28 Nisan 2015 Salı

TÜRK KİMLİĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE İLK TÜRKLER

Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ile Türklerin kendilerine Türk demeye başlaması, Türk Kelimesinin anlamını ve İlk Türk toplumları hakkında araştırma notları.

Türk’lük kavramının ortaya çıkışı bugün Türk olarak tanımladığımız toplumların tarih sahnesine çıkması ile neredeyse yaşıttır. Bunun yanında “Türk” ifadesinin nasıl ve ne zaman kullanılmaya başlandığı ile ilgili yoğun bir handikap ve bilgi kirliliği mevcuttur. Araştırılması ve bu araştırmaların arkeolojik çalışmalarla teyit edilmesi çok zor olan Asya tarihi maalesef kimi tarihçilerin keyfe keder yorumlarlarıyla ciddiyetsiz bir hal almış durumdadır. Günümüzde yapılan detaylı araştırmalarda ve Türk’lerin ilişkide bulunduğu toplumların tarihlerinde kendi Tarihimizin izlerine rahatlıkla ulaşabiliyoruz.

Türk toplumlarını teşkil eden “Amerind - Beyaz Irk” melezi Ön Türk’ler,  tarih sahnesine iki koldan (Aral Gölü ve Tanrı Dağları) çıkmış, bu iki kol 4.000 Yıl önce ÖTÜKEN’de birleşerek yeni bir toplum oluşturmuştu. M.ö. 2.000 li yıllarda ortaya çıkan bu toplum artık Kendisine “Türk” demeye başlamıştır. Zira Aral’dan gelen Ön Türk kolu, buraya göç etmeden önce kendilerine “Türk” demekteydiler. Aral Kolundan gelen Ön Türk’lerin kendilerine Türk demeleri, Tanrı dağlarındaki buluşmadan 1000 yıl önce başlar. Dolayısıyla Türklük kavramının kaynağına ulaşmamız için Kendilerine ilk Türk diyen Aral’lı Ön Türk kolunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecektir. 

Aral’lı Ön Türk’ler tarih sahnesine -8.000’li yıllarda çıkmışlardı. Kuzeyden inen Amerind’ler ile Aral Gölünün yerlileri olan Beyaz Irk mensubu iki toplum burada akrabalık bağı kurarak uzun yıllar yaşamış ve en eski Ön Türk toplumunun temellerini oluşturmuşlardı. Kendilerine henüz “Türk” demeyen bu toplum, binlerce yıl yaşadıkları Aral Gölü, Hazar Denizi ve Doğu Kafkasya bölgelerindeki müstakil yaşantılarını şartların gereği olarak medeni yaşama dönüştürmeye başladılar. Boylar ve Aşiretler halinde yaklaşık 4 Bin yıl yaşayan bu toplumlar yaşamın kaynağı olan sulak bölgeler üzerinden göç hareketlerine giriştiler. Bu göç hareketleriyle birlikte ulaştıkları Mezopotamya’da yeni bir otoriter sistem inşa ettiler. M.ö. 4.000’li yıllarda giriştikleri bu göç hareketi ile Dünya Medeniyetin temellerini atan Sümer Devletler topluluğunun kurucu unsuru oldular. 

Sümerleri tek başına bir ülke yada müstakil bir toplum olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuzeyden gelen Ön Türk kolları, bu bölgede Mezopotamya’nın yerli unsurları ile birlikte yaşayarak teşkilatlı bir yönetim düzeni oluşturdular. Bu tarihe kadar Mezopotamya’da bir medeniyet kurulmamıştı ve belli bir toplumun vatanı olarak kabul edilmemekteydi. Daha önce Devlet ve Medeniyet tecrübesi olmayan bu toplumlar bir nevi Birleşmiş Milletler halinde kurallara dayalı, birbirleri ile iyi komşuluk ilişkilerini esas almış bir ortak yönetim biçimi oluşturdular. Tarihçiler, günümüzde bu yönetime “Site Devletleri” adını verirler. Bu yönetim biçiminde her toplum kendi Şehrinde yaşıyor, kendi Kralı tarafından yönetiliyor ve diğer toplumların yönetimlerine karışmıyordu. Bunun yanında tüm Sümer Şehir Devletleri aynı dini inanışlara sahip, aynı dili konuşan, aynı toplumsal kurallar ve birbirine çok benzeyen yaşayış şekilleri ile varlıklarını devam ettirmekteydiler. Bu yönetim biçimi binlerce yıl ayakta durmuş, medeniyetin temeli olan Yazıyı keşfetmiş ve kullanmaya başlamış, toplum olarak güçlendikçe sayıları hızla artmıştır. 

Pek çok tarihçi Sümer Devletinin kurucularının Asya’lı olduğunu kabul eder. Asya’dan göç ettikleri ve Beyaz Irk’a mensup Yuvarlak Başlı (Brakisefal) bir ırk olduğu kesin olarak tespit edilen Sümer toplumunun Türk Alfabesi ve Türkçe ile çok yakın bağıda Sümerlerin Ön Türk kökenli bir devlete sahip olduğunu açıkça ortaya koyar. 

Kuzeyden inen Ön Türk toplulukları da bu Site Devleti içerisinde Kurucu Unsur olarak yer almış ve varlıklarını Sümer Medeniyeti içerisinde devam ettirmişlerdir. Bu toplumun kendisine TÜRK demesi de, Sümer Site Devletlerine katılmasından birkaç yüz yıl sonra gerçekleşir. Zira Sümerlerin son dönemlerinde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olduğu ortaya çıkmıştır. Sümer Devletini yıkan Akadların (Arapların Ataları) Kralı Naramsin, Sümer Devletlerine açtığı savaşta mücadele ettiği Şehir Devletlerinin ve Krallarının isimlerini yazıya dökerek kayıt altına almıştı. Bu kayıtlarda TÜRKİ adlı bir Şehir devleti olduğu, Kralının adının İL-şu Nail olduğu belirtilir. Hem ülkenin isminin TÜRKİ olması, hemde Kralın unvanının Türkçe olması bu şehir devletinin ilk TÜRK devleti olduğunu ortaya çıkartmaktadır. 

Sümerlerdeki TÜRKİ adlı Site devletinin varlığı ve halkının Türkçe konuşuyor olması bu toplumun ilk Türk Devleti olduğunu ortaya koyuyor. Peki Sümerlerin son dönemlerinde varlığı kesin olarak ortaya çıkan TÜRKİ Devleti ne zaman vücut buldu ve tarih sahnesine çıktı? 

Sümer araştırmacıları, Sümerlerin kurulduğu ilk dönemlerde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olmadığını belirtiyor. Yani Sümerlerin ortaya çıktığı -3.500 lü yıllarda TÜRKİ adlı bir toplum yoktu. Aral boylarındaki Ön Türkler, Sümer devletinin kuruluşunda asli unsur olarak rol oynadığında kendisine TÜRK unvanı vermemişti. Bu unvanı birkaç yüz yıl sonra Büyük Tufan sonrasında edindiler.

Sümerler, kurulduktan yaklaşık 500 yıl sonra Mezopotamya topraklarında büyük bir Tufan meydana gelmişti. Bu tufan, geniş bir coğrafyada etkili olmuş, çok sayıda insan sular altında kalarak ölmüş, medeniyetler ve şehirler önemli ölçüde yok olmuştu. Bulgulara göre bu Tufan -3.000 yılları civarında gerçekleşti. Zira Tufan’a ait bilgiler Tufanın Sümerler döneminde yaşandığını ortaya koymaktadır. Tufandan ilk bahseden yazılı kayıtlar -2.500 yılına aittir. Yani Tufan -2.500 lü yıllardan daha önce meydana gelmiştir. Sümerlerin yazıyı -3.200 lerde kullanmaya başladığını ve pek çok yazılı eser bıraktığını düşünürsek Tufanın yaklaşık olarak -3.000 yıllarında meydana gelmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bu Tufan, aslında pek çok kişinin bildiği Nuh Tufanıdır. Zira Tufan ile ilgili destanlar, hikayeler ve kayıtlar Kuran’da belirtilen Nuh Tufanı ile birebir örtüşmektedir. 

Yaşanan Tufan sonrası Sümer Devletler topluluğu halen ayaktaydı ve güçlü bir yapıya sahipti. Düşünülen odur ki, Aral gölünden Mezopotamya’ya inen Ön Türk’ler burada kurdukları Şehir Devletini Tufan sonrasında yeni bir inanışa göre yeniden adlandırdılar. -3.000 lerde yaşandığı düşünülen Tufan’dan sonra Hz. Nuh, çocuklarını toplumların başına Lider olarak göndermişti. Arap Tarihçilerinin bu konuda yaptıkları araştırmalar oldukça ilginçtir. Bu araştırmanın sonuçları bizi Aral Gölünden Mezopotamya’ya göç eden toplumların tufandan sonra kendilerine TÜRK ünvanı verdiği gerçeğine ulaştırıyor. 

Nuh Tufanına ait bilgiler hem kulaktan kulağa yayılan ve masallaştırılan efsanelerde, hem Tarih araştırmacılarının elde ettiği muhtelif tespitlerde, hem Tevrat ve İncil’de, hem de Kur-an’ı Kerim’de geçmektedir. Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler Hz. Nuh’un oğullarından yeni nesiller türediğini belirtiyor. Burada “Türemek” kavramı muhtemeldir ki hem kendi soyunu devam ettirmek hem de toplumların liderliğini üslenmek olarak edebi bir dille ifade edilmiş. Zira Tufandan önce varolan kavimlerin birçoğu Tufandan sonrada varlıklarını devam ettirmiştir. Arap tarihçi ve yazar Said bin El-Müseyyeb Nuh’un Ham, Sam ve Yafes adında üç oğlunun olduğunu ve bu oğullarının soylarından kavimler meydana geldiğini belirtir. Bunun yanında Nuh’un oğullarının soyundan gelenlerin isimleri de bu araştırmalarda ulaşılan önemli bilgilerdendir. Bu bilgiler bize hem Türk toplumunun hem de komşusu olan diğer toplumların nasıl kimliklerini kazandıklarına dair önemli ipuçları verecektir. 

Gılgamış Destanı, Hatti Kayıtları, Sümer Yazıtları, Tevrat, İncil ve Kur-an’ı Kerim’de elde edilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bilgiler, Hz. Nuh’un çocuklarının ve  çocuklarından olan çocuklarının (Torunlarının) isimlerini şu şekilde tespit etmiştir ;

Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes.

Ham’ın Oğulları ; Kuş, Mizraim, Put, Kenan.

Sam’ın Oğulları ; Elam, Asşur, Arpaçşad, Lud ve Aram.

Yafes’in Oğulları ; Türk, Gomer, Mogog, Madai, Javan, Tubal, Meşeç, Tiras. 

Hz. Nuh’un çocuk ve torunlarının isimleri mutlaka tanıdık gelecektir. Zira Türk kavmine olduğu gibi pek çok kavme isim babalığı yapan bu isimler, hem dünya medeniyetini yeniden inşa etmiş, hem temel kültürleri oluşturmuş hem de Dünyanın demografik temellerini atmıştır. Bu isimlerden en tanıdık gelenleri  Elam’ın başına geçtiği kavim Elamlılar olarak anılmış, Asşur’un başına geçtiği kavim Asurlular olarak anılmış, Aram’ın başına geçtiği kavim Aramiler olarak anılmış, Arpaçşad’ın başına geçtiği kavim Araplar olarak anılmış, Türk’ün başına geçtiği kavimde Türkler olarak günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. 

Aslında bu bilgi yakın zamanda ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıldır bilinen, Bozkır Türk’lerince efsane olarak babadan oğula anlatılan bir mitdir ve Selçuklu döneminde Anadolu ya giren Türkler içerisinde bile anlatıla gelmiştir. Öyle ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu da bu bilgiyi Halk dilinden kaleme almış ve gerçekliği üzerinde araştırmalar yaparak itibar etmiştir.  Bu bulgular ışığında Atatürk de Türk’lerin kökenini Nuh’un torunu Türk’e dayandırmıştır. Bunun yanında ilginçtir ki Bozkır efsanelerinde söz edilen unsurlara Arap efsanelerinde de rastlanmaktadır. Birbirleriyle ilk teması M.s. 8. Yüzyılda gerçekleşen Türkler ve Araplar, aynı efsaneyi bu ilk temastan yüzlerce yıl önce yazıya dökmüştü. Elbette literatür tarihçileri bu bilgiye efsane ve masal olarak bakmış, itibar etmeyerek ciddiye almamıştır. Oysaki yakın zamanda ortaya çıkartılan Sümer yazıtları, Hatti yazıtları, Gılgamış destanı, Arap tarihçilerinin araştırmaları, Etimolojik ve Arkeolojik bulgular her halükarda bu tezi desteklemekte ve gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır. 

Artık bugün, tarafgir nitelikleri açıkça ortaya çıkmış, yanlı tezleri birer birer çürütülmüş batılı politik tarihçilerin literatüre geçirdiği kusurlu ve yanıltıcı bilgilere itibar etmek yerine tarihsel bulguların ve kesinlik kazanmış delillerin bizi ulaştırdığı mantıkla ortaya çıkan ve bizzat Halkın Tarihiyle teyitlenen bu bilgiye itibar etmeli ve sahip çıkmalıyız. 
(KAYNAK: turktarihim.com)

SELÇUKLU KALELERİ

 Kale Mimarisi

Tarihin erken dönemlerinden itibaren kale mimarîsi, askerlik ve teknik ile savaş usullerinin ilerlemesine paralel olarak gelişme göstermiştir. Eski çağlarından günümüze kadar Türk sanatı, kendine özgün özelliğini korumuş ve dünya sanatı içinde de daima önemli bir yere sahip olmuştur. Öz Türkçede kıla - kütle ve kalav - kârgir anlamlarında kullanılan kale, Azericede "gala", Başkurtçada "nığıtma", Kazakçada "korğan", Kırgızcada "çep" şeklinde söylenmektedir. Türkler İslâmiyet'i kabul etmeden önce kale yerine "balık" kelimesini de kullanmışlardır. İslâmiyet'i kabulden sonra balık yerine kale sözcüğü yaygınlaşmıştır. Karahanlı Türkleri ile Oğuz Türkleri ise "Balık" kelimesi yerine "Kent" sözünü kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmud, balık sözünün bu mânâsını bilmekte ve onun İslâmiyet'ten önce Türkler tarafından şehir ve kale anlamında kullanıldığı söylemektedir. Kale kelimesinin kökü olan ve Arapça "ka-le'a" fiilinden gelen "kal" mastarı, "bir şeyi kökünden sökmek" manasına gelmektedir. "Kulâ'a" ve "Kullâ a" kelimeleri "tepe gibi yüksek olan şey" anlamı taşımaktadır.


Tarih boyunca kaleler, genellikle şehirlerin etrafı, yol kavşağı, önemiz yere giden ana yol, geçit yeri, dağlar arasındaki boğaz, denize uzanan burun, kıyıdan az uzaktaki adalar, köprü başlan, denizlerin boğazları gibi stratejik yerlerde, arazinin tabii özelliklerinden de yararlanılarak inşâ edilmiştir. Kaleler yapılırken kolay ve az sayıda bir kuvvetle savunulabilmesi, gerektiğinde içeridekilerin dışarı çıkabilmesi için bir bölümün olması, uzun süre kuşatmalara dayanabilmesi, kalenin birkaç yönünün tabu şekilde korunması gibi unsurlar göz önünde tutularak inşâ edilmişlerdir. Kaleler çoğunlukla sürekli kalın bir duvar (sur, beden) ve duvar boyunca dizilen aralıklı burçlardan oluşmaktadır. Burçlar birbirini görebilecek ve korunabilecek biçimde konumlanırlar. Kale duvarlarının üstü, savunanların her yere yetişebilmelerini sağlamak amacıyla düz yapılır ve bu düzlüğe "seğirdim yeri" denir. Duvar üstünde “barbata” denen mazgallı bir korkuluk yer almaktadır. Kayalık tepelerdekiler hâriç, genellikle duvarların alt kısımlarında içi su dolu savunma hendeği bulunur. Kalenin girişini korumak ve hendek üzerinden geçişi sağlamak için iner-kalkar ahşap bir köprü yapılır.
Kale duvarlarının hemen önündeki toprak banda "tahte'l-kal'a (tahtakale)" denir. Bazı kale duvarlarının üst bölümlerinde "senkendaz" veya "küluhendaz" denen ve alt bölümlerindeki deliklerden taş, kaynar su vb. atılarak duvar diplerinin korunduğu ahşap ya da taş çıkmalar yapılmıştır. Kale mimarîsinin en önemli bölümü, kule veya burçlardır. Kulelerden birisi diğerlerinden yüksek ve sağlam tutulur. Bu kuleye balâhisar veya baş kule denilmiştir. Ambar, sarnıçlar ve koğuşlar kalelerde bulunması gereken bölümlerdir.
Kaleler, genellikle iç kale, dış kale, şehristan ve ahmedek gibi bölümlerden oluşmaktadır. Ahmedek ve dış kale, bazı kalelerde bulunmamaktadır. Bunun yerine kale, sadece iç kale bölümünden ibaret olabilmektedir. İç kale; surlarla çevrili bir kentin en yüksek yerinde hükümdarın, beyin ya da komutanın oturmasına ayrılmış, en son savunma yeri olan kale bölümüne denir. Surlarla çevrili iç kalede, yönetici sarayı, beylerin konutları, darphâne, tutuk evi ve İbadethane (câmi-kilise) gibi yapılar yer almaktadır. Kentin asıl bölümünü oluşturan şehristan (şehir), ticaret ve konut alanlarını, dînî ve diğer kamu yapılarını içine alan bölüme denmektedir. Kentin asıl bölümünü oluşturan şehrin etrafını çeviren sura da dış kale adı verilmektedir. Bir surla çevrili Türk kentlerinin şehristan bölümünde; mahalleler, çıkmaz sokaklar, saray, kamu yapıları, meydan, ulu cami, vakıf kurumları ve pazar yerleri gibi bölümler genellikle yer almaktadır.

KERVANSARAYLAR, SARAYLAR, ÇİNİLER VE KÜLLİYELER

Kervansaraylar
Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu örneklerinden esinlenen Anadolu Selçuklu kervansarayları, yüzü aşan örnekle en yoğun ve çeşitli yapı grubunu oluşturur. Antik devirlerden ve Bizans'tan kalan kervanyollarını onaran ve yeni yollarla kentleri birbirine bağlayan Selçuklular, kervanların bir günde ulaşabileceği mesafe düşünülerek 40 km civarında aralıklarla kervansaraylar inşa ettiler. Burada kervanlar, tüccarlar, göçebeler, dervişler, askerler barınabilmekteydi. Kervansaraylar ticaretin artmasına, kervanların emniyetle seyretmesine yaradığı gibi, savaşlarda askeri karargâh gibi de hizmet etmekteydi. Yolcuların rahatı için hanlarda doktor, baytar, nalbant, araba tamircileri ve hizmetkarlar bulunmaktaydı. Üç güne kadar bedava yiyecek içecek verilirdi.

Kervansaraylar taştan yapılmış, emniyeti sağlamak için cephede eyvan gibi tek taçkapısı olan anıtsal yapılardır. Planları genelinde iki ana mekandan oluşur. Taçkapıyla girilen etrafı revaklı avlu, özel misafirler için kapalı odalar, hayvanların ve yolcuların dinlenmesi için eyvan gibi açık mekanlarla kuşatılmıştır. Bazı örneklerde, Konya-Aksaray yolunda Sultanhan, Kayseri-Sivas yolunda Tuzhisar, Kayseri-Malatya yolunda Karatay kervansaraylarında olduğu gibi, avlunun ortasında, sivri kemerlerle birbirine bağlanan ve dört masif destekle taşınan, kare planlı küçük bir köşk mescit vardır. Son yıllardaki araştırmalar Karatay Hanı'nda, İncir Hanı'nda olduğu gibi avlu etrafındaki bir mekanın hamam olarak kullanıldığını ve tuvalet, akarsu sistemlerinin olduğunu göstermiştir.
Avlunun arkasında, bazilika gibi uzunlamasına planlı, yine anıtsal bir taç kapıyla girilen, üç-beş salimli kapalı mekan yer alır. Masif ayaklarla taşınan üst örtüde tonozlar sıralanır. Kapalı bölüm, özellikle soğuklardan korunmak için, hayvanlar ve insanların birlikte barınması için planlanmıştır. Mekanın ortası yolcular için set şeklinde yüksek tutulmuş, etrafı hayvanların yemlenmesi için yalakla kuşatılmıştır. Emniyet nedeniyle aydınlanma, kubbe açıklığı dışında, mazgal gibi dar tepe pencerelerinden sağlanır.

Kervansaraylarda sözünü ettiğimiz açık avlulu ve kapalı mekanlı örnekler dışında, Afyon-Kütahya yolunda Eğret Han'da, Doğubeyazıd-Batum yolunda Iğdır Han'da olduğu gibi, sadece kapalı mekanlı plan da uygulanmıştır. Sıradışı olan bu örneklerde avlu yoktur. Yine daha az rastlanan, sadece avludan oluşan kervansaraylar da vardır. Antalya-Isparta yolunda Evdir Han'ın revakla kuşatılmış avlusunda biri giriş olmak üzere dört eyvan vardır. Antalya-Burdur yolunda Kırkgöz Han'da ise dar hol gibi girişten sonra büyük avlu, kapalı odalar ve revaklar görülür.

Kervansaraylarda süslemenin sadece taçkapılarda yer aldığı görülür. Eyvan gibi, heybetli, mukarnas kavsarah taçkapılar, zengin geometrik ve bitkisel süslü kabartma bordürlerle kuşatılmıştır. Cami ve medrese kapıları kadar etkileyicidirler. Kayseri Karatay Han'da Türk-Çin hayvan takviminden etkilendiği kabul edilen çeşitli takvim hayvanı kabartmaları, Aksaray Sultan Han mescidinde kemerleri süsleyen karşılıklı ejderler, yapı dışında arslan başı şeklinde su olukları Selçuklu figür dünyasının kervansaraylara yansıyan örnekleridir. Eğridir-Denizli yolunda Çardak Han'ın taçkapısında arslan kabartmaları, Antalya-Burdur yolunda İncir Han'ın kapısında sırtında güneş taşıyan çift arslanlar ise Sultan II Gıyaseddin Keyhusrev'in arması olarak burada yer almıştır. Sultanın sikkelerinde de çok benzer şekilde güneş-arslan amblemi görülür.

Saraylar ve Çinileri

Bugün harap durumda olan Selçuklu sarayları konusundaki bilgiler son yularda artan kazılar, rastlantı buluntular ve yayınlarla artmıştır. Selçuk sultanları küçük bir medrese planını anımsatan ana saray ünitesi etrafında çeşitli irili ufaklı yapı gruplarından oluşan yazlık ve kışlık saraylar, av ve eğlence köşkleri yaptırmıştır. Selçuklu Dönemi'nin Ünlü tarihçisi İbni Bibi’nin anlatımlarından renkli saray yaşantısı ve eğlenceleri konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Kazılar ve yayınlarla en etraflı tanıtım, Sultan Alaeddin Keykubad'ın Beyşehir gölü kıyısında bulunan yazlık sarayı Kubadabad konusunda olmuştur (1236). Diyarbakır Artuklu Sarayı ve Sultan Alaeddin Keykubad'ın Kayseri Keykubadiye, Alanya İçkale Saraylarında yapılan kazılar, Selçuklu saraylarının zengin figürlü çinileri, alçıları, freskleri ve hatta Diyarbakır'da mozaikleri konusunda bizi aydınlatmıştır. Müzelere rastlantı buluntularla ulaşan, Alaeddin Keykubad Dönemi'ne ait olduğu kabul edilen isimsiz Antalya sarayı, Antalya Aspendos ve Akşehir saraylarının figürlü çini buluntuları aynı teknik, desen ve kompozisyon özellikleriyle, muhtemelen gezici ustalar tarafından oluşturulan, Anadolu saraylarına özgü saray bezeme programının varlığını ortaya koyar. İlk yapılışı Sultan II. Kılıçarslan Dönemi'nden olan (1156-1192) ve sultan Alaeddin Keykubad tarafından genişletilip onarılan Konya Alaeddin Köşkü ise, figürlü çini bezemesinde yedi renkli minai tekniğini kullanarak Büyük Selçuklu seramiklerinin mimariye yansımış örneklerini verirler. Saray tamamen harap olduğundan planı konusunda bilgi sahibi değiliz. 
Bugün Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen Kubadabad ve Alaeddin sarayı çinileri Selçuklu saraylarının bezemesi konusunda bizi aydınlatır. Duvarlar 1.80 m yüksekliğe kadar saray yaşantısını ve sembolik koruyucu yaratıkları yansıtan "sıraltı" ve "lüster" tekniğinde işlenmiş yıldız formlu çinilerle bezenmiştir. 22-23 cm çapındaki yıldızlar firuze renkli ve bitkisel desenli haç biçimli çinilerle biribirine bağlanmıştır. Bir düş dünyası gibi gözler önüne serilen figürlü çiniler sultanı, saray ileri gelenlerini, hizmetkarları, av eğlencelerini, tılsımlı ve büyülü inançları bize aktarır. Saraylılar mor, firuze veya sarı yaldızlı (lüster) renkli kaftanları ile bağdaş kurmuş otururken görülürler. Uzun saçları, Selçuklu tipi hotozlu başlıkları, hale ile çevrili dolgun yanaklı, iri gözlü yüzleri çağın modasını yansıtır. Ellerinde cenneti simgeleyen nar meyvası, haşhaş dalı veya çiçek, bazen de kadeh görülür. Ayakta canlandırılan hizmetkarlar meyveler, av hayvanı, içki sürahisi taşırken canlandırılmıştır. Sfenks, siren, grifon, ejder, çift başlı kartal gibi doğa üstü gücüne inanılan, koruyucu veya uğur getirici yaratıklar tılsımlı bir masal atmosferi yaratır. Selçukluların inanışına göre kartal, sultanı koruyan, ona kudret, kuvvet, aydınlık ihsan eden bir semboldü. Bu nedenle sık sık kalelerde de taş kabartma olarak yer alırlar. Bazı çinilerde gövdelerine işlenmiş "es sultani" yazısı sultanın arması olarak bütün kuvvet ve ihtişamları ile canlandırıldıklarını kanıtlar. Sonsuz hayat ve cennet sembolü olan tavus kuşu, hayat ağacı ve nar meyveleri birlikte canlandırılarak bizi ebedi aleme götürür.
Saraylarda büyülü bir masal atmosferi yaratan simgesel resimlerin yanı sıra, erken İslam çağı soylularının geleneksel eğlencesi ve sporu olan av ile ilgili zengin bir anlatımla karşılaşırız. Kaçışan çeşitli av hayvanları, kıvrık hareketleriyle sanki sultanın av bahçesinde coşkuyla resmi geçit yaparlar. Kuşlar, arslan, ayı, yaban eşeği, deve, at, keçi, oğlak, antilop, tavşan, kurt, tilki, av köpeği birbirini izler.

Selçuklu saray çinilerinin gezici ustalarla yöresel atölyelerde yapıldıkları sanılmaktadır. Kubadabad kazıları sırasında bulunan imalat artığı parçalar, bazı çini fırını malzemesi bu düşünceyi doğrular.

Külliyeler
Anadolu'da Türk mimarîsinin örneklerini ortaya koyan devlet ve beylikler, Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçukluların çeşitli fonksiyonlara sahip yapı birimlerinin plan yorumunu, mimarî anlayışını bilen, özümleyen bir kültür yapısı ile Anadolu'daki birliklerini ortaya koymuşlar idi. Bunun sonucu olarak, bu mimarî bilgiler, kültür birikimi, Anadolu'ya hem kuzeydoğudan hem de güneydoğudan girmiş ve yaygınlık kazanarak devam etmiştir.
Büyük Selçuklu komutanlarından Artuk bin Eksük'ten adını alan ve üç kol halinde l. Hısnkeyfâ ve Âmid, 2. Mardin ve Meyyâfârikîn, 3. Harput Artukluları olarak Anadolu'da mimarî eserlerini vermeye başlayan Artuklulardan, Mardin'de Ernineddin Külliyesi'nin (1108-1122 Hicrî 502-516) günümüze bazı birimleri eksik olarak ulaşan kuruluşu, en erken külliye örneği olarak bilinir. Anadolu'daki bu en erken külliye yapısı, cami, medrese, darüşşifa, hamam ve çeşme gibi fonksiyonel yapı birimlerinden meydana gelmiştir. Külliyede büyük bir alanı kaplayan hamamın batısındaki avlunun güneyinde cami, kuzeyinde medrese, doğusunda çeşme yer alır. Bugün namazgahın bulunduğu yerde ise, darüşşifa yer almakta idi. Töpografık şartlar sebebi ile kademeli bir yapılaşmanın görüldüğü külliyede, cami ve medrese aynı avluyu paylaşmakta, ayrı fonksiyonel yapılar, organik bir bütünlük içinde yer almaktadır.
Anadolu Selçuklu Dönemi'nden günümüze ulaşan külliye örneklerinin, külliyeyi meydana getiren fonksiyonel yapı birimlerinin farklı şekillerde konumlanması ile inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda sözü edilen iki örnek, bağımsız yapılardan meydana gelen külliye örnekleridir. Bu dönem külliyelerinin farklı yapı konumlamalarına bağlı olarak planlandığı ve mimari görünüş kazandığı görülmektedir.

Cami mihrap duvarına bitişik medrese yapısı ile, külliye oluşturan erken tarihli bir örnek, Danişmentlerin Kayseri Ulu Camii ve kıble yönünde camiye bitişik olan Melik Gazi Medresesi'dir. Anadolu Selçuklu Dönemi'nden 1206 (Hicri 602) tarihli kitabesi günümüze gelen ulu cami, bir Danişmentli eseri olarak kabul edilir, medrese de Danişmentli hükümdarı Melik Gazi'nin adını taşır, günümüze gelmemiştir.

Anadolu Selçuklu Dönemi'nin, yukarıdan beri tanıtmaya çalıştığımız külliye kuruluşlarında, fonksiyonel yapı birimleri içinde, daima cami yapısı önemli olmuş, diğer yapılar (medrese, darüşşifa, kümbet/türbe, hamam gibi) camiye bağlı kalmış idi. 
Anadolu Selçuklu külliye planlamasında, mevcut yapı topluluklarını değerlendirerek, görülen özellikleri, şöylece ifade etmek ve bu yapılar arasında bir ayırım yapmak mümkündür;
1. Cami ve medrese gibi, dinî ve eğitim fonksiyonlu yapı birimlerinin bitişik olarak inşa edildiği külliyeler.
2.  Cami ve tıp bilimleri  ile sağlık hizmetlerinin sürdürüldüğü medrese planındaki eğitim birimi ve bir mekânın kümbet olarak değerlendirildiği külliyeler.
3- Yan yana tekrarlanan, medrese plan şemasında veya biraz farklı bir plan kuruluşu ile konumlanan, tıp eğitimi ve sağlık hizmeti fonksiyonlu kuruluşlar.
 Çeşmeler
Çeşme kelimesi, Farsça "göz" anlamına gelen "çeşm" kelimesinden gelmektedir. Sözlüklerde kısaca, göz gibi olan delik ve bu delikten akan su diye açıklanan çeşme kelimesinin yerine, 13-14. yüzyıllarda Arapça "sıkaye", "ayn" yahut "meska" terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir. Sivas Gökmedrese Çeşmesi (1271) ve Bolvadin Alaca Çeşme (1278) kitabelerinde, "ayn" kelimesine, Tokat/Pazar Hatun Hanı Çeşmesi (1239), Afyon iki Lüleli Çeşme (1379 yıkılmış) ve Sinop Emir Sahabettin Çeşmesi (1429) kitabelerinde "sikaye" kelimesine rastlanmaktadır. Anadolu öncesi Türk döneminde çeşme gibi kullanılan su tesisleri "alış", "pınar" veya "suvat" terimleri ile isimlendirilmiştir.
Orta Çağ İslâm şehirlerinde, dinin temizliğe ve suya büyük önem vermesi, Hz. Peygamber'in sadakaların en faziletlisinin "su temini" olduğunu söylemesi, çeşme inşasını teşvik edici unsurlar olmuştur. İslâm fetihleriyle ele geçirilen bölgelerdeki antik çeşmelerin onarılarak kullanıldığı bilinmektedir. 10. yüzyılda İspanya'da Endülüs Emevilerine ait su yolu ve Aslanlı Çeşme, İslâm mimarisinde ilk çeşme örnekleridir. Ayrıca Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır'da değişik zamanlarda inşa edilmiş çeşmelere rastlanmaktadır.

Türklerin hayrat veya sadaka olarak yaptıkları çeşmeler şehir, kasaba veya yerleşme merkezlerinde çokluğu gibi, ana yolların kenarlarında, açıklık ve kırlık yerlerde de inşa edilmiştir. Yerleşme bölgelerinde yapılan çeşmelerin suyu büyük oranda kaynaklardan su kanalları veya künkler vasıtasıyla getirilmiştir. Su kaynağından suyu şehir merkezine nakletmek için kullanılan künklere Osmanlı Dönemi'nde pöhrenk adı verilmiştir. Bu pöhrenkler ortalama olarak 0.35-0.40 metre uzunluğunda, 0.13-0.16 metre çapındadır. Ağız kısımları (birleşme yerleri) erkekli dişili olarak yapılır ve birbirinin içerisine geçirilmekte ve bağlantı yerleri de su kaçmasını önlemek amacı ile löküm adı verilen ve kireç ile zeytinyağının karıştırılmasıyla elde edilen bir harçla sıvanmaktadır.
Selçuklu Devri'nde ilk çeşmelerin nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak diğer su tesisleri gibi sağlam durumdaki antik devir çeşmelerinin Türkler tarafından da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Günümüze gelebilen Selçuklu çeşmeleri genellikle medrese, han, cami ve tekke yapılarının ön cephelerine ya da iç avlularına açılan cümle kapılarının yakınlarındaki bir eyvan içerisine, yapıların önünden geçen yola ya da meydana açılan yüzlerine inşa edildikleri mevcut örneklerden anlaşılmaktadır. En basit çeşme örneği 1204 tarihli Kızılören (Emir Kutlu) Kervansarayının ön cephesindeki fevkani köşk mescidin altındaki duvar üzerinde görülmektedir. Dış görünüşü ile hiçbir özelliği olmayan çeşme çok sadedir. Sade ve basit çeşmelerin bir diğer örneği de 1239 yılında inşa edilen Ağzıkarahan'ın cephesindedir. Bu çeşme de zemin kaplaması arasına yerleştirilmiş, lüleli bir su haznesi ile zemindeki bir yalaktan ibarettir.
Kayseri'de Sahabiye Medresesi'nin bitişiğinde yer alan çeşme H. 665-M. 1266 yılında Sahip Ata tarafından inşa ettirilmiştir. Çeşme orijinal yerinden sökülerek bugün bulunduğu yere nakledilmiştir. Orijinal hali bilinmeyen bu çeşme nişinin üzeri muhtemelen yapılan son onarımlar esnasında yuvarlak kemerli olarak yenilenmiş olmalıdır. Selçuklu Devri çeşmelerinin en güzel ve en süslü örneğini 1271 tarihli Sivas Gökmedrese'nin cephesinde görmekteyiz. Bu çeşmede iki ayrı cinsten taş kullanılmak suretiyle renkli bir görünüşün oluşması sağlanmıştır. Fazla derin olmayan çeşme nişinin üzeri üç dilimli dekoratif bir kemerle örtülmüştür. Çeşme üzerinde gayet ince işlenmiş geometrik ve bitkisel süslemeler görülür.