29 Nisan 2015 Çarşamba

Gazneliler


Gazneliler, yani Gazne Devleti, İran asıllı Samani Devleti bünyesinde varlık gösteren Türk Boyları tarafından 968 yılında Kurulmuş, 225 yıl boyunca varlıklarını devam ettirip 1187 yılında Gurlular tarafından yıkılmışlardır.


Gazneliler, İran asıllı Samani Devleti bünyesinde varlık gösteren Türk Boyları tarafından 968 yılında Kurulmuş, 225 yıl boyunca İç Asya’nın güneyinde varlılarını devam ettirip, Asya’da yaşayan diğer Türk Devletleri Karahanlılar, Selçulular ve Oğuzlar ile komşu olmuş, 1187 yılında, İran-Tacik asıllı Gurlular tarafından yıkılmışlardır.

Gaznelilerin Kuruluşu

M.s. 2. Yy’da Hun Devletinin tamamen yıkılması ve Türk Yurdu Ötüken’in Çin Hakimiyeti altına girmesiyle batıya doğru yoğun göç hareketlerine girişen Hun Türkleri, Hazar Denizi, Afganistan, İran coğrafyalarına yayılmış, 800’lü yıllardan sonra Karahanlılar Devleti’nin İslâmiyet’i kabul etmesiyle Müslüman olmaya başlamış ve diğer Müslüman Devletlerle komşu olmuşlardı. İç ve Batı Asya’da Oldukça geniş bir Coğrafyaya yayılan Türk Boyları, 800-1000 yılları arasında hem büyük devletler kuruyor hem de pek çok devletin bünyesinde varlıklarını devam ettiriyorlardı. İç Asya’daki bu Türk Devletlerinden biri olan “Gazne Devleti” de, bugünkü Kuzey Hindistan coğrafyasında yaşayan İran kökenli Samani Devleti içerisinde kalabalık kitlelerle yaşayan toplumlar tarafından kurulmuş ve varlığını 225 yıl boyunca devam ettirmiştir. 

Gazneliler’in tarih sahnesine çıktığı coğrafya olan Kuzey Hindistan bölgesi, 900’lü yıllardan itibaren İran Kökenli Samani Devletinin kontrolü altındaydı. Abbasilerin İran Coğrafyasında hakim hale gelmesiyle yurtlarında barınamayan Sasaniler(İranlılar), doğu İran topraklarına yerleşerek burada Sasanilerin devamı olan Samaniler Devletini kurulmuş ve Abbasiler ile mücadeleye girişmemek için doğuya ve güneye doğru yayılarak Kuzey Hindistan coğrafyasına ulaşarak bu bölgeye hakim hale gelmişlerdi.

Samaniler, Müslüman Abbasi’lerin hâkimiyeti altına girmeyi kabul etmemişlerdi ancak yine de Müslüman bir toplumdu. Abbasi hâkimiyetini kabul etmemelerinin sebebi ise, Abbasilerin hâkimiyet altına aldığı coğrafyalardaki yerel kültürel yapının yerine Arap kültürünü öne çıkartmalarıydı. Samaniler de bir anlamda kendi kültürlerini yaşatabilmek için yeni bir devlet kurma ihtiyacı hissetmişlerdi. Samaniler, kurdukları devlet ile Hindistan coğrafyasını hakimiyetleri altına alırken bir yandan da İslamiyet’i yayma ve İç Asya’da yaşayan Müslüman toplumları tebaası haline getirme gayreti içerisine girişmişlerdi. Bu gayretler neticesinde Türklerin yoğun olarak yaşadıkları İç Asya ve Maveraünnehir bölgelerine yakın olmaları nedeniyle yeni Müslüman olmuş ya da henüz Müslüman olmamış Türk Boylarını bünyesinde katarak güçlenmeye başladılar. Samanilerin bu gayretleri ile 900-950 yılları arasındaki dönemde yaklaşık 200 Bin Türk, İslamiyet’i kabul etmiş ve Samani Devletinin hâkimiyeti altına girmiştir. 

Samaniler, Türk boylarını bünyesine katarak giderek güçleniyor ve Batı Asya’da söz sahibi bir ülke haline geliyordu. Bu durum kaçınılmaz olarak ülke içinde kalabalık kitleler halinde yaşayan Türk Boylarının hem askeri alanda hem de devletin yönetiminde söz sahibi hale gelmesine yol açtı. 900’lü yıllardan itibaren, Maveraünnehir bölgesinden yoğun olarak göç eden Türk boyları, Samani devleti bünyesine katılarak Müslüman oluyor, askeri, siyasi ve idari alanlarda söz sahibi duruma geliyorlardı. Nitekim 910’lu yıllardan itibaren Samaniler bünyesinde yaşayan Türkler vali, komutan ve idareci olarak ön plana çıkmaya başlamışlardır. Zira kültürel yapıları gereği boy-budun teşkilatlanmasına göre yaşana Türkler, tabi oldukları boy sistemini terk etmemiş ve teşkilatlanmalarını kendi liderleri etrafında devam ettirmişlerdi.  Bunun yanında askeri vasıfları itibariyle Samani Ordusunda önemli görevler üstlenen Türkler, zamanla Samani savaşlarına yön vererek devletin yönetimine doğrudan tesir etmeye başladılar. 

900’lü yıllardan itibaren yükselen ve güçlenen Samani Devleti, 950’li yıllarda önemli bir iç karışıklıkla karşı karşıya kaldı. Samani sarayında entrika ve çekişmeler yaşanıyor, bu çekişmeler ülke yönetimindeki düzeni olumsuz yönde etkiliyordu. Saltanat mücadelesi, Devlet yönetiminde inisiyatif sahibi makamların anlaşmazlıkları ve valilerin bu karmaşadan istifade ederek giriştikleri gayri yasal hareketler kontrol edilebilir olmaktan çıkmıştı. Bu tarihlerde, Samanilerin en nitelikli gücünü oluşturan Horasan Orduları’nın başında Alptegin adlı bir Türk kumandan bulunuyordu. Alptegin, Samanilerin yaşadığı saltanat mücadelesi ve saray entrikalarından faydalanmak maksadıyla Samani Baş Veziri Muhammed Belami ile işbirliği yaparak ortaklaşa belirledikleri bir Saltanat adayını Samani Tahtına geçirmeye teşebbüs ettiler (961). Ancak bu girişimleri ortaya çıkınca baş vezir Belami öldürüldü ve Alptegin hedef haline geldi. Başarılı olamayan bu girişimden sonra Alptegin, kendisine bağlı kalan az sayıdaki Türk Kökenli askerleriyle birlikte Samani Hâkimiyeti altında olmayan Gazne şehrine çekildi. Gazne, bu tarihlerde önemli bir şehir değildi ve büyük devletler tarafından sahiplenilmemişti. Gazne yakınlarında ise Levikler olarak anılan Hint kökenli küçük bölgesel bir yönetim hüküm sürüyordu. Alptegin, kendisine bağlı kalan az sayıdaki askeri gücü ile Levikler üzerine yürüyerek Gazne topraklarındaki hâkimiyetlerine son verdi ve hüküm sürdükleri coğrafyaya sahip çıkarak GaznelilerDevletinin temelini atmış oldu (962).


Alptegin Dönemi

Gazneliler, oldukça küçük bir coğrafyada kurulmuş olsalar da bağımsızlıklarını ilan etmiş ve bir bakıma devletleşmişlerdi. Henüz tam anlamıyla bir devlet olamayan, daha çok bir Derebeylik ya da Şehir Devleti olarak kurulan Gaznelilerin tebaası ise yalnızca Alptegin ve beraberindeki askerlerinin ailelerinden oluşuyordu. Bu yeni Türk Beyliği, zamanla hem Samani Devletinin hem de Karahanlılar Devletinin içerisinde yaşayan Türk Boylarının tabi olmasıyla giderek kalabalıklaştı ve güçlendi. Bulundukları coğrafyanın ciddi bir dış baskıya ve mücadeleye sahne olmaması da Gazneliler’in büyümesini hızlandırmıştı. Gazneliler’in kurucusu ve ilk lideri Alptegin,  bir şehir devleti olan Gazneli Beyliğini kurduktan yalnızca bir yıl sonra vefat etti (963). 


Ebu İshak İbrahim Dönemi

Alptegin’in erken ölümü üzerine oğlu Ebu İshak İbrahim  ülkenin yönetimini devraldı. Alptegin döneminde Gazne şehri hâkimiyetlerine son verilmiş olan Levikler, Alptegin’in ölümü üzerine tekrar taarruza geçip kaybettikleri toprakları geri almaya teşebbüs ettiler  (966). Ebu İshak, Leviklerin bu beklenmedik taarruzlarına karşı koyamayıp Gazne Şehri’ni kaybedince Samanilerden yardım talep etmek zorunda kaldı. Samaniler, önce düşman olarak gördükleriGaznelileri sonradan müttefik olarak kabul ettiler ve Ebu İshak’ın yardım talebine olumlu yanıt vererek Gazne bölgesini taarruz eden Levik Hanedanlığı üzerinde baskı kurup Gazne’nin tekrarGaznelilerin hakimiyetine girmesini sağladılar. Gazneliler her ne kadar Gazne şehrini kendi inisiyatifleriyle değil Samani Devletinin desteğiyle geri almış olsalar da Samaniler’e herhangi bir bağımlılıkları bulunmuyordu. 

Bilge Tegin Dönemi

Ebu İshak’ın hâkimiyet dönemi uzun sürmedi. Sağlık sorunları yaşayan Ebu İshak İbrahim 966 yılında vefat etti. Ebu İshak’ın oğlu bulunmuyordu. Yönetime geçecek bir halefi bulunmadığından Gazneliler hükümdarlarını Gazne ordusunun kumandanlarından seçerek yönetime Bilge Tegin’i geçirdiler. Gazneliler, Bilge Tegin döneminde Ebu İshak dönemine nazaran daha da güçlenmişlerdi. Karahanlılar ve Kırgızların hâkimiyet alanları dışında kalan ve Müslümanlığı kabul eden Türk Boylarının Gaznelilere tabi olmaları, Gaznelileri hem nüfus bakımından hem de askeri güç olarak daha kalabalık bir kitle haline getirmişti. Gazneliler halen tam anlamıyla bir Devlet olamamışlardı. Zira hem ülkeyi yönetecek bir saltanat ailesi bulunmuyordu hem de Devlet düzenini oluşturan siyasi, ekonomik ve yerel yönetimlerle ilgili idari makamlar oluşmamıştı. Öyle ki halen Samani Devletinin sikkelerini kullanılmaktaydı. 

966 yılında seçilerek Gaznelilerin büyük kağanı olan Bilge Tegin, yüksek askeri vasıfları ve cengâver kişiliğiyle Gaznelilerin hakimiyet alanlarını önemli ölçüde genişletti. Ebu İshak İbrahim döneminde Leviklerin baskısı neticesiyle yardım isteyerek iyi ilişkiler içerisine girilen Samani Devleti ile münasebetler hasebiyle giderek Samani Hâkimiyeti altına girilme tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu durum Bilge Tegin’in Gaznelileri tam anlamıyla bağımsız ve Samanilere muhtaç olmayan bir güç haline getirmesiyle ortadan kalktı. Bilge Tegin, 9 yıllık hâkimiyeti döneminde Gaznelilerin sınırlarını genişletmiş, hem Samani Devleti içerisinde hem de İç Asya’da yaşayan Türk boylarını kendine tabi hale getirerek Gaznelilerin kalabalık bir beylik haline gelmesini sağladı. Bunun yanında, Samanilere ekonomik bağımlılık oluşturan Samani Sikkelerinin kullanımına son vererek Gazne Sikkesini bastırarak Gaznelilerin Devletleşme sürecini de hızlandırmış oldu. Bilge Tegin, Gazne Sikkesini bastıktan kısa bir süre sonra Hint toprakları içerisinde bulunan Gerdiz Kalesi kuşatmak için çıktığı gaza seferinde askeri olarak üstün olmalarına rağmen mağlup olup şehit oldu (975). Bilge Tegin, her ne kadar Gaznelilerin büyük kağanı ise de Gazneliler henüz tam olarak devletleşemedikleri ve bir saltanat ailesi oluşturamadıkları için ölen Kağanın yerine geçecek bir halefi bulunmuyordu. Gazneliler, daha önce olduğu gibi Bilge Tegin’in yerine geçecek büyük kağanı Gazne ordusunun komutanları arasından seçtiler. Bilge Tegin’den sonra yine seçilerek büyük kağan olan Piri Tegin, 2 yıl boyunca Gaznelilerin hükümdarlığını üstlendi ancak zamanla yeterli vasıflara sahip olamadığının anlaşılması üzerine, kendilerini seçen Gazne Ordusu tarafından azledildi ve diğer aday olan Sebük Tegin büyük kağan olarak seçildi (977).


Sebük Tegin Dönemi

Sebük Tegin, Gazneliler Devletinin başlangıç noktası kabul edilir. Zira Sebük Tegin’den önce devletleşemeyip derebeylik olarak yaşayan Gazneliler, Sebük Tegin’in 20 yıllık uzun hâkimiyeti döneminde tam anlamıyla bir Devlet Haline gelecek ve Sebük Tegin’in ailesi saltanat makamı haline gelecektir. Sebük Tegin, kendisinden önce gelen diğer Büyük Kağanlar gibi Gazneliler’in kurucusu olan Alptegin’e Samani Devleti döneminde tabi olmamıştı. Sebük Tegin, kadim Türk Yurdu olan Ötüken bölgesindeki Barsçan şehrinde doğmuş, 960 yılında Müslüman olarak Alptegin tarafından küçük sayılabilecek bir yaşta köle olarak alınmıştı (662). Alptegin, Gazneliler’in temellerini attığı yıllarda henüz Müslüman olan ve himayesine giren Sebük Tegin ile bizzat ilgilenerek onu yetiştirip manevi oğlu olarak kabul etti. Gazne Ordusu içerisinde önemli vazifeler vererek rüştünü ispatladığını görünce de kızı ile evlendirerek Damadı yaptı. Sebük Tegin, hem başarılı bir komutandı, hem de Alptegin’in damadı olarak Gazneliler tarafından büyük saygı görmekteydi. 

Sebük Tegin, Gaznelilerin hükümdarlığını aldığı ilk yıllardan itibaren art arda gaza seferlerine çıkarak Gaznelilerin hâkimiyet sahasını fevkalade bir hızla genişletmeye başladı. 977-978 yılındaki seferlerde Tohoristan (İslamabad), Tekin (Kabil’in Doğusu), Zebülistan (Afkanistan’ın güney batısı), Belucistan (Pakistan’ın doğusu) Şehirlerini zapt ederek hâkimiyet alanını neredeyse iki katına çıkarttı. 979 yılında Hindistan’ın kuzey batı bölgesine ilerleyip bölgedeki en büyük Hint hükümdarlığı olan Ceypal’ları mağlup etti ve Hindistan’ın içine doğru ilerleyerek Kabil Nehri’ni takip eden yol üzerinden Peşaver’e kadar ulaştı. Sebük Tegin’in bu topraklara ulaşması aynı zamanda İslam’ın bu coğrafya ya ilk kez ayak basması anlamına geliyordu.

Sebük Tegin, 20 yıllık hakimiyeti döneminde Gaznelilerin hakimiyet alanlarını bugünkü Afkanistan-Pakistan coğrafyasını içine alan geniş bir coğrafyaya yaydı ve Gaznelileri tam anlamıyla bir devlet haline getirdi. Siyasal alandaki hâkimiyet boşluğu, Sebük Tegin ailesinin saltanat makamı haline gelmesiyle dolduruldu. Samaniler, artık Gazneliler için bir hami değil komşu bir ülke halini aldı. Gazneliler’e tabi olan Türk Boyları, devlet teşkilatlanması içerisine alındı. Şehirler ve eyaletler belirlendi, idare makamları oluşturuldu, valiler görevlendirilerek başıboşluk ortadan kaldırıldı ve toplum düzeni sağlandı. Genişleyen Gazne toprakları ile ticaret yolları kuruldu, şehirlerarasında kervan ticaretleri ilerledi. Gazne Sikkesinin kullanımı yaygınlaştırılarak ekonomi güçlendirildi. 

Siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısı itibariyle özgün, müstakil ve bağımsız bir devlet haline gelen Gazneliler, Sebük Tegin’in inşa ettiği bu büyük devleti, devam eden iki asır boyunca yaşatarak Türk Tarihinde önemli bir satır başı haline getirdiler. 

Sebük Tegin, uzun hakimiyet döneminden sonra 997 yılında ağır bir hastalığa yakalanarak başkent Gazne’de vefat etti. Sebük Tegin’in vefatı üzerine yerine vasiyeti üzerine küçük oğlu İsmail geçti. Ancak töre gereği saltanat varisi büyük oğul Mahmut olmalıydı. Mahmut, babasının vasiyetine rağmen kardeşi İsmail’in hükümdar olmasını kabullenmeyerek saltanat mücadelesine girişerek kardeşini mağlup etti ve hükümdarlığı ele geçirdi (998). Artık Gazneliler için en parlak dönem olan “Gazneli Mahmut” dönemi başlamış oldu.


Gazneli Mahmut Dönemi

Gazneli Mahmut dönemine kadar büyük kağanlık makamı kullanılmakta ve hükümdarlara “Tegin” ünvanı verilmekteydi. Bunun yanında bariz şekilde görünmektedir ki Mahmut dönemine kadar hükümdarların isimleri Kadim Türkçe İsimlerden oluşmaktaydı. Bu gelenek Gazneli Mahmut döneminde sona erdi ve devlet ünvanları ve teşkilatlanması yeniden şekillendirildi. Gazneli Mahmut’dan sonra Saltanat ailesi İslami usullere göre isimler vermeye başladılar. Devlet unvanı olarak ta Tegin değil “Han” ve “Sultan” kullanılmaya başlandı. 

Gazneli Mahmut, 998 yılında Gaznelilerin Han’ın ve Hükümdarı olduğu yıllarda Samani devleti oldukça zayıflamış durumdaydı. Kuzeyde Karahanlılar ile giriştikleri mücadeleler Samani devletinin toprak kaybetmesine ve askeri olarak zayıflayarak sahip oldukları coğrafyadaki hâkimiyetlerini koruyamamasına neden oluyordu. Üstelik Gaznelilerin hâkimiyet alanları aşılması imkânsız olan Himalayalara kadar dayanmıştı. Gazneliler artık güneyde Hindistan’a ve batıda Samani hâkimiyeti altındaki Horasan’a doğru yayılmak istiyordu. Gazneli Mahmut, Karahanlı hükümdarı Ahmet Togan Han ile birlikte Samani Devletini yıkınca (999) Gazneliler, Samani hakimiyeti altındaki geniş coğrafyada da yayılma olanağı buldu. 

Aslında Gazneliler ile Karahanlılar Devleti, Samanileri yıkmak için planlı olarak birlikte hareket etmemişlerdi. Bölgede önemli bir güç olarak geniş bir coğrafyaya hükmeden Samaniler, Karahanlılar içinde Gazneliler içinde önemli bir rakip ve İç Asya’da yayılmak için kaçırılmayacak bir fırsat niteliği taşıyordu. Bu noktada ortak hareket etmeseler de eşzamanlı giriştikleri taarruzlarla Samani Devletini birlikte yıkmış oldular. 

Gazneliler, Karahanlılarla eşzamanlı olarak giriştikleri taarruzlar ile Samanileri yıkınca, Samani hâkimiyeti altındaki topraklar bu iki devlet tarafından sahiplenildi. Karahanlılar, kendileri için büyük önem taşıyan Maveraünnehir’i, Gazneliler ise önemli bir ticaret kenti olan Horasan’ı sınırlarına dâhil ettiler. Böylelikle iki büyük Türk Devleti olan Karahanlılar ve Gazneliler sınır komşusu oldular. Bu komşuluk ilişkileri, 2 yıl sonra yapılan barışla müspet şekilde gelişmeye başladı. Maveraünnehir ile Horasan arasında bulunan Seyhun Nehri sınır kabul edilerek karşılıklı barış ve iyi niyet anlaşması sağlandı (1001). 

Gazneli Mahmut, Kuzey Batı sınırları olan Horasan’ı Karahanlılar ile yaptığı barışla güvence altına aldıktan sonra Hindistan’a yoğun seferlere girişti. Önce Hindistan yolu üzerindeki Sintan, Cüzcan, Caganiyan, Huttal ve Harezm’i sınırlarına dahil etti (1002). Bu hazırlık seferlerinden üç yıl sonra Hindistanın en güçlü kenti olan Pencap’ı ele geçirerek Kuzey Hindistan Coğrafyasını tam anlamıyla hâkimiyeti altına almış oldu (1005). 1005 yılında Hindistan seferlerini sonuçlandıran Gazneli Mahmut, Gazne’ye döndüğünde beraberinde eşi görülmemiş büyüklükte getirmişti. Gazneli Mahmut’un İslam sancaktarlığı ile giriştiği bu gaza seferlerinin tek amacı ülkesini genişletmek ve ganimet toplamak değil, aynı zamanda Hindistan coğrafyasında İslam ile tanışmayan Budist toplumları İslam âlemine kazandırmak ve İslam’ın yayılmasına engel olan Budist Hint krallıkları bertaraf etmekti. Gazneli Mahmut’un Hindistan coğrafyasına gerçekleştirdiği seferlerin izlerini bugünün Hindistan’ında açıkça görmekteyiz. Zira Hindistan bugün, içerisinde en çok Müslüman nüfus barındıran ülke durumundadır. Bu toplumların İslam’a katılmalarına şüphesiz Gazneliler vesile olmuşlardır.

Gazneli Mahmut’un Hindistan seferlerinden döndüğü yıllarda, İslam âleminde bazı sapkın inançlar itibar görmeye başlamıştı. Bu inançlardan biride Batınilikdi. Batınilik, Şii (Şia) mezhebi içerisinde vücut bulmuş, İslam’a mistik inançlar empoze eden İslam ruhuna aykırı inanışlar içeriyordu. Bu inanışlara göre Kuran, ifade ettiğinden daha derin ve gizemli anlamlar içeriyordu ve bu anlamları yalnızca Allah ile ilişki kurabilen masum (Günah yazılmayan) imamların anlayabileceğine inanılıyordu. İslam’a açıkça fitne sokan bu sapkın inanç, Multan Emirliğinde yoğun şekilde itibar görmeye başlamıştı ve Multan Emiri Ebü’l Feth Davut’da bu inanışı devlet erkiyle desteklemekteydi. Gazneli Mahmut, bu sapkın inanışla mücadele etmek için güçlü bir orduyla Multan Emirliği üzerine Gaza seferine çıktı. Gaznelilerin güçlü ordusuna karşı koyması imkânsız olan Davut, kaçarak Sint ırmağında bulunan bir adaya sığındı. Multan’ı zapt eden Gazneli Mesut, Davut’u bulamasa da geri dönmedi ve Davut’u bulana dek Multan istilasını kaldırmadı. Nihayet Davut’u sığındı limanda ele geçirip Bâtıniliği yayan ve sorumlu sıfatı taşıyan herkesi öldürerek bu sapkın hareketi ortadan kaldırmış oldu.

Gazneli Mahmut, Gaza’yı tamamladıktan sonra Multan şehrini hâkimiyeti altına alıp vergiye bağladı ve Nevase Şah adlı önde gelen bir Multan’lıyı vali olarak atayıp Gazne’ye geri döndü (1006). Ancak, Gaznelilere bağlı bir vali olarak atanan Nevase Şah, bir yıl sonra vergi vermeyi reddedip isyan edince tekrar sefere çıkarak Nevase Şah’ı hapsedip yerine daha emin bir vali atadı.  Multan Seferinden sonra ise tekrar Hindistan seferine çıkarak önce Ganj vadisini ele geçirdi, sonra da Norayan seferine çıkarak bu bölgeyi de hâkimiyeti altına aldı. Bu son seferleri ile Hindistan ticaret yolu tam anlamıyla Gaznelilerin kontrolü altına girmiş oldu (1007). Gazneli Mahmut, Kuzey Hindistan’daki hâkimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra sefer dönüşünde Horasanın Karahanlılar tarafından zapt edildiği haberini aldı. Bunun üzerine Gazne’ye dönmek yerine Horasana sefere çıktı (1008). 


Karahanlı hükümdarı İlek Nasr, her ne kadar Seyhun Nehrini Gazne-Karahanlı sınırı olarak kabul etmiş olsa da, Maveraünnehir’den sonraki en büyük idealleri olan Horasan’a sahip olmak için anlaşmayı çiğneyerek Horasana taarruz etti. İlek Nasr’ın amacı, güçlü Gazne ordusunu sefer dönüşünde yorgun halde yakalamak ve Horasan’a yerleşerek burada savunma savaşı yapmaktı. Ancak Gazne ordusu, yorgun bile olsa Karahanlı ordusundan daha güçlü durumdaydı. Zira Hindistan seferlerinde yoğun olarak kullandığı Savaşçı Filler, Karahanlıların karşı koyamayacağı bir mücadele unsuruydu. Gazneli Mahmut, Tarihe Belh Savaşı olarak geçen bu savaşla Karahanlıları ağır bir mağlubiyete uğratarak Horasan’ı geri aldılar. Karahanlılar ise bu savaştaki yenilgileri sebebiyle büyük iç karışıklıklar yaşadılar ve Karahanlıların bölünmesine sebep olacak süreci başlatmış oldular.

10. Yüzyıl, Türk Dünyasının en parlak, en geniş coğrafyaya hükmettiği dönem olarak Dünya Tarihine geçmiştir. Karahanlılar, Kadim Türk Yurdu Ötüken yakınlarında ve Maveraünnehir’de hakimiyet kurmuş, 3. Yüzyıldan itibaren batıya göç eden Türk boylarından olan Kıpçaklar, Peçenekler ve Oğuzlar Avrupa’ya ilerleyip kuzey Karadeniz ve Doğu Avrupa Coğrafyasını Kıpçak yurdu yapmış, Güney Hazar bölgesinde Büyük Selçuklu Devletinin temelleri atılmış, Gaznelilerde İç ve Güney Asya’da fevkalade bir hakimiyet kurmuşlardı. Gazneliler, artık Türk Dünyasının 10. Yüzyıldaki en büyük Türk Devleti haline gelmişti. 

Gazneli Mahmut, Samanileri yıktıktan sonra İç Asya’daki hakimiyetini kesinleştirip, İslam sancaktarlığı vazifesiyle Gaza seferlerini Hindistan üzerine yoğunlaştırdı. Karahanlıların Horasan’ı işgal etme teşebbüslerini püskürttükten sonra Hindistan seferlerine devam etti. 1008-1010 yılları arasında Hindistan’a yaptığı seferlerle hem Hindistan ticaret yolunun hâkimiyetini sağlamlaştırdı hem de Putperest inançlar benimseyen ve İslam’la tanışmayan Ganj, Norayan, Pencap bölgelerini fethederek bu bölgelere Camiler ve İslami kültürel eserler inşa edip Din adamları atayarak İslam’ın bu bölgelerde yayılmasını sağladı. 

Gazneli Mahmut, Hindistan seferlerini 30 yıl boyunca kararlılıkla devam ettirdi. Bu dönemde Arap Yarımadası kesin olarak İslamiyet’i kabul etmişti. İç Asya ve Hazar bölgesi de Karahanlılar ve Selçuklular ile İslam coğrafyasına dahil edilmişti. Oysa Hindistan, fevkalade kalabalık bir coğrafya olarak halen Putpeterst inançlara sahipti. Bu bakımdan Hindistan coğrafyasının Müslümanlıkla tanışması hem oldukça zordu hem de büyük bir vazifeydi. Gazneli Mahmut’un en çetin mücadelesi 1012 yılında Nadana’lılarla giriştiği mücadeledir. Mahmut’un Nadana’ya gerçekleştirdiği seferde Hintliler, 150 Bin kişilik muazzam bir ordu hazırlamışlardı. Mahmut Han, bu seferinde de muvaffak olarak Nadana’yı fethedip Hindistan coğrafyası üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmiş oldu. Nadana’nın alınmasından sonraki hedef Tanisar’dı. Tanisar, Putperest inanışın en çok itibar gören ve kutsal sayılan Put’unu barındırıyordu. Mahmut Han, bu Putu devirmek için giriştiği seferle zorlanmadı ve şehri zapt ederek tüm putları yıktırdı (1014).

Hint coğrafyası Gazneli Mahmut’un taarruzlarına karşı koyamaz duruma gelmişti. Öyle ki, Mahmut Han pek çok seferinde mukavemet görmüyor, Gazne Ordusunun geldiğini haber alan yeren hükümdarlıklar savaşmadan şehirlerini teslim ediyordu. 1018 yılına gelindiğinde Gucerat ele geçirilmiş, Raca adı verilen Hint şehir devletleri birer birer Gaznelilerin hakimiyeti altına girmeye başlamıştı. Gazneli Mahmut’un en mühim seferi 1025 yılında Somnat’a düzenlediği gaza seferiydi. Öyle ki, Somnat zaferi ile Hint coğrafyası üzerinde artık İslam sancağı dalgalanır hale gelmişti. Bu büyük zafer, tüm İslam âleminde büyük yankı uyandırdı. Somnat zaferinden sonra Gazneli Mahmut, Ehli Sünnet toplumlar arasında büyük İslam kahramanı olarak anılmaya başlamıştır. 


Gazneli Mahmut, Somnat zaferinden sonra dikkatini doğu bölgesine doğru çevirdi. Bu tarihlerde Horasan, yoğun şekilde Türkmen göçlerine sahne olmaktaydı. Gazneli Mahmut, önceleri Müslüman Türkmenlerin hâkimiyeti altındaki Horasan topraklarına girmesinde mahsur görmeyip müsaade etmişti ancak Bozkır kültürünün tesiri ile zamanla bağımsızlık ve isyan hareketlerine girişince bu durumdan rahatsız oldu. Gazneli Mahmut’un izni ile Horasan’a girebilen Türkmen toplulukları, zamanla isyan ve istila hareketlerine girişince Gazneli Mahmut, bu duruma müdahale ederek kalabalık Türkmen topluluklarının isyan ve istila hareketlerini bastırarak huzuru sağladı. Ancak Türkmenler, her ne kadar Gazneli Mahmut döneminde bastırılmış olsalar da ilerleyen dönemlerde Gazneliler için büyük bir tehdit oluşturacaklardır. 

Gazneli Mahmut, ülkesinin sınırlarını Hindistandan Irak’a, Umman denizinden Maveraünnehir’e kadar genişletmişti. Hindistan seferlerindeki büyük başarılarından sonra ise artık yeni hedef ülkenin batı sınırlarındaki muhtelif sınır boyu düşmanlarıydı. Bu düşmanlardan biri, Sasani (İran) kökenli Büveylilerdi. Büveyliler, önce Kuzey Irak coğrafyasında hâkimiyet kurmuş, baskılar neticesinde Irak’ın güney sınırlarına doğru ilerlemek zorunda kalmışlardı. Bu tarihlerde, Gaznelilerin hâkimiyet sınırları Irak Acem boyuna kadar ilerlemişti. Büveylilerin Gazne sınırlarında oluşturduğu tehditler neticesinde Gazneli Mahmut, Büveyliler üzerine taarruz ederek hem Irak-ı Acem hattını topraklarına katmış hem de bu yeni sınır tehdidini ortadan kaldırmış oldu. 

Gazneli Mahmut, 32 yıllık hakimiyet dönemi sonrasında, ilerleyen yaşı hasebiyle ömrünü tamamlayıp 1030 senesinde vefat etti. Gazneli Mahmut’un vefatından sonra yerine büyük oğlu Muhammed Han geçmişti ancak diğer oğlu Mesut, Ağabeyinin hükümdarlığını kabul etmeyerek onu tahttan indirdi ve Gaznelilerin hükümdarı oldu (1030).

Gazneli Mesut Dönemi

Sultan Mesut, Gaznelilerin Sultanlığına geçince önce sınır komşuları ile münasebetlerini yeniden gözden geçirdi. Gazneli Mahmut, komşuları ile iyi ilişkiler kurmayı yeğliyordu. Ancak Sultan Mesut, komşularına karşı daha agresif ve tehditkar bir tutum izledi. Sultan Mesut’un bu tutumu, ilerleyen dönemlerde Gazneliler için menfi gelişmeler hazırlayacaktır. Sultan Mesut, yönetimi eline aldıktan 3 sene sonra (1033), Hindistan coğrafyası üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmek ve istikrarını sağlamak amacıyla seferler düzenledi. Bu seferler neticesinde Sarsuti kalesini ele geçirerek bölgedeki hâkimiyetini pekiştirdi. 

Sultan Mesut döneminde Gaznelilerin batı sınırlarında yükselen ve güçlenen Selçuklular, hâkimiyet alanlarını giderek genişletiyor ve Türk Dünyasının en büyük Devleti olma yolunda ilerliyordu. Gazneli Mesut, Selçuklular ile münasebetlerini müspet şekilde geliştirmek yerine tehdit ve tahammülsüz bir tavır izlemeye başladı. Selçuklular, bu dönemde İran, Harezm ve uzun süredir Karahanlıların idaresinde olan Maveraünnehir’e hakim hale gelmişlerdi. Selçukluların bu hızlı ilerleyişi Gazneliler ile Selçukluları sınır komşusu haline getirmişti. Selçuklular, aslında önceleri Gazne Devletine tabi durumdaydılar ve Gazne ordusuna asker vermekteydiler.  Bölgede yaşayan Türkmenlerle birlikte Horasan’a göç etmiş ve zamanla güçlenerek Harezm ve Maveraünnehir üzerinde hakim hale gelmişlerdi. Selçukluların 1035 yılında, Sultan Mesut’dan izin almadan Horasan’a girmesi Selçuklular ile Gazneliler arasındaki ilk mücadelenin fitilini ateşledi. Sultan Mesut, Selçukluların Horasan’a girmelerine tepki vermemişti ancak Horasan’ı geçip Merv şehrine ilerlemeleri mücadeleyi kaçınılmaz hale getirdi. 

Tuğrul ve Çağrı bey idaresindeki Selçuklular, Horasan’a Sultan Mesut’dan izin almadan girdikleri için, o dönemdeki diplomatik nezaket gereği resmi bir mektup göndererek Gazne Devletine bağlılıkları karşılığında Horasan’da oturma ve barınma izni istediler. Sultan Mesut, bu durum karşısında Selçuklulara müsamaha göstermek yerine, giderek daha büyük bir tehdit oluşturmalarını engellemek için ordusunu Selçukluların üzerine sefere gönderdi. Neticesinde Selçuklular ile Gaznelilerin ilk mücadelesi 1035 yılında Nesa şehrinde gerçekleşti. Sultan Mesut, Selçukluların sahip olduğu gücün tam olarak farkında değildi ve gönderdiği ilk ordu başarılı olamadı. Gazne Ordusu, bu mücadelede tam anlamıyla bir bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun yanında Selçuklular, Gazne Devletine bağlı bir toplum olmaktan çıkmış ve bağımsızlıklarını açıkça ilan etmişlerdi. 

Sultan Mesut, yeterince ciddiye almadığı Selçuklular ile mücadelesini kaybedince zorunlu olarak Horasan, Fergana ve Merv şehirlerine Selçukluların ikametlerine müsaade etti. Selçuklular, artık Merv, Horasan ve Fergana şehirlerinde barınarak güçleniyor, çevre bölgelerdeki Türk Boylarının da kendilerine tabi olmasıyla kalabalıklaşmaya başlıyorlardı. Zamanla güçlenen Selçuklular, Nesa galibiyetlerinden üç yıl sonra (1038) Sultan Mesut’dan üç şehirde daha ikamet izni istediler. Sultan Mesut, daha önce olduğu gibi Selçukluların bu talebini de kabul etmeyip bu kez daha güçlü bir orduyla Selçukluların üzerine taarruz etti. Ancak Selçuklular, 3 yıl öncesine göre çok daha güçlü durumdaydılar. Gazne Ordusu, bu mücadelede de mağlup olarak büyük bir hüsran yaşadılar. Sultan Mahmut döneminde hiçbir cephede yenilmeyen muazzam Gazne Ordusu, tam anlamıyla bir devlet bile olamamış Selçuklu Beyliği karşısında Muaffak olamamaktaydı. Sultan Mesut, son mağlubiyetten sonra Selçuklular üzerinde kesin bir hâkimiyet sağlayabilmek için ordusunun tüm imkânlarını kullanarak hazırlıklarına başladı ve bizzat ordusunun başına geçerek yeni bir taarruza hazırlandı. Bu mücadele tarihe Dandanakan Savaşı olarak geçecek, Selçuklu Beyliğinin büyük bir devlet haline gelmesine, Gaznelilerin ise yıkılmasına sebep olacak sürecin başlamasına sebep olacaktır. 

Sultan Mesut, 2 yıl süren hazırlıkları neticesinde 1040 yılında ordusunu takviye etmiş, birliklerini güçlendirmiş, çoğunluğu süvarilerden oluşan hızlı hareket kabiliyetine sahip 100 Bin kişilik büyük bir ordu teşekkül ederek savaşa hazırlanmıştı. Bu dönemde de Selçuklular Fergana, Merv ve Horasan şehirlerinde tam anlamıyla yerleşik hale gelerek bölgedeki Türk Boylarını da kendisine tabi hale getirmiş durumdaydı. Kıyaslandığı zaman Gazne Ordusu, Selçuklu Ordusuna nispeten daha kalabalık ve güçlü durumdaydı. Sultan Mesut, 13 Ocak 1040’da yola çıkarak 16 Ocak’ta Nişabur şehrine ulaştı. Sultan Mesut, mücadeleyi Nişabur üzerinden gerçekleştirmeyi düşünüyordu ancak 1038’deki Sarah savaşında ağır tahribata uğrayan Nişabur, hem temiz su hem de erzak sıkıntısı içerisindeydi. Yaşanabilecek olası sıkıntılar üzerine çevre şehirlerden erzak ve su tedarik etmeye çalışsa da yeterli olmayınca Ordusunu Selçukluların kontrolünde bulunan Merv şehrine konuşlandırmaya karar verdi. Selçuklular, ilerleyen kalabalık Gazne Ordusunu yavaşlatmak için vur kaç saldırıları düzenliyor, böylece onları hem yavaşlatıyor hem de hırpalıyordu. 

Gazne Ordusu, Selçukluların vur kaç saldırıları neticesinde yavaş ilerleyip yeterli erzak ve su ikmalini yapamadığı için oldukça yorgun düşmüştü. Gazne Ordusu, tüm imkânsızlıklara rağmen Mevr Şehrine ulaşmayı başardılar. Sultan Mesut, mücadeleyi, Merv Şehrinde bulunan Dandanakan kalesine konuşlanarak Savunma taktiği ile yapmayı planlıyordu. Ancak yorgun, aç ve susuz kalmış ordusu, Dandanakan kalesine konuşlanırsa dışarıdan erzak ve su ikmali imkânsız hale gelecekti. Bu sebeple kaleye ulaşmak yerine birkaç kilometre daha güneyde bulunan Su Kuyularına gidip ikmal yaptıktan sonra kaleye geçmeye karar verdi. Gazne Ordusu, Merv’e girdikleri andan itibaren Selçuklu taarruzlarına maruz kalmaktaydı. Üstelik Gazneliler, Su kuyularına ulaşmak istediklerinden ötürü Selçukluların taarruzlarına karşılık veremiyor ve önemli kayıplar veriyorlardı. Gazne Ordusunun su kuyularına ulaşmaya çalıştığını fark eden Selçuklu Ordusu, taarruzlarını daha da şiddetlendirerek Gazne Ordusu yıpratmaya uğraşmaktaydılar. Gazne Ordusu, sayıca üstün olmalarına rağmen susuzluk ve beraberinde getirdiği yorgunlukla mücadele etmek zorunda kalarak Selçukluların taarruzları karşısında etkinliğini kaybetmeye başladılar. Üstelik askerlerin su ihtiyacı hasebiyle ilk amaç Su kuyularına ulaşmak olduğundan Selçuklu taarruzlarına yeteri kadar mukavemette gösterilemiyordu. Bu keşmekeş, Gazne Ordusunun disiplininin bozulmasına sebep oldu. Gazne Ordusunun süvari birlikleri, su kuyularına ulaşmak için düzensizce ilerliyor, Selçuklular ise planlı ve yoğun taarruzlarıyla Gazne Birlikleri üzerinde büyük tahrifatlar veriyordu. Ortaya çıkan bu keşmekeş neticesinde Gazne Ordusu, mağlubiyeti kabul etmek zorunda kalarak düzensiz şekilde geri çekilmeye başladılar. Sultan Mesut ise stratejik hatalarla dolu bu mağlubiyet neticesinde askerlerinin saygısını yitirmişti. Bu sebeple hem Selçuklulardan hem de kendi ordusundan kaçmak zorunda kaldı. Kendisine bağlı az sayıdaki askerle savaş meydanından uzaklaşarak Selçuklulardan kaçmayı başardı. Selçuklular ise zaferden sonra Gazne Şehrine girerek Gazne Devletinin hazinesine el koydu. Savaş Meydanından kaçan Sultan Mesut, Selçukluların Gazne Hazinesine el koyması üzerine duyurmadan Saltanat makamına gelerek Selçuklulardan kalan Devlet Hazinesini yanına alarak Lahor’a gitmek üzere yola çıktı. Ancak henüz yola çıkmışken muhafızları tarafından yakalanarak hapsedildi. Hapiste 7 ay kaldıktan sonra ise yeğeni tarafından öldürüldü (1041).

Saltanat Mücadeleleri ve Gaznelilerin Zayıflaması
Gazneliler, Dandanakan hezimetinden sonra hem iç hem dış sorunlar yaşamaya başladılar. Sultan Mesut’dan sonra yerine, hükümdarlığı elinden aldığı ağabeyi Muhammed geçti. Ancak Sultan Mesut’un oğlu Mevdud, babasının öldürüldüğü haberini alınca Gazne’ye gelerek amcası Muhammed’i tahttan indirip yerine kendisi geçti. Mevdud, Gaznelilerin yeni hükümdarı olmuştu ancak ülke, Dandanakan mağlubiyetinden sonra hem Batı topraklarını hem de itibarını kaybetmiş durumdaydı. Üstelik Selçuklular,  hâkimiyeti altındaki Merv, Horasan ve Fergana’dan sonra Dandanakan savaşı sonrasında Tohoristan ve Zemindaver’i de ele geçirmişlerdi. Sultan Mevdud, ilerleyen Selçuklu akınlarını durdurmak için komşu devletlerden yardım talep ederek zorda olsa Selçukluların ilerlemelerini durdurabilmişti. Ancak genç yaşına rağmen hastalanarak 1049 yılında ölünce Gazne Devleti içerisinde saltanat mücadeleleri baş gösterdi.
Sultan Mevdud’un ölümü üzerine yerine önce 2. Mesut çıktı. Sultan Mevdud’un oğlu bu durumu kabul etmeyince 2. Mesud’un yerine Sultan Mevdud’un kardeşi (Sultan Mahmut’un torunu) Ali yönetime geçirildi. Sultan Ali, saltanat ailesinin en yaşlı mensubu olan amcası Abdürreşit'i (1. Mahmu'un oğlu) kendisine rakip olmaması için hapse attırdı. Ancak Sultan Ali'nin bu hamlesi veziri ve ordu kumandanı olan Tuğrul Bozan'ın Abdürreşit'i hapisten çıkartıp ordusunu emrine vererek sultan ilan etmesiyle bertaraf oldu. Ordusunun amcası Abdürreşit'in elinde olduğunu göre Sultan Ali, kaçmaya çalışsa da yakalanarak öldürüldü ve Gaznelilerin hükümdarlığına Abdürreşit Han geçti.
Abdürreşit Han yönetime geçmişti ancak Gaznelilerin içinde bulunduğu zor durum ve iç zafiyetler saltanat makamına göz dikenlerin sayısını arttırmıştı. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Abdürreşit, saltanat makamının saygınlığını yitirmesi sebebiyle makamını ele geçirmek isteyen kişilerle baş edememekteydi. Gazne Ordusunun başkumandanı Tuğrul Bey, ülkenin içinde bulunduğu zor durum ve saltanat kavgası sebebiyle zayıflayan Gazne Devletinin itibarını yeniden kazandırmak için yönetime el koydu ve tüm saltanat varislerini öldürerek hükümdarlığını ilan etti (1050).


Tuğrul Bozan Dönemi

Tuğrul Bozan Han, Gaznelilerin kötü gidişatına son vermeyi başardı. Saltanat varislerini öldürerek taht mücadelesine son vermişti. Bu hamlesiyle devlet içindeki mücadeleler sona erdi. 1040 yılından buyana devam eden Selçuklu akınları da Sultan Ali döneminde durduruldu. Gaznelilere kaybettiği itibarı yeniden kazandırmak için hem devlet içindeki teşkilatlandırmayı güçlendirdi, hem ordunun nizamını ve gücünü yeniden toparladı hem de sınır komşuları ile ilişkileri kontrol altına aldı. Bu anlamda, Sultan Ali, Gaznelilerin 2. Sebüktegin’i olarak anılmaya başlanmıştır. Tuğrul Bozan Han, başarılı hâkimiyet dönemi sonrasında 1059 yılında vefat edince yerine kardeşi İbrahim geçti.


Sultan İbrahim Dönemi

Sultan İbrahim, Gaznelilerin hükümdarı olduğu ilk yılında ilk iş olarak Selçuklularla sulh yaptı. Zira Selçuklular artık bir beylik değil büyük bir Devlet haline gelmişlerdi ve Gazne Devleti, Selçuklularla mücadele edebilecek güce sahip değillerdi. Selçuklularla yapılan sulhun ardından iyi ilişkiler kurmak için oğlu Mesut’u Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kızı ile evlendirdi. Böylelikle sağlanan barış, akrabalık ilişkileri ile pekiştirilmiş oldu. Sultan İbrahim, batı sınırındaki Selçuklu tehdidini sulh ile bertaraf ettikten sonra, atası Gazneli Mahmut döneminde fethedilen Hindistan coğrafyası üzerinde kaybettiği hakimiyeti geri kazanmak için yoğun çaba sarfetti. Art arda giriştiği Hindistan seferleri ile doğu sınırlarını Ganj nehrine kadar ilerletti. 40 senelik saltanatı döneminde Gaznelilerin güçlenmesini ve yeniden ayağa kalkmasını sağladı. 1099 yılında vefat edince de yerine oğlu 3. Mesut geçti.


3. Mesut Dönemi

Sultan İbrahim’den sonra yerine geçen oğlu 3. Mesut, babasının iyi ilişkiler içerisine girdiği ve aynı zamanda damadı olduğu Selçuklular ile dostluğunu devam ettirdi. Bu dostluk neticesinde 16 yıllık hâkimiyeti döneminde Selçuklular ile Gazneliler arasında hiçbir savaş meydana gelmedi ve ülkenin batı sınırları güvence altına alınmış oldu. Doğuda ise babası İbrahim’in seferlerle yeniden kontrolü altına aldığı Hindistan bölgesi üzerindeki fütuhatı devam ettirerek Gaznelilerin Hint coğrafyasındaki etkinliğini pekiştirdi. 3. Mesut, 16 yıl boyunca ülkesini dış tehditlerden uzak tutmayı başararak hem ülke içinde huzuru sağladı hem de Gaznelilerin bölgesel hâkimiyetini muhafaza etti. Ancak 3. Mesut’un vefatından sonra Gazneliler yine iç karışıklıklarla boğuşmak durumunda kaldı. 3. Mesut’un 1115 yılında vefat etmesiyle yerine oğlu Şirzad geçti.


Gaznelilerin Selçuklu Hakimiyeti Altına Girmesi ve Yıkılması

3. Mesut’dan sonra yerine oğlu Şirzad’ın geçmesiyle veliaht kardeşler arasında saltanat mücadelesi baş gösterdi. 3. Mesut’un diğer oğlu Arslan, kardeşi Şirzad’ı öldürerek yerine geçti. Arslan, aynı akıbetin kendi başına gelmemesi için diğer saltanat rakibi olan kardeşi Behram’ın üzerine yürüyerek ortadan kaldırmaya teşebbüs etti. Ancak Behram, Selçuklu Devletine sığınınca Selçuklular Gaznelilerin içine düştüğü bu durumdan istifade ederek Behram’ı desteklediler ve Gazne üzerine peş peşe iki sefer düzenleyerek Sultan Arslan’ı öldürüp yerine Behram’ı getirdiler (1117). Behram, Selçuklu sultanı Sencer Bey’in desteği ile Gaznelilerin Sultanı olmuştu ancak Gazne Devleti artık Selçuklu boyunduruğu altına girmiş durumdaydı. 

Behram Şah, Selçukluların himayesi ve desteğiyle Gaznelilerin Sultanı olabilmişti. Bu durum, giderek Selçukluların Gazneliler üzerindeki politikalarını da şekillendiren bir unsur haline geldi. Selçuklular, artık Gaznelileri bir nevi vilayet gibi idare ediyor, vergi alıyor, Devlet politikalarını belirleyerek Gazne Askerlerini kendi ordusu içerisinde kullanabiliyordu. Zira Gazne Devleti de bölgesel otoritesini yitirmiş durumdaydı ve karşılaştığı zorluklarla tek başına mücadele edebilecek güce sahip değildi. Bu durum, giderek zayıflayan Gazneliler için sonun başlangıcı anlamına geliyordu. Zira Gazneliler, Selçuklu devletine faydalı olabildikleri sürece varlıklarını devam ettirebiliyorlardı ve Gaznelilerin karşılaşacakları olası bir dış tehdit Selçukluların milli meselesi değil, sadece bölgesel siyasetinin bir parçası olacaktır. Behram Şah, Selçuklu Sultanı Sencer’e sadakatini 1135 yılına kadar devam ettirdi. 1135 yılında, Selçuklu boyunduruğundan kurtulmak için kimi teşebbüslerde bulunduysa da Sultan Sencer’in Gazne’ye girerek Devlet Hazinesine el koyması üzerine Hindistana kaçtı. Bu durum karşısında ancak Sultan Sencer’e tekrar itaatini bildirerek yeniden Gazne Hükümdarı olabildi. 

Gazne Devleti, artık Selçuklu boyunduruğu altında zayıflayıp idari otoritesini kaybetmiş durumdaydı. Behram Şah da Selçukluların müsaadesiyle ülkesine hükmedebiliyordu. Behram Şah, 31 yıl boyunca Selçuklu boyunduruğu altında varlığını devam ettirdi. Bu durum 1148 yılına kadar devam etti. Bu tarihlerde, Gazne’nin kuzeyinde bulunan Gur şehrinde, İran-Tacik-Hint toplumlarının bir araya gelerek oluşturduğu yerel bir toplum bulunmaktaydı. Bu toplum, ilerleyen zamanlarda Delhi Sultanlığı olarak anılacak olan Gurlulardır. Gazne Ülkesinin kuzey bölgesinde yaşayan Gurlular, Gaznelilerin zayıflamasından da istifade ederek güçlenmiş ve bağımsızlıklarını ilan etme gayreti içerisine girmişlerdi. Bu gayret ile Gazne Hükümdarı Behram Şah ile görüşmek için Gazne Şehrine gelen Gur Hükümdarı Kutbettin, Behram Şah tarafından halen bilinmeyen bir sebepten ötürü öldürüldü. Hükümdarlarının öldürülmesi üzerine ayaklanan Gurlular, Kutbettin’in kardeşi Suri liderliğinde isyan ederek Gazne ve Bust şehirlerine girdiler. Şehri yağmalayıp tahrip eden Gurluların isyan hareketini bastıramayan Behram, Hindistan’a kaçtı. Gurlular, Gazne şehirlerini yağmalayıp zaten yıkılmak üzere olan Gaznelilerin saygınlığını, itibarını ve idari otoritesini telafi edilemeyecek şekilde yıpratmış oldular. Hindistan’a kaçan Behram Şah, himayesi altında bulunduğu Selçuklular’dan yardım talep edince Selçuklu Sultanı Sencer, 1152 yılında Gazne şehrine girerek Gurluları mağlup etti ve Behram Şah’ın tekrar Gazne’ye dönmesini sağladı. Behram Şah, bir kez daha Selçuklu desteğiyle tahta geçti ve 6 yıl daha hükümdarlık yaparak 1157 yılında vefat etti. 

Behram Şah’ın vefatından sonra yerine oğlu Hüsrev geçmişti. Hüsrev Şah da, babası gibi Selçuklu himayesini kabul ederek varlığını Sultan Sencer’e sadakati ile sağlayabilmişti. Ancak hükümdarlığa geçtikten sadece birkaç ay sonra Selçuklu Sultanı Sencer, Oğuzlar ile mücadelesinde mağlup olarak esir edilince himayesiz kaldı. Selçukluların desteği olmadan ayakta durması mümkün olmayan Gazne Şehri, Selçukluların korkusundan Gazne’den çekilmek zorunda kalan Gurluların taarruzlarına maruz kaldı. Gurlular, Selçuklu tehdidinin bertaraf olmasıyla tekrar Gazne’ye taarruz ederek şehri zapt ettiler ve kontrol altına aldılar. Gurlular’a karşı koyamayan Hüsrev Şah da, Gazne’yi terk ederek Pencap bölgesine yerleşti ve burada kurduğu hâkimiyeti 1186 yılına kadar devam ettirdi. Ancak Gurlular, 1186 yılında Pencap bölgesine de taarruz edince mağlup olarak esir düştüler ve yıkılarak tarih sahnesinden silindiler. Gaznelilerin tebası olan Türk Boyları ise Selçuklular, Karahanlılar, Oğuzlar ve diğer Arap kökenli devletlere sığınarak diğer toplumların arasına karıştılar.
(kaynak:turktarihim.com)

Karahanlılar


Karahanlılar, 9.yy'dan 13.yy'a kadar yaşamış, Türk Tarihinin orta asyadaki temsilcisi olmuş, İslamiyeti kabul ederek ilk Müslüman Türk Devleti olmuşlardır.

Karahanlılar! Türk Devletlerinin Asya'nın içlerine yayılması ve tüm Asya'nın Türk Yurdu haline gelmeye başladığı dönemde Orta Asya iki büyük Türk devletine ev sahipliği yapıyordu. Büyük Göktürk Devletinin yıkılmasıyla küllerinden vücut bulan Uygurlar ve tarihleri boyunca itaat etmeyen, Türk Devletlerine bile boyun eğmeyen, zaman zaman hakimiyet altına girmişse de bunu kabullenemeyen ve sonunda kendi Devletlerini kuran Karluklar.

Uygurlar Manihaizm inancıyla zayıflayıp diğer bir Türk boyu olan Kırgız’ların Süvarilerle donanmış istilacı ordularına yenilince devletsin kalan Uygurlu Türk Boyları yeniden Gök Çatı altında bir medeniyet inşa etmeye teşebbüs ettiler. Büyük bir cengaver ve saygın bir lider olan “Arslan Kara Han”, bu yeni medeniyetin temellerini attı ve Uygurlu tüm Türk boylarının liderliğine geçerek kendisini Türk Dünyasının “Büyük Kağan’ı” ilan etti. Önce önde gelen Türk Boylarından ÇİĞİL, YAĞMA ve TUHSİ boyları Kara Han’a biat etti. Bu büyük birlikteliğe Karluk devletide katılarak Arslan Kara Han’ın liderliğini kabul ettiler.  Türk Coğrafyasında yaşayan diğer büyük ve küçük boylarda Kara Han’ın büyük kağanlığını kabul ederek Büyük Karahanlı Devletini kurdular.

Türk Kültüründe her yön bir renk ile tasvir edilirdi. KARA Kuzey, KIZIL Güney, GÖK Doğu, AK Batı olarak anılırdı. Arslan Kara Han kendi unvanını Devlet İsmi  olarak belirledi ve Türk Coğrafyasının kuzeyinde vücut bulan bu hareketin adı da, liderinin unvanı gibi KARA oldu. Artık Bozkırlar 370 Yıl Türkleri bu unvanla anacaktır.

Arslan Kara Han Dönemi (840 – 883)

Türk Dünyasının yeni lideri Arslan Kara Han, ülkesini 43 yıl gibi çok uzun bir süre başarıyla yönetti. Ülkenin siyasi, askeri ve bölgesel teşkilatlandırmalarını Göktürkler ve Uygurlar dönemindeki gibi Türk töresine ve nizamına göre tanzim etti. O yıllarda Çin Talas mağlubiyeti sonrası Türkistan’dan çekilmişti ve Türkler için Çin tehdidi ortadan kalkmıştı.

Arslan Kara Han, Seyhun nehri ile yıkılan Uygur Devletinin Batısını içine alan bölgeyi hakimiyeti altına alarak Karahanlı Devletinin sınırlarını çizmiş oldu. Artık Doğudaki Çin tehdidi sona ermişti. Batıda ise Abbasilerin hakimiyeti altında yaşayan Sasaniler bulunuyordu. Sasaniler, İslam orduları tarafından yıkılıp (642) önce Emeviler, sonrasında ardılları Abbasilerin hakimiyeti altına girmişlerdi. 200 yıl Arap hakimiyeti altında yaşayan Sasani Devleti, Abbasilerin zayıflaması ve Sasani topraklarında otorite boşluğunun oluşmasıyla “Saman Hüda” önderliğinde bir devrim hareketine sahne oldu (875). Saman Hüda’nın yönetimi ele geçirmesiyle Sasani coğrafyası üzerinde Samani Devleti vücut buldu. Önceleri Abbasi boyunduruğu altında yaşayan Sasaniler önemli bir tehdit oluşturmuyorlardı ancak bu yeni devlet zamanla güçlenerek Karahanlıların tek büyük düşmanı haline geleceklerdi.

Abbasi boyunduruğundan kurtulan Samaniler, kısa süre içerisinde sınırlarını genişleterek büyük bir devlet haline geldiler. Üstelik Karahanlılar için önemli ve stratejik bir bölge olan Maveraünnehire ilerleme niyetindeydiler. Arslan Kara Han, yükselen Samani tehlikesine karşı Maveraünnehiri zapt ederek sınırlarına dahil etti ve Samanilerin bu stratejik bölgeye yerleşmelerini engelledi (880). Maveraünnehirin Karahanlı topraklarına dahil edilmesiyle Karahanlılar Aral gölünden Gobi çölüne kadar olan geniş bir coğrafyaya hükmeder hale gelmişti.

Arslan Kara Han, yıkılmış bir ülkenin küllerinden yeniden vücut verdiği Büyük Karahanlı Devletini 43 yıl içerisinde Orta Asyanın en büyük devleti haline getirmişti. Arslan Kara Han’ın 883 yılında vefat etmesi üzerine oğlu Bazır Han, ortak kağan olarak da diğer oğlu Oğulçak Han birlikte yönetime geçtiler.

Bazır Han Dönemi (883 – 924)

Arslan Kara Han’ın büyük oğlu olan Bazır Han, ülkenin yönetimine geçince Türk Töresi gereği “Sol Yabgu” yani ortak kağan olarak kardeşi Oğulçak Han’ı tayin etti. Bazır Han Balasagun’u merkez yaparak ülkenin doğu yakasını, kardeşi Oğulçak Han’da Taraz’ı merkez yaparak batı yakasını kontrolleri altına aldılar. Doğuda ortadan kalkan Çin tehdidi ile Karahanlılar için ülkenin doğu sınırları nispeten daha güvendeydi. Oysa Batı sınırında ortaya çıkan Samani tehlikesi devam ediyordu. Arslan Kara Han döneminde savuşturulan ve Maveraünnehir’e ilerlemeleri engellenen Samaniler, Bazır Han döneminde de Karahanlı coğrafyası üzerinde hakimiyet sağlama niyetindeydiler.

Arslan Kara Han’ın vefat etmesi Samaniler için önemli bir fırsattı. Zira Oğulçak Han henüz yönetime geçmemiş, merkez olarak Taraz’a yerleşmemişti. Bu fırsattan istifade eden Samaniler Karahanlı topraklarına girerek Taraz Şehrini zapt ettiler. Oğulçak Han, merkez olarak Tarazı seçmişti ancak henüz yönetime geçtiği için Samanilerin üzerine gitmek yerine Kaşkarı merkez yaparak Tarazı geri almak üzere hazırlıklara başladı. Oğulçak Han, hazırlıkların tamamlayıp Taraza girmek üzereyken Samani devleti içerisinde saltanat mücadelesi baş gösterdi. Şehzadeler hükümdar olabilmek için birbirleriyle kanlı mücadeleler içerisine giriştiler. Bu mücadele neticesinde ülkesinden kaçmak zorunda kalan Samani şehzadesi Nasr Bin Ahmet, Karahanlılara sığınarak Oğulçak Han’ın himayesine girmeyi talep etti. Oğulçak Han, Nasr’ın himaye talebini kabul ederek sadakatini ödüllendirmek ve şehzade olarak saygınlığını korumak amacıyla kendisine Artuç şehrinin idaresini verdi ve vali tayin etti. Nasr Bin Ahmet, Samani Devletindeki karışıklıklar sona erdikten sonra da geri dönmek yerine Artuç şehrinde kalmayı tercih etti. Uzun yıllar Artuç valiliği yapan Nasr, Artuç’u Müslüman ve Türk tüccarların uğrak yeri  ve önemli bir ticaret merkezi haline getirdi.

Nasr’ın henüz Artuç valisi olduğu dönemde, ilerleyen yıllarda Müslüman olup Karahanlıların başına geçerek  olan Büyük Kağan Bazır Han’ın oğlu Satuk Han, devletin idaresinde görev alması için Oğulçak Han’ın yanına gönderilmişti. Oğulçak Han, henüz 12 yaşında olan yeğeni Satuk’u askeri ve idari vasıflar edinmesi için Artuç şehrine, Nasr Bin Ahmet’in yanına gönderdi. Nasr hem adaletli bir idareci, hem de sevilen bir din adamıydı. Nasr’ın öğretilerinden ve kişiliğinden etkilenen Satuk, zamanla Müslümanlığı kabul edecek ve ülke yönetimine el koyarak Karahanlı devletini Müslüman bir devlet haline getirecektir.
Satuk Buğra Han Dönemi (924 – 955)

Satuk Buğra Han, babası Bazır Han ve amcası Oğulçak Han’ın vazifelendirerek Artuç’a Samani şehzadesi Nasr’ın yanına gönderilince İslamiyetle tanışmış, henüz 12 yaşındaken Nasr’ın tavsiyeleriyle Müslümanlığı seçmişti. Ancak ne babası nede amcası Müslüman olmadığı için bunu 25 yaşına kadar gizlemek zorunda kalmıştır. Zira Karahanlılar, hem Gök Tanrı inancına sıkı sıkıya bağlılardı hem de ataları Uygurlar daha önce Gök Tanrı dini yerine din değiştirerek Maniheizm’e itibar ettikleri için törelerinden kopmuş ve yıkılmışlardı. Satuk Buğra Han’ın Nasr’ın yanında geçirdiği 13 yıl boyunca Karahanlı devleti büyümüş, doğuda ve batıda azalan dış tehditler hasebiyle de güçlenmişti.

Satuk Han, babası Büyük Kağan Bazır Han’ın varisi durumundaydı. Karahanlıların yönetimi kendisine geçecekti ve kendisini buna hazırlıyordu. Satuk Han’ın amacı tüm Karahanlıları İslamiyet ile tanıştırmaktı ve kuşkusuz Karahanlı Devletini Müslüman bir devlet haline getirmek niyetindeydi. 25 yaşına geldiğinde Müslüman olduğunu ilan etti ve hükümdarlığa geçmek için babası Bazır Han’ın ölümünü beklemeden harekete geçti. Hem amcası Oğulçak Han’a hemde babası büyük kağan Bazır Han’a meydan okuyarak yönetime geçmek için sefer hazırlıklarına başladı. Babası Bazır Han’ın yaşı ilerlemişti. Satuk Han her halükarda Büyük Kağan olacaktı. Bu sebeple pek çok büyük Karahanlı boyu kendisine biat ederek destek destekliyordu. Bunun yanında Müslüman toplumlar üzerinde saygınlığı olan Nasr’ın Satuk han’a destek vermesiyle de pek çok Karahanlı olmayan Müslüman boylar Satuk Han’ın yanında yer aldı. Satuk Han, kendisini destekleyen boylardan ve emrine verilen Karahanlı askerlerinden oluşan ordusuyla Ferganaya doğru ilerleyerek amcası Oğulçak Han’ın ordularıyla karşı karşıya geldiler. Oğulçak Han otoritesini korumak, Satuk Han’da iktidarı ele geçirmek için mücadele ediyordu. Fergana vadisinde yaşanan savaşta Satuk Han savaşı kazandı ve amcası Oğulçak Hanı savaş meydanında öldürerek ülkenin Batı Kanadını hakimiyeti altına aldı.

Satuk Han için artık tek engel babası Bazır Han’dı. Bazır Hanın ordusu, oğlu Satuk’un ordusu karşısında yetersizdi. Zira pek çok Karahanlı sülalesi artık Satuk Hanı büyük kağan olarak görmek istiyordu. Bunun üzerine Bazır Han, oğlu Satuk’a karşı Çinden yardım talep etti.

Bazır Han, oğlu Satuk Han’a karşı Çin’den yardım ve destek alsa da Balasagunda yaşanan büyük savaşta galip gelerek yine savaş meydanında babası Bazır Han’ı öldürüp tek başına Karahanlı hükümdarlığına geçti ve Türk Töresi gereği kendisine unvan belirleyerek “Satuk Buğra” adını verdi.

Satuk Buğra Han, her ne kadar ülkesinin yönetimini devralmışsa da Karahanlıların yaşadığı bu handikaptan istifade etmek isteyen boylar Satuk Buğra Han’a karşı isyan hareketine giriştiler. Bazır Han’ın ordusunda görev alan Çiğil boyu, nüfus olarak oldukça kalabalık olan Yağma boyu ve tam anlamıyla Karahanlı hakimiyetini kabullenmemiş olan Oğuzlar Satuk Buğra Han’a biat etmediklerini açıkladılar. Bunun üzerine Satuk Buğra Han, ülkenin doğusunda yaşayan bu boyların yaşadığı şehirleri zapt ederek hakimiyetini kabul ettirdi ve Karahanlıların tartışılmaz lideri haline geldi.

Satuk Buğra Han, askeri ve siyasi olarak Karahanlı devletinin yönetimini tam anlamıyla eline aldıktan sonra ülkesini İslam ahlakı ve kurallarına göre yeniden şekillendirdi. Karahanlıların Müslüman bir ülke olduğunu ilan ederek İslamiyeti ülkenin resmi dini haline getirdi. Satuk Buğra Han, 31 yıllık hakimiyet döneminde halka hiçbir zorlama yapmadan, mecbur koşmadan İslamı kabul etmeye davet etti. Satuk Han’ın bu daveti Karahanlı toplumlarınca kabul görerek kitleler halinde İslamiyete geçişler başladı.

Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla Samaniler ve Emevilerle iyi ilişkiler içerisine girildi. Bu iyi ilişkiler neticesinde sınırdaşı olan Arap ve Fars ülkeleriyle anlaşmazlıklar meydana gelmedi. Doğuda da Çin tehdidi ortadan kalkmıştı ancak ülkenin Kuzeydoğu bölgesinde yaşayan Moğol kökenli istilacı Karahıtaylar sahip oldukları coğrafyayı Karahanlı Devletinin doğu topraklarını içine alacak şekilde genişletmek için saldırıya geçmişti. Satuk Buğra Han bunun üzerine ordularını hazırlayıp Karahıtayların üzerine sefer düzenledi ve Karahanlı topraklarına girmelerini engellediği gibi Karahıtayların kontrolünde olan Turfan bölgesini de zapt ederek ülkesine dahil etti. Satuk Buğra Han, savaşı kazanmıştı ancak ilerleyen yaşı hasebiyle ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Karahıtay seferinin dönüşünde ata dahi binemeyecek durumda olan  Satuk Buğra Han, askerleri tarafından taşınarak ülkesine geri dönebildi. Yakalandığı hastalıkla 1 yıl kadar mücadele etse 995 yılında hayata gözlerini yumdu. Satuk Hanın vefatından sonra töre gereği ülke yönetimine büyük oğlu Musa Beytaş geçti.
Karahanlıların Yükselişi ve İslamiyetin Yayılışı (955 – 998)

Satuk Buğra Hanın ölümünden sonra geçen 45 yıl, Karahanlılar için islamiyetin toplumun geniş kitlelerine ulaştığı, ülke yönetiminin ve Karahanlı himayesindeki Türk Boylarının günlük yaşantılarındaki alışkanlıkların İslamiyet ahlakı ve adaletiyle şekillendiği, hem Türk Tarihinde hem İslam Tarihi için önemli bir kilometre taşı kabul edilen altın yıllardı.

Satuk Buğra Han’dan sonra yerine geçen oğlu Musa Beytaş’ın  958 yılındaki erken ölümü üzerine yerine kardeşi Süleyman Arslan Han geçti. Süleyman Arslan Han’da babası Satuk Buğra Han gibi İslamiyeti seçmiş, babasının başlattığı İslamlaşma akımını devam ettirerek toplum nezdinde geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Doğuda Çin tehdidinin kalkması, batıda Samanilerin zayıflaması ile dış tehditlerden uzak yaşanan bu yıllarda toplumun islama ilgisi arttı ve Müslüman nüfus hızla arttı. 955-998 yılları arasında yaşanan İslamlaşma sürecinde Karahanlı toplumunun neredeyse yarısı Müslümanlığı kabul ederek İslam akit ve adetlerine göre yaşamaya başladılar. Artık Karahanlılar Devleti ve Milletiyle tam anlamıyla Müslüman bir ülke haline geldi.

Süleyman Arslan Han ülkesini uzun yıllar yönetmiş, yönetimi  döneminde Karahanlı toplumlarını İslama davet ederek Türklerin Müslümanlığa geçişini hızlandırmış, ülkesine barış içerisinde 40 yıl idare etmişti. İlerleyen yaşı hasebiyle 998 yılında vefat etmesiyle Karahanlıların barış içerisinde yaşadıkları dönemde sona ermiş olacaktır. Süleyman Arslan Han’ın vefatı ile yerine ağabeyi Musa Beytaş’ın büyük oğlu Ahmet Togan Han geçmiştir.

Ahmet Togan Han Dönemi (998 – 1015)

Ahmet Togan Han, amcası Süleyman Arslan Han’ın vefatı üzerine hükümdarlığın esas sahibi olan babası Musa Beytaş’ın varisi olarak, kardeşi İlek Nasr’da ortak kağan olarak Karahanlıların yönetimini üstlendiler. Yine Türk Töresi gereği Ahmet Togan Han büyük kağan olarak ülkenin Doğusuna, İlek Nasr’da ortak kağan olarak Batısına yerleşerek bu bölgelerin idaresini üstlendiler.

Bu tarihlerde iç mücadeleler ve dış baskılar sonucunda zayıflayan Samani devleti yıkılma sürecine girmişti. İlek Nasr, bu fırsattan yararlanıp hem Karahanlılar için en büyük düşman olan hem de Müslüman olmalarına vesile olan Samani devletini yıkarak Maveraünnehir’i Karahanlı topraklarına dahil etti (999). Samani devleti yıkılmıştı ve önemli bir düşman bertaraf olmuştu ancak şimdi yeni bir düşmanları vardı. Asya bozkırlarında kendi egemenliklerini kazanan ve Karahanlılar gibi Türk ve Müslüman olan Gazne Devleti bu tarihlerde en parlak yıllarını yaşıyordu. Samanilerin yıkılmasıyla aynı soydan geldikleri Gazne Devleti ile sınırdaş olmuşlardı. Gazne Devletinin başında Gazneli Mahmut bulunuyordu ve oldukça güçlü bir devlet haline gelmişlerdi. İlek Nasr, Samanileri yıkıp Maveraünnehire  hakim olunca Gazne Devletiyle sınırdaş olup anlaşma yaparak Amu Derya olarak anılan Seyhun Nehrini sınır Gazne-Karahanlı sınırı olarak belirlediler (1001).

Yeni sınırdaş Gazne Devletiyle anlaşma yapılmıştı ancak savaşçı ve mücadeleci bir kişiliğe sahip olan İlek Nasr bununla yetinmeyerek Horasan bölgesini (Bugünün Tahran/İRAN’ın doğusu) sınırlarına dahil etmek istiyordu. Karahanlı – Gazne barışı sadece 7 yıl sürdü. İlek Nasr, stratejik bir hamleyle Gazneli Mahmut’un Pencap bölgesinde sefere çıkmasıyla Horasana girdi ve şehri zapt etti (1008). İlek Nasr’ın amacı Gazneli Mahmut’u sefer dönüşünde yorgun ordusuyla Horasanda karşılayıp savunma savaşı yapmaktı. İlek Nasr ve Gazneli Mahmut, Pencap seferi dönüşünde Belh Şehrinde karşı karşıya geldiler. Tarihe Belh Savaşı olarak geçen meydan muharebesinde Karahanlı ve Gazneli orduları büyük bir mücadeleye giriştiler. Bu iki büyük ordunun mücadelesi neticesinde Gazneli Mahmut, yorgun ordusuyla savunma savaşı yapan Karahanlı ordusuna karşı galip gelerek Horasanı geri almış, İlek Nasr ise Karahanlılar için infiale sebep olacak bu savaştan yenik ayrılarak Maveraünnehir’e geri dönmek zorunda kalmıştı.

Belh Savaşı kaybedilmişti ancak bu mücadele sadece kaybedilmiş bir savaş olmakla kalmadı. Belh yenilgisi Karahanlı aileleri arasında mücadele ve anlaşmazlıklara sebep oldu. Büyük Han Ahmet Togan, kardeşi İlek Nasr’ı bu ağır yenilgi sebebiyle itham edince İlek Nasr, ağabeyi büyük han Ahmet Togan’a meydan okudu. Kimi Tiginler Ahmet Hanı, kimi Tiginler İlek Nasr’ı destekleyince iki kardeş arasında mücadele kaçınılmaz olmuştu. İlek Nasr başarılı bir komutandı ve güçlü bir ordusu vardı. Ahmet Togan Hanın ordusu ise uzun süredir savaşmamıştı. Bu sebeple Gazneli Mahmut’dan yardım istedi ve Mahmut Han’ın yardımıyla Nasr’ın üzerine baskı kurarak büyük bir savaş meydana gelmeden ayaklanmayı bastırdı. İlek Nasr bu mücadeleden birkaç yıl sonra (1013) yılında vefat etti. Ahmet Togan Han, Nasr’ın ölümü üzerine diğer kardeşi Yusuf Kadir Han’ı ortak kağan yaptı ancak kardeşi Yusuf Kadir Han’la birlikte ülkeyi 2 yıl yönetebildi. İlerleyen yaşı hasebiyle hastalanıp savaşamaz, sefere çıkamaz duruma gelince diğer kardeşi Mensur Arslan Han ülke yönetimine el koyduğunu açıkladı ve kendisini Büyük Kağan ilan etti. Ahmet Togan Han Mensur Arslan Han’ın kağanlığını tanımadı ancak karşı koyamayınca ülkeyi fiilen Mensur Arslan Han yönetmeye başladı. Bu anlaşmazlık Karahanlılar için bir karmaşaya dönüşmeye başladı.

Mensur Arslan Han Dönemi (1015 – 1024)

Mensur Arslan Han’ın ağabeyi Ahmet Togan Han’a meydan okuyarak zorla yönetimi eline alması aile içi mücadelelere ve iç karışıklıklara yol açtı. Büyük Kağan Ahmet Togan Han hastaydı, kardeşi Yusuf Kadir Han ortak kağandı, diğer kardeş Mensur Arslan Han yönetime zorla el koymuştu. Üstelik küçük kardeş Ali Tigin’de başkaldırmış, ülke yönetimine el koymaya teşebbüs etmişti.

Bu keşmekeş içerisinde tüm kardeşler birbirlerine karşı cephe almışlardı ancak Mensur Arslan Han, büyük kağan olması hasebiyle tek başlarına mücadele edebilecekleri bir güç değildi. Bu sebeple kardeşler Ahmet Togan, Yusuf Kadir Han ve Ali Tigin Mensur Arslan Han’a karşı birleştiler. Tüm kağanlar kendisine karşı birleşmiş olsalar da gücü ve otoriteyi elinde bulunduran Mensur Arslan Han, ülke yönetimini elinde bulundurmaya devam etti ve küçük kardeşi Ali Tigini tutsak ederek hapse attı.

Ali Tigin’in hapsedilmesinden kısa bir süre sonra ülkenin batı sınırında yaşayan 100 bin çadırlık garimüslim göçebe istilacılar Karahanlıların üzerine saldırı hareketi içerisine girişmekteydiler (1017). Bu istilacılar Karahanlıların kuzey doğu sınırı olan Turfan bölgesini talan ederek Karahanlı sınırlarının içlerine doğru ilerlemek niyetindeydiler. Mensur Arslan Han kendisini büyük kağan ilan etse de Ahmet Togan Han halen ülkenin Doğusunda söz sahibiydi. Ahmet Togan Han, ilerleyen yaşına ve hasta yatağında olmasına rağmen gayrimüslim göçebelere karşı sefere çıkarak bu kalabalık istilacı göçebeleri geri püskürtüp Turfan’a kadar ilerledi. Bu savaşın sonunda Turfan bölgesini tekrar Karahanlı sınırlarına dahil edildi ancak Ahmet Togan Han bu savaştan kısa bir süre sonra vefat etti.

Mensur Arslan Hanın hükümdarlığa geçmesiyle başlayan kardeş kavgası henüz bitmemişti. Ali Tigin halen hapisteydi. Yusuf Kadir Han ortak kağandı ve Mensur Arslan  Han ile anlaşamıyordu. Her ne kadar Mensur Arslan Han kendisini büyük kağan ilan etmişse de Ahmet Togan Han bunu kabullenmemiş, ülke idaresinin yükünü de Yusuf Kadir Han üstlenmişti. Mensur Arslan Han bu baskılar üzerine kendi rızasıyla Büyük Kağanlıktan vazgeçerek ülkenin idaresini ortak kağan olan kardeşi Yusuf Kadir Han’a bıraktı (1024). Bu barışın ardından hapiste tutulan Ali Tigin’de özgürlüğüne kavuşmuş oldu.

Yusuf Kadir Han Dönemi (1024 – 1032)

Yusuf Kadir Han tartışmasız olarak Büyük Kağan olmuştu ve ülke yönetimini eline amıştı ancak bu barış uzun sürmedi. Bu kez 7 yıl hapiste kalan ve serbest kalan Ali Tigin büyük kağan olmak istiyordu. Üstelik amcası Harunun oğlu Ahmet’de önemli bir kumandandı ve Saltanat mücadelesinin içerisinde yer alarak hükümdar olmak arzusunu açıkça dile getirdi. Ahmet ve Ali Tigin, Yusuf Kadir Han’a karşı güç birliği yaptılar.

Bu tarihlerde Gazneliler gibi diğer bir Türk Boyu Bağdat’da Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atmıştı. Kendi otoritelerine kavuşan Selçuklular büyümüş ve güçlenmişti. Ali Tigin Selçuklu Türklerinin büyük kağanı Arslan beyle iyi ilişkiler kurarak Yusuf Kadir Han’a karşı destek istedi. Ali Tigin, Arslan Bey’den aldığı destekle Buharaya girerek şehri zapt etti. Ahmet Tigin’de kendi kuvvetleriyle Balasagun, Hocent, Ahsikas, Fergana ve Özkent’e ele geçirmişti (1025).  Güçlü bir kumandan olan Ahmet ve Selçuklulardan destek alan Ali Tiginin bu ayaklanması Yusuf Kadir Han’ı zor durumda bıraktı. Önemli şehirler ele geçirilmiş, Yusuf Kadir Han’ın otoritesini sarsmışlardı. Ülkenin yönetimini tümüyle ele geçirmek için Ahmet Han kendisini büyük kağan, Ali Tigin’de ortak kağan ilan ettiler. Yusuf Kadir Han ise Büyük Kağanlıktan vazgeçmeyerek mücadele etmeye devam etti. Bu mücadele 2 yıl boyunca kanlı mücadelelerle devam etti.

Yusuf Kadir Han, Ahmet – Ali Tiginlerin işbirliği ve Selçukluların desteği karşısında yalnızdı. Bu sebeple iyi ilişkiler içerisinde bulunduğu Gazne Hükümdarı Mahmut’dan yardım istedi. Güçlü bir hükümdar olan Gazneli Mahmut’un desteğiyle Ahmet – Ali Tiginler üzerinde baskı kurmaya başladı. Gazneli Mahmut, Ali Tigin’in destekçisi Selçuklu hükümdarı Arslan Bey’i siyasi bir hile ile Kalincar kalesine hapsettirdi. Ali Tigin önemli bir destekten yoksun kalmıştı. Üstelik Gazneli Mahmut’unda hedefi haline gelmişti. Bu tehlikeden kurtulmak için kaçarak çöllerde gizlendi. Aylarca çölde gizlenmek zorunda kalan Ali Tigin, Gazneli Mahmut’un Gazneye geri dönmesiyle geri döndü ve kendisine bağlı olan kuvvetleri tekrar toplayıp Semerkand ve Buharaya saldırarak bu şehirleri zapt etti. Ancak Yusuf Kadir Han’ın Gazneli Mahmut’dan aldığı destekle önce Semerkandı ve Buharayı sonra Ahmet Tigin’in zaptettiği Balasagun, Hocent, Ahsikas, Fergana ve Özkenti geri aldı. Ahmet Tigin, zaptettiği toprakları kaybedince otoritesinide kaybederek hükümdarlık mücadelesinden çekilmek zorunda kaldı. Ali Tiginse Semerkand ve Buharayı kaybettikten sonra kontrolündeki tek bölge olan Maveraünnehire yerleşerek burada “Tavgaç Buğra Han” ünvanıyla Tavgaç Devletini ilan etti.

Yusuf Kadir Han, Gazneli Mahmut’un desteğiyle zapt edilen şehirleri geri almıştı ve otoritesini sağlamlaştırmıştı ancak Maveraünnehiri halen Ali Tigin’in elindeydi. Bu şehir Karahanlılar için hem önemli hem stratejik bir bölgeydi. Yusuf Kadir Han yönetimi elinde tutabilmekteydi ancak henüz Ali Tigin’i tam olarak mağlup edemediği için Maveraünnehir üzerinde otorite oluşturamıyordu. Zira yaşı da oldukça ilerlemişti.

Yusuf Kadir Han’ın destekçisi Gazneli Mahmut 1030 yılında vefat etti. Yusuf Kadir Han, önemli bir müttefikinin desteğinden yoksun hale gelmişti. Yusuf Kadir Han’da 1032 de vefat edince yerine oğulları Süleyman Han büyük kağan olarak, Muhammed Han’da yardımcı kağan olarak ülke yönetimine geçecekti. Önceden beri Karahanlıların yönetimi içi mücadele eden ve bir türlü başarılı olamayan Ali Tigin için bu büyük bir fırsattı. Zira Büyük Kağan ölmüştü ve veliahdı henüz otoriteyi tam olarak eline almamıştı. Bu fırsatı değerlendiren Ali Tigin, kendisini Karahanlıların Büyük Kağanı ilan etti ve Süleyman Han’a başkaldırdı. Ali Tiginin tekrar başkaldırması üzerine varis Süleyman Han, babasının dostu ve müttefiki Gazne Devletinin yeni hanı Mesut Han’dan  yardım istedi. Mesut Han da babasının eski müttefiki olan Karahanlıları geri çevirmedi ve Süleyman Han’a destek vermesi amacıyla Ali Tigin’i ortadan kaldırması için Harezm şehrinin valisi Altuntaş’ı Maveraünnehir üzerine sefere çıkma görevi verdi. Altuntaş ve Ali Tiginin orduları Maveraünnehir sınırında karşı karşıya geldiler. Yaşanan savaşın galibi Ali Tigin oldu ve Harezm valisi Altuntaş savaş meydanında öldürüldü. Gazne Sultanı Mahmut Han, Altuntaşın ölümü üzerine Harezm valisi olarak varisi Harun’u getirdi. Şüphesiz Altuntaşın başaramadığını başarmak için görevlendirilmişti ancak Harun Han, Ali Tiginle işbirliği yaparak Maveraünnehir’i aralarında paylaşmak üzere anlaştılar. Bu çift taraflı ihanet oyunu ortaya çıkınca Gazneli Mesut Han hem Harun Han’ı hem Ali Tigin’i ortadan kaldırmak üzere bizzat ordularının başına geçerek sefer hazırlığına başladı. Ali Tigin, Gaze gibi büyük bir devlete tek başına karşı koyamazdı. Bu sebeple Selçuklulardan yardım istemek için yola çıktı. Ali Tigin, büyük savaşlar yapmış, büyük düşmanlar edinmiş biri olarak çıktığı yolda yağmacı küçük bir hırsızlık çetesi tarafından öldürüldü (1034).

Karahanlıların Bölünmesi

Yusuf Kadir han ve Ali Tigin ölmüştü ancak iç karışıklık sona ermedi. Bu kez Ali Tigin’in büyük oğlu Yusuf Tigin kendisini büyük kağan ilan etti. Karahanlı Devleti artık ne Süleyman Hanın ne de Yusuf Tigin’in kontrolünde değildi. Saltanat mücadelesi içerisine giren hanedan aileleri ve hanedan adayları tüm güçlerini birbirleri ile mücadele etmek için sarf etmeye başladılar. Karahanlılar bu iç karışıklıklarla uğraşırken Tuğrul ve Çağrı bey idaresindeki Selçuklu Devleti Karahanlıların önceden beri almak için mücadele ettikleri Horasan’ı topraklarına dahil ettiler. Bu büyük kayıp Karahanlı ailelerini tümüyle birbirlerine düşürdü. Karahanlı aileleri ve Karahanlı ordusunu teşkile den birlikler destekledikleri hükümdar adayları için birbirleriyle mücadele ederken Selçuklu Devleti Horasana sahip çıkmıştı.

Hanedan ailelerinin birbirleriyle mücadeleleri kanlı ve kalabalık savaşlar halinde artarak devam etti. Bu mücadeleler 8 yıl boyunca şiddetlenerek devam etti. Bu süre zarfında Karahanlı devleti başsız, Karahanlı beyleri, tiginleri ve emirleri altındaki orduları birbirleriyle savaşır durumdaydı.  Bu mücadelelerin sonunda gerçek varis Süleyman Han’ı destekleyenler ile büyük kağanlığını kabullenmeyenler otoritelerini ayırarak aralarında fiziki bir sınır çizdiler. Bu sınırla Süleyman Han Balasagun’u başkent yaparak Doğu Karahanlıların, Süleyman Han muhalifleri de Muhammed Hanı başa getirerek Özkenti başkent yapıp Batı Karahanlıların başına geçtiler. Böylece Karahanlılar 1042 yılında fiilen bölünerek iki ayrı devlet haline geldiler.

Uygurlar

Uygurlar (Uygur Devleti), Şehir hayatına geçen ilk Türk Devleti olmasının yanında tarih, sanat ve kültürel yönlerden büyük bir medeniyet kurmuş ve günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Uygurlar, kadim Türk tarihinin önemli parçalarından biri olan ve Türklerin en eski topluluklarından olan Töles’lerin bir boyudur. Türk tarihine sayısız kitabe, yazıt ve kültürel eserler bırakan Uygurlar yerleşik hayata geçerek yegane geçim kaynağı olarak tarım ve ticareti seçen ilk Türk topluluğu olmuştur. 
"Uygurlar" telafuzunun kelime kökenlerinin Oy(Uy)-Gur hecelerinin birleşiminden meydana geldiği düşünülmektedir. Oy, uymak ve birleşmek, ittifak etmek anlamında kullanılır. Uygurlara Çin kaynaklarında Kao-çi (Yüksek tekerlekli arabalılar) ifadesiyle rastlıyoruz. Türk kitabelerinde ise Dokuz Oğuzlar olarak ifade edilmektedirler. Dokuz oğuzlar ibaresi, dokuz ayrı oğuz boyunun bir araya gelerek oluşturdukları federasyonla güçlerini birleştirmesiyle ortaya çıkmış bir ünvandır.

Uygurların Ana yurtlarının Orhun ve Selenga vadileri olduğu tespit edilmiştir. Varlıklarını Büyük Hun İmparatorluğu döneminden beri bu bölgede idame ettirenUygurlar çoğu zaman Dere Beyliği şeklinde kabileler olarak yönetilmiş, kimi zaman kabileler federasyonlarla birleşerek ortak kültürü paylaşmış ve gerek Çin, gerekse bölgesindeki diğer bölgesel güçlere karşı kendilerini korumuşlardır.


Devlet Kurmadan Önce Uygurlar (M.s. 50 – 744)

Uygurlar, tarih sahnelerine kendi devletlerini kurarak çıkmalarından önce de tarih kaynaklarında çok kez geçmişlerdir. Uygurlar, ilk olarak Hun dönemindeki hakimiyet mücadelelerinde ve Çin’in bu bölgedeki faaliyetleri sürecinde karşımıza çıkıyor. Hun döneminin sona ermesi ve Göktürk olarak tabir ettiğimiz Türk Birliğinin oluşmasıyla ortaya çıkan Büyük Türk Federasyonu döneminde sahip oldukları beylik Türk Birliğine İlhak edilmiştir.

Uygurların Çin ile politik ilişkileri, Uygur devletini kurmadan önce başladı. 646 yılında Çin, bölgedeki Göktürk hakimiyetine karşı Uygurları destekleyerek Türk birliğinin zayıflamasını amaçlıyordu. Büyük Göktürk Devletinin bölünmesinden sonra Batı Göktürklerin hakimiyetlerini kaybetmeye  başlamasıyla tekrar beylik sistemine geri dönen Uygurların başında Tumitu bulunuyordu. Tumitu’nun, Çin’den aldığı destekle kendisini İlteber ünvanı ile Kağan ilan etmesiyle Uygurlar ilk devlet  kurma teşebbüslerini gerçekleştirmiş oldular.

Tumitu, kısa bir süreliğine ve Çin’in boyunduruğu altında ilk devletini kurmuş olsa da bu teşebbüs başarıyla sonuçlanamadı. Zira Tumitu, devletini kurmak için Çin’i kullanmıştı. Çin, politikalarını gerçekleştiremeyeceği bir Hakan istemiyordu. Çin, 648 yılında muhtelif entrikalar ile Tumitu’yu öldürdü ve yerine Tumitu’nun oğlu Pojon geçmesine rağmen Holu adında kukla bir kağanı On-Ok’ların başına kağan olarak tayin etti. Pojon, bu durum karşısında saf dışı kaldı ve babası Tumitu’nun kurduğu kağanlığın başka bir kağanlığın boyunduruğu altına girmesini kabullenmedi. Bunun üzerine 656 yılında Holu’yu öldürerek Çin’in üzerine yürüdü ve Taşkent yakınlarına kadar ulaştı. Daha fazla ilerleyemese de Uygurlar’ın Çin için kolay lokma olmadığını ve rüştünü ispat etmiş oldu.

680 yılına gelindiğinde Asyadaki Türk Birliği yeniden kuruluyordu. Göktürk Devletinin 657’de tamamen yıkılmasıyla Çin boyunduruğuna giren ve Türklerin 23 yıl süren Çin Esareti, 680 yılında ortaya çıkan İkinci Göktürk Devleti (Kutluklar) ile Türk Dünyası kabuk değiştirmeye başlamıştı. Uygurlar, kimi zaman beylik kimi zaman kağanlık denemeleriyle kendi yönetimleri altında yaşamaya devam etmekteyken ortaya çıkan İkinci Türk Birliği (Kutluklar) ile tekrar Göktürk’lere bağlanmak zorunda kaldılar. Uygurların kendi yönetimlerinde ısrar etmelerinden dolayı bu ilhak teşebbüsleri mücadele ve savaşlarla gerçekleşmiştir. 35 yıl boyunca Göktürk hakimiyeti altında kalan Uygurlar, Göktürklerin zaman içerisinde güç kaybetmesiyle isyan ederek 716 yılında tekrar kendi yönetimlerini oluşturdular. Bu ayrılıktan sonra Göktürklerin giderek zayıflaması ve Göktürklere bağlı olan diğer güçlü kavimler olan Basmıl ve Karluklarında kendilerine katılmasıyla güç kazandılar. Ancak Göktürk Kağanı Ozmış, Dokuz Oğuzlar olarak adlandırılan Uygur topluluklarını tekrar Göktürk Birliği içerisine almak için ordusunun başında Uygurların üzerine yürüdü. Bu savaşta galip gelen Uygurlar, Ozmış’ı mağlup ederek savaş meydanında öldürmüştür (742).

Uygur Devletinin Kuruluşu (744)

Göktürk Devleti, Ozmış’ın ölümü ile giderek zayıflamaya başlamıştı. Bu zayıflıktan istifade eden Türk boyları Basmiller ve Karluklar, Uygurlar ile birlikte yeni bir kağanlık kurmaya teşebbüs ettiler. 743 yılında kurulan bu Kağanlığın sol yabguluğu (Doğu yabguluğu) Basmiller, sağ yabguluğu (Batı yabguluğu) Karluklar tarafından idare edilmekteydi.

Uygurlar, yeni kağanlık döneminde Göktürklere karşı birlikte hareket ettikleri Basmıl ve Karluk boylarıyla mücadele içerisine giriştiler. Bu mücadeleyi kazanan Uygurlar, Basmıl ve Karluk boylarını mağlup ederek kağanlığın yönetimini ele geçirdi. Uygur kağanı “Kutluk Bilge Kül Kağan” ünvanıyla kendi kağanlığını ilan etti ve Uygurları tarih sahnesine çıkartmış oldu. (744)

Uygurlar, bu döneme kadar Dokuz Oğuzlar olarak anılmaktaydı. Dokuz Oğuzlar dokuz ayrı oğuz boyundan meydana gelmekteydi. 744’deki bu mücadele neticesinde Basmil ve Karluk boylarınıda kendilerine katarak toplamda 11 boya ulaştılar. Daha önceki birliklerinin adı olan Dokuz Oğuz ifadesi, iki yeni boyunda katılımıyla Uygurlar (Akraba ve müttefikler) olarak geçmeye başlamıştır.
 

Kutluk Bilge Kül Kağan (744 – 747)

Kutluk Bilge Kül Kağan, 744 yılındaki mücadelesinden sonra kurduğu Uygur Devletini, ortak Türk kültürü doğrultusunda idame ettirmiştir. Göktürk devlet teşkilatlanmasını ve Türk kültürünün etken nitelikleri Uygurlar döneminde de görülmektedir. Ancak, kültürün yanı sıra dini inanışlarında, geleneksel Türk dini olarak kabul edilen Gök Tanrı (Şamanizm) inancının yanı sıra Mani adlı bir dinde itibar görmeye başlamıştı. Bu din, et yemeyi, her ne sebeple olursa olsun insan öldürmeyi yasaklayan, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve Budizm inanışlarının bir karışımıdır.

Kutluk Bilge Kül Kağan, Uygurların Devlet teşkilatının kurulması ve otoritesine kavuşmasından kısa bir süre sonra vefat ettiğinde yerine oğlu Bayan Çur yönetime geçti. 


Bayan Çur Dönemi (747 – 759)

Bayan Çur, babasından devraldığı Uygur devletini babası gibi savaşçı kimliğiyle yöneterek devletinin hakimiyet sahasını kuzey, güney, doğu ve batı yönlerine doğru genişletmiş, Kuzeyde Kırgızlar, Batıda Karluklar, Türkeşler ve Basmıllar, bunların yanında Sekiz Oğuz, Dokuz Tatar ve Çik boyları Uygur hakimiyetine karşı güçlerini birleştirmişse de Bayan Çur, tüm bu Türk boylarının isyanlarını bastırarak hakimiyet sahasını genişleterek bu toplulukların bulunduğu bölgelere oğullarını yabgu ve şad olarak tayin etmiştir.

Bayan Çur’un yönetime geçmesinden sonra ilk yaptığı işlerden biride, tarım ve ticarette merkez niteliği taşıyan Karaşar ve Beş Balıg şehirlerini tesir altında tutmuş olmasıdır. Bu bölgeler, halkın tarım ve ticaret ile uğraşarak geçimlerini sağladığı önemli merkezlerdi. Bayan Çur, bu bölgeye Uygur topluluklarının yerleşmesini ve tarım ve ticarete yönelmesini sağlamıştır.

751 yılına gelindiğinde, hem İslam Tarihi hem de Türk Tarihi için çok önemli bir savaş meydana geldi. Tarih kayıtlarında Talas Savaşı olarak geçen bu mücadelede Asyanın içlerine ilerlemek isteyen Araplar Çine kadar ilerlemişti. Tarihin bu ilk Arap-Çin savaşı, aynı zamanda Araplar ile Türklerin ilk teması niteliğini taşıyordu. Bayan Çur, bu savaşta Arap’ları destekleyerek kendisine bağlı olan Karlukları Arap ordusuna yardıma göndermiştir. Araplar, bu savaşta muhakkak ki Karluklarında yardımı ile Çin’i ağır bir mağlubiyete uğratarak Çin’i asyanın içlerinden çekilmeye mecbur bıraktı. Uygurlu halkı Turfan bölgesindeki Karaşar-Beşbalıg şehirlerine göndererek burada nüfuz kazanmayı amaçlayan Bayan Çur, Çin’in Talas savaşını kaybetmesiyle neticesinde iç asya ve Turfan bölgesinden tamamen çekilmesiyle bu bölgeye tamamen hakim hale gelerek Turfan bölgesindeki tarım ve ticaretin ev sahibi oldu. Çin’inde bölgeden çekilmesi ve Çin tehdidinin ortadan kalkması Uygurların, tarım ve ticaret ile ilgilenerek refah seviyelerini  yükseltmesine olanak sağlamıştır. Uygurlar, böylece ticaretin bir gereği olarak şehir yaşantısına geçerek yerleşik düzende yaşamaya başlamışlar, refah seviyelerinin yükselmesiyle de eğitim, sanat ve kültüre daha çok zaman ayırmışlardır. Bu nedenle Türk tarihinde şehir hayatına ilk geçen toplum  Uygurlar olmuştur.

Çin, Talas savaşındaki ağır mağlubiyetten sonra iç karışıklıklar yaşamaya başladı. Çin’e tabi topluluklar birleşerek ayaklanıyor, bu ayaklanmalar Çin’in saltanat ailelerinin birbirleri ile olan mücadelelerini de kızıştırıyordu. Bu ayaklanmalardan birinde, annesi Türk olan Anluşan adında bir Çin generali, Tibetlilerden oluşan 200 bin kişilik bir atlı kuvvet oluşturarak Çin’e karşı mücadele içine girişti. Çok sayıda süvariden oluşan ordusu ile 756 yılında Loyang’ı, 757 yılında ise Çangan’ı zaptetti. Zor durumda kalan ve bu saldırıya karşı güçsüz durumda olan Çin, Bayan Çur’dan yardım istemek zorunda kaldı. Çin – Uygur ilişkileri daha çok Çin’in menfaatleri ekseninde gelişmekteydi. Ancak bu kez Çin zor durumdaydı ve Uygurların yardımını istiyordu. Bayan Çur, Çin hanedanlığına yardım ederek Almuşan’ın saldırılarını engelledi ve zaptettiği Loyang ve Çangan’ı geri aldı. Çin hanedanı, Bayan Çur’un bu yardımına karşılık 20 Bin ton ipek, Uygurlu tücarların Çin’e girişine izin ve Hanedanın kızını verdi. Bayan Çur, bu savaşın sonunda 20 Bin ton ipeği almış, Çin prensesi ile evlenmiş, Turfan bölgesinde ticaretle uğraşan Uygurların Çin’e girişi içinde anlaşmış oldu.

Bayan Çur, yönetimde bulunduğu 12 yıl içerisinde devletinin hakimiyet sahasını genişletmiş, Uygur toplumunun tarım ve ticarete yönlendirerek refah seviyesini yükseltmiş ve şehir düzenine geçerek toplumunu yerleşik hale getirmiştir. Kültür ve sanat alanında da ilerleyen Uygurlar, bugünlere kadar ulaşan pek çok yazıt, kitabe ve sanatsal eseride Bayan Çur döneminde ortaya çıkartmıştır.

Bayan Çur, 759 yılında vefat etmiş ve yerine oğlu Bögü geçmiştir.



Bögü Dönemi (759 – 779)

Bögü, 20 yıl gibi uzun bir süre Uygurları yönetmiş ancak aynı zamanda Uygurların felaketini hazırlamıştır. Bögü, atalarından miras gelen yegane din ve kültür değeri olan “Tek Tanrı” Şamanizm inancını terk ederek Manieizm adlı bir dine inanmaktaydı. Bu din, Asya bölgesinin bir kısmında ve Çin’in içerisinde küçük bir zümrede itibar gören bir dindi. Bögü, bu inanışını toplumuna yaymak amacıyla pek çok teşebbüste bulundu. Pek az kişinin itibar ettiği bu inanış, Uygurların Savaşçı kişiliğini yok ederek Uygurların gücünün zayıflamasına ve yıkılmasına sebep olacaktı.

Çin’in Uygurlar ile olan münasebetleri daha çok Çin menfaatlerine dayalı gelişiyordu. Bögü, önceleri babası Bayan Çur gibi Çin ile iyi ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Ancak Çin’i zayıf bir anında yakalayıp mağlup etmek ve Uygurları Asyanın yegane gücü haline getirmek arzusundaydı. Bu amaçla, Çin’in iç karışıklıklar yaşayarak zayıfladığı bir dönemde  hayalini gerçekleştirme hazırlıklarına girişti. Esasında Çin çaşıtı olmayan ancak yönetimi ele geçirmeyi amaçlayan veziri Baga Tarkan, Bögü’yü öldürerek Bilge Kağan ünvanıyla tahta geçti (779). Baga Tarkan’da Bögü gibi Manieizm inancına sahipti ve Bögü gibi Manieizm inancının toplum içerisinde rağbet görmesi için çalışarak Uygurların Manieizm dönemini hızlandırdı. Bu teşebbüs zaman içerisinde Uygurların sonunu hazırlayacaktı. 


Tun (Tang) Baga Tarkan Dönemi (779-790)

Bögü’yü öldürerek yönetimi eline alan Baga Tarkan, kendisine “Alp Kutluk Bilge” ünvanı verdi. Bu unvan onun politik kişiliğinide yansıtmaktaydı. Toplum içerisindeki sosyo-politik durumu ve toplum içerisindeki adaleti sağlamak amacıyla Türk’ler için Anayasa niteliği taşıyan Töre’leri kanun nizamıyla şekillendirdi. Böylece Uygurlar hem yerleşik düzene geçmiş hemde yeni yaşam tarzları sosyal ve ticari yönden yasalaştırılmış Töre Kanunlarıyla düzene girmiş oldu. Bu olumlu gelişmelerin yanında Töre’ye Manieizm referanslı kanunlar getirerek de Tek Tanrı inancının asimile olmasına sebep olmaktaydı.

Baga Tarkan, sosyal ve politik alanlardaki faaliyetlerinin yanında askeri yönden de aktif bir yol izledi. Çin’li bir prensesle evlenerek yegane tehdit ve düşman olan Çin ile iyi ilişkiler kurdu. Bunun yanında Uygurlu tüccarların Çin’e yaptıkları ticari faaliyetlerini de hızlandırdı. Ülke içerisinde de isyan ve ayaklandırmalara mahal vermeyerek iç huzuru tahsis etti. Uygurlar için önemli tehditlerden biride kuzey bölgesinde bulunan ve ileriki dönemlerde Uygurların yıkılmalarına neden olacak Kırgızlar bulunuyordu. Baga Tarkan, kuzey bölgesindeki Kırgızların Uygurlar üzerinde kurmaya çalıştığı baskıları da bertaraf ederek püskürttü ve bir süre içinde olsa tehlike olmaktan uzaklaştırdı.

Baga Tarkan, Uygurları yönettiği 10 yıl süre içerisinde Uygurların sosyal yaşantısını düzene sokarak bölgesindeki gücünü muhafaza etti. Bu müspet faaliyetlerinin yanında Manieizm inancının da yayılmasında önemli rol oynayarak toplumun Tek Tanrı inancından uzaklaşarak asimile olmasına sebep oldu.

789 yılında vefat ettiğinde yerine oğlu Külük geçti. 


Talas Külük dönemi (789-790)

Külüg, babası Baga Tarkan’ın vefatından sonra 1 yıl gibi kısa bir süre yönetimde kalmış ancak önemli eylemlerde bulunmuştu. Külüg, Beşbalıg bölgesine çok önem veriyordu. Zira 6000 Çadır kadar Uygurlular ile Beşbalıg bölgesinin yerlileri olan Karluk kabileleri ve bazı Göktürk toplulukları ile iç içe yaşıyordu.  Ancak Uygurların vergi artırımları nedeniyle memnuniyetsizlik başlamıştı. Bu rahatsızlık neticesinde Karluklar ve bazı Göktürk kabileleri birleşerek Beşbalıg bölgesine hakim hale geldiler. Külüg’ün veziri Yüçiassu Beşbalıg bölgesini kontrol altına almak için sefere çıkarken Çin’inde desteğiyle Tibetliler tarafından saldırıya uğrayarak öldürüldü. Külüg, isyan halinde olan Beşbalıg bölgesindeki toplulukların Çin ile işbirliği yaparak vezirini öldürmesi üzerine bizzat ordusunun başına geçerek Beşbalıg bölgesine sefere çıkarak kazandığı zaferle Beşbalıg bölgesinin kontrolünü tekrar eline geçirdi. Külüg, 790 yılında vefat edince yerine oğlu Böge geçti.


Kutluk Böge Dönemi (790 – 795)

Uygurlar, Böge döneminde çin ile iyi ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Böge’de, Çin ile karşı karşıya gelmemek için iyi ilişkileri sürdürmüş ve Çin’in talebiyle Çin için tehdit unsuru olan akınlara karşı ileri karakol görevi yapmaya başladı. Çin, geliştirdiği iyi ilişkileri lehine şekillendirerek Uygurları kendi askeri gibi kullanmaya başlamıştı. Zira Tibetliler, 795 yılında Çin üzerine saldırıya geçince Tibetlilerin saldırısına karşı koyamayan Böge, başarısızlığı sonucunda Çin tarafından öldürüldü. Böge’nin ölümü üzerine yönetime halkın sevdiği ve itibar ettiği bir devlet yöneticisi olan Alp Kutluk geçti.



Alp Kutluk Dönemi (795 – 805)

Alp Kutluk Bilge, hem askerler tarafından sevilen bir komutan hem de halk tarafından sevilen bir idareciydi. Her ne kadar Uygurları askeri alanda yeni mücadelelere sokmasa da ticareti geliştirerek toplumun refah düzeyini yükseltecek uygulamaları hayata geçirdi. Alp Kutluk döneminde iç asyanın ticaret noktaları Uygurların kontrolünde gelişiyordu. İnisiyatifi altında bulundurduğu ticaret noktalarını İç Asyaya doğru genişleterek Uygurların bölgedeki ülkelerle olan ticaret münasebetlerini yükseltti.

Ticari alanlarındaki faaliyetlerinin yanında Mani dinine bağlı olan Kutluk, bu dinin topluma yayılmasında önemli teşvik faaliyetlerinde bulunmuş ve Uygurların felaketini hazırlayan süreci hızlandırmıştır.

Alp Kutluk, askeri alanda ciddi faaliyetler içerisinde bulunmamayı tercih etmişti. Ticari ve dini alandaki faaliyetlere önem veren Alp Kutluk, bölgesindeki güç dengelerini yönetmekten geri kalınca, kuzey bölgesindeki Kırgızlar, Tibetlilerle güçlerini birleştirmiş ve bölgesinde güç sahibi oldu.

Alp Kutluk, 805 yılında vefat edince yerine oğlu Külük Bilge devlet yönetimine geçti.


Külük Bilge Dönemi (805 – 808)

Külük Bilge dönemi, Uygurlar için çok sakin ve huzurlu geçti. Çin, Uygurlar üzerindeki baskılarını azaltmıştı. Uygurlarda en önemli faaliyet konusu haline gelen Ticaret ile uğraşarak sakin bir dönem geçirdiler. Bölgesindeki siyasetten uzaklaşan Uygurlar, mani dininin getirdiği “kayıtsız şartsız savaşmama” düsturu ile sükunet içerisinde yönetildiler. Külük Bilge’den sonra yerine Alp Bilge devlet yönetimine geçti.



Alp Bilge Dönemi (808 – 821)

Alp Bilge dönemi, önceki dönemler gibi genellikle sakin ve huzur içerisinde geçti. Uygurlarda toplumun refah düzeyi git gide yükseliyor, ticaret, sanat ve kültür ön plana çıkıyordu. Bunun yanında dış politikayla çok ilgilenmeyerek Uygurları huzur içinde ve içe dönük bir yönetim anlayışı ile yönetti. 821 de ölümü ile yerine oğlu Küçlük Bilge yönetimi devraldı.


Küçlük Bilge Dönemi (821 – 833)

Uzun süredir savaş görmeyen Uygurlar, Küçlük Bilge döneminde yeniden karışıklıklar ve mücadeleler içerisine girdi. Küçlük Bilge, kuzey bölgesinde Kırgızlar ile güç birliği yapan Tibetlilerin Türkistan üzerine ilerleme teşebbüsüne karşı koyarak bölgesini korudu. Bunun yanında isyan teşebbüsünde bulunan Karlukların başına yeni bir yabgu tayin ederek Karluklar üzerindeki otoritesini yeniden sağlandı. Ancak bu düzen çok sürmeden tekrar bozuldu.

Uygurların uzun süredir yaşadığı Ticaret ve Sanat merkezli hayat, toplumu sakin ve sefahat içerisinde yaşamaya alıştırdı. Bunun yanında mani dininin toplumun geniş kademelerine yayılmasıyla savaşçı kişiliklerini önemli ölçüde kaybettiler. Bölgesindeki güç dengelerini de kontrol altına alamayan Uygurlar, Karlukların isyanıyla birlikte iç karışıklıklarla karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar neticesinde Küçlük Bilge öldürüldü ve yerine Alp Külük yönetime geçti.


Alp Külük Dönemi (833 – 839)

İsyan ile yönetime geçen Alp Külük, Uygurların huzur içerisinde yaşadıkları döneme son verdi ve baş gösteren iç karışıklıklar kendi döneminde de yaşanmaya devam etti. Askeri vasıflarını kaybetmiş ve zayıflamış Uygurlar, hem iç karışıklıklar hem de kuzey bölgesinde birleşen Kırkız-Tibet topluluklarının oluşturduğu baskıyla uğraşmak zorunda kaldı.

Yönetimi süresince iç karışıklıklarla uğraşan Alp Külük, 839 yılına çok sert bir kış mevsimi ile karşılaştı. Ağır geçen kış, hayvan sürülerinin telef olmasına, Uygurların ticari faaliyetlerine büyük zararlarla karşılaşmasına sebep oldu.

Alp Külük, hem iç karışıklıklar, hem ağır gelen kış mevsimi ile zarar gören ticaret hayatıyla çok zor duruma düştü. Bu olanların üzerine sağ kolu olan Kürebir’in, batı bölgesinden gelen Şato Türk’leri ile işbirliği yaptığını öğrenince dayanamayarak intihar etti.

Alp Külük’ün intiharı ile yönetim, komutanı Külük Baga’ya geçtiyse de, büyük bir orduyla kuzeyden gelen Kırgızlar Külük Baga’yı mağlup ederek Uygurların tüm otoritesini ve devlet yönetimini yıktı.


Uygurların Yıkılışı (840)

Uygurlar, her ne kadar Şehir hayatına geçerek Ticaret, Sanat ve Kültürel yönlerden çok gelişmiş bir medeniyet haline gelmişlerse de, önceleri küçük bir din olan Maniheizm’in Uygurlar tarafından benimsenmesi Uygurların sonunu hazırladı. Tüccar Dini olarak görülen Maniheizm ile Uygurlar, savaşcı kişiliklerini kaybederek sakin ve mücadelesiz bir yaşama alıştılar. Bu yaşam tarzı Uygurların askeri gücünü çok zayıflattı ve büyük bir medeniyet olan Uygurlar, askeri yönden güçsüz ve dirayetsiz duruma geldi.

Uygurlar, Alp Külük önderliğinde başlayan isyan hareketi ile sarsılınca hızla zayıflamıştı. Alp Külük’ünde intihar etmesiyle de dirayetlerini koruyamadılar.  Uzun süre baskı altında tutularak engellenen başka bir Türk boyu olan Kırgızlar, Uygurların zayıflamasını fırsat görerek 100 bin kişilik bir süvari ordusuyla Uygur şehirlerine girdiler. Alp Külük’ün intiharıyla başsız kalan Uygur devleti, zayıf ordusu ve otoritesiz askeri gücüyle bu saldırıya karşı koyamayarak yıkıldı.

Devlet otoritesi kaybolan Uygurlar, kurdukları muazzam medeniyetin yıkılmasıyla geniş kütleler halinde göç etmeye başladılar. Yıkılan hakan ailesinin mensupları tarafından ağırlıklı olarak iki bölgeye (Turfan ve Kansu) göç ettirilerek tarih sahnesine sonradan çıkacak olan Turfan Uygurları ve Sarı Uygurlar’ın temellerini oluşturdular. 


Uygur Göçleri

Uygurlar, devletlerinin yıkılması ve Kırgızlar tarafından düzenlerinin bozulmasıyla yoğun göç hareketleriyle Türkistan coğrafyasının muhtelif bölgelerine göç etmişlerdir. Bu göçler muhtelif yönlere ve gelişi güzel gerçekleşse de hanedan soyundan olan Tigin'lerin önderliğinde belirli bölgelere planlı olarak göç hareketi yürütmüşlerdir. Bu göç hareketinden en yoğun ve dikkate değer olanları Turfan ve Kansu bölgelerine olan planlı ve toplu göçleridir.

Tarih kayıtlarında Sarı Uygur (Sarıg Yugur) ve Turfan Uygurları olarak geçecek bu iki göç kolu, Uygur kültürü ve devletini bugünlere kadar ulaştırmış olmaları bakımından oldukça önemlidir.

Bu yoğun iki göç hareketlerinden Kansu bölgesine göç eden Uygur topluluklarına "Sarı Uygurlar", Turfan bölgesine göç edenlere ise "Turfan Uygurları" ünvanı verilmiştir.


Sarı Uygurlar

Sarı Uygurlar, göç hareketinin sürdüğü 7 yıl boyunca varlıklarını zor şartlar altında sürdürmeye çalışmış, nihayetinde 847 yılında Kansu bölgesine yerleşerek KanChou (Kansu) Uygur Devletini kurmuşlardır. Yeniden özgürlüklerine kavuşma ümidiyle kurulan Kansu Uygur Devleti, Çin'e yakın bir coğrafyada bulunmaları ve yeterince güçlü olamamaları nedeniyle tek başına varlıklarını kabul ettiremeyip Çin'e bağlı bir Yarı Bağımsız devlet olarak varlıklarını sürdürdüler. 907 yılına kadar Çin'in Tang hanedanlığına bağlı olan Sarı Uygurlar, 940 yılına kadar Çin'e bağlılığını sürdürerek varlıklarını devam ettirdiler.

Askeri bakımdan ciddi bir varlıkları bulunmayan Sarı Uygurlar, yarı bağımsız devletleri ile yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktaydı ancak bulundukları coğrafyadaki güç dengeleri Uygurlar'ın karşı koyamayacağı kadar yoğundu. İlk tam bağımsızlık teşebbüslerini, 911 yılında Çin Hanedan adayını kuşatarak gerçekleştirseler de bu kısa süreli başarı tam bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağlayamamıştır. 940 yılına kadar Çin'e bağlı kalan Sarı Uygurlar, 940 yılında bölgedeki diğer bir güç olan Kıtanların, 1028 yılında Tangut'ların, 1226 yılında ise moğolların hakimiyeti altına girmişlerdir. Uygur devletinin yıkılmasından sonra varlıklarını tek başına sürdüremeyen Sarı Uygurlar, bugün Çin'in Sincan Özerk Bölgesi'nde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.


Turfan Uygurları 

Yıkılan Uygur Devletinin Kırgız istilalarından kaçarak bölgeye dağılan topluluklarının bir kolu Kansu bölgesine doğru göç ederken diğer bir kolu da Turfan-Karaşar-Beşbalıg-Kuça-Hami şehirlerine doğru göç hareketi başlatmışlardı. Yerleşik düzene geçmiş olan Uygur toplulukları, Turfan bölgesinde küçük şehirler kurarak ticaret yapmaya ve yaşamlarını kendi yönetimleri altında sürdürmeye çalıştılar ancak başarılı olamadılar.

Son Uygur Hakanının yiğeni olan Mengi, 856 yılında kendisini kağan ilan ederek toplumunun önderliğini yaparak kendi bağımsızlığını ilan etmişti. Bölgedeki etken güç olan Çin'in, batısındaki Tibet baskılarından çekinmekteydi ve Uygurları kendilerine bağlı olması koşuluyla müttefik kabul ederek varlıklarını tanımıştır. Bunun yanında Çinden aldığı destek ile Kaşgar'a kadar olan bölgeye hakim olmuş ve tarımcılık faaliyetleri yürütmüştür.

911 yılına kadar Çin gölgesinde yarım bağımsız olarak yaşayan Turfan Uygurları, 911 yılında Kansu Uygurlarının Çin Hükümdar adayını kuşatması ve Çin ile giriştiği mücadelede üstünlük kazanması ile kendi bağımsızlığını ilan ettiler.

Uygurlar bu tarihten sonra ciddi bir varlık gösteremeseler de varlıklarını koruyarak tarih sahnesinde kalmaya devam ettiler. Gerçek anlamda bir askeri güce sahip hale gelemeyen Turfan Uygurları, bulundukları coğrafyada büyük bir güç haline gelen Müslüman Karahanlı devletinin baskılarına maruz kalarak güçlü bir devlet haline gelemediler. Uygurlar, Karahanlı dönemine kadar ağırlıklı olarak Budizm, Hristiyanlık ve Maniheizm dinine itibar etmekteydi. Karahanlı'lar döneminde başlayan ve Kargaş bölgesinden yayılan Müslümanlık hareketi ile birlikte Müslümanlaşmaya başlayan Uygurlar, zaman içerisinde diğer dinlerine itibar etmeyerek Müslümanlığı kabul etmişler ve günümüze kadar bu inanışlarını korumuşlardır.

Çin ve Karahanlıların baskıları altında varlıklarını devam ettiren Turfan Uygurları, 12. yy. itibariyle Moğol kökenli Kara Hıtaylara bağlanmış, sonrasında ise Cengiz Han döneminde Moğollara bağlı kalmıştır. Cengiz Han'ın istilaları döneminden sonra orta asyaya dağılan Turfan Uygurları, kültürlerini diğer toplumlar içerisin karışarak küçük parçalar halinde olsa bile halen devam ettirmektedirler. 
kaynak:turktarihim.com