10 Temmuz 2016 Pazar

İhtişamlı Selçuklular MET’te

New York’taki Metropolitan Museum of Art’ta açılan Court and Cosmos sergisi, Selçuklular hakkında bugüne kadar düzenlenmiş en kapsamlı uluslararası proje. Müzenin tek Türk küratörü Deniz Beyazıt, serginin yıllardır hayali olduğunu anlatıyor

Herhangi büyük bir müzeye girerken şu geliyor mu aklınıza: Neden her eser evinde değil? O heykeller, mezarlar, vazolar, tablolar sanki hepsi yerinden yurdundan koparılmış da başka bir ülkede saklanıyor gibi? Halbuki UNESCO Genel Kurulu 1970’te Dünya Kültür Mirası’nın yerinde korunması ve zorla yağmalananların iade edilmesini öngören bir kararı kabul etmişti, kimsenin pek bu kararı dikkate almadığı da ortada. Yoksa Museum of Art’ın ortasında devasa Mısır piramidi ne arar değil mi? MET girişinde duran vazolarda taze ağaç dalları, kubbesinden yayılan ışığın altında uyuyanlar da Mısır’dan gelen piramit gibi, sabit. Benim randevum “Saray ve Kozmos: Selçukluların Yükselme Dönemi” sergisinin ve MET’in tek Türk küratörü Deniz Beyazıt’la.
DÖRT YILDIR BU SERGİ İÇİN ÇALIŞIYOR
 Beyazıt’ın Sorbonne’daki günlerinden kalma bir hayalin gerçekleştiği yerdeyiz. Beyazıt, 2010’dan bu yana İslam bölümünde küratör olarak çalışıyor. Court and Cosmos sergisi de Selçuklular hakkında bugüne kadar düzenlenmiş en kapsamlı uluslararası proje. 1038’de kurulan ancak 1307’ye kadar varlık gösterebilen bu devletin ardında bıraktığı kültürel mirası anlatan sergi, müzenin ve Beyazıt’ın da içinde bulunduğu ekibin dört senesini almış. Beyazıt yıllardır Selçuklu dönemiyle ilgilendiğinden her detaya hâkimse de hem katalog hem de sergiye getirilecek her parça için dolaşmadığı şehir, müze kalmamış, hepsiyle yaptıkları çetin pazarlıkları anlatıyor. Çünkü buraya gelen parçaların birçoğu, müzelerini ilk kez terk edip de gelmiş ve bu sebepten de serginin tarihlerinin uzaması gibi bir ihtimali yok, söz verdikleri tarihlerde tüm eserler geldikleri yerlere dönecekler. Tüm Selçuklu devletlerini kapsayan sergi için eserler MET’in kendi koleksiyonu haricinde Kuzey Amerika, Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya’daki çeşitli koleksiyonlardan toplanmış. Orta Asya ve İran’dan sikkeler, yazıtlar, mezartaşları, Kuran-ı Kerim’ler, 1217’de yazılan Pers ulusal destanı Şehname (Krallar Kitabı) ve Blacas ibriği serginin baş misafirlerinden. İnce ince işlenen altın gümüş tabaklar, gündelik hayatta kullandıkları gümüş kaşıklar, her döndürdüğünüzde bir başka hikâyeyi anlatan, üzerlerine şiirler yazılan ibrikler, sırf ava gittiklerinde başlarına gelenlerin resmedildiği vazolar, kaseler o dönemin şatafatlı hayatını, gücü ve sarayda geçen ‘dolce vita’ günleri anlatıyor!
NEVRUZ’U BULAN ÖMER HAYYAM
 Serginin astroloji ve bilime ayrılan bölümü hayranlık uyandırıcı! Meğer yıldızların durumuna bakmadan bina bile dikmezler, saraydaki sandalyenin yerini dahi değiştirmezlermiş. Halley yıldızını görüp de dünyanın sonunun geldiğine inanan astrolojistler her şeyi bir kenara not etmişler. Defterlere çizdikleri resimler, kenarlarına ekledikleri notlar arasında yıldızın 80 senede bir dünyaya uğrayacağı bilgisi hep Selçuklu döneminden kalma. İşlemeli, gümüş kakmalı ve karmaşık astrolojik imgelerle bezenmiş kapaklı bir kasenin kapağında dahi sekiz gezegenin temsili ile birlikte 12 burç simgesi var.
 O dönemin astrolojiye, bilime, matematiğe verdiği önemi anlatırken konu Ömer Hayyam’a geliyor. Şair diye bildiğimiz ama aslen matematikçi Ömer Hayyam. Oturup da hesap ettiği, bulduğu en önemli şeylerden biri baharın başlangıç tarihi. Nevruz’u bilen, ilk bulan, tarihi budur, bu da baharın başıdır diyen Ömer Hayyam’dan başkası değil. Selçuklu idaresindeki 300 yıl icatlarla dolu.
 13. yüzyıl başlarından kalma resimli el yazmasının adı bile şahane, ‘Marifetli Mekanik Cihazların İrfan Kitabı’. Saatler, su çarkları, otomatik makineler ve hatta robotlara kadar çeşitli icatları olan Müslüman bilim adamı ve yaratıcı dâhi İbn-i Rezzaz El Cezeri’nin fantastik icatlarının yanı sıra karmaşık yön bulma cihazı o zamanın Google Maps’i gibi, Mekke’nin yönünü bulmak için kullanırlarmış. Küratör Beyazıt, o dönemde Selçukluların Avrupa’dan çok daha ileride olduğunu, birçok buluşun da Avrupa’ya buradan yayıldığını, Selçuklu döneminde kitapların hem çevrilip hem de resimlendirildiğini anlatıyor, zira 10. yüzyılda kâğıdın Çin’den İslam dünyasına gelmesi kitapların artması demek!
 SAYFALARI ÖZEL GÖREVLİLER ÇEVİRİYOR
 Serginin en korunaklı bölümlerinden biri irili ufaklı Kuran-ı Kerim’lerin bulunduğu bölme. Ufak boyuttaki Kuran-ı Kerim tam da Selçukluların kurulduğu tarihten kalma, Konya’da iki tane âlim tarafından yazılmış. Dünyada tek örnek ve Deniz Beyazıt bu eseri buldukları anki heyecanlarını anlatırken gözleri doluyor. “Yan yana yaşarken, Süryaniler, Hıristiyanlar, Müslümanlar barış içindeydiler ve birbirlerinden de çok etkileniyorlardı, Selçuklu dönemi barış içinde geçen bir dönem.”
 Birçok eserin içinde durduğu camlı bölmedeki termometrelerden burada da var. Sayfaların eskimemesi, yıpranmaması lazım. Deniz Beyazıt, altı haftada bir sayfaların çevirilip başka sayfaların açılacağını, hatta ödünç aldıkları müzelerden yetkililerin gelip sayfaları çevireceğini anlatıyor. Duvarda Suriye’deki iç savaşta yıkılan Halep’teki Ulu Cami minaresinin fotoğrafının önünden geçerken konu DAEŞ’e ve Batı dünyasının terör saldırılarının ardından İslamiyeti ve İslam sanatını anlama çabasına geliyor. Beyazıt, 11 Eylül saldırılarından sonra İslam’a duyulan merakın arttığını, müzeyi her yıl gezen 5-6 milyon civarındaki insanın İslam galerilerine özel ilgi gösterdiğini anlatıyor. Zira koleksiyonda 13 bine yakın eser var ve MET aynı anda 1200 eseri sergileyebiliyor. DAEŞ’in yarattığı tahribattan sonra ise özellikle bu işlerle ilgilenen insanların en azından Musul’un nerede olduğunun DAEŞ’ten sonra öğrendiğini söylüyor. Katalogda DAEŞ’in yok ettiği Selçuklu dönemine ait eserlere de yer verildiğini anlatan Beyazıt, aslında birilerinin oturup yok edilen şeylerin de envanterinin çıkarması gerektiğini vurguluyor. Bir sergi için bu kadar detaylı çalışan Türkiyeli bir küratöre denmez ama Türkiye’de açılan sahte sergilerden haberi olup olmadığını soruyorum. Yokmuş. “Hay Allah” diyor: “Sergilenen eserlerin gerçeklerini göstermek lazım ama herkeste o kapasite yok, yeterli altyapıları mı yoktu acaba?” Türkiye’de okumamış, çalışmamış birine bunu anlatmak imkânsız.


 11-12. yüzyıldan kalma sabahlığın detayları ilginç. Bunca yıldır nasıl hiç hasar görmediğini Deniz Beyazıt anlatıyor: “İran toprağı kuru, nemli değil ve bu sayede sultanların mezarlarından bu sabahlık gibi duran ve aslında ipekten kefen, pek de hasar görmeden günümüze kadar gelmiş.” O vakitler mezara bir kefenle gidenler sade vatandaşlar, zira sultanın mezarından çıkan yastık bile toprağın altında hizmetin devam ettiğini gösteriyor sanki. Kefenin kuşağında yazanlar ise bir ömrün üç kelimelik özeti: “Refah, şeref, zafer!”
50 YERDEN TOPLANAN 270 ESER
270 eserden oluşan sergi; Saray’daki Hayat, Bilim, Tıp, Teknoloji, Astroloji, Sihirbazlık ve Hayvanların Dünyası, Din ve Yazın Hayatı, Mezar Sanatı adı verilen 6 bölümden oluşuyor. Sergiyle ilgili bilgilere www. metmuseum.org’dan, #CourtandCosmos hashtagi ile Twitter’dan ulaşabilirsiniz. Sergi, 24 Temmuz’a kadar.  kaynak:habertürk

8 Temmuz 2015 Çarşamba

MÜZELERİMİZ

Türkiye’nin en önemli müzeleri

Anadolu toprakları çok zengin bir kültüre ev sahipliği yapmaktadır. Medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılan Anadolu’da tarihin birçok dönemine ışık tutan tarihi kalıntı ve eserler, ortaya çıkarıldığı bölgelerdeki müzelerde tüm zenginliğiyle sergilenmektedir. İşte, Türkiye’nin en önemli müzeleri;
Topkapı Sarayı Müzesi – İstanbul: Dünyanın sayılı birkaç müzesinden biridir. Kutsal emanetler, el yazması eserler, değerli Çin ve Japon porselenleri ile Osmanlı’ya ait zengin eşyaların bulunduğu ve korunduğu bir yer olarak 1924 yılında müzeye çevrilmiştir.

Anadolu Medeniyetleri Müzesi – Ankara: 1967 yılında açılan müzede taş devri ve tunç çağı arkeolojik eserler ve buluntuların yer aldığı müzede, Hitit, Frig, Urartu sikkeleri ve altın süs eşyaları Paleolitik çağdan başlayarak sergilenmektedir.
 Etnoğrafya Müzesi –  Ankara: Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlenen birçok eserin sergilendiği müze, Ankara’nın başkent olmasından sonra kurulan ilk müzedir.
Arkeoloji Müzesi – İstanbul: 1880 yılından bugüne müze olan İstanbul Arkeoloji Müzesinde, eski Yunan ve Roma eserleri, Mısır, Mezopotamya ve Türk çini ve seramiklerinin en güzel örneklerini sergilenmektedir.
Arkeoloji Müzesi – Uşak: 1996 yılında bulunan Karun Hazinelerinin de sergilendiği Uşak Arkeoloji müzesinde 35 binden fazla tarihi eser bulunmaktadır.
Zeugma Mozaik Müzesi – Gaziantep: Zeugma’da ortaya çıkarılan muhteşem güzellikteki mozaikler, heykeller ve küçük tarihi buluntular sergilenmektedir. Ayrıca Paleolitik dönemden başlayarak Osmanlı dönemine kadar pek çok eser yer almaktadır.

 Gordion Müzesi – Ankara: Polatlı’da Yassıhöyük köyünde bulunan müzede tunç çağı, Hitit ve Frig dönemi buluntuları sergilenmektedir.
Arkeoloji Müzesi – Afyon: Tunç çağı ve Taş devrinden kalma birçok eserin sergilendiği müzede Kibele, Zeus ve Eros heykelleri de sergilenmektedir.


 Sualtı arkeoloji Müzesi – Bodrum: Dünyanın önemli sualtı arkeoloji müzelerinden biri olan Bodrum sualtı müzesinde, dünyanın bilinen en eski batığının yanı sıra, sualtı kazılarında elde edilmiş olan nadir eserler sergilenmektedir.



 Arkeoloji Müzesi – Hatay: Dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunun sergilendiği müzede çeşitli tarihi yapıtlar da sergilenmektedir.

29 Mayıs 2015 Cuma

Kitap ve Türkiye

Kültürümüzü korumanın en güzel yolu kitap okumaktan geçer. Kitap fiyatlarının yüksekliği, zaman bulamama bahaneniz olmasın. Nasıl telefonunuzla saatler geçirmek için zaman bulabiliyorsanız kitap için de bulabilirsiniz. Unutmayın bir tv ya da bilgisayar ekranına bakarak film, dizi, klip izlemek beyninizin çok az bir kısmının çalışmasını sağlar. Oysa kitap okurken beyniniz düşünür, hazır görüntüyü değil kendi düşüncesiyle hayal kurar. Ülkemizde en büyük gökdeleni, en büyük hapishaneyi yapmakla övünmeyelim. En büyük üniversiteyi, en büyük kütüphaneyi, en büyük müzeyi yapmalıyız ki övünelim. Ben inanıyorum ki bir gün bırakın her okulda bir kütüphaneyi, her sınıfta bir kitaplık, her kafede bir kitaplık, her evde bir kitaplık kuracağız. Bir gün bizim çocuklarımız da okuyacak. Bunu umut ediyorum.
Fotoğrafta Fransa'da ki opera ve bale salonunu yer alıyor. Böyle bir nesile bizlerin de sahip olması dileğiyle...

29 Nisan 2015 Çarşamba

Sümerler


Sümerler! Sümer tarihi ile ilgili araştırma notları, Sümerlerin kuruluşu, yıkılışı ve Nuh Tufanı ile ilgili araştırma ve inceleme notları. Sümerlerde Din, Sümer kültürü ve Sümerlerin yıkılışı.

Sümerler! İlk medeniyet, ilk devlet ve ilk sosyal toplum. Tarihin başlangıç noktası kabul edilen Sümerler, insanoğlunun dağınık ve otorite altına girmeden yaşadıkları karanlık çağlarda muazzam genişlikte bir coğrafyayı yurt edineler ilk devlet ve yönetim biçimini oluşturmuş, ilk kültürel eserleri ve yazıyı ortaya çıkartarak insanoğluna medeniyeti armağan etmiş efsanevi bir toplum olmuştur.

Sümerler neden bu denli önemli? Bu sorunun yanıtı aslında çok açık. Tarih bilimi, Sümerleri en az ilk insanı önemsediği kadar önemser. Zira insanoğlu, toplumsal yaşantıya ve devlet düzenine geçmeye başladıktan sonra Tarih bilimine bulgu ve bilgiler sunmaya başlamıştır. Bu bakımdan İlk Toplum ve İlk Devlet Olan Sümerler, Tarih açısından ilk insandan daha büyük öneme sahiptir.

Sümerlerin ortaya çıkışı, gelişimleri ve Dünya Medeniyetlerine yapı taşı olması, Sümer Tarihini adeta ayrı bir bilim dalı haline getirmiştir. Zira Sümer Tarihi, alelade bir araştırma konusu olamayacak kadar derin ve zordur. Sümerler, 2000 yıl gibi çok uzun bir süre varlıklarını devam ettirmişler, bu süre zarfında büyük kitleler halindeki insan topluluklarını tek bir çatı altında müstakil idarelerle yöneterek halen izlerini taşıdığımız o kadim medeniyeti ortaya çıkartmışlardır. Sümer Tarihi, Sümerlerin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren takip edildiğinde karşımıza günümüzden 6 Bin yıl öncesine kadar uzanan uzun bir tarih serüveni olarak çıkacaktır. Bu tarih serüveni M.ö. 4000 yılında başlar.

M.ö. 9000’li yıllarda, Hazarların kuzey bölgelerindeki Kafkasya coğrafyasında İnsanoğlunun ilk Beyaz Tenli insan toplulukları ortaya çıkmıştı. Yeni bir ırk olan bu toplum, o dönemin insanlarından açıkça ayrılan fiziki özelliklere sahipti. Çekik gözlü olmayan, beyaz tenli ve kalın kemik yapısına sahip olan bu toplum günümüzdeki tüm Beyaz Irkların en eski atasıydı. Kadim yurtları olan Hazar Denizinin Kuzey bölgelerinde varlıklarını devam ettirip çoğalan bu İlk Beyaz Irk, nüfus bakımından kalabalık bir hale gelince bünyelerinden bir kütle Hazar Denizinin Doğusuna doğru göç hareketine girişti. Doğu Hazar Bölgesi olarak anılan, günümüz Aral Gölü civarındaki bu bölgede Çekik Gözlü, Siyah tenli başka bir kavim tarafından yurt edinilmekteydi. Günümüzde “Kızıl Derililer” olarak anılan Amerika Yerlilerinin ataları olan Amerind’ler, bu tarihlerde Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşamaktaydılar. Tıpkı Beyaz Irk’ta olduğu gibi, Amerind Toplumundan kopan bir parça da aynı dönemlerde Aral Gölü civarına göç hareketine girişmişlerdi. Bu iki bölük topluluk, Aral Gölünde buluşup aynı coğrafyada yaşayarak 2 Bin yıl gibi uzun bir süre kaynaştılar ve ortak bir toplum oluşturdular. İç evlilikler ve genetik münasebetlerle evrilen ve müstakil bir kimlik kazanan bu toplum, birlikte yaşadıkları 2000 yıl içerisinde kendilerine has bir kültür meydana getirdiler.

Beyaz Irk – Amerind melezi bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda geliştirdikleri müstakil kültür ve etnik kimlik yapıları ile birlikte kalabalık kitleler halinde Güney’e doğru göç hareketi içerisine giriştiler. Bu göç hareketi neticesinde ulaştıkları günümüz Türkmenistan topraklarında da Bin Yıl gibi uzun bir süre yaşadılar. Sümerlerin ataları olan bu toplumun M.ö. 5000-4500 yıllarına tarihlenen kalıntıları, kurgan ve mezarlarında açıkça görünmekte ve bu toplumların fevkalade güçlü bir kültürel yapıya sahip oldukları arkalarında bıraktıkları eserlerden tespit edilebilmektedir. Sümerlerin ataları olan bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda Aral Gölü civarından göç ederek yeni yurtları yaptıkları Türkmenistan bölgesinden yeni bir göç hareketine daha girişip M.ö. 4.000’li yıllarda Hazar Denizinin güneyinden batıya doğru ilerleyerek Mezopotamya’ya ulaştılar.

Sümer Devletinin Kuruluşu

Beyaz Irk – Amerind melezi olan bu Asyalı kavim, burada Tarihin ilk medeniyetini ve ilk devletini inşa ettiler. Bu toplum devleti, sanıldığı gibi kendilerine Sümerler demiyorlardı. Onların kendilerine verdikleri unvan Kenger idi. Sümer ifadesi, Sümerliler olarak tanıdığımız Kengerlerin araştırılmaya başladığı ilk dönemlerde karşılarına çıkan ŞINAR ifadesinden gelmektedir. Bu toplum, Tevrat’da ŞINAR, Akadça’da ŞUMER, eski Mısır Yazıtlarında “SNGR”, Hititçe’de ŞANHAR olarak geçer. Bu farklı ifadelerden en itibar gören kaynak olan Akad yazıtlarındaki ŞUMER ifadesi tercih edilerek onlara S(Ş)ümerler denmiştir. Oysa bu toplum, kendi yazılı kaynaklarında kendilerini KENGER toplumu olarak ifade ediyorlardı. Dolayısıyla bizim onlara kendilerine verdikleri isim olan KENGERLER olarak hitap etmemiz en münasip olanıdır. Elbette Tarih araştırmalarında unvanları Sümerler olarak geçtiği için bu isimi kullanmak gibi bir mecburiyetimizde vardır.

Sümerlerin ataları olan, M.ö. 6.000’de Beyaz Irk ve Amerind’lerle kaynaşan ve bu bölgede müstakil bir etnik-kültürel yapı oluşturan toplumun M.ö. 5000’lerde Türkmenistan bölgesine göç etmesi, sonrasında ise M.ö. 4.000’li yıllarda Hazarın güneyinden Mezopotamya’ya inmesi Sümer Medeniyetinin temellerini atmış oldu. Resim çizmeyi, hissettiklerini ifade etmeyi seven ilk Sümerler, hissettiklerini şekillendirerek kil ve çamurdan heykeller yapmış, resimler çizmiş ve bu yeteneklerini geliştirerek yazıyı bulmuşlardır. Önceleri hissettiklerini resimlerle ifade eden bu toplum, zamanla bu resimleri hem kolay çizilebilir hem de küçük alanlara işlenebilir hale getirmek için simgelere dönüştürdüler. Bu simgeler, sıkça kullanılarak belli bir standarda erişmeye başlayınca ise herkes tarafından anlaşılır hale gelmiş ve belli standartları olan simgeler düşünceleri ifade eder hale gelmiştir. Tek başına belli bir düşünceyi ya da kişiyi ifade eden simgeler ise daha da pratik hale dönüşerek bir heceyi ve ses anonsunu ifade eder hale gelmiş, bu ses anonsları birleşince daha az simgesel şekil türüyle daha çok kelime ifade eden bir alfabeye dönüşmeye başlamıştır. Toplumsal tezahürlerle gelişen Resim-Simge-Alfabe serüveni, Sümerli Rahiplerin bu ifade tekniğini geliştirip toplumsal olayları kaydetmesiyle hem resmi bir hal almış hem de gelişim süreci fevkalade bir tezahürle hızlanmış oldu. Sümerli Rahiplerin simgesel anonslarla düşüncelerini ifade eden cümleleri yazıya dökmeleri M.ö. 3200’lü yıllarda gerçekleşti.

Sümerlerde Teşkilatlanma ve Devletleşme

Sümerlerin devlet teşkilatıyla kurulduğu belli bir yıl tespit etmemiz pek mümkün değil. Kadim Asya Kültüründe olduğu gibi Boy-Budun teşkilatlanmasına dayalı bir sosyal yaşantıları olan Sümerler, yaşadıkları her bölgede kendi içindeki teşkilat sistemi içerisine girmişlerdir. Sümer Devletinin teşkilatlanma şeklide bu minvalde vücut bulmuştur. Kendi Aşiretleri (Sülaleleri) içerisinde birlikte hareket eden Sümerli toplumlar, büyük kitleler haline geldiklerinde en güçlü Aşiretin etrafında toplanarak bulundukları fiziki bölgeyi birlikte muhafaza ederek özgürlüklerini temin etmekteydiler. Aral Gölü, Türkmenistan ve nihayetinde Mezopotamya’da da bu minvalde teşkilatlanan Sümerliler, zamanla teşkilatlanma yapılarını kurumsallaştırarak Bölgesel Site Devletleri ve Site Devletlerinin bir araya geldiği birleşmiş milletler türevi bir Federatif yapı içerisine büründüler. Zira Coğrafi ve lojistik bakımdan en tepedeki teşkilatlanmalar en fazla 24 saatte ulaşılabilen bir bölgeyi kapsayabilmekteydi. Bu gereklilik hasebiyle aynı kökenden gelmelerine rağmen takriben 300 Km çapındaki coğrafi ayrımlarla birbirinden ayrılan Site Devletleri meydana getirdiler. Bu Site Devletleri, yaklaşık 300 Km çapındaki bir bölgeyi yöneten bağımsız bir lider etrafında toplanarak müstakil olarak yönetiliyordu. Aynı kökenden geldikleri komşu ve akraba Sümerli Şehir Devletleri ile de birlikte hareket ederek olası tehditlere karşı ortak hareket ediyor, tehdidin ortadan kalkmasından sonra ise bağımsız varlıklarını devam ettiriyorlardı. Sümerler, bu teşkilatlanma yapısıyla irili ufaklı 35 Şehir Devleti kurmuşlardı.

Sümerlerin kurdukları Şehir Devletleri şunlardır ;

Tufan Öncesi Şehir Devletleri (Nuh Tufanı Öncesi)

Eridu (Ebu Şahreyn)
Bad Triba (El Medain)
Larsa (Es Senkereh)
Sippar (Ebu Habbah)
Şuruppak (Fara)

Tufan Sonrası (Nuh Tufanı Sonrası)
Kiş (Uheymir – İnharra)
Uruk (Warka)
Ur (Mukayyer)
Nippur (Afak)
Lagaş (EL Hiba)
Ngirsu (Tello)
Umma (Jokha)
Hamazi (Bilinmiyor)
Adab (Bismaya)
Mari (Hariri)
Akşak (Bilinmiyor)
Akkad (Bilinmiyor)
İsin (İşhan – El Bahriyat)
Kuara (El Lahm)
Zabala (Ibzeikh)
Kisurra (Ebu Hatab)
Marad (Wannat Es Sadum)
Dilbat (Ed Duleim)
Borsippa (Birs Nimrud)
Kutha (İbrahim)
Der (El Badra)
Eshnuna (Asmar)
Negar (Brak)

(* Parantez içerisindeki bilgi, söz konusu şehrin günümüzde nerde olduğu hakkında bilgi vermek içindir)


Sümerlerde Yazının Gelişimi

Sümerler, M.ö. 4000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya’da kalabalık kitleler halinde tüm Mezopotamya’yı kaplayacak şekilde yayılmış olarak yaşıyorlardı. Bu tarihlerde, Sümerler gibi kalabalık bir topluma meydan okuyacak ya da tehdit edecek bir başka rakipleri daha bulunmuyordu. Bu durum Sümerlerin sosyal, kültürel, dini ve bilimsel açıdan nicelik kazanmasını mümkün kıldı. Verimli topraklarda müreffeh bir yaşam süren Sümerler, zaten oldukça güçlü olan kültürlerini sanatsal eserlere yansıtarak heykeller, kaya resimleri ve büyük meşakkatlerle inşa edilmiş yapılar meydana getirerek daha da güçlendirdiler. Mezopotamya ya ayak basmadan önce ölümden sonra bir yaşama inanmakta olan Sümerliler, yaşamalarının bir amacı olduğunu ve bu amaç doğrultusunda ilahi olarak mükâfatlandırılacağı inancına sahiplerdi.

Sosyal açıdan edindikleri zenginliklerin tesiriyle dini inançlarında motiflendirmeye başlayan Sümerler, Devlet teşkilatlanması da Boy-Budun sisteminden evirilerek Site Devleti statüsüne bürününce liderlerini önce Kral yaptılar, sonrasında ise ona ilahi güçler atfederek kutsallaştırdılar. M.ö. 3600’lü yıllara gelindiğinde Sümerler, müreffeh bir yaşam sürmekte, Şehir Devletlerinin lideri olan ve kutsal kabul edilen Krallarına biat ederek yaşamaktaydılar. Kutsal bir kimlik edinen Krallar, geliştirdikleri inanış bağlamında toplumlarının liderleri olarak kutsal ruhlarla irtibata geçebiliyorlardı. Onların öfkelerini dindirmek için yüksek mabetler yaparak göğe yakın konumlarda onlara kurbanlar adıyorlardı. Bu inanışı desteklemesi içinse Rahipler görevlendiriliyor, tartışılmaz lider olan Kutsal Kral’ın kutsiyetini ve toplumun kendisine bağlılığını bu Rahipler sağlıyordu. Sümerlerde yazının gelişimi de bir tür Devlet görevlisi olarak vazifelendirilen Rahipler tarafından gerçekleştirildi. Sümer Rahipleri, vazifeleri gereği Tarihi meseleleri, Kutsal saydıkları İlah Krallarının sözlerini, dini inanışlarının mitlerini kendilerinden sonra gelecek Rahiplere daha kolay öğretebilmek amacıyla yazı metodu ile sesli anonslardan oluşan alfabetik simgeleri kullanarak Kil tabletler üzerine işleyerek ilk yazılı belgeleri meydana getirdiler.

Sümerli Rahiplerin günümüz yazı sisteminin temelini oluşturan alfabe sistemini bulmaları aslında çok zor olmamıştı. Zira Sümer Toplumunun kökenini oluşturan kadim Asyalı Kavim, M.ö. 10.000’li yıllardan bu yana çizdikleri resimlere anlamlar veriyor, anlam taşıyan bu resimlerle bir olayı, bir duyguyu ya da bir vakayı kendilerinden sonraki nesillerin algılayabilmesi için kayaların üzerine işliyorlardı. Önce kolay anlaşılabilmesi için anlatılmak istenen hususu büyük ve belirgin bir şekille tasvir eden bu toplum, zamanla aynı ifadenin benzer ancak farklı figürlerle anlatılmasına karşın şekilleri ve çizimleri standart hale getirmişlerdi. Örneğin dua eden insan figürü ellerini havaya doğru açmış bir çöp adam silueti olarak kullanılmaya başlandı. Bir insanın yaratıcıya seslenişi, zamanla tek bir figür ile kolayca ifade edilebilir olmuştu. Bu yöntemle belli bir anlamı ifade eden şekiller tek düze ve birbirine benzer hale getirildi. Zamanla figürler sadeleşerek ifade edilmek istenen duygu, düşünce ya da olayın daha kolay yazılabilir hale gelmesiyle Tamgalara dönüştü. Zira bu yazılar taş, kaya, mermer, v.b. işlenmezi oldukça zor olan cisimler üzerinde kullanılıyor, bunun yanında şekillerle ifade etme ihtiyacı da artıyordu. Üstelik bu yöntem giderek daha fazla rağbet görüyor ve daha uzun, daha detaylı anlamların ifade edilmesi söz konusu oluyordu. Sümerlerin ataları olan bu Asyalı Kavim, çizdikleri resimlere yükledikleri anlamları figürler haline getirerek Tamga (Damga) sistemini ortaya çıkarttılar. Kaya ve mağara resimleri M.ö 10.000’li yıllardan bu yana, Asya’nın geniş bozkırlarında milyonlarca taşa yazılı durumdadır. Yalnızca günümüze ulaşan yüz binlerce taş yazıt bulunur. Tüm bu resimler, devamında gelen Tamga’larla uyuşmakta, Tamgalar ise Sümer Alfabesi ile büyük benzerlikler arz etmektedir.

Sümerlerin, M.ö. 3200 yılında Sümer Rahiplerince yazıyı bulmaları, anlaşılacağı üzere süregelen bir alışkanlığın sistematik hale getirilmesidir. Resim ve Tamgalarla ifade edilen düşünceler, olaylar ve vakalar, Sümer Rahiplerinin planlı çalışmalarıyla Alfabeye dönüşmüştür. Sümer Rahiplerinin bu çalışması, aslında Tarih’in başlangıç noktası kabul edilir. Çünkü Yazı, medeniyetin ta kendisidir. Toplumlar, meydana getirdikleri değerleri yazılı hale getirerek sonraki nesillerin öğrenip devam ettirebilmelerini sağlarlar. Bir neslin edindiği kültürel donanımlar savaş, tabii felaketler, göç hareketleri ve kısıtlı imkânlar hasebiyle çoğu zaman sonraki nesle aktarılamamaktadır. Bir kısmı aktarılabilmiş olsa dahi onlarca yıllık kültürel birikimlerin büyük bir kısmı yok olmaktadır. Yazı, olayların ve toplumsal değerlerin sonraki hatta çok daha sonraki nesillere aktarılabilmesini sağlayarak nesilden nesile miras kalan kültürel değerlerin toplumsal bir havuzda muhafaza edilmesine olanak tanımıştır.

Sümerlerin M.ö. 3200’de ilk kez kullandıkları yazı sistemi, Sümer Devletinin zayıflayıp yıkılmasıyla önce Mezopotamya, sonrasında ise tüm Dünya’ya yayılarak Dünya Medeniyetinin gelişimine fevkalade bir malzeme sunmuştur.

Sümerlerde Din

Sümerler, Dini inanışları bakımından oldukça mistik ve fantastik inançlara sahiplerdi. Sümerlerde Din, çok tanrılı bir inanış biçimi şeklinde tezahür etmiştir. Sümerlere göre her nesnenin bir tanrısı vardı. Bu tanrılar, İnsan görünümünde ancak insanüstü güçlere sahip, ölümsüz varlıklardı. Tüm İnsanlar bu tanrılara hizmet etmeleri için yaratılmıştı. Bu tanrılar İnsanlara ne istediklerini söylemezler ancak İnsanlar onlara ne istediklerini sorabilir ve cevap alabilirlerdi. İnsanların tanrılarla iletişimi ve irtibatı Ziggurat adı verilen tapınaklar aracılığıyla sağlıyorlardı. Ziggurat’lar, tanrıyla iletişim kurabilen insanlar olan Rahiplerce idare edilirdi. Rahipler tanrılara istediklerini sorar, onlara kurbanlar adar ve kendilerine azap etmemesi için yalvarırlardı. Rahipler, Sümer Kralları tarafından görevlendirilmekteydi. Zira Sümer Kralları da en yüksek derecedeki Rahiplerden oluşurdu ve yarı tanrı durumundaydılar. İlahi misyonları ile insanları yönetmektir. Bu inanış biçimine göre Tanrılara hizmet eden insanlar, Kutsal Krallarının emirlerini yerine getirerek tanrılar adına çalışıyor, Kutsal Kral’ın yaptırdığı ve vazifelendirdiği Rahipleri tayin ettiği Ziggurat’lar vasıtasıyla tanrılara ibadet ediyor, onlara kurbanlar adıyor ve onlarla iletişim kuruyordu.

Ziggurat’lar, o günün şartlarında mümkün olabildiğince yüksek inşa ediliyorlardı. Zira tanrıların en güçlüsü, ulu tanrı olan Gök Tanrısı’na yakın olmak için olabildiğince yükseğe çıkmak gerekiyordu. Ziggurat’lar en az üç katlı bir yapıya sahipti ve sadece tapınak olarak kullanılmıyordu. En alt katı erzak ve ihtiyaç deposu, orta katları okul ve tapınak, en üst katı ise rasathane olarak kullanılmaktaydı. Sümerlerde inanılan tanrıların isimleri, günümüze kadar gerçekleştirilmiş olan araştırmalarla tespit edilebildiği kadarıyla şu şekildedir ;

Anu, ilk tanrı, baş tanrı ve gök tanrısı.
Ki, ilk tanrının dişisi ve yer tanrısı.
Enlil, hava tanrısı ve sonraki diğer tüm tanrıların babası.
Enki, bilgelik tanrısı.
Ninmah, ulu hanım ve ana tanrıça.
Nanna, ay tanrısı.
Utu, güneş tanrısı ve Nanna’nın oğlu.
Ecem, tanrıların kraliçesi.
İnanna, aşk ve bereket tanrısı.
Aşnan, tahıl tanrısı.
Lahar, sığır tanrısı.

(Belirtilen ünvanlar Sümerce tabletlerde belirtilen orijinal isimlerdir. Bu isimler, Assur ve Babil dönemlerinde farklı isimlerle anılmışlardır.)


Sümerlerin çok tanrılı dini inanışlarının kökenindeki tanrıların dünyaya gelişi, evrenin yaratılışı ve insanın yaratılışı ile ilgili bilgileri incelediğimizde karşımıza oldukça ilginç bilgiler çıkmaktadır. Bu bilgilere göre ilk tanrılar olan Anu ve Ki birleşmiş, onların birleşmesi sonucu hava tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil, yeri ve göğü ayırınca babası Anu göğü, annesi Ki ise yeri ele geçirir. Sonrasında Enlil ve annesi Ki’nin birleşmesiyle ana tanrıça olacak Ninmah doğar. Diğer tüm tanrılar da Enlil ve Ninmah’tan türediler. Tanrıların türemesinden sonra insanların türemesi gerçekleşir.

Anu ve Ki haricindeki diğer tüm tanrıların babası olan Hava Tanrısı Enlil, bilge tanrı Enki’nin tavsiyesi üzerine tanrılara hizmet etmesi için tahıl tanrısı Aşnan ve sığır tanrısı Lahar’ı yaratır. Önceleri diğer tanrılara hizmet eden Aşnan ve Lahar, daha sonra anlaşamayıp birbirleriyle kavga etmeye başlayınca tanrılar yeryüzündeki işlerini kendileri yapmak zorunda kalırlar. Bu durumdan çok yorulan tanrılar, konuyu bilge tanrı Enki’ye götürdüler. Enki, sorunu çözmek için ana tanrıça Ninmah’a, tanrılara hizmet etmesi için İnsanları yaratması emrini verir. Ancak Tanrının biçiminde yaratılan insanlar, tanrıların sahip oldukları ölümsüzlüğe sahip olamayacaklardır. Bilge tanrı Enki’nin insanları yaratması emri diğer tanrıları çok sevindirir ve bir şölen düzenlenerek eğlenir ve sarhoş olurlar. Tanrıların sarhoş olması sebebiyle Ninmah’ın yarattığı insanlar kusurlu olarak dünyaya gelirler. Bunun üzerine bilge tanrı Enki’de insan yaratarak yeryüzüne gönderir ancak Enki’nin yarattıkları da kusurlu olur. Bu olanların üzerine tanrıların arasında tartışmalar meydana geldi. Bu tartışmaların sonucunda ana tanrıça Ninmah, gök tanrısı Enlil’i lanetler. Böylelikle tanrılar birbirleriyle husumet içine girerler ve bu karmaşada yaratılan insanlar kusurlu ve eksik olarak dünyaya gelirler.

Bu bağlamda İnsanlar, yaratılış görevleri gereği tanrıya ve dünyaya hizmet etmekle görevliydiler. Bu görevleri doğrultusunda çalışır, tabiata hizmet eder ve tanrılara adaklar adarlardı. Tanrıların, vazifelerini yerine getirmedikleri için kendilerine kızmasından ve azap etmesinden korkarlardı.

Sümelerde Bilim

Sümerler, bilim ve teknik alanında bulundukları tarih evresinin oldukça ilerisindeydiler. Aynı tarihlerde diğer coğrafyalardaki toplumlar henüz barınaklar ve şehirlerde yaşamaya tam olarak başlayamamışlar, şehir hayatı ve yerleşik düzene geçen toplumlar ise nispeten daha ilkel koşullardaki yapılarda yaşamlarını idame ettirmekteydiler. Oysa Sümerler çanak, çömlek, kazan, ekmek pişirme tandırları ve muhtelif ev eşyalarını yapabilmekteydiler. Bunun yanında sert madenleri de işleyebilen Sümerler, gelişmiş bir yapı tekniği kullanarak taş, kerpiç ve tuğlalar kullanarak iki ve üç katlı evler inşa edebilmekteydiler. Sümerler, muazzam bir sulama sistemi kullanarak bataklıkları kurutup yaşam alanlarına kanallarla su taşıyabiliyor, bentler yaparak sel baskınlarının önüne geçebiliyor ve barajlar yaparak hayat kaynağı olan suyu muhafaza edebiliyorlardı. Düzenli sulama ile tarım arazilerinden fevkalade verim alıyor ve elde ettikleri mahsulleri depolayabiliyorlardı. Tekerleği de icat etmiş olan Sümerler, tarım alanlarını öküz ve sabanlarla işliyorlardı.

Toplumsal gelişmişliğin yanında Bilim ve Teknik alanında da diğer tüm toplumların önündeydiler. Matematik ve Geometri’nin temellerini atan Sümerler, matematiğin temeli olan dört işlemi bulmuşlardı ve dairenin alanını hesaplayabiliyorlardı. Tüm bunların yanında zaman hesaplamasında büyük bir başarı elde ederek gelişmiş bir takvim kullanmışlardı. Dünyanın Ay yılına dayalı ilk takvimi olan Sümer Takviminde yıl 360 gün, aylar 30’ar gün hesaplanıyordu. Ek olarak güneş saatini de bulan Sümerler, yalnızca günleri ve ayları değil güneşin hareketleri ile saatleri de hesaplayabiliyorlardı. Sümerlerin Bilim alanındaki faaliyetleri, günümüzdeki Matematik, Geometri ve Astronomi’nin temellerini oluşturmuştur.

Sümerlerde Toplumsal Yapı ve Kültür

Sümerler, yaşadıkları coğrafyaya Kenger (Kengir), konuştukları dile ise Emegir demekteydiler. Milli bir kimliğe sahip olan Sümerler, toplumsal unvan olarak ta kendilerine Saggiga demekteydiler. Sümerlerin Tufan öncesi (M.ö. 4000-3000) dönemde ailevi yapısı Anaerkil bir düzene sahipti. Anaerkil yapıda Kadınlar Erkeklerden daha çok saygı görür, ailevi ve toplumsal gelenekler Kadınların ekseninde gelişirdi. Tufan’dan sonra ortadan kalkan Anaerkil yapı, yerini Ataerkil yapıya bırakmış ve Erkek Hakim bir toplumsal yapıya geçmişlerdir.

Toplumsal olarak ta sınıflara bölünmüş olan Sümerlerde en yüksek sınıf Ruhban Sınıfı olan Din Adamları ve Askerler oluşturuyorlardı. İkinci sınıfı halk, yani Sümer toplumunun kendisi, üçüncü sınıfı ise Köleler, yani savaşlarda esir alınan ve hayatı bağışlanarak yaşaması karşılığında hizmet etmekle yükümlendirilen hizmetkârlar oluşturuyordu. Tufan sonrasında uzunca bir süre toplumsal sınıfın en tepesinde bulunan Din Adamları, Site Devletler şeklinde yönetilen Sümer şehirlerinin idaresini üstleniyor, en kıdemli Rahipler Kutsal Kral olarak devletin idaresine geçiyordu.

Sümerler ve Tufan

Sümer Tarihinin kilometre taşı Büyük Tufan olmuştur. Sümer Tarihinde karşımıza çıkan Tufan, kutsal kitaplarda belirtilen Nuh Tufanı ile aynıdır. Sümer kalıntılarından Tufan’ın gerçekleştiği tarih net olarak tespit edilemese de Kutsal Kitaplarda belirtilen bilgiler ve Mezopotamya’daki kalıntılar bize tufan hakkında bazı ipuçları vermektedir. Bu alanda yapılan araştırmalar ve bulgular ışığında, Sümerlerdeki Büyük Tufan’ın M.ö. 3000 yılları civarında gerçekleşmiş olması söz konusudur. Zira Sümerler döneminde bu tarihten öncesi ile sonrası arasında derin farklar vardır. Tufan öncesi dönemlerde Ruhban Sınıfı tarafından yönetilen Sümer Şehir Devletleri, Tufan sonrasında yerini Savaşçı ve istilacı İmparator Krallara bırakmıştır. Bunun yanında Mezopotamya’da bulunan sel baskını kalıntılarının biyolojik ve kimyasal yaş tespitleri yine bu tarihlere denk gelmektedir. Bu tarihe işaret eden bir diğer bulgu da Sümer döneminin en büyük Site Devletlerinin bu tarihten sonra kurulması ve kurulan bu devletlerin rahipleri tarafından yazılı hale getirilmiş olan kuruluş efsaneleridir.

Sümer Tarihinin en mühim dönüm noktası olan Nuh Tufanından sonra kurulan ilk Şehir Devletleri Kiş, Uruk ve Ur olmuştur. Tufan sonrası birbirlerine komşu olan site devletleri, Tufan öncesinde iyi ilişkiler kurmaktayken Tufan sonrasında mücadele içerisine girişmişlerdir. Birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak ve genişlemek isteyen Şehir Devletlerinin mücadeleleri yüzyıllarca sürmüştür.

Sümerlerin Yıkılışı

Sümerler, M.ö. 4.000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya coğrafyasında 2000 yıl gibi çok uzun bir süre müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Bulundukları tarihsel dönemdeki rakiplerinden hem sayıca, hem kültürel hem de ilmi açıdan çok ilerlemiş olan Sümerler, Tufan sonrasında birbirleri ile giriştikleri mücadeleler neticesinde yıpranmaya başladılar. Bölgedeki diğer toplumların zamanla kalabalıklaşıp Sümerleri tehdit eder hale gelmeleri ile Sümerlerin Mezopotamya’daki hâkimiyetlerinin sonunu giderek yaklaşmaktaydı.

M.ö. 2800’lü yıllara gelindiğinde Kiş Kralı Etana, pek çok Sümer Şehir devletini birleştirerek yönetimi altına almıştı. Kiş Şehrinin hakimiyet alanının genişlemesi diğer şehir devletlerinin de genişleme politikaları geliştirmelerine sebep oldu. Sümer Şehir devletleri, birbirleri ile savaşarak hâkimiyet mücadelesi içerisine girmişlerdi. Bu iç mücadelelerle zayıflayan Sümerlere ilk tehdit oluşturanlar, Sümerlerin doğu sınırında bulunan Elamlılar olmuştur. Semitik kökenli bir toplum olan Elamlılar, M.ö. 3000’li yıllardan itibaren günümüz İran Coğrafyasının güney batısında varlıklarını göstermeye başlamışlar, zamanla güçlenerek Sümerlerin hâkimiyet alanlarına genişleyerek Sümerler için önemli bir tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Elamlılar’ın Sümerler üzerine ilk taarruzları M.ö. 2530 – 2450 yılları arasında gerçekleşti. Bu süre zarfında Sümer Şehirlerine ısrarlı taarruzlarla saldırarak Sümer Şehir devletleri için bir dış tehdit oluşturmuşlar ve zayıflamalarını hızlandırmışlardır.

Elamlıların taarruzları Sümerlileri zayıflatsa ve toprak kayıplarına sebep olsa da Sümerler halen varlıklarını devam ettirebilmişlerdi. Sümerler, her ne kadar dış tehditlere maruz kalmışsa da Sümerlerin sonunu hazırlayan süreç içeriden tezahür etmiştir. Annesi bir rahibe olan Sargon, gayrimeşru bir ilişki sonrası dünyaya gelmiş ve öldürülmemesi için annesi tarafından gizli yollardan evlatlık verilmiştir. Semitik kökenli biri olan Sargon, evlat edinildiği itibarlı bir aile vasıtasıyla Kiş Kralı Urzababa’nın sarayında görevlendirilerek giderek daha yüksek mevkilere ulaştı. Kral Urzababa’nın giriştiği bir savaştan yenik olarak sarayına döndüğünde darbe yaparak Kiş Krallığını ele geçirdi. Bir Sümer Şehir Devletinin Krallığını ele geçirmesiyle birlikte, krallığa bağlı olan güçlerin yanında Arap Yarımadasından Mezopotamya ya göç eden Semitik kökenli Akadları himayesine alarak tüm Sümer Şehir Devletlerini kendisine itaate zorladı ve giriştiği mücadelelerle Sümerlerin toplumsal bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı. (M.ö. 2334 – 2279)

Akadların taarruzları sonrasında bölünen, zayıflayan ve kendi içinde istikrarı sağlayamayan Sümerler, zaman içerisinde küçük parçalar halinde, maruz kaldıkları taarruzlar neticesinde yıkılarak tarih sahnesinden silinmeye başladılar.
(kaynak:turktarihim.com)

Avrupa Hun İmparatorluğu


Avrupa Hun İmparatorluğu, Atilla (Attilla) nın Avrupada kurduğu ve Fransaya kadar giderek Kavimler Göçünü başlatan Hun İmparatorluğunun muhteşem tarihi.

Avrupa Hun İmparatorluğu, Orta Asyada varlığını yitirerek Batıya doğru göç ederek Hazar bölgesinde toplanan Hun kütlelerinin bölgede çoğalmasıyla ortaya çıkan, varolduğu kısa dönemde Tarihe silinmeyecek izler bırakmış ve diğer büyük Türk imparatorluklarının temelini oluşturmuş önemli bir devlet olmuştur.

Avrupa Hunlarının tarih sahnesine çıkışları, dünya literatüründe farklı bir öneme daha sahiptir. Avrupa Hunları, Hazar denizinden Avrupaya doğru ilerlemeden önce, Avrupadaki demografik yapı bugünküne göre çok daha belirsizdi. Avrupa kıtası Roma İmparatorluğundan ve İmparatorluğa dahil olmayan Barbar kavimlerden oluşuyordu. Bu barbar kavimler bir imparatorluk seviyesine ulaşmamış, ancak bulundukları topraklarıda Roma’nın yönetimine bırakmamışlardır. Yaşayış şekilleri ve kültürel değerlerinin çok zayıf olması nedeniyle bu topluluklardan Barbar kavimler olarak bahsedilir. Bu barbar kavimler, bugün Avrupa kıtasında bulunan ülkelerin atalarıdırlar. Hunların Avrupaya ilerlemeleriyle bölgedeki demografik yapı önemli ölçüde etkilendi. Hunlardan önce Kafkaslara kadar uzanan bu barbar kavimler, Hunların Tuna nehrini aşarak Avrupayı otoritesi altına almaya başlamasıyla bu barbar kavimler Avrupanın içlerine doğru ilerleyerek Roma ile karşı karşıya gelmiştir. Bu barbar kavimlerin Roma üzerindeki baskıları sonucunda Roma ikiye bölünmüş, varoluş mücadelesine giren barbar kavimler, zamanla kendi yönetimlerini oluşturmuştur. Tarih, bu dönemi Kavimler göçü olarak kaydetmiştir. Bu süreç, Hunların Avrupaya girmesinde başlar, Avrupa Hun İmparatorluğunun yıkılmasıyla neticelenir. Günümüz dünyasındaki medeni Avrupa ülkeleri, bugünki varlıklarını “Barbar Türkler” olarak telafuz ettikleri Avrupa Hunlarına borçludurlar diyebiliriz.


Avrupa Hunlarının Tarih Sahnesine Çıkışı  (352)

Önce Doğu ve Batı, daha sonrada Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünen Büyük Hun İmparatorluğunun Orta Asyada varlığını yitirmeye başlamasıyla batıya doğru göç eden Hun toplulukları Hazar gölü çevresinde yoğunlaşmıştı. M.Ö. 36 yılında başlayıp, M.S. 300 lü yıllara kadar devam eden bu göç hareketiyle Bu bölgede yaklaşık 300 yıl boyunca yaşayan Hun toplulukları, zamanla bölgeye hakim bir güç haline geldi. Büyük Hun İmparatorluğu döneminde devletçilik vasfı kazanan Hun Türkleri, bu vasıflarını bulundukları bölgeye de taşıyarak zamanla güçlerini birleştirerek yeni bir imparatorluk kurmaya doğru ilerlediler.

Günümüz literatüründe Avrupa Hun İmparatorluğunun kuruluşu 374 olarak geçer. Bu bilgiye Avrupa kaynaklarından ulaşıyoruz. Oysaki bu kaynaklar 374 yılında, Hunların Gotları yenilgiye uğratmasından bahseder. Zamanla yapılan araştırmalar Avrupa Hunlarının ilk hakanının “Kama Tarkan” olduğunu ortaya çıkartmıştır. Kama Tarkan, bölgedeki Hun topluluklarını yönetimi altında toplayarak 352 yılında Avrupa Hun İmparatorluğunu fiilen kurdu ve yönetimi 370 yılına kadar elinde bulundurarak Hazar ve çevresinde önemli bir güç haline gelerek hakimiyet alanını batıya doğru ilerletti. Geçen 18 yıl, Hazar bölgesinde yaşayan Hun Türklerinin teşkilatlanmasını ve Devlet düzenine geçmesini sağladı.


Balamir Dönemi (370-378)

Balamir, Kama Tarkan’ın ölümüyle yönetime geçti. (Kama Tarkan’ın oğlu olduğu kesin değildir) Yönetime geçmesiyle Batıya doğru ilerlemeye başladı ve bölgede bulunan Alan ülkesini ele geçirdi. Avrupa menşeili Tarih kaynakları Bledanın 374 yılında İdil nehri kıyılarında görüldüğünü kayıt etmiştir. Bu dönemde bölgede, imparatorluk niteliği taşımayan ancak kalabalık ve güçlü barbar kavimler bulunuyordu. Bugünki pek çok Avrupa ülkesinin atası ola bu barbar kavimler zaman zaman Roma imparatorluklarının sınırlarını zorlayarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı. Balamir, İdil nehrini geçerek bu bölgede bulunan Gotlara baskı kurmaya başladı. Gotlarla İlk savaş 375 yılında gerçekleşti. Savaşı kazanan Balamir, Gotları Avrupanın içlerine, Romaya doğru ilerlemelerini sağladı. Kavimler Göçü olarak tarihe geçen süreç bu savaşla başlamıştır. Balamir döneminde Hunlar, hakimiyet alanlarını genişleterek Avrupaya doğru ilerlediler.


Alipbi Dönemi (378-390)

Avrupalıların “Baltazar” ünvanı verdiği Alipbi, Balamir’in ölümünden sonra yönetime geçti. Alipbi’nin yönetimiyle Hunlar Balkanlara doğru ilerleyerek hakimiyet alanını giderek genişletmeye başladı. Aynı yıl Tuna nehrini geçerek Trakyaya kadar ilerledi. Bu ilerleyişinde Romadan herhangi bir direniş görmedi. Hunların ilerlemesiyle zor durumda kalan barbar kavimler, Hunlarla mücadele etmek yerine Romanın üzerine gitmeyi yeğelediler. İlerleyen yıllarda da Roma, barbar kavimlerin saldırılarıyla uğraşırken Hunlar bölgedeki hakimiyetlerini güçlendirdiler.


Uldız Dönemi (390-412)

Alipbi’nin ölümüyle tahta Uldız geçti. Uldız, yönetime geçtiği dönemde Karpat dağlarını aşarak bugünki Macaristana kadar ulaştı. I. Theodosius’un 395 de ölmesiyle Roma Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Theodosius Roma’yı tek başına yöneten son hükümdar olmuştu. Romanın ikiye bölünmesiyle Uldız Trakya ve Balkanlar üzerine yürüdü. Aynı dönemde, bir diğer koldanda Bugünki Şanlıurfa ve Lübnana kadar hızla ilerleyip akdenize ulaştı. Aslında bu nedenle Türklerin Anadoluya ilk girişi 395 dir. Uldız Akdenize kadar ulaştı ancak Kısa bir süre sonra birliklerini Karadenize geri çekti.

Avrupa Hunlarının dış politikası Uldız zamanında şekillendi. Bölgedeki barbar kavimlere karşı Romayla iyi ilişkiler kurulmaya başlandı. Zira bu kavimler düzensiz ve barbarca yaşıyorlar bu nedenle kontrol altında tutulamıyorlardı.

Hunlar, Tuna boylarına ilerledikçe barbar kavimlerde Roma sınırlarını zorlamaya başladılar. Bu baskılarla zor durumda kalan Batı roma, Uldızdan yardım istedi. Hunlar ile Radagais komutasındaki barbar kavimler 406 yılında, bugünki floransa bölgesinde karşı karşıya geldiler. Uldız, savaşı kazanarak Radagais’i esir aldı ve Batı Roma tarafından idam edildi.

Batı Roma ile iyi ilişkiler içerisinde olan Uldız, Doğu Romayla mücadele halindeydi. 409 yılında Tunayı geçerek Doğu Romayı baskı altına almaya başladı. Uldız, Doğu Romanın gönderdiği elçiye “Güneşin Battığı Yere Kadar Her Yeri Zaptedebilirim” diyerek meydan okuduğu tarih kaynaklarında geçmektedir.


Karaton Dönemi (412-422)

Karaton, Uldız’dan siyasi istikameti belirlenmiş, taşları yerine oturmuş bir imparatorluk devraldı. Batı Roma ile iyi ilişkiler kurulmaya başlanmıştı. Bu doğrultuda Batı Romanın üzerine çok fazla gidilmiyordu. Bu iyi ilişkiler Doğu Roma için geçerli değildi. Ancak Karaton döneminde Doğu Romanında fazlaca üzerine gidilmedi. Karaton 10 Yıl kadar yönetimi elinde bulundurdu. Bu süre zarfında Karadeniz bölgesinde Hun varlığını sağlamlaştırarak bölgedeki teşkilatlanmayı güçlendirdi. Karaton döneminde fazlaca önemli gelişmeler ortaya çıkmadı. Karaton dönemi, Avrupa Hunları için durgun sayılabilecek bir dönem olmuştur.


Rua Dönemi (422-434)

Karatonun ölümünden sonra Hunların yönetimi hükümdar ailesince ortak yönetildi. Kardeş olan Rua, Muncuk, Aybars, Oktar ülkeyi birlikte yönettiler. Rua devletin başına geçti. Doğu kanadını Aybars, batı kanadını ise Oktar yönetti. Muncuk ise kısa bir süre sonra öldü.

Rua döneminde Doğu Roma’nın Hunlar üzerinde bazı beşinci kol faaliyetleri başladı. Doğu Roma imparatoru II. Theodosius, Hunlara bağlı olan barbar kavimleri kışkırtmaya ve Hun birliğinden ayırmaya çalışıyordu. Casusların yaklanması ve Doğu Romanın faaliyetlerinin ortaya çıkması üzerine Rua Doğu Romanın üzerine yürüyerek önemli bir savaş kazandı. Bu savaş sonrasında Doğu Roma ilk kez Vergiye bağlandı. Uldız döneminde iyi ilişkiler içine girilen Batı Roma ile Rua dönemindede iyi ilişkiler devam ettirildi. Rua döneminde Batı Roma’da iç karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu durumdan faydalanmak isteyen Doğu Roman imparatoru II. Theodosius, ordularını Batı Roma’ya gönderdi. Batı Roma’nın Rua’dan yardım istemesiyle, Rua güçlerini Batı Roma’ya gönderdi. II. Theodosius’un ordusu Hunları karşısına almak istemedi ve geri döndü. Takip eden yıllarda Doğu Roma, Hunlara bağlı kabileleri kışkırtmaya devam etti. Rua bunun üzerine Doğu Romalı tüccarların Hun toprakları içine girmesini de yasakladı.


Attila Dönemi (434-453)

434 yılında, Rua’nın ölümüyle yönetim, Rua’nın kardeşi Muncuk’un iki oğluna kaldı. Bleda ve kardeşi Attila, bu dönemde imparatorluğun yönetimine geçtiler. Yaşça büyük olması nedeniyle yönetim Bleda daydı. Ancak Bleda, yeteri kadar varlık gösteremedi. Savaşlarda başarısız sonuçlar alması nedeniyle genellikle savaşları Attila yönetiyordu. Zamanla Attila, Ağabeyi Bledanın başarısız idaresi ve katıldığı savaşlarda varlık gösterememesi nedeniyle kardeşi Attila ile mücadeleye girdi. İmparatorluk 10 yıl kadar bu şekilde yönetildi. Ancak Attila, 445 yılında ağabeyi Bledayı öldürerek yönetimi tek başına eline aldı.

Attila’nın amacı, hem Doğu hem Batı Romayı egemenliği altına almaktı. Uldız döneminden bu yana Batı Roma ile iyi ilişkiler içine girilmişti. Ancak Attila, bu şekilde devam etmeyecekti.

Doğu Roma ile ilişkiler zaten kötüydü. Daha önce Doğu Roma üzerine birkaç kez yürünmüş ve baskı altına alınmıştı. Doğu Roma halen Hunlara vergi ödüyordu. Ancak Doğu Roma’nın Hunlar üzerindeki oyunları halen devam ediyordu. Ruanın ölümünden hemen sonra Attila, Doğu Romanın üzerine yürüdü ve savaşı kazanarak Margos antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla vergi iki katına çıkartıldı.

Doğu Roma, antlaşmayı imzalasada antlaşmanın şartlarına uymuyordu. Bunun üzerine Attila, 441 yılında tekrar Doğu Roma’nın üzerine yürüdü. Trakyaya kadar ilerledi ve vergi üç katına çıkartıldı. Böylelikle Balkanlar yoluda açılmış oldu.

Doğu Roma, Hunlara karşı faaliyetlerine devam etti. Yine antlaşmaya aykırı hareket ederek Hunlara bağlı kavimleri isyana teşvik etti. Ticaret kurallarını çiğneyerek tüccarlarını Hun topraklarına gönderdi. Attila, bu kez Doğu Romanın üzerine iki koldan saldırıya geçti (447). Bi kolu Yunanistandan girerek Tselya’ya kadar ilerledi. Diğer koldan Sofya, Lüleburgaz, Flibe şehirlerini ele geçirdi. Bugünki Büyük Çekmece yakınlarına kadar ulaştı. Bu ilerleyişten sonra Doğu Roma tekrar barış istedi. Antolyos antlaşması imzalandı ve vergi üç katına çıkartıldı, savaş tazminatı ödetildi ve Tunanın güneyindeki bölge Doğu Roma askerlerinden arındırıldı.

Attila, yılında Batı Roma imparatorunun kızıyla evlendi (451). Karısının çeyizi olarak Batı Roma topraklarının yarısını istedi. Bunun üzerine Batı Roma ve Hun İmparatorluğu büyük bir savaşa girdi. Attila ordularını, Batı Romanın asker deposu olarak görülen Galya’ya gönderdi. Attila buraya 200 bin kişilik bir orduyla geldi. Ordunun 100 Bin’i Hunlardan, 100 Bin’i kendisine bağlı kavimlerden oluşuyordu. Batı Roma’da denk bir kuvvetle savaşa katıldı. Ordular Katalon ovasında karşı karşıya geldiler. Savaş 24 saat sürdü. İki tarafta çok ağır kayıplar verdiler. Buna rağmen savaş henüz sonuçlanmamıştı. Ancak Batı Roma Askerleri, aynı gece askerlerini geri çekti ve yenilgiyi kabul etti. Attila, Galyayı işkal ederek yenilmezliğini tüm dünyaya kabul ettirmişti artık.

Attilanın amacı Doğu Romayı tamamen kendisine bağlamaktı. Kesin sonuç almak için 452 yılında bir sefer daha düzenledi. Romanın artık karşı koyacak gücü yoktu. Attila, ordusuyla Alpleri aşarak Po ovasına indi ve İtalyanın kuzey kentlerini ele geçirerek Roma önüne kadar ilerledi. Papa 2. Leo, Attilanın huzuruna çıkarak Attilanın romaya zaten hakim olduğunu söyleyerek Hristiyanlığın merkezi olarak kabul edilen Roma’nın yıkılmamasını talep etti. Bu dönemde bölgede Veba salgını sorunu vardı. Attila bu seferle Doğu Romayı egemenliği altına almış oldu. Bölgedeki Veba salgını nedeniyle daha fazla ilerlemedi ve vergiyi arttırarak geri döndü.

Attila, 453 yılında şüpheli bir şekilde öldü. Bazı tarih kaynakları Attilanın karısı tarafından zehirlendiğini ifade eder.


İlek Dönemi (453-455)

Attilanın 3 oğlu bulunuyordu. İlek, Dengizik, İrnek. Attilanın ölümüyle yönetime, en büyük oğlu İlek geçti. Ancak diğer kardeşlerle arasında saltanat mücadelesi yaşandı. Bu mücadele Hunları iç karışıklıklara ve yönetimde zafiyetler yaşanmasına sebep oldu. Bu iç karışıklıklar nedeniyle, Hunlara bağlı olan kavimler Hun idaresinden ayrıldı. Bugünkü Avrupa ülkelerinin ataları olan bu kavimler, Hunlardan ayrıldıktan sonra bölgede kendi yönetimlerini oluşturup Avrupanın bugünkü demografik yapısının alt yapısını oluşturdular.

İlek döneminde, ilk ağır yenilgi alındı. Hunlar Nadao savaşında yenilgiye uğradılar. Bu yenilgiden sonra Hunlardaki iç karışıklıklar dahada arttı.

Bugünkü Almanların ataları olan Germenler, İlek dönemine kadar Hunlara bağlı bir kavim olarak yaşıyorlardı. İmparatorluk içerisinde sorunların yaşanmasıyla Germenlerde isyan ettiler. İlek, bu isyanı bastırmak için Germenlerle girdiği mücadelede öldü.


Dengizik Dönemi (455-469)

Yönetimi İlek’den devralan Dengizik, imparatorluğu 14 yıl yönetti. Ancak yönetimi başarılı olamadı. Hunlar zayıflamaya ve küçülmeye başladı. Hem Roma, hem Hunlardan ayrılan kavimler bölgede güçlenmeye ve söz sahibi olmaya başladılar. Dengizik’de, Doğu Roma ile girdiği savaşta öldü.

Tarih kaynaklarında Dengizik’in ölümü, Avrupa Hunlarının yıkılışı olarak kabul edilir.


Avrupa Hun İmparatorluğunun Dağılması

Dengizikten sonra Hun imparatorluğu yönetilemez duruma geldi. Hem İmparatorluk gücü çok zayıfladı, hemde daha önce Hunlara bağlı kavimler isyan ederek ayrı bir güç olarak Hunların düşmanı haline geldi. Bunun üzerine, Attilanın en küçük oğlu olan İrnek, Hun kabileleriyle birlikte bugünki Karadenizin kuzeyine doğru çekildi. İmparatorluk yıkılmıştı ancak bölgedeki Hun varlığı devam etti. İrnek’den sonra Hun kabileleri Tingiz, Belkermek, Çuraş, Tarya, Buyan ve Çelbir tarafından yönetildi.

Avrupa Hun İmparatorluğu yıkılmıştı ancak Hunlar yokolmadı. Karadenizin kuzeyinden yayılarak kabileler halinde varlığını devam ettirdi. Bugün dahi Avrupa’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Kırımda Türk izlerine rastlamaktayız.

İmparatorluğun yıkılmasıyla Bölgedeki Hunların bir kısmı Karadenizin kuzeyinde varlığını devam ettirdi. Bir kısmı Hazara dönmek için Kafkaslara doğru ilerledi, bir kısmı bölgede oluşmaya başlayan diğer bir güç olan Avarlara katıldı, bi kısmı ise güneye doğru inerek balkanlara yayıldı.

Balkanlara yayıyan Hunlar, bugünkü Bulgaristanın temelini oluşturmuşlardır. Bulgar sözcüğü Türkçe bir ifade olan Bulgamaktan (Dağılmak, yayılmak) gelmektedir.

Karadenizin Kuzey bölgesinde varlığını sürdüren Hunların bir kısmı Karpat dağları ve çevresine ilerleyerek bugünkü Macaristanın temelini oluşturdular. Zira Macaristanın ismi olan Hungary, Avrupa Hun İmparatorluğundan miras kalmıştır. Bugün Macaristanda halen Türk kültürünün izlerine rastlamak mümkündür. Özellikle Gagağuz (Gökoğuz) lar  Türk olduklarının ve Attilanın torunları olduklarının farkındadırlar. Karadenizi terk etmeyen Hunlar ise bölgede kaldılar. Bu kabilelerde Kırım Türklerinin atalarıdırlar.

Bölgedeki Hunların önemli bir kısmı  Hazara dönmek üzere Kafkaslara doğru çekildiler. Bu topluluk Kafkaslardaki diğer toplumlara karışarak asimile olsalarda bazı kabilelerin varlıklarını uzun süre korudukları tarih kaynaklarında geçmektedir.
(kaynak:turktarihim.com)