29 Nisan 2015 Çarşamba

Karahanlılar


Karahanlılar, 9.yy'dan 13.yy'a kadar yaşamış, Türk Tarihinin orta asyadaki temsilcisi olmuş, İslamiyeti kabul ederek ilk Müslüman Türk Devleti olmuşlardır.

Karahanlılar! Türk Devletlerinin Asya'nın içlerine yayılması ve tüm Asya'nın Türk Yurdu haline gelmeye başladığı dönemde Orta Asya iki büyük Türk devletine ev sahipliği yapıyordu. Büyük Göktürk Devletinin yıkılmasıyla küllerinden vücut bulan Uygurlar ve tarihleri boyunca itaat etmeyen, Türk Devletlerine bile boyun eğmeyen, zaman zaman hakimiyet altına girmişse de bunu kabullenemeyen ve sonunda kendi Devletlerini kuran Karluklar.

Uygurlar Manihaizm inancıyla zayıflayıp diğer bir Türk boyu olan Kırgız’ların Süvarilerle donanmış istilacı ordularına yenilince devletsin kalan Uygurlu Türk Boyları yeniden Gök Çatı altında bir medeniyet inşa etmeye teşebbüs ettiler. Büyük bir cengaver ve saygın bir lider olan “Arslan Kara Han”, bu yeni medeniyetin temellerini attı ve Uygurlu tüm Türk boylarının liderliğine geçerek kendisini Türk Dünyasının “Büyük Kağan’ı” ilan etti. Önce önde gelen Türk Boylarından ÇİĞİL, YAĞMA ve TUHSİ boyları Kara Han’a biat etti. Bu büyük birlikteliğe Karluk devletide katılarak Arslan Kara Han’ın liderliğini kabul ettiler.  Türk Coğrafyasında yaşayan diğer büyük ve küçük boylarda Kara Han’ın büyük kağanlığını kabul ederek Büyük Karahanlı Devletini kurdular.

Türk Kültüründe her yön bir renk ile tasvir edilirdi. KARA Kuzey, KIZIL Güney, GÖK Doğu, AK Batı olarak anılırdı. Arslan Kara Han kendi unvanını Devlet İsmi  olarak belirledi ve Türk Coğrafyasının kuzeyinde vücut bulan bu hareketin adı da, liderinin unvanı gibi KARA oldu. Artık Bozkırlar 370 Yıl Türkleri bu unvanla anacaktır.

Arslan Kara Han Dönemi (840 – 883)

Türk Dünyasının yeni lideri Arslan Kara Han, ülkesini 43 yıl gibi çok uzun bir süre başarıyla yönetti. Ülkenin siyasi, askeri ve bölgesel teşkilatlandırmalarını Göktürkler ve Uygurlar dönemindeki gibi Türk töresine ve nizamına göre tanzim etti. O yıllarda Çin Talas mağlubiyeti sonrası Türkistan’dan çekilmişti ve Türkler için Çin tehdidi ortadan kalkmıştı.

Arslan Kara Han, Seyhun nehri ile yıkılan Uygur Devletinin Batısını içine alan bölgeyi hakimiyeti altına alarak Karahanlı Devletinin sınırlarını çizmiş oldu. Artık Doğudaki Çin tehdidi sona ermişti. Batıda ise Abbasilerin hakimiyeti altında yaşayan Sasaniler bulunuyordu. Sasaniler, İslam orduları tarafından yıkılıp (642) önce Emeviler, sonrasında ardılları Abbasilerin hakimiyeti altına girmişlerdi. 200 yıl Arap hakimiyeti altında yaşayan Sasani Devleti, Abbasilerin zayıflaması ve Sasani topraklarında otorite boşluğunun oluşmasıyla “Saman Hüda” önderliğinde bir devrim hareketine sahne oldu (875). Saman Hüda’nın yönetimi ele geçirmesiyle Sasani coğrafyası üzerinde Samani Devleti vücut buldu. Önceleri Abbasi boyunduruğu altında yaşayan Sasaniler önemli bir tehdit oluşturmuyorlardı ancak bu yeni devlet zamanla güçlenerek Karahanlıların tek büyük düşmanı haline geleceklerdi.

Abbasi boyunduruğundan kurtulan Samaniler, kısa süre içerisinde sınırlarını genişleterek büyük bir devlet haline geldiler. Üstelik Karahanlılar için önemli ve stratejik bir bölge olan Maveraünnehire ilerleme niyetindeydiler. Arslan Kara Han, yükselen Samani tehlikesine karşı Maveraünnehiri zapt ederek sınırlarına dahil etti ve Samanilerin bu stratejik bölgeye yerleşmelerini engelledi (880). Maveraünnehirin Karahanlı topraklarına dahil edilmesiyle Karahanlılar Aral gölünden Gobi çölüne kadar olan geniş bir coğrafyaya hükmeder hale gelmişti.

Arslan Kara Han, yıkılmış bir ülkenin küllerinden yeniden vücut verdiği Büyük Karahanlı Devletini 43 yıl içerisinde Orta Asyanın en büyük devleti haline getirmişti. Arslan Kara Han’ın 883 yılında vefat etmesi üzerine oğlu Bazır Han, ortak kağan olarak da diğer oğlu Oğulçak Han birlikte yönetime geçtiler.

Bazır Han Dönemi (883 – 924)

Arslan Kara Han’ın büyük oğlu olan Bazır Han, ülkenin yönetimine geçince Türk Töresi gereği “Sol Yabgu” yani ortak kağan olarak kardeşi Oğulçak Han’ı tayin etti. Bazır Han Balasagun’u merkez yaparak ülkenin doğu yakasını, kardeşi Oğulçak Han’da Taraz’ı merkez yaparak batı yakasını kontrolleri altına aldılar. Doğuda ortadan kalkan Çin tehdidi ile Karahanlılar için ülkenin doğu sınırları nispeten daha güvendeydi. Oysa Batı sınırında ortaya çıkan Samani tehlikesi devam ediyordu. Arslan Kara Han döneminde savuşturulan ve Maveraünnehir’e ilerlemeleri engellenen Samaniler, Bazır Han döneminde de Karahanlı coğrafyası üzerinde hakimiyet sağlama niyetindeydiler.

Arslan Kara Han’ın vefat etmesi Samaniler için önemli bir fırsattı. Zira Oğulçak Han henüz yönetime geçmemiş, merkez olarak Taraz’a yerleşmemişti. Bu fırsattan istifade eden Samaniler Karahanlı topraklarına girerek Taraz Şehrini zapt ettiler. Oğulçak Han, merkez olarak Tarazı seçmişti ancak henüz yönetime geçtiği için Samanilerin üzerine gitmek yerine Kaşkarı merkez yaparak Tarazı geri almak üzere hazırlıklara başladı. Oğulçak Han, hazırlıkların tamamlayıp Taraza girmek üzereyken Samani devleti içerisinde saltanat mücadelesi baş gösterdi. Şehzadeler hükümdar olabilmek için birbirleriyle kanlı mücadeleler içerisine giriştiler. Bu mücadele neticesinde ülkesinden kaçmak zorunda kalan Samani şehzadesi Nasr Bin Ahmet, Karahanlılara sığınarak Oğulçak Han’ın himayesine girmeyi talep etti. Oğulçak Han, Nasr’ın himaye talebini kabul ederek sadakatini ödüllendirmek ve şehzade olarak saygınlığını korumak amacıyla kendisine Artuç şehrinin idaresini verdi ve vali tayin etti. Nasr Bin Ahmet, Samani Devletindeki karışıklıklar sona erdikten sonra da geri dönmek yerine Artuç şehrinde kalmayı tercih etti. Uzun yıllar Artuç valiliği yapan Nasr, Artuç’u Müslüman ve Türk tüccarların uğrak yeri  ve önemli bir ticaret merkezi haline getirdi.

Nasr’ın henüz Artuç valisi olduğu dönemde, ilerleyen yıllarda Müslüman olup Karahanlıların başına geçerek  olan Büyük Kağan Bazır Han’ın oğlu Satuk Han, devletin idaresinde görev alması için Oğulçak Han’ın yanına gönderilmişti. Oğulçak Han, henüz 12 yaşında olan yeğeni Satuk’u askeri ve idari vasıflar edinmesi için Artuç şehrine, Nasr Bin Ahmet’in yanına gönderdi. Nasr hem adaletli bir idareci, hem de sevilen bir din adamıydı. Nasr’ın öğretilerinden ve kişiliğinden etkilenen Satuk, zamanla Müslümanlığı kabul edecek ve ülke yönetimine el koyarak Karahanlı devletini Müslüman bir devlet haline getirecektir.
Satuk Buğra Han Dönemi (924 – 955)

Satuk Buğra Han, babası Bazır Han ve amcası Oğulçak Han’ın vazifelendirerek Artuç’a Samani şehzadesi Nasr’ın yanına gönderilince İslamiyetle tanışmış, henüz 12 yaşındaken Nasr’ın tavsiyeleriyle Müslümanlığı seçmişti. Ancak ne babası nede amcası Müslüman olmadığı için bunu 25 yaşına kadar gizlemek zorunda kalmıştır. Zira Karahanlılar, hem Gök Tanrı inancına sıkı sıkıya bağlılardı hem de ataları Uygurlar daha önce Gök Tanrı dini yerine din değiştirerek Maniheizm’e itibar ettikleri için törelerinden kopmuş ve yıkılmışlardı. Satuk Buğra Han’ın Nasr’ın yanında geçirdiği 13 yıl boyunca Karahanlı devleti büyümüş, doğuda ve batıda azalan dış tehditler hasebiyle de güçlenmişti.

Satuk Han, babası Büyük Kağan Bazır Han’ın varisi durumundaydı. Karahanlıların yönetimi kendisine geçecekti ve kendisini buna hazırlıyordu. Satuk Han’ın amacı tüm Karahanlıları İslamiyet ile tanıştırmaktı ve kuşkusuz Karahanlı Devletini Müslüman bir devlet haline getirmek niyetindeydi. 25 yaşına geldiğinde Müslüman olduğunu ilan etti ve hükümdarlığa geçmek için babası Bazır Han’ın ölümünü beklemeden harekete geçti. Hem amcası Oğulçak Han’a hemde babası büyük kağan Bazır Han’a meydan okuyarak yönetime geçmek için sefer hazırlıklarına başladı. Babası Bazır Han’ın yaşı ilerlemişti. Satuk Han her halükarda Büyük Kağan olacaktı. Bu sebeple pek çok büyük Karahanlı boyu kendisine biat ederek destek destekliyordu. Bunun yanında Müslüman toplumlar üzerinde saygınlığı olan Nasr’ın Satuk han’a destek vermesiyle de pek çok Karahanlı olmayan Müslüman boylar Satuk Han’ın yanında yer aldı. Satuk Han, kendisini destekleyen boylardan ve emrine verilen Karahanlı askerlerinden oluşan ordusuyla Ferganaya doğru ilerleyerek amcası Oğulçak Han’ın ordularıyla karşı karşıya geldiler. Oğulçak Han otoritesini korumak, Satuk Han’da iktidarı ele geçirmek için mücadele ediyordu. Fergana vadisinde yaşanan savaşta Satuk Han savaşı kazandı ve amcası Oğulçak Hanı savaş meydanında öldürerek ülkenin Batı Kanadını hakimiyeti altına aldı.

Satuk Han için artık tek engel babası Bazır Han’dı. Bazır Hanın ordusu, oğlu Satuk’un ordusu karşısında yetersizdi. Zira pek çok Karahanlı sülalesi artık Satuk Hanı büyük kağan olarak görmek istiyordu. Bunun üzerine Bazır Han, oğlu Satuk’a karşı Çinden yardım talep etti.

Bazır Han, oğlu Satuk Han’a karşı Çin’den yardım ve destek alsa da Balasagunda yaşanan büyük savaşta galip gelerek yine savaş meydanında babası Bazır Han’ı öldürüp tek başına Karahanlı hükümdarlığına geçti ve Türk Töresi gereği kendisine unvan belirleyerek “Satuk Buğra” adını verdi.

Satuk Buğra Han, her ne kadar ülkesinin yönetimini devralmışsa da Karahanlıların yaşadığı bu handikaptan istifade etmek isteyen boylar Satuk Buğra Han’a karşı isyan hareketine giriştiler. Bazır Han’ın ordusunda görev alan Çiğil boyu, nüfus olarak oldukça kalabalık olan Yağma boyu ve tam anlamıyla Karahanlı hakimiyetini kabullenmemiş olan Oğuzlar Satuk Buğra Han’a biat etmediklerini açıkladılar. Bunun üzerine Satuk Buğra Han, ülkenin doğusunda yaşayan bu boyların yaşadığı şehirleri zapt ederek hakimiyetini kabul ettirdi ve Karahanlıların tartışılmaz lideri haline geldi.

Satuk Buğra Han, askeri ve siyasi olarak Karahanlı devletinin yönetimini tam anlamıyla eline aldıktan sonra ülkesini İslam ahlakı ve kurallarına göre yeniden şekillendirdi. Karahanlıların Müslüman bir ülke olduğunu ilan ederek İslamiyeti ülkenin resmi dini haline getirdi. Satuk Buğra Han, 31 yıllık hakimiyet döneminde halka hiçbir zorlama yapmadan, mecbur koşmadan İslamı kabul etmeye davet etti. Satuk Han’ın bu daveti Karahanlı toplumlarınca kabul görerek kitleler halinde İslamiyete geçişler başladı.

Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla Samaniler ve Emevilerle iyi ilişkiler içerisine girildi. Bu iyi ilişkiler neticesinde sınırdaşı olan Arap ve Fars ülkeleriyle anlaşmazlıklar meydana gelmedi. Doğuda da Çin tehdidi ortadan kalkmıştı ancak ülkenin Kuzeydoğu bölgesinde yaşayan Moğol kökenli istilacı Karahıtaylar sahip oldukları coğrafyayı Karahanlı Devletinin doğu topraklarını içine alacak şekilde genişletmek için saldırıya geçmişti. Satuk Buğra Han bunun üzerine ordularını hazırlayıp Karahıtayların üzerine sefer düzenledi ve Karahanlı topraklarına girmelerini engellediği gibi Karahıtayların kontrolünde olan Turfan bölgesini de zapt ederek ülkesine dahil etti. Satuk Buğra Han, savaşı kazanmıştı ancak ilerleyen yaşı hasebiyle ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Karahıtay seferinin dönüşünde ata dahi binemeyecek durumda olan  Satuk Buğra Han, askerleri tarafından taşınarak ülkesine geri dönebildi. Yakalandığı hastalıkla 1 yıl kadar mücadele etse 995 yılında hayata gözlerini yumdu. Satuk Hanın vefatından sonra töre gereği ülke yönetimine büyük oğlu Musa Beytaş geçti.
Karahanlıların Yükselişi ve İslamiyetin Yayılışı (955 – 998)

Satuk Buğra Hanın ölümünden sonra geçen 45 yıl, Karahanlılar için islamiyetin toplumun geniş kitlelerine ulaştığı, ülke yönetiminin ve Karahanlı himayesindeki Türk Boylarının günlük yaşantılarındaki alışkanlıkların İslamiyet ahlakı ve adaletiyle şekillendiği, hem Türk Tarihinde hem İslam Tarihi için önemli bir kilometre taşı kabul edilen altın yıllardı.

Satuk Buğra Han’dan sonra yerine geçen oğlu Musa Beytaş’ın  958 yılındaki erken ölümü üzerine yerine kardeşi Süleyman Arslan Han geçti. Süleyman Arslan Han’da babası Satuk Buğra Han gibi İslamiyeti seçmiş, babasının başlattığı İslamlaşma akımını devam ettirerek toplum nezdinde geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Doğuda Çin tehdidinin kalkması, batıda Samanilerin zayıflaması ile dış tehditlerden uzak yaşanan bu yıllarda toplumun islama ilgisi arttı ve Müslüman nüfus hızla arttı. 955-998 yılları arasında yaşanan İslamlaşma sürecinde Karahanlı toplumunun neredeyse yarısı Müslümanlığı kabul ederek İslam akit ve adetlerine göre yaşamaya başladılar. Artık Karahanlılar Devleti ve Milletiyle tam anlamıyla Müslüman bir ülke haline geldi.

Süleyman Arslan Han ülkesini uzun yıllar yönetmiş, yönetimi  döneminde Karahanlı toplumlarını İslama davet ederek Türklerin Müslümanlığa geçişini hızlandırmış, ülkesine barış içerisinde 40 yıl idare etmişti. İlerleyen yaşı hasebiyle 998 yılında vefat etmesiyle Karahanlıların barış içerisinde yaşadıkları dönemde sona ermiş olacaktır. Süleyman Arslan Han’ın vefatı ile yerine ağabeyi Musa Beytaş’ın büyük oğlu Ahmet Togan Han geçmiştir.

Ahmet Togan Han Dönemi (998 – 1015)

Ahmet Togan Han, amcası Süleyman Arslan Han’ın vefatı üzerine hükümdarlığın esas sahibi olan babası Musa Beytaş’ın varisi olarak, kardeşi İlek Nasr’da ortak kağan olarak Karahanlıların yönetimini üstlendiler. Yine Türk Töresi gereği Ahmet Togan Han büyük kağan olarak ülkenin Doğusuna, İlek Nasr’da ortak kağan olarak Batısına yerleşerek bu bölgelerin idaresini üstlendiler.

Bu tarihlerde iç mücadeleler ve dış baskılar sonucunda zayıflayan Samani devleti yıkılma sürecine girmişti. İlek Nasr, bu fırsattan yararlanıp hem Karahanlılar için en büyük düşman olan hem de Müslüman olmalarına vesile olan Samani devletini yıkarak Maveraünnehir’i Karahanlı topraklarına dahil etti (999). Samani devleti yıkılmıştı ve önemli bir düşman bertaraf olmuştu ancak şimdi yeni bir düşmanları vardı. Asya bozkırlarında kendi egemenliklerini kazanan ve Karahanlılar gibi Türk ve Müslüman olan Gazne Devleti bu tarihlerde en parlak yıllarını yaşıyordu. Samanilerin yıkılmasıyla aynı soydan geldikleri Gazne Devleti ile sınırdaş olmuşlardı. Gazne Devletinin başında Gazneli Mahmut bulunuyordu ve oldukça güçlü bir devlet haline gelmişlerdi. İlek Nasr, Samanileri yıkıp Maveraünnehire  hakim olunca Gazne Devletiyle sınırdaş olup anlaşma yaparak Amu Derya olarak anılan Seyhun Nehrini sınır Gazne-Karahanlı sınırı olarak belirlediler (1001).

Yeni sınırdaş Gazne Devletiyle anlaşma yapılmıştı ancak savaşçı ve mücadeleci bir kişiliğe sahip olan İlek Nasr bununla yetinmeyerek Horasan bölgesini (Bugünün Tahran/İRAN’ın doğusu) sınırlarına dahil etmek istiyordu. Karahanlı – Gazne barışı sadece 7 yıl sürdü. İlek Nasr, stratejik bir hamleyle Gazneli Mahmut’un Pencap bölgesinde sefere çıkmasıyla Horasana girdi ve şehri zapt etti (1008). İlek Nasr’ın amacı Gazneli Mahmut’u sefer dönüşünde yorgun ordusuyla Horasanda karşılayıp savunma savaşı yapmaktı. İlek Nasr ve Gazneli Mahmut, Pencap seferi dönüşünde Belh Şehrinde karşı karşıya geldiler. Tarihe Belh Savaşı olarak geçen meydan muharebesinde Karahanlı ve Gazneli orduları büyük bir mücadeleye giriştiler. Bu iki büyük ordunun mücadelesi neticesinde Gazneli Mahmut, yorgun ordusuyla savunma savaşı yapan Karahanlı ordusuna karşı galip gelerek Horasanı geri almış, İlek Nasr ise Karahanlılar için infiale sebep olacak bu savaştan yenik ayrılarak Maveraünnehir’e geri dönmek zorunda kalmıştı.

Belh Savaşı kaybedilmişti ancak bu mücadele sadece kaybedilmiş bir savaş olmakla kalmadı. Belh yenilgisi Karahanlı aileleri arasında mücadele ve anlaşmazlıklara sebep oldu. Büyük Han Ahmet Togan, kardeşi İlek Nasr’ı bu ağır yenilgi sebebiyle itham edince İlek Nasr, ağabeyi büyük han Ahmet Togan’a meydan okudu. Kimi Tiginler Ahmet Hanı, kimi Tiginler İlek Nasr’ı destekleyince iki kardeş arasında mücadele kaçınılmaz olmuştu. İlek Nasr başarılı bir komutandı ve güçlü bir ordusu vardı. Ahmet Togan Hanın ordusu ise uzun süredir savaşmamıştı. Bu sebeple Gazneli Mahmut’dan yardım istedi ve Mahmut Han’ın yardımıyla Nasr’ın üzerine baskı kurarak büyük bir savaş meydana gelmeden ayaklanmayı bastırdı. İlek Nasr bu mücadeleden birkaç yıl sonra (1013) yılında vefat etti. Ahmet Togan Han, Nasr’ın ölümü üzerine diğer kardeşi Yusuf Kadir Han’ı ortak kağan yaptı ancak kardeşi Yusuf Kadir Han’la birlikte ülkeyi 2 yıl yönetebildi. İlerleyen yaşı hasebiyle hastalanıp savaşamaz, sefere çıkamaz duruma gelince diğer kardeşi Mensur Arslan Han ülke yönetimine el koyduğunu açıkladı ve kendisini Büyük Kağan ilan etti. Ahmet Togan Han Mensur Arslan Han’ın kağanlığını tanımadı ancak karşı koyamayınca ülkeyi fiilen Mensur Arslan Han yönetmeye başladı. Bu anlaşmazlık Karahanlılar için bir karmaşaya dönüşmeye başladı.

Mensur Arslan Han Dönemi (1015 – 1024)

Mensur Arslan Han’ın ağabeyi Ahmet Togan Han’a meydan okuyarak zorla yönetimi eline alması aile içi mücadelelere ve iç karışıklıklara yol açtı. Büyük Kağan Ahmet Togan Han hastaydı, kardeşi Yusuf Kadir Han ortak kağandı, diğer kardeş Mensur Arslan Han yönetime zorla el koymuştu. Üstelik küçük kardeş Ali Tigin’de başkaldırmış, ülke yönetimine el koymaya teşebbüs etmişti.

Bu keşmekeş içerisinde tüm kardeşler birbirlerine karşı cephe almışlardı ancak Mensur Arslan Han, büyük kağan olması hasebiyle tek başlarına mücadele edebilecekleri bir güç değildi. Bu sebeple kardeşler Ahmet Togan, Yusuf Kadir Han ve Ali Tigin Mensur Arslan Han’a karşı birleştiler. Tüm kağanlar kendisine karşı birleşmiş olsalar da gücü ve otoriteyi elinde bulunduran Mensur Arslan Han, ülke yönetimini elinde bulundurmaya devam etti ve küçük kardeşi Ali Tigini tutsak ederek hapse attı.

Ali Tigin’in hapsedilmesinden kısa bir süre sonra ülkenin batı sınırında yaşayan 100 bin çadırlık garimüslim göçebe istilacılar Karahanlıların üzerine saldırı hareketi içerisine girişmekteydiler (1017). Bu istilacılar Karahanlıların kuzey doğu sınırı olan Turfan bölgesini talan ederek Karahanlı sınırlarının içlerine doğru ilerlemek niyetindeydiler. Mensur Arslan Han kendisini büyük kağan ilan etse de Ahmet Togan Han halen ülkenin Doğusunda söz sahibiydi. Ahmet Togan Han, ilerleyen yaşına ve hasta yatağında olmasına rağmen gayrimüslim göçebelere karşı sefere çıkarak bu kalabalık istilacı göçebeleri geri püskürtüp Turfan’a kadar ilerledi. Bu savaşın sonunda Turfan bölgesini tekrar Karahanlı sınırlarına dahil edildi ancak Ahmet Togan Han bu savaştan kısa bir süre sonra vefat etti.

Mensur Arslan Hanın hükümdarlığa geçmesiyle başlayan kardeş kavgası henüz bitmemişti. Ali Tigin halen hapisteydi. Yusuf Kadir Han ortak kağandı ve Mensur Arslan  Han ile anlaşamıyordu. Her ne kadar Mensur Arslan Han kendisini büyük kağan ilan etmişse de Ahmet Togan Han bunu kabullenmemiş, ülke idaresinin yükünü de Yusuf Kadir Han üstlenmişti. Mensur Arslan Han bu baskılar üzerine kendi rızasıyla Büyük Kağanlıktan vazgeçerek ülkenin idaresini ortak kağan olan kardeşi Yusuf Kadir Han’a bıraktı (1024). Bu barışın ardından hapiste tutulan Ali Tigin’de özgürlüğüne kavuşmuş oldu.

Yusuf Kadir Han Dönemi (1024 – 1032)

Yusuf Kadir Han tartışmasız olarak Büyük Kağan olmuştu ve ülke yönetimini eline amıştı ancak bu barış uzun sürmedi. Bu kez 7 yıl hapiste kalan ve serbest kalan Ali Tigin büyük kağan olmak istiyordu. Üstelik amcası Harunun oğlu Ahmet’de önemli bir kumandandı ve Saltanat mücadelesinin içerisinde yer alarak hükümdar olmak arzusunu açıkça dile getirdi. Ahmet ve Ali Tigin, Yusuf Kadir Han’a karşı güç birliği yaptılar.

Bu tarihlerde Gazneliler gibi diğer bir Türk Boyu Bağdat’da Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atmıştı. Kendi otoritelerine kavuşan Selçuklular büyümüş ve güçlenmişti. Ali Tigin Selçuklu Türklerinin büyük kağanı Arslan beyle iyi ilişkiler kurarak Yusuf Kadir Han’a karşı destek istedi. Ali Tigin, Arslan Bey’den aldığı destekle Buharaya girerek şehri zapt etti. Ahmet Tigin’de kendi kuvvetleriyle Balasagun, Hocent, Ahsikas, Fergana ve Özkent’e ele geçirmişti (1025).  Güçlü bir kumandan olan Ahmet ve Selçuklulardan destek alan Ali Tiginin bu ayaklanması Yusuf Kadir Han’ı zor durumda bıraktı. Önemli şehirler ele geçirilmiş, Yusuf Kadir Han’ın otoritesini sarsmışlardı. Ülkenin yönetimini tümüyle ele geçirmek için Ahmet Han kendisini büyük kağan, Ali Tigin’de ortak kağan ilan ettiler. Yusuf Kadir Han ise Büyük Kağanlıktan vazgeçmeyerek mücadele etmeye devam etti. Bu mücadele 2 yıl boyunca kanlı mücadelelerle devam etti.

Yusuf Kadir Han, Ahmet – Ali Tiginlerin işbirliği ve Selçukluların desteği karşısında yalnızdı. Bu sebeple iyi ilişkiler içerisinde bulunduğu Gazne Hükümdarı Mahmut’dan yardım istedi. Güçlü bir hükümdar olan Gazneli Mahmut’un desteğiyle Ahmet – Ali Tiginler üzerinde baskı kurmaya başladı. Gazneli Mahmut, Ali Tigin’in destekçisi Selçuklu hükümdarı Arslan Bey’i siyasi bir hile ile Kalincar kalesine hapsettirdi. Ali Tigin önemli bir destekten yoksun kalmıştı. Üstelik Gazneli Mahmut’unda hedefi haline gelmişti. Bu tehlikeden kurtulmak için kaçarak çöllerde gizlendi. Aylarca çölde gizlenmek zorunda kalan Ali Tigin, Gazneli Mahmut’un Gazneye geri dönmesiyle geri döndü ve kendisine bağlı olan kuvvetleri tekrar toplayıp Semerkand ve Buharaya saldırarak bu şehirleri zapt etti. Ancak Yusuf Kadir Han’ın Gazneli Mahmut’dan aldığı destekle önce Semerkandı ve Buharayı sonra Ahmet Tigin’in zaptettiği Balasagun, Hocent, Ahsikas, Fergana ve Özkenti geri aldı. Ahmet Tigin, zaptettiği toprakları kaybedince otoritesinide kaybederek hükümdarlık mücadelesinden çekilmek zorunda kaldı. Ali Tiginse Semerkand ve Buharayı kaybettikten sonra kontrolündeki tek bölge olan Maveraünnehire yerleşerek burada “Tavgaç Buğra Han” ünvanıyla Tavgaç Devletini ilan etti.

Yusuf Kadir Han, Gazneli Mahmut’un desteğiyle zapt edilen şehirleri geri almıştı ve otoritesini sağlamlaştırmıştı ancak Maveraünnehiri halen Ali Tigin’in elindeydi. Bu şehir Karahanlılar için hem önemli hem stratejik bir bölgeydi. Yusuf Kadir Han yönetimi elinde tutabilmekteydi ancak henüz Ali Tigin’i tam olarak mağlup edemediği için Maveraünnehir üzerinde otorite oluşturamıyordu. Zira yaşı da oldukça ilerlemişti.

Yusuf Kadir Han’ın destekçisi Gazneli Mahmut 1030 yılında vefat etti. Yusuf Kadir Han, önemli bir müttefikinin desteğinden yoksun hale gelmişti. Yusuf Kadir Han’da 1032 de vefat edince yerine oğulları Süleyman Han büyük kağan olarak, Muhammed Han’da yardımcı kağan olarak ülke yönetimine geçecekti. Önceden beri Karahanlıların yönetimi içi mücadele eden ve bir türlü başarılı olamayan Ali Tigin için bu büyük bir fırsattı. Zira Büyük Kağan ölmüştü ve veliahdı henüz otoriteyi tam olarak eline almamıştı. Bu fırsatı değerlendiren Ali Tigin, kendisini Karahanlıların Büyük Kağanı ilan etti ve Süleyman Han’a başkaldırdı. Ali Tiginin tekrar başkaldırması üzerine varis Süleyman Han, babasının dostu ve müttefiki Gazne Devletinin yeni hanı Mesut Han’dan  yardım istedi. Mesut Han da babasının eski müttefiki olan Karahanlıları geri çevirmedi ve Süleyman Han’a destek vermesi amacıyla Ali Tigin’i ortadan kaldırması için Harezm şehrinin valisi Altuntaş’ı Maveraünnehir üzerine sefere çıkma görevi verdi. Altuntaş ve Ali Tiginin orduları Maveraünnehir sınırında karşı karşıya geldiler. Yaşanan savaşın galibi Ali Tigin oldu ve Harezm valisi Altuntaş savaş meydanında öldürüldü. Gazne Sultanı Mahmut Han, Altuntaşın ölümü üzerine Harezm valisi olarak varisi Harun’u getirdi. Şüphesiz Altuntaşın başaramadığını başarmak için görevlendirilmişti ancak Harun Han, Ali Tiginle işbirliği yaparak Maveraünnehir’i aralarında paylaşmak üzere anlaştılar. Bu çift taraflı ihanet oyunu ortaya çıkınca Gazneli Mesut Han hem Harun Han’ı hem Ali Tigin’i ortadan kaldırmak üzere bizzat ordularının başına geçerek sefer hazırlığına başladı. Ali Tigin, Gaze gibi büyük bir devlete tek başına karşı koyamazdı. Bu sebeple Selçuklulardan yardım istemek için yola çıktı. Ali Tigin, büyük savaşlar yapmış, büyük düşmanlar edinmiş biri olarak çıktığı yolda yağmacı küçük bir hırsızlık çetesi tarafından öldürüldü (1034).

Karahanlıların Bölünmesi

Yusuf Kadir han ve Ali Tigin ölmüştü ancak iç karışıklık sona ermedi. Bu kez Ali Tigin’in büyük oğlu Yusuf Tigin kendisini büyük kağan ilan etti. Karahanlı Devleti artık ne Süleyman Hanın ne de Yusuf Tigin’in kontrolünde değildi. Saltanat mücadelesi içerisine giren hanedan aileleri ve hanedan adayları tüm güçlerini birbirleri ile mücadele etmek için sarf etmeye başladılar. Karahanlılar bu iç karışıklıklarla uğraşırken Tuğrul ve Çağrı bey idaresindeki Selçuklu Devleti Karahanlıların önceden beri almak için mücadele ettikleri Horasan’ı topraklarına dahil ettiler. Bu büyük kayıp Karahanlı ailelerini tümüyle birbirlerine düşürdü. Karahanlı aileleri ve Karahanlı ordusunu teşkile den birlikler destekledikleri hükümdar adayları için birbirleriyle mücadele ederken Selçuklu Devleti Horasana sahip çıkmıştı.

Hanedan ailelerinin birbirleriyle mücadeleleri kanlı ve kalabalık savaşlar halinde artarak devam etti. Bu mücadeleler 8 yıl boyunca şiddetlenerek devam etti. Bu süre zarfında Karahanlı devleti başsız, Karahanlı beyleri, tiginleri ve emirleri altındaki orduları birbirleriyle savaşır durumdaydı.  Bu mücadelelerin sonunda gerçek varis Süleyman Han’ı destekleyenler ile büyük kağanlığını kabullenmeyenler otoritelerini ayırarak aralarında fiziki bir sınır çizdiler. Bu sınırla Süleyman Han Balasagun’u başkent yaparak Doğu Karahanlıların, Süleyman Han muhalifleri de Muhammed Hanı başa getirerek Özkenti başkent yapıp Batı Karahanlıların başına geçtiler. Böylece Karahanlılar 1042 yılında fiilen bölünerek iki ayrı devlet haline geldiler.

Uygurlar

Uygurlar (Uygur Devleti), Şehir hayatına geçen ilk Türk Devleti olmasının yanında tarih, sanat ve kültürel yönlerden büyük bir medeniyet kurmuş ve günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Uygurlar, kadim Türk tarihinin önemli parçalarından biri olan ve Türklerin en eski topluluklarından olan Töles’lerin bir boyudur. Türk tarihine sayısız kitabe, yazıt ve kültürel eserler bırakan Uygurlar yerleşik hayata geçerek yegane geçim kaynağı olarak tarım ve ticareti seçen ilk Türk topluluğu olmuştur. 
"Uygurlar" telafuzunun kelime kökenlerinin Oy(Uy)-Gur hecelerinin birleşiminden meydana geldiği düşünülmektedir. Oy, uymak ve birleşmek, ittifak etmek anlamında kullanılır. Uygurlara Çin kaynaklarında Kao-çi (Yüksek tekerlekli arabalılar) ifadesiyle rastlıyoruz. Türk kitabelerinde ise Dokuz Oğuzlar olarak ifade edilmektedirler. Dokuz oğuzlar ibaresi, dokuz ayrı oğuz boyunun bir araya gelerek oluşturdukları federasyonla güçlerini birleştirmesiyle ortaya çıkmış bir ünvandır.

Uygurların Ana yurtlarının Orhun ve Selenga vadileri olduğu tespit edilmiştir. Varlıklarını Büyük Hun İmparatorluğu döneminden beri bu bölgede idame ettirenUygurlar çoğu zaman Dere Beyliği şeklinde kabileler olarak yönetilmiş, kimi zaman kabileler federasyonlarla birleşerek ortak kültürü paylaşmış ve gerek Çin, gerekse bölgesindeki diğer bölgesel güçlere karşı kendilerini korumuşlardır.


Devlet Kurmadan Önce Uygurlar (M.s. 50 – 744)

Uygurlar, tarih sahnelerine kendi devletlerini kurarak çıkmalarından önce de tarih kaynaklarında çok kez geçmişlerdir. Uygurlar, ilk olarak Hun dönemindeki hakimiyet mücadelelerinde ve Çin’in bu bölgedeki faaliyetleri sürecinde karşımıza çıkıyor. Hun döneminin sona ermesi ve Göktürk olarak tabir ettiğimiz Türk Birliğinin oluşmasıyla ortaya çıkan Büyük Türk Federasyonu döneminde sahip oldukları beylik Türk Birliğine İlhak edilmiştir.

Uygurların Çin ile politik ilişkileri, Uygur devletini kurmadan önce başladı. 646 yılında Çin, bölgedeki Göktürk hakimiyetine karşı Uygurları destekleyerek Türk birliğinin zayıflamasını amaçlıyordu. Büyük Göktürk Devletinin bölünmesinden sonra Batı Göktürklerin hakimiyetlerini kaybetmeye  başlamasıyla tekrar beylik sistemine geri dönen Uygurların başında Tumitu bulunuyordu. Tumitu’nun, Çin’den aldığı destekle kendisini İlteber ünvanı ile Kağan ilan etmesiyle Uygurlar ilk devlet  kurma teşebbüslerini gerçekleştirmiş oldular.

Tumitu, kısa bir süreliğine ve Çin’in boyunduruğu altında ilk devletini kurmuş olsa da bu teşebbüs başarıyla sonuçlanamadı. Zira Tumitu, devletini kurmak için Çin’i kullanmıştı. Çin, politikalarını gerçekleştiremeyeceği bir Hakan istemiyordu. Çin, 648 yılında muhtelif entrikalar ile Tumitu’yu öldürdü ve yerine Tumitu’nun oğlu Pojon geçmesine rağmen Holu adında kukla bir kağanı On-Ok’ların başına kağan olarak tayin etti. Pojon, bu durum karşısında saf dışı kaldı ve babası Tumitu’nun kurduğu kağanlığın başka bir kağanlığın boyunduruğu altına girmesini kabullenmedi. Bunun üzerine 656 yılında Holu’yu öldürerek Çin’in üzerine yürüdü ve Taşkent yakınlarına kadar ulaştı. Daha fazla ilerleyemese de Uygurlar’ın Çin için kolay lokma olmadığını ve rüştünü ispat etmiş oldu.

680 yılına gelindiğinde Asyadaki Türk Birliği yeniden kuruluyordu. Göktürk Devletinin 657’de tamamen yıkılmasıyla Çin boyunduruğuna giren ve Türklerin 23 yıl süren Çin Esareti, 680 yılında ortaya çıkan İkinci Göktürk Devleti (Kutluklar) ile Türk Dünyası kabuk değiştirmeye başlamıştı. Uygurlar, kimi zaman beylik kimi zaman kağanlık denemeleriyle kendi yönetimleri altında yaşamaya devam etmekteyken ortaya çıkan İkinci Türk Birliği (Kutluklar) ile tekrar Göktürk’lere bağlanmak zorunda kaldılar. Uygurların kendi yönetimlerinde ısrar etmelerinden dolayı bu ilhak teşebbüsleri mücadele ve savaşlarla gerçekleşmiştir. 35 yıl boyunca Göktürk hakimiyeti altında kalan Uygurlar, Göktürklerin zaman içerisinde güç kaybetmesiyle isyan ederek 716 yılında tekrar kendi yönetimlerini oluşturdular. Bu ayrılıktan sonra Göktürklerin giderek zayıflaması ve Göktürklere bağlı olan diğer güçlü kavimler olan Basmıl ve Karluklarında kendilerine katılmasıyla güç kazandılar. Ancak Göktürk Kağanı Ozmış, Dokuz Oğuzlar olarak adlandırılan Uygur topluluklarını tekrar Göktürk Birliği içerisine almak için ordusunun başında Uygurların üzerine yürüdü. Bu savaşta galip gelen Uygurlar, Ozmış’ı mağlup ederek savaş meydanında öldürmüştür (742).

Uygur Devletinin Kuruluşu (744)

Göktürk Devleti, Ozmış’ın ölümü ile giderek zayıflamaya başlamıştı. Bu zayıflıktan istifade eden Türk boyları Basmiller ve Karluklar, Uygurlar ile birlikte yeni bir kağanlık kurmaya teşebbüs ettiler. 743 yılında kurulan bu Kağanlığın sol yabguluğu (Doğu yabguluğu) Basmiller, sağ yabguluğu (Batı yabguluğu) Karluklar tarafından idare edilmekteydi.

Uygurlar, yeni kağanlık döneminde Göktürklere karşı birlikte hareket ettikleri Basmıl ve Karluk boylarıyla mücadele içerisine giriştiler. Bu mücadeleyi kazanan Uygurlar, Basmıl ve Karluk boylarını mağlup ederek kağanlığın yönetimini ele geçirdi. Uygur kağanı “Kutluk Bilge Kül Kağan” ünvanıyla kendi kağanlığını ilan etti ve Uygurları tarih sahnesine çıkartmış oldu. (744)

Uygurlar, bu döneme kadar Dokuz Oğuzlar olarak anılmaktaydı. Dokuz Oğuzlar dokuz ayrı oğuz boyundan meydana gelmekteydi. 744’deki bu mücadele neticesinde Basmil ve Karluk boylarınıda kendilerine katarak toplamda 11 boya ulaştılar. Daha önceki birliklerinin adı olan Dokuz Oğuz ifadesi, iki yeni boyunda katılımıyla Uygurlar (Akraba ve müttefikler) olarak geçmeye başlamıştır.
 

Kutluk Bilge Kül Kağan (744 – 747)

Kutluk Bilge Kül Kağan, 744 yılındaki mücadelesinden sonra kurduğu Uygur Devletini, ortak Türk kültürü doğrultusunda idame ettirmiştir. Göktürk devlet teşkilatlanmasını ve Türk kültürünün etken nitelikleri Uygurlar döneminde de görülmektedir. Ancak, kültürün yanı sıra dini inanışlarında, geleneksel Türk dini olarak kabul edilen Gök Tanrı (Şamanizm) inancının yanı sıra Mani adlı bir dinde itibar görmeye başlamıştı. Bu din, et yemeyi, her ne sebeple olursa olsun insan öldürmeyi yasaklayan, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve Budizm inanışlarının bir karışımıdır.

Kutluk Bilge Kül Kağan, Uygurların Devlet teşkilatının kurulması ve otoritesine kavuşmasından kısa bir süre sonra vefat ettiğinde yerine oğlu Bayan Çur yönetime geçti. 


Bayan Çur Dönemi (747 – 759)

Bayan Çur, babasından devraldığı Uygur devletini babası gibi savaşçı kimliğiyle yöneterek devletinin hakimiyet sahasını kuzey, güney, doğu ve batı yönlerine doğru genişletmiş, Kuzeyde Kırgızlar, Batıda Karluklar, Türkeşler ve Basmıllar, bunların yanında Sekiz Oğuz, Dokuz Tatar ve Çik boyları Uygur hakimiyetine karşı güçlerini birleştirmişse de Bayan Çur, tüm bu Türk boylarının isyanlarını bastırarak hakimiyet sahasını genişleterek bu toplulukların bulunduğu bölgelere oğullarını yabgu ve şad olarak tayin etmiştir.

Bayan Çur’un yönetime geçmesinden sonra ilk yaptığı işlerden biride, tarım ve ticarette merkez niteliği taşıyan Karaşar ve Beş Balıg şehirlerini tesir altında tutmuş olmasıdır. Bu bölgeler, halkın tarım ve ticaret ile uğraşarak geçimlerini sağladığı önemli merkezlerdi. Bayan Çur, bu bölgeye Uygur topluluklarının yerleşmesini ve tarım ve ticarete yönelmesini sağlamıştır.

751 yılına gelindiğinde, hem İslam Tarihi hem de Türk Tarihi için çok önemli bir savaş meydana geldi. Tarih kayıtlarında Talas Savaşı olarak geçen bu mücadelede Asyanın içlerine ilerlemek isteyen Araplar Çine kadar ilerlemişti. Tarihin bu ilk Arap-Çin savaşı, aynı zamanda Araplar ile Türklerin ilk teması niteliğini taşıyordu. Bayan Çur, bu savaşta Arap’ları destekleyerek kendisine bağlı olan Karlukları Arap ordusuna yardıma göndermiştir. Araplar, bu savaşta muhakkak ki Karluklarında yardımı ile Çin’i ağır bir mağlubiyete uğratarak Çin’i asyanın içlerinden çekilmeye mecbur bıraktı. Uygurlu halkı Turfan bölgesindeki Karaşar-Beşbalıg şehirlerine göndererek burada nüfuz kazanmayı amaçlayan Bayan Çur, Çin’in Talas savaşını kaybetmesiyle neticesinde iç asya ve Turfan bölgesinden tamamen çekilmesiyle bu bölgeye tamamen hakim hale gelerek Turfan bölgesindeki tarım ve ticaretin ev sahibi oldu. Çin’inde bölgeden çekilmesi ve Çin tehdidinin ortadan kalkması Uygurların, tarım ve ticaret ile ilgilenerek refah seviyelerini  yükseltmesine olanak sağlamıştır. Uygurlar, böylece ticaretin bir gereği olarak şehir yaşantısına geçerek yerleşik düzende yaşamaya başlamışlar, refah seviyelerinin yükselmesiyle de eğitim, sanat ve kültüre daha çok zaman ayırmışlardır. Bu nedenle Türk tarihinde şehir hayatına ilk geçen toplum  Uygurlar olmuştur.

Çin, Talas savaşındaki ağır mağlubiyetten sonra iç karışıklıklar yaşamaya başladı. Çin’e tabi topluluklar birleşerek ayaklanıyor, bu ayaklanmalar Çin’in saltanat ailelerinin birbirleri ile olan mücadelelerini de kızıştırıyordu. Bu ayaklanmalardan birinde, annesi Türk olan Anluşan adında bir Çin generali, Tibetlilerden oluşan 200 bin kişilik bir atlı kuvvet oluşturarak Çin’e karşı mücadele içine girişti. Çok sayıda süvariden oluşan ordusu ile 756 yılında Loyang’ı, 757 yılında ise Çangan’ı zaptetti. Zor durumda kalan ve bu saldırıya karşı güçsüz durumda olan Çin, Bayan Çur’dan yardım istemek zorunda kaldı. Çin – Uygur ilişkileri daha çok Çin’in menfaatleri ekseninde gelişmekteydi. Ancak bu kez Çin zor durumdaydı ve Uygurların yardımını istiyordu. Bayan Çur, Çin hanedanlığına yardım ederek Almuşan’ın saldırılarını engelledi ve zaptettiği Loyang ve Çangan’ı geri aldı. Çin hanedanı, Bayan Çur’un bu yardımına karşılık 20 Bin ton ipek, Uygurlu tücarların Çin’e girişine izin ve Hanedanın kızını verdi. Bayan Çur, bu savaşın sonunda 20 Bin ton ipeği almış, Çin prensesi ile evlenmiş, Turfan bölgesinde ticaretle uğraşan Uygurların Çin’e girişi içinde anlaşmış oldu.

Bayan Çur, yönetimde bulunduğu 12 yıl içerisinde devletinin hakimiyet sahasını genişletmiş, Uygur toplumunun tarım ve ticarete yönlendirerek refah seviyesini yükseltmiş ve şehir düzenine geçerek toplumunu yerleşik hale getirmiştir. Kültür ve sanat alanında da ilerleyen Uygurlar, bugünlere kadar ulaşan pek çok yazıt, kitabe ve sanatsal eseride Bayan Çur döneminde ortaya çıkartmıştır.

Bayan Çur, 759 yılında vefat etmiş ve yerine oğlu Bögü geçmiştir.



Bögü Dönemi (759 – 779)

Bögü, 20 yıl gibi uzun bir süre Uygurları yönetmiş ancak aynı zamanda Uygurların felaketini hazırlamıştır. Bögü, atalarından miras gelen yegane din ve kültür değeri olan “Tek Tanrı” Şamanizm inancını terk ederek Manieizm adlı bir dine inanmaktaydı. Bu din, Asya bölgesinin bir kısmında ve Çin’in içerisinde küçük bir zümrede itibar gören bir dindi. Bögü, bu inanışını toplumuna yaymak amacıyla pek çok teşebbüste bulundu. Pek az kişinin itibar ettiği bu inanış, Uygurların Savaşçı kişiliğini yok ederek Uygurların gücünün zayıflamasına ve yıkılmasına sebep olacaktı.

Çin’in Uygurlar ile olan münasebetleri daha çok Çin menfaatlerine dayalı gelişiyordu. Bögü, önceleri babası Bayan Çur gibi Çin ile iyi ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Ancak Çin’i zayıf bir anında yakalayıp mağlup etmek ve Uygurları Asyanın yegane gücü haline getirmek arzusundaydı. Bu amaçla, Çin’in iç karışıklıklar yaşayarak zayıfladığı bir dönemde  hayalini gerçekleştirme hazırlıklarına girişti. Esasında Çin çaşıtı olmayan ancak yönetimi ele geçirmeyi amaçlayan veziri Baga Tarkan, Bögü’yü öldürerek Bilge Kağan ünvanıyla tahta geçti (779). Baga Tarkan’da Bögü gibi Manieizm inancına sahipti ve Bögü gibi Manieizm inancının toplum içerisinde rağbet görmesi için çalışarak Uygurların Manieizm dönemini hızlandırdı. Bu teşebbüs zaman içerisinde Uygurların sonunu hazırlayacaktı. 


Tun (Tang) Baga Tarkan Dönemi (779-790)

Bögü’yü öldürerek yönetimi eline alan Baga Tarkan, kendisine “Alp Kutluk Bilge” ünvanı verdi. Bu unvan onun politik kişiliğinide yansıtmaktaydı. Toplum içerisindeki sosyo-politik durumu ve toplum içerisindeki adaleti sağlamak amacıyla Türk’ler için Anayasa niteliği taşıyan Töre’leri kanun nizamıyla şekillendirdi. Böylece Uygurlar hem yerleşik düzene geçmiş hemde yeni yaşam tarzları sosyal ve ticari yönden yasalaştırılmış Töre Kanunlarıyla düzene girmiş oldu. Bu olumlu gelişmelerin yanında Töre’ye Manieizm referanslı kanunlar getirerek de Tek Tanrı inancının asimile olmasına sebep olmaktaydı.

Baga Tarkan, sosyal ve politik alanlardaki faaliyetlerinin yanında askeri yönden de aktif bir yol izledi. Çin’li bir prensesle evlenerek yegane tehdit ve düşman olan Çin ile iyi ilişkiler kurdu. Bunun yanında Uygurlu tüccarların Çin’e yaptıkları ticari faaliyetlerini de hızlandırdı. Ülke içerisinde de isyan ve ayaklandırmalara mahal vermeyerek iç huzuru tahsis etti. Uygurlar için önemli tehditlerden biride kuzey bölgesinde bulunan ve ileriki dönemlerde Uygurların yıkılmalarına neden olacak Kırgızlar bulunuyordu. Baga Tarkan, kuzey bölgesindeki Kırgızların Uygurlar üzerinde kurmaya çalıştığı baskıları da bertaraf ederek püskürttü ve bir süre içinde olsa tehlike olmaktan uzaklaştırdı.

Baga Tarkan, Uygurları yönettiği 10 yıl süre içerisinde Uygurların sosyal yaşantısını düzene sokarak bölgesindeki gücünü muhafaza etti. Bu müspet faaliyetlerinin yanında Manieizm inancının da yayılmasında önemli rol oynayarak toplumun Tek Tanrı inancından uzaklaşarak asimile olmasına sebep oldu.

789 yılında vefat ettiğinde yerine oğlu Külük geçti. 


Talas Külük dönemi (789-790)

Külüg, babası Baga Tarkan’ın vefatından sonra 1 yıl gibi kısa bir süre yönetimde kalmış ancak önemli eylemlerde bulunmuştu. Külüg, Beşbalıg bölgesine çok önem veriyordu. Zira 6000 Çadır kadar Uygurlular ile Beşbalıg bölgesinin yerlileri olan Karluk kabileleri ve bazı Göktürk toplulukları ile iç içe yaşıyordu.  Ancak Uygurların vergi artırımları nedeniyle memnuniyetsizlik başlamıştı. Bu rahatsızlık neticesinde Karluklar ve bazı Göktürk kabileleri birleşerek Beşbalıg bölgesine hakim hale geldiler. Külüg’ün veziri Yüçiassu Beşbalıg bölgesini kontrol altına almak için sefere çıkarken Çin’inde desteğiyle Tibetliler tarafından saldırıya uğrayarak öldürüldü. Külüg, isyan halinde olan Beşbalıg bölgesindeki toplulukların Çin ile işbirliği yaparak vezirini öldürmesi üzerine bizzat ordusunun başına geçerek Beşbalıg bölgesine sefere çıkarak kazandığı zaferle Beşbalıg bölgesinin kontrolünü tekrar eline geçirdi. Külüg, 790 yılında vefat edince yerine oğlu Böge geçti.


Kutluk Böge Dönemi (790 – 795)

Uygurlar, Böge döneminde çin ile iyi ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Böge’de, Çin ile karşı karşıya gelmemek için iyi ilişkileri sürdürmüş ve Çin’in talebiyle Çin için tehdit unsuru olan akınlara karşı ileri karakol görevi yapmaya başladı. Çin, geliştirdiği iyi ilişkileri lehine şekillendirerek Uygurları kendi askeri gibi kullanmaya başlamıştı. Zira Tibetliler, 795 yılında Çin üzerine saldırıya geçince Tibetlilerin saldırısına karşı koyamayan Böge, başarısızlığı sonucunda Çin tarafından öldürüldü. Böge’nin ölümü üzerine yönetime halkın sevdiği ve itibar ettiği bir devlet yöneticisi olan Alp Kutluk geçti.



Alp Kutluk Dönemi (795 – 805)

Alp Kutluk Bilge, hem askerler tarafından sevilen bir komutan hem de halk tarafından sevilen bir idareciydi. Her ne kadar Uygurları askeri alanda yeni mücadelelere sokmasa da ticareti geliştirerek toplumun refah düzeyini yükseltecek uygulamaları hayata geçirdi. Alp Kutluk döneminde iç asyanın ticaret noktaları Uygurların kontrolünde gelişiyordu. İnisiyatifi altında bulundurduğu ticaret noktalarını İç Asyaya doğru genişleterek Uygurların bölgedeki ülkelerle olan ticaret münasebetlerini yükseltti.

Ticari alanlarındaki faaliyetlerinin yanında Mani dinine bağlı olan Kutluk, bu dinin topluma yayılmasında önemli teşvik faaliyetlerinde bulunmuş ve Uygurların felaketini hazırlayan süreci hızlandırmıştır.

Alp Kutluk, askeri alanda ciddi faaliyetler içerisinde bulunmamayı tercih etmişti. Ticari ve dini alandaki faaliyetlere önem veren Alp Kutluk, bölgesindeki güç dengelerini yönetmekten geri kalınca, kuzey bölgesindeki Kırgızlar, Tibetlilerle güçlerini birleştirmiş ve bölgesinde güç sahibi oldu.

Alp Kutluk, 805 yılında vefat edince yerine oğlu Külük Bilge devlet yönetimine geçti.


Külük Bilge Dönemi (805 – 808)

Külük Bilge dönemi, Uygurlar için çok sakin ve huzurlu geçti. Çin, Uygurlar üzerindeki baskılarını azaltmıştı. Uygurlarda en önemli faaliyet konusu haline gelen Ticaret ile uğraşarak sakin bir dönem geçirdiler. Bölgesindeki siyasetten uzaklaşan Uygurlar, mani dininin getirdiği “kayıtsız şartsız savaşmama” düsturu ile sükunet içerisinde yönetildiler. Külük Bilge’den sonra yerine Alp Bilge devlet yönetimine geçti.



Alp Bilge Dönemi (808 – 821)

Alp Bilge dönemi, önceki dönemler gibi genellikle sakin ve huzur içerisinde geçti. Uygurlarda toplumun refah düzeyi git gide yükseliyor, ticaret, sanat ve kültür ön plana çıkıyordu. Bunun yanında dış politikayla çok ilgilenmeyerek Uygurları huzur içinde ve içe dönük bir yönetim anlayışı ile yönetti. 821 de ölümü ile yerine oğlu Küçlük Bilge yönetimi devraldı.


Küçlük Bilge Dönemi (821 – 833)

Uzun süredir savaş görmeyen Uygurlar, Küçlük Bilge döneminde yeniden karışıklıklar ve mücadeleler içerisine girdi. Küçlük Bilge, kuzey bölgesinde Kırgızlar ile güç birliği yapan Tibetlilerin Türkistan üzerine ilerleme teşebbüsüne karşı koyarak bölgesini korudu. Bunun yanında isyan teşebbüsünde bulunan Karlukların başına yeni bir yabgu tayin ederek Karluklar üzerindeki otoritesini yeniden sağlandı. Ancak bu düzen çok sürmeden tekrar bozuldu.

Uygurların uzun süredir yaşadığı Ticaret ve Sanat merkezli hayat, toplumu sakin ve sefahat içerisinde yaşamaya alıştırdı. Bunun yanında mani dininin toplumun geniş kademelerine yayılmasıyla savaşçı kişiliklerini önemli ölçüde kaybettiler. Bölgesindeki güç dengelerini de kontrol altına alamayan Uygurlar, Karlukların isyanıyla birlikte iç karışıklıklarla karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar neticesinde Küçlük Bilge öldürüldü ve yerine Alp Külük yönetime geçti.


Alp Külük Dönemi (833 – 839)

İsyan ile yönetime geçen Alp Külük, Uygurların huzur içerisinde yaşadıkları döneme son verdi ve baş gösteren iç karışıklıklar kendi döneminde de yaşanmaya devam etti. Askeri vasıflarını kaybetmiş ve zayıflamış Uygurlar, hem iç karışıklıklar hem de kuzey bölgesinde birleşen Kırkız-Tibet topluluklarının oluşturduğu baskıyla uğraşmak zorunda kaldı.

Yönetimi süresince iç karışıklıklarla uğraşan Alp Külük, 839 yılına çok sert bir kış mevsimi ile karşılaştı. Ağır geçen kış, hayvan sürülerinin telef olmasına, Uygurların ticari faaliyetlerine büyük zararlarla karşılaşmasına sebep oldu.

Alp Külük, hem iç karışıklıklar, hem ağır gelen kış mevsimi ile zarar gören ticaret hayatıyla çok zor duruma düştü. Bu olanların üzerine sağ kolu olan Kürebir’in, batı bölgesinden gelen Şato Türk’leri ile işbirliği yaptığını öğrenince dayanamayarak intihar etti.

Alp Külük’ün intiharı ile yönetim, komutanı Külük Baga’ya geçtiyse de, büyük bir orduyla kuzeyden gelen Kırgızlar Külük Baga’yı mağlup ederek Uygurların tüm otoritesini ve devlet yönetimini yıktı.


Uygurların Yıkılışı (840)

Uygurlar, her ne kadar Şehir hayatına geçerek Ticaret, Sanat ve Kültürel yönlerden çok gelişmiş bir medeniyet haline gelmişlerse de, önceleri küçük bir din olan Maniheizm’in Uygurlar tarafından benimsenmesi Uygurların sonunu hazırladı. Tüccar Dini olarak görülen Maniheizm ile Uygurlar, savaşcı kişiliklerini kaybederek sakin ve mücadelesiz bir yaşama alıştılar. Bu yaşam tarzı Uygurların askeri gücünü çok zayıflattı ve büyük bir medeniyet olan Uygurlar, askeri yönden güçsüz ve dirayetsiz duruma geldi.

Uygurlar, Alp Külük önderliğinde başlayan isyan hareketi ile sarsılınca hızla zayıflamıştı. Alp Külük’ünde intihar etmesiyle de dirayetlerini koruyamadılar.  Uzun süre baskı altında tutularak engellenen başka bir Türk boyu olan Kırgızlar, Uygurların zayıflamasını fırsat görerek 100 bin kişilik bir süvari ordusuyla Uygur şehirlerine girdiler. Alp Külük’ün intiharıyla başsız kalan Uygur devleti, zayıf ordusu ve otoritesiz askeri gücüyle bu saldırıya karşı koyamayarak yıkıldı.

Devlet otoritesi kaybolan Uygurlar, kurdukları muazzam medeniyetin yıkılmasıyla geniş kütleler halinde göç etmeye başladılar. Yıkılan hakan ailesinin mensupları tarafından ağırlıklı olarak iki bölgeye (Turfan ve Kansu) göç ettirilerek tarih sahnesine sonradan çıkacak olan Turfan Uygurları ve Sarı Uygurlar’ın temellerini oluşturdular. 


Uygur Göçleri

Uygurlar, devletlerinin yıkılması ve Kırgızlar tarafından düzenlerinin bozulmasıyla yoğun göç hareketleriyle Türkistan coğrafyasının muhtelif bölgelerine göç etmişlerdir. Bu göçler muhtelif yönlere ve gelişi güzel gerçekleşse de hanedan soyundan olan Tigin'lerin önderliğinde belirli bölgelere planlı olarak göç hareketi yürütmüşlerdir. Bu göç hareketinden en yoğun ve dikkate değer olanları Turfan ve Kansu bölgelerine olan planlı ve toplu göçleridir.

Tarih kayıtlarında Sarı Uygur (Sarıg Yugur) ve Turfan Uygurları olarak geçecek bu iki göç kolu, Uygur kültürü ve devletini bugünlere kadar ulaştırmış olmaları bakımından oldukça önemlidir.

Bu yoğun iki göç hareketlerinden Kansu bölgesine göç eden Uygur topluluklarına "Sarı Uygurlar", Turfan bölgesine göç edenlere ise "Turfan Uygurları" ünvanı verilmiştir.


Sarı Uygurlar

Sarı Uygurlar, göç hareketinin sürdüğü 7 yıl boyunca varlıklarını zor şartlar altında sürdürmeye çalışmış, nihayetinde 847 yılında Kansu bölgesine yerleşerek KanChou (Kansu) Uygur Devletini kurmuşlardır. Yeniden özgürlüklerine kavuşma ümidiyle kurulan Kansu Uygur Devleti, Çin'e yakın bir coğrafyada bulunmaları ve yeterince güçlü olamamaları nedeniyle tek başına varlıklarını kabul ettiremeyip Çin'e bağlı bir Yarı Bağımsız devlet olarak varlıklarını sürdürdüler. 907 yılına kadar Çin'in Tang hanedanlığına bağlı olan Sarı Uygurlar, 940 yılına kadar Çin'e bağlılığını sürdürerek varlıklarını devam ettirdiler.

Askeri bakımdan ciddi bir varlıkları bulunmayan Sarı Uygurlar, yarı bağımsız devletleri ile yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktaydı ancak bulundukları coğrafyadaki güç dengeleri Uygurlar'ın karşı koyamayacağı kadar yoğundu. İlk tam bağımsızlık teşebbüslerini, 911 yılında Çin Hanedan adayını kuşatarak gerçekleştirseler de bu kısa süreli başarı tam bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağlayamamıştır. 940 yılına kadar Çin'e bağlı kalan Sarı Uygurlar, 940 yılında bölgedeki diğer bir güç olan Kıtanların, 1028 yılında Tangut'ların, 1226 yılında ise moğolların hakimiyeti altına girmişlerdir. Uygur devletinin yıkılmasından sonra varlıklarını tek başına sürdüremeyen Sarı Uygurlar, bugün Çin'in Sincan Özerk Bölgesi'nde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.


Turfan Uygurları 

Yıkılan Uygur Devletinin Kırgız istilalarından kaçarak bölgeye dağılan topluluklarının bir kolu Kansu bölgesine doğru göç ederken diğer bir kolu da Turfan-Karaşar-Beşbalıg-Kuça-Hami şehirlerine doğru göç hareketi başlatmışlardı. Yerleşik düzene geçmiş olan Uygur toplulukları, Turfan bölgesinde küçük şehirler kurarak ticaret yapmaya ve yaşamlarını kendi yönetimleri altında sürdürmeye çalıştılar ancak başarılı olamadılar.

Son Uygur Hakanının yiğeni olan Mengi, 856 yılında kendisini kağan ilan ederek toplumunun önderliğini yaparak kendi bağımsızlığını ilan etmişti. Bölgedeki etken güç olan Çin'in, batısındaki Tibet baskılarından çekinmekteydi ve Uygurları kendilerine bağlı olması koşuluyla müttefik kabul ederek varlıklarını tanımıştır. Bunun yanında Çinden aldığı destek ile Kaşgar'a kadar olan bölgeye hakim olmuş ve tarımcılık faaliyetleri yürütmüştür.

911 yılına kadar Çin gölgesinde yarım bağımsız olarak yaşayan Turfan Uygurları, 911 yılında Kansu Uygurlarının Çin Hükümdar adayını kuşatması ve Çin ile giriştiği mücadelede üstünlük kazanması ile kendi bağımsızlığını ilan ettiler.

Uygurlar bu tarihten sonra ciddi bir varlık gösteremeseler de varlıklarını koruyarak tarih sahnesinde kalmaya devam ettiler. Gerçek anlamda bir askeri güce sahip hale gelemeyen Turfan Uygurları, bulundukları coğrafyada büyük bir güç haline gelen Müslüman Karahanlı devletinin baskılarına maruz kalarak güçlü bir devlet haline gelemediler. Uygurlar, Karahanlı dönemine kadar ağırlıklı olarak Budizm, Hristiyanlık ve Maniheizm dinine itibar etmekteydi. Karahanlı'lar döneminde başlayan ve Kargaş bölgesinden yayılan Müslümanlık hareketi ile birlikte Müslümanlaşmaya başlayan Uygurlar, zaman içerisinde diğer dinlerine itibar etmeyerek Müslümanlığı kabul etmişler ve günümüze kadar bu inanışlarını korumuşlardır.

Çin ve Karahanlıların baskıları altında varlıklarını devam ettiren Turfan Uygurları, 12. yy. itibariyle Moğol kökenli Kara Hıtaylara bağlanmış, sonrasında ise Cengiz Han döneminde Moğollara bağlı kalmıştır. Cengiz Han'ın istilaları döneminden sonra orta asyaya dağılan Turfan Uygurları, kültürlerini diğer toplumlar içerisin karışarak küçük parçalar halinde olsa bile halen devam ettirmektedirler. 
kaynak:turktarihim.com

28 Nisan 2015 Salı

TÜRK KİMLİĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE İLK TÜRKLER

Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ile Türklerin kendilerine Türk demeye başlaması, Türk Kelimesinin anlamını ve İlk Türk toplumları hakkında araştırma notları.

Türk’lük kavramının ortaya çıkışı bugün Türk olarak tanımladığımız toplumların tarih sahnesine çıkması ile neredeyse yaşıttır. Bunun yanında “Türk” ifadesinin nasıl ve ne zaman kullanılmaya başlandığı ile ilgili yoğun bir handikap ve bilgi kirliliği mevcuttur. Araştırılması ve bu araştırmaların arkeolojik çalışmalarla teyit edilmesi çok zor olan Asya tarihi maalesef kimi tarihçilerin keyfe keder yorumlarlarıyla ciddiyetsiz bir hal almış durumdadır. Günümüzde yapılan detaylı araştırmalarda ve Türk’lerin ilişkide bulunduğu toplumların tarihlerinde kendi Tarihimizin izlerine rahatlıkla ulaşabiliyoruz.

Türk toplumlarını teşkil eden “Amerind - Beyaz Irk” melezi Ön Türk’ler,  tarih sahnesine iki koldan (Aral Gölü ve Tanrı Dağları) çıkmış, bu iki kol 4.000 Yıl önce ÖTÜKEN’de birleşerek yeni bir toplum oluşturmuştu. M.ö. 2.000 li yıllarda ortaya çıkan bu toplum artık Kendisine “Türk” demeye başlamıştır. Zira Aral’dan gelen Ön Türk kolu, buraya göç etmeden önce kendilerine “Türk” demekteydiler. Aral Kolundan gelen Ön Türk’lerin kendilerine Türk demeleri, Tanrı dağlarındaki buluşmadan 1000 yıl önce başlar. Dolayısıyla Türklük kavramının kaynağına ulaşmamız için Kendilerine ilk Türk diyen Aral’lı Ön Türk kolunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecektir. 

Aral’lı Ön Türk’ler tarih sahnesine -8.000’li yıllarda çıkmışlardı. Kuzeyden inen Amerind’ler ile Aral Gölünün yerlileri olan Beyaz Irk mensubu iki toplum burada akrabalık bağı kurarak uzun yıllar yaşamış ve en eski Ön Türk toplumunun temellerini oluşturmuşlardı. Kendilerine henüz “Türk” demeyen bu toplum, binlerce yıl yaşadıkları Aral Gölü, Hazar Denizi ve Doğu Kafkasya bölgelerindeki müstakil yaşantılarını şartların gereği olarak medeni yaşama dönüştürmeye başladılar. Boylar ve Aşiretler halinde yaklaşık 4 Bin yıl yaşayan bu toplumlar yaşamın kaynağı olan sulak bölgeler üzerinden göç hareketlerine giriştiler. Bu göç hareketleriyle birlikte ulaştıkları Mezopotamya’da yeni bir otoriter sistem inşa ettiler. M.ö. 4.000’li yıllarda giriştikleri bu göç hareketi ile Dünya Medeniyetin temellerini atan Sümer Devletler topluluğunun kurucu unsuru oldular. 

Sümerleri tek başına bir ülke yada müstakil bir toplum olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuzeyden gelen Ön Türk kolları, bu bölgede Mezopotamya’nın yerli unsurları ile birlikte yaşayarak teşkilatlı bir yönetim düzeni oluşturdular. Bu tarihe kadar Mezopotamya’da bir medeniyet kurulmamıştı ve belli bir toplumun vatanı olarak kabul edilmemekteydi. Daha önce Devlet ve Medeniyet tecrübesi olmayan bu toplumlar bir nevi Birleşmiş Milletler halinde kurallara dayalı, birbirleri ile iyi komşuluk ilişkilerini esas almış bir ortak yönetim biçimi oluşturdular. Tarihçiler, günümüzde bu yönetime “Site Devletleri” adını verirler. Bu yönetim biçiminde her toplum kendi Şehrinde yaşıyor, kendi Kralı tarafından yönetiliyor ve diğer toplumların yönetimlerine karışmıyordu. Bunun yanında tüm Sümer Şehir Devletleri aynı dini inanışlara sahip, aynı dili konuşan, aynı toplumsal kurallar ve birbirine çok benzeyen yaşayış şekilleri ile varlıklarını devam ettirmekteydiler. Bu yönetim biçimi binlerce yıl ayakta durmuş, medeniyetin temeli olan Yazıyı keşfetmiş ve kullanmaya başlamış, toplum olarak güçlendikçe sayıları hızla artmıştır. 

Pek çok tarihçi Sümer Devletinin kurucularının Asya’lı olduğunu kabul eder. Asya’dan göç ettikleri ve Beyaz Irk’a mensup Yuvarlak Başlı (Brakisefal) bir ırk olduğu kesin olarak tespit edilen Sümer toplumunun Türk Alfabesi ve Türkçe ile çok yakın bağıda Sümerlerin Ön Türk kökenli bir devlete sahip olduğunu açıkça ortaya koyar. 

Kuzeyden inen Ön Türk toplulukları da bu Site Devleti içerisinde Kurucu Unsur olarak yer almış ve varlıklarını Sümer Medeniyeti içerisinde devam ettirmişlerdir. Bu toplumun kendisine TÜRK demesi de, Sümer Site Devletlerine katılmasından birkaç yüz yıl sonra gerçekleşir. Zira Sümerlerin son dönemlerinde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olduğu ortaya çıkmıştır. Sümer Devletini yıkan Akadların (Arapların Ataları) Kralı Naramsin, Sümer Devletlerine açtığı savaşta mücadele ettiği Şehir Devletlerinin ve Krallarının isimlerini yazıya dökerek kayıt altına almıştı. Bu kayıtlarda TÜRKİ adlı bir Şehir devleti olduğu, Kralının adının İL-şu Nail olduğu belirtilir. Hem ülkenin isminin TÜRKİ olması, hemde Kralın unvanının Türkçe olması bu şehir devletinin ilk TÜRK devleti olduğunu ortaya çıkartmaktadır. 

Sümerlerdeki TÜRKİ adlı Site devletinin varlığı ve halkının Türkçe konuşuyor olması bu toplumun ilk Türk Devleti olduğunu ortaya koyuyor. Peki Sümerlerin son dönemlerinde varlığı kesin olarak ortaya çıkan TÜRKİ Devleti ne zaman vücut buldu ve tarih sahnesine çıktı? 

Sümer araştırmacıları, Sümerlerin kurulduğu ilk dönemlerde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olmadığını belirtiyor. Yani Sümerlerin ortaya çıktığı -3.500 lü yıllarda TÜRKİ adlı bir toplum yoktu. Aral boylarındaki Ön Türkler, Sümer devletinin kuruluşunda asli unsur olarak rol oynadığında kendisine TÜRK unvanı vermemişti. Bu unvanı birkaç yüz yıl sonra Büyük Tufan sonrasında edindiler.

Sümerler, kurulduktan yaklaşık 500 yıl sonra Mezopotamya topraklarında büyük bir Tufan meydana gelmişti. Bu tufan, geniş bir coğrafyada etkili olmuş, çok sayıda insan sular altında kalarak ölmüş, medeniyetler ve şehirler önemli ölçüde yok olmuştu. Bulgulara göre bu Tufan -3.000 yılları civarında gerçekleşti. Zira Tufan’a ait bilgiler Tufanın Sümerler döneminde yaşandığını ortaya koymaktadır. Tufandan ilk bahseden yazılı kayıtlar -2.500 yılına aittir. Yani Tufan -2.500 lü yıllardan daha önce meydana gelmiştir. Sümerlerin yazıyı -3.200 lerde kullanmaya başladığını ve pek çok yazılı eser bıraktığını düşünürsek Tufanın yaklaşık olarak -3.000 yıllarında meydana gelmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bu Tufan, aslında pek çok kişinin bildiği Nuh Tufanıdır. Zira Tufan ile ilgili destanlar, hikayeler ve kayıtlar Kuran’da belirtilen Nuh Tufanı ile birebir örtüşmektedir. 

Yaşanan Tufan sonrası Sümer Devletler topluluğu halen ayaktaydı ve güçlü bir yapıya sahipti. Düşünülen odur ki, Aral gölünden Mezopotamya’ya inen Ön Türk’ler burada kurdukları Şehir Devletini Tufan sonrasında yeni bir inanışa göre yeniden adlandırdılar. -3.000 lerde yaşandığı düşünülen Tufan’dan sonra Hz. Nuh, çocuklarını toplumların başına Lider olarak göndermişti. Arap Tarihçilerinin bu konuda yaptıkları araştırmalar oldukça ilginçtir. Bu araştırmanın sonuçları bizi Aral Gölünden Mezopotamya’ya göç eden toplumların tufandan sonra kendilerine TÜRK ünvanı verdiği gerçeğine ulaştırıyor. 

Nuh Tufanına ait bilgiler hem kulaktan kulağa yayılan ve masallaştırılan efsanelerde, hem Tarih araştırmacılarının elde ettiği muhtelif tespitlerde, hem Tevrat ve İncil’de, hem de Kur-an’ı Kerim’de geçmektedir. Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler Hz. Nuh’un oğullarından yeni nesiller türediğini belirtiyor. Burada “Türemek” kavramı muhtemeldir ki hem kendi soyunu devam ettirmek hem de toplumların liderliğini üslenmek olarak edebi bir dille ifade edilmiş. Zira Tufandan önce varolan kavimlerin birçoğu Tufandan sonrada varlıklarını devam ettirmiştir. Arap tarihçi ve yazar Said bin El-Müseyyeb Nuh’un Ham, Sam ve Yafes adında üç oğlunun olduğunu ve bu oğullarının soylarından kavimler meydana geldiğini belirtir. Bunun yanında Nuh’un oğullarının soyundan gelenlerin isimleri de bu araştırmalarda ulaşılan önemli bilgilerdendir. Bu bilgiler bize hem Türk toplumunun hem de komşusu olan diğer toplumların nasıl kimliklerini kazandıklarına dair önemli ipuçları verecektir. 

Gılgamış Destanı, Hatti Kayıtları, Sümer Yazıtları, Tevrat, İncil ve Kur-an’ı Kerim’de elde edilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bilgiler, Hz. Nuh’un çocuklarının ve  çocuklarından olan çocuklarının (Torunlarının) isimlerini şu şekilde tespit etmiştir ;

Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes.

Ham’ın Oğulları ; Kuş, Mizraim, Put, Kenan.

Sam’ın Oğulları ; Elam, Asşur, Arpaçşad, Lud ve Aram.

Yafes’in Oğulları ; Türk, Gomer, Mogog, Madai, Javan, Tubal, Meşeç, Tiras. 

Hz. Nuh’un çocuk ve torunlarının isimleri mutlaka tanıdık gelecektir. Zira Türk kavmine olduğu gibi pek çok kavme isim babalığı yapan bu isimler, hem dünya medeniyetini yeniden inşa etmiş, hem temel kültürleri oluşturmuş hem de Dünyanın demografik temellerini atmıştır. Bu isimlerden en tanıdık gelenleri  Elam’ın başına geçtiği kavim Elamlılar olarak anılmış, Asşur’un başına geçtiği kavim Asurlular olarak anılmış, Aram’ın başına geçtiği kavim Aramiler olarak anılmış, Arpaçşad’ın başına geçtiği kavim Araplar olarak anılmış, Türk’ün başına geçtiği kavimde Türkler olarak günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. 

Aslında bu bilgi yakın zamanda ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıldır bilinen, Bozkır Türk’lerince efsane olarak babadan oğula anlatılan bir mitdir ve Selçuklu döneminde Anadolu ya giren Türkler içerisinde bile anlatıla gelmiştir. Öyle ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu da bu bilgiyi Halk dilinden kaleme almış ve gerçekliği üzerinde araştırmalar yaparak itibar etmiştir.  Bu bulgular ışığında Atatürk de Türk’lerin kökenini Nuh’un torunu Türk’e dayandırmıştır. Bunun yanında ilginçtir ki Bozkır efsanelerinde söz edilen unsurlara Arap efsanelerinde de rastlanmaktadır. Birbirleriyle ilk teması M.s. 8. Yüzyılda gerçekleşen Türkler ve Araplar, aynı efsaneyi bu ilk temastan yüzlerce yıl önce yazıya dökmüştü. Elbette literatür tarihçileri bu bilgiye efsane ve masal olarak bakmış, itibar etmeyerek ciddiye almamıştır. Oysaki yakın zamanda ortaya çıkartılan Sümer yazıtları, Hatti yazıtları, Gılgamış destanı, Arap tarihçilerinin araştırmaları, Etimolojik ve Arkeolojik bulgular her halükarda bu tezi desteklemekte ve gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır. 

Artık bugün, tarafgir nitelikleri açıkça ortaya çıkmış, yanlı tezleri birer birer çürütülmüş batılı politik tarihçilerin literatüre geçirdiği kusurlu ve yanıltıcı bilgilere itibar etmek yerine tarihsel bulguların ve kesinlik kazanmış delillerin bizi ulaştırdığı mantıkla ortaya çıkan ve bizzat Halkın Tarihiyle teyitlenen bu bilgiye itibar etmeli ve sahip çıkmalıyız. 
(KAYNAK: turktarihim.com)

SELÇUKLU KALELERİ

 Kale Mimarisi

Tarihin erken dönemlerinden itibaren kale mimarîsi, askerlik ve teknik ile savaş usullerinin ilerlemesine paralel olarak gelişme göstermiştir. Eski çağlarından günümüze kadar Türk sanatı, kendine özgün özelliğini korumuş ve dünya sanatı içinde de daima önemli bir yere sahip olmuştur. Öz Türkçede kıla - kütle ve kalav - kârgir anlamlarında kullanılan kale, Azericede "gala", Başkurtçada "nığıtma", Kazakçada "korğan", Kırgızcada "çep" şeklinde söylenmektedir. Türkler İslâmiyet'i kabul etmeden önce kale yerine "balık" kelimesini de kullanmışlardır. İslâmiyet'i kabulden sonra balık yerine kale sözcüğü yaygınlaşmıştır. Karahanlı Türkleri ile Oğuz Türkleri ise "Balık" kelimesi yerine "Kent" sözünü kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmud, balık sözünün bu mânâsını bilmekte ve onun İslâmiyet'ten önce Türkler tarafından şehir ve kale anlamında kullanıldığı söylemektedir. Kale kelimesinin kökü olan ve Arapça "ka-le'a" fiilinden gelen "kal" mastarı, "bir şeyi kökünden sökmek" manasına gelmektedir. "Kulâ'a" ve "Kullâ a" kelimeleri "tepe gibi yüksek olan şey" anlamı taşımaktadır.


Tarih boyunca kaleler, genellikle şehirlerin etrafı, yol kavşağı, önemiz yere giden ana yol, geçit yeri, dağlar arasındaki boğaz, denize uzanan burun, kıyıdan az uzaktaki adalar, köprü başlan, denizlerin boğazları gibi stratejik yerlerde, arazinin tabii özelliklerinden de yararlanılarak inşâ edilmiştir. Kaleler yapılırken kolay ve az sayıda bir kuvvetle savunulabilmesi, gerektiğinde içeridekilerin dışarı çıkabilmesi için bir bölümün olması, uzun süre kuşatmalara dayanabilmesi, kalenin birkaç yönünün tabu şekilde korunması gibi unsurlar göz önünde tutularak inşâ edilmişlerdir. Kaleler çoğunlukla sürekli kalın bir duvar (sur, beden) ve duvar boyunca dizilen aralıklı burçlardan oluşmaktadır. Burçlar birbirini görebilecek ve korunabilecek biçimde konumlanırlar. Kale duvarlarının üstü, savunanların her yere yetişebilmelerini sağlamak amacıyla düz yapılır ve bu düzlüğe "seğirdim yeri" denir. Duvar üstünde “barbata” denen mazgallı bir korkuluk yer almaktadır. Kayalık tepelerdekiler hâriç, genellikle duvarların alt kısımlarında içi su dolu savunma hendeği bulunur. Kalenin girişini korumak ve hendek üzerinden geçişi sağlamak için iner-kalkar ahşap bir köprü yapılır.
Kale duvarlarının hemen önündeki toprak banda "tahte'l-kal'a (tahtakale)" denir. Bazı kale duvarlarının üst bölümlerinde "senkendaz" veya "küluhendaz" denen ve alt bölümlerindeki deliklerden taş, kaynar su vb. atılarak duvar diplerinin korunduğu ahşap ya da taş çıkmalar yapılmıştır. Kale mimarîsinin en önemli bölümü, kule veya burçlardır. Kulelerden birisi diğerlerinden yüksek ve sağlam tutulur. Bu kuleye balâhisar veya baş kule denilmiştir. Ambar, sarnıçlar ve koğuşlar kalelerde bulunması gereken bölümlerdir.
Kaleler, genellikle iç kale, dış kale, şehristan ve ahmedek gibi bölümlerden oluşmaktadır. Ahmedek ve dış kale, bazı kalelerde bulunmamaktadır. Bunun yerine kale, sadece iç kale bölümünden ibaret olabilmektedir. İç kale; surlarla çevrili bir kentin en yüksek yerinde hükümdarın, beyin ya da komutanın oturmasına ayrılmış, en son savunma yeri olan kale bölümüne denir. Surlarla çevrili iç kalede, yönetici sarayı, beylerin konutları, darphâne, tutuk evi ve İbadethane (câmi-kilise) gibi yapılar yer almaktadır. Kentin asıl bölümünü oluşturan şehristan (şehir), ticaret ve konut alanlarını, dînî ve diğer kamu yapılarını içine alan bölüme denmektedir. Kentin asıl bölümünü oluşturan şehrin etrafını çeviren sura da dış kale adı verilmektedir. Bir surla çevrili Türk kentlerinin şehristan bölümünde; mahalleler, çıkmaz sokaklar, saray, kamu yapıları, meydan, ulu cami, vakıf kurumları ve pazar yerleri gibi bölümler genellikle yer almaktadır.

KERVANSARAYLAR, SARAYLAR, ÇİNİLER VE KÜLLİYELER

Kervansaraylar
Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu örneklerinden esinlenen Anadolu Selçuklu kervansarayları, yüzü aşan örnekle en yoğun ve çeşitli yapı grubunu oluşturur. Antik devirlerden ve Bizans'tan kalan kervanyollarını onaran ve yeni yollarla kentleri birbirine bağlayan Selçuklular, kervanların bir günde ulaşabileceği mesafe düşünülerek 40 km civarında aralıklarla kervansaraylar inşa ettiler. Burada kervanlar, tüccarlar, göçebeler, dervişler, askerler barınabilmekteydi. Kervansaraylar ticaretin artmasına, kervanların emniyetle seyretmesine yaradığı gibi, savaşlarda askeri karargâh gibi de hizmet etmekteydi. Yolcuların rahatı için hanlarda doktor, baytar, nalbant, araba tamircileri ve hizmetkarlar bulunmaktaydı. Üç güne kadar bedava yiyecek içecek verilirdi.

Kervansaraylar taştan yapılmış, emniyeti sağlamak için cephede eyvan gibi tek taçkapısı olan anıtsal yapılardır. Planları genelinde iki ana mekandan oluşur. Taçkapıyla girilen etrafı revaklı avlu, özel misafirler için kapalı odalar, hayvanların ve yolcuların dinlenmesi için eyvan gibi açık mekanlarla kuşatılmıştır. Bazı örneklerde, Konya-Aksaray yolunda Sultanhan, Kayseri-Sivas yolunda Tuzhisar, Kayseri-Malatya yolunda Karatay kervansaraylarında olduğu gibi, avlunun ortasında, sivri kemerlerle birbirine bağlanan ve dört masif destekle taşınan, kare planlı küçük bir köşk mescit vardır. Son yıllardaki araştırmalar Karatay Hanı'nda, İncir Hanı'nda olduğu gibi avlu etrafındaki bir mekanın hamam olarak kullanıldığını ve tuvalet, akarsu sistemlerinin olduğunu göstermiştir.
Avlunun arkasında, bazilika gibi uzunlamasına planlı, yine anıtsal bir taç kapıyla girilen, üç-beş salimli kapalı mekan yer alır. Masif ayaklarla taşınan üst örtüde tonozlar sıralanır. Kapalı bölüm, özellikle soğuklardan korunmak için, hayvanlar ve insanların birlikte barınması için planlanmıştır. Mekanın ortası yolcular için set şeklinde yüksek tutulmuş, etrafı hayvanların yemlenmesi için yalakla kuşatılmıştır. Emniyet nedeniyle aydınlanma, kubbe açıklığı dışında, mazgal gibi dar tepe pencerelerinden sağlanır.

Kervansaraylarda sözünü ettiğimiz açık avlulu ve kapalı mekanlı örnekler dışında, Afyon-Kütahya yolunda Eğret Han'da, Doğubeyazıd-Batum yolunda Iğdır Han'da olduğu gibi, sadece kapalı mekanlı plan da uygulanmıştır. Sıradışı olan bu örneklerde avlu yoktur. Yine daha az rastlanan, sadece avludan oluşan kervansaraylar da vardır. Antalya-Isparta yolunda Evdir Han'ın revakla kuşatılmış avlusunda biri giriş olmak üzere dört eyvan vardır. Antalya-Burdur yolunda Kırkgöz Han'da ise dar hol gibi girişten sonra büyük avlu, kapalı odalar ve revaklar görülür.

Kervansaraylarda süslemenin sadece taçkapılarda yer aldığı görülür. Eyvan gibi, heybetli, mukarnas kavsarah taçkapılar, zengin geometrik ve bitkisel süslü kabartma bordürlerle kuşatılmıştır. Cami ve medrese kapıları kadar etkileyicidirler. Kayseri Karatay Han'da Türk-Çin hayvan takviminden etkilendiği kabul edilen çeşitli takvim hayvanı kabartmaları, Aksaray Sultan Han mescidinde kemerleri süsleyen karşılıklı ejderler, yapı dışında arslan başı şeklinde su olukları Selçuklu figür dünyasının kervansaraylara yansıyan örnekleridir. Eğridir-Denizli yolunda Çardak Han'ın taçkapısında arslan kabartmaları, Antalya-Burdur yolunda İncir Han'ın kapısında sırtında güneş taşıyan çift arslanlar ise Sultan II Gıyaseddin Keyhusrev'in arması olarak burada yer almıştır. Sultanın sikkelerinde de çok benzer şekilde güneş-arslan amblemi görülür.

Saraylar ve Çinileri

Bugün harap durumda olan Selçuklu sarayları konusundaki bilgiler son yularda artan kazılar, rastlantı buluntular ve yayınlarla artmıştır. Selçuk sultanları küçük bir medrese planını anımsatan ana saray ünitesi etrafında çeşitli irili ufaklı yapı gruplarından oluşan yazlık ve kışlık saraylar, av ve eğlence köşkleri yaptırmıştır. Selçuklu Dönemi'nin Ünlü tarihçisi İbni Bibi’nin anlatımlarından renkli saray yaşantısı ve eğlenceleri konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Kazılar ve yayınlarla en etraflı tanıtım, Sultan Alaeddin Keykubad'ın Beyşehir gölü kıyısında bulunan yazlık sarayı Kubadabad konusunda olmuştur (1236). Diyarbakır Artuklu Sarayı ve Sultan Alaeddin Keykubad'ın Kayseri Keykubadiye, Alanya İçkale Saraylarında yapılan kazılar, Selçuklu saraylarının zengin figürlü çinileri, alçıları, freskleri ve hatta Diyarbakır'da mozaikleri konusunda bizi aydınlatmıştır. Müzelere rastlantı buluntularla ulaşan, Alaeddin Keykubad Dönemi'ne ait olduğu kabul edilen isimsiz Antalya sarayı, Antalya Aspendos ve Akşehir saraylarının figürlü çini buluntuları aynı teknik, desen ve kompozisyon özellikleriyle, muhtemelen gezici ustalar tarafından oluşturulan, Anadolu saraylarına özgü saray bezeme programının varlığını ortaya koyar. İlk yapılışı Sultan II. Kılıçarslan Dönemi'nden olan (1156-1192) ve sultan Alaeddin Keykubad tarafından genişletilip onarılan Konya Alaeddin Köşkü ise, figürlü çini bezemesinde yedi renkli minai tekniğini kullanarak Büyük Selçuklu seramiklerinin mimariye yansımış örneklerini verirler. Saray tamamen harap olduğundan planı konusunda bilgi sahibi değiliz. 
Bugün Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen Kubadabad ve Alaeddin sarayı çinileri Selçuklu saraylarının bezemesi konusunda bizi aydınlatır. Duvarlar 1.80 m yüksekliğe kadar saray yaşantısını ve sembolik koruyucu yaratıkları yansıtan "sıraltı" ve "lüster" tekniğinde işlenmiş yıldız formlu çinilerle bezenmiştir. 22-23 cm çapındaki yıldızlar firuze renkli ve bitkisel desenli haç biçimli çinilerle biribirine bağlanmıştır. Bir düş dünyası gibi gözler önüne serilen figürlü çiniler sultanı, saray ileri gelenlerini, hizmetkarları, av eğlencelerini, tılsımlı ve büyülü inançları bize aktarır. Saraylılar mor, firuze veya sarı yaldızlı (lüster) renkli kaftanları ile bağdaş kurmuş otururken görülürler. Uzun saçları, Selçuklu tipi hotozlu başlıkları, hale ile çevrili dolgun yanaklı, iri gözlü yüzleri çağın modasını yansıtır. Ellerinde cenneti simgeleyen nar meyvası, haşhaş dalı veya çiçek, bazen de kadeh görülür. Ayakta canlandırılan hizmetkarlar meyveler, av hayvanı, içki sürahisi taşırken canlandırılmıştır. Sfenks, siren, grifon, ejder, çift başlı kartal gibi doğa üstü gücüne inanılan, koruyucu veya uğur getirici yaratıklar tılsımlı bir masal atmosferi yaratır. Selçukluların inanışına göre kartal, sultanı koruyan, ona kudret, kuvvet, aydınlık ihsan eden bir semboldü. Bu nedenle sık sık kalelerde de taş kabartma olarak yer alırlar. Bazı çinilerde gövdelerine işlenmiş "es sultani" yazısı sultanın arması olarak bütün kuvvet ve ihtişamları ile canlandırıldıklarını kanıtlar. Sonsuz hayat ve cennet sembolü olan tavus kuşu, hayat ağacı ve nar meyveleri birlikte canlandırılarak bizi ebedi aleme götürür.
Saraylarda büyülü bir masal atmosferi yaratan simgesel resimlerin yanı sıra, erken İslam çağı soylularının geleneksel eğlencesi ve sporu olan av ile ilgili zengin bir anlatımla karşılaşırız. Kaçışan çeşitli av hayvanları, kıvrık hareketleriyle sanki sultanın av bahçesinde coşkuyla resmi geçit yaparlar. Kuşlar, arslan, ayı, yaban eşeği, deve, at, keçi, oğlak, antilop, tavşan, kurt, tilki, av köpeği birbirini izler.

Selçuklu saray çinilerinin gezici ustalarla yöresel atölyelerde yapıldıkları sanılmaktadır. Kubadabad kazıları sırasında bulunan imalat artığı parçalar, bazı çini fırını malzemesi bu düşünceyi doğrular.

Külliyeler
Anadolu'da Türk mimarîsinin örneklerini ortaya koyan devlet ve beylikler, Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçukluların çeşitli fonksiyonlara sahip yapı birimlerinin plan yorumunu, mimarî anlayışını bilen, özümleyen bir kültür yapısı ile Anadolu'daki birliklerini ortaya koymuşlar idi. Bunun sonucu olarak, bu mimarî bilgiler, kültür birikimi, Anadolu'ya hem kuzeydoğudan hem de güneydoğudan girmiş ve yaygınlık kazanarak devam etmiştir.
Büyük Selçuklu komutanlarından Artuk bin Eksük'ten adını alan ve üç kol halinde l. Hısnkeyfâ ve Âmid, 2. Mardin ve Meyyâfârikîn, 3. Harput Artukluları olarak Anadolu'da mimarî eserlerini vermeye başlayan Artuklulardan, Mardin'de Ernineddin Külliyesi'nin (1108-1122 Hicrî 502-516) günümüze bazı birimleri eksik olarak ulaşan kuruluşu, en erken külliye örneği olarak bilinir. Anadolu'daki bu en erken külliye yapısı, cami, medrese, darüşşifa, hamam ve çeşme gibi fonksiyonel yapı birimlerinden meydana gelmiştir. Külliyede büyük bir alanı kaplayan hamamın batısındaki avlunun güneyinde cami, kuzeyinde medrese, doğusunda çeşme yer alır. Bugün namazgahın bulunduğu yerde ise, darüşşifa yer almakta idi. Töpografık şartlar sebebi ile kademeli bir yapılaşmanın görüldüğü külliyede, cami ve medrese aynı avluyu paylaşmakta, ayrı fonksiyonel yapılar, organik bir bütünlük içinde yer almaktadır.
Anadolu Selçuklu Dönemi'nden günümüze ulaşan külliye örneklerinin, külliyeyi meydana getiren fonksiyonel yapı birimlerinin farklı şekillerde konumlanması ile inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda sözü edilen iki örnek, bağımsız yapılardan meydana gelen külliye örnekleridir. Bu dönem külliyelerinin farklı yapı konumlamalarına bağlı olarak planlandığı ve mimari görünüş kazandığı görülmektedir.

Cami mihrap duvarına bitişik medrese yapısı ile, külliye oluşturan erken tarihli bir örnek, Danişmentlerin Kayseri Ulu Camii ve kıble yönünde camiye bitişik olan Melik Gazi Medresesi'dir. Anadolu Selçuklu Dönemi'nden 1206 (Hicri 602) tarihli kitabesi günümüze gelen ulu cami, bir Danişmentli eseri olarak kabul edilir, medrese de Danişmentli hükümdarı Melik Gazi'nin adını taşır, günümüze gelmemiştir.

Anadolu Selçuklu Dönemi'nin, yukarıdan beri tanıtmaya çalıştığımız külliye kuruluşlarında, fonksiyonel yapı birimleri içinde, daima cami yapısı önemli olmuş, diğer yapılar (medrese, darüşşifa, kümbet/türbe, hamam gibi) camiye bağlı kalmış idi. 
Anadolu Selçuklu külliye planlamasında, mevcut yapı topluluklarını değerlendirerek, görülen özellikleri, şöylece ifade etmek ve bu yapılar arasında bir ayırım yapmak mümkündür;
1. Cami ve medrese gibi, dinî ve eğitim fonksiyonlu yapı birimlerinin bitişik olarak inşa edildiği külliyeler.
2.  Cami ve tıp bilimleri  ile sağlık hizmetlerinin sürdürüldüğü medrese planındaki eğitim birimi ve bir mekânın kümbet olarak değerlendirildiği külliyeler.
3- Yan yana tekrarlanan, medrese plan şemasında veya biraz farklı bir plan kuruluşu ile konumlanan, tıp eğitimi ve sağlık hizmeti fonksiyonlu kuruluşlar.
 Çeşmeler
Çeşme kelimesi, Farsça "göz" anlamına gelen "çeşm" kelimesinden gelmektedir. Sözlüklerde kısaca, göz gibi olan delik ve bu delikten akan su diye açıklanan çeşme kelimesinin yerine, 13-14. yüzyıllarda Arapça "sıkaye", "ayn" yahut "meska" terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir. Sivas Gökmedrese Çeşmesi (1271) ve Bolvadin Alaca Çeşme (1278) kitabelerinde, "ayn" kelimesine, Tokat/Pazar Hatun Hanı Çeşmesi (1239), Afyon iki Lüleli Çeşme (1379 yıkılmış) ve Sinop Emir Sahabettin Çeşmesi (1429) kitabelerinde "sikaye" kelimesine rastlanmaktadır. Anadolu öncesi Türk döneminde çeşme gibi kullanılan su tesisleri "alış", "pınar" veya "suvat" terimleri ile isimlendirilmiştir.
Orta Çağ İslâm şehirlerinde, dinin temizliğe ve suya büyük önem vermesi, Hz. Peygamber'in sadakaların en faziletlisinin "su temini" olduğunu söylemesi, çeşme inşasını teşvik edici unsurlar olmuştur. İslâm fetihleriyle ele geçirilen bölgelerdeki antik çeşmelerin onarılarak kullanıldığı bilinmektedir. 10. yüzyılda İspanya'da Endülüs Emevilerine ait su yolu ve Aslanlı Çeşme, İslâm mimarisinde ilk çeşme örnekleridir. Ayrıca Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır'da değişik zamanlarda inşa edilmiş çeşmelere rastlanmaktadır.

Türklerin hayrat veya sadaka olarak yaptıkları çeşmeler şehir, kasaba veya yerleşme merkezlerinde çokluğu gibi, ana yolların kenarlarında, açıklık ve kırlık yerlerde de inşa edilmiştir. Yerleşme bölgelerinde yapılan çeşmelerin suyu büyük oranda kaynaklardan su kanalları veya künkler vasıtasıyla getirilmiştir. Su kaynağından suyu şehir merkezine nakletmek için kullanılan künklere Osmanlı Dönemi'nde pöhrenk adı verilmiştir. Bu pöhrenkler ortalama olarak 0.35-0.40 metre uzunluğunda, 0.13-0.16 metre çapındadır. Ağız kısımları (birleşme yerleri) erkekli dişili olarak yapılır ve birbirinin içerisine geçirilmekte ve bağlantı yerleri de su kaçmasını önlemek amacı ile löküm adı verilen ve kireç ile zeytinyağının karıştırılmasıyla elde edilen bir harçla sıvanmaktadır.
Selçuklu Devri'nde ilk çeşmelerin nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak diğer su tesisleri gibi sağlam durumdaki antik devir çeşmelerinin Türkler tarafından da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Günümüze gelebilen Selçuklu çeşmeleri genellikle medrese, han, cami ve tekke yapılarının ön cephelerine ya da iç avlularına açılan cümle kapılarının yakınlarındaki bir eyvan içerisine, yapıların önünden geçen yola ya da meydana açılan yüzlerine inşa edildikleri mevcut örneklerden anlaşılmaktadır. En basit çeşme örneği 1204 tarihli Kızılören (Emir Kutlu) Kervansarayının ön cephesindeki fevkani köşk mescidin altındaki duvar üzerinde görülmektedir. Dış görünüşü ile hiçbir özelliği olmayan çeşme çok sadedir. Sade ve basit çeşmelerin bir diğer örneği de 1239 yılında inşa edilen Ağzıkarahan'ın cephesindedir. Bu çeşme de zemin kaplaması arasına yerleştirilmiş, lüleli bir su haznesi ile zemindeki bir yalaktan ibarettir.
Kayseri'de Sahabiye Medresesi'nin bitişiğinde yer alan çeşme H. 665-M. 1266 yılında Sahip Ata tarafından inşa ettirilmiştir. Çeşme orijinal yerinden sökülerek bugün bulunduğu yere nakledilmiştir. Orijinal hali bilinmeyen bu çeşme nişinin üzeri muhtemelen yapılan son onarımlar esnasında yuvarlak kemerli olarak yenilenmiş olmalıdır. Selçuklu Devri çeşmelerinin en güzel ve en süslü örneğini 1271 tarihli Sivas Gökmedrese'nin cephesinde görmekteyiz. Bu çeşmede iki ayrı cinsten taş kullanılmak suretiyle renkli bir görünüşün oluşması sağlanmıştır. Fazla derin olmayan çeşme nişinin üzeri üç dilimli dekoratif bir kemerle örtülmüştür. Çeşme üzerinde gayet ince işlenmiş geometrik ve bitkisel süslemeler görülür.