini,
(Çünkü Türkmençay Muahedesi’yle İran’ın Bahr-ı
Hazar’da harp sefinesi bulundurması men edilmiş olduğu gibi diğer bir karar ile
de gümrük tarifeleri meselesinde İran’ın menafii tahdid edilmiştir ve şekl-i
hazırı İran’ın terakkî ve inkişafına mani ve Rusya’dan maada devletlerin
menafi-i ticariyesine gayr-ı muvafıktır.)
Bunlardan maada İran’ın istiklâl-i siyasî ve
iktisadîsine münafî olarak İran ve Rus devletleri veya Rus tebasıyla İran
devleti arasında akdedilmiş mukarrerat ve imtiyazat varsa temin-i ilga ve
tebdiline bezl-i lütf ve ihsan buyrulması pek mühim fevaid-i esasiyeyi mucib
olur.”
Nizamüssaltana’nın bu talebi, 30 Aralık’ta Hariciye
Nezareti’ne iletilmiştir. İran’ın Brest-Litovsk müzakerelerine katılma talebi
görüşmeler esnasında dile getirilmiş, ancak Almanya ve Avusturya, tarafından
“başkaları için de örnek olur” çekincesiyle reddedilmiştir.181
Böylelikle İran, barış görüşmelerinin dışında tutulmuştur. Buna rağmen yapılan
antlaşmada İran lehine hükümler de yer alır. Brest-Litovsk Antlaşması ile “İran
ve Afganistan bağımsızdır ve toprak bütünlüklerine saygı gösterilecektir”
denilmektedir. Ayrıca “İran’ın bölüşülmesiyle ilgili antlaşmalar hükümsüz olup
bu ülke boşaltılacaktır” hükmü de antlaşma içinde yer almaktadır.182
3.2-2) Ermeni ve Nasturilerin Durumu
Bolşevik İhtilâli sonrasında Rus Kafkas Ordusu hızla
çözülmüş ve Rus askerleri mevzilerini terk ederek evlerine dönmeye
başlamışlardır. Rus askerlerinin cepheyi terk etmesi, Rus işgâli altında
bulunan bölgelerde asayişin de yok olmasına sebep olmuştur. Bu durumda
Ermeniler, Rus ordusundan kalan silahları, cephaneyi ve iaşe ambarlarını ele geçirmiş, bir
181 Bayur, a.g.e., s.117-118
182 Bayur, a.g.e., s.136-137
Ermenistan devleti kurmak fikriyle Müslüman ahaliyi katletmeye başlayan
birlikler ve çeteler kurmuşlardır.183 Ermeniler, Rusların İran’ı
tahliye ettiği dönemde, sınırın öte yakasında da aynı faaliyetlerini devam
ettirmektedirler. İran’da yaşayan Ermeni ve Nasturiler, Urmiye ve Dilman
civarında toplanmışlardır. Ayrıca Ruslardan ele geçirdikleri silahlarla bölgedeki
müslümanları katletmeye başlamışlardır.184
Esasen Ermeni çetelerinin bu faaliyetleri, savaşın
başladığı ilk günlerden itibaren Osmanlı Devleti için bir şikâyet konusu
olmuştur. Hariciye Nezareti Şifre Kalemi’nden İran Sefareti’ne, 26 Eylül 1917
tarihli takrire gönderilen 22 Ekim 1917 tarihli cevap, Osmanlı Devleti’nin bu
şikâyetlerine ışık tutar mahiyettedir. Söz konusu belgede yazıldığına göre
Osmanlı-İran ilişkilerinin dostane bir biçimde devam ettirilmesine rağmen,
İran topraklarının harp zuhurundan itibaren
İngilizlerin ve Rusların işgâli altına girdiği ve zaman içinde Rusların,
Osmanlı hududunu tehdit edecek bir tarzda işgâli genişlettiği vurgulanmaktadır.
Elde edilen Rus memurlarının gizli ve resmî haberleşmelerinden anlaşıldığına
göre İran’daki Nasturi ve Ermenilerden çeteler oluşturulup Osmanlı toprağına
musallat edilmektedir. Bununla beraber
hudut civarındaki aşiretler de Osmanlı aleyhine kışkırtılmaktadır. Osmanlı
Devleti’nin harbe girişinden sonra Rusya, İran topraklarını bir üs olarak
kullanmaya başlamıştır. Düşmanın bu nevi harekâtını engellemek ve İran’ı
kurtarmak maksadıyla Osmanlı askeri İran’a girmiştir.185
Osmanlı Devleti’nin şikâyetçi olduğu Rusya bağlantılı
bu Ermeni ve Nasturi faaliyetleri, Bolşevik ihtilâlinden sonra da devam
etmiştir. Ancak bu kez Nasturileri ve bilhassa Ermenileri kullanan devlet
İngiltere’dir. Alman istihbaratına göre Kafkasya’da en iyi silahlandırılmış
birlikler Ermenilere aittir. Hem düzenli Ermeni birlikleri hem de Ermeni çeteleri İngiliz
ve Amerikan
183 Aysan, a.g.e., s.1;
Çolak, a.g.e., s.219
184 Metin, a.g.t., s.167
185 BOA, HR.SYS.
D: 2340, G: 51
savaş
malzemeleriyle donatılmıştır. Sadece bu kadar da değildir, sivil Ermeni halk da
silahlandırılmıştır; aynı zamanda para yardımı da almaktadırlar.186
3.3- İran'da Rusların Boşalttıkları Yerleri Ele Geçirme
Mücadelesi
1917 yaz aylarında Rusların artık savaştan
çekilecekleri iyice anlaşılmıştı. Bu durumda Rusların kontrolü altında bulunan
Kafkasya ve İran'da yeni bir mücadele başlayacaktır. Rusların arkalarında
bıraktıkları boşluk, İngiltere, Osmanlı ve Almanya tarafından doldurulmak
istenecektir.
3.3-1) İngiliz Faaliyetleri
1907'den beri İran'ın güneyini nüfuzu altına almış
olan İngiltere'nin, Rusların bıraktığı bölgeleri de ele geçirmek istemesinin
oldukça açık sebepleri vardır. Evvel
emirde İran, sahip olduğu yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle İngiltere için
önemli bir ekonomik menfaat kapısıdır. İran'ın tamamen kontrolü demek, büyük bir hammadde kaynağının ve pazarın
İngiliz ekonomisine açılması demektir. Bu bağlamda İngilizler için hayatî öneme
sahip bir başka konu da Bakü petrolleridir. Zira Bakü'nün Türklerin ve
dolayısıyla Almanların eline geçmesi, İngilizler için ciddi olumsuz sonuçlar
doğurabilir; Bakü petrollerinin Batum üzerinden Almanya'ya gönderilmesi, Alman
harp ekonomisi için büyük menfaatler temin edebilirdi. Ayrıca Bakü'nün Türkler tarafından zaptı,
Pantürkist hareketlerin Türkistan'a sıçraması için bir basamak noktası
olabilirdi.187 Nitekim Rus ordusunun ihtilâl sebebiyle içine düştüğü
kargaşa ve disiplinsizlik, bu ordunun İran'da asayişini temin ettiği bölgelerin de
kargaşaya düşmesine sebep olmuştur. Bilhassa İran'ın doğu hududunda, Rus
ihtilâlinden sonra ortaya çıkan kargaşa hâlinin de Afganistan ve Hindistan'a
sıçrama ihtimâli, İngiltere'yi oldukça ürkütmektedir.
186 Çolak, a.g.e., s.220
187 Kurat, a.g.e., s., 533
İngilizler, sıraladığımız gerekçelerle İran'daki
faaliyet alanlarını güneyden kuzeye doğru hızla genişletmeye başlamışlardır. Bu
çerçevede geleneksel siyaset usûllerini İran'ın kuzeyinde de tatbik etmişler;
para dağıtarak, subay heyetleri göndererek ve yerli ahaliyi asker olarak
istihdam ederek nüfuzlarını genişletmeye çalışmışlardır. Bu sayede doğu
hududunda baş gösteren karışıklıklar sonlandırılmış; bölgedeki asiler, şiddetli
tedbirler alınmaksızın yatıştırılmıştır. Üstelik bu yolla dört bin de asker
istihdam edilmiştir.188 İngilizler daha kuzeyde ise ihtilâlden sonra
Rusya'ya dönmeyen Rus birlikleri ile Ermeni ve Nasturileri kullanmaya
çalışmıştır.189
İngilizlerin, İran'ın kuzeyini ele geçirmeye mâtuf
hareketleri, Ruşenî Bey tarafından büyük bir kızgınlıkla anlatılmaktadır.
İngilizlerin hiçbir müşkülatla karşılaşmaksızın İran'ın kuzeyine ulaşabilmesini
İranlıların sağladıkları kolaylıklara bağlayan Ruşenî Bey'e göre,
"İngilizler, bizi Bakü'de karşılamak için Irak'tan Enzeli'ye kadar 1200
kilometrelik bir İran sahasını hiç yorulmadan ve hiç bir kurşun atmadan üç
günde otomobillerle kat ettiler; İranlılar İngilizlerin otomobillerinin
süratini tezyid için bütün yollarda çalıştılar."190
Anlaşılıyor ki İngilizler, böylelikle bir taraftan
Rus ordusu bakayası askerleri kullanarak, bir taraftan Ermenileri ve Nasturileri teşkilatlandırarak ve diğer
taraftan az sayıda da olsa kendi birliklerini kuzeye sevkederek İran'ı bir
bütün olarak kontrol altına almaya çalışmıştır. İngilizlerin bu konuda başarı
sağladıkları, ileride yaşanan olaylarla ortaya çıkacaktır.
3.3-2) Osmanlı Faaliyetleri
İngilizlerin İran'daki bu hedef ve faaliyetleri,
Osmanlı Devleti’nin siyaset ve stratejisiyle tam bir zıtlık içindeydi. Bilindiği
üzere İngilizler,
188 Larcher, a.g.e.,
II. Cilt, s.426
189 Ruşeni, İran'ın İç Yüzü, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Matbaası,
Ankara, 1926, s.5; Aysan,
a.g.e.,
s.2; Larcher,
a.g.e.,
s.427
190 Ruşeni, a.g.e., s.12
Rusya'da Mart ayaklanması yaşanırken Irak cephesinde Bağdat'ı düşürmüştü.
İngilizler bundan sonra peyderpey kuzeye doğru yürüyüşlerini devam
ettirmişlerdir. Dolayısıyla bir bütün olarak düşünüldüğünde, Irak cephesindeki
gelişmelerle birlikte İran'ın kuzeyinin İngiliz kontrolüne girmesi,
6. ve 3. Osmanlı ordularının çemberlenmesi demektir. Askerî strateji
açısından böyle bir durumun Osmanlı Devleti'nce makul karşılanması beklenemez.
Buna ek olarak Osmanlı'nın Turan siyaseti hâlâ varlığını sürdürmektedir. Ancak
Osmanlı Devleti'ni bu bölgede faaliyete sevk eden en canlı sebep, Rusların
çekildikleri bölgede Ermenilerin silahlı faaliyete geçmeleri, bunların
İngilizler tarafından kullanılmaları ve müslüman ahaliyi katletmeleridir.
Nitekim henüz Brest-Litovsk müzakereleri devam
ederken Şubat ayı içinde doğu cephesinde Türk ileri yürüyüşü başlamıştır. Bu
harekât için verilen emrin en önemli gerekçesi, bölgede yaşanan Ermeni zulmüne
karşı koymaktır. Bu ilk ileri harekât, Nisan ayında Brest-Litovsk
Antlaşması'nın öngördüğü vechile Kars'ı da içine alacak bir biçimde
genişlemiştir.191
Bu Türk ilerleyişi, siyasî ve askerî kaygılarla Mayıs
ayından itibaren Bakü'nün ele geçirildiği Eylül ayına kadar çeşitli safhalarla
devam etmiştir.192 Osmanlı Devleti'nin, İran'ın kuzeyini de kapsayan
bu Kafkas harekâtının çeşitli yönlerini ve yansımalarını arşiv vesikalarından
da takip etmek mümkündür. Bu vesikalardan birine göre 19 Mayıs 1918 tarihinde
İran büyükelçisi, Osmanlı askerlerinin iki yüz nefer ve bir subayla Saldoz'a,
bir yüzbaşı kumandasındaki elli neferin de Savaçbulak'a girmiş olmalarını
şiddetle protesto etmiştir.193 İran'ın bu kabilden nota ve
protestoları daha sonraki dönemde de devam etmiştir. 22 Ağustos 1918 tarihli
nota şöyledir:
191 Aysan, a.g.e., s.3
vd.; Çolak, a.g.e., s.221 vd.
192 Osmanlı Devleti'nin bu devrede Kafkasya'daki faaliyetleriyle ilgili
olarak daha fazla malumat için şu makalelere bakılabilir: Nasır Yüceer,
"I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin Azerbaycan ve Dağıstan'a Askerî
ve Siyasî Yardımı", Türkler, XIII. Cilt, Ed. Salim Koca v.d., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s.409-433; Mesut Erşan,
"Kafkasya'da Son Türk Zaferleri", Türkler, XIII. Cilt, Ed. Salim Koca v.d., Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 2002, s.434-439
193 BOA, HR.SYS.
D: 2341, G: 11
“...İran’ın Azerbaycan eyaletindeki emlak-ı emiriye
ordu-yı hümayun tarafından tazyik ve haneler tahrî ve teftiş edilmekle beraber
ahalinin iaşelerine ait mevcut erzakları dahi cüz’î fiyatlarla cebren ellerinden alınmakta olduğundan bu gibi ahvâl ve
harekât-ı mütecavizaneye hatime verilmesi zımnında keyfiyetin daire-i
aidesinden mahallî kumandanlıklarına serian bildirilmesi...”
Aynı tarihli
bir başka notada ise;
“... Urmiye’de bulunan Amerika konsolosu ordu-yı
Osmanî tarafından taht-ı tevkife alındığı, bu ise devlet-i metbuamın hukuk-ı
hükümranîsine mugayir bir muamele olmakla asla tervic olunamayacağından
mumaileyhin bir an evvel serbest
bırakılması lüzumu bildirilmekle...”
Ve bir diğerinde;
“... İran hududunda Şahtahtı’nda bulunan Osmanlı
ordusu o havalideki hayvan ve zehairin nakline karar verdiklerinden bu ise
ahali-i mahalliye’nin mutazarrır ve ileride
duçar-ı müzayeka olmalarına sebebiyet vereceğinden bu gibi muamelat-ı gayr-ı marziyeden
ictinab olunması lüzumu bildirilmekle...”
24 Ağustos
tarihli bir başka notada;
“...Ordu-yı Osmanî tarafından İran’ın Azerbaycan
eyaletindeki valilerden ve bankalardan dahi mevcut paraların istenilmesi gibi
vukua gelen muamelât-ı tecavüzkârane üzerine
ahali-i mahalliyeden dört yüz kişi Tahran’a
gitmeye mecbur olduklarından kaide-i bîtarafî ahkâmına mugayir olan bu misillû
tecavüzatın bir an evvel lüzum-ı men’i bildirildiğinden...”
22 Ağustos
tarihli bir notada da;
"...Tebriz’de bulunan kumandan tevkif ve
şehbender Cemal Bey’le devlet-i metbuamın bîtaraflığı hilafında olarak Selmas
ve Saldoz havalisinin taht-ı tasarrufa geçirildiği ve mühimmatın dahi Tebriz’e
gelmekte olduğu ve Osmanlıların bulunduğu mevkie erzak nakli için ahali-i mahalliyenin
şehbenderhaneden vesika almaları lüzumuna dair birtakım intişaratta
bulunduklarından kaide-i bîtarafîye mugayir ve efkâr-ı umumiyeyi müşevveş bu
gibi intişarattan ictinab olunması lüzumu bildirilmekle...”
1 Eylül tarihli nota:
“... Merkezle Azerbaycan eyaleti arasındaki posta
münakalâtıyla muhaberat-ı telgrafiyeye ordu-yı Osmanî tarafından müdahale ve
tecavüz edilmekte bu ise malum-ı ali-i nezaretpenahîleri olduğu üzere muhalif-i
usul ve kavânin olmakla min külli’l-vücuh tecviz olunamayacağından bu gibi
müdahelattan ictinab olunması lüzumu bildirildiğinden...”194
İran'ın bu notaları karşısında Osmanlı Devleti de
kendi haklarını savunmaktadır. 5 Temmuz 1918 tarihiyle Tahran Sefareti
Müsteşarı Nüzhet Bey tarafından gönderilen telgraf, Osmanlı Devleti'nin
pozisyonunu ortaya koymaktadır. Söz konusu telgrafa göre Nüzhet Bey, Osmanlı
topraklarında faaliyet göstermek maksadıyla Azerbaycan’da toplanan Ermeni
çeteleri hakkında İran hükümetine haber vererek bunların faaliyetlerinin
engellenmesini talep etmiştir. Şayet bu yapılmazsa, Osmanlı Devleti'nin bunları
engellemek için harekete geçeceğine işaret eden Nüzhet Bey, bu durumda İran
hükümetinin muhtemel itirazlarının kabul edilmeyeceğini belirtmektedir. Fakat
buna rağmen Azerbaycan’a gelen Osmanlı müfrezeleri İran hükümetince şiddetle
protesto edilmiştir. Bu durum karşısından Nüzhet Bey, Azerbaycan’daki Osmanlı
harekâtının, Kafkaslardaki genel durum ve Ermeni çetelerinden dolayı
gerçekleştirilen bir askerî tedbir olduğunu “cevaben ve şifahen” belirttiğini
söylemektedir. Bunun üzerine İran hariciye nezareti bu cevabın resmî yollardan
ve yazılı olarak tekrar verilmesini talep etmiştir.
Bu durumun Osmanlı hükümetine haber verilmesinden sonra Hariciye Nezareti'nden verilen cevapta, İngilizlerin, İran tebasından 5 ila 8 bin
194 BOA, HR.SYS.
D: 2341, G: 39
arasında bir askerî kuvveti Şiraz’da vücuda getirdiği, İran’ın kuzeyinde
ise İngiliz zabitlerinin Ermenileri teşkilatlandırdığı ve bazı Rusların da
İngilizlerle birleşmek niyetinde bulunduklarından, bir tedbir olarak Osmanlı
kuvvetlerinin Azerbaycan’a girmek mecburiyetinde olduğu vurgulanmış ve Azerbaycan’daki Osmanlı harekâtının
muhatabının İngilizler olduğu belirtilmiştir.195
3.3-3) Yeniden Alevlenen Osmanlı-Alman Rekabeti
1917 yılında Rusya'nın savaştan düşmesiyle birlikte
Alman siyasetinin doğudaki hedeflerini yeni bir mecraya sevk ettiği
söylenebilir. Bu yeni siyasetin özünü, büyük oranda hem savaş içindeki hem de
savaştan sonraki iktisadî kaygılar oluşturmaktaydı. Almanya, savaşı devam ettirebilmek
ve başarıya ulaşabilmek için çeşitli madenlere ve petrole ihtiyaç duyuyordu.
Buna ek olarak bir taraftan beşerî ihtiyaçların karşılanabilmesi gerekiyordu.
İtilâf güçlerinin Almanya'nın deniz yollarını ve dolayısıyla ticaretini
kapatmaları, Almanya'yı bu gibi ihtiyaçlarını temin için doğudan ve Asya'dan
temine mecbur bırakıyordu. İşte Almanya'nın 1917'den itibaren doğu siyasetinin
esası bu düşünceye dayanıyordu.196
Bu sebepledir ki Almanya için Rusların çekilmelerinden sonra
Kafkasya'nın ele geçirilmesi, en önemli hedeflerden biri olarak öne çıkmıştır.
Nitekim Brest-Litovsk Antlaşması'yla İran ve Afganistan için temin edilen
bağımsızlık ve toprak bütünlüğü, bu Alman siyaseti için bir zemin teşkiline
matuf idi.
Almanya'nın sahip olduğu ve iktisadî menfaatlere
yaslanan bu siyaset, İran'da ve bilhassa Kafkasya'da, müttefiki Osmanlı'nın
Pantürkist politikalarıyla çatışma hâlindeydi. Osmanlı Devleti, bilhassa
Kafkasya'da kurulmasını istediği tampon devletlerle Rusya'yı hududundan uzak
tutmak ve Türklük ya da müslümanlık şemsiyesi
altında bölgede -bilhassa
Bakü'de-
195 BOA, HR.SYS.
D: 2341, G: 21
196 Larcher, a.g.e. I. Cilt, s.162
yerleşmek istiyordu. Oysa bu durum, Almanya'nın gelecekteki menfaatleri için kabul edilemez bir politika idi. Bu
sebepledir ki Almanya, Kafkasya'da tamamen Osmanlı aleyhtarı bir siyaset
takibine başlayacaktır. Bunun için de Almanlar, özellikle Gürcüleri
kullanacaklardır.197
Almanya için bilhassa Bakü petrolleri son derece hayatî
bir öneme sahiptir. Bakü'nün bu durumu, Almanya tarafından 2 Temmuz 1918
tarihiyle açıkça ortaya konulmaktadır. Almanya'nın Bakü hakkındaki tasavvurları
şu üç madde ile ifade edilmektedir:
"1-Savaş uzadıkça Almanya'nın savaş ekonomisi
için gereksinim duyduğu petrol ve hammadde ihtiyacı gittikçe artmaktadır ve
dolayısıyla Almanya'nın şu anda Romanya'dan getirttiği petrol savaşın ileriki
aylarında yetersiz kalacaktır.
2- Eğer
Kafkasya'dan Almanya'ya hammadde ve petrol akışı garanti altına alınmaz ise,
1919 yılındaki ekonomik durum belirsizleşecektir.
3- Ukrayna'daki
mahsulün kullanılabilir duruma getirilmesi, Ukrayna'ya sağlanabilecek petrole
bağlıdır. Romanya'nın bu ihtiyacı karşılayacak yeterli rezervi yoktur. Bakü
petrollerinin Almanya için ne derece önemli olduğunu belirtmek için, bu
petrollerin dörtte birinin Almanya'nın barış zamanındaki ihtiyacını
karşılayabilecek miktarda olduğunu söylemek yeterli olur..."198
Almanlar, Kafkasya'daki bu menfaatlerini koruyabilmek
uğruna Osmanlı Devleti'yle karşı karşıya gelmeyi göze almıştır. Bir taraftan
Gürcü birliklerinin yanında Osmanlı askerine karşı savaşmış, bir taraftan
Bolşevik Rusya ile anlaşmaya çalışmışlardır. Hatta bu uğurda Azerbaycan
Türkleri nezdinde dahi, petrol üzerinde sabit bir hak elde etme karşılığında
kendilerini desteklemek üzere girişimlerde bulunmuşlardır.
197 Tuncer Çağlayan, "İngiliz Belgelerine Göre Transkafkasya'da
Osmanlı-Alman Rekabeti", XIII. Türk
Tarih Kongresi, III. Cilt, 1.
Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002, s.415. Ayrıca bu konu, Mustafa
Çolak'ın adı geçen eserinde müstakil bir bölüm olarak "Kafkasya Üzerinde Osmanlı-Alman Anlaşmazlığı" başlığı
altında ele alınmıştır (s.219 vd).
198 Çolak, a.g.e., s.269
Bu Alman siyaseti, bölgede Bolşevik Devrimi'nden
sonra oluşan müsait ortamın hakkıyla
kullanılamaması sonucunu doğurmuştur. Nitekim kısa süre sonra İngilizler,
bölgede üstünlüğü ele geçirmişler; Birinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle de
bölgeyi tamamen hâkimiyetleri altına almışlardır.
95
SONUÇ
95 |
Batı Avrupa merkezli gelişmeler karşısında nispeten
geri kalmış olan Osmanlı Devleti, yüzyıllara yayılan büyük bir siyasî ve idarî
değişim süreci yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı'nı, bu uzun sürecin koptuğu
nokta olarak tespit etmek mümkündür. Bu savaş yıllarında Osmanlı Devleti ile
İran arasındaki ilişkiler, Osmanlı'nın takip etmeye çalıştığı son büyük
siyasetin izlerini taşımaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda İran’a
yönelik olarak takip ettiği siyasetin hedefi, incelediğimiz belgeler ışığında
şöyle görünmektedir: Osmanlı Devleti, Rus ve İngilizlerin işgâli altında
bulunan İran’ın bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden yanadır. Osmanlı
devlet adamlarının İran’a yönelik söylemleri hep bu minval üzere olmuştur. Bu
kapsamda İran, savaş boyunca Rus ve İngiliz nüfuzundan kurtarılmaya, mümkünse
teşkilatlandırılıp savaşa katılmaya çalışılmıştır.
Buna göre Osmanlı Devleti'nin harp yıllarında askerî
açıdan sahip olduğu güce ek olarak, siyasî nüfuzunu da kullanmaya çalıştığını
görüyoruz. Harbin hemen başında ilân edilen cihat, halife sıfatını taşıyan
Osmanlı padişahının manevî gücünü kullanma çabasından başka bir şey değildir.
Anlaşılan odur ki, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı yıllarında
gerçekleştirmek istediği en büyük siyasî hamle, Türklük ve bilhassa İslâm ortak
paydaları üzerinden nüfuzunu kullanmaktır. Burada şu noktanın altını çizmekte
fayda vardır: Osmanlı Devleti'nin Pantürkist politikalarıyla Panislâmist politikaları birbirinin zıddı, alternatifi
yahut birbirlerinden bağımsız birer
kompartıman değildir. Bu iki siyaset, esas itibarla içiçe geçmiş bir biçimde
yürütülmüştür.
Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu politikalar,
müttefiki Almanya tarafından da kullanılmak istenmiştir. Hatta daha da ileri
gidersek, bu politikaların Almanya’nın desteğiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Almanya,
Osmanlı Devleti’nin manevî nüfuzunu kullanarak İslâm dünyasını
İngilizlere karşı ayaklandırıp yanına çekmeyi planlamaktadır. Almanya’nın bu
politikasının ana hedefi, Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetini kırmaktır.
İşte İran, Osmanlı Devleti’nin Pantürkist ve
Almanya’nın emperyalist hesaplarının adeta giriş kapısı gibidir. Bünyesinde pek çok Türk unsurun bulunduğu
İran, yayıldığı coğrafya itibariyle Türk dünyasına giden yolun eşiği
mesabesindedir. Ayrıca Cihâd-ı Ekber’in Afganistan ve Hindistan’a uzatılması, ancak
İran’ın elde edilmesiyle mümkündür. Osmanlı Devleti’nin Harb-i Umûmî’de İran’a
yönelik faaliyetleri, işte bu büyük siyasî hesaplarla şekillenmiştir. Ancak
Osmanlı Devleti’nin bu siyaseti, İran’da iki
büyük engele çarpacaktır. Bu engellerden ilki, çok tabiîdir ki İngiltere ve
Rusya’dır; ikincisi ise daha umulmadık bir yerden, Almanya’dan gelmiştir.
1907’de İran’ın kuzeyine ve güneyine yerleşmiş olan
İngiltere ve Rusya, Osmanlı ve Alman siyasetlerinin kendileri için taşıdığı
tehdidi çok iyi bildiklerinden ciddi bir mukavemette bulunmuşlardır. Bu iki
devletin Osmanlı siyasetini İran’a sokmama girişimleri anlaşılabilir bir
durumdur. Fakat aynı tavrın Almanya tarafından gelmesi oldukça şaşırtıcıdır.
Almanya’nın böyle bir politika takip etmesinin iki sebebi olduğu anlaşılıyor.
Birincisi Almanya, İran’ı elde etme konusunda parasına çok fazla güvenmektedir.
İkinci olarak Almanya, savaşı kazanacağından oldukça emindir. Bu sebeple yakın
gelecekte İran’da kendisine rakip olabilecek bir devlet istememektedir; dolayısıyla
İran’da, siyasetini Osmanlı’ya en çok yaklaştırdığı zamanda bile müstakil
faaliyetlerde bulunmaktan geri durmamıştır.
Almanya’nın bu tavrı aslında Osmanlı Devleti için
kabul edilebilir bir durum değildir; ancak buna rağmen hiç de ciddi bir tepki
görmemiştir. Zira Osmanlı idarecileri, Almanya’nın maddî desteği olmaksızın
İran siyasetinde başarıya ulaşamayacaklarına inanmaktadırlar. Esasen bu, oldukça
isabetli bir öngörüdür. Bu sebeple Almanya Osmanlı Devleti’ni kendi
siyasetine uygun biçimde kullanmaya çalışırken, Osmanlı Devleti de Almanya’yı
aynı biçimde kullanmaya çalışmıştır.
Osmanlı Devleti’nin İran’a yönelik siyasetinin
temelinde yatan ikinci büyük dinamik, askerî kaygılar olmuştur. Bilindiği üzere
Rusya, Kafkas cephesinin bir uzantısı olarak İran’ın kuzeyine de askerî olarak
yayılmıştır. Rusya’nın İran’daki bu yayılışı, Osmanlı Devleti’nin doğu
cephesinde çemberlenmesi ve Anadolu’nun kolayca işgâl edilebilmesi riskini
doğurmuştur. Bu risk, İngilizlerin İran’ın güneyinde ve Irak’ta
gerçekleştirdiği askerî faaliyetlerle daha da artmıştır. Bu güvenlik kaygıları,
Osmanlı Devleti için İran siyasetini daha da hayatî bir mesele hâline
getirmiştir.
İran’da merkezî hükümet, İngilizlerin ve Rusların
askerî ve siyasî faaliyetlerini durdurabilecek güçten mahrumdur. Bu sebeple
Osmanlı Devleti, İran’ın bilhassa batı hudutlarında askerî faaliyetler
göstermeye ve bu kapsamda İran aşiretlerini kullanmaya çalışmıştır. Ancak
İran’ı elde etme yolunda ortaya konan aşiretleri ele geçirme çabalarında da
başarı sağlanamamıştır.
Bu noktada Osmanlı siyasetinin başarısızlığının
sebepleri üzerinde de durmak gerekir. Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu siyasî
ve askerî hedeflerle elinde mevcut olan imkân ve vasıtalar arasındaki
dengesizlik, herhalde ciddi bir başarı sağlanamamasının en büyük sebebidir.
Osmanlı Devleti, ittihad-ı İslâm ve Turan siyasetlerini gerçekleştirebilecek
büyük maddî imkânlardan mahrumdur. Bu sebeple her zaman müttefiki Almanya ile hareket etmek, kimi zaman onunla bile çatışmak
zorunda kalmıştır. Bu durumun en açık örneği, Rusya’nın Bolşevik İhtilâli
sonrasında savaştan çekilmesiyle görülmüştür. Rusya’nın çekildiği bölgelerde
ortaya çıkan büyük imkânlar, Osmanlı ve Almanya arasındaki rekabet yüzünden
ümit edildiği ölçüde kullanılamamıştır.
Osmanlı başarısızlığının arkasındaki bir diğer önemli
sebep, sistemli ve planlı bir
teşkilatın olmayışıdır. Osmanlı memurları ve devlet adamları, sadece İran’da
değil, bütün harp sahalarında çok büyük hedeflere sahiptir. Bunun için ihtiyaç
duyulabilecek vatanperverlik, cesaret ve kabiliyete de ziyadesiyle maliktirler.
Ancak bu insanlar arasında ciddi bir koordinasyon problemi olduğu çok açık bir biçimde
ortadadır. Üstelik bu kişiler arasında
büyük bir hedef birliğinin olduğu kabul edilse dahi, bu
hedefe yönelik bir ortak
hareket etme imkânı olduğu söylenemez.
Netice itibariyle Osmanlı Devleti, Birinci Dünya
Savaşı’nda İran’ı Rus ve İngiliz işgâlinden
kurtarmak, teşkilatlandırıp kendi yanında savaşa sokmak için büyük mücadeleler
vermiştir. Ancak harp sahalarındaki umûmî başarısızlık, Osmanlı Devleti’nin
İran siyasetinden de başarısız bir biçimde çekilmesine sebep olmuştur.
KAYNAKÇA
A- Arşiv Vesikaları
BOA, HR.SYS. Dosya:
2167 BOA, HR.SYS. Dosya:
2168 BOA, HR.SYS. Dosya:
2294 BOA, HR.SYS. Dosya:
2312 BOA, HR.SYS. Dosya:
2320 BOA, HR.SYS. Dosya:
2337 BOA, HR.SYS. Dosya:
2338 BOA, HR.SYS. Dosya:
2339 BOA, HR.SYS. Dosya:
2340 BOA, HR.SYS. Dosya:
2341 BOA, HR.SYS. Dosya:
2417 BOA, HR.SYS. Dosya:
2423 BOA, HR.SYS. Dosya:
2424 BOA, HR.SYS. Dosya:
2425 BOA, HR.SYS. Dosya:
2427 BOA, HR.SYS. Dosya:
2430 BOA, HR.SYS. Dosya:
2434
B- Araştırmalar-İncelemeler
ABRAHAMİAN, Ervand,
Modern İran Tarihi, Çev:
Dilek Şendil, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009
ALLEN, W.E.D.,
MURATOFF, Paul, 1828-1921 Türk Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Genelkurmay
Basımevi, Ankara, 1966
ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 2003
, 20. Yüzyıl Siyasî
Tarihi, Alkım Yayınevi,
14. Baskı
ATABAKİ, Touraj, “Başkasını Reddederek Kendini Yenilemek: Pan-Türkçülük ve İran Milliyetçiliği”, Orta Asya ve İslâm Dünyasında Kimlik Politikaları, Derleyenler:
William Van Schendel, Erik J. Zürcher, Çev: Selda Somuncuoğlu, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004
AYDEMİR,
Şevket Süreyya, Makedonya’dan Orta
Asya’ya Enver Paşa, III. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985
AYDIN,
Mustafa, Üç Büyük Gücün Çatışma Alanı
Kafkaslar, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2005
BAYUR,
Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, III.
C., 3. K., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
, Türk İnkılâbı Tarihi, III. C., 4. K.,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
BEYAT,
Kave, İran ve Ceng-i Cihani-yi Evvel:
Esnadi Vezaret-i Dahile (Iran and the First World War: Documents of the
Ministry of Interior), İntişarat-ı Sazman-ı Esnad-i Millî-yi İran, Tahran,
2002
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Irak-İran Cephesi 1914-1918, III. C., 1.
K., Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979
BLAGA, Rafael, İran Halkları
El Kitabı, Yayınevi ve Yeri Yok, 1997
BURAK, Durdu Mehmet,
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İngiliz İlişkileri,
Babil Yayınları, Ankara, 2004
Cemal Paşa, Hatıralar, Haz.
Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006
CLEVELAND,
William, Modern Ortadoğu Tarihi, Çev:
Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008
ÇAĞLAYAN, K. Tuncer, “İngiliz Belgelerine Göre Kafkasya’da Osmanlı- Alman
Rekabeti”, XIII. Türk Tarih Kongresi, III. C., 1. K., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002
ÇAKMAK,
Fevzi, Büyük Harpte Şark Cephesi
Hareketleri, Genelkurmay Matbaası, Ankara, 1936
ERŞAN, Mesut, "Kafkasya'da Son Türk Zaferleri", Türkler, XIII. C., Ed. Salim
Koca v.d., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002
ÇOLAK,
Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu
Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 2006
Golç Paşa’nın Hatıratı, İstanbul’da
(1914-1915), Irak ve İran’da (1915- 1916), Çev: Salih Mayakuşu,
İstanbul Askerî Matbaası, 1923
HALE,
William, Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev:
Petek Demir, Mozaik Yayınları, İstanbul, 2003
HOBSBAWM, Eric, Sanayi ve İmparatorluk, Dost
Kitabevi, Ankara, 2008
İran Ordusu Hakkında
Muhtasar Risale, Karargâh-ı Umûmî İstihbarat
Şubesi, 1331
İran Ordusu Tarihçesi, Matbaa-i Askeriye, 1326
İran’a Dair Askerî Raporlar,
I. C., İstanbul Matbaa-i
Askeriyesi, 1332
KARABEKİR,
Kâzım, Birinci Cihan Harbi’ne Neden Girdik, Emre Yayınları, İstanbul, 1995
KENAN,
Mehmed, Büyük Harpte İran Cephesi, I.
ve II. C., Büyük Erkân-ı Harbiye
Reisliği, Ankara, 1928
KELEŞYILMAZ, Vahdet,
“Belgelerle Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’na Giriş
Süreci”, Erdem, Atatürk Kültür
Merkezi Yayınları, C. 2, S. 31, Mayıs 1999
, Teşkilât-ı Mahsûsa’nın Hindistan Misyonu (1914-1918),
Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara,
1999
KURAT,
Akdes Nimet, Birinci Dünya Savaşı
Sırasında Türkiye’de Bulunan Alman
Generallerinin Raporları, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,
Ankara, 1966
,
Türkiye ve Rusya, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1970
KURTCEPHE, İsrafil, BALCIOĞLU Mustafa, “Birinci Dünya Savaşı Başlarında Romantik Bir Türk-Alman
Projesi, Hüseyin Rauf Bey Müfrezesi”, OTAM,
S. 3, Ankara, Ocak 1992
, "Türk Belgelerine Göre Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İran Siyaseti", OTAM, S. 3, Ankara, Ocak 1992
KURTCEPHE, İsrafil, AKGÜL, Suat, “Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı
Öncesinde Kürt Aşiretleri Üzerindeki Faaliyetleri”, OTAM, S. 6, Ankara, 1995
KÜÇÜK,
Cevdet, “İran-Irak Hududunu Belirleyen 1913 Tarihli İstanbul Protokolü”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, Doğumunun 100.Yılında Atatürk’e Armağan, Edebiyat Fakültesi
Matbaası, İstanbul, 1981
LARCHER, M., Büyük Harpte Türk Harbi, I. II. ve III. C., Çev: Mehmet Nihat, Matbaa-i Askeriye, İstanbul,
1927
MERİÇ, Cemil, Kırk Ambar, II.
C., İletişim Yayınları, İstanbul, 2006
METİN,
Barış, “Birinci Dünya Savaşı’nda İran
Coğrafyasında Etnik, Dinî ve Siyasî Nüfuz Mücadeleleri”, Basılmamış Doktara
Tezi
OKDAY, İsmail
Hakkı, Yanya’dan Ankara’ya, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1975 ORBAY, Rauf, Cehennem Değirmeni, I. C., Emre Yayınları, İstanbul, 1993
ORTAYLI, İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
RENOUVIN, Pierre,
1. Dünya Savaşı ve Türkiye (1914-1918), Örgün Yayınevi, İstanbul, 2004
Ruşeni, İran'ın İç Yüzü,
Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye
Matbaası, Ankara, 1926
SABİS, Ali İhsan, Harp Hatıralarım Birinci Dünya Harbi, III. C., Nehir
Yayınları, İstanbul, 1991
SANDERS,
Liman von, Türkiye’de Beş Sene, Yeditepe
Yayınları, İstanbul, 2006
SARAY, Mehmet,
Türk-İran İlişkileri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara,
2006
SARIKAYA, Yalçın, Tarihî ve Jeopolitik Boyutlarıyla İran’da Milliyetçilik,
Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2008
SARISAMAN, Sadık, “Birinci Dünya Savaşı Sırasında
İran Elçiliğimiz ile İrtibatlı
Bazı Teşkilât-ı Mahsûsa Faaliyetleri”, OTAM,
S. 7, Ankara, 1996
, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Bahtiyari Politikası”, OTAM, S. 8, Ankara, 1997
, "I.
Dünya Savaşı'nda İran Avşarları ve Türkiye (1914-1917)",
Türkler, XIII. C., Ed. Salim Koca v.d.,
Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 2002
,
“Ömer Naci Bey Müfrezesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, S. 16, Kasım 1997
SCHULZE, Hagen, Avrupa’da
Ulus ve Devlet, Çev: Timuçin
Binder, Literatür Yayınları, İstanbul, 2005
SORGUN, Taylan, Halil Paşa İttihat ve Terakkî’den Cumhuriyet’e
Bitmeyen Savaş, Kamer Yayınları, İstanbul, 1997
YENİSEY, Gülara,
İran’da Etnopolitik Hareketler 1922-2004, Ötüken Neşriyat,
İstanbul, 2008
YÜCEER,
Nasır, "I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin Azerbaycan ve Dağıstan'a Askerî
ve Siyasî Yardımı", Türkler, XIII.
C., Ed. Salim
Koca v.d., Ankara, Yeni
Türkiye Yayınları, 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder