Sayfalar

29 Haziran 2024 Cumartesi

8

 

GİRİŞ

 

“On üçüncü yüzyılın sonlarında Anadolu’nun batı sınır bölgelerinde ortaya çıkan ve bir kaç nesil sonra, Osmanlı hanedanının yönetimi altında merkezileşmiş ve kendi bilincinde olan emperyal bir devlete dönüşen, Osman adında birinin önderliğindeki siyasî teşebbüsün büyüleyici gelişimi”1 ve bunun dünyâ siyâsî ve toplumsal düzenine getirdiği yenilikler ve yaptığı değişiklikler üzerinde durulmaksızın içinde yaşadığımız dünyâyı anlamlandırmak pek mümkün olmayacaktır.

“Batı Türklüğünün en büyük siyâsî ve medenî teşkilâtlanması”2 olan Osmanlı Devleti, daha kuruluş aşamasında, Edirne’nin fethi, kendisine Balkan ve Sırbistan’ın kapılarını açan Sırp Sındığı Muhârebesi ve onu takip eden Kosova Zaferi gibi muazzam başarılara imzâ atmıştır. Devletin, Batı Avrupa tarafından da büyük bir tehlike olarak kabûl edilmesine yol açan Kosova Savaşı’nın ardından Papa IX. Boniface (1389-1404) tarafından yapılan çağrı üzerine bir araya gelen Haçlı kuvvetleri karşısında alınan Niğbolu zaferiyle (1396) yeni bir efsâne doğmuştur: Eyvah! Türkler Geliyor!

Ankara Savaşı (1402) ve sonrasında Yıldırım Bâyezid’in (1389-1403) ölmesiyle Osmanlı’da baş gösteren taht mücâdeleleri, bu efsanenin canlı renklerini kısa bir süreliğine soldurmuşsa da, I. Mehmed (1413-1421) kısa sürede devleti yeniden toparlamış, kaybolan zamânın telâfisini ise oğlu Murad’a bırakmıştır. II. Murad (1421-1451), dedesi zamanında başlayan İstanbul’un sistematik olarak kuşatılması denemelerine3 devam etmekle kalmamış, Makedonya ve Sırbistan’ın büyük bölümünü Osmanlı topraklarına dâhil ederek, efsânenin yeniden dirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu dönemde Arnavutluk ve Macaristan’a da düzenlenen seferler, Batılı devletleri, Papa IV.


1 Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde: Osmanlı Devletinin Kuruluşu, çev. Ceren Çıkın, yay. haz. Mehmet Öz, Ankara, Birleşik, 2010, s. XI.

2 Fahri Unan, “XV ve XVI. Asırlarda İslâm Dünyasında Osmanlı Gücü”, Türk Yurdu, 23/190, Ankara, Haziran 2003, s. 38.

3 Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru: 16. yüzyılda Almanların Türklerden Korunmak

İçin Yazdığı Dualar, İstanbul, Yeditepe, 2009, s. 19.


 

 

 

 

Eugene’den (1431-1447) gelen4 çağrıyla, bir kez daha birleştirmiştir: Türkler Avrupa’dan atılmalı! Ne var ki Varna ve II. Kosova savaşları, Türkler’in Avrupa’dan atılmasının hiç de sanıldığı kadar kolay ve çabuk gerçekleştirilemeyeceğini göstermiştir.

XV. Yüzyılın ikinci yarısına girerken, coğrafya ilminde büyük ilerleme kaydetmekte olan Avrupa’nın dünyânın geri kalanı hakkındaki bilgisi “mühim bir dönüşüm”5 geçirmeye ve dolayısıyla denizcilik kaçınılmaz bir gereklilik hâline gelmeye başlamıştır. Portekizliler Verde Burnu’nu6 bulmuş ve Afrika’da köle ticâretini başlatmış, bilimde yaşanan gelişmelere paralel olarak sanatsal çalışmaların da artmasıyla Floransa İtalyan Rönesansının merkezi hâline gelmiş, Medici Kütüphânesi ve Platon Akademisi kurulmuş, Jan Gutenberg matbaayı geliştirmiş, İngiltere’de vebaya karşı karantina uygulanmışken7, gizemli Osmanlı ülkesinde de Mehmed adında bir çocuk tahta geçmiştir. İleride daha ziyâde bir fâtih olarak anılacağına kendisinden başka belki de kimsenin emîn olmadığı II. Mehmed, gazâ ilkesiyle kendisine bir yol bulmuş olan Osmanlı hedeflerini gerçekleştirmek üzere tahtı devralmadan önce, daha ziyâde kendisiyle bütünleşecek olan gelecek ideallerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortam babası II. Murad tarafından zaten hazırlanmış8, devletin hayatî önem arz eden kurumlarının kusurları da kesip atılmıştır9. Artık Konstantinapol alınmalıdır.

Saltanâtının ilk senelerinde genç sultânın bazı iç meseleler10 sebebiyle biraz ihtiyatlı davranmak durumunda kalması, Avrupa’da Osmanlı gücünün zayıflayacağına dâir bir kanaat oluşmasına sebebiyet vermişse de, ataları gibi kendisinin de temel görev olarak kabul ettiği gazâ ilkesinden

 

 


4 Coşan, a.g.e., s. 22.

5 David Arnold, The Age of Discovery 1400-1600, New York, Routledge, 2. Baskı, 2002, s. XI.

6 Atlas Okyanusu’nda, bugün Senegal ve Moritanya açıklarındaki takımadalarda bulunan bir Afrika ülkesi. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur.

7 Hikmet Yıldırım, Karşılaştırmalı Kronolojik Dünya Tarihi, Ankara, Maya Akademi, 2007, s.47.

8 Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul, Türkiye

İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 105.

9 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2008, s. 70.

10 Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesîkalar, Ankara, TTK, 1995, s. 113.


 

 

 

 

hareket11 eden II. Mehmed, 1453’te Konstantinapol’ü almıştır. Roma’nın mirasçısı sayıldığından Avrupa’nın büyük saygı duyduğu Bizans İmparatorluğu’ndan12 İstanbul’u alması onu, İslâm dünyasının bir numaralı hükümdârı konumuna getirirken, Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısını yol üstünden çekerek, batıya doğru yapılacak olan fütûhatın önündeki büyük bir engeli bertaraf etmesi de, batı gözüyle korku ve endişe uyandıran “Yenilmez Türk” imajının bir efsâne olmaktan çıkıp, adetâ ete kemiğe bürünmesine sebebiyet vermiştir. XIV. yüzyıldan beri Osmanlı kimliğiyle bütünleştirilen Türklerin13 Batı’ya saldırıp Hıristiyanlığın egemenliğini yıkacağı korkusunun tetiklenmesiyle14 fetih, dünyânın sonunun gelmesi gibi büyük bir felâket olarak algılanmıştır. Fethin güncesini tutan Nicolo Barbaro’nun (d.1420- ö.1494) “Türk köpekleri” deyimini kullanması, dönemin bir keşişi tarafından fethin o zamana kadar yaşanmış ve ondan sonra yaşanacak en kötü olay olarak nitelenmesi, Danimarka ve Norveç kralının Fâtih’i, Hıristiyan kıyâmet metinlerinde bahsedilen canavar, Papa V. Nicolaus’un, yine Fâtih’i şeytanın oğlu addedip, Hıristiyan inanışındaki yedi başı, yedi tâcı, on boynuzu olup Hıristiyanların kanına susamış ejderha olarak betimlesi15 ve hâdisenin etkisiyle pek çok ağıtlar yakılmasıyla Bessarion (d.1403-ö.1472), Francesco Filelfo (d.1398-ö.1481), Flavio Biondo (d.1392-ö.1463) gibi pek çok hümanistin, insanları Kutsal Savaş’a çağırarak pek yakında güzel günlerin geleceği kehânetleriyle teselliye çalışmaları16, felâketin boyutunu göstermiştir. Diğer taraftan İstanbul’un fethi II. Mehmed’e, kendisini evrensel bir imparatorluğun vârisi olarak görme hakkı verirken, İstanbul’u da kurmayı hedeflediği bu cihân devletinin merkezi hâline getirme isteğini açığa


11 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s.109

12 Goffman, a.g.e., s. 28

13 Kemal H. Karpat, “Türkçe Çeviriye Önsöz”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 10.

14 Kemal H. Karpat, “Giriş”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 18.

15 Sina Akşin, “Batı’da Türk İmgesi”, Mülkiye, cilt 29, sayı 245, Kış 2004, (Erişim) htt://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_rokdownloads&view=file&Itemid=63&id=1020: batida-tuerk-imgesi-sina-akin, 14 Ocak 2010, s. 2.

16 Carl Göllner, “İstanbul’un Düşüşünden Sonra Haçlı Seferi Planları”, çev. Doğan Gün, Ankara

Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Araştırmaları Dergisi, cilt 22, sayı 35, t.y., s. 252.


 

 

 

 

çıkarmış17, böylece, Türk, İslâm ve Bizans geleneklerinin bağdaştırılması sûretiyle klâsik Osmanlı pâdişah tipi de onun şahsında oluşmuştur.

Avrupa’nın genelinde18 geniş bir yankı uyandıran bu gelişmenin ardından Papa V. Nicolaus (1447-1455), sefere katılacak olanların tüm günahlarının affolunacağı19 vurgusuyla yayınladığı haçlı fermanıyla tüm Hıristiyan hükümdârlara çağrıda bulunarak, “deccal” kabûl ettiği II. Mehmed’e karşı20 birleşilmesi gerektiğini duyurmuştur. Türklerle iyi ilişkiler içinde bulunmaktansa Haçlı siyâseti uygulamayı tercih eden21 Avrupalı devletlerin iç meseleleri sebebiyle askerî açıdan etkin bir dinamizm oluşturulamamakla berâber Avrupa -ya da Christendom22-, “şeytanî dinleri ve göçebe yaşam biçimleriyle”23 ötekinin sınıfına dâhil olmaya başlayan bu egzotik ve bilinmeyen yabancıya karşı tabîatıyla büyük bir merak beslemeye başlamış, bilhassa Batı ve Orta Avrupa’da, doğunun gizemiyle tuhaf bir cazibe de kazanan Türk tehlikesine ilişkin yazılı eserler, yoğun bir ilgi ile karşılanmıştır24. Güneydoğudan gelip, yeni bir siyâsi güç olarak Avrupa’nın karşısına çıkan25 ve Papa II. Pius’nun (1458-1464) ifâdesiyle Hıristiyanları sadece yabancı ülkelerde değil, kendi toprakları olan Avrupa’da da vurmaya başlayan bu “barbar”26 ve “öcü Türk”27 devleti, çoktan “Yenilmez Türk”28


17 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s.110.

18 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Ankara, TTK, 9. Baskı, 2006, s. 4.

19 Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti Hakkında: Kuruluşunun 700. Yılı Münasebetiyle”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 87.

20 Coşan, Türklerden Koru, s. 100-101.

21 Robert Schwoebel, “Coexistence, Conversion and the Crusade Against the Turks”, Studies in Renaissance, sayı 12, 1965, s. 172.

22 “Hıristiyan âlemi” olarak Türkçeleştirilebilecek olan “Christendom” kavramının yerini, ilerleyen senelerde ortaya çıkacak olan “Avrupa” kavramı alacaktır. Bu konuda bkz. M. E. Yapp, “Europe in the Turkish Mirror”, Past & Present: The Cultural and Political Construction of Europe, sayı 137, Kasım 1992.

23 Goffman, a.g.e., s. 5

24 Carl Göllner, “XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türklere Dair Matbuat”, çev. Doğan Gün, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, cilt 23, sayı 36, 2004,

s. 263.

25 Nejat Göyünç, “16. Yüzyılda Avrupa’da Türklerle İlgili Yayınlar”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 313

26 W. R. Jones, “The Image of the Barbarian in Medieval Europe”, Comparative Studies in Society and History, cilt 13, sayı 4, Ekim 1971, s. 392.

27 William H. McNeill, “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, haz. Kemal Karpat, İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 57.


 

 

 

 

imajını benimsemiş, Anadolu’da Karaman’ı ve Candarlı Beyliği’ni ilhâk etmiş, ülkenin kuzey sınırını ise Balkanlar’da Tuna’ya dayandırarak dünyânın gördüğü en büyük siyâsî yapılar arasında29 yer almaya başlamıştır. 1480’de de cihân imparatorluğu hedefi doğrultusunda biraz acele de olsa30 Roma üzerine yürümek amacıyla31 Otranto’ya asker çıkarmıştır.

1481’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek anlamda kurusucu olan32 Fâtih Sultan Mehmed’in ölmesiyle tahta geçen II. Bâyezid dönemi, daha önceki fetihlerin pekiştirildiği, I. Selim ve Süleyman zamanında gerçekleşecek fetihlerin altyapısının hazırlandığı bir dönemdir33. Cem hâdisesi sebebiyle Memlûklere açılan savaştan bir netîce alınamaması II. Bâyezid’in orduda modernleşmeye giderek ateşli silahlara ağırlık vermesine sebep olmuştur. Dönemin en çarpıcı gelişmesi, ilerleyen senelerde önemi daha fazla belirginleşecek olan denizcilikle ilgilidir. Fâtih zamanında Mora ve Arnavutluk’un ilhâkıyla Osmanlı, o sırada Akdeniz’de en güçlü donanmaya sâhip olan Venedik’le doğrudan karşı karşıya gelmiş, ancak denizlerdeki tecrübesi karada sâhip olduğu kadar yeterli olmayan devlet, savaşmaktan kaçınmıştır. Ne var ki II. Bâyezid döneminde Osmanlı donanması, Venedik’in elindeki Modon, Koron ve İnebahtı’yı alabilecek kadar mühim bir gelişme göstermiş, daha Fâtih döneminde adet bakımından Akdeniz’deki en geniş donanmaya sahip olan Osmanlı34, Venedik donanmasıyla eşit düzeye gelerek35, açık denizlerde de söz sâhibi olabileceğini ispatlamıştır. Artık Avrupalı güçler, Osmanlı gücünün yadsınamayacağı gerçeğinin idrâkine varırken, kararlı bir şekilde oyuna dâhil olan bu yeni oyuncu da, Avrupa


28 Erhan Afyoncu, “Avrupalılar’ın Günahlarının Cezası”, Osmanlı’nın Hayaleti, İstanbul, Yeditepe, 2005, s. 53.

29 Mehmet Genç, “İdeal ‘Osmanlı’ Yok: Açıkoturum”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19,

İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 233.

30 İlber Ortaylı, “Fatih Sultan Mehmed ve Otranto Seferi”, Üç Kıtada Osmanlılar, İstanbul, Timaş, 2007, s. 21.

31 Ortaylı, “a.g.m.”, s. 19.

32 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul, YKY, 4. Baskı, 2004, s. 34.

33 İnalcık, a.g.e., s. 38.

34 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 202.

35 Colin Imber, Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 57.


 

 

 

 

siyâsetinde rol almaya başlayarak36, bir anlamda gücünü tescilletmiştir. II. Bâyezid’in vefâtının ardından Osmanlı’ya kalan bir büyük miras da, I. Selim olacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu için XVI. yüzyılın, Fernand Braudel’in ifâdesiyle “Türklerin Çağı” olmasının kapısını aralamada, imparatorluğun her bakımdan kurucusu olan37 II. Mehmed’in Fâtih sıfatıyla etkisi ne kadar büyükse, I. Selim’in de o kapıyı ardına kadar açacak şerâitin oluşmasını sağlamadaki etkisi yadsınamaz bir gerçektir. I. Selim (1512-1520), Suriye ve Mısır’ı topraklarına katıp, o dönemde Doğu ve Batı arasındaki “ticârî ve teknolojik alışverişin en hareketli”38 bölgesi olan Doğu Akdeniz’de Osmanlı denetimini sağlamayı ve dolayısıyla Doğu ve Güney’deki tehlikeleri ortadan kaldırmayı başararak, oğlu Süleyman’ın saltanât döneminin bir Altın Çağ olabilmesi için gereken elverişli zemîni hazırlamıştır. Bunların yanı sıra, XV. yüzyıl ortalarından başlayıp XVII. yüzyılın ilk bir kaç senesine kadar sürecek olan savaş teknolojisindeki “önüne geçilmez bir hızla gerçekleşen değişimin”39 varlığını göz ardı etmeyerek Avrupa’ya karşı sadece kara savaşıyla mücâdele edilemeyeceğini fark ederek denizciliğe yatırım yapması ve arazi, nüfus ve bütçe açısından dönemin Avrupalı devletlerinden fark edilir derecede üstün bir imparatorluğu, “ortaksız” bir şekilde oğluna bırakmasının olumlu yansımaları, daha Kânûnî’nin ilk senelerinden hissedilmeye başlanacaktır.

II. Mehmed döneminin atak politikalarına dönüş yapan40 I. Selim, babası döneminde doğuda yeni ve büyük bir güç olarak ortaya çıkan41 Safevî tehlikesine öncelik tanımış, bu sâyede yine babasının iç siyâseti - tımarların,  savaşçı  gâziler  yerine  merkezî  güçlerle  iyi  ilişkiler  içinde


36 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 36.

37 Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihi Üzerine Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorular”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s. 199.

38 Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa:Dün Bugün”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s. 225.

39 John F. Guilmartin, “Ideology and Conflict: The Wars of the Ottoman Empire 1453-1606”, Journal of Interdisciplinary History, cilt 18, sayı 4, Bahar 1988, s. 733.

40 Guilmartin, “a.g.m.”, s. 739.

41 Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge, 4. Baskı, 2001, s. 147.


 

 

 

 

bulunanlara verilmesi gibi- ülke içinde beliren Safevî bağlantılı toplumsal kaos havasını42 da dağıtmıştır. Bu arada, belki de daha ziyâde kendi tebaaını Şiîlik anlayışı altında birleştiren Safevî Devleti’ne bir karşı hamle olarak43 Memlûklerle girdiği mücâdelenin ardından Mekke ve Medine’yi de Osmanlı bünyesine katmayı başararak, hem bu kutsal toprakların koruyucusu ve hizmetkârı ünvanını44 almış, hem Müslüman hükümdârların en önemlisi hâline gelmiş45, hem de devletin uçsuz bucaksız bir itibâr kazanmasını46 sağlamıştır. İslâmî coğrafyanın genişletilmesi ideolojisini, saltanatın meşrûlaştırılmasını büyük ölçüde kolaylaştırıcı47 bir etken olarak kabûl eden Osmanlı Devleti, siyasî anlamda Dârü’l-İslâm ve Dârü’l-Harb olarak ikiye böldüğü48 dünyâda artık yadsınamaz bir güç olurken, XV. yüzyıldan beri var olan Sünnî İslâm destekçiliği49 ve “kendisini İslâmın hedeflerine adama ilkesi”50 I. Selim’le berâber Sünnî İslâm’ın koruyucusu şeklinde resmîleştirilmiş ve daha siyâsî bir boyut kazanmıştır.

I.     Selim’in saltanâtı sırasında Osmanlı’nın batıdan ziyâde doğu tarafından tehlikelere marûz kalması51 sebebiyle batının aldığı rahat nefes, sultânın kısa süren saltanâtı ve akabinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın (1520- 1566) tahta geçmesiyle, verilmeye bile fırsat bulamamıştır. Osmanlı târihinin en şan‘s’lı hükümdârlarının başında kuşkusuz Süleyman gelmektedir. Babası zamanında Mekke ve Medîne’nin alınmasıyla sınır devleti olmaktan çıkıp,

 

 


42 Timur, a.g.e., s. 148.

43 Metin Kunt, “Süleyman Dönemine Kadar Devlet ve Sultan: Uç Beyliğinden Dünya İmparatorluğuna”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt vd., çev. Sermet Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 24.

44 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: 1300-1600, I. cilt, ed. Halil İnalcık vd., İstanbul, Eren, 2. Baskı, 2004, s. 56.

45 Kunt, “a.g.m.”, s. 24.

46 Guilmartin, “a.g.m.”, s. 740.

47 Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, çev. Ayşe Berktay, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007, s. 21.

48 Yapp, “a.g.m.”, s. 139.

49 Faroqhi, a.g.e., 60.

50 Albert Hourani, “Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan, vd., İstanbul, Ufuk Kitap,

5. Baskı, 2006, s. 103.

51 Andrew C. Hess, “The Ottoman Conquest of Egypt (1517) and the Beginning of the Sixteenth- Century World War”, International Journal of Middle East Studies, cilt 4, sayı 1, Ocak 1973, s. 67.


 

 

 

 

“İslâm halîfeliğine”52 dönüşmüş olan bir imparatorluğun tahtına, “kardeş cesedi üzerine basmamış”53 olmanın verdiği manevî huzurla, çok elverişli şartlarda oturmuştur zîrâ. Doğu meselesinin halledilmiş ve batıya yapılmak istenen kapsamlı seferin gerektirdiği büyük donanmanın altyapısının hazır olmasından başka, devlet bütçesi, Mısır’ın fethinin de katkısıyla, o sırada coğrafî keşifler sâyesinde önemli sömürgeler elde etmiş olan İspanya’nınkinden bile geniş bir hâl almıştır. Manevî ve maddî huzuru tam olan Süleyman, artık kendisine hazırlanıp sunulmuş yeni bir çağda54 en kudretli pâdişâh konumunda olacaktır.

Osmanlı târihinin en mühim aşamalarından55 birinde saltanat süren Süleyman döneminde Avrupa, en güçlü meşrûiyyet aracı Türklere karşı mücâdele vermek56 olan “Habsburgların hegemonyası”57 altındadır. Yeni sultân, klâsik çağı boyunca kendini birincil olarak İslâmiyetle meşrûlaştıran bir devletin58 pâdişâhı olarak, “taze Osmanlı toprakları olan Suriye ve Mısır”59 dâhilinde meydâna gelen ve “ülkenin kaynaşık yapısına”60 doğrudan bir tehdit olarak gördüğü isyânı bastırmaya öncelik tanımış, ardından yeniden batı siyâsetine hız kazandırmıştır. Süleyman’ın gözüne kestirdiği ilk hedefler olan Belgrad ve Rodos, tesâdüfî seçimler değildir. II. Mehmed 1456’da Belgrad üzerine yürümüş, ancak “etkin Macar direnişi”61 sebebiyle emeline ulaşamamıştır. II. Mehmed’den sonra II. Bâyezid de, Orta Avrupa’yı kendi hükümranlığı altında birleştirmek amacıyla Belgrad üzerine62 yürümüşse de, umulan netîce yine elde edilememiştir. I. Selim zamanında esas tehlikenin


52 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.

53 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 307.

54 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.

55 J. Von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I, İstanbul, İlgi Kültür Sanat, 2007, s. 447.

56 Faroqhi, a.g.e., s. 21.

57 Goffman, a.g.e., s. 165

58 Ussama Makdisi, “Ottoman Orientalism”, The American Historical Review, cilt 107, sayı 3, Haziran 2002, s. 773.

59 Caroline Finkel, “Suleiman”, The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert Cowley vd., New York, Houghton Mifflin Company, 2001, s. 451.

60 Martin Sicker, Islamic World in Ascendency: From the Arab Conquests to the Siege of Vienna, Connecticut, Greenwood Publishing Group, 2000, s. 207.

61 Subhi Labib, “The Era of Suleyman the Magnificent: Crisis of Orientation”, International Journal of Middle East Studies, cilt 10, sayı 4, Kasım 1979s. 439.

62 Labib, “a.g.m.”, s. 440.


 

 

 

 

doğudan gelmiş olması sebebiyle, bazı ufak sınır hâdiseleri gerçekleşmiş olsa da63, batı siyâsetini agresif kılacak bir durum oluşmamıştır. Ne var ki Süleyman’ın tahta geçmesiyle, Avusturya ve Macaristan üzerine bir dizi hücûmun64 gerçekleştirileceği bir dönem başlamıştır. Alenî bir şekilde ortaya konma cesâretinin ancak fâtihleşen Mehmed tarafından gösterildiği cihân hâkimiyeti idealinin aktif olarak sürdürülmesi için imkânlar da son derece elverişlidir. Yâni II. Mehmed’in kudretinin değilse de hayâllerinin eriştiği yerleri fethetme görevi, artık Kânûnî Sultan Süleyman’dadır.

Osmanlı İmparatorluğu Süleyman döneminde, öncekilere kıyasla çok daha esaslı rakiplerle muhâtap olmak durumunda olsa da, bunların hepsiyle mücâdele edebilecek bir güce sâhiptir65. Zîrâ zaten Reform döneminin bölücü etkisine marûz kalmış olan Avrupa, siyâsî olarak da V. Charles (1516-1556) – aynı zamanda I. Charles olarak İspanya kralı- ve Fransa kralı I. François (1515-1547) arasında ikiye bölünmüş durumdadır66. Yeni pâdişâh, âdet olduğu üzere otoritesini resmen sağlamak için ihtiyâcı olan gazâ67 hareketini, 1521 Şubat’ında İstanbul’dan hareket ederek68 başlatmış ve netîcede Belgrad’ı alarak hem ilk büyük zaferini kazanmış69, hem de batıya doğru sürdürülecek gazânın70 önündeki büyük bir engeli kaldırmıştır. Süleyman’ın bundan sonraki hedefi olmakla berâber Akdeniz’de Kıbrıs’tan başka Hıristiyanların mühim bir üssü konumunda olan Rodos, Saint Jean Şövalyeleri’nin elindedir ve Akdeniz ticâreti ve hacıların güvenliği açısından stratejik önemi hâizdir. 1480’de kuşatılmış olmasına rağmen alınamayan71 adanın fethi I. Selim’in Suriye seferi dönüşünde de gündeme gelmişse de


63 Yaşar Yücel, Ali Sevim, “Kanunî Sultan Süleyman Devri”, Türkiye Tarihi II: Osmanlı Dönemi (1300-1566), Ankara, TTK, 1990, s. 260.

64 Harry Clark, “The Publication of the Koran in Latin Reformation Dilemma”, The Sixteenth Century Journal, cilt 15, sayı 1, Bahar 1984, s. 4.

65 Goffman, a.g.e., s. 123.

66 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.

67 Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, çev. Serhat Bayram, İstanbul, Kapı Yayınları, 2008, s. 392.

68 George Satterfield, “Suleiman”, Berkshire Encyclopedia of World History, IV. Cilt, ed. William

H. McNeill, Massachusetts, Berkshire Publishing Group, 2005, s. 1794.

69 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.

70 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.

71 Palmira Brummett, “The Overrated Adversary: Rhodes and Ottoman Naval Power”, The Historical Journal, cilt 36, sayı 3, Cambridge, Cambridge University Press, 1993, s. 518-519.


 

 

 

 

saldırıda bulunulmamıştır72. Ancak bilindiği gibi I. Selim, doğuyu emniyete aldıktan sonra batıya karşı büyük bir sefere çıkmaya niyetlenmiş, ömrü vefâ etmediğinden bunu gerçekleştirememiştir. Fâtih’in cihân hâkimiyeti idealini iyiden iyiye benimsemiş olan Kânûnî, dönemin en müstahkem mevkîsi sayılabilecek73 Rodos’u Aralık 1522’de alarak, Fâtih’in yapamadığını yapan pâdişâh olmuş74 ve Osmanlı’nın denizlerdeki emsâlsiz genişlemesinin75 başlayacağı bir dönemi başlatmıştır.

Bu esnâda bazı Avrupalı devletlerin Habsburg egemenliğine karşı denge sağlayabilecekleri bir destek ihtiyacına girmeleri76, Osmanlı Devleti’nin dengeleyici bir güç olarak belirginlik arz etmesini sağlamıştır. Güçlüye karşı zayıfın yanında yer alma siyâsetini çıkarlarına uygun gören devlet, bu sâyede “Avrupa devletler sisteminde”77 kendine yer edinmiştir. Rodos’un fethinden sonra karada mı yoksa denizlerde mi ilerlenmesi gerektiği husûsunu 1525’e kadar netliğe kavuşturamayan78 devletin kararını etkileyen de zaten bahsi geçen sistem içinde elde ettiği konum olmuştur. Bir yandan Mısır’da patlak veren isyan, diğer yandan büyük bir deniz gücü hâline gelmiş olan Portekiz’in kutsal topraklara yakınlaşma ihtimâli79 işleri daha da zorlaştırırken, tam bu noktada V. Charles’ın Fransızları Kuzey İtalya’da80 yenip François’yı esir alması, sultânın kesin bir karar vermesini sağlamıştır. Zîrâ esir düşen Fransa kralı kurtuluşun yolunu, “İslâm dünyâsının tartışmasız en büyük gücü”81 olan Osmanlı Devleti’nin kapısını çalmakta görmüştür. 1525’in Aralık ayında gelen82 ve Kânûnî’nin zaten hedefleri dâhilinde bulunan Macaristan seferini meşrû kılan yardım talebi üzerine harekete geçen Süleyman, 1526 Ağustos


72 Brummett, “a.g.m.”, s. 519.

73 Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, cilt I, İstanbul, Ötüken, 1994, s. 243.

74 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.

75 Brummett, “The Overrated Adversary”, s. 517.

76 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 150.

77 İnalcık, a.g.e., s. 151.

78 Andrew C. Hess, “The Evolution of Ottoman Seaborne Empire in the Age of the Oceanic Discoveries 1453-1525”, The American Historical Review, cilt 75, sayı 7, Aralık 1970, s. 1912.

79 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1912-1914.

80 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 151.

81 Geoffrey Woodward, “The Ottomans in Europe”, History Review, sayı 39, Mart 2001, s. 1.

82 Namık Sinan Turan, “Kanuni’nin Macaristan Siyâseti: Macaristan’da Osmanlı Kültüründen İzler”,

Toplumsal Tarih, sayı 138, Haziran 2005, s. 47.


 

 

 

 

sonundaki Mohaç Muharebesi’nden bir buçuk83 - iki84 saat içinde gâlip çıkıp, “İkinci İstanbul”85 yapılmak istenen Budin’i almıştır. “Macar krallığının yıkılışının habercisi”86 olan bu Osmanlı zaferine rağmen Habsburgların bölgede egemenlik kurma87 ideallerinde bir değişiklik olmaması Süleyman’ı, 1529 senesinde ikinci kez88 Macaristan üzerine harekete geçirmiştir. “Fransa’nın hâmisi”89 konumunda olan büyük gücün pâdişâhı olarak Süleyman, hem Mohaç zaferinin verdiği cesaretin90 etkisiyle, hem de V. Charles’a gözdağı vermek amacıyla91, “târihinin en büyük akın hareketini”92 gerçekleştirerek Viyana’yı kuşatmışsa da, “güçlü Türk savaş makinesi”93 bu kez teknik yetersizliğin, olumsuz iklim koşullarının94 ve kararlı bir direnişin95 azizliğine uğramıştır. 1526’da başlatılan ve netîcesinde Viyana’ya dayanılan96 ancak “Avrupa’nın kalbine”97 girilemeyen bu seferle pâdişâh hem ilk yenilgisini almış98, hem de uzun seneler devam edecek olan Osmanlı- Habsburg mücâdelesinin fitili ateşlenmiştir99.

Kısa sürede târih sahnesinden silineceği kehânetinde bulunulmuş olan100 bu “alt edilmesi veya uzak durulması gereken doğulu yabancılar”101


83 Caroline Finkel, “Battle of Mohacs”, The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert Cowley, Geoffrey Parker, New York, Houghton Mifflin Company, 2001, s.306.

84 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 326.

85 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 154.

86 Kelly DeVries, “The Lack of a Western European Military Response to the Ottoman Invasions of Eastern Europe from Nicopolis (1396) to Mohacs (1526)”, The Journal of Military History, cilt 63, sayı 3, Temmuz 1999, s. 544.

87 N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 46.

88 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 329.

89 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 151.

90 Labib, “a.g.m.”, s. 444.

91 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 330.

92 Yılmaz Öztuna, Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2. baskı, 2008, s. 54.

93 Fernand Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, cilt II, Berkeley, University of California Press, 1996, s. 907.

94 N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 47.

95 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.

96 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.

97 Lord Kinross, Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü, çev. Meral Gaspıralı, İstanbul, Altın Kitaplar, 3. baskı, 2009, s. 194.

98 Kinross, a.g.e., s. 190.

99 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.

100 Fernando Fernandez Lanza, “Habsburg-Osmanlı Rekabeti Bağlamında 16. Yüzyılda İspanya’da Türk İmajı”, çev. Kıvanç Ulusoy, Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 93.


 

 

 

 

artık Macaristan’a yerleşmiş, Süleyman da dünyâ hâkimiyeti fikrine iyice ısınmış ve hatta 1532’deki üçüncü Macaristan Seferi öncesinde, batılı hükümdârlara özgü olup Doğu ve Batı’nın tek siyâsi gücünü simgeleyen102 bir imparatorluk tâcı ile tören kıyafeti siparişi bile vermiştir103. Ne var ki, Daha ziyâde Alaman Seferi olarak bilinip Osmanlı târihlerinde Güns ya da Nemçe Seferi104 olarak da zikredilen bu harekât, Yeniçağın en popüler iki imparatorunun, son nefeslerine kadar sürecek olan netîcesiz mücâdelelerinden105 biri olmuş, Süleyman, doğuya gerçekleştirmesi gereken sefer için, batıdan gelen ateşkes106 teklifini kabûl etmiştir. Bununla berâber aynı sene içinde Osmanlı ve Habsburg mücâdelesini Akdeniz’e taşıyan gelişmeler de yaşanmıştır zîrâ Süleyman’ın 1533-36 arasındaki İran Seferi’ni fırsat bilen V. Charles Koron, Patras ve İnebahtı’yı ele geçirmiştir107. Bu gelişme Osmanlı sultânını, Venedik’le işbirliği içinde olan108 V. Charles’a karşı bir müttefik ihtiyâcına109 düşürmüş ve en uygun namzet olan Fransa’yla diplomatik ilişkiler geliştirilmiştir110. Bir zamanlar, dinî taassuptan ötürü topraklarında Fâtih’in oğlu Cem’i bile istemeyen Fransa111, Hıristiyan dünyâsında “skandal”112 etkisi yaratacak anlaşmaya 1535’te imzâ atarak, torun Süleyman zamanında Osmanlı’nın tabiî müttefîki hâline gelmiştir.

XV. yüzyılın sonuna doğru gelişmeye başlayan okyanus gemiciliği113 netîcesinde XVI. yüzyıl dünyâsında Akdeniz, büyük mücâdelelerin odak


101 Timothy Hampton, “Turkish Dogs: Rabelais, Erasmus and the Rhetoric of Alterity”,

Representations, sayı 41, Kış 1993, s. 61.

102 Özlem Kumrular, “Köpekler ve Domuzlar Savaşında Kanuni’nin Batı Siyasetinin Bir İzdüşümü Olarak Türk İmajı”, Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 124.

103 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 155.

104 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I: Siyasî Tarih, İstanbul, Ötüken, 2006, s. 148.

105 Kumrular, “a.g.m.”, s. 109.

106 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.

107 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 370.

108 Ann Williams, “Akdeniz Çatışması”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt, Christine Woodhead, çev. Sermet Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 44.

109 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 66.

110 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 157.

111 Nicolas Vatin, “Soylu Misafir Cem Sultan”, Popüler Tarih, sayı 74, Ekim 2006, s.33.

112 Alain Servainte, “Batılıların Gözünde Türk İmajının Geçirdiği Değişimler”, Dünyada Türk

İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 64.

113 Richard Harding, “Deniz Savaşları 1453-1815”, çev. Yavuz Alogan, Top, Tüfek ve Süngü- Yeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2003, s. 107.


 

 

 

 

noktası olmuştur114 ancak dönemin Hıristiyan güçleri denizcilikte oldukça ilerlemiş115 olmasına rağmen Batı116 ve Orta Akdeniz’de hâkimiyet kurmaya117 çalışan Osmanlı, deniz mücâdelelerinde aynı oranda tecrübeli değildir118. Koron ve İnebahtı’nın V. Charles’ın eli geçmesi Süleyman’ı, deniz kuvvetlerinin de takviye edilmesine yönlendirmiş119 ve pâdişâh, uzunca bir süredir üzerinde düşündüğü işi gerçekleştirilerek120 1534’te121 muhteşem ekibine122 kaptân-ı deryâlık tevcîh edilen123 Barbaros Hayreddin Paşa’yı katarak, hem kendisini Hakanü’l Bahreyn mertebesine, hem de Osmanlı denizciliğini uluslararası boyuta124 taşıyacak bir dönemi başlatmıştır. Denizlerde hâkimiyet kurmanın öneminin farkında olan125 Barbaros’un donanma gücünün başına getirilmesiyle, Osmanlı-Habsburg mücâdelesinin merkezi, Sicilya’ya olan yakınlığı sebebiyle126 stratejik önemi hâiz olan Tunus olmuştur127. Müslümanları bir daha geri gelmemecesine Avrupa’dan sürmeye128 ve Reconquista’yı tamamlamak için Batı Akdeniz’i bir İspanyol gölü hâline getirmeye olan kararlılık129 ile Roma idealini gerçekleştirme çabası arasında süren mücâdele, V. Charles ve Süleyman’ı 1538 senesinde Preveze’de karşı karşıya getirmiştir. Bahsi geçen senede Osmanlı Devleti bir taraftan Boğdan, diğer taraftan Hind seferiyle meşgûlken, Papalık donanmasının130 Osmanlı’ya âit bir deniz üssü olan Preveze’ye131 saldırması


114 Erhan Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü: Prof. Dr. İdris Bostan’la Röportaj”, Popüler Tarih, sayı 60, Ağustos 2005, s. 57.

115 Afyoncu, “a.g.m.”, s. 55.

116 Labib, “a.g.m.”, s. 444.

117 Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.

118 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 371.

119 Kinross, a.g.e., s. 213.

120 Jean-Louis Belachemi, Barbaros Kardeşler, çev. Nihan Önol, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1995,

s. 215.

121 Öztuna, Kanuni, s. 70.

122 Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri I, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1998, s. 18.

123 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 372.

124 Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.

125 André Clot, Muhteşem Süleyman: Osmanlı’nın Altın Çağı, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul, Epsilon,

5. baskı, 2005, s. 98.

126 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 160.

127 İdris Bostan, “Simancas Arşivi’ndeki Osmanlı-Belgelerle Kanuni’nin Akdeniz Politikası”,

Toplumsal Tarih, sayı 137, Mayıs 2005, s. 86.

128 Clot, a.g.e., s. 94.

129 Clot, a.g.e., s. 40.

130 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 376.


 

 

 

 

üzerine Barbaros da Adalar Denizi’ne açılmıştır132. 25 Eylül 1538’de133 kazanan tarafın Akdeniz hâkimiyetini meşrû kılacak olan çarpışmalar netîcesinde Osmanlı Devleti, Akdeniz’e mührünü vurmuştur. Avrupalı devletler, “Preveze felâketinin”134 ardından bir daha ancak İnbehatı’da birleşik bir kuvvetle Osmanlı’yla karşılaşmayı135 göze alacaklardır.

Dünyâ hâkimiyeti konusundaki iddialarını gemileri yakmışçasına sürdüren yüzyılın iki büyük hükümdârı arasında yaklaşık otuz sene süren mücâdeleler, Osmanlı Sultânı’nın üstünlerin üstünü olduğunu resmîleştiren,

V. Charles’ı ise sadece İspanya Kralı konumuna düşüren 1547 İstanbul Muâhedesi ile sona ermiş136, Osmanlı Devleti de böylece varlığının şâhit olabileceği en yüksek zirveye çıkmıştır. Süleyman bundan sonra da siyâsi konumunu, “diplomatik bir devrim”137 yaratan müttefiklik ilişkisinin yardımıyla ve Reform hareketinin Avrupa’da yarattığı bölünmüşlüğü kendi emellerine hizmet edecek şekilde körüklemek138 sûretiyle, denge siyâsetinin nimetlerinden olabildiğince faydalanmaya çalışacaktır. Dünyâ siyâsetine yön veren bu büyük devlet, onu cihân hâkimiyetine götüreceğini sandığı sistemin de yardımıyla, uzunca bir süre “bulunduğu bölgenin barış ve siyâsî birlik içinde yaşamasını sağlamış ender imparatorluklardan biri”139 olacaksa da, yüzyılın ikinci yarısı beklenmedik gelişmelere sahne olacaktır.


XVI. yüzyılın ilk yarısını muazzam bir özgüvenle tamamlamış olan Osmanlı Devleti aynı yüzyılın ikinci yarısında, gerek içte ve gerekse dışta meydâna gelen değişimlerle, devletin bundan sonraki gidişâtında belirleyici rol oynayacak bir takım antagonik etkilere marûz kalacak, bu etkilerin askerî

131 Aksun, a.g.e., s. 287.

132 Aksun, a.g.e., s. 286-287.

133 Kâtip Çelebi, Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan: Tuhfetü’l-Kibâr Esfâri’l- Bihâr, haz. Seda Çakmakcıoğlu, Çetin Sarı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2007, s. 72.

134 Clot, a.g.e., s. 106.

135 İdris Bostan, Osmanlılar ve Deniz: Deniz Politikaları, Teşkilat, Gemiler, İstanbul, Küre Yayınları, 2007, s. 21.

136 Öztuna, Kanuni, s. 64-65.

137 Franklin L. Baumer, “England, The Turk and The Common Corps of Christendom”, The American Historical Review, cilt 50, sayı 1, Ekim 1944, s. 27.

138 İlber Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, İstanbul, Timaş, 3. baskı, 2008, s. 81.

139 Arnold J. Toynbee, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 34.


 

 

 

 

alandaki en belirgin netîceleri de Malta ve İnebahtı yenilgileri olacaktır. Bu sebeple çalışmamızın birinci bölümünde, Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olarak addettiğimiz XVI. yüzyılın ikinci yarısı genel hatlarıyla ele alınacak ve bahsi geçen iki yenilginin denizlerde yaşanmış olması hasebiyle kuruluş devrinden ilgili zaman dilimine kadar Osmanlı denizciliğinden bahsedilecektir. Yine aynı bölümde, Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı da ayrı başlıklar hâlinde çağdaş kaynaklardan faydalanılarak ele alınacak, böylelikle, XVI. ve XVII. yüzyıl târihçilerinin iki yenilgiyi ne şekilde ele aldıklarının incelenmesinden önce, bahsi geçen dönem ve savaşların, genel manzaradaki yeri belirginleştirilmeye çalışılacaktır.

Çalışmamızın ikinci bölümü, Osmanlı târih yazıcılığının gelişimine ve Malta ve İnebahtı yenilgilerinin Selânikî, Âlî, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi tarafından eserlerine nasıl yansıtıldığına ayrılmıştır. Bahsi geçen târihçilerden Selânikî ve Âlî, doğrudan Malta ve İnebahtı yenilgilerinin yaşandığı ancak Kânûnî döneminin görkemli Osmanlılık algısının hüküm sürdüğü döneme şahâdet etmiş olmaları, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi ise, yaşanan iki büyük yenilgiye, yaşadıkları çalkantılı zaman dilimi göz önünde bulundurularak, yakın geçmişin bakış açısı hakkında fikir verebilecek olmaları hasebiyle çalışmamıza dâhil edilmişlerdir.


 

 

16

 
BİRİNCİ BÖLÜM

 

XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISI VE AKDENİZ’DEKİ BÜYÜK YENİLGİLER

 

1.1.  XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI DEVLETİ

 

Osmanlı Devleti’nin en büyük ve hızlı büyüme gösterdiği dönemin140 son ayağı olan ve aynı zamanda Osmanlı târihinin “birinci klâsik döneminin”141 kapanışını temsîl eden XVI. yüzyılın ikinci yarısı, devletin geleceği açısından da bir dönüm noktası olarak addedilebilir. XVI. yüzyıl karmaşasının baş verme aşamasını, Kânûnî idâresinde genel olarak sonsuz bir özgüvenle, siyâsi bakımdan zirvede geçiren, gücü Avrupa’nın kalbine kadar dayanmış ve Akdeniz’in hemen hemen tümüne hâkim142 olan, neredeyse tüm dünyada muazzam bir itibâra143 sâhip olan Osmanlı Devleti, yüzyılın ikinci yarısına girerken âdetâ Herman Hesse’in Damien isimli eserinde bahsi geçen, içinde hem iyiliği, hem de kötülüğü barındıran ve Tanrı ile yeryüzü arasında habercilik görevi yapan bir tanrıcık olan Abraxas’ı gibidir. Osmanlı’nın o dönemde en güçlü rakîbi olan Habsburglarla 1547’de yapılan İstanbul Muâhedesi’nin verdiği rahatlık, tam da yüzyılın ikinci yarısına girilmişken Ferdinand’la Macaristan üzerine bitmek bilmeyen mücâdelelerin yeniden baş göstermesi, Fransa’ya yeni bir deniz yardımının gönderilmesi ve İran’daki taht kavgalarının Osmanlı’yı da içine çekmesiyle144 müzmin doğu sorununun patlak vermesi gibi sebeplerle, yerini sancılı bir hareketliliğe bırakmıştır. 1555 senesindeki Amasya Muâhedesi ile aralıklı olarak otuz yedi sene sürecek olan İran savaşları 1576’da yeniden gündeme gelinceye kadar sona erdirilmiştir145 ancak bu kez de, önüne ancak 1561’de Bâyezid’in öldürülmesiyle geçilebilecek olan, şehzâde mücâdeleleri baş göstermiştir. Bu esnâda uzun seneler boyunca dünya hâkimiyetinde Süleyman’la başa baş


140 Guilmartin, “a.g.m.”, s. 725.

141 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 196.

142 Clot, a.g.e., s. 151.

143 Kinross, a.g.e., s. 252.

144 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 359.

145 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 361.


 

 

 

 

mücâdele veren V. Charles, mezhep hürriyetini teminât altına alan146 1555 Augsburg Barışı’nın147 ardından tahttan çekilmiş ve 1558’de ölmüştür, ancak Habsburgların Akdeniz üzerindeki iddiası canlılığını korumuştur. Macaristan hâlen problemli bir bölgedir. 1562 senesinde Orta Macaristan’ın Osmanlı’ya âit olduğu ve Erdel’in de yine Osmanlı vesâyeti altında kalmaya devam edeceği bir anlaşmaya varılmıştır ancak o sırada Ferdinand’ın ölerek yerine Maksimilyan’ın geçmesi, işleri yeniden içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Bunlardan başka bilhassa sultânın, Hürrem başta olmak üzere ikinci ve üçüncü şahısların etkisi altına girdiği, ancak yine de aklî melekeleri yerinde olarak kararlar aldığı148 ihtiyârlık çağında, gerek şehzâde mücâdeleleri dolayısıyla yaşanan hazin hâdiseler karşısında sergilediği tutum, gerekse sefersiz geçen uzun seneler, halk arasında ve bazı “sufî çevrelerde” sultâna karşı büyük hoşnutsuzluk doğmasına sebebiyet vermiş, üstelik tüm bunlara bir de, aşağıda detaylı olarak bahsedileceği gibi, beklenmedik Malta hezîmeti eklenmiştir. “Kızı dindar Mihrimah ile çevresindeki şeyhler ve din adamlarının”149 da telkinleriyle büyük askerî başarılarla süslenmiş saltanâtını bu gölgenin karanlığında noktalamak istemeyen “eski dünyânın en büyük imparatoru”150 Süleyman, 1566 baharında “bir daha görmemek üzere İstanbul’dan ayrılarak”151 Zigetvar’a doğru yola çıkmıştır.

Genel kabûle göre Süleyman’ın ölümünden sonra devlet tüm kurumlarıyla berâber çözülme sürecine girmiş, fetihler azalmaya başlamış ancak yine de, bilhassa 1570’lerden itibâren genişleme devâm etmiştir. 1571 senesinde yaşanan İnebahtı yenilgisi, Avrupa’da bir süreliğine Türk tehlikesinin sona ermesi olarak addedilerek kutlamalara vesîle olmuş, hatta İspanya, Venedik ve Papalık gibi Hıristiyan devletler, doğrudan İstanbul’a yapılacak bir saldırıyı bile düşünebilmişlerdir152. Ne var ki devlet, bu büyük


146 Öztuna, Kanuni, s. 68.

147 Daniel Philpott, “The Religious Roots of Modern International Relations”, World Politics, cilt 52, sayı 2, Ocak 2000, s. 211.

148 Clot, a.g.e., s. 146.

149 Clot, a.g.e., s. 160.

150 Labib, “a.g.m.”, s. 444.

151 Clot, a.g.e., s. 161.

152 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 47.


 

 

 

 

yenilginin ardından kısa sürede donanmasını toparlamış ve Avrupa’da kısa süreliğine de olsa Türkler hakkında değişen kanaat kesinliğini yitirmiştir. Yüzyılın sonlarına doğru 1593-1606 arasında Avusturya’yla ve 1578-1590 arasında İran’la uzun süreli ve astarı yüzünden pahalıya gelen savaşlara girilmesinin, devlet bütçesi ve dolayısıyla ordu üzerinde menfî etkileri olmuştur. Daha ziyâde kuşatma savaşı mâhiyeti arz eden Avusturya savaşları sırasında Yanık (1594), Eğri (1596) ve Kanije (1600) alınmışsa da, Avrupa’nın yenilenmiş etkin savunma sistemleri sebebiyle bunlar kalıcı toprak kazanımları niteliğinde olmamıştır. Hıristiyan birliklerin ateş gücü üstünlüğünü kesin olarak kanıtlamış olan Haçova Savaşı (1596), devleti bazı tedbirler almaya sevk etmiş, bu doğrultuda yeniçeri mevcûdu artırılmış ve sekban denilen silahlı bir piyâde ordusu oluşturmuştur. Ne var ki, nicelikteki bu artış, nitelikte de aynı oranda bir düşüş yaşanmasına sebebiyet vermiş ve artan askerin maaşı, devlet bütçesine ciddî bir yük getirmiştir ki zaten 1592’den itibâren hazîne giderek açık vermeye başlamıştır.


Giderek “Akdeniz’de, Karadeniz’de ve Kızıldeniz’de Hıristiyan dünyasının Osmanlı ülkesinin yaşam damarlarına her yerde saldırmasının”153 Osmanlı ekonomisini büyük oranda baltalamasına paralel olarak Osmanlı toplumsal ve idârî düzeninde de çözülmelerin başlamasının, devlet üzerinde yıkıcı etkileri olmuştur. Hızlı nüfûs artışına bağlı olarak artan işsizlik, köyden kente göçlere sebep olmuştur. Uzun süren Avusturya ve İran savaşları sebebiyle asker sayısını artırmak durumunda kalan devlet, bu yeni kent nüfûsunu paralı asker olarak orduda istihdâm etmiş ancak barış zamanlarında açıkta kalan paralı askerler, ülkenin dört bir yanında eşkıyalığa başlamıştır154. Yine bunun gibi timarları saraylıların eline geçen ya da değerden düşen sipâhilerle, Osmanlı genişlemesinin yavaşlamasına ve hatta durmasına paralel olarak akıncı örgütlenmesinin kalkmasıyla gönüllü askerliğe yazılıp enerjilerini yapıcı bir yöne kanalize edemeyen genç köylüler, dinî zümrenin imtiyâzlarından faydalanabilmek amacıyla medreselere akın etmeye ve gerek kırsal alanda, gerekse kentlerde yağmacılık yapmaya

153 İnalcık, a.g.e., s. 51.

154 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 59.


 

 

 

 

başlamışlardır155. Devletin bel kemiğini teşkîl eden kul ve timar sistemlerinden başka II. Selim döneminden itibâren saray çehresinin değişmeye başlaması, pâdişâhın otoritesini azaltmıştır. Bu ve buna benzer çeşitli gelişmeler, sınırları dışındaki etkinliğini kaybetmekte olan devletin, kendi içinden de çürümesine sebebiyet vermiştir.

Rusların da belirleyici bir güç olarak yükselişe geçtiği sırada İran da bir taraftan ordusunu ateşli silâhlarla donatıp, bir taraftan da Osmanlı’ya karşı Ruslar ve Batılı devletlerle ittifâk arayışına girmiştir. Teknik ve ekonomik gelişmeye paralel olarak Batı’da değişmeye başlayan güçler dengesi Doğu ve Kuzey’de de kendini göstermiş ve bu durum, Osmanlı’nın bölgedeki etkisinin giderek azalmasına sebebiyet vermiştir. İnebahtı sonrasında Akdeniz’deki hâkimiyetini de koruyamayan Osmanlı Devleti’nin bu duruma paralel olarak Kuzey Afrika’daki kontrolü de zayıflamaya başlamış, Trablusgarp, Tunus ve Cezâyir gibi mühim merkezler “korsan yuvalarına”156 dönüşmüştür. Yüzyılın sonlarına doğru İngiltere ve Hollanda gemileri de Akdeniz’de boy göstermeye başlamış, Amerika’dan gelen ucuz mallar dünyâ ekonomisinin seyrini değiştirmiş ve Avrupa’nın merkantilist para politikası Osmanlı mâliyesini çökertmiştir157. Bundan sonra da yaşanan siyâsî, ekonomik, teknolojik, toplumsal vb. pek çok değişimle berâber devlet giderek bölgesel bir imparatorluk konumuna düşecek ve sâhip olduğu alanın bütünlüğünü gerek içte, gerekse dışta güçlükle savunabilir hâle gelecektir.

Kısaca, XVI. yüzyılın ikinci yarısında dünyâ, “Osmanlı Devleti’nin ve dolayısıyla “İslâm’ın... üstünlüklerinin yıkılması,... yaşamsal sektörlerinin çalışmasının bozulup çözülmeleri gibi üstü kapalı ve hâlâ çözülmemiş”158 sorunlara şâhit olmuştur. Yeniçağ’ın bu en güçlü devleti, Kânûnî saltanâtının son senelerinden itibâren yavaş yavaş çözülme sürecine girmiş, bununla eşzamanlı olarak, bilhassa dünyâ iktisâdının Avrupa merkezli bir hâl


155 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 58.

156 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 48.

157 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 42.

158 Fernand Braudel, “Akdeniz: Sonuç”, Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, haz. Ali Boratav,

İstanbul, Kırmızı, 2007, s. 177.


 

 

 

 

alması159 ve zaten çoktandır merkeze alınmaya başlanan denizciliğin artan etkisiyle Batı ise, hızlı bir ilerleme kaydetmeye başlamıştır. Bu denge değişimi, dünyâyı pek çok bakımdan etkileyecektir.

 

1.1.1.   Malta ve İnebahtı Yolunda Osmanlı Deniz Gücü

 

Osmanlı Devleti, bir kara devleti olarak târih sahnesine çıkmıştır. Ancak kuruluş döneminden itibaren denizlere de büyük önem atfetmiştir. XIV. yüzyılın ilk yarısından itibâren Anadolu’nun batısında kurulmuş olan beyliklerin katkısıyla Ege adaları ciddî Türkmen akınlarına marûz kalmış ve Hıristiyan kuvvetler Türklere karşı savunma birlikleri kurma ihtiyâcına düşmüştür160. 1347-1348 senelerinde Karesi Beyliği’nin Osmanlı sınırlarına dâhil olmasının ardından, daha Orhan Bey zamanında bir donanmaya sâhip olmanın kaçınılmaz olduğu idrâk edilmiştir161. 1354’te Gelibolu’nun fethedilmesiyle, Karesi Beyliği’nin ilhâkıyla başlayan Osmanlı denizciliği mühim bir yol kat etmiş ve Rumeli’ye geçiş sürecinde Gelibolu, “denizlere çıkışın ilk hareket noktası”162 olmuştur. Dönemin güçlü denizci devletleri Venedik ve Ceneviz’e karşı ilk ciddî girişimleri başlatan Yıldırım Bâyezid döneminde, boğaz güvenliğini sağlayan Gelibolu’da bir tersâne inşa edilmesinden ve donanma oluşturma çalışmalarının başlatılmasından başka, boğazların da Türk denetiminde olduğu ilân edilmiştir163.

İstanbul’un fethinden itibâren başlayıp Kânûnî Sultân Süleyman’ın ölümüne kadar süren klâsik çağında devlet, daha ziyâde Balkanlar ve Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmeye çalışmış, jeopolitik konumu, iktisâdî kaynakları ve “bunların devletin hedeflerine hizmet etmek için seferber

 

 

 


159 Patrick Karl O’brien, Atlas of World History: Concise Edition, NY, Oxfor University Press, 2002, s. 132.

160 Halil İnalcık, “Batı Anadolu’da Gâzî Beylikler, Bizans ve Haçlılar”, Osmanlılar: Fütûhat,

İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, İstanbul, Timaş, 2010, s. 18.

161 İdris Bostan, “Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği”, Osmanlı Denizciliği: Beylikten

İmparatorluğa, İstanbul, Kitap, 3. Baskı, 2008, s. 14.

162 Bostan, “a.g.m.”, s. 15.

163 Bostan, “a.g.m.”, s. 15.


 

 

 

 

edilmesini mümkün kılan merkez ve taşra yönetimi sâyesinde”164 dünyânın en kudretli siyâsî gücü hâline gelmiştir. II. Mehmed 1453’te İstanbul’u fethettiği sıralarda, savaş teknolojisinde köklü -XVI. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı gücünü de büyük oranda olumsuz olarak etkileyecek olan165- değişikliklere yol açacak gelişmelere paralel olarak denizcilik büyük bir önem arz etmeye başlamıştır. İnalcık’ın belirttiği gibi166, nasıl ki İstanbul’a sahip olan tüm devletler öncelikle Karadeniz’e yönelmişse, Constantinapol’ü ele geçiren II. Mehmed de öncelikle Karadeniz’e yönelmiş, Amasra, Sinop, Trabzon Rum İmparatorluğu, Kırım ve Kefe’yi Osmanlı topraklarına katmış, böylece Karadeniz’in bir Türk gölü hâline gelmesinin yolu açılmıştır167. Bu dönemde Mora’nın alınmasıyla Osmanlı, denizlerde yüksek tecrübe sâhibi olan Venedik’le doğrudan karşı karşıya gelmiş, devletin batı yönünde ilerlemesini sağlayacak bazı adalar ele geçirilmiş ve nihâyet 1480’de Otranto kuşatılmıştır168. Artık efsâtı arasına “sultân-ı berr u bahr”ı169 da eklemiş olan

II. Mehmed’le berâber, Osmanlı Devleti’nin bir deniz imparatorluğu olmasının önü açılmıştır170. Ancak her ne kadar Otranto ve Rodos seferleri Osmanlı’nın Akdeniz’deki gücünün giderek etkinleştiğini göstermişse de, Osmanlı denizciliği henüz Osmanlı idealinin içini doldurabilecek nitelikte değildir. Ayrıca bahsi geçen dönemde coğrafî keşiflerin de etkisiyle batı denizciliği de giderek ilerlemeye başlamıştır.

II.    Bayezid devri, Fatih devrinde geliştirilen Osmanlı denizciliğinin devamı niteliğindedir. Kili ve Akkirman’ın alınmasıyla (1484) İstanbul ve Doğu Avrupa arasındaki ticârete hâkim olunduğu gibi, meydâna gelen bazı gelişmeler, başta lojistik destek olmak üzere, Osmanlı denizciliğindeki zaafiyetlerin fark edilmesini de sağlamıştır. Bu bağlamda bilhassa Venedik’in


164 Gabor Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları 1453-1826”, Top, Tüfek ve Süngü: Yeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap, 2003, s. 128.

165 Guilmartin, “a.g.m.”, s. 733.

166 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 18. Halil İnalcık’ın bu görüşü için bkz. Halil İnalcık, “The Question of the Black Sea under the Ottomans”, Archeion Pontou, 1979, s. 74-89.

167 Bostan, “a.g.m.”, s. 18.

168 Christon I. Archer v.d., World History of Warfare, Nebraska, University of Nebraska Press, 2002, s. 256.

169 “Kara ve denizlerin sultânı” anlamınadır.

170 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 18.


 

 

 

 

elinde olan ve II. Mehmed’in Rodos ve İtalya seferlerinde de zaafiyet yaratan Magosa limanının devlet açısından taşıdığı önem de ortaya çıkmıştır. İhtiyaçlar hâsıl oldukça ortaya çıkan bu eksikliklerin kapatılması amacıyla bu dönemde 150 farklı tipte 300’den fazla gemiden oluşan bir Osmanlı donanması meydâna getirilmiştir171. Böylece II. Bâyezid saltanâtında Osmanlı donanması nicelik olarak o dönemde Akdeniz’deki en mühim güç olan Venedik’in donanmasından üstün bir konuma erişmişse de devlet, alanında uzman ve tecrübeli denizcilerden yoksundur172. Bu açığın kapatılabilmesi için sultânın dâveti üzerine Kemal Reis, Burak Reis ve Pirî Reis gibi pek çok mühim denizci Osmanlı hizmetine alınmış, devletin denizlerdeki ilerlemesi için mühim bir aşama daha kaydedilmiştir173. Bundan başka Venedik, Ceneviz ve İspanya gibi denizcilikte ileri devletlerin teknolojileri takip edilmeye başlanmasıyla, Osmanlı gemi inşa teknikleri de geliştirilmiş ve artık devlet, “Akdeniz’deki hâkimiyet mücâdelesinde varlığını göstermeye”174 başlamıştır. Bu sâyededir ki, İbn Haldun’un XIV. yüzyılda, Müslümanların gelecekte Hıristiyanlara karşı atağa geçip denizlerdeki hâkimiyeti ele geçireceklerine dâir savunduğu düşünce bundan sonra gerçekleşmeye başlayacaktır175.

Osmanlı Devleti’nin giderek genişleyen sınırlarının ve dolayısıyla denetim altına alınan ticâret yollarının emniyeti açısından gerek Akdeniz’de, gerekse Kızıldeniz’de sürdürülen mücâdeleler, denizciliğin gelişimini zorunlu kılmıştır. Bu doğrultuda I. Selim, Haliç tersânesini Galata’dan Kağıthâne’ye kadar genişletmiş, İbn Kemal’in belirttiğine göre 300 gemi yapımına uygun kapasitede bir tersâne meydana getirmiş, 1515’te ise I. Selim 400 gemiden oluşan bir donanmaya sâhip olmuştur176. 1499-1502 arasındaki Osmanlı- Venedik savaşlarının ardından İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin’in ele geçirilmesiyle  Venedik’in  elinde  bulunan  ticâret  yollarının  Türkler’e


171 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.

172 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 22.

173 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1905.

174 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 22.

175 Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in The Age of Discovery, Albany, State University Press, 1994, s. 89.

176 Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 26.


 

 

 

 

devrolduğu sırada bahsi geçen iki devletten başka sadece Rodos şövalyelerinin Akdeniz’de düzenli filoları vardır177. II. Bâyezid dönemindeki gelişmelerle Osmanlı deniz gücünün Kuzey Afrika’ya doğru ilerlemesinin kapısının açıldığı sıralarda178, yeni bir gemi tipi olan karavellerle Hindistan’ın batı kıyılarına ve Kızıldeniz’e ulaşan Portekiz tehdîdi sebebiyle Memlûk Devleti’nin Osmanlı’dan yardım talep etmesiyle başlayan süreç, Safevî tehlikesi ve kutsal topraklar faktörünün de eklenmesiyle farklı bir boyut kazanmış, nihâyetinde Mısır’ın fethedilmesi, dünyânın en zengin ticâret yollarını Osmanlı denetimine sokmuştur. I. Selim’in kısa ancak verimli saltânâtıyla elde edilen bu kazanımlar, Süleyman’ın “dünyâ çapında fetih planlarını”179 beslemiştir.

1521’de Belgrad’ı alan Süleyman, hemen ertesi sene, “Memluk sultanlığı toprakları Osmanlı ülkesine katılınca, ol diyarın seçkin mallarını tahtkentine taşımak için deniz yollarının açık ve güven içinde bulunması, saltanatın görkemi gereği ve de en uygun bir önlem olmağın”180 demek sûretiyle Hoca Sa’deddin başta olmak üzere Osmanlı târihçilerinin bilhassa hacıların ve Kutsal Topraklar’ın güvenliği ve istihbarât açısından önemini vurguladıkları181 Rodos seferini başlatmıştır. Bu arada vezîr-i azâm İbrahim Paşa, Sultân Süleyman’a, giriş kısmında Portekiz’in Kutsal Topraklar’a yakınlaşmasının göz ardı edilemiyeceğinin vurgulandığı Kitab’ı Bahriye’nin, içerisinde Yeni Dünya ve Hint Okyanusu’na yapılacak seyahatlerle, ticârî faaliyetlerle ve Portekiz deniz teknolojisiyle ilgili detaylı bilgiler içeren yeni düzenlemesini sunmuş, bunun üzerine pâdişâh Selman Reis’ten, Hint Okyanusu’ndaki Portekiz ve Osmanlı deniz gücü ve hedefleri hakkında detaylı bilgi istemiştir182. Hess’in detaylı incelemesinden öğrendiğimiz kadarıyla Selman Reis, Yemen’deki tarım arazilerinden ve ticârî alışverişten sağlanabilecek vergilerin üzerinde durmuş ve devletin, Kızıl Deniz ve Hint


177 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.

178 Archer, World History of Warfare, s. 257.

179 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.

180 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih IV, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 3. Baskı, 1999, s. 352.

181 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1912.

182 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.


 

 

 

 

Okyanusu’na ağırlık vermesinin doğru olacağını bildirmiştir. Ancak o sırada devletin siyâsî hedefi daha ziyâde Akdeniz ve Macaristan üzerine olduğundan, Portekiz’le açık denizlerde bir mücâdele içine girmek uygun görülmemiştir. Nihâyet yeni bir kara seferi başlatan Süleyman, 1526’da “köhne Macar feodal ordusunu”183 Mohaç’ta büyük bir yenilgiye uğratmıştır. İktisâden sırtını daha ziyâde tarım arazilerinde dayandırmış olan Osmanlı Devleti böylece karadan sağlanan avantajları denizlerden sağlanması muhtemel avantajlara değişmemiş, Portekiz ise, kısa bir süre sonra teknolojik ve ekonomik olarak Batı’yı üstün konuma getirecek olan denizcilikte bir süreliğine daha rakipsiz olarak ilerlemeye devam etmiştir.

Osmanlı Devleti, I. François ile V. Charles arasındaki çekişmenin de etkisiyle mühim siyâsî değişimlerin yaşandığı bu dönemde vazgeçilmez bir denge unsuru olarak Avrupa devletler sisteminde mühim bir konuma gelmiştir. Habsburg yayılmacılığına karşı Osmanlı’yla yakın ilişkiler içine giren Fransa, 1531’den itibâren Süleyman’ı, İtalya’ya bir harekât düzenlemesi yönünde teşvîk etmeye başlamıştır184. Reconquista idealini gerçekleştirme peşinde olan V. Charles’ın Andrea Doria idâresindeki donanmasının Moron’u ele geçirdiği sıralarda Süleyman da tüm deniz gücünü Barbaros Hayreddin Paşa’ya emânet etmiştir. Barbaros’un Osmanlı hizmetine girmesi, Osmanlı denizciliği açısından bir başka dönüm noktasını teşkîl etmiştir. Denizlerde hâkimiyet kurmanın öneminin farkında olan185 Barbaros görevine başlar başlamaz bir kaç ay içinde büyük bir donanma oluşturarak186, 1534 Mayıs’ındaki ilk seferini Tunus187 üzerine yapmıştır. Türkler eline geçmesi Sicilya’yı doğrudan tehlikeye düşüreceğinden, Akdeniz mücâdelesinin merkezi bundan sonra Tunus olmuştur. V. Charles’ın donanması ertesi sene Tunus’u geri almışsa da, 1538’de Barbaros, ateşli silâhlarla donatılmış askerle yüklü kadırgalardan oluşan donanmasıyla188 Haçlıları Preveze’de


183 Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 139.

184 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 41.

185 Clot, a.g.e., s. 98.

186 Clot, a.g.e., s. 98.

187 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 372.

188 Archer, World History of Warfare, s. 257.


 

 

 

 

büyük bir yenilgiye uğratarak, Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in “tartışmasız hâkimi”189 konumuna yükseltmiştir. 1541’de V. Charles’ın altmış beş kadırga, dört yüz elli ikmâl gemisi, on iki bin denizci ve yirmi dört bin askerden190 müteşekkil donanması Cezâyir’e saldırdığında, sadece altı bin askeri bulunan Barbaros’a hava şartları dolayısıyla Hıristiyan donanmasında bulunan barutun ıslanması191 yardım etmiştir. 1546 senesinde Basra’nın alınmasıyla İran körfezine ve Hint Okyanusu’na açılma imkânının ve o bölgeden geçen tüm ticâret yollarının elde edilmiş olmasına rağmen Portekiz’in yeni denizcilik teknolojisinin benimsenmeyip “demode” bir denizcilik anlayışında ısrar edilmesi sebebiyle, Hess’e göre, teknolojik ve ekonomik anlamda Hıristiyanların elde etmeye başladığı üstünlük, ilerleyen senelerde Avrupalı küçük devletlerin geniş İslâm ülkeleri üzerinde siyâsî ağırlık kazanmalarına sebep olacaktır192.

Süleyman döneminde devletin en büyük avantajlarından biri, rakîplerin aksine silah ve mühimmat imâlâtı için, barut tozu, demir, kereste gibi gereken hammaddelerin devletin muazzam genişlikteki topraklarından karşılanabiliyor olmasıdır. (Hatta bu sebepledir ki İnebahtı Savaşı’ndan kısa bir süre sonra devletin yeni bir donanma meydana getirmesi üzerine Hıristiyan askerî uzmanlar, Osmanlı topraklarındaki ormanların yakılmasını gündeme getirecektir.) Ayrıca askerlerin maaşlarının karşılanmasında da her hangi bir sıkıntı çekilmemektedir. Tüm bunlar, Osmanlı ordusunu dönemin en güçlü ordularından biri hâline getirmiştir. Ancak daha önce değinildiği gibi okyanus gemiciliğinin keşfiyle inşâ edilen manevra kabiliyeti yüksek gemilerle XV. yüzyıl ortalarında Portekiz’in Hint Okyanusu’na ve Afrika kıyılarına, İspanya’nın ise Amerika’ya ulaşması, denizcilik ufkunu genişletmiş ve hâsıl olan ihtiyaçlar karşısında gemicilik büyük aşamalar katetmiş, savunma sistemleri başta olmak üzere denizcilikte mühim ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra kara savaşında uygulanan savunma sistemlerinin de


189 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 41.

190 Archer, World History of Warfare, s. 257.

191 Archer, a.g.e., s. 257.

192 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1915.


 

 

 

 

yenilenmesi karşısında Macaristan ilerlemesi kilitlenen Osmanlı Devleti bir de, aşağıda detaylı olarak incelenecek olan Malta yenilgisini almıştır. Malta muhâsarasında ağır toplarla mücehhez Osmanlı ordusu, yeni sisteme göre tahkîm edilmiş kaleler, modern topçu birliği ve arkebüzlerle donatılmış Malta gücü tarafından her seferinde geri püskürtülmüş, 24.000’e yakın asker, 24 büyük topun yanı sıra çok sayıda küçük top ve techizâtın193 kaybedilmesinin ardından, geri çekilmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Bu yenilgiyle başlayan süreç, bir deniz imparatorluğunu, yenilikten nasîbini almamış bir kadırga gücüyle sürdürmenin pek de kolay olmayacağını kanıtlamaktan başka, Gelibolu ve İstanbul’un Orta Akdeniz’e uzaklığı ile Kuzey Afrika’daki denetim yetersizliği gibi sebeplerin de etkisiyle, deniz teknolojisinin uzak menzilli seferler için uygun olmadığını göstermeye başlamıştır194. Osmanlı donanması Malta’da eski tip kaleleri yerle bir etmiş olmasına rağmen, modern Malta askeri tarafından her seferinde geri püskürtülmüştür. Bir önceki yüzyılda en fazla iki haftalık bir kuşatmanın ardından genellikle net bir netîcenin alınabilmesine karşılık Malta muhâsarası aylarca sürmüş, bu süre içerisinde askerler açlık ve pek çok hastalıkla da baş etmek durumunda kalmıştır.

1570’lerden başlayarak ucuz demirden imâl edilen topların kullanılmaya başlanması, kadırgalarda ateş gücünü yaygınlaştırırken, bu alanda uzman denizcilerin de önemi artmıştır. Batılı devletlerin geleceğin denizlerde gizlendiğinin farkına varıp bu konuya gereken özeni göstermeleri ve deniz faaliyetlerine özel bütçe tahsîs etmeleriyle, denizlerdeki güçler dengesi Batı lehine bir seyir almaya başlamıştır. 1571 senesinde gerçekleşen İnebahtı Savaşı’nın netîcesinde bu gelişmelerin de büyük etkisi olmuştur. Savaşta, 750 top yüklü olan 230 civârındaki Osmanlı donanması, 1.815 top yüklü toplamda 200’ün üzerindeki Haçlı donanmasıyla karşılaşmıştır195. Ayrıca çoğu arkebüz ve ağır zırhlarla mücehhez 20 ilâ 25.000 Haçlı askerine


193 Christon I. Archer v.d., Dünya Savaş Tarihi, çev. Cem Demirkan, İstanbul, Tümzamanlar, 2006,

s. 237.

194 Harding, “a.g.m.”, s. 105.

195 Archer, World History of Warfare, s. 258.


 

 

 

 

karşılık, çoğu zırhsız olan 16.000 Osmanlı kara askerinin sadece 6.000’inde arkebüz vardır, geri kalanı ise hâlen ok ve yayla savaşmaktadır. Hâl böyleyken Osmanlı Devleti, târihinin en büyük yenilgilerinden birini aldığı savaş netîcesinde, 30.000’e yakın asker, 200 civârında kadırga, 15.000’e yakın kürek mahkûmu ve en mühimi bir daha kazanılması mümkün olmayacak yetkin denizcilerini kaybetmiştir. Müttefik donanmasının uğradığı asker kaybı ise 8.000, yaralı askerlerin sayısı ise 21.000’dir196. Devlet her ne kadar kısa sürede yeni bir donanma meydâna getirebilmiş ve kendisini toparlamışsa da, meşhûr Osmanlı târihçilerinden Kemâlpaşazâde’nin de Osmanlı kudretinin kaynağı olarak gördüğü deniz gücü197 kaybedilmiştir.

XVI. yüzyılın sonlarına doğru, devletlerin dünyâ siyâset arenasındaki başarıları daha ziyâde teknolojik gelişmeleri ne derece benimsemiş olmalarıyla doğrudan ilintili hâle gelmiştir. Osmanlı Devleti, Preveze’de elde ettiği konumu bir daha geri kazanamamacasına kaybederken, Amerika’dan gelen madenlerle muazzam bir servete kavuşan İspanya’dan başka İngiltere ve Hollanda da denizcilik sâyesinde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Bununla berâber yine de “savaş masrafları, tahkimât, silahlar, techizât, nakliye ve askerin maaş ve iâşesi en büyük devletler için bile gerçekten büyük bir sorun”198 olmuştur. Devletler, sahillerini korumak ve deniz hâkimiyetini sağlamakla görevli donanmanın masraflarını karşılamak için yeni malî kaynaklar bulmak ve halktan vergi almak zorunda kalmışlardır. Hatta yukarıda belirtildiği gibi Amerika’dan gelen muazzam zenginliklere rağmen İspanya, 1557’den XVI. yüzyılın sonuna kadar bir kaç kez iflâsını açıklamış, Fransa da aynı dönemde iki kez iflâs etmiştir199. 1588’de İngiltere’nin Hollanda’ya düzenlediği askerî haretkât 23 bin sterlinken, 1597’de 175 bin sterline çıkmış, yüzyılın sonunda İrlanda’nın işgâlinin mâliyeti ise 2 milyon sterlin olmuştur200. XVI. yüzyılın ikinci yarısında kalıplaşmış ve artık çoktan


196 İdris Bostan, “İnebahtı Deniz Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 22,

İstanbul, Ali Rıza Baskan Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş., 2000, s. 288.

197 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih I, s. 55

198 Archer, Dünya Savaş Tarihi, s. 230.

199 Archer, a.g.e., s. 231.

200 Archer, a.g.e., s. 231.


 

 

 

 

geçerliğini kaybetmiş Roma ideali doğrultusunda Anti-Habsburg ittifaklarına sıkışan Osmanlı’nın askerî performansı, Rhoads Murphey’nin tespîtine göre; teknolojik ve malî kısıtlamalar, fizikî engeller ve çevresel kısıtlamalar (sefer sezonu, yiyecek kısıtlaması, ordunun kat ettiği mesafe, hava koşulları, nakliye) motivasyonla ilgili sınırlar (din, ideoloji, yiyecek, para, sefer koşulları, mükafat) ve devlet gücünün (asker üzerindeki kontrol) sınırlarına bağlı olarak düşmüştür201. XVII. yüzyıldan itibâren denizcilikteki gelişmeler mümkün mertebe takip edilmeye çalışılacaktır ancak yukarıda belirtildiği gibi, Preveze’de elde edilen konuma bir daha asla ulaşılamayacaktır. Bu sırada Yeni yüzyılla berâber denizci devletler uzak menzilli uzun seferlere çıkarken Osmanlı Devleti değişen siyâsî, ekonomik ve toplumsal şartların hâsıl ettiği bir buhrânın pençesine düşecektir.

 

1.2.   AKDENİZ HÂKİMİYETİ: SUYA YAZILAN YAZI

 

XVI. yüzyılın en belirgin iki büyük gücü ve dolayısıyla birbirlerinin rakîbi olan Osmanlı Devleti ve Habsburg İmparatorluğu’nun düello alanı olan Akdeniz, bahsi geçen devletlerin dünyâ hâkimiyeti müddeisi olan hükümdârları açısından büyük önem taşımıştır. Tabiî olarak burada cereyân eden savaşlar, târihin akışına doğrudan etki etmiştir. I. Selim döneminde Mısır’ın ele geçirilmesinin ardından aktive edilmeye başlayan Kuzey Afrika siyâseti, Doğu Akdeniz’deki Müslüman korsanların Osmanlı hizmetine girmesiyle, devletin sınırlarını Batı Akdeniz’e doğru genişletme tasarısını da gerçekleştirebilecek koşulları sağlamıştır202. Osmanlı Devleti’nin, hem Roma idealini gerçekleştirmek203, hem de Avrupa’daki topraklarının emniyetini sağlamak açısından Akdeniz’e hâkim olması gerekirken204, Katolik hükümdârlarda zaten hep vâr olagelmiş Kutsal Topraklar’ı geri alabilme


201 Rhoads Murphey, Osmanlı’da Ordu ve Savaş 1500-1700, çev. M. Tanju Akad, İstanbul, Homer, 2007, s. 35.

202 Andrew C. Hess, “The Battle of Lepanto and Its Place in Mediterranean History”, Past and Present, sayı 57, Kasım 1972, s. 57-58.

203 Marcello Maria Marrocco Trischitta, The Knights of Malta A Legend Towards the Future, Roma, Association of the Italian Knights of the Sovereign Military Order of Malta, 2000, s. 16.

204 Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 17.


 

 

 

 

eğilimine hız kazandıran205 Habsburg imparatoru V. Charles’ın da benzer sebeplerden ve Reconquista gereği Akdeniz’i kendi denetimi altında bulundurmaktan başka seçeneği yoktur.

Yüzyılın ikinci yarısına girerken Akdeniz’de üstün konumda olan Osmanlı Devleti’dir206. Barbaros Hayreddin Paşa artık yoktur ancak ardında, en az kendisi kadar iyi denizciler bırakmıştır207. Bundan sonra Osmanlı deniz savaşlarının ön plândaki ismi olarak karşımıza, bahsi geçen denizcilerden biri ve neredeyse Barbaros kadar ün salmış208 olan Turgut Reis çıkmaktadır. Turgut Reis, Cerbe adasını üs edindikten sonra hızla bir dizi faaliyete girişmiş ve 1544’te Kuzey Afrika’nın mühim merkezlerinden biri olan Mehdiye’yi ele geçirmiştir209. Bu duruma seyirci kalamayacak olan V. Charles, 1550 yazında Andrea Doria komutasında bir donanma göndererek210, gelişmelere müdâhil olmuştur. Cezâyir’le ilgisi sebebiyle olaylara uzak kalmayan Osmanlı Devleti, 1551 senesinde Turgut Reis’in donanmasıyla birleşmek üzere bölgeye bir donanma göndermiş ve bu kuvvet, Akdeniz’de Hıristiyanlar için bir üs görevi gören Malta adasını muhâsara etmiş, ardından yine Malta şövalyelerinin elinde bulunan211 ve stratejik olarak Tunus ile Malta kadar değerli olan Trablus alınmıştır212. Bu gelişme netîcesinde Turgut Reis Osmanlı hizmetine girmiş213, beylerbeyilik hâline getirilen Trablus214 ona emânet edilmiştir. Bu sırada, taht değişikliği yaşayarak II. Philippe’in taç giydiği ve rakîbi Fransa ile 1559’da Cateau-Cambrésis barışını imzalamış olan İspanya’nın en büyük amaçlarından biri, Osmanlı tehlikesini olabildiğince Doğu Akdeniz’de tutabilmektir215. Bu sebeple Trablus’un Osmanlı denetimine geçmesi ve


205 August Bover, “Conflict and Culture in the Mediterranean: Catalonia and the Battle of Lepanto (1571), Mediterranean World, sayı 17, Tokyo, The Mediterranean Studies Group Hitotsubashi University, 2004, s. 66.

206 Clot, a.g.e., s. 151.

207 Clot, a.g.e., s. 151.

208 Öztuna, Kanuni, s. 90.

209 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 385.

210 Öztuna, Kanuni, s. 90.

211 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 385.

212 Clot, a.g.e., s. 152.

213 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 386.

214 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 163.

215 Hüseyin Serdar Tabakoğlu, “The Reestablishment of Ottoman-Spanish Relations in 1782”,

Turkish Studies, sayı 2/3, yaz 2007, s. 501.


 

 

 

 

ardından Türk denizcilerin Batı Akdeniz’deki faaliyetleri üzerine harekete geçen Papalık, Malta ve İspanya donanmalarından oluşan Haçlı kuvveti216, 1560 senesinde Cerbe adasını işgâl etmiştir. Yılmaz Öztuna’nın “Preveze’den beri meydâna getirilen en iyi Haçlı Armada”217 olarak tasvîr ettiği Hıristiyan kuvvetlerin attığı bu adım, Ziya Nur Aksun’un ifâdesiyle “Türk denizcilik târihinin en şanlı muhârebelerinden biri”218 olan Cerbe Savaşı’nı doğurmuştur. Mücâdele netîcesinde, Turgut Reis’in büyük katkısıyla219 gâlip gelen Osmanlı Devleti kesin bir zafer kazanırken220, Türkler karşısında büyük bir başarı kazanma hevesinde olan İspanya’nın yeni kralı II. Philippe221 ve diğer Hıristiyan kuvvetler de Akdeniz’deki en büyük bozgununu yaşamıştır222.

Piyâle Paşa komutasında Cerbe seferine iştirâk eden bir tersâne kâtibi olup, sefer boyunca görüp işittiği hâdiseleri kaleme alan Zekeriyyazâde, Cerbe kalesinin en az Rodos kadar müstahkem olduğuna vurgu yapıp, savaşın kazanılmasını Tanrı lütfûna bağlayarak, Hendek Savaşı’yla benzerlik kurmuştur223. Zaferin büyüklüğünü, “Bu sonu sevinç olandan daha şaşılacak ve bu insanın içine ferahlık veren menkıbelerden daha ferahlık verici bir rivâyet ve gönülden pas silen bir hikâyet, denizlerde gezen râvîlerin ve adalardaki şehirleri dolaşan kara askerlerinin dillerine destân olmamıştır.”224 ifâdesini kullanan yazar, Hıristiyanların yaşadığı üzüntüyü de “Kolu kanadı kırılmış ve hâlleri perişan kâfir gemilerinin bu savaşta kurtulanları Malta Adası’na varıp geçtiler. Bu yasları dolayısıyla tentelerini ve sancaklarını, dinleri gibi karalara boyadılar. Mesine Adası’na geçip geldiklerinde, o adanın küçükleri ve büyükleri, erkekleri ve kadınları yalılara inip saçlarını başlarını yoldular. Yakalarını yırtıp feryat ederek ve nâra vurarak tırnaklarıyla yüzlerini yırttılar. Gemilerdeki kâfirler ise bunlardan daha ileri gittiler. İki yandan


216 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.

217 Öztuna, Kanuni, s. 95.

218 Aksun, a.g.e., s. 326.

219 Kinross, a.g.e., s. 242.

220 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.

221 Clot, a.g.e., s. 153.

222 Kinross, a.g.e., s. 242.

223 Zekeriyyazâde, Ferah (Cerbe Fetihnâmesi), haz. Orhan Şaik Gökyay, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s. 55.

224 Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97.


 

 

 

 

cehennem deresindekilerin seslerinin yankısını andırır ah dumanları göklere erişti. İşbu yasın ağlayıp inlemeleri kiliselerinde çalınan orgların sesleri gibi ciğerlerini deldi. Her biri saralı ve mecnun gibi topraklara bulanıp öylesine acılar çekmişler, bir zaman sessiz sadasız ölümün tadını tatmış gibi yatıp kalmışlar.”225 şeklinde kağıda dökmüştür. O sıralarda Avusturya elçisi olarak İstanbul’da bulunan Ogier Ghislain de Busbecq, “tatsız”226 olarak yorumladığı zaferin haberi İstanbul’a ulaştığında, büyük bir coşku yaşandığını belirtmiş ve coşkunun Türkler’de yarattığı özgüveni şu cümleyle dile getirmiştir: “Kendi yiğitliklerini göklere çıkarıp bizim korkaklığımızı aşağılamaktan hiç yorulmadılar”227. Bununla berâber mağlup tarafın savunusunu da etraflıca yapan elçinin dikkat çektiği bir diğer husûs da, Hıristiyanlar’ı büyük bir kedere sürükleyen böylesine büyük bir zafere rağmen, Osmanlı pâdişâhının içinde bulunduğu sükûnet olmuştur. Busbecq’e göre Süleyman zaferle hiç ilgilenmemiş, en ufak bir heyecan duymamıştır228. Bunun sebebi, uzun saltanâtı boyunca pek çok muazzam hâdiseler yaşamış olması mı ya da o sıralarda taht için yaşanan mücâdelelerin verdiği keder229 midir bilinmez, ancak şöyle bir gerçek vardır ki, Osmanlı, bir daha asla 1560’daki kadar denizler hâkimi olamayacak230 ve “Yenilmez Türk” imajını yine denizlerde kaybedecektir.

 

1.3.  ÇANLAR MALTA İÇİN ÇALIYOR

 

Cerbe zaferinin ardından, kaptân-ı deryâ Piyâle Paşa komutasında Osmanlı donanması Batı Akdeniz akınlarının boyutlarını genişletme fırsatı bulmuş231 ve devlet, tüm dikkatini Akdeniz’e toplamaya başlamıştır232. Avrupa ise genel olarak, Türkler’in yeni bir harekât başlatacağı söylentileriyle,


225 Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97-98.

226 Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, çev. Derin Türkömer, İstanbul, Doğan Kitap, 2005,

s. 117.

227 Busbecq, a.g.e., s. 118.

228 Busbecq, a.g.e., s. 120.

229 Clot, a.g.e., s. 155.

230 Clot, a.g.e., s. 155.

231 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 76.

232 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.


 

 

 

 

tedirgin bir bekleme sürecine girmiştir233. Malta’nın hedef hâline gelme ihtimâli, İspanyollar için göze alınamayacak bir durumdur. Zîrâ Doğu Akdeniz’den Batı Akdeniz’e geçişi denetleyen234 adanın kaybedilmesi hâlinde, Sicilya ve Napoli bölgesinin Osmanlı tehdîdine maruz kalacağı âşikârdır235. Osmanlı Devleti için de Malta’nın alınması, Akdeniz’in tümüne hâkim olmanın kapısını açmakla236 birlikte, Hıristiyanların bölgedeki bu önemli üssünün yok edilmesini de sağlamış olacaktır. Hıristiyan dünyâsının 1519’dan bu yana yaşadığı en korkunç deniz yenilgisi olan237 Cerbe sonrası kurduğu etkin istihbarât ve sabotaj teşkilâtı238 sâyesinde, tam zamanını kestirememekle berâber Türkler’in kısa sürede yeniden harekete geçmekte gecikmeyeceğini düşünen II. Philippe, deniz ve kara kuvvetlerini takviyeye başlamıştır239.

Rodos’un Türkler tarafından ele geçirilmesinin ardından, Süleyman’ın burada kalmakta ya da gitmekte serbest bıraktığı240 Saint Jean Şövalyeleri, 1523 senesinin ilk günlerinde Osmanlı gemilerine binerek Kandiye’ye doğru241, yeni bir vatan bulmak ümidiyle242 yola çıkmışlardır. Venedik’e bağlı olan Girit adasında bulunan bu yerde de uzun süre kalmayan şövalyeler, Papalık’a bağlı Viterbo’ya yerleştirilmişlerdir243. Ne var ki şövalyeler daha ziyâde denizlerde faaliyet gösterdiklerinden ve Viterbo da bir kara şehri olduğundan244, burada da yerleşik bir düzen kuramamışlardır. Nihâyet V. Charles, Trablusgarp’ın muhâfazasını da sağlayabilmek amacıyla245, kendi

 

 


233 Clot, a.g.e., s. 155.

234 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 76.

235 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.

236 Kinross, a.g.e., s. 242.

237 Tony Rothman, “The Great Siege of Malta”, History Today, cilt 57, sayı 1, Ocak 2007, s. 14.

238 Emilio Sola, “Cervantes Döneminde Magripli, Mürtet ve İspanyol Gizli Ajanları”, çev. Paulino Toledo, OTAM, sayı 4, Ankara, Ocak 1993, s. 688.

239 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 501.

240 Şerafettin Turan, Rodos’un Zaptından Malta Muhasarasına Kanunî Armağanı 1970’den ayrıbasım, Ankara, TTK, 1970, s. 68.

241 Ş. Turan, a.g.e., s. 70.

242 Ş. Turan, a.g.e., s. 72.

243 Ş. Turan, a.g.e., s. 72-73.

244 Ş. Turan, a.g.e., s. 73.

245 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 388.


 

 

 

 

mülkü dâhilinde bulunan Malta adasını 1530’da246 Saint Jean Şövalyeleri’ne tahsîs etmiştir. Zamanla ada, korsanlık faaliyetleri netîcesinde ele geçirilen Müslümanlardan oluşan bir esir kampı247 hâline gelmiştir. Cerbe zaferinin ardından, Akdeniz’deki fetih ufku daha da genişlemiş olan ve İtalya düşünü muhafaza eden248 Osmanlı’nın Malta için harekete geçmesi artık kaçınılmaz olmuştur.

Papa, kendi aralarında tabiî husûmetlerini yaşayan Hıristiyan güçleri Türkler’e karşı harekete geçirebilmek için kendi tabîîliğinde, “kutsal ve resmî teşvik”249 görevini yerine getirirken, Osmanlı Devleti de yapılacak yeni sefer için 1564 senesinden 1565 baharına kadar250 o zamana kadar görülmemiş büyüklükte251, “devâsâ”252 bir donanma meydana getirmiştir. Bu süre içerisinde iki tarafın Akdeniz’de karşılıklı ufak taciz saldırıları da devam etmiştir253. 1564 sonlarına doğru II. Philippe’in donanmasının, Endülüs’ün karşı kıyısında bulunan Velez’i ele geçirmesi, büyük bir sevinç yaratmış, bu zaferin haberinin her tarafa yayılması sağlanmış ve hatta bu hâdiseden yola çıkarak, Osmanlı deniz gücünün artık eski üstünlüğünün kalmadığı kanısına varılmıştır254. Süleyman ise Malta’nın alınmasının, artık hiç olmazsa devletin güvenliği açısından gerektiğinin bilincindedir. Zîrâ adada yerleşik bulunan şövalyeler, korsanlık faaliyetleri sebebiyle büyük zarara sebep olmuşlardır. 1889-1901 arasında Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı olarak İstanbul patrikliği yapan Sanminiatelli Zabarella’dan naklen Şerafettin Turan’ın belirttiği üzere, Cerbe’den Malta muhâsarasına kadar geçen süre boyunca elliye yakın Türk gemisi, ada korsanlarının saldırısına uğramıştır255. Bu gemiler arasında Müslüman hacıları taşıyanlar da yer almaktadır256. Pâdişâhın kızı Mihrimâh


246 Ş. Turan, a.g.e., s. 73.

247 Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 22.

248 Trischitta, a.g.e., s. 16.

249 Trischitta, a.g.e., s. 16.

250 Helen Vella Bonavita, “Key to Christendom: The 1565 siege of Malta, Its Histories and Their Use in Reformation Polemic”, The Sixteenth Century Journal, cilt 33, sayı 4, kış 2002, s. 1021.

251 Trischitta, a.g.e., s. 16.

252 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1021.

253 Clot, a.g.e., s. 155.

254 Clot, a.g.e., s. 156.

255 Ş. Turan, a.g.e., s. 78.

256 Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 22.


 

 

 

 

sultan da, bilhassa hacılara yönelik bu tür davranışlardan duyduğu rahatsızlığı257 ve adanın fetholunması durumunda, Peygamber’in övgüsüne mazhâr olunacağını258, bu sebeple fethin kutsal bir vazîfe olduğunu259 dile getirerek, Süleyman’ın kararında etkili olmaya çalışmıştır260. Harem için261 çeşitli eşyâ getiren bir Türk gemisine Malta korsanlarınca el konulması üzerine262 Osmanlı Devleti, harekete geçme kararı almıştır.

1565 Mayıs’ında Osmanlı donanmasının Malta önlerine gelmesiyle berâber263, Hıristiyan dünyâsının tedirgin bekleyişi de nihâyet bulmuştur. Yaklaşık dört ay süren mücâdele, kaynaklar arasında ihtilaf olmaksızın, son derece kanlı geçmiştir. Hıristiyan dünyâsı için Malta’nın savunulmasına dinî bir ehemmiyet atfedilmiştir. Kinross, Şövalyelerin büyük üstâdı ve Süleyman’ın akranı olup, vaktiyle Rodos savunmasında da hazır bulunan Jean de La Valette’in, muhâsara öncesinde askerlerine şöyle bir konuşma yaptığını yazar: “Bugün dinimiz tehlikede, bugün İncil, Kur’an’a yenik düşecek ya da düşmeyecek. Tanrı şimdi bizden görevimiz gereği ona vakfettiğimiz hayatlarımızı bizden istiyor. Hayatlarını feda edecekler Tanrı’nın sevgili kulları olacaktır”264. Katolik ünvanı ile anılan II. Philippe ise, Akdeniz’de Haç’ın hâkimiyetini265 sağlamak amacındadır. Osmanlı açısından da Malta’nın alınması, o taraftan Müslüman hacılara gelen ziyânın ortadan kaldırılması bakımından, İslâmiyet’i temsîl eden en büyük güç olması266 hasebiyle göz ardı edilemeyecek bir gerekçedir. Ancak yine de din kozunun aktif bir şekilde ortaya sürülmesi, Hıristiyan kuvvetlerle kıyaslanabilecek düzeyde değildir kanaatindeyiz. Zîrâ Osmanlı Devleti’nin doğuda İran’la ve batıda Venedik, Fransa, Avusturya ve Portekiz gibi güçlerle mûtedil bir ilişki içinde olmaması hâlinde, yalnızca dinî temelden kalkış yaparak bu denli


257 Clot, a.g.e., s. 156.

258 Lamartine, a.g.e., s. 462.

259 Aksun, a.g.e., s. 328.

260 Kinross, a.g.e., s. 242.

261 Clot, a.g.e., s. 156.

262 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 388.

263 Bonavita, “a,g,m,”, s. 1021.

264 Kinross, a,g,e,, s. 243.

265 Ş. Turan, a.g.e., s. 76.

266 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.


 

 

 

 

büyük çaplı bir mücâdelenin içine atılması pek de mümkün olmayacaktır. Buna karşılık 1565’te Hıristiyan güçler arasında ise tabîî gerginlikler devâm etmektedir. Fransa ve İspanya arasında anlaşmaya varılmış da olsa Fransa, Osmanlı ile dostâne ilişkileri sürdürme niyetinde olmuştur267. Venedik ise ticâri menfaatlerinden ötürü Türklerle barış içinde olmayı uygun görmekle kalmamış, muhâsara sırasında Osmanlı askerine gönderilecek zahire için kira karşılığında bir gemisini tahsîs etmiş ve pâyitahtla sefer serdârı arasındaki haberleşmede yardım sağlamıştır268. Dolayısıyla esâsen Hıristiyan dünyâsı da kendisini Osmanlı ile böylesine büyük bir mücâdelenin ortasına atabilecek mutlak bir güvenden yoksundur. Savaş kaçınılmaz bir hâl alınca, o güvenin içini doldurmada din unsuruna dramatik bir yoğunlukta rol verilmiştir.

Malta mücâdeledesinde iki tarafın askerî gücü hakkında kaynakların verdiği sayılar arasında farklılıklar269 olmakla birlikte, muhâsaraya şahâdet etmiş olan M. Pietro’dan ve mühimme kayıtlarından hareketle, konuyu en teferruatlı şekilde ele alan Turan, muhâsaraya katılan Osmanlı donanmasını 237 parça270 olarak vermiştir. Aynı ihtilâf, Osmanlı’nın asker sayısı için de geçerlidir271. Turan’ın buna dâir verdiği sayı ise 30-36.000’dir272. Buna benzer olarak, Osmanlı’ya nispeten düşük olan Hıristiyan tarafın asker sayısı husûsunda da kesin bir ittifak yoktur. Ancak dikkate şâyan bir tutum olarak, yerli kaynakların bir kısmında bu durum fark edilir şekilde üstün körü geçilirken, yabancı kaynaklarda da gerek yer yer satır aralarından anlaşılacak bir üslûpla, yer yer de özellikle üstünde durulmak kaydıyla,

 

 


267 Ş. Turan, a.g.e., s. 80.

268 Ş. Turan, a.g.e, s. 81.

269 Aksun’a göre 227 (Aksun, a.g.e., s. 329), Clot’ya göre 200 (Clot, a.g.e., s. 156), Kâtip Çelebi’ye göre 150 (Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 100), Selânikî’ye göre 300 parçadan eksik (Selânikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî I, haz. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 1999, s. 6), Solakzâde’ye göre 300 (Solakzâde Mehmed Hemdemî, Solak-zâde Tarihi, haz. Vahid Çabuk, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989,

s. 294), Rothman’a göre 200 (Rothman, “The Great Siege of Malta”, s. 12), Öztuna’ya göre 177 (Öztuna, Kanuni, s. 100), Uzunçarşılı’ya göre 300 (Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/I, s. 389).

270 Ş. Turan, a.g.e., s. 86.

271 Aksun’a göre 30.000 (Aksun, a.g.e., s. 329), Bonavita’ya göre 28-38.000 (Bonavita, “a.g.m.”, s. 1021), Clot’ya göre 29-30.000 (Clot, a.g.e., s. 156), Öztuna’ya göre 29.000 (Öztuna, Kanuni, s. 100), Rothman’a göre 40.000 (Rothman, “The Great Siege of Malta”, s. 12).

272 Ş. Turan, a.g.e., s. 87.


 

 

 

 

taraflar arasındaki Osmanlı lehine olan kuvvet dengesizliğine vurgu yapılmıştır. Buna fırsat verense elbette savaşın netîcesidir.

Malta için verilen mücâdelede, kuvvet bakımından Osmanlı Devleti’nin üstünlüğü, yukarıda detaylandırıldığı gibi kesindir. Ne var ki 11 Eylül 1565, Osmanlı için öngörülemeyecek ölçüde bir hezîmetin yaşandığı gün olarak târihe geçmiştir. Braudel’in dediği gibi “Akdeniz’i doğu ve batı olarak ikiye ayıran bir sınır bölgesi konumunda olan Malta”273 için verilen mücâdele netîcesinde oluşan bu gerçek, kadırga savaşının sınırlarını274 göstermek dışında, Ranke’ye göre “Hıristiyanların Preveze’den sonra bir daha asla açık deniz savaşına cüret edemeyeceğini düşünen Türklerin”275 “muhteşem” pâdişâhının artık denizlerde yenilmez olmadığını276 ortaya çıkarmıştır. Bu, Hıristiyan dünyâsı için sonsuz övgüye lâyık bir başarı olarak telakkî edilmiş, yaklaşık yüz senedir Türklere karşı alınan tek kesin zaferin mimarları olan şövalyeler adetâ kahramanlaştırılmıştır277. Zîrâ onlar bir görüşe göre, İslâm ordusunu yenerek, üstün Osmanlı gücünü de küçük düşürmeyi başarmışlardır278. Tabîî olarak Hıristiyan dünyâsı için bu zafer, şenliklerle kutlanacak, üzerine şiirler, methiyeler yazılacak bir sevinç kaynağı olmuştur. Hâdiseden yaklaşık iki yüz sene sonra bile Voltaire, “Hiç birşey Malta kuşatması kadar meşhur değildir”279 diyecektir.

En az Rodos kadar müstahkem olmasına rağmen kuşatma boyunca yapılan top atışları sebebiyle harâbeye dönmüş olan adanın yeniden imâr edilmesine, II. Philippe’in telkini ve desteğiyle280 büyük özen gösterilmiş, ada281,  Türkler  karşısında  Hıristiyanlığın  kazandığı  zaferin  bir  anıtı


273 Brian W. Blouet, “The Impact of Armed Conflict on the Rural Settlement Pattern of Malta (A.D. 1400-1800)”, Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, cilt 3, sayı 3, Settlement and Conflict in the Mediterranean World, 1978, s. 367.

274 Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.

275 Edwarde Barton & Edwin Pears, “The Spanish Armada and the Ottoman Porte”, The English Historical Review, cilt 8, sayı 31, Temmuz 1893, s. 441.

276 Clot, a.g.e., s. 158.

277 Rothman, “a.g.m.”, s. 12.

278 Trischitta, a.g.e., s. 20.

279 Rothman, “a.g.m.”, s. 12.

280 Ş. Turan, a.g.e., s. 104.

281 Sicilya’ya 100, Tunus’a 300 km. uzaklıkta olan Malta, bir büyük (Malta) ve dört küçük (Gozo, Comino, Cominotto ve Filfola) adadan müteşekkildir. Toplam yüzölçümü 316 kilometrekare olan


 

 

 

 

sayılmıştır. Büyük üstâdın isminin verildiği yeni şehir La Valette, bugün de adanın merkezidir282. La Valette’in savunmadaki rolünün efsânevîleştirilmesindeki en büyük etken, tahmin edilen zamandan önce karşı karşıya kalınan Türk tehlikesinin sebep olduğu korku ve panik hâli283 karşısında, o dönemin târihçilerinden Viperano tarafından “doğuştan korkak ve savaşmaya alışkın olmayan”284 olarak nitelenen yerli halk üzerinde sağladığı kontrol285 olmuştur. La Valette bu doğrultuda bilhassa dinî öğelere ağırlık vermiş, bir târihçi tarafından “kâfir köpekler” olarak bahsedilen Türklere karşı yine aynı târihçi tarafından “çok dindar ve iyi Katolikler”286 olarak ifâde edilen Maltalılara, daha evvel marûz kalınan tehditlerden de ilâhî mucizeler sâyesinde kurtuldukları inancı verilip287 hislerine hitâp edilmek sûretiyle, korkularını yenmeleri sağlanmıştır288. Malta savunması ve La Valette’in kahramanlığı, zaferin tüm Avrupa’da kutlandığı sırada, hâdiselere şahâdet etmiş Luca de Armenia isimli bir Maltalı tarafından kaleme alınan289 şiirde de kendine yer bulmuştur. Malta halkının dinine ve idârecilerine duyduğu sadâkâtin belirtildiği dizelerle başlayan O Melita Infelix isimli şiirde La Valette için kullanılan “Büyük Sezar gibi, Cennet sözü veren” ve “Şarkın büyük donanmasına karşı Malta’yı savunan”290 ifâdelerinden de, bahsi geçen kişiye atfedilen önem görülebilmektedir.

1453’te Konstantinapol’ün artık İstanbul olmasıyla berâber siyâsî ve dinî boyutlarıyla yazarların değişmez ilgi odağı hâline gelen Osmanlı


adanın 2003 senesindeki tahminî nüfûsu 383.000’dir. Bkz. İdris Bostan, “Malta”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 27, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, Ankara, 2003, s. 538. Günümüzde Hıristiyanlığın en katı yaşandığı yerlerden birisi olarak kabûl edilen Malta’da, resmî olmamakla birlikte, “senenin her günü için bir kilise” anlayışıyla, üç yüz altmış beş kilise bulunduğu yerli halk tarafından söylenmektedir.

282 Ş. Turan, a.g.e., s. 104.

283 P. Cassar, “1565 Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbî Yönleri I-II”, çev. Akif Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed. Akif Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 117.

284 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 118.

285 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 126.

286 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 112.

287 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 123.

288 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 124.

289 Carmel Cassar, “Malta Kuşatması Hakkında 1565’te Yazılmış Bir Şiir: O Melita Infelix”, çev. Akif Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed.

Akif Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 112.

290 C. Cassar, “a.g.m.”, s. 115.


 

 

 

 

Devleti’nin291 Malta’dan çekildiği haberinin kısa sürede Avrupa’da duyulması üzerine, vaktiyle Cem Sultan’ın “misafir” edildiği Saint Angelo kalesinden top atışları yapılmış ve bazı kiliselerde görkemli törenler tertip edilerek kapsamlı bir endüljans ilân edilmiştir292. Dünyânın sonunun geldiği sanılırken293, adetâ bir yeniden doğuş yaşanmıştır. Zafer öncesinde Papa’nın siyâsî ve dinî çekişmelerle parçalanmış Avrupa hakkındaki “ordusuz bir imparator, korusuna doğru geri çekilmiş bir İspanya kralı ile kadınlar ve oğlanlar tarafından idâre edilen Fransa, İngiltere ve Portekiz”294 yorumundan anlaşılacağı gibi, böylesi bir zaferin hayâl edilmesi bile söz konusu değilken, savaşın netîcesinin sağladığı sevincin bu boyuta ulaşması da şaşırtıcı değildir. İmkânsızın başarıldığına inanmaktan kaynaklanan coşkunun etkisiyle ilgi alanlarında savaş kavramına fazlasıyla yer ayıran yazarlar295 kanalıyla Malta zaferi, edebiyatta da kısa dürede kendine hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Ne var ki, Hıristiyan dünyâsının bölünmüşlüğü, kendini bu alanda da göstermiş, zafer, bağlı olunan inanışı ya da tâbî olunan hükümdârı yüceltecek şekilde ele alınmıştır. Bu maksatla metinlerin bazısında Katolik inancını empoze etmek için Protestanlığın reddettiği azizler ve Papa ile şövalyelerin hâmîsi olan azizler ön plâna çıkartılırken296, bazısında ise ezelî düşmana karşı birlik anlayışına vurgu yapılmış297 ya da İspanya’nın taahhüt ettiği yardımı göndermekte geç kalışı haklı gerekçelere bağlanmaya çalışılmıştır298. Yine de bunların hiç birisi, Türkler karşısında elde edilen zaferin ihtişâmını gölgede bırakamamış, Maltalı târihçi Henry Frendo’nun “Büyük Üstat La Valette’in idâresinde şövalyeler ve Maltalılar, sadece Müslümanların Katolikler karşısında bir yenilgisi olarak değil, tüm Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı bir zafer olarak görülebilecek hâdisede, Muhteşem Süleyman’ın yayılmacı ordusu geri püskürtülmüştür”


291 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1022.

292 Ş. Turan, a.g.e., s. 104.

293 Rothman, “a.g.m.”, s. 16.

294 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1026.

295 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1023.

296 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1033.

297 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1035.

298 Bonavita, “a.g.m.”, s. 1037.


 

 

 

 

şeklinde ifâde ettiği Malta zaferi, her sene şenliklerle kutlanmaya değer bir hâdise muamelesi görmüştür299.

Osmanlı açısından bakıldığında, 1565 senesinde Malta’da alınan netîce tamâmen bir “terslik”300, pek sık rastlanmayan bir durum olmuştur. Viyana’yı almakla Osmanlı’nın elde etmiş olabileceği fırsatlara benzer olarak Malta’nın alınması da devlete İtalya’nın kapılarını açabilecekken301, Muhteşem Süleyman “beklenmedik” bir yenilgi almıştır. 1470’lerden itibâren başlayan okyanus gemiciliği dolayısıyla gelişen denizcilik teknolojisine rağmen, uzak deniz faaliyetlerinden elde edilebilecek kazanımlara genel siyâseti içerisinde yeterli ağırlığı vermediğinden302 hâlen kadırga gücüyle303 denizlerde hâkimiyet mücâdelesi veren devlet, genellikle yerel halk ve onların idârecileri arasındaki bilhassa dinî farklılıklardan faydalanarak uyguladığı böl-fethet” yöntemini de uygulayamadığı304 Malta’dan, ateşli silahların ve gelişen savunma stratejilerinin bir cilvesi olarak eli boş dönmüştür. Üstelik netîce itibâriyle Osmanlı’nın kale savaşlarında uğradığı en büyük asker kaybına ve ağır masraflara girmesine yol açan305 bahsi geçen adaya düzenlenecek sefer için Tatar Hanı tarafından Ruslara karşı düzenlenmesi teklif edilen sefer, teklifin son derece uygun bulunmasına rağmen tehir edilmesi gerektiği yönünde bir karar alınarak306, ilerisi için hayâtî önem arz eden bir tehlikenin büyümesine fırsat verilmiştir. Elde edilen bir şey olmadığı gibi, şehzâde mücâdeleleri dolayısıyla da iyice yıpranmış olan Süleyman, saltanâtının ve ömrünün son günlerinde, kabullenilmesi hiç de kolay olmayan307 bir yenilgiye uğratılmıştır. Dahası Malta’nın fethi için donanmaya ve kara kuvvetlerine serdâr tayin olunan vezîr Mustafa Paşa ve emrine


299 Andrea L. Smith, Colonial Memory and Postcolonial Europe Maltese Settlers in Algeria and France, Bloomington, Indiana University Press, 2006, s. 22.

300 Harding, “a.g.m.”, s. 105.

301 Goffman, a.g.e., s. 178.

302 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1916.

303 Harding, “a.g.m.”, s. 105.

304 Goffman, a.g.e., s. 179.

305 Ş. Turan, a.g.e., s. 105.

306 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995, s. 53, hüküm no: 906.

307 Ş. Turan, a.g.e., s. 106.


 

 

 

 

verilmiş olan Cezâyir Beylerbeyi Kaptan Piyâle Paşa308 arasında zaten var olan husûmet, yenilgi sonrasında daha da artmış ve nihâyetinde, Mustafa Paşa vezâretten azledilmiştir309. Turan’ın, Osmanlı kaynaklarının yenilginin en büyük sebebi olduğu konusunda mutâbık olduklarını belirttiği bu husûmetin310 alevlenmesine daha ziyâde, muhâsara öncesinde hükümet tarafından bilhassa üzerinde durulduğu hâlde311, Mustafa Paşa’nın Turgut Reis’in tavsiyelerine uymaması yol açmıştır. Zîrâ Mustafa Paşa Turgut Reis’i beklemeden Saint Elmo için harekete geçmiş, kale alınmış312 ancak bu esnâda hem zaman, hem de Turgut Reis’in de içinde bulunduğu pek çok Osmanlı askerinin kaybına sebebiyet verilmiştir. Şu da var ki, sefere katılması yedi ay öncesinden313 bildirildiği hâlde durumundan haber alınamayan Turgut Reis’in314, Saint Elmo muhâsarası başladıktan, Kâtip Çelebi’ye göre yedi315, Turan’a göre on dört gün316 sonra bölgeye gelmesi de dikkat çekicidir. Peçevî’ye göre bunun sebebi, paşanın hazırlıklarının eksik olmasıyken317, onun bu tutumunun sebebinin, Barbaros’un vefâtının ardından kaptân-ı deryâlığa getirilmemesinden318 başka olarak ikinci kez Malta seferi sırasında, Piyâle Paşa’nın donanma kumandanlığına getirilip kendisinin göz ardı edilmiş319 olması da muhtemeldir. Netîcede Saint Elmo, Turgut Reis’in “hiçe satılarak”320 hayatının sona ermesine, Malta yenilgisi de Nostradamus’un kehânetini yalanlarcasına321 Süleyman’ın şânına gölge


308 BOA, MD, no. 6-II, s. 50, hüküm no: 902.

309 Ş. Turan, a.g.e. , s. 106.

310 Ş. Turan, a.g.e., s. 92.

311 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995, s. 307, hüküm no: 562.

312 BOA, MD, no. 6-II, s. 368, hüküm no: 1479.

313 Ş. Turan, a.g.e. , s. 93.

314 BOA, MD, no. 6-II, s. 337, hüküm no: 1423.

315 Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 100.

316 Ş. Turan, a.g.e. , s. 92.

317 Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Kültür Bakanlığı, 3. baskı, 1999a.g.e., s. 411.

318 Ali Haydar Emir, Kılıç Ali ve Lepanto: Lepanto Deniz Muharebesinin Üçyüz Altmışıncı Yıl Dönümü Dolayısile ve Resmi Vesikalara Göre Yazılmıştır 322 Numaralı Deniz Mecmuasının Tarih Kısmı İlâvesi, İstanbul, Deniz Matbaası, 1931, s. 4.

319 Ş. Turan, a.g.e. , s. 93.

320 Solakzâde, a.g.e., s. 296.

321 Nostradamus, The Complete Prophecies of Nostradamus, ed. Ned Halley, Wordsworth Editions Ltd., 1999, s. 17. Nostradamus, Malta’nın aniden ortadan kaldırılacağı kehânetinde bulunmuştur.


 

 

 

 

düşmesine sebebiyet vererek, Andrea Amati’nin322 kemanlarından çıkan ilk nağmelerle, Osmanlı târihini beklemekte olan değişim ve hüznün işâretini vermiştir.

 

1.4.  YANLIŞ HESAP İNEBAHTI’DAN DÖNER

 

Fransa’da Katolikler ile Huguenotlar323 arasında yeniden mücâdeleler başlar ve Lutheryenler ile Calvinistler, Cizvitlere karşı birlik oluştururken, kâhin Nostradamus ve meşhûr şâir Fuzûlî ömürlerinin son günlerini yaşarken324, Süleyman’ın ölümünün ardından tahta oturan II. Selim’in orta yaşta sürmeye başladığı saltânâtının ilk senelerinden itibâren Osmanlı Devleti de bir takım ayaklanmalara, Macaristan sorununa ve kuzeyde belirmeye başlayan Rus tehlikesine325 şâhit olmuştur. Devlet, yine bu dönemde, acilen karara bağlamak durumunda olduğu bir ikilemle – 1525’te bir yandan karada Habsburg diğer yanda Kızıl Deniz’de Portekiz tehlikesinin yaşattığına benzer olarak326, ağırlık merkezinin Akdeniz mi yoksa Doğu Avrupa mı olması gerektiği327 -, karşı karşıya kalmıştır. Bu ikileme bir çözüm getiren, tahta çıkan her pâdişâhın meşrûiyyet gerekçesiyle başvurduğu ilk hamle olan, yeni bir toprak fethetme geleneği olmuştur328. Sokollu’nun yükselen Rus tehlikesine karşı fiiliyata dökmeye başladığı projeleri başarılı olamayınca329, bundan sonra sıklıkla rastlanılacak olan “yöneten seçkinler arasındaki”330 mücâdelelerin etkin olduğu Kıbrıs seferinde karar kılınmıştır.

İlk Haçlı Seferi sırasında bir Katolik derebeylik hâline getirilmiş olan Kıbrıs331, 1192’den 1489’a kadar Fransız Lusignan krallarının hâkimiyetinde

 


322 XVI. yüzyılda yaşamış meşhûr İtalyan kemancı. Fransa kralı IX. Charles için de keman yaptığı bilinmektedir.

323 XVI. yüzyıldaki Reform hareketi sırasında Fransa’da ortaya çıkan Protestan topluluk.

324 Yıldırım, a.g.e., s. 65.

325 Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 78.

326 Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.

327 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 165.

328 Goffman, a.g.e., s. 185.

329 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 165.

330 Faroqhi, a.g.e., s. 17.

331 Goffman, a.g.e., s. 183.


 

 

 

 

kalmış332 ve daha sonra ise Venedik’in eline geçmiştir. Şimdi de Osmanlı, Sokollu’ya rağmen, adanın yeni hâkimi olabilmek için harekete geçmek üzeredir. Her ne kadar savaş için yeterli gerekçe ve uygun bir zaman olmasa da, adanın Osmanlı tarafından alınması siyâsî, stratejik, ekonomik ve dinî333 gerekçelerle önem arz etmektedir. Ancak fethin zamanının tayininde, Sokollu’nun rakîbi olan Lala Mustafa Paşa334 ile II. Selim döneminde her nasılsa sarayın ileri gelenleri arasında kendine bir yer verilmiş335 ve pâdişâh tarafından kendisine Kıbrıs krallık tâcı va’dedilmiş olan336 Naksos Dükası ve aynı zamanda bir şarap tüccarı olan Yasef Nassi’nin telkinleri de etkili olmuştur. Böylece, devletin en mühim düşmanının hâlen İspanya olduğuna inanan Sokollu’nun, esâsen krala karşı ayaklanmış olan Moriskolara337 - Granada Mağribîlerine338- gönderilmesine taraftar olduğu donanma, İstanbul’daki Venedik elçisinin çabalarına rağmen 1570 senesinde, şarabıyla meşhûr Kıbrıs için harekete geçmiştir339. Bu durum karşısında Venedik bir refleks olarak Papa’ya acil yardım çağrısı göndermişse de, Papa’nın birlik oluşturma çabasına İspanya ve Malta Şövalyeleri340 hâricinde kulak asan olmamıştır. Zîrâ o esnâda Fransa ile Osmanlı iyi ilişkiler içindedir ve Avusturya ile de 1568’de sekiz senelik bir muâhede imzalanmıştır. Dolayısıyla kendi hayatîyetlerini tehdît etmedikçe, zaten iç meseleleriyle yeterince meşgûl olan devletlerin, tabiri câizse, taşın altına ellerini koymak gibi bir eğilimleri olmamıştır.

Kıbrıs, 1570 Mayıs’ında İstanbul’dan yola çıkan Osmanlı donanması tarafından aynı senenin Ekim ayına kadar, Magosa hâriç, ele geçirilmiştir341. Kuşatma öncesinde geleneksel istimâlet siyâsetini uygulayıp düşmanla birlik


332 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 9.

333 Hüseyin Kabasakal, Kıbrıs’ın Fethi (1570-1571) Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Asker Büyükleri ve Zaferleri Serisi, Ankara, Günkur, 1986, s. 17-22.

334 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/I, s. 11.

335 Lamartine, a.g.e., s. 504.

336 Kinross, a.g.e., s. 261.

337 Faroqhi, a.g.e., s. 63.

338 Kinross, a.g.e., s. 260.

339 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 11.

340 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 12.

341 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 14.


 

 

 

 

olunmaması şartıyla halkın mal ve can güvenliklerine teminât veren342 Osmanlı, adanın doğrudan teslîm olmamasına ve dolayısıyla Osmanlı askerlerinin –Selânikî’nin tabiriyle “Leşker-i İslâm bu gazâda bir vechile mâl-i ganâ’im ve usârâya mâlik oldılar ki hiç bir târîhde görülmiş değildi”343- yağmalamalarına rağmen senelerdir Katolik hâkimiyetinde yaşamak durumunda kalan Ortodoks Rum halk tarafından kurtarıcı gibi karşılanmıştır344. Böylece İspanya’daki Müslümanlar İslâm’ın bir numaralı savunucusu olan Osmanlı Devleti’nin manevî desteğiyle yetinmek durumunda kalırken, pâdişâh II. Selim de -esâsen “kâfirin” onursuzca bir hareketi karşısında uygulanması haklı olan345, ancak vezîr-i azâma göre yeterli bir gerekçe olmadığı halde fiiliyata geçirilen- gazâ ilkesi ile meşrûiyyetini sağlamıştır. Ne var ki Osmanlı sultânının, vezîr-i azâm Sokullu Mehmed Paşa’yı “ilk ve son kez devre dışı bırakarak”346 aldığı sefer kararı devletin, XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci büyük yenilgisini almasına yol açacaktır.

Selânikî’nin “Sene 979 rebî’ulevvel gurresinde deryâdan ba’zı ümerâ mektûblarıyle haberler gelüp tahkik itdilerki Venedik Dojları İspanya la’în ile dostluk üzre ittifâk ü ittihâd eyleyüp...”347 cümlesiyle anlatmaya başladığı İnebahtı savaşı, Kıbrıs’ın ele geçirilmesinin doğrudan bir netîcesidir. Akdeniz’deki mühim bir üs konumunda olan Kıbrıs’ın kaybedilmesini kabûl edemeyen348 ve büyük bir endişeye sürüklenen349 Hıristiyan güçler, bir misilleme350 yapabilmek amacıyla harekete geçmiştir. Reform hareketinin etkileri sebebiyle artık eski otoritesi kalmamış olan Papa’nın Türkleri “güçten düşürmek”351 amacıyla yaptığı ittifak çağrısı, kendi aralarında çekişme


342 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572): Özet- Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996, s. 17, hüküm no: 19.

343 Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 78.

344 Goffman, a.g.e., s. 186.

345 Kafadar, a.g.e., s. 132.

346 Kinross, a.g.e., s. 261.

347 Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 81.

348 Kabasakal, a.g.e., s. 103.

349 Ertuğrul Önalp, “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlerine Yansıması”,

OTAM, sayı 3, 1990, s. 299.

350 Kinross, a.g.e., s. 264.

351 Hammer, a.g.e., s. 151.


 

 

 

 

hâlinde olan Fransa, Almanya, Polonya352, Avusturya, Rusya ve İngiltere353 gibi Avrupalı devletlerin çoğunun, Osmanlı’ya karşı elde edilecek muhtemel bir zaferin, savaşan devletlerden çok savaşmayanlara fayda getireceği düşüncesinde olmaları sebebiyle, umulan genişlikte bir katılım meydana getirmemiştir. “Daimî surette Türklerle mücâdele etmeyi”354 ahdederek, büyük çabalarla kurulabilen ittifâka dâhil olan Papalık, İspanya, Malta ve Venedik’in harekete geçmek üzere Messina’da355 toplanmalarıyla, Kıbrıs seferi öncesi Sokollu’nun taşıdığı kaygılar tecessüm etmiştir.

Kıbrıs seferi sırasında adanın en mühim şehri olan Magosa’nın muhâsarası mevsimin geçmesine rağmen tamamlanamadığından, kara kuvvetlerinin başında olan Lala Mustafa Paşa burada bırakılarak donanmanın geri kalanı İstanbul’a dönmüştür356. Ancak şehrin düşürülmesi, düşmanın çok sayıda asker, zahire ve silahı kaleye istiflemiş olması sebebiyle, bir türlü mümkün olmadığından, destek kuvvet talebinde bulunan Mustafa Paşa’ya, “gönderilen takviye kuvvetler gelene kadar Kıbrıs’taki fethedilmiş yerleri muhafaza etmesi” bildirilerek357, Magosa’nın düşmesinden sonra Pertev Paşa358 komutasındaki diğer gemilerle birleşecek olan Müezzinzâde Ali Paşa komutasındaki Osmanlı donanması yardıma gönderilmiştir359. Donanmanın ulaşmasıyla Magosa kuşatmasını şiddetlendiren Osmanlı, nihâyetinde Ağustos ayında şehrin teslim olmasıyla amacına ulaşmıştır. Sonrasında Lala Mustafa Paşa’nın, kendisine aylarca direnmiş olan Magosa kale kumandanı Bragadino’ya yaptığı işkenceler, muhtemelen Lamartine’in dediği gibi sadece idam edilen “elli Türk hacısının intikâmını almak”360 ya da şehrin anahtarlarının teslim edileceği günün gecesinde elli Türk esîrinin katledilmesine361 misilleme yapmak için değildir.


352 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 15.

353 Kabasakal, a.g.e., s. 26.

354 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 16.

355 Kinross, a.g.e., s. 264.

356 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 14.

357 BOA, MD, no: 12-I, s. 48, hüküm no: 16.

358 BOA, MD, no: 12-I, s. 207, hüküm no: 314.

359 BOA, MD, no: 12-I, s. 135-136, hüküm no: 183, 184.

360 Lamartine, a.g.e., s. 510.

361 Kabasakal, a.g.e., s. 99.


 

 

 

 

Mühimme kayıtlarında yer alan Mustafa Paşa’nın destek talebiyle ilgili maddelerin bir kısmından362 son derece zorlayıcı ve stresli geçtiği anlaşılan kuşatmanın yarattığı psikolojinin bir etkisi olması da muhtemeldir.

Bu sırada Osmanlı’nın kulağına, düşman donanmasının ittifâk ederek harekete geçtiği haberlerinin gelmesiyle363, Lala Mustafa Paşa’ya yiyecek, mühimmat ve asker desteği364 ulaştırmasının ardından oradan ayrılmış olan Müezzinzâde Ali Paşa365, yukarıda bahsedildiği gibi donanmanın diğer kısmıyla birleşmiştir. Haziran 1571’de birleşen kuvvetlere Barbaros’un oğlu Hasan Paşa366 ve ardından Cezâyir-i Garb Beylerbeyi Uluç Ali Paşa367 da dâhil olmuştur. Kaynaklarda, cenkçi ve kürekçi eksikliği gerçeğinin368 altı çizilerek belirtilen Akdeniz’de bulunan tüm Osmanlı donanmasının mevcûdu hakkında muhtelif sayılar369 zikredilmekle berâber, Uzunçarşılı’nın savaşa katılan Osmanlı donanması için verdiği net sayı 224’tür370. Müttefik donanması ise, yine sayı belirten kaynaklarda ihtilâf371 olmakla berâber, 278 gemiden oluşmaktadır372. 7 Ekim 1571’in “kristâl gibi duru sabahında”373 İnebahtı suları, bazı görüşe göre “Rönesans’ın en büyük deniz savaşı”374 kabûl edilebilecek olan savaşa şahâdet etmek, Avrupa güçler dengesinin


362 BOA, MD, no: 12-I, s. 71, 138, 147, hüküm no: 57, 186, 201.

363 BOA, MD, no: 12-I, s. 256-259, 299, 305, hüküm no: 394, 464, 474.

364 Kabasakal, a.g.e., s. 100.

365 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 15.

366 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 16.

367 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 17.

368 BOA, MD, no: 12-I, s. 210, 299, hüküm no: 317, 464.

369 Bu konu hakkında; Gelibolulu 400 (Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 2000, s. 80), Kâtip Çelebi 180 (a.g.e., s. 115), Hasan Beyzâde 250 (Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Hasan Bey-zâde Târîhi II: Metin (926-1003 / 1520-1595), haz. Şevki Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004, s. 206), Peçevî 400 ( Peçevî, a.g.e., s. 475), Selânikî 184 (Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 81), Solakzâde 250 (Solakzâde, a.g.e., s. 325) sayılarını vermektedirler.

370 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19.

371 Müttefik donanması için; Aksun 295 (Aksun, a.g.e., s. 357), Hasan Beyzâde 300 (Hasan Beyzâde,

a.g.e., s. 300), Kâtip Çelebi 229 (Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 114), Solakzâde 300 (Solakzâde, a.g.e., s. 325) sayılarını zikretmektedirler.

372 Kabasakal, a.g.e., s. 103. Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19.

373 Jenny Jordan, “Imagined Lepanto: Turks, Mapbooks, Intrigue and Spectacular in the Sixteenth Century Construction of 1571”, PhD Dissertation of UCLA, 2004, s. 1.

374 Angus Konstam, Lepanto 1571: The Greatest Naval Battle of the Renaissance, Oxford, Osprey Publishing, 2003, s. 10.


 

 

 

 

değiştinin resmî belgesi de, görünmez mürekkeple imzâlanmak üzeredir. Osmanlı Devleti morötesi ışık altında gerçeklerle yüzleştiğinde, geçmişin gölgesi soğuk bir karanlığa dönüşmüş olacaktır.

İnebahtı Savaşı bittiğinde, artık Osmanlı donanması diye bir şey kalmamıştır375. Bir deniz savaşından ziyâde adetâ bir kara savaşını andırırcasına adam adama süren savaş son derece kanlı olmuş, Kaptân-ı deryâ Müezzinzâde Ali Paşa376 ve pek çok beyle377 berbâber yaklaşık 30.000378 asker kaybedilmiştir. Esâsen bu durum, yenilginin utanca dönüşmesini engelleyen Uluç Ali Paşa gibi deniz savaşları konusunda bilgi sâhibi olanlar için hiç de sürpriz olmamıştır. Zîrâ müttefik donanmasının yaklaştığı haberi alınınca kurulan mecliste, savaşta takip edilecek taktik hakkında harâretli tartışmalar meydâna gelmiş, Uluç Ali Paşa’nın altı aydır denizde olan donanmanın hasar görmüş ve cenkçi ile kürekçi eksiği olduğunu379 belirtmiş olmasına rağmen, Kâtip Çelebi’nin “aslında yarar ve gayretliydi”380 diye tanımladığı, daha Zigetvar Seferi sırasında Yeniçeri ağasıyken, deniz savaşları hakkında hiç bir tecrübesi olmadığı hâlde II. Selim’in kaptân-ı deryâlığa getirdiği Müezzinzâde Ali Paşa, bu sözlere kulak asmamıştır. Gerçekten Osmanlı donanmasının yadsınamaz dezavantajları mevcûttur. Uluç Ali Paşa’nın zikrettiklerinden başka, hissedilebilir ölçüde otorite zayıflığı da göze çarpmaktadır. İlgili mühimme defterinde görevlerini aksatan, çağırıldıkları hâlde emrolunan yer ve zamanda hazır bulunmayan

 

 

 


375 Bostan, “İnebahtı Deniz Savaşı”, s. 287. Ayrıca konuyla ilgili olarak Uzunçarşılı , tıpkı Peçevî gibi 190 Türk gemisinin battığından ve müttefiklerin eline geçtiğinden bahsederken, Kâtip Çelebi de batanlar hâriç düşman eline geçen gemi sayısını 60 olarak zikretmiştir.

376 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 220.

377 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19. Kâtip Çelebi eserinde, savaşta şehîd olan beylerin isimlerini tafsîlatlı olarak vermiştir. Buna göre; Çorum, Karahisar-ı Şarkî, Engürü, Niğbolu, İnebahtı, Sakız, Midilli, Sığacık, Biga, Mısır İskenderiyesi, Şolok beyleriyle ve sancağı belirtilmeyen bir bey ile tersâne emîni ve kethüdâsı, kapudanlardan Dumdum Memi, Ali Müslüman ve başkaları ve bu sancakların tüm sipahileri şehit olmuş, çok azı kurtulabilmiştir. Bkz. Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 117.

378 Archer, World History of Warfare, s. 259.

379 Svat Soucek, “İnebahtı Savaşı (1571) Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 4-5, İstanbul, 1974, s. 38.

380 Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 115.


 

 

 

 

askerle ilgili pek çok hüküm bulunmaktadır381. Bundan başka elbette uzun süredir sefer hâlinde olmaktan mütevellit askerde, psikolojik ve fizikî zayıflık mevcuttur ki Osmanlı kronikleri bu durumun özellikle altını çizmişlerdir.

“Donanmamız nakıstır, âleti iyi değildir, deryada gezmekle gemiler bozgundur, sipah ve yeniçeri icazetli icazetsiz dağılmışlardır, Boğaz hisarlarından küffar donanması içeri giremez, karşı çıkmak doğru değildir”382 sözleriyle donanmanın asker eksiğinin üzerinde duran ancak buna rağmen savaşmak kaçınılmazsa, bunun açık denizde yapılması gerektiğini bildiren Uluç Ali Paşa’ya cevâben Müezzinzâde Ali Paşa’nın asker eksiğini ve düşmanın gücünü ciddîye almayarak, “Sizde İslâm gayreti ve pâdişâhın namusunu muhafaza himmeti yok mudur?”383 demesi ve yine Uluç’un gemilerin alâmetlerinin kaldırılması önerisini de reddetmesi de dikkate değer bir husûstur. Bir deniz albayı olan İnci’ye göre “suyu bardakta, gemiyi duvarda görmüş olan bir yeniçeri ağasını” –Atsız’ın “harcanmış” olduğunu düşündüğü bahsi geçen şahsın bu göreve getirilmesinde kıskançlık hesaplaşması içinde olan Sokollu’nun parmağı vardır384. Bu görüş, Mantran tarafından da zikredilmiştir385-kaptân-ı deryâ yapmakla Osmanlı donanmasını sırtından hançerleyen esas kişi II. Selim olmuş386, netîce itibâriyle Osmanlı donanması o zamana kadar gerçekleşen hiç bir savaşta olmadığı kadar büyük zarara uğradığı bir yenilgi almıştır387. Topçu birlikleri ve ateşli silâhlarının yanı sıra Haçlı donanmasına komuta eden Don Juan’ın uyguladığı incelikli taktik –Donanmayı bir hilâl şeklinde düzenleyerek, bu hilâli güçlü bir ihtiyat filosuyla emniyete almıştır. Müttefik donanmasında sık rastlanılan bir durum olan firarların önüne geçebilmek amacıyla her bir


381 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572): Özet- Transkripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996, s. 37, 42, 45, 73, hüküm no: 771, 779,

784, 785, 835.

382 Zarif Orgun, “Selim II.nin Kapudan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Emirleri”, Tarih Vesikaları, İkinci cilt on birinci sayıdan ayrı basım, Maarif Matbaası, 1943, s. 1.

383 Tevfik İnci, “Lepanto ve Uluç Ali Paşa”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 3, sayı 38, İstanbul, Nisan 1952, s. 1389.

384 Yağmur Atsız, Cervantes İnebahtı’nın Tek Kollusu, İstanbul, Boyut, 1997, s. 15.

385 Robert Mantran, XVI-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge, 1995, s. 94.

386 İnci, “a.g.m.”, s. 1390.

387 Mantran, a.g.e., s. 95.


 

 

 

 

ülkenin gemilerini bir arada tutmak yerine, tüm gemileri filo içinde karışık olarak görevlendirmiştir388- ve  çoğu zırhlı ve arkebüzle mücehhez 20 ilâ

25.000 Haçlı askeri karşısında harap Osmanlı donanması, paşalar arasındaki husûmetin de etkisiyle büyük taktik hataları yapmış ve zaten ateşli silâhtan ve zırhtan yoksun 30.000’e yakın Osmanlı askeri ve denizcisi ile 15.000 kürek mahkûmu ve çok sayıda ağır top kaybedilmiş, 190 gemi batmış, 60 gemi müttefik kuvvetlerin eline geçmiştir389.

 

1.4.1.    Kelebek Etkisi: İnebahtı’nın İzinde

 

Hıristiyan dünyâsı açısından İnebahtı, gerçekten Braudel’in dediği gibi “hiçbiryere götürmeyen bir zafer”390 midir? O hâlde nedir o ki, Roma’yı bir imparatorluğa dönüştüren Aktium Savaşı’yla ya da Büyük İskender’le Darius arasında geçen Salamis Savaşı’yla İnebahtı’yı kıyaslama391 ihtiyâcına yönlendirmiştir Hıristiyanları? Voltaire’in gerçek muzaffer taraf olarak Türkleri kabûl ettiği bir Hıristiyan zaferinin o dönemde “deliler gibi”392 kutlanmasına ve Papa’nın Haçlı komutanı Don Juan de Austria’yı “Hazret-i Yahyâ ile mukâyese”393 etmesine sebep ne olmuştur? Bu sorulara verilecek en yalın tek cevap vardır: Bir tabu yıkılmış, yenilmez denilen Türk, yenilmiştir. Artık Zeus, Poseidon’dan saklanmak için sığındığı mağaradan çıkabilecektir. Pandora’nın Kutusu’ndan Hıristiyan dünyâsının payına, kutuda iyilik nâmına vâr olan tek şey olan “umut” düşmüştür.

İnebahtı’nın netîcesinin yaklaşık iki hafta sonra Avrupa’da duyulmasıyla394 Hıristiyan dünyâsı, bir çağın sonu demek olan395 kendilerine bahşedilmiş bu muazzam nimet için Tanrı’ya şükranlarını sunma ihtiyâcına girmişlerdir. Kutlama törenlerinin ilki sayılabilecek High Mass396, Venedik


388 Archer, Dünya Savaş Tarihi, s. 237.

389 Archer, a.g.e., s. 238.

390 Konstam, a.g.e., s. 89.

391 Jordan, “a.g.m.”, s. 100.

392 Atsız, a.g.e., s. 17.

393 Atsız, a.g.e., s. 17.

394 Bover, “Conflict and Culture in the Mediterranean”, s. 67.

395 Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World, s. 843.

396 Katolik Kilisesi’nde ekmek ve şarabın kutsanması âyini ve bu âyine özgü müzik.


 

 

 

 

doçunun da katılımıyla San Marco meydanında düzenlenmiştir397. Kilise orgları eşliğinde ilâhiler söylenmiş, kilisenin sadece kutsal törenlerde kullandığı haç meydanda dolaştırılmış, böylece Tanrı’nın zaferi ve tüm Hıristiyanlığın özgürlüğü kutlanmıştır. Bundan başka, yine Venedik’te, büyük kanal üzerindeki köprülerden biri olan Rialto üzerinde ve San Giacomo Kilisesi’nin önündeki meydanda üç gün boyunca yapılan kutlamada, ilâhiler ve savaş ânını yansıtan sesler eşliğinde İnebahtı’da elde edilen ganîmetler ve silâhlar sergilenmiştir398. Barselona’da Fransiskenler bir şükrân töreni düzenlerken, Müezzinzâde Ali Paşa’nın kaptan köşkünü ele geçiren denizcinin karşılandığı gün olan 18 Kasım’da da, Corpus Christi399 kadar görkemli bir tören düzenlenmiş, Ali Paşa’nın feneri de Montserrat Manastırı’na götürülmüş, dört bir yana bayraklar ve flamalar dağıtılmıştır400. İngiltere’de ise, İnebahtı zaferine özel duâlar basılmakla birlikte401, edebiyat ve resim gibi sanatın pek çok alanına da yansımaya başlayan zafer sevincinin etkisi, özellikle Akdeniz ülkelerinde kendini göstermiştir402. İnebahtı’dan yüzyıllar sonra bile sürecek olan bu yansımalarda ön plâna çıkarılan da daha ziyâde dinî öğeler olmuştur. Dawkins’in, İnebahtı savaşına katılmış ve buradan, aziz Spyridon tarafından kurtarıldığına inanan bir Hıristiyanın isteğiyle keşiş Lawrence tarafından yapılmış bir resim403 üzerine yaptığı çalışmasında bu konu hakkında ilginç detaylar göze çarpmaktadır. Resmin en üstünde dört aziz ve ortalarında da kucağında bebek İsâ’yı taşıyan Hz. Meryem bulunmaktadır. Her bir azizin savaş sırasında İnebahtı’da olduğu inanışına ayrı anlamlar yüklenmiştir. Bebek İsâ’nın elinde zaferi müjdeleyen bir ağaç dalı vardır. Bir alt kısımda ellerinde mızrak ve kılıç bulunan üç melek uçuşmaktadır. Resmin en alt kısmında ise, üzeri gemilerle


397 Fiona Kisby, Music and Musicians in Renaissance Cities and Towns, Cambridge, Cambridge University Press, 2. baskı, 2002, s. 40.

398 Kisby, a.g.e., s. 41.

399 Hıristiyanlıkta, Hz. İsâ’nın son akşam yemeğini yediği günün anısına kutlanan gün. Corpus Christi, Latince’de “İsâ’nın Bedeni” anlamınadır.

400 Bover, “a.g.m.”, s. 68.

401Lena Cowen Orlin, Center or Margin: Revisions of the English Renaissance in Honor of Leeds Barroll, Cranbury, Rosement Publishing & Printing Corp., 2006, s. 29.

402 Bover, “a.g.m.”, s. 68.

403 R. M. Dawkins, “A Picture of the Battle of Lepanto”, The Journal of Hellenic Studies, cilt 50, bölüm 1, 1930, s. 2.


 

 

 

 

kaplı deniz gösterilmiştir. Gemilerin ortasında ise, kollarını açmış hâlde Hz. İsâ resmedilmiştir. En üstte bir şerit üzerine, okunabildiği kadarıyla, “The Battle of Lepanto in which the Venetians destroyed the fleet of the Hagarens and... was blockaded, and St. Spyridon of Kerkyra saved him.”404 yazılmıştır. Hıristiyan ressamlarla berâber pek çok târihçi, filozof, din adamı ve şâir giderek artırılan ve yayılan405 zaferin ihtişâmını bundan sonra da benzer çalışmalara yansıtacaklardır.

İnebahtı zaferinin yansımalarında dinî öğelerin ön plâna çıkarılması, kuşkusuz Avrupa’nın o dönemde büyük bir dinî kaos içerisinde olmasıyla yakından alâkalıdır. Avrupalı devletlerin, zaferin kendilerine mâl edilecek yönlerini bulmaya çalışması gibi, farklı tarîkatlar da, tıpkı daha önce Malta’nın ardından yapıldığı gibi, zaferi kullanarak kendi inançlarının propagandasını yapma amacını gütmüşlerdir. O kadar ki Papa V. Pius (1566-1572), zaferin arifesinde Meryem Ana’nın görünerek zaferi müjdeledeğini duyurmuş ve 7 Ekim’i kutsal bir gün olarak ilân etmiştir406. Bu anlayış, yeniden keşfedilmesi için uğraşılan Katolik inancında Hz. Meryem figürünün güçlenmesine hizmet ederken407, Kilise’nin bu zaferdeki en büyük payı elde etmek sûretiyle zedelenen otoritesini tamir etmeye çalıştığını da göstermiştir. Bu zafer, ihtiyaç duyuldukça günümüzde dahî Hıristiyan dinî-siyâsî söylemlerinde zikredilmektedir. Papa II. Jean Paul II (1978-2005) 22 Eylül 2002 târihinde yaptığı konuşmasında, “Meryem Ana’nın tüm Hıristiyanlara duânın gücünü yeniden hatırlatmaktaki önemini” belirtmiş ve “barış için duâ edilmesini” istemiştir408. Bir gazetenin internet sayfasında yer alan 29 Aralık 2009 târihli bir haberde ise, İtalya’daki Kuzey Birliği Partisi’nin resmî yayın organı olan La Padania gazetesinin, “İslâm’ı durdurmak için yeni bir İnebahtı” başlığı altında, Batı’nın İslâm tehlikesi karşısında yeniden Haçlı seferleri düzenlemesi


404 “Venediklilerin, Hacer soyundan gelenlerin filosunu yok edip kuşattığı İnebahtı Savaşı, ve Aziz Spyridon onu kurtardı.”

405 Mantran, a.g.e., s. 91.

406 Bover, “a.g.m.”, s. 69.

407 Nathan D. Mitchell, The Mystery of the Rosary: Marian Devotion and Reinvention of Catholicism, New York, NY University Press, 2009, s. 23.

408Vatikan Resmî İnternet Sayfası, (Erişim) http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/angelus/2002/documents/hf_jp- ii_ang_20020929_en.html.


 

 

 

 

gerektiğini ve yeni bir Papa V. Pius’a ihtiyaç duyulduğunu belirttiği kaydedilmiştir409. Buradan anlaşılabileceği gibi İnebahtı ve ifâde ettiği anlam, bugün bile Hıristiyan dünyâsı için bir bellik olmaya devâm etmektedir.

Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin, IX. Charles’a (1560-1574) yazılan bir mektupta “Kendi gözlerimle görüp, değerlendirmesini yapma fırsatını bulmamış olsaydım, asla bu monarşinin gücüne inanmazdım. Ama gerçekten de tek bir gün geçmiyor ki, yeni etkilerle karşılaşmayayım”410 cümlelerini yazdıracak kadar muazzam bir ivedilikle donanmasını yeniden toparladığı ve yenilginin ertesi senesi “iki yüz otuz dört kadırga, sekiz mavna ile Navarin önlerinde gözüktüğü”411 ve Venedikle yapılan anlaşmanın daha ziyâde Türkler lehine bir mâhiyet arz etmiş kabûl edildiği bilinmektedir. Netîce itibâriyle yenik taraf olsa da devlet, hâlen Doğu Akdeniz’deki ağırlığını koruması ve Macaristan’ın büyük kısmına hükmediyor olması412 gibi mevcut durumu muhâfaza etmeye devam etmiştir. Her ne kadar Öztuna bu bozgunun “Osmanlıların ne derece kudretli ve müreffeh bir ümmet olduğunu isbât etmelerine yaradığını”413 vurgulamış olsa da, bahsi geçen yenilginin o dönemde sırf böyle bir yaklaşımla değerlendirilmemiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Nihâyetinde o zamana kadar görülmemiş ölçüde ziyâna yol açan beklenmedik bir yenilgi alınmıştır ve dolayısıyla yenilgi sonrasında girişilen donanmanın yeniden yapılandırılması süreci, “kudretli ve müreffeh bir ümmet” olmanın ötesinde somut gerekliliklere ihtiyaç duymuştur.

II. Selim, yenilginin haberini, kışı geçirmek üzere gittiği Edirne’ye vardığı gün haber almış ve acilen İstanbul’a dönmüştür. Başarısızlığın müsebbîbi olarak görülen mazûl Pertev Paşa ve çarpışmalar sırasında hayatını kaybeden Müezzinzâde Ali Paşa’nın mallarının müsâdere edilmesinin ardından, Sokollu Mehmed Paşa’ya yeni donanmanın inşâsı emri


409 Milliyet Gazetesi İnternet Sitesi, (Erişim) http://www.milliyet.com.tr/italya-da-hacli-seferi- cagrisi/dunya/sondakikaarsiv/03.04.2010/1179629/default.htm?ver=00.

410 Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu IV, İstanbul, Yeditepe, 2004, s. 51.

411 Orgun, “a.g.m.”, s. 2.

412 Anthony Pagden, Worlds at War: The 2500-year Struggle Between East and West, New York, Oxford University Press, 2008, s. 230.

413 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 221.


 

 

 

 

verilmiştir414. Gösterdiği başarıdan ötürü Uluç Ali Paşa, “Kılıç” lakâbıyla taltîf edilerek kaptân-ı deryâlığa getirilmiş ve saray bahçesinin bir bölümü tersaneye bağışlanmıştır. Kuşkusuz adetâ bir seferberlik hâlinde başlatılan bu çalışmaların, devletin tüm tersanelerinde çalıştırılan işçi unsuru ve gemi inşâsında kullanılan tahta, yelken bezi, halat vb. malzemenin tedâriki düşünüldüğünde, mâlîyeti de o oranda büyük olmuştur. Bunun için devlet, bazı olağanüstü vergilere başvurmakla berâber “ekâbirân ile yüksek görevlilerin bağışları”ndan da faydalanmıştır415. İlgili mühimme defterinde çeşitli beylere yazılmış hükümlerle birlikte, Sinop kadısı ve bazı gönüllü reislerin de yaptırmayı talep ettikleri gemilerin acilen gönderilmesinin istendiği hükümler mevcuttur416. Aynı şekilde donanmanın cenkçi ve kürekçi açığının kapatılması için pek çok beye haber gönderilerek forsa istenmiş417, hatta kimi zaman Müslümanlar’dan da ücret karşılığı kürekçi olarak istihdâm edilenler olmuştur418. Bunun gibi, ateşli silâh kullanan asker sayısını artırabilmek için de bir takım arayışlara giren devlet, sancak beylerine gönderdiği emirlerle bir grup timarlı sipâhiyi de yeni donanmada istihdâm edilmek üzere çağırmış, hepsinin ateşli silâh kullanmayı öğrenmesi istenmiş ve gelirken yanlarında tüfek getirmeyenlerin timarlarının ellerinden alınacağı bildirilerek “tehdît edilmiş”, ayrıca reayâdan da donanmaya gönüllü yazılıp, mücâdeleler sırasında başarı gösterenlere timarlar vaat edilmiştir419.

Anlaşılacağı üzere, her ne kadar ileriki bölümlerde görüleceği gibi târih yazarları gerek bu husûsta, gerekse kamuoyunun tepkisi husûsunda fazlaca detay vermek gereğini duymamış olsalar da, İnebahtı yenilgisi, Mantran’ın da belirttiği gibi esâsen idâre tarafından hiç de hafife alınmamış ve tüm imkânlar seferber edilerek, başarısızlığın telâfisine çalışılmıştır. Ancak yenilginin Batı dünyâsında yarattığı etki, diğer dönemsel gelişmelerin de katkısıyla daha yapıcı ve kalıcı olmuştur. Bilindiği gibi, Avrupa uzunca bir süre Türk


414 Mantran, a.g.e., s. 96.

415 Mantran, a.g.e., s. 98.

416 BOA, MD, no: 12-II, s. 220, 221, 234, hüküm no: 1119, 1121, 1122.

417 BOA, MD, no: 12-II, s. 172, 237, 247, hüküm no: 1028, 1155, 1173, 1174.

418 Orgun, “a.g.m.”, s. 8.

419 Gabor Agoston, Guns For The Sultan: Military Power and The Weapons Industry in The Ottoman Empire, Cambridge, Cambridge University Press, 2005, s. 54.


 

 

 

 

korkusunun gölgesinde yaşamış ve içinden çıkılmaz bir Osmanlı fenomeni ortaya çıkmıştır. Hâl böyleyken hem Hıristiyan devletler arasındaki çekişmeler, hem de Luther’in başlattığı hareket, Türk tehlikesine karşı, kollektif bir mücâdele bilinci oluşturulamamasına sebebiyet vermiştir. V. Charles’ın önderliğinde Osmanlı’yla güç mücâdelesi sürdürülmüş olmasına rağmen, nasıl olup da böylesine muazzam bir güce sâhip olduğu merak edilen Türkleri alt edebilmek için bir mûcize beklenmiştir. İşte beklenen o mûcize, İnebahtı’yla gerçek olmuştur. İnebahtı’yla başlayan bu süreçle berâber Osmanlı, İnalcık’ın ifâdesiyle “...korkulan, Avrupa sahnesinde gücüne başvurulan bir devlet durumunu kaybetmiştir; daha ziyade Avrupa kapitalizmi için, sömürülen geniş pazar olarak görülmeye başlamıştır.”420

İnalcık’ın ifâdesinden hareketle, İnebahtı yenilgisinin, kalıplaşmış bir Türklük algısının yıkılmasına sebebiyet verdiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bununla berâber, ezelî düşmanın nasıl olup da bir geniş pazar hâline geldiği de mühim bir konudur. Bu Hıristiyan zaferiyle berâber “Osmanlı vebâsından”421 kurtulmanın sevincini mümkün olan her alanda yaşatarak kutlayan bir anlayış, hangi sebeple “Katolik devletler bağlaşmasını ileri götürücü bir etki oluşturamamıştır”422. Bunun cevâbını, daha önce bahsettiğimiz gibi, daha ziyâde Christendom bilincinin yerini Avrupa kavramının almaya başlamış olmasıyla vermek mümkündür kanaatindeyiz. Dünyâ ekonomisinin giderek, din etkisinden sıyrılmaya başlamış olan Batı merkezli bir hâl alması, ilerleyen teknoloji, Amerika’dan çıkan madenler ve yeni kazanılmış vizyonun etkisiyle İngiltere ve giderek Portekiz’i geride bırakmaya başlayan Hollanda gibi denizci devletlerin Akdeniz’e doğru yelken açmaları, XVI. yüzyıl boyunca dünyâ ticâretini mühim ölçüde elinde bulunduran423 Osmanlı Devleti’ni, ciddî iktisâdî tehlikelere marûz bırakmıştır. İnebahtı sonrasında İspanya’ya karşı destek arama ihtiyâcına düşmüş olan devlet424, ticârî alanda etkin “Avrupa millî monarşileri”425 ile dostâne ilişkiler


420 İnalcık, “Türk Korkusu”, s. 252.

421 Goffman, a.g.e., s. 189.

422 Goffman, a.g.e., s. 191.

423 İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 42.

424 İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 169.


 

 

 

 

içinde bulunmak ve dolayısıyla bunun göstergesi olarak bir takım imtiyâzlar vermek durumunda kalmıştır. Nüfûs artışı, işsizlik ve buna bağlı olarak asâyişin bozulması, örfî hukûkun yerini giderek fetvâya dayalı bir uygulamaya bırakması, bilhassa II. Selim’le birlikte güçlenen elit zümrenin, “bürokrasinin devlet çıkarlarını ve düzenini her şeyin üstünde tutan geleneksel bağımsızlığını çiğnemesi”426 ve uzun süreli savaşların yarattığı çöküntü gibi mühim meselelerle başa çıkmaya çalışan, “yeni koşullara elverişli bir durum için gereken maddî ve manevî öğelerden yoksun olduğu için gerçek bir reform yapamayan”427 devleti, otomatikman pek çok manâda bir serbest pazar hâline getirmeye başlamıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


425 İnalcık, a.g.e., s. 171.

426 İnalcık, a.g.e., s. 193.

427 İnalcık, a.g.e., s. 197.


 

 

 

 

 

 

 

55

 
İKİNCİ BÖLÜM

 

MALTA VE İNEBAHTI YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH YAZARLARINDAN YANSIMASI

 

2.1.  OSMANLI TÂRİH YAZICILIĞINA GENEL BİR BAKIŞ

 

Osmanlı Devleti’nde târih alanındaki eserler, bilindiği gibi, devletin kuruluşundan yaklaşık yüz sene sonra verilmeye başlanmıştır. Bu sebeple, Imber’in de belirttiği gibi, “ilk dönem Osmanlı tarihinin sağlam bir kronolojisi mevcut değildir ve olayları tarafsız anlatan kaynaklar çok azdır”428. XV. yüzyılın son dönemlerinin öncesinden çok az sayıda orijinal malzeme kalmışken, XIV. yüzyıldan geriye kalan ise, az sayıda güvenirliği tartışılmaz olan bir kaç Osmanlı belgesidir429. Bu alanda ortaya koyulan ilk eserlerde Arap ve İran târih yazıcılığının etkisi ve destansı bir üslûp hâkimdir430. Beyliğin varlık göstermeye başladığı ilk zamanlarda baskın olan gazâ ruhunun eserlere yansıtılması, ilk örneklerin menâkıbnâme ve gazâvatnâme niteliğine bürünmesine sebebiyet vermiştir431. Osmanlı târih yazıcılığına dâir bilinen ilk eserler, Ahmedî’nin İskendernâmesi’nin sonuna eklenmiş olan Dâsitân-i Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman ile aslı bulunamamış432 olmakla berâber Âşıkpaşazâde sâyesinde tanıdığımız433 Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’dir. 1390’larda yazılmış olduğu tahmîn edilen Ahmedî’nin, bir dünyâ târihi mâhiyetinde olan İskendernâme’sinin sonuna eklenmiş Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Osman’ı, XIV. yüzyıldan târihçilik adına günümüze kalan tek eserdir. Esâsen bir şâir olan ve XIV. yüzyılın sonlarında Süleyman Çelebi’nin

 


428 Colin Imber, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 39.

429 Imber, “a.g.m.”, s. 39.

430 Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Prof. Dr. Coşkun Üçok, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. baskı, 2000, s. 8.

431 Mehmet İpşirli, “Osmanlı Tarih Yazıcılığı”, Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 247.

432 Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Ankara, İmge, 4. Baskı, s. 104.

433 İlber Ortaylı, Tarih Yazıcılık Üzerine, Ankara, Cedit Neşriyat, 2009, s. 86.


 

 

 

 

mâiyetine giren434 Ahmedî tarafından ahlâkî435 bir eksende kaleme alınmış olan bu eserin Osmanlı Devleti ile ilgili son kısmı, Ertuğrul Bey’den başlayarak ithâf edildiği Emir Süleyman’a kadar geçen dönemi içermektedir. 1390’lara ait bir diğer târih çalışması, II. Bâyezid döneminde yaşamış ve Osmanlı’nın ilk dönemlerine dâir mühim bilgiler içeren bir târih kaleme almış olan Âşıkpaşazâde’nin, 1484’te bitirdiği Tevârih-i Âl-i Osman’ında, bir rastlantı sonucu okumuş bulunduğu Yahşi Fakih’in eserinin bazı kısımlarını kullanmış olması dolayısıyla bilinen Yahşî Fakih Menâkıbnâmesi’dir436. Devam eden senelerde Osmanlı târih yazıcılığının, bilhassa Yahşi Fakih’in etkisi altında kaldığı görülecektir.

II. Murad döneminde İslâm târihi açısından önem arz eden bazı eserlerin Türkçe’ye kazandırılmasının yanı sıra, bahsi geçen sultâna takdîm edilmiş Târihî Takvimler’e de rastlanmaktadır437. Hz. Âdem’den başlayarak tüm peygamberlerin, halîfelerin sıralanmasının ardından, Selçuklu, Karaman ve diğer beylikler ile Osmanlı’da meydâna gelmiş bazı mühim hâdiselerin kronolojik olarak zikredildiği bu takvimlerde, takvimlerin kaleme alındığı seneler hakkında da bilgiler mevcûttur438. Seferlerin, fetihlerin, benzerî diğer etkinliklerin ve vebâ, deprem gibi doğal afetlerin de sene sene gösterildiği bu takvimler, fazla kullanışlı olmamakla berâber güvenilir kaynaklar da değillerdir439. Ancak Imber’in de belirttiği gibi, Osmanlı târih yazarları eserlerini bu takvimlere dayandırmakta beis görmemişlerdir. Bunlardan başka yine aynı dönemde, halkın târihe duyduğu merâkın bir netîcesi olarak kaleme alınmış ve kim tarafından yazıldıkları belli olmayan Tevârih-i Âl-i Osman geleneğinin başladığı da bilinmektedir440.


434 Victor L. Ménage, “Osmanlı Tariyazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 75.

435 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 40.

436 Imber, “a.g.m.”, s. 40.

437 Osman Turan, İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, Ankara, TTK, 1984, s. 4.

438 O. Turan, a.g.e., s. 6.

439 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.

440 Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Osmanlı Tarih Yazıcılığında Tevârih-i Âl-i Osman Geleneği”,

Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 288.


 

 

 

 

İstanbul’un fethi, Osmanlı Devleti için pek çok yeniliği berâberinde getirmiş olmasına rağmen, İran târihçiliğinin bir ürünü ve etkinliği Kânûnî döneminde belirginleşecek olan şehnâmecilik geleneğinin ortaya çıkması hâricinde târihçilik alanında mühim bir gelişme olmamıştır. Son Bizans imparatoru Konstantin Paleologos’un baş mabeyncisi olan Francis, Dukas, Halkondilas ve II. Mehmed’in mâiyetinde bulunan Kritovulos gibi bazı yazarların fetihle ilgili eserler441 kaleme almış olmalarından başka dönemin içeriden belli başlı târih eserleri; Enverî’nin Düstûrnâme’si, Şükrullah’ın Farsça yazdığı Behçetü’t-Tevârih’i ve vezîr-i azâm Karamanî Mehmed Paşa’nın Arapça kaleme aldığı Tevârih-i Selâtinü’s-Sultâniye’sidir. Ulemâ zümresinden olan Şükrullah, yirmi iki yaşındayken Osmanlı hizmetine girmiş, kendisine II. Murad tarafından pek çok görev tevcîh edilmiştir442. 1460’larda tamamladığı Behçetü’t-Tevârih, bir evrensel târihtir ve on üç bölümden oluşan eserin son bölümü, Osmanlı ile ilgilidir443. Bu özelliğinin yanı sıra kronolojiye çok az yer vermesi ve Osmanlı sultânlarına methiye niteliğinde olması hasebiyle Ahmedî’nin târihiyle benzerlik arz etmektedir444. Enverî’nin hayatı hakkında bilinenler kısıtlı olmakla berâber, Düstûrnâme’yi 1465’te bitirmiştir445. Vezîr-i azâm Mahmud Paşa’ya sunduğu Osmanlı târihi, yirmi iki kitaptan oluşan446 evrensel târihin parçasıdır447. Eserinin son iki kitabı, himâyesi altında bulunduğu Mahmud Paşa’nın başarılarına ve hayır işlerine ayrılmıştır448. Karamânî Mehmed Paşa’nın eseri ise iki bölümden ibârettir. Diğerlerinden farklı olarak bu eser, kuruluştan II. Mehmed dönemine kadar geçen hâdiselerin anlatıldığı, müstakil bir Osmanlı târihi niteliğindedir.

II. Bâyezid dönemiyle berâber Osmanlı târih yazıcılığında bir dönüm yaşanmıştır. Bu dönemde eser ortaya koymuş mühim târihçiler; Kemâlpaşazâde, Âşıkpaşazâde, Tursun Bey -esasen II. Mehmed dönemi


441 Kritovulos, İstanbul’un Fethi, çev. Karolidi, İstanbul, Kaknüs, 2005, s. 7.

442 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.

443 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.

444 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.

445 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.

446 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.

447 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.

448 Ménage, “a.g.m.”, s. 82.


 

 

 

 

târihçisidir ancak eserini II. Bâyezid döneminde tamamlamıştır-, Oruç Bey, Neşrî ve İdris-i Bitlisî’dir. Âşıkpaşazâde, 1422’den itibâren Tarihî Takvimler’e dayanmayan tek kronik yazarıdır449. 1400 civârında doğan müellif, kroniğindeki bazı bölümleri kendi hâtıralarından faydalanarak kaleme almıştır450. Târihindeki popüler İslâmî üslûbun, askerlik geçmişinden kaynaklanmış olması muhtemeldir ve içinde bulunduğu çevrenin bazı taleplerini karşılayabilmek gayesinden ötürü “hamâsî ve epizodik” bir söylem hâkimdir451. Gerekli gördüğü durumlarda dönemin büyük devlet adamlarını eleştirmekten de geri durmamıştır452. Tarihlendirme konusunda güvenilmez olmakla berâber, kendisinden sonraki Osmanlı târihlerinin temellerindendir453. Hakkında fazlaca bir bilgi bulunmayan ancak müderris olma ihtimâlinden bahsedilen454 Neşrî de Âşıkpaşazâde’den faydalanmıştır455. 1485’e kadar olan Osmanlı târihini âhenkli bir üslûpla kaleme aldığı ve yine evrensel târih niteliğinde olan Cihannümâ, sonraki târihçilerin de standart kaynağı olmuştur456. Eserin son kısmı doğrudan “Oğuz Kağan’ın evlâdı, Selçuklular ve Osmanlılar” hakkındadır ve II. Bâyezid’e sunulan bu eser, o zamana dek yazılmış en uzun Osmanlı târihidir457. Imber’e göre “Neşrî’nin kaynaklarının niteliği, kendisini ve takipçilerini sağlam bir kronolojik tarih yazmaktan alıkoymuştur”458. Bunlardan başka olarak yine bu dönemde Tursun Bey, Oruç Bey, İdris-i Bitlisî ve Kemâlpaşazâde tarafından da eserler yazılmıştır. Esâsen II. Mehmed dönemi târihçilerinden olan ancak eseri Târih-i Ebû’l-Feth’i II. Bâyezid döneminde tamamlayan Tursun Bey’in târihi, Osmanlı târih yazıcılığında methiye türünün ilk örneği olarak bilinmektedir459. Ayrıca, II. Mehmed dönemi için en mühim


449 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 42.

450 Imber, “a.g.m.”, s. 42.

451 Imber, “a.g.m.”, s. 42.

452 Ménage, “a.g.m.”, s. 84.

453 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.

454 Ménage, “a.g.m.”, s. 85.

455 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.

456 Imber, “a.g.m.”, s. 43.

457 Ménage, “a.g.m.”, s. 85.

458 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.

459 Kenan İnan, “Sade Nesirden Süslü Nesire: Fatih’in Tarihçisi Tursun Bey ve Tarih Yazma Tarzı”,

Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 293.


 

 

 

 

kaynaklarından başında gelmektedir. Oruç Târihi’nin de içinde bulunduğu ve hepsi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya göçüşüyle başlayan Anonim Tevârihler, Âşıkpaşazâde ve Neşrî târihleri, XV. yüzyıl sonlarında yazılmaları, Osmanlı’nın başlangıcından kendi dönemlerine kadar genel târihler oluşları ve ortak kaynaklardan faydalanılmış olması sebebiyle ayrı bir grup olarak telakkî edilebilir460. Bu döneme kadar daha ziyâde yalın bir üslûpla kaleme alınan eserlerde, İran etkisinin de yoğunluk kazanmasıyla, ağır bir dil kullanılmaya başlanmıştır461. Bunun en meşhûr örneklerinden birisi, Hoca Sadeddin tarafından “külfetli”462 bir üslûpla kaleme alınacak olan Tâcü’t- Tevârih’le görülecektir.

Târih yazıcılığındaki dönüm noktasını temsîl eden iki isim, İdris-i Bitlisî ve Kemâlpaşazâde’dir463. Ménage’in ifâdesiyle; “İdris-i Bitlisî, Osmanlı târihinin başka hânedân târihleri kadar zarif ve tumturaklı bir şekilde Farsça yazılabileceğini, Kemâlpaşazâde ise Türk dilinin aynı belâgât oyunları için uygun bir vâsıta olduğunu göstermişti”464. İdris-i Bitlisî Heş Behişt’i, II. Bâyezid’in emriyle Osmanlı hânedânının yaptığı işleri, meşrûiyyet kaygısıyla, yüceltmek amacıyla yazmıştır. Orta ve Doğu Anadolu hakkında verdiği bazı mühim bilgiler, Osmanlı sarayı ve yönetimine ayırdığı özel bir bölüm içermesi sebebiyle Osmanlı târihleri arasında ayrı bir yere sâhiptir465. Kemâlpaşazâde’nin önemi, eserinin büyük kısmının yazmalarının yakın bir târihte bulunmasından kaynaklanmaktadır466. İlk sekiz kitabı II. Bâyezid’in emriyle yazdığı eserini, çağdaşı İdris gibi süslü bir üslûpla ancak Türkçe olarak kaleme almıştır467. Esâsen asker zümresinin bir mensûbudur ancak Kanûnî dönemininde şeyhülislâmlık makâmına getirilmiştir. Anonim Tevârih, Âşıkpaşazâde, İdris ve Neşrî gibi kendinden önceki târihçilerin aksine, olayları birbiriyle bağlantılı bir şekilde aktarmış olması onu, Osmanlı târih


460 Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.

461 Mehmet Bayrakdar, Bitlisli İdris (İdris-i Bitlisî), Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 1991, s. 56.

462 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih I, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 4. Baskı, 1999, s. VII.

463 Ménage, “a.g.m.”, s. 73.

464 Ménage, “a.g.m.”, s. 73.

465 İnalcık, “Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, s. 117.

466 Ménage, “a.g.m.”, s. 87.

467 Ménage, “a.g.m.”, s. 87.


 

 

 

 

yazıcılığında farklı bir konuma taşımıştır468. Bundan başka olarak Hıristiyanlar’dan alışılagelmiş ifâdelerle bahsetmenin ötesinde, aktardığı hâdiselerin geçtiği ülkeler hakkında da kısa bilgiler vermiştir469. Kemâlpaşazâde, kaynakların seçimi husûsunda titizlikle durmuş, dönemin pek çok mühim şahsiyetinin görgü tanıklarına da başvurmuştur470.

Yavuz Sultan Selim’le başlayan ve biyografik bir muhtevâ içeren selimnâme geleneği, Kânûnî döneminde süleymannâme hâline dönüşerek, varlığını sürdürmüştür. I. Selim dönemindeki fetihlerin etkisiyle târih yazıcılıktaki İran etkisi yerini Arap etkisine bırakırken, Fâtih döneminde ortaya çıkmış olan şehnâmecilik de Kânûnî’yle birlikte kurumsallaşmıştır471 ancak târih yazıcılığının Divân-ı Hümâyûn’a bağlanması XVIII. yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. XVIII. yüzyıla kadar, eserimize dâhil edilmiş olan Selânikî, Âlî, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi’den başka pek çok târihçi tarafından eserler ortaya koyulmuştur. Solakzâde, Müneccimbaşı, Lütfî Paşa, Matrakçı Nasuh, Peçevî, Cenâbî, Hoca Sadeddin, Pîrî, Rahîmîzâde ve Rumûzî bunlardan sadece bir kısmıdır472.

İster medrese öğreniminden geçmiş ya da geçmemiş, ister çeşitli idârî hizmetlerde bulunmuş ya da çok arzuladığı hâlde hâyâlindeki hedeflere ulaşamadan vasat bir hayat sürmüş olsun, Osmanlı târihi alanında eser vermiş olan isimlerin hepsi, birer Osmanlı târihi kaleme almaya karar verdiklerinde kuşkusuz çeşitli amaçlar taşımışlardır. Örneğin Âşıkpaşazâde kendi amacını, eseri sâyesinde pâdişâhların kahramanlıkları hakkında insanların bilgi sâhibi olmasını ve sonrasında pâdişâhların ruhlarına duâ edilmesini sağlamak olarak dile getirirken, Enverî geçmişten ders çıkarılması ve Şükrullah ise “dünyâda kalıcı bir eser bırakmak” amacını gütmüştür473. Neşrî’nin düşüncesine göre ise bir târihçinin temel özelliği, hâdiselerdeki


468 Ménage, “a.g.m.”, s. 88.

469 Ménage, “a.g.m.”, s. 88.

470 Ménage, “a.g.m.”, s. 88.

471 Timur, Osmanlı Kimliği, s. 105.

472 Hasan Bey-zâde, Hasan Bey-zâde Târîhi I, s. 58.

473 Uğur Akbulut, “Osmanlı Tarih Yazıcılarına Göre Tarih ve Tarihçi”, Atatürk Üniversitesi, SBE, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2006, s. 47-48.


 

 

 

 

hakîkâtin tespît edilmesine duyulan arzu olmalıdır474. Târihçilerin kendi amaçları hakkında bu son derece iyi niyetli ifâdelerine rağmen, çoğunlukla ikinci ve hatta üçüncü bir amaç taşımış oldukları da muhakkaktır. Bu amaçların temelinde şahsî kaygıların yanı sıra, devletin ya da târihçinin mâiyetine dâhil bulunduğu bir devlet adamının menfaatlerini gözetme kaygısının yatabildiği de bir gerçektir.

Osmanlı Devleti açısından târih yazıcılığının önemi, meşrûiyyet kaygılarının bir netîcesi olarak artmıştır. Bilhassa Timur istilâsının ardından yaşanan kaosun netîcesinde diğer Türk beyliklerinin yeniden güçlenmeye başlaması, II. Murad döneminde hânedânın kökeninin Kayı boyuna dayandığı iddiasının güdülmesine sebebiyet vermiş ve sonraki dönemlerde şecerenin Nûh475 peygambere kadar götürüldüğü bir gelenek hâline gelmiştir. Buna bağlı olarak güçlü meşrûiyyet dayanakları kabûl edilen dinî öğelerin Osmanlı târihlerinde hatırı sayılır bir yer edinmiş olduğunu söylemek de mümkündür.

 

2.2.  SELANİKÎ MUSTAFA EFENDİ VE TÂRİH-İ SELÂNİKÎ

 

XVI. yüzyılın ikinci yarısına şâhit olabilmiş olan Selânikî Mustafa Efendi hakkındaki bilgilerin çoğu, Mehmet İpşirli tarafından hazırlanmış olan Târih-i Selânikî’den edindiklerimizdir. Zîrâ İpşirli’nin de eserinde belirtmiş olduğu gibi, Selânikî’nin hayatıyla ilgili bilgiler yeterli değildir476. Târihçinin eserinde, şahsî hayatına dâir bazı bilgiler yer almaktadır. Eser, bilhassa müellifin hayatının son demleri hakkında detaylı bilgi vermekle berâber, soyuna dâir her hangi bir bilgiyi kapsamamaktadır477. İpşirli, târihçinin kendisinden “Selâniklü” olarak bahsettiğini ve babasının da Selânik’te vefât etmiş olmasına dayanarak, târihçimizin Selânikli olduğunu belirtmektedir478.

 


474 Ménage, “a.g.m.”, s. 87.

475 Âşıkpaşazâde, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, İstanbul, MEB Yay., 1992, s. 12.

476 Selânikî Mustafa Efendi, Târih-i Selânikî I, haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 2. baskı, 1999, s. XIII.

477 Babinger, a.g.e., s. 150.

478 Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XIV.


 

 

 

 

1566 Zigetvar seferinde vezîr-i azâm Sokollu Mehmed Paşa ve onun sır kâtibi Feridun Ahmed Bey’in emrinde çalışan479 Selânikî Mustafa Efendi’nin pek çok devlet hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa Târih- i Selânikî’yi kaleme aldığı dönemlerde mühim mâliye hizmetleri yapmıştır480. Devlet hizmetindeki ilk konumu, bilinmeyen bir târihten 1580’e kadar sürdürdüğü Haremeyn Mukataacılığıdır481. Daha sonra uzun müddet Nişancı Mehmed Paşa’nın482 kâtipliğini ve devatdârlığını yapmıştır483. Dört sene sürdürdüğü bu hizmeti sırasında ondan memnûn kalan vezîr-i azâm Özdemiroğlu Osman Paşa’nın484 referansıyla485, Silahdâr Kâtipliğine getirilmiştir486. Bu görevi esnâsında Gence Seferi’ne de katılan Selânikî, sefer dönüşü Sipâhiler Kâtipliğine geçirilmiş, kısa süre sonra da sebebi bilinmemekle berâber işine son verilmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu hâdise Selânikî’yi derinden etkilmiş, yaşadığı üzüntüyü eserinde “Müddet-i ömrümüzde vâsıl olduğumuz mansîba, zemâne ihdâsı bî-tekellüf gelüp alurlar”487 cümlesiyle dile getirmiştir.

Bunlardan başka târihçimize, 1590 senesinde İran’dan gelen bir heyeti ağırlama görevi verilmiş, ertesi sene vezîr-i azâm Ferhad Paşa’nın488 ruznâmeciliği ve buna ek olarak Anadolu muhasebeciliği görevlerine


479 Selânikî, a.g.e., s. XIV.

480 Selânikî, a.g.e., s. XIV.

481 Selânikî, a.g.e., s. XV.

482 Boyalı Mehmed Paşa olarak da bilinen Nişancı Mehmed Paşa, muhtelif tâarihlerde üç kez nişancılık görevinde bulunmuştur. Bir aralık vezirlik görevinde de bulunmuştur ki muhtemelen Selânikî o dönemde kendisinin hizmetinde çalışmıştır. Mehmed Paşa, 1593’te vefât etmiştir.

483 Babinger, a.g.e., s. 150.

484 Kafkasya fâtihi olarak da bilinir. 1527 Kahire doğumludur. Annesi Mısır Abbâsî halife soyundan, babası Mısır Çerkes Memlûklerindendir. Mısır sancakbeyliği ve Mısır emîr-i haclığı ( Haccın kurallarına uygun ve emniyetli olarak edâ edilmesini sağlamak üzere görevlendirilen kimse) ile Yemen, Habeş ve Diyarbakır beylerbeyiliği yapmıştır. Lala Mustafa Paşa’nın maiyetinde Osmanlı- İran savaşlarına katılmış ve Şirvan beylerbeyi olmuştur. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II/II, s. 343- 345.

485 Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XV.

486 Babinger, a.g.e., s. 150.

487 Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 215.

488 Aslen Arnavut olan Ferhad Paşa, küçük yaşta devşirilmiş ve Enderûn’da yetişmiştir. Zigetvar Seferi’ne katılmış, pâdişâhın naaşı onun nezâretinde İstanbul’a getirilmiştir. Yeniçeri Ağalığı, Rumeli Beylerbeyiliği, vezirlik ve iki kez de vezîr-i azâmlık yapmıştır. Bir başka Osmanlı vezîr-i azâmı olan Koca Sinan Paşa ile aralarında olan husûmetten dolayı, pek çok hâdise yaşanmıştır. Görevinden azlinde ve katlinde de Sinan Paşa ve taraftarlarının faaliyetleri etkili olmuştur. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II/II, s. 347-349.


 

 

 

 

getirilmiştir. Vezîr-i azâmın azliyle bu görevinden de alınmış ve yerine “...kerrât u merrât hıyânet ü habâset-i nefs ile meşhûr u benâm olup, cezîre-i Kıbrıs’a sürgün olan...”489 Ali Çelebi getirilmiştir. Daha sonra Matbâh-ı Âmire kâtipliği için müracaat etmişse de, bu göreve de, Selânikî’ye göre, yine ehil olmayan bir zât getirilmiştir. İki sene boyunca bulunduğu Evkaf Muhâsebeciliği hizmetinden de benzer sebeplerle ayrılmak durumunda kalan Selânikî, bu süre içerisinde vakıfların içinde bulunduğu yozlaşmaya şahâdet etmiştir490. Bu konu hakkındaki fikirlerini de “Hakikaten evkaf-ı selâtin-i izâma za’f gelüp, üç ayda küllî pîşkeş ü hedâyâlar ile tevliyet birinden birine virilmekle mahsûlât-ı evkaf mâl-ı rüşvete vefâ itmeyüp ve erzâzil ü nâ- müstahaklar dahi zevâ’id-i evkafdan vezâ’ife mutasarrıflar olup...”491 şeklinde dile getirmiştir.

Târih-i Selânikî, 1563-1600 arasında tamamen müellifinin yaşadığı dönemde cereyân eden hâdiseleri içermektedir. Eseri kaleme alırken Selânikî daha ziyâde kendi gözlemlerinden, mektuplar, divan kayıtları, mâliye defterleri gibi bazı yazılı kaynaklardan ve bulunduğu hizmetler dolayısıyla yakından tanıma fırsatı bulduğu Sokollu Mehmed Paşa, Feridun Ahmed Bey, Ferhad Paşa, Kızıl Ahmedlü Mustafa Paşa, Koca Sinan Paşa, Siyavuş Paşa gibi devlet adamlarının bilgilerinden faydalanmıştır492. Bu açıdan târihçinin verdiği bilgiler çok kıymetlidir. Zîrâ hâdiselerin iç yüzünü olabildiğince öğrenme ve hâdiselerin aktörlerini etraflıca çözümleme fırsatı bulmuştur. XVI. yüzyılın ikinci yarısı gibi karmaşık bir dönemde kaleme alınmış olan bu eserin içerdiği bir diğer kıymet de, devlette ve toplumda meydâna gelmeye başlayan bozulma ve çözülmeye de değinmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu konu hakkındaki görüşlerine ayrı başlıklar hâlinde yeri geldikçe “...leşker-i İslâmda gayret-i İslâmda za’f gelüp, ekseriyya tâlib-i hutâm-ı dünyâ olmağla nâmûs-ı dîn-i  mübîn  husûsunda  be-gâyet  süst  hareket  ider  olmışlardur.  Kat’â

 


489 Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 266.

490 Selânikî, a.g.e., s. XVIII.

491 Selânikî Mustafa Efendi, Târih-i Selânikî II, haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 1999, s. 796.

492 Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XXI.


 

 

 

 

harâmdan ictinâb olunmayup...”493 ya da “...zimam-ı umûr-ı mülk-ü millet nâkârdânlar eline düşdi...”494 gibi cümlelerle dile getirmiştir.

1565 Malta muhâsarası sırasında Rumeli Beylerbeyi Ahmed Şemsî Paşa mâiyetinde Kur’an okuyucusu olarak görev yapmakta olan ve Kânûnî’nin vefâtında da bu görevi icrâ etmiş olan495 Selânikî’nin, doğum târihi gibi vefât târihi de net olarak bilinmemektedir. Fleischer’ın ifâdesiyle Selânikî bir kalem ehlidir ve yine kendisi gibi kalem ehli olan Âlî ile “aynı düşünsel ortamı ve yönelimi”496 paylaşmıştır.

 

2.2.1.   Selânikî’nin Kaleminden Malta Muhâsarası

 

Târih-i Selânikî’de Malta Muhâsarası, yaklaşık altı sayfada ele alınmıştır. Metnin genelinde, Selânikî’nin serdâr Mustafa Paşa lehinde bir tavır sergilediği göze çarpmaktadır. Candaroğulları soyuna mensûp olan Kızıl Ahmedli Mustafa Paşa o dönemde beşinci vezîrdir ve Malta seferinde donanmanın kara askerine komuta görevi ona verilmiştir497. Seferin başarısızlıkla netîcelenmesinin ardından, her iki görevinden de azledilmiştir. Müellifin metin boyunca bahsi geçen paşayı himâyeci tavrının sebebinin, daha önce bahsedildiği üzere paşayla olan yakınlık derecesi olması muhtemeldir. Nitekim Selânikî, muhâsarayı nakletmeye başladığı ilk satırlardan itibâren bunu hissettirerek, Mustafa Paşa’nın şan ve şerefini yüceltmiş ancak Mustafa Paşa ile birbirlerinden pek hazzetmeyen498 Piyâle Paşa’ya özel bir muamele uygulamamıştır. Yine bu sebepten olsa gerek, metinde Turgut Reis de neredeyse görmezden gelinmiş, şehâdeti üzerinde bile fazlaca durulmamıştır. Hatırlanacağı gibi, muhâsara sonrası Mustafa Paşa vezâretten azledilmiştir ve muhtemelen müellif de bunun müsebbîbinin esâsen Turgut Reis olduğunu düşünmüştür. Zîra ilgili bölümde belirtildiği


493 Selânikî, a.g.e., s. 87.

494 Selânikî, a.g.e., s. 290.

495 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 417.

496 Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, çev. Ayla Ortaç,

İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı, 2009, s. 135.

497 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.

498 Clot, a.g.e., s. 156.


 

 

 

 

üzere Mustafa Paşa, sefer görevine vakitlice dâhil olmayan Turgut Reis sebebiyle Saint Elmo kalesini kuşatarak, donanmanın zaman ve içinde Turgut Reis’in de bulunduğu pek çok askerin kaybına sebebiyet vermiştir. Eserinde devlette ve toplumda meydana gelen çözülmelerden duyduğu rahatsızlığı yeri geldikçe dile getirmekten çekinmemiş olması hasebiyle, Mustafa Paşa’yı himâye etmek uğruna Turgut Reis’in geçmiş başarılarını ve şöhretini göz ardı etmiş olması dikkate değer bir noktadır.

Selânikî’nin Turgut Reis’e karşı takındığı tavrı destekleyici bir başka örnek ise, Kânûnî Sultân Süleyman’ın dâmâdı olan Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa bahsinde fark edilmektedir. Zîrâ bilindiği gibi Rüstem Paşa ve Sinan Paşa, Turgut Reis’e karşı hasmâne bir tutum içindedirler. Uzunçarşılı bu konu hakkında şöyle bir detay vermiştir: “Turgud’un şöhreti, Rüstem Paşa’nın biraderi kaptan Sinan Paşa tarafından çekilmez olmuş ve kaptan bulunduğu müddetçe onunla uğraşmıştır. Bir aralık Sultan Süleyman, Karlıeli sancakbeyi olan Turgud’un bilhassa Batı Akdeniz’deki büyük muvaffakiyetlerinden fevkalâde memnun olarak kendisine kaptanlıkla Cezayir beylerbeğiliğini vermek isterse de Rüstem Paşa Turgud’un ‘Taşra’da yetiştim, dergâh-ı muallâda hizmet edemem’ demiş olduğunu söyleyerek mâni olur. Trablusgarp bunun gayretiyle elde edilmiş ve beylerbeğilik de vaad olunmuş ise de hasmı olan Sinan Paşa, Murad Bey’e verdirmişti. Nihayet bir gün Turgud Bey sefere gitmekte olan pâdişahı etekleyip Trablusgarp beylerbeğiliğini ister ve pâdişah da derhal verir ve bu suretle on sene yani vefatına kadar orada beylerbeğilik eder”499. Haşmetli kelimelerini Sinan Paşa’nın isminin geçtiği cümlelerde cömertçe kullanmaktan imtinâ etmeyen Selânikî, bu sûretle Turgut Reis’e beslediği olumsuz hisleri bir kez daha yansıtmıştır.

Selânikî’nin Mustafa Paşa tarafgirliği içinde belirttiği bir diğer husûs da, sefer için gönüllü yazılanlardan bahsettiği sırada göze çarpmaktadır. Zîrâ müellif, gönüllüler arasında vezîr Mustafa Paşa’nın kardeşi Şemsî Paşa’nın da bulunduğunun altını çizmeye özen göstermiştir. Bu detayla birlikte,


499 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 387-388.


 

 

 

 

Selânikî Mustafa Efendi’nin bir ikinci tarafgirlik içine girmiş olması muhtemeldir. Bunun için biraz kuşkucu bir yaklaşımla Şemsî Paşa’nın, ileride Sokollu Mehmed Paşa’nın hasımları arasında yer alıp, katlinde de rol oynayan isimlerden biri olarak zikredileceğini hatırlamak yeterli olacaktır. Ancak Selânikî’nin Sokollu’yla her hangi bir husûmet içine girip girmediğini bilemiyoruz. Yine de metnin ilerleyen kısımlarında karşımıza çıkan Semiz Ali Paşa ismi ve Selânikî’nin bu esnâdaki tavrı, kuşkuyu körükler niteliktedir. Bilindiği gibi Ali Paşa, Sokollu Mehmed Paşa’nın selefidir ve bir iddiaya göre Don-Volga projesi ilk kez onun zamanında düşünülmüştür500. Ancak pek çok başarılı icraattan başka bahsi geçen proje de Sokollu Mehmed Paşa’yla özdeşleşmiş, zaten Malta seferinin olduğu yıl boğaz iltihâbından vefât eden501 Ali Paşa’nın ismi daha ziyâde iri cüssesiyle hatırlanmıştır. Müellifin üslûbundan donanmanın sefere çıktığı sırada müthiş bir tereddüt içinde olduğu anlaşılan Ali Paşa’ya göre Malta kalesi kolaylıkla ele geçirilebilecek bir hedef değildir ve ne yazık ki paşalar, hâdisenin ciddiyetinin farkında değillerdir. Selânikî burada, Ali Paşa’nın kuşatmanın netîcesini önceden sezdiğini ve vezîr-i azâmın bu sebeple çokça gözyaşı döktüğünü kaydetmiştir. Şemsî Paşa’dan başka Ali Paşa hakkındaki bu detayın eserde kendine bir yer bulmuş olmasının Sokollu Mehmed Paşa’nın şahsına özel bir sebebi olmasa da, onun karşısında yer alan isimlerle ilgili bir sebebi olabileceği kanaatindeyiz. Zîrâ Selânikî, Kânûnî’nin ölümü hakkında bilgi verirken Sokollu’yu , “...bu saltanat vezîri Hırvat içinde nâm-dâr Sokolovik- oğlı, kutlu yüzlü ve tatlu sözlü ulu Pâdişâh’un makbûli, sözi geçer tedbîrlü Mehmed Paşa hazretleri...”502 şeklinde anlatmıştır. Ancak aşağıda İnebahtı bahsinde görüleceği gibi tedbirliliğe son derece ehemmiyet atfeden müellif, Sokollu Mehmed Paşa üzerinde fazlaca durmamıştır. Bununla berâber Sokollu’nun katlinin nakledildiği kısımda, din ulemâsının gasil husûsunda ihtilâfa düştüğünden de bahsedilmiştir. Selânikî, esâsen Sokollu’nun şehîd-i

 


500 Halil İnalcık, “Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanal Teşebbüsü (1569)”,

Belleten, cilt XIII, sayı 46, Ankara, 1948, s. 371.

501 Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 8.

502 Selânikî, a.g.e., s. 33.


 

 

 

 

hükmî503 iken şehîd-i hakikî hükmüne göre gasl edildiği detayını vermiştir504. Yine de bu husûsta sağlıklı çıkarımlara varabilmek için müellifin hayatına ve bulunduğu devlet görevlerine dâir daha detaylı bilgiye ihtiyaç vardır. Bilindiği üzere Selânikî’nin hayatı hakkında yeterli bilgiye ulaşılamadığı gibi, kendinden sonraki târihçiler de Selânikî Mustafa Efendi’den pek bahsetmemişlerdir.

Müellifin Mustafa Paşa sempatizanlığıyla alâkalı en çarpıcı kısım, Saint Elmo’nun fetih haberiyle ön plâna çıkmıştır. Müellifin bir “müjde”, târihin ise tek başına ele geçirilmiş olması bir anlam ifâde etmediğinden bir “taktik hatası” olarak kaydettiği Saint Elmo muhâsarasının –ki muhâsara kararını Mustafa Paşa vermiştir ve müellif bu kaleyi “pek çok kaleye bedel” olarak kaydetmiştir- fetihle netîcelendiğini haber vermek üzere gönderilen Abdî Çavuş, kardeşi Mustafa Paşa’yı merâk eden Şemsî Paşa’yı da bu husûsta bilgilendirmiştir. Buna göre Mustafa Paşa’nın şehît olup kurtuluşa ermekten başka bir murâdı yoktur ve bu uğurda savaş sırasında gösterdiği gözüpeklik, kelimelerle bile ifâde edilemeyecek derecededir. Mustafa Paşa öylesi bir kahramandır ki, düşman ateşine göğsünü siper etmekten kaçınmamaktadır. Turgut Reis’in Saint Elmo muhâsarası sırasında vefât etmiş olması ise müellif tarafından üzerinde durulmaya lâyık görülmemiş, bunun yerine Mustafa Paşa’nın sefer sonrasında vezâretten azledilmesi karşısında hissettiği duyguları, onun unutulmuş ve terk edilmişliğini vurgulamak sûretiyle dokunaklı bir üslûpla dile getirmiştir.

Bunlardan başka değerlendirilmesi gereken bir diğer husûs da, dinî unsurlara metinde ne şekilde ve ne derecede yer verildiğidir. Düşman için yeri geldikçe kullanılan ve dönem itibâriyle gâyet tabiî ve alışılagelmiş olan tahkîr edici “hâli perişân kâfirler”, “din düşmânı” ya da “lânetlik” ifâdelerinden başkaca aşırılık hissi uyandıran bir üslûba yer verilmemiştir. Malta gemilerinin


503 Ferit Devellioğlu’nun Lûgat’ine göre şehîd-i hükmî; yangında yanarak, suda boğularak ya da herhangi bir ilmî araştırmada veya hastalık sebebiyle hayatını kaybeden Müslüman kimse anlamınadır. Bununla berâber aynı ifâde, görünüşte Müslüman olup esâsen kalpleri itibâriyle kâfir olduğu hâlde ölenler, yâni münâfıklar için de kullanılmaktadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Aydın Kitabevi, 19. Baskı, 2002, s. 984.

504 Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 125.


 

 

 

 

her fırsatta İslâm gemilerine tasallutta bulunduğunu vurgulayan müellif, sefer gerekçesi olarak da içinde tüccâr ve hacıların bulunduğu, çeşitli emtiâ ile yüklü barçanın saldırıya uğramasını göstermiştir. Müellif bu noktada, Müslümanların başına gelen bu hâlin büyük bir üzüntü yarattığını ve pâdişâhın hemen sefer kararı aldığını belirtmiştir. Selânikî’ye göre zaten düşman da durmaksızın kaleleri istihkâm etmekte ve donanmasını genişletmektedir. İçinde hacıların da bulunduğu bilhassa belirtilen barçaya yapılan bu saldırının, esâsen Sicilya ve Napoli’yi gözüne kestirmiş olan505 Osmanlı Devleti için bir fırsat olmasına rağmen, müellif tarafından başlı başına bir gerekçe olarak gösterilmesi dikkate değerdir. Elbette bu tutum, daha önce detaylı olarak anlatıldığı gibi, müellifin yaşadığı dünyâ ve dönem üzerinden değerlendirildiğinde ve Malta’da yerleşik olanların da Hıristiyan kimliğiyle ön plâna çıkmış şövalyeler olduğu göz önünde bulundurulduğunda son derece tabiîdir.

Selânikî’nin ön plâna çıkardığı İslâmî öğeler arasında “gazâ ve cihâd” da yer almaktadır. Malta seferine gönüllü506 cezbetmek amacıyla fermân çıkarıldığından bahseden müellif, bunun hemen arkasından pek çok kişinin büyük bir şevk ve zevkle donanmaya katıldığını belirtmiştir. Elbette bunda, gazâ ve cihâd sevâbı kazanmak kadar, hizmet karşılığında yüksek rütbeler taahhüt edilmesi de etkili olmuştur kanaatindeyiz. Gerçekten de ilgili mühimme kayıtlarında507 da görülebileceği gibi, sefer sonunda yararlık gösterenler çeşitli rütbeler ve timarla taltif edilmiştir.

Bundan başka Selânikî, halkın sefere giden ve kendisinin de övme husûsunda gâyet cömert davrandığı askere karşı duyduğu sevgiyi çeşitli şekillerde dile getirmiş, burada da “duâ” öğesini baş rolde kullanmıştır. Halk, ordu ve pâdişâhla öyle bir bütünlük içindedir ki, İslâm askerinin her dâim muzaffer olması için duâ etmeyi ihmâl etmemektedir. Donanmanın sefere uğurlanması sırasında ortaya çıkan tabloyla ise, İslâm’ı temsîl eden


505 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.

506 BOA, MD, no: 6-I, s. 330, hüküm no: 597.

507 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 5 Numaralı Mühimme Defteri (973/1565-1566): Özet ve İndeks ,

O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1994, s. 99, 107, 115, hüküm no: 546, 547, 594, 644.


 

 

 

 

pâdişâhın “kâfire karşı” başlattığı bu harekâtın halk tarafından büyük bir coşkuyla desteklendiği gösterilmeye çalışılmıştır. Süleyman döneminin yenilgiye alışkın olmayan halkı, müellifin kaleminden yansıdığı kadarıyla İslâm askerine karşı büyük bir güven duymaktadır. Ancak müellifin yeri geldikçe bazı İslâm askerini sert bir üslûpla tahkîr ettiğine de rastlanmıştır. Seferden dönüş yolunda Osmanlı donanmasının şövalyelerin saldırısına uğramasından sorumlu tuttuğu askerleri “korkak ve namussuz” olarak nitelemiştir. Elbette bu arada Mustafa Paşa’nın elinden geleni yapmış olduğu da vurgulanmadan geçilmemiştir.

Osmanlı halkının İslâm askerine duyduğu güven kadar Mustafa Paşa’ya duyduğu sempatiyle ön plâna çıkmış olan müellif, Saint Elmo muhâsarası sırasında bahsi geçen paşanın, şövalyelerin elinde esîr olan pek çok Müslümanın hunharca katline sebep olduğu husûsunda ise suskun kalmıştır. Muhâsara sırasında şövalyelerin ve Malta halkının maneviyâtını kırmak isteyen Mustafa Paşa’nın “ölü şövalyelerin boynunu vurdurup enli tahtalara bağlatmak sûretiyle limana göndermesinin”508 ardından La Valette de misilleme olarak tüm Müslüman esîrlerin öldürülmesini emretmiş ve Saint John yortusuna denk gelen günde pek çok Müslüman “parçalara ayrılarak”509, taşlanarak katledilmiş ve bazısından çıkarılan iç organlar sokaklarda teşhîr edilmiştir510. Muhâsara öncesinde adadaki Müslüman esîrlerin hazîn durumunu dile getirmekten kaçınmamış olan müellif, ya yaşananlardan haberdâr olmadığından, ya da yine Mustafa Paşa’yı himâye etmek adına seçmeci bir aktarım sergilediği hissini uyandırmıştır.

Selânikî, haberleşme zorluğunun yanı sıra erzak sorununun üzerinde de durmuştur. Müellife göre, muhâsara boyunca donanmanın yüklü miktarda erzak ihtiyâcında olacağı önceden bildirilmiştir. Ancak hatırlanacağı gibi kuşatma boyunca erzak meselesi, ordunun en büyük sıkıntılarından biri olmuştur. Braudel’in, “Mesâfeye karşı mücâdele”511 olarak nitelediği bu


508 P. Cassar, “Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbi Yönleri”, s. 125.

509 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 126.

510 P. Cassar, “a.g.m.”, s. 128.

511 Ş. Turan, a.g.e., s. 96.


 

 

 

 

durum, ordu ve ikmâl üslerinin arasındaki uzaklıktan kaynaklanmıştır. Turan’ın da belirttiği gibi “böyle bir ihtiyâcın belireceği önceden dikkat nazarına alınıp Malta’ya yakın bulunan Trablus-Garb ve Cezayir gibi Osmanlı ülkelerinde yığınak yapılmamış olması bir tedbirsizlik”512 olmuştur. İlgili mühimme defterlerinde513 ordunun erzak ihtiyâcının karşılanması için yazılan hükümler ve kuşatma sonrasında İstanbul’da zâhire sıkıntısı çekilmiş olması514 da bu tedbirsizliğin delîlidir. Her husûsta ihtimâm gösterilmiş olduğunu bildiren Selânikî tarafından erzak sıkıntısının vurgulanması, böyle bir sıkıntının netîce üzerinde belirgin bir rol oynadığını imâ etmek olabilir kanaatindeyiz. Elbette varsayımlarda bulunurken, devletin o sırada Macaristan üzerine bir sefer hazırlığı içinde olduğunun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Donanmanın “niyet üzere” sefere çıkmaklığının belirtildiği metnin ilk başından itibâren Malta kalesinin çok iyi tahkîm edildiği üzerinde de duran Selânikî, kale için daha ziyade “kal’a-i metîn” ifâdesini kullanmayı tercih etmiştir. Ancak fethin başarısızlıkla netîcelenmesinin sebebi olarak gösterilen gerekçe, sefer mevsiminin geçmiş olmasıdır. Bununla berâber Selânikî, bu husûsta pek çok rivâyet bulunduğunu da eklemiştir ki detaylarından bahsedilmeyen bu rivâyetin paşalar arasındaki ihtilâf dolayısıyla cereyân eden hâdiseler üzerine olması ve müellifin Mustafa Paşa’yı gözeterek bu rivâyeti aktarmamayı seçmiş olması ihtimâl dâhilidir. Zaten daha önce de belirtildiği gibi, Selânikî’nin kaleminden döküldüğü şekliyle Malta Muhâsarası, Mustafa Paşa merkezlidir. Müellifin “İslâm âlemini ve yaratılmış olan herşeyi” ümitsizliğe düşürdüğünü belirttiği yenilgi bile Mustafa Paşa’nın duyduğu keder ve utanç üzerinden aktarılarak, böylesine büyük bir hüsrâna yol açan yenilgi bile neredeyse Mustafa Paşa’nın gölgesinde bırakılmıştır.

Muhâsaranın yapıldığı döneme şahâdet etmiş olmasına rağmen Selânikî fazlaca detay vermemiş, Turgut Reis’in şehâdeti, paşalar arasındaki


512 Ş. Turan, a.g.e., s. 97.

513 BOA, MD, no. 5, s. 7, hüküm no: 29; BOA, MD, no. 6-II, s. 128, 362, hüküm no: 1049, 1469; BOA, MD, no. 6-I, s. 315-316, hüküm no: 575.

514 BOA, MD, no. 5, s. 107, hüküm no: 595, 596.


 

 

 

 

ihtilâfın iç yüzü ve yenilginin doğurduğu hâlet-i rûhiye gibi mühim husûsları yeterince aydınlatmamıştır. Sefere çıkmak üzere olan donanmanın ve paşaların özgüveninden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Ali Paşa’nın seferin netîcesi hakkındaki kaygısından bahsederek müellif, hüsrâna yol açmış olsa da devletin zirvesi tarafından zaten ihtimâl dâhilinde tutulmuş olması hasebiyle, yenilginin pek de mühimsenecek bir etki yapmamış olduğu izlenimini vermek istemiş olabilir. Bununla berâber yenilgilere alışkın olmayan Süleyman dönemi Osmanlı halkından birisi olan Selânikî’nin, pâdişâha ve devlete duyduğu/duymak zorunda olduğu güven dolayısıyla bu başarısızlığı ciddîye almamış ya da indirgemeye çalışmış olması da muhtemeldir.

 

2.2.2.   Selânikî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı

 

Mühimme defterlerinde yer alan ilgili hükümlerden biri515 25 Mart 1571, diğeri516 de 19 Nisan 1571 târihini göstermekle berâber Selânikî’ye göre 1571 yazında, Hıristiyan kuvvetlerin yeni bir Haçlı ittifâkı içine girdiği haberi alınmıştır. 16 Haziran 1571 târihli ilgili bir başka hükümde517 ise, Papa ile Kral Philippe’in Venediklilerle işbirliği yapıp yapmadıklarına dâir bilgileri istenmiş olan Dubrovnik beylerinin, durumdan haberleri olmadığı bildirilmiş ve düşman hakkında bilgi edinilip gönderilmesi istenmiştir. Düşmanın Kıbrıs’ın intikâmını almakta kararlı olduğunun altını çizen müellif, uzayan Magosa muhâsarası dolayısıyla yaşanan gelişmelere bağlı olarak denizde dağınık hâlde bulunan donanmanın bir araya geldiği târihi kullanmayı tercîh etmiştir.

Daha önce bahsedilmiş olduğu gibi, İnebahtı savaşı sırasında Osmanlı donanmasının durumu pek de iç açıcı değildir. Uzun süredir denizde bulunan gemilerin bakım ihtiyâcı olduğu gibi, asker eksiği de mevcûttur. Selânikî de eserinde bahsi geçen sıkıntıya değinmiş, sefer kararı da henüz kesinleşmemiş olduğundan, bazı askerlerin rüşvet vermek sûretiyle donanmadan ayrıldığını belirtmiştir. Savaş kesinleştiğinde ise bu sıkıntının


515 BOA, MD, no. 12-I, s. 152, hüküm no: 211.

516 BOA, MD, no. 12-I, s. 256, hüküm no: 394.

517 BOA, MD, no. 12-I, s. 335, hüküm no: 529.


 

 

 

 

giderilmesi için gösterilen çabaya rağmen yeterli sayıda asker tedârik edilemediğini kaydetmiştir.

İncelenen ikincil kaynakların çoğunda olduğu gibi, Selânikî de paşalar arasındaki ihtilâftan bahsederken Uluç Ali Paşa lehinde bir tavır sergilemiştir ancak Malta muhâsarasını naklederken takındığı kişi odaklı üslûbu kullanmamış, bu sebeple tarafgirlik kaygısından ârî bir nakilde bulunmuştur. Bununla berâber müellifte, İslâm askerine karşı derin bir öfke de göze çarpmaktadır. Kıbrıs Seferi’nde sefer öncesi yerine getirilen dinî vecîbelerden, İslâm donanmasının haşmetinden518 ve oradaki gazâ ve cihâdı ne yazacak ne anlatacak kelimenin bulunabileceği derecede muazzam olarak519 niteleyip İslâm askerini yücelten müellif, İnebahtı Savaşı’ndaki askeri savaştan çekinmekle ithâm edip, Pertev Paşa’nın da kaçtığını imâ etmiştir.

Malta muhâsarasındakine kıyasla, Kıbrıs seferi de dâhil olmak üzere Selânikî’nin İnebahtı bahsindeki üslûbu, daha agresif ve öfkelidir. Bilhassa Kıbrıs fethi sırasında İslâm askerinin mücâdelesini coşkulu bir havada aktarıp, ölenlere cenneti lâyık görürken, lânetlikleri tereddütsüz cehenneme göndermiştir. Lamartine’in haklı bulmakla berâber “insanlığa ve doğaya karşı bir işkence”520 olarak nitelediği Lala Mustafa Paşa tarafından, Müslümanlara çektirdiği ezâya karşılık Magosa eski komutanı Bragadino’nun “ser-tâ-pâ”521 derisinin yüzdürülmesini aktarmakta bile beis görmemiştir. Bu öfke İnebahtı bahsinde ise düşmân askeri ve Pertev Paşa üzerinden açığa çıkarılmıştır. Selânikî’ye göre düşmân askeri, “aşağılıklar, bayağılar, alçaklar, kalleşler” tayfasıdır. Müezzinzâde Ali Paşa ile tedbirsiz davranmakla ithâm edilen Pertev Paşa ise bedduâya lâyık birer korkaktan başka bir şey değillerdir.

Selânikî’nin bildirdiğine göre bu hezîmetin haberi kısa sürede ağızdan ağıza yayılmış ve savaşın cereyân ettiği ayın ortalarında pâdişâh da durumdan haberdâr olarak, üstüne bir yorgunluk çökmüştür. Burada


518 Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 78.

519 Selânikî, a.g.e., s. 80.

520 Lamartine, Osmanlı Tarihi, s. 510.

521 Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 80.


 

 

 

 

Selânikî’nin, zaten dinlenmekten başka bir meşgalesi olmayan pâdişaha inceden bir gönderme yapmış olması da ihtimâl dâhilindedir ancak şu noktayı bilhassa tekrarlamak yerinde olacaktır ki, Malta Muhâsarası’ndaki Selânikî değildir bu kez karşımızdaki. İnebahtı’yla karşımıza çıkan müellifin niyeti daha net ve tektir. Bir hezîmet yaşanmıştır ve bunun sebebi de tedbirsizliktir. Hezîmetin bir diğer sebebi olarak “olmayacak istek” tabirini kullanmakla kast ettiği de muhtemelen bu tedbirsizlikte paşalardan başka kimselerin de payı olduğudur. Ancak kaynakların pek çoğunda zikredilenin aksine, Sokollu Mehmed Paşa’nın daha Kıbrıs Seferi’ne karar verildiği zaman İnebahtı’da yaşanacak hezîmetle ilgili öngörüsü hakkında Selânikî’nin belirgin bir ifâdesine rastlanmamıştır. Sadece, “Gösterdiği başarılardan dolayı kaptanpaşalığa tayin olunarak Cezâyir Beylerbeğiliği ve Tunus eyâletinin kendisine tevcîh olunduğu”522 Uluç Ali Paşa’nın lakâbının Kılıç’a çevrildiğini ve Pertev Paşa’nın da azledildiğini bildirdikten sonra, yenilginin ardından yeni donanmanın inşâ sürecinden bahsederken, memleket işlerinde tedbirli davrananların birlik hâlinde, kaybedilenlerin telâfî edilmesi için harekete geçtiğinden bahsetmiştir. Bu süreci anlatırken seçtiği haşmetli kelimelerle, âdetâ hezîmetin acısını çıkarmış ve süreç netîcesinde meydâna getirilen donanmanın, düşmânı büyük bir hayrete düşürdüğünden gururla bahsetmiştir.

 

2.3.  GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ VE KÜNHÜ’L AHBÂR

 

Mustafa Âlî, XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin karmaşık ve çelişikliğine neredeyse tüm hayatı boyunca şâhit olmuş bir şahsiyettir. Kariyer peşinde koşarak geçirdiği zorlu ve yorucu ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı Künhü’l Ahbâr ise, onun târihçi kimliğiyle ön plâna çıkmasına sebebiyet vermiştir. 28 Nisan 1541’de Gelibolu’da dünyâya gelen Âlî, tanınmış tüccâr bir babanın523 ve şeyh torunu bir annenin524 üç erkek çocuğundan biridir525.


522 BOA, MD, no. 12-II, s. 204, hüküm no: 1088.

523 Fleischer, a.g.e., s. 11-12.

524 Flesicher, a.g.e., s. 15.

525 Fleischer, a.g.e., s. 19.


 

 

 

 

Hakkındaki bilgileri daha ziyâde Fleischer’ın çalışmasından edindiğimiz Âlî’nin İstanbul serüveni, 1556-1557 senelerinde medrese tahsîli için buraya gelmesiyle başlamıştır. Bu dönemde başta, hocası Şemseddin Ahmed –ki kendisi Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin oğludur- olmak üzere, Celâlzâde Mustafa Çelebi526 ve Ramazanzâde Mehmed Paşa527 gibi iki mühim devlet adamı ve târihçiyle tanışma fırsatı bulmuştur. Yine Fleischer’dan öğrendiğimiz kadarıyla medrese arkadaşları arasında meşhûr şâir Bâkî (d.1526-ö.1600) de vardır.

1560’ta medrese öğrenimini tamamlayan Âlî, öğrencilik senelerinde yazmış olduğu Mihr ü Mâh isimli eserini takdîm etmek üzere o sırada Konya’da bulunan şehzâde Selim’in sarayına gitmiş, meslekî kariyerine kolaylıkla başlayabilmek maksadıyla şehzâdenin yakınlığını kazanmaya niyetlenmiştir528. Ne var ki bu girişimi onun ilmî kariyer hayâllerine mâl olmuş ve hayatının bundan sonraki akışında belirleyici bir rol oynamıştır. Zîrâ şehzâde Selim, Âlî’yi divan kâtipliğine getirmiş529, böylece siyâsî rüzgârların etkisinde geçecek meslek hayâtına umduğundan farklı bir yönde ve hızla girmiş, üç sene sonra da başkâtip olup yaşına göre büyük bir saygınlık kazanmıştır530. Pâdişâh olması muhtemel şehzâdenin saray mâiyeti arasında kendine bir yer edinmiş olan Âlî’nin, hedeflerini yükseltmemesi için bir sebep yoktur ancak Selim’in yeni lalasının Âlî’den hiç hazzetmemesi, ona ilk kırgınlığını yaşatarak şehzâde sancağını mecbûren terk etmesine sebebiyet vermiştir.

Bu noktadan sonra yirmi iki yaşındaki Âlî, Halep beylerbeyiliğine getirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’nın yanında sır kâtipliğine girerek, “siyâsî

 

 


526 Koca Nişancı olarak da bilinir. I. Selim zamânında divân kâtipliğne girmiş, Kânûnî’nin saltânatında da yükselme imkânı bulmuştur. Yirmi üç sene boyunca nişancılık görevini ifâ etmiştir. İlk kez Osmanlı Türkçesi’yle kaleme alınan ve Osmanlı hânedânı târihi niteliğinde olan Tabakatü’l- Memâlik fi Derecâti’l-Mesâlik adlı eseri yazmıştır. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 271-273. 527 Küçük Nişancı olarak da bilinir. Celâlzâde’nin halefidir. Târih-i Nişancı adlı eseri, dünyâ ve Osmanlı târihi niteliğindedir.

528 Fleischer, a.g.e., s. 33.

529 Fleischer, a.g.e., s. 33.

530 Fleischer, a.g.e., s. 36.


 

 

 

 

geleceğini biçimlendirecek olan hâmîlik ilişkisini”531 kurmuştur. Lala Mustafa Paşa, büyük bir özlemle hayâlini kurduğu vezîr-i azâmlık görevine ancak III. Murad döneminde gelebilecek olan bir devlet adamıdır. Bâyezid ve Selim arasındaki hazin mücâdeleler esnâsında etkin bir rol oynamış, Bâyezid’i “asî göstermek sûretiyle”532 Kânûnî’nin Selim’den yana bir tavır almasına sebebiyet vermiştir. 1563’te Şam beylerbeyiliğine getirilen Lala Mustafa Paşa’nın mâiyetinde yer alan Âlî, 1566’da Selim’in de tahta oturmasıyla bahsi geçen iki ismin “gönüllerini okşamak”533 maksadıyla edebî eserler ortaya çıkarmıştır. Şam’da bulunduğu sırada Ahlâk-ı Alâ’î’nin yazarı Kınalızâde Ali Çelebi ile tanışma fırsatı da bulmuş ve ondan “eleştirinin temel ilkesinin, dostluktan murâdın düşmân gözü ile nazâr”534 olduğunu öğrenmiştir.

1568 senesi Âlî’nin hayatında başka bir dönüm noktasını teşkîl etmiştir. Zîrâ o sene cereyân eden Yemen Meselesi535 netîcesinde ortaya çıkan “siyâsî ittifaklar ve kişisel düşmanlıklar”536, Âlî’nin bundan sonraki hayatının gidişâtını büyük ölçüde etkilemiştir. Fleischer’ın eserinden yansıyan Yemen Meselesi sırasında şâhit olunan şahsî menfaat odaklı siyâsî hamleler,

XVI. yüzyılın karmaşık yapısına yakışır bir mâhiyet arz etmektedir. Dönemin vezîr-i azâmı, Âlî’nin “pâdişâh-ı manevî”537 dediği Sokollu Mehmed Paşa’dır. Devlet içinde büyük bir gücü vardır ancak Selim döneminde, Kânûnî’den miras kalmış bir devlet adamıdır ve konumunu muhâfaza etmesi için çaba göstermek durumundadır. Lala Mustafa Paşa’nın makam hırsından da bîhaber olmamakla berâber hem akrabalık bağları olması hem de Mustafa Paşa’nın Selim’le yakınlığı sebebiyle onu kendi safında tutmak niyetindedir. Sokollu’nun “denetim altında tutmak istediği”538 Lala Mustafa Paşa’yı Yemen seferi için görevlendirmesi, şahsî menfaat ve düşmanlıkların yön vereceği bir dizi hâdiseyi de berâberinde getirmiştir. Aralarında husûmet bulunan Lala


531 Fleischer, a.g.e., s. 39.

532 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 406.

533 Fleischer, a.g.e., s. 43.

534 Fleischer, a.g.e., s. 42.

535 Yemen’in Zeydiye hânedânına mensûp olan İmam Mutahhar tarafından başlatılan isyân. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/II, s. 343.

536 Fleischer, a.g.e., s. 45.

537 Fleischer, a.g.e., s. 52.

538 Flesicher, a.ğ.e., s. 47.


 

 

 

 

Mustafa Paşa ve Mısır beylerbeyi Sinan Paşa539 merkezinde cereyân eden hâdiseler, kutuplaşmanın daha belirgin bir hâl almasına sebebiyet vermiş ve belki de Âlî’nin iddia ettiği gibi esâsen gelişmelerin bu yönde olacağını ilk baştan beri bilen ve herşeyi Lala Mustafa Paşa’nın gözden düşmesi için plânlamış olan540 Sokollu Mehmed Paşa maksadına ermiş, Mustafa Paşa’nın pâyeleri Sinan Paşa’ya verilmiştir. Yaşananların derinleştirdiği kutuplaşma, ilerleyen senelerde Sokollu’nun karşı safını sıkılaştırırken, daha önce bahsedildiği gibi Âlî’nin hayatına da büyük bir etkide bulunmuştur. Zîrâ meslekî hayâtı boyunca bir türlü istediğini elde edemeyecek olan Âlî, aksaklıkların altında Lala Mustafa Paşa ve mâiyetine duyduğu kin sebebiyle Sinan Paşa’nın olduğuna inanacak, Künhü’l-Ahbâr’ında onu “çöküşün mimarlarının başında” gösterecektir541.

Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs seferi için hazırlandığı sıralarda Sokollu Mehmed Paşa ile Lala Mustafa Paşa’nın arasındaki gerginlik sona ermiş ancak bu kez de Âlî ve Lala Mustafa Paşa’nın arası açılmıştır. 1569 senesinin sonlarına doğru İstanbul’a dönen işsiz Âlî, Kıbrıs seferi için görevlendirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’ya mektuplar yazarak eski hâmîsinin gönlünü kazanmaya çalışırken, bir yandan da Sokollu Mehmed Paşa’yla yakınlık kurma peşine düşmüştür542. Sokollu’ya sunduğu Heft Meclis isimli eseri sâyesinde, Dalmaçya’da Klis sancağında divân kâtibi543 olarak işe girmeyi başarmışsa da, Âlî’nin hâlen hayâllerini süsleyen, bir “saraylı”544 olabilmektir.

Âlî 1570-1577 arasında divan kâtipliğini sürdürürken İstanbul’da da bir taht değişikliği yaşanmış ve 1574’te III. Murad pâdişâh olmuştur. Yeni pâdişâhla berâber Sokollu Mehmed Paşa’nın devlet içindeki konumu ehemmiyetini kaybetmeye başlayınca, Âlî de yeni arayışlar içine girmek durumunda kalmış, Sokollu’ya duyduğu saygıyı korumaya devâm etmişse de,


539 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 27.

540 Flesicher, a.g.e., s. 47-50.

541 Flesicher, a.g.e., s. 50.

542 Fleischer, a.g.e., s. 54-57.

543 Fleischer, a.g.e., s. 58.

544 Fleischer, a.g.e., s. 68.


 

 

 

 

güçlenen tarafın yanında yer alabilmek için faaliyetlere girişmiştir. Hırsla bağlandığı tutkularının peşinden koşan Âlî, yeni pâdişâhın hocası olan ve meşhûr Tâcü’t-Tevârih’in sâhibi Hoca Sa’deddin Efendi ve daha önce Selânikî bahsinden hatırlanacak olan Kızıl Ahmedli Şemsî Paşa başta olmak üzere sarayda etkin olan isimlerle yakınlık kurmayı başarmıştır545. Aslına bakılırsa Kânûnî döneminde altyapısı hazırlanmak sûretiyle II. Selim’den itibâren Osmanlı sarayında, bilhassa Yahudi asıllılar olmak üzere, bir harem kilercisi bile söz sâhibi olmaya başlamıştır546. Âlî de, ilerleyen senelerde pişmanlığını547 dile getirecek olsa da, hırsları uğrunda düzene ayak uydurmayı tercîh etmiş ve ömrünü menfaat rüzgârına göre yönlendirmiştir.

Hilyetü’l-Ricâl’i III. Murad’a sunduğu sene Âlî’ye, Hoca Sa’deddin’in de devreye girmesiyle548, Gürcistan seferine hazırlanan ordunun sefer kâtipliği görevi verilmiş, Lala Mustafa Paşa ile de aralarındaki buzları eriten Âlî, daha sonra da Halep defterdârlığına getirilmiştir549. Ancak Lala Mustafa Paşa’nın 1580’deki ölümü, Âlî’nin devlette ağırlığı olan Sinan Paşa karşısındaki hâmîsini ve yüksek makam hayâllerini de kaybetmesi anlamına gelmiştir550. 1582’de Sinan Paşa’nın vezîr-i azâmlıktan azli üzerine umutları yeşeren Âlî, Nusretnâme’si sâyesinde III. Murad’ın beğenisini kazanmış551, bir süreliğine parlayan yıldızı sâyesinde552 1584’te Erzurum defterdârlığına getirilmiş553 ancak yine de beklentileri bir türlü yerine gelmemiştir. Bir yandan sürekli eserler kaleme alan Âlî, bunların, hırslarından beslenen tutkularına kapı açması ümidini taşımıştır. Ancak hayâl ettiği saray hayâtına bir türlü kavuşamamış olan Âlî, artık çok eskide kaldığına inandığı adâlet özleminin ve yaklaşan Hicrî bininci yılın da etkisiyle, içsel bir dönüşüm yaşamaya


545 Fleischer, a.g.e., s. 75.

546 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 121.

547 Fleischer, a.g.e. s. 141.

548 Fleischer, a.g.e., s. 78.

549 Fleischer, a.g.e., s. 84.

550 Fleischer, a.g.e., s. 91.

551 Fleischer, a.g.e., s. 114.

552 H. Mustafa Eravcı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ‘Nushatü’s-Selâtînde 1578-1579 Trans-Kafkas Seferine Dair Eleştirileri ve Bunların Tarihi Önemi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 3, sayı 1, 2001, s. 33.

553 Fleischer, a.g.e., s. 119.


 

 

 

 

başlamıştır554. Müellif meşhûr Künhü’l-Ahbâr’ı da işte böyle bir hâlet-i rûhiye içerisinde, “ilâhî bir ilhamla”555 kaleme almıştır. Fleischer’a göre Âlî bu dönemde “yerini bulamamış, topluma yabancılaşmış birisidir” ve Künhü’l- Ahbâr’a “gençliğinin daha düzenli ve mutlu dünyâsına bir kaçış arayışından” ileri gelen ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir556.

Âlî, henüz on beş yaşındayken âlim olma arzusuyla ayrıldığı Gelibolu’ya, ömrünü makam hırsı peşinde geçirmiş olarak 1593’te geri dönmüştür. Ancak gençliğine mâl olmuş bu sevdâsı sebebiyle, meslek hayatı boyunca hep yoluna taş koyduğuna inandığı Sinan Paşa’yla arasını düzeltmeye çalışmaktan kendini alamamış, Hoca Sadeddin’in yardımıyla Habsburglara karşı sefere çıkan paşa için fetihnâme yazmakla görevlendirilmiştir557. 1600 senesinde son nefesini verinceye dek gençlik hırslarını aşamamış, asla kendisine lâyık görmediği muhtelif devlet görevleriyle yetinmek durumunda kalmıştır. O öldüğünde, dünyâ artık yeni bir yüzyılı yaşamaya başlayacaktır.

Pek çok alanda elliye558 yakın eser kaleme almış olan Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ismiyle anılan en meşhûr eseri, zaten yazarken en büyük beklentisinin saygınlık olduğunu bildiğimiz559 Künhü’l-Ahbâr’dır. Müellifin şâheseri olan Künhü’l-Ahbâr, ilki kozmoloji, coğrafya ve yaratılışa, ikincisi İslâm öncesindeki peygamberlerden Moğol istilâsına kadar geçen döneme, üçüncüsü Moğol ve Türk hânedanlarına ve sonuncusu da Osmanlı târihine dâir olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır560. Bunlardan başka eserde târih ilminin faydalarından ve bir târihçide olması gereken özelliklerden de bahsetmiştir. Bir ilim olarak târihe yaklaşımı daha ziyâde insanların geçmiş tecrübelerden ders çıkarmasına hizmet ettiği yönündedir561. Târihçilerde bulunması gereken en mühim özelliği ise adâlet çerçevesine sığdırmıştır.


554 Fleischer, a.g.e., s. 144.

555 Akbulut, “a.g.m.”, s. 74.

556 Fleischer, a.g.e., s. 148.

557 Fleischer, a.g.e., s. 156.

558 Akbulut, “a.g.m.”, s. 73.

559 Fleischer, a.g.e., s. 145.

560 Fleischer, a.g.e., s. 253.

561 Akbulut, “a.g.m.”, s. 75.


 

 

 

 

Yine de bunun eserine, hüsranlarla geçen bir hayâtın belirlediği vizyondan süzülerek yansımış olması kuvvetle muhtemeldir.

 

2.3.1.   Âlî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı

 

Âli’nin kaleminden yansıyan İnebahtı, Selânikî’ye kıyasla daha sakin ve yer yer daha detaylıdır. Müellif, uzayan Magosa muhâsarasının haberini verdikten sonra, muhâsaranın başında olan Lala Mustafa Paşa’ya destek amacıyla, 300 parçadan müteşekkil yeni donanmanın Müezzinzâde Ali Paşa komutasında Cuma gününe denk düşen 1570 nevrûzunda İstanbul limanından çıkarıldığını bildirmiştir. Akdeniz’e çıkıldığında bu sayı, donanmaya dâhil olan diğer gemilerle birlikte 400’e ulaşmıştır. Ancak ilgili başlıkta daha önce belirtmiş olduğumuz gibi bu sayıyla, doğrudan İnebahtı Savaşı’na iştirâk eden gemiler kast edilmemiştir. Daha sonra Uluç Ali Paşa’nın da 20 parça gemiyle dâhil olduğu donanma, Kefalonya ve Korfu adasını yağmalamıştır. Âlî bu husûsu, “Her birinde ki küffâra gâret u hasâret âteşleri salındı”562 şeklinde belirtmiştir.

Buradan itibâren, daha ziyâde Osmanlı donanmasın yenilgisinin gerekçeleri arasında gösterilmiş olan detaylardan bahsedilmiştir. Âlî, Osmanlı donanmasının bu süre içerisinde denizde fazlaca oyalandığını ve çarpışma cesâreti olmadığı düşünülen düşmânın, donanmayla karşı karşıya gelmediğini belirtmiştir. Zaman geçmiş, kış yaklaşmış ve motivasyonu düşen asker, cenkçi ve kürekçilerin yarısından fazlası da dâhil olmak üzere, dağılmaya başlamıştır. Hatırlanacağı gibi bu husûs hem mühimme kayıtlarından müşahade edilmiş, hem de Selânikî tarafından da vurgulanmıştır. Dolayısıyla, Âlî’nin de dediği gibi Osmanlı donanması, büyük asker eksiğiyle İnebahtı’ya gelmiştir. Bu sırada, Hıristiyan kuvvetlerinin Osmanlı’ya karşı bir ittifâka girdikleri ve gemileri asker dolu olarak yola çıktıkları haberi alınmıştır.

 

 


562 Çerçi, a.g.e., s. 80.


 

 

 

 

İnebahtı Savaşı’nın belki de en meşhûr hâdisesi olan paşalar arası tartışma, Âlî’nin naklinde de kendine bir yer edinmiştir. Serdâr Pertev Paşa ve Kapudân Ali Paşa’yla birlikte diğer ümerânın toplanıp, cenkçi ve kürekçisi eksik olan donanmanın durumu hakkında müşâvere ettiklerini, Pertev Paşa’nın konuşulanlara itirâz etmediğini bildirmiştir. Âlî’ye göre kuruntulu yapısı ve korkaklığıyla bilinen Pertev Paşa bu tavrıyla hem yaratılışına uygun davranmış, hem de zaman ne gerektirirse ona göre davranılması gerektiğini kast etmiştir. Ancak Âlî’ye göre “yiğitlikte ve ululukta parmakla gösterilen”563 ve kendisine gönderilen emirde, savaşın başarısızlıkla netîcelenmesi durumunda görevlerinden azledileceği ve bu sebeple mutlaka düşmanı alt etmesi gerektiği bildirilen Ali Paşa, kendi kararını kabûl ettirmiştir. “Yaratılış itibâriyle ve cesârette sönmüş bir muma benzeyen ancak vezirliğin zirvesinde bulunan” Pertev Paşa ile Uluç Ali Paşa, Müezzinzâde Ali Paşa’nın hiddeti karşısında muhâlefet edememişlerdir. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin, burada Uluç Ali Paşa için kullandığı “necm-i sühâ” ifâdesi dikkate değerdir. Zîrâ eski dönemlerde, gözlerin görüş derecesini ölçebilmek amacıyla, Büyükayı yıldız kümesinin en küçük üyesi olan bu yıldızın kullanıldığı bilinmektedir. Âlî yaptığı bu benzetmeyle, fazlaca ön plâna taşımadığı Uluç Ali Paşa’nın tecrübesini ve dolayısıyla ileri görüşlülüğünü imâ etmiş olabilir kanaatindeyiz.

Nihâyet 7 Ekim 1571 Pazar günü iki donanma karşı karşıya gelmiştir. Âlî’ye göre rüzgâr, düşmana elverişli yönde esmektedir. Bu hâl üzere güneşin doğuşundan batışına kadar şiddetli ve kanlı bir çarpışma cereyân etmiş, Ali Paşa ve oğulları katledilmiş, pek çok bey perişân hâlde esîr düşmüş, Osmanlı donanmasından 190 gemi ile sayısız savaş âleti düşman eline geçmiştir. Metnin geneline nazaran bu bölümden itibâren Âlî’nin dinî öğelere fazlaca yer verdiği ve bunu ağdalı bir üslûpla yaptığı dikkat çekmektedir. Düşman askeri, “doğru yoldan sapmışlar” olarak ifâde edilirken, Osmanlı askeri “Allah adamı” olarak nitelenmiştir. Müellife göre düşmân eline geçen savaş âletleri, “din ve devlet düşmanlarının kabzalarında mahzûn” kalmış, esîr edilip bağlanan binlerce gâzî ve mücâhit “gam ve hüzün” içine düşmüş,


563 Çerçi, a.g.e., s. 81.


 

 

 

 

binlerce Müslüman katledilmiş, yaralanmış ve her yer kana bulanmıştır. Âlî için bu manzara, ancak kıyâmette yaşanabilecek türdendir. Dünyâ kurulalı ve Nûh peygamber ilk gemiyi inşâ ettiğinden beri böyle büyük bir felâket yaşanmamıştır.

Bu hâdisenin duyulduğu sıralarda Âlî, büyük şeyhlerden biri olarak telâkkî ettiği birini ziyârete gittiğinden ve derin keder içinde bu ender görülecek hezîmetten konuşup çokça gözyaşı döktüğünden bahsetmiştir. İsmi zikredilmemiş olan şeyh, muhtemelen Balî Efendi ya da Nûreddinzâde Muslihiddin’dir. Zîrâ Fleischer, Âlî’nin işsiz geçirdiği 1569-1570 kışında Halvetîliğe bağlandığından ve Şeyh Ramazan’ın mürîdlerinden Sarhoş Balî Efendi ve Nureddinzâde ile yakınlaştığından bahsetmektedir564. Bahsi geçen iki isim de Halvetî olmakla berâber, aralarında büyük bir husûmet vardır. Âlî’nin bu iki isimle yakınlık kurmuş olmasının sebebi, daha önce bahsedildiği gibi, bitmek bilmeyen hırsıdır. Zîrâ kerâmet sâhibi olduğuna inanılan Balî, aynı zamanda şâir olarak da hatrı sayılır bir üne sâhiptir. Halkın dinî duygularını sömürdüğüne inandığı Balî’yi şiddetle eleştiren Nureddinzâde ise, vezîr-i azâm Sokollu Mehmed Paşa’nın pîridir. Âlî, hangi tarafın siyâsî bakımdan daha güçlü olduğuna karar verene kadar, kendi menfaatini gözeterek bu iki isimle de bağlarını sıkı tutmaya çalışmıştır. Balî 1572’de, Nureddinzâde ise 1573’te ölmüş olduğundan ve İnebahtı Savaşı’nın netîcesinin de her iki târihten daha önce duyulduğu gerçeğinden hareketle, her iki ismin de Âlî’nin bahsettiği “büyük şeyh” olma ihtimâli vardır. Yine de kimliğinden emîn olamadığımız bu isim, yenilgi sonrasında kendisini ziyâret eden Âlî’ye, “sadece Müslümanların değil, herkesin aynı şekilde Allah’ın kulu olduğunu” söylemiştir.

Âli, hezîmetin görünen sebebi olarak Müezzinzâde Ali Paşa’nın “yersiz cüretini ve gemilerdeki alâmetlerin aşikâr edilmiş olmasını” göstermiştir. Bu tavrı Ali Paşa’nın hem kendi canına, hem de donanmanın hezîmetine mâl olmuştur. Müellife göre yapılan bu hata çok büyüktür zirâ böyle bir savaş durumunda “hangi gemiye kimin komuta ettiğinin bildirilmemesi gerektiği


564 Fleischer, a.g.e., s. 57.


 

 

 

 

bellidir”. Âlî, görünen sebep olarak naklettiği bu gerçeğin ardından, sahih olduğunu belirttiği bir rivâyete dayanarak, ikinci bir sebepten daha bahsetmiştir. Rivâyete göre zaten uzun süredir denizde olan ve büyük asker eksiği bulunan donanma bu açığı kapatmak için, uğradığı kıyılarda gerek Müslüman, gerek kâfir pek çok kişiyi cebren alıkoymuştur. Âlî’ye göre bunlardan alınan âhın üstüne, donanmanın böylesi büyük bir felâket yaşamaması zaten pek de mümkün değildir.

Müellif özet olarak “tonanma sındı”565 diyerek, felâketin ardından yaşananlardan bahsetmiştir. Osmanlı donanmasından düşmân eline geçen parçaların Avrupa’nın muhtelif şehir ve kasabalarında, zafer kutlamaları kapsamında gezdirildiğini yazan Âlî’nin, “leb-i deryâdaki ma’berler” ifâdesinden, daha önce ilgili başlıkta anlatıldığı üzere, donanmaya âit parçalardan bir kısmının Venedik’teki köprüler üzerinde sergilendiğinden de haberi olmuştur. Netîcenin Osmanlı ülkesindeki etkileri üzerinde de duran Âlî, fecî haberin duyulduğu ilk andan itibâren Müslüman halkın, mücâhitlerin ve vezîrlerin gam ve kedere düşmekle berâber, büyük bir şaşkınlık yaşadıklarından da bahsetmiştir. Müellif buradan sonra gâyet soğukkanlı bir üslûpla, Sokollu Mehmed Paşa’nın var gücüyle yeni donanma hazırlığına girdiğini, bunu yaparken de hiç bir sıkıntının yaşanmadığını “Pes altı ayın içinde iki yüz pâre kadırga ve mavna tedârükin gördi. Hâlâ ki ne ekâbir ü mâldârlara gemi yaptırıldı ne teklîf olındı. Ve ne hizâne-i âmirede akça kılleti çekildi”566 diyerek vurgulamıştır. Bununla berâber mühimme kayıtlarında Sinop kadısı gibi ulemâdan kimselere Donanma-i Hümâyûn’a göndermek üzere gemi yaptırmaları husûsunda gönderilmiş hükümler567 mevcûttur. Nihâyet, altı ayın sonunda 200 parçalık yeni bir donanma inşâ edilmiştir. İnebahtı’nın en meşhûr netîcelerinden biri olarak, Uluç Ali’nin lakâbının Kılıç’a çevrildiğini de atlamayan müellif son bir detay olarak, her ne kadar İnebahtı sonrasında yeniden denizlere çıkılmış olsa da, yaşanmış olan büyük hezîmetin “kalplere yerleşmiş olan korkusu” sebebiyle yiğit İslâm askerinin


565 Çerçi, a.g.e., s. 83.

566 Çerçi, a.g.e., s. 83.

567 BOA, MD, no. 12-II, s. 185, 221, 233, 261, hüküm no: 1053, 1121, 1147, 1201, 1202.


 

 

 

 

intikâma cüret göstermeye meyletmediğini, daha tedbîrli davranıldığını eklemiştir.

İnebahtı felâketi yaşandığında, Gelibolulu Mustafa Âlî henüz otuz yaşındadır. Künhü’l-Ahbâr’ını kaleme almaya başladığında ellili yaşlara adım atmış, 1597-98’de eserinin Osmanlı cildini neredeyse tamamladığındaysa568, artık ömrünün son senelerine girmiştir.

 

2.4.  PEÇEVÎ İBRAHİM EFENDİ VE PEÇEVİ TARİHİ

 

XVII. yüzyılda yetişen mühim târihçilerden biri olan569 Peçevî İbrahim Efendi 1574 senesinde Macaristan Pecs’te dünyâya gelmiş570, Boşnak kökenli olmakla berâber doğum yerine atfen kendisine “Peçevî” denmiştir. Eserinde, hayatı hakkında kısıtlı olmakla berâber bazı bilgiler mevcûttur. Buna göre Bosna’nın zengin ailelerinden birine mensûb ve aynı zamanda Bosna Alaybeyi olan büyük dedesi Kara Dâvûd, II. Mehmed’in silhatarlığını da yapmıştır. Babası, yine Bosna Alaybeyliği’nde bulunmış olan Cafer Bey’in sekiz oğlundan biri571, annesi ise meşhûr Sokollu ailesindendir572 ve Sokollu Mehmed Paşa’nın amcalarından birinin kızıdır573. Enderûndan yetişmiş olan dayısı Ferhad Paşa, iki kez vezîr-i azâmlık görevinde bulunmuş, Peçevî de on dört yaşındayken o esnâda Budin beylerbeyi olan Ferhad Paşa’nın konağına yerleşmiştir. Bundan sonra ise ailesinden bir başka meşhûr isim olan ve aynı zamanda Sokollu soyundan gelip, Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliği ile vezîr-i azâmlık görevinde bulunan574 Lala Mehmed Paşa’nın himâyesine girmiş, on beş sene burada kalmıştır575.

 


568 Fleischer, a.g.e., s. 255.

569 Emin Yolalıcı, “Türk Tarihinin Kaynaklarına Genel Bir Bakış”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi: The Journal of International Social Research, cilt 1, sayı 3, Bahar 2008, s. 478, (Erişim) http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/yolalici_memin.pdf.

570 Babinger, a.g.e., s. 211.

571 Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1992,

s. XVII.

572 Babinger, a.g.e., s. 211.

573 Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. XVII.

574 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / II, s. 361.

575 Babinger, a.g.e., s. 211.


 

 

 

 

1593 senesinde girdiği askerî hizmet dolayısıyla pek çok sefere katılmış, gösterdiği başarılar sebebiyle takdir kazanarak, Anadolu defterdârlığı da dâhil olmak üzere yine pek çok devlet görevlerinde bulunmuştur. Hâmisi olan Lala Mehmed Paşa’nın ölümünün ardından bile gözden düşmemiş olması ve mühim devlet hizmetlerine devam etmiş olması da dikkate değerdir. 1641 senesinde son devlet görevi olan Temeşvar defterdârlığından ayrılıp memleketine dönmüş ve gençliğinden beri ilgi duyduğu târihçiliğe yönelerek, o zamana kadar edindiği bilgi ve belgelere dayanarak Târih-i Peçevî’yi kaleme almıştır. Eserini takdîm ettiği Budin beylerbeyi Musâ Paşa’nın, barış ve barışla ilgili konulara yeterince değinilmemiş olmasını bir eksiklik olarak görmesi üzerine, İslâm târihçilerinin eserlerinde fazlaca yer bulmamış olan barış anlaşmalarıyla ilgili ayrıntıları yabancı kaynaklardan yararlanmak sûretiyle derlemiş ve eserini gözden geçirmiş, bu vesîleyle eserin târih aralığını da genişletmiştir576.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder