Sayfalar

29 Haziran 2024 Cumartesi

7

 

GİRİŞ

 

 

Basra1, Irak sınırları içerisinde Bağdat’ın 420 km. güneydoğusunda, Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği noktanın 50 km. güneybatısında yer almaktadır. Şehir, Keldanîler zamanında “Tederon”, Sasânîler devrinde “Vehiştâbâd Erdeşir” diye bilinmekte olup, Arapların “Hureybe” dediği harabelerin üzerinde Hz. Ömer’in emri ile Utbe Bin Gazvan tarafından 637 yılında tekrar kurulmuştur2. Ancak, adı geçen bu Basra şehri bugünkü Basra’nın 25 km. uzağında bulunmakta olup, daha sonra halk bu eski Basra’yı terk ederek bedevî saldırılarına karşı daha emniyetli bulduğu ve su ihtiyacını daha rahat karşılayabildiği Basra’ya yerleşmeye başlamıştır. Bu yeni Basra’ya yerleşme 1494-1495 tarihlerinde tamamlanmıştır.

 

Hz. Ömer zamanında Basra, İslâm ordusu için bir ordugâh olarak kullanılmış, Basra’dan Medain’e, Fars’a, Hindistan’a ve Çin memleketlerine fetih için hareket edilmiştir. Yine halifenin emri ile şehir Ebû’l harba b.Asım Delef’in marifetiyle kamıştan yapılan kulübelerden meydana getirilmiştir. Şehrin planı bu dönemde genel olarak çizilmiş ve bu planda her caddeye yirmişer zirâ (1 zirâ = 1 arşın = 68 cm, mimarî arşın ise 76 cm.) ve sokaklar yedişer zirâ olarak belirlenmiştir. Meydanlarsa 40 zirâ eninde taksim edilmiş ve şehrin ortasında cami için geniş bir alan bırakılmıştır. Daha sonra bu bölgede büyük yangınlar çıktığından Hz. Ömer’in emri ile üç odadan fazla ve yüksek binalar olmamak şartı ile evler yapılmasına izin verilmiştir3.

 

Şehrin imarının bu şekilde düzenlenmesinden sonra Basra’ya kırk aşirete mensup insanlar yerleştirilmiş, şehrin artan nüfusuna Fars, Sicistan ve Kirman gibi doğu vilayetlerinde yapılan fetihler sonucu kitleler halinde, Müslüman olan veya esir alınan İranlılarda katılmıştır. Nüfus özelliklerinin bu şekilde değişmesi bu eski


1 “Basra” şehri adını üzerinde bulunduğu zeminin tabiatından almıştır. Al-Basra : “Yumuşak, küfeki taşı” anlamına gelmektedir. Bkz. Besim Darkot M. Tayyib Gökbilgin, “Basra”mad., C.II, İA, MEB y., İstanbul-1961, s.320.

2 Abdülhâlik Bakır, “Basra”mad., C..V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.108-109.

3 Cengiz Eroğlu v.d., Osmanlı Vilayet Salnâmelerinde Basra, Global y., Ankara-2005, s.37.


 

garnizondaki Arap nüfusunun askerî özelliklerini kaybetmesine neden olmuş, şehir süratle gelişen bir şehir halini almış, coğrafî konumu ticarî aktivitesini daha da arttırmıştır4.

 

Hz. Osman’ın son günlerinde Basra önemli olaylarla da karşılaşmış, halifenin 656 yılında şehit edilmesi olayına Basra’dan bir grup isyancı da katılmıştır. Bundan başka, Hz. Ali’nin halifeliği döneminde Basra’da Cemel Vak’âsı gerçekleşmiş, çoğunluğu Kûfelilerden oluşan Hz. Ali komutasındaki yirmi bin kişilik orduyla Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Ayşe idaresindeki otuz bin kişilik kuvvet karşı karşıya gelmiştir. Basra, Şiî Kûfeliler karşısında Sünniliğin merkezi olma vasfını daima korumuştur. Yine bu bölgede Kerbelâ Olayı’nın gerçekleşmesi Irak halkı üzerinde Emevîlere karşı büyük bir kini de beraberinde getirmiş, toplum içerisinde gizli gizli Emevî aleyhtarı gruplar ve örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamıştır5.

 

Emevîler döneminde Basra’nın önemi daha da artmış, Fars, Sistan ve Horasan Basra’ya bağlı olarak idare edilmiştir. Emevî Devleti’nin doğu toprakları Irak’tan yönetilmekteydi. Dolayısıyla Irak’ta otorite sağlanamaması ve muhalif girişimlerin durdurulamaması halinde devletin doğu topraklarında önemli sorunlar ortaya çıkabilirdi. Bunu önlemek için Emevî yönetimi eyalet valiliği sistemini hayata geçirmeye çalışmıştır. Merkezî Kûfe olan bu idarî sistem Basra, Umman, Bahreyn, Kirman, Horasan ve Maveraünnehri içerisine almaktaydı. Bunlardan Basra, Arap kabileleri için “Hums” denilen beş bölgeye ayrılmıştı:

1)  Ehlü’l-aliye (Kureyş, Kinâne, Becile, Has’am, Kays Aylân, Müzeyne, Esed)

2)  Temimî   3) Bekir bin Vâil   4) Abdülkays               5)Ezd 6.

 

 

Abbasîler döneminde Basra ciddi bir direnişle karşılaşmadan ele geçirilmiştir. Bağdat’ın kuruluşundan sonra siyasî ve idarî önemini kaybetmekle beraber, Basra medeniyet açısından en parlak dönemini Abbasîler döneminde


4 Bakır, a.g.mad., s.109.

5 Kadir Mısırlıoğlu, Mısır Meselesi veIrak Türkleri, Sebil y., İstanbul-1994, s.44.

6 Bakır, a.g.mad., s.110.


 

yaşamıştır. Daha önce şehrin etrafında bir sur yokken Halife Ebû Câfer el-Mansûr şehrin etrafını surlar ve hendeklerle çevirtmiştir. Abbasîler döneminde Basra, dış mahallesi olan al-Ubulla ile beraber Çin’e kadar uzanmakta olan Arap deniz ticaretinin antreposu olmuştur. Şehri nehre bağlayan büyük kanallar Nahr al-Uballa ve Nahr Ma’kîl taşımacılığa elverişli olarak Basra’da kollara ayrılmaktaydı. Şehrin batısında “Mir-bâd al-Basra” denilen kervanların konakladığı büyük bir bölge mevcuttu. Diğer bir ticaret merkezide Aşşâr limanı yakınında bulunan Ululla kasabası idi7.

 

Basra zaman zaman iç ve dış tehditler mahiyetinde syreden politik olmaktan ziyade sosyal konulu kanlı olaylara da sahne olmuştur. Zutlar 820-835 yıllarında şehre hakîm olmuş, daha sonra Zencîler Basra şehrini yağmalamışlardır. 899-945 yılları arasında Karmatîlerin saldırısına uğrayan Basra 923’te Berîdîlerin, 947 yılında Büveyhîlerin egemenliğine girmiştir. Selçuklular devrinde şehrin ikta edildiği emir tarafından yönetilmiştir. Şehrin merkezî yönetimden çok uzak bölgede yer alması ve çok önemli iktisadî kaynaklara sahip olması zaman zaman burayı bazı dış tehlikelere Harâce ve Müntefik gibi bazı bedevî kabilelerin saldırılarına marûz bırakmıştır8.

 

Abbasî Devleti’nin merkezî otoritesinin zayıflaması ile birlikte başlayan kargaşa dönemin sonunda şehir ilmî ve kültürel açıdan hızlı bir düşüş göstermiştir. Timur, Irak’ı istilâ ettiğinde Basra ve Cezayir’i Bağdat’a bağlamış ve idaresini torunu Mirzâ Ebûbekir’e vermiştir. daha sonra Basra’da idare Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevîlerin eline geçmiş, bu suretle Moğol ve Türk hükümetleri döneminde istikrarlı bir idare kurulamamıştır9.

 

Irak’ta bulunan Safevîlerin Osmanlı ordularıyla ilk temasları Yavuz Sultan Selim döneminde olmuştur. Hatta Irak’ın kuzey kesiminde bulunan bazı önemli

 


7 Darkot Gökbilgin, a.g.mad., s.321.

8 Bakır, a.g.mad., s.110-111.

9 Darkot Gölbilgin, a.g.mad., s.322.


 

şehirler (Musul, Şehrizor, Kerkük, Erbil) Yavuz döneminde Osmanlı hakimiyetine girmiştir10.

 

Yavuz’un vefatından sonra tahta geçen Kanûnî döneminde devlet batıda Avusturya, doğuda ise Safevîlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Sadrazam İbrahim Paşa, 6 Ağustos 1534’te Tebriz’e girmiştir11. Ancak Irak’a yöneleceği sırada orduda baş gösteren disiplinsizlik üzerine Kanûnî’den yardım istemiştir. bunun üzerine Kanûnî İstanbul’dan hareket ederek Irak seferini tamamlamış, Irak’ın idaresini de Akkoyunlu hanedanından Murad Bey’e verilmiştir12.

 

Basra, Osmanlı toprakları arasına 1538’de katılmıştır. Ancak daha 1534 senesinde Kanûnî’nin Bağdat’ta bulunduğu sırada Basra hakimi Megamis-oğlu Raşid bizzat Bağdat’a gelerek Osmanlı’ya itaat ettiğini bildirmiştir. Daha sonra oğlu Mani veziri Mir Mehmed’i Kanûnî’nin İstanbul’a dönüşünde yanına göndermiş, şehrin anahtarını da takdim etmiştir. Bunun üzerine hutbe ve sikke padişah namına olmak şartıyla vilayet yine Megamis-oğlu’na bırakılmıştır13.

 

Emir Raşid ilk zamanlarda devlete itaat etmişse de daha sonra isyan etmiş, 1546 senesinde Bağdat valisi Ayas Paşa tarafından yapılan seferle ayaklanma bastırılmıştır. Ayas Paşa’ya Bağdat yönetimine ilâveten Basra’nın yönetimi de verilmiştir14. Bu tarihten itibaren siyasî olarak Osmanlı Devleti’ne bağlanan Basra İran ile yapılan 1555 Amasya Antlaşması ile de Osmanlı topraklarına ilhâk edilmiştir15.

 

 


10 Sinan Marufoğlu, “Osmanlı Döneminde Güney Irak’ta Devlet-Aşiret İlişkileri”, Irak Dosyası I, Tatav y., İstanbul-2003, s.317.

11 Feridun Emecen, “Sultan Süleyman Çağı ve Cihan Devleti”, Genel Türk Tarihi, C.VI, YTY, Ankara-2002, s.26.

12 Ömer Faruk Yılmaz, “Kanûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn ile IV. Murad’ın Bağdat Seferi”, Irak Dosyası I, Tatav y., İstanbul-2003, s.204-205.

13 Darkot Gölbilgin, a.g.mad., s.322.

14 Darkot Gölbilgin, a.g.mad., s.322.

15 Amasya Antlaşması Osmanlı Devleti ile Safevîlerle yapılan ilk antlaşma olması bakımından önemlidir. Bu antlaşmaya göre, Bağdat, Basra, Van, Şehrizor, Erzurum, Kars, üzerindeki Osmanlı hakimiyeti Safevî Devleti tarafından kabul edilmiştir.


 

Osmanlı Devleti’ne Irakeyn Seferleri’nin en büyük kazancı Bağdat ve civarının Osmanlı hakimiyetine alınmış olmasıdır. Böylece Bağdat-Basra ve Halep ticaret yolu kontrol altına alınabilmiştir16. Irakeyn Seferleri neticesinde Basra’nın Osmanlı hakimiyetine girmesi Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı verilen mücadelede önemli bir üs ve önemli bir mevkî elde edilmesi anlamına gelmekteydi17.

 

Irak’ın fethi Akdeniz ve Hint Okyanusu’ndaki tüm ticarî sevkıyatın denetiminin Osmanlıların eline geçtiğinin göstergesidir. Böylece, İpek yolu üzerindeki ticarî hakimiyet tartışmasız bir şekilde Osmanlıların eline geçti ve bu sahada Avrupalıların rekabet gücü kırılmıştır18.

 

Bu cümleden olarak daha XV. ve XVI. yüzyıllarda en büyük deniz imparatorluklarından birini kurmuş olan Portekizliler Avrupa’dan Hindistan’a erişen ilk Avrupalı millet olmuş ve Hint okyanusu’nun stratejik noktalarını tutarak oralarda adeta tek egemen güç haline gelmiştir. Ancak kendilerine karşı yönelen ilk etken kuvvet ne Memlûkler ne de İslâm devletleri olmuştur. Müslümanların koruyucu sıfatını üzerinde taşıyan Osmanlı Devleti ilk kuvvet olarak Portekizlilerin karşısına çıkmıştır. Böylece Hint Okyanusu’nda ve ona bağlı iç denizlerde bir Osmanlı – Portekiz rekabeti doğmuştur19.

 

Doğu’nun kıymetli ticarî malları Hint okyanusunu aşıp, Basra Körfezi yoluyla Bağdat-Halep-Suriye limanlarına geliyordu. Diğer bir yol ile de Kızıldeniz’in iki yanını teşkil eden Arabistan ve Afrika sahillerindeki şehirlere varıyor ve oradan da İskenderiye’ye ve diğer Akdeniz limanlarında toplanıp Avrupa’ya sevk ediliyordu20.

 


16 Emecen, a.g.m., s.26.

17 Mehmet Öz, “Osmanlı Siyasî Tarihi”, Tarih El Kitabı, Grafiker y., Ankara-2004, s.130.

18 Robert Mantran, “Irak”, C.V, İA, TDV y., İstanbul-1999, s.91.

19 Salih Özbaran, “XVI Yüzyılda Basra Körfezi Sahillerinde Osmanlılar: Basra Beylerbeyliğinin Kuruluşu”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S:25, İstanbul-1971, s.51.

20 Turgut Işıksal, “Arşivlerimizde Osmanlıların Süveyş Tersanesi ve Güney Denizleri Politikasına

İlişkin En Eski Belgeler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S: 22-27(1969), s.54.


 

Portekizlileri Hindistan’a sonra da Uzakdoğu’ya götüren sebepler bunun gibi hem iktisadî ve hem de dinî idi. Batı Afrika Guiné’si altını, Asya’nın baharatı ile geçmişlerinden akıp gelen haçlılık ruhu ve efsanevî Preste Joao’yu bulma arzusu idi21.

 

Neticede 1503 yılından itibaren güney denizlerinde Portekiz imparatorluğu doğdu. Doğuda ticareti kendi egemenliğine almak isteyen Portekizliler, Memlûk Devleti ile çatışmıştır. Çünkü doğu yollarının önemli bir kısmı Mısır Memlûklarına aitti. Memlûk Devleti Selman ve Hüseyin Reislerin kumandasındaki Mısır donanması 1515 yılında yapılan deniz savaşında Kızıldeniz’in ağzını kapatarak ticaret yolunu kapatmaya çalışan Portekizlilere yenildi. Böylece Portekizliler, Hint Okyanusu kıyılarındaki ticarî ve stratejik yerlere daha sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Daha sonra Cidde Limanı’na doğru nüfuzlarını arttırmışlardır22.

 

Hindistan’dan ve diğer yönlerden gelen doğu ticaretinin önemini ve sağladığı faydaları taktir eden Osmanlı Devleti 1517’den sonra meydana getirdiği durgunluk devresini bertaraf ettikten sonra bu ticareti canlandırmaya karar vermiştir. bunun için altın ve baharat ticaretini teşkilatlandırmaya çalışmıştır. Bu hususta yapılan ilk hareketler Kızıldeniz’de hakimiyeti kontrol ettikten sonra emniyetin teessüsüne çalışmaktı. Osmanlı’nın doğu ile temaslarıyla ilgili bu politikalarına karşı en büyük rakipleri yukarıda da belirtildiği gibi doğu ticaretinin tekelini elinde bulundurdukları iddiasında bulunan Portekizliler idi23.

 

Portekizliler bu tarihlerde İranlıların hakimiyetinde olan Hürmüz’ü kuşatmış ve burada Portekiz garnizonunu kurmuş bulunuyordu. Böylece Basra Körfezi’nin giriş ve çıkışını kontrol altına almışlardı. Tüm bu olanlara karşı sessiz kalan İran şahı karşısında, Portekizlilerin tesiri 1521 yılına gelindiğinde Bahreyn ve Al-Hassa bölgelerinde de hissedilmiştir. Bu yerlerin hakimi olan Mükrim öldürülmüş, kuvvetleri mağlup edilmiş ve Bahreyn vergiye bağlanmıştır. 1529 yılında Basra


21 Özbaran, a.g.m., s.51-52.

22 Işıksal, a.g.m., s.54.

23 Özbaran, a.g.m., s.62.


 

hakimi Raşid ibn Megamis ile Kurna hakiminin (Cezayir bölgesi, Fırat ve Dicle’nin birleştiği yer) çekişmesin fırsat bilen Portekizliler, Basra’yı talan etmiştir. Aynı yıl Bahreyn hakimi Reis Bahaeddin vergisini ödemeyerek Portekizlilere isyan etmiştir. Portekizliler bu isyana müdahale etmişlerse de başarılı olamamışlardır.

 

Osmanlı Devleti Baharat yolunu ele geçirmek ve Kızıldeniz’de hakimiyet kurabilmek için Kızıldeniz’de Memlûklerden kalan donanmayı onarmışlar ve Süveyş Tersanesi’ni yenilemişlerdir. Portekizlilerle ilk karşılaşma 1525 yılında gerçekleşmiştir. Selman Reis’in kumandasında bulunan gemi sayısı yirmi olmasına rağmen istenilen barı sağlanamamıştır. Osmanlı Devleti ikinci büyük harekatını Portekizlileri Hindistan’dan atmak amacıyla hazırlamıştır. Osmanlı’nın seksen parçadan oluşan filosunun büyük kısmı Hindistan’a kadar gitmiştir. Ancak Hintliler, Türk donanmasına yardım etmemiş, büyük toplar götürüldüğü halde ordunun hedeflerinden biri olan Diu Kalesi alınamamıştır. Mevsimin geçmesi, Hintlilerin tutumu, Portekiz filolarının bu durumdan cesaret alarak yakın sulara kadar ilerlemesi Osmanlıların geri dönmelerine sebep olmuştur. Bu nedenle Süveyş’in stratejik önemi nedeniyle alınması zorunlu hale gelmiştir24.

 

1534’de Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap bölgelerini ele geçirip varlıklarını Basra körfezi’nde hissettirmeye başlayan Osmanlı Devleti, 1546 yılında Basra şehrini alarak Hindistan deniz yolunun bir parçasını teşkil eden Basra körfezi’ne açılmış oldular. Osmanlılar bu bölgelere Safevîlere karşı üstünlük sağlamak, Basra Körfezi’ne inmek, Kızıldeniz hakimiyetini pekiştirmek ve dolayısıyla da Hindistan’a doğru uzanan Uzakdoğu hakimiyetinde daha etkili olabilmek için gelmişlerdir. Basra Körfezi’nde kuvvetli bir durumda bulunarak Hindistan yolunu tıkayan Portekizliler bölgedeki Müslümanlara ve her yıl Uzakdoğu’dan deniz yoluyla gelen hacı adaylarına çeşitli zulümler yapıyorlardı. Hilafet makamını elinde bulunduran Osmanlı Devleti bu sefer için kendini görevli saymıştır25.

 

 


24 Işıksal, a.g.m., s.55.

25 Mustafa L. Bilge, “Basra Körfezi”mad., C.V.,İA, TDV y., İstanbul-1992, 115.


 

Hindistan tarafından gelen ticaret malları Basra’ya ve oradan da nehir gemileriyle Fırat üzerinden Birecik’e varıyor, sonra da Trablusşam, Halep, ve İskenderun’a naklediliyordu. Böylece zor ve sıkıntılı Uzakdoğu kara ulaşımı yerine daha uygun yol kullanılmaya başlanmış oluyordu. Osmanlıların Bağdat’ı alması üzerine bölgedeki Arap şeyhleri sırasıyla bağlılıklarını arz etmişlerdir. Katif, Bahreyn ve Lahsa de elçiler göndererek padişaha boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. 1550’de Basra’da Basra Beylerbeyi Ali Paşa’nın Katif Kalesi’ne toplar yerleştirerek Portekizlilere karşı kaleyi müstahkem hale getirmesiyle iki kuvvet Basra Körfezinde karşılaşmış oldu.

 

Osmanlılar Basra’yı aldıktan sonra, Hürmüz’ün Portekiz kumandanı vasıtasıyla Portekizlilere yaklaşmak istemişlerdi. Ancak bu siyasi bir sonuç vermemişti. Kızıldeniz’de hakimiyet kurmuş olan Osmanlıların 1550 yılında Katif’i de ele geçirmeleri rakipleri için alarm oldu. Hindistan Genel Valisi D.Afonso de Noronha, Türklerin çok yaklaştığını tehlikeli görerek onlara karşı aktif politika güdülmesini istedi ve Katif üzerine Portekiz saldırısı gerçekleşti. Bölge tahrip edildi. Ancak burada asker bırakmadı.26

 

Osmanlılar Habeşistan ile de ilgilenmişler ve buranın fethine uğraşmışlardır. Osmanlıları Habeşistan’a iten sebepler şüphesiz yalnız altın meselesi değil idi. Diğer bir sebepte, doğu ticareti tekeli meselesi idi. Hint Denizi’nde Portekiz üstünlüğüne bir son vermek için Piri Reis ve Seydi Ali Reis idaresinde donanmalar sevk edilmiş, fakat donanmayı teşkil eden gemilerin teknik kifayetsizliğinden dolayı başarıya ulaşamamıştır. Osmanlı bu durumu telafi etmek için, Habeşistan’ı alarak burada hakimiyet kurmaya yönelmiştir. Kızıldeniz’de ve Hint Denizinde sahilleri olan bu ülkeyi ele geçiren devlet doğu Afrika ve Hindistan arasında sahiller boyunca cereyan eden doğu ticaretine ciddi müdahalelerde bulunabilir ve bu ticarete tamamen hakim olabilirdi. Diğer bir hususta, bu bölgede gelecekleri tehlikede olan Müslümanların

 

 

 


26 Salih Özbaran, a.g.m.,s.61.


 

son yıllarda içinde bulundukları zor durum idi. Böyle bir gayeye yönelmiş bulunan hareket 1554-1555’te başlamıştır.27

 

Bunun üzerine Osmanlılar 1552’de önce Maskat sonra sonra da Hürmüz üzerine sefer düzenledi. Sefer istenilen başarıyı veremediği gibi üstelik Türk donanması Basra’da kilitli kaldı. Bunun sonucunda Piri Reis idâm edildi. Ardından Murat Reis ve Seydi Ali Reis’in Osmanlı gemilerini Kızıldeniz’e getirme çabaları neticesiz kaldı.

 

Osmanlılar açık deniz gemicileri değildi. kullandıkları gemiler Akdeniz tip olup küreklerle gidiyordu. Osmanlıların kadırga ve çektirileri Portekiz karavelleri gibi günlerce denizlerde kalamazdı. Osmanlı Portekiz çekişmesi XVII. yüzyılın ilk senelerine kadar sürmüştür. En şiddetli devrelerini Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın döneminde görmüştür. Uzun süren İran harpleri (1577-1589) ve daha sonra Avusturya savaşları (1593-1606) sırasında binlerce kilometre uzunluğundaki cephelerde bulunan kalelerin ve orduların devamlı barut, silah ve diğer malzemelerin sebep olduğu büyük masraflar devleti çok sarsmıştır. Devlet bütün gücünü ve dikkatini buralarda topladığından Süveyş’teki ve Basra Körfezi’ndeki donanmalara gerekli paraları ayıramamış ve güney denizlerindeki mücadeleyi rakiplerine bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Ancak 1630 yılına kadar baharat yolundan faydalanmayı sürdürmüştür.

 

Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılda Süveyş Tersanesi’nin bakımı ve onarımını politikası haline getirmiştir. Kızıldeniz’de hakim güç olabilmek Süveyş Tersanesi’nin güçlü olmasına bağlı idi. Bu konuda 1532-1533 yıllarında Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa’nın adamı Ali Çelebi ile İstanbul’a gönderdiği bir mektupta Süveyş İskelesi’nde tamiri emir olunan gemilerin onarılması, Süveyş donanmasının eksik ve gediklerinin tamamlanması için gelen ferman aynen icraata geçirildiği ve masraflarını gösteren defterin İstanbul’a getirildiği ve denilenlerin yapıldığı ve yapımda Ali Çelebi’nin yararlıkları görüldüğü ve bu sebeple


27 Salih Özbaran, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, Kitap y., İstanbul-2004, s.62.


 

mükâfatlandırılması istemiyle cevap mektubu gönderilmiştir.28 Bu mektuptan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti Süveyş Tersanesi’nin onarımı ve bakımı ile yakından ilgileniyor ve Portekizlilerle mücadele de buranın stratejik önemini olduğunu kabul ediyordu.

 

1564 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin Yemen taraflarını elinde tutabilmek amacıyla çeşitli tedbirler aldığı görülüyor. Yemen Kızıldeniz girişinde adeta bu denizin güneyde giriş kapısı niteliğinde bir stratejik bölge olduğunu burada belirtmek gerekir. Portekizlilere karşı güvenlik açısından 1564 yılına ait bir fermanda:

 

“Yemen Beylerbeğine Hüküm ki

Hint ülkelerinden gelen tüccar gemilerine Portekizlilerin zarar ve ziyan etmekde devam ettiği bildirildiğinden Süveyş Kapudanlığı Sefer Reis’e sancakla verilmiş olup donanmamla Aden’e gönderilmiştir. Allahın yardımıyla o tarafları ele geçirebilmek için mevsim kollamak gerektiğinden donanmada olan askerin yiyecek sıkıntıları olursa bu emri alınca adı geçen donanmayla o taraflara geldiğinde her türlü ihtiyaçlarını karşulayup undan ve buğdaydan veresin”29 ifadesi yer almaktadır. Belgeden de anlaşılacağı üzere bu tarihte Yemen ve Aden’in hakimiyet mücadelesi Osmanlı ile Portekiz arasında çekişme mevzuudur. Osmanlı kendi hakimiyetinde bulunan bu bölgelerin Portekizlilerin eline geçmesini engellemek için çok önemli askerî tedbirler almaktadır.

 

Diğer bir belgede Süveyş Kanalı’nın açılması ile ilgili olarak araştırma yapılmasının emredildiği 17 Ocak 1568 tarihli belgedir. Sokullu Mehmed Paşa’nın Süveyş Projesi 30 olarak da bilinen bu proje yarım kalmış hayata geçirilememiştir.


28 Işıksal, a.g.m. ,57-58.

29 Işıksal, a.g.m, s.59.

30 Akdeniz ve Kızıldeniz arasında dar kara parçasının bulunduğu yerden kanal açılması fikri ilk kez II.Selim zamanında Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa tarafından 1570 tarihinde ortaya atılmıştır. Sokullu zamanında Osmanlı Devleti’nin Asya’daki Müslüman devletlerle iyi ilişkileri vardı.

Sumatra’daki Açe hükümdarı Sultan Alaaddin, Sultan Süleyman Han’dan Portekizlilere karşı yardım istemiş, fakat Zigetvar Seferi sebebiyle yardım gönderilememiştir. Daha sonra Sokullu, padişahın isteği doğrultusunda ilk iş olarak Açe Sultanlığına 1568’de yardım gönderdi. 1568-1569 yıllarında


 

Ancak bunun XVI. yüzyıl gibi bir tarihte düşünülmesi dahî ilginçtir. Bu yıllarda Portekizliler Müslümanların kutsal şehri olan Mekke, Cidde ve Cidde karşısındaki adalarda ve yakınlarındaki demir yerlere üslendiler. Cidde’ye gelen ticaret eşyalarına, hacı adaylarına zarar vermeye başladılar. Müslümanların halifesi olarak bu duruma bir son verilmesi ve Portekiz’in bütün Arabistan’dan kıyılarından, Afrika sahillerinden, hatta Hindistan’dan atmak için hazırladıklarını, Kızıldeniz’le Akdeniz’i birleştirme projesinin detaylarını kapsamaktadır. Ancak Akdeniz’de yapılan büyük deniz hareketleri ve Kıbrıs Seferi dolayısıyla bu proje gerçekleşememiştir. O sıradaki Osmanlı Devleti idare edenlerin düşünüş ve fikirlerini yansıtması bakımından da ayrıca önemlidir. Belge şu şekildedir.

 

Mısır Beylerbeyisine hüküm ki

Bizden gelen atalarımız şerefli ve şanlı günlerinde Doğu ve Batıdaki doğru yoldan ayrılmış sayısız ülkeleri kılıçlarının hakkıyla ele geçirip Osmanlı Devleti’ne katmışlardır.Bir çok namlı sultanların ve bu ulu hakanların öğücü Mekke ve Medine’nin hizmetkarlığı ile olup Tanrıya şükürler olsun ki bu mutluluk bana kısmet olmuştur. Memleketin düzen ve güvenlik içinde bulunması benim en büyük emelimdir. Fakat Hindistan taraflarından Mekke ve Medine’ye gelen Müslümanların yolları kesildikten başka İslam devletlerinin kafirlerin buyruğu altında bulunmaları da uygun görülmemektedir. Tanrının yardımına güvenip Hint ülkelerinin kafirlerden kurtarılması ve Mekke ve Medine taraflarında düşmanla işbirliği yapan bozguncuların yok edilmesi o taraflara gitmem kararlaştırılmıştır. Bu seferler için çok sayıda gemiye ihtiyaç olduğundan donanmayı Süveyş Deryasına ( Kızıldeniz)e geçirmek için bir kanal açılması çok uygundur. Bu emir elinize geçince hiçbir şekilde gecikmeyip, en bilgili mimarları ve mühendisleri ve becerikli adamları işe koşup Akdeniz ile Kızıldeniz arasında araştırmalar yapıp kanal açmak için en uygun yer neresidir ? ve uzunluğu ne kadar olur, kaç gemi geçebilir? Hepsini bildiresin ki ona göre hazırlıklar yapıp, kanalı açıp Allahın yardımıyla tamamladığında inşallah o ülkeye savaş kısmet olup hem kutsal toprakların


bu birlikler çeşitli faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin Müslümanlara karşı yaptıkları baskıları etkisiz hale getirmek ve Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetini sağlamak için Süveyş Kanalı’nın açılması faydalı görülmüş, Aralık 1568’de Mısır Beylerbeyine bir ferman gönderilmiştir.


 

etrafındaki    doğru    yoldan    ayrılanlardan    temizlenmesi    hem   de    Hindistan’ın Portekizlerden alınması kısmet olup işlerimizin defterlerinde yazılmış ola”31

 

1620’lere gelindiğinde Osmanlı’ya bağlı Bağdat Valisi Yusuf Paşa’nın İran destekli Bekir Subaşı tarafından öldürülmesi ve yerine Bekir Subaşı’nın geçerek valilik iddia etmesi üzerine patlak veren İran-Osmanlı gerginliği ve Irak’ın İran hakimiyetine geçişi üzerine 1625’de birinci, 1629’da ikinci kuşatma gerçekleşmiş; ancak başarısız olunmuştur. IV. Murad bizzat kendisi 8 Mayıs 1638’de İstanbul’dan hareketle Bağdat Seferine çıkmıştır.32

 

15 Kasım 1638 tarihinde Bağdat’ı Sultan Murad ve Osmanlı askerleri şehri kuşatma altına aldı. 24 Aralık 1638 tarihinde Bağdat tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı. 17 Mayıs 1639 yılında Kasr-ı Şirin Antlaşması imza edildi. Bu anlaşma iki devlet arasında asırlar boyu geçerli olacak sınırı belirlemiş olması bakımından önemlidir. Ayrıca Bağdat’ın Osmanlılara ait olduğu bir kez daha kabul edilmiştir. Antlaşmaya göre; Bağdat Basra ve Şehrizor havalisinden mürekkep bölge Safevîlerin hakimiyetinde kalacaktı. Ayrıca Safevîler gerek Irak topraklarına ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacaklardı. 33

 

Irakta nüfuz sahibi Yeniçeri ağaları, Bedevî Arap Kabileleri ve Kürtlerin çıkardığı bir takım karışıklıklar bölgedeki huzur ortamını kargaşa ve düzensizliğe bıraktı.34 Osmanlı Devleti’nin batı sınırları ve politikasına ağırlık verdiği bir dönemde merkezden uzak Osmanlı eyaletlerinde bir takım zorbaların türemesine ve aşiret ayaklanmasına fırsat verilmek zorunda kalınmıştır. Bu zorbalardan Müntefik Şeyhi Man’î ve Huzeyfe Hanı Ferecullah Basra’ya hakim olmuştur. Daha sonrada İranlılar Basra’yı ele geçirmiştir.

 

 

 


31 Işıksal, a.g.m., 60-61.

32 Mantran, a.g.mad, s.91.

33 Ömer Faruk Yılmaz, “Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn ile IV. Murat’ın Bağdat Seferleri” , Irak Dosyası I.,Tatav y.,İstanbul-2003, s.209-211.

34 Mantran, a.g.mad, s.91.


 

1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra Daltaban Mustafa Paşa Bağdat Beylerbeyliğine tayin edilmiştir. Daltaban Paşa’nın ilk icraatı Basra’nın yeniden Osmanlı hakimiyetine alınması olmuştur. Basra üzerine hareket edilmiş ve İran nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Yeni bir savaşı göze alamayan İran, Basra’nın anahtarlarını Osmanlı padişahına göndermiş, böylece Basra’da yeniden Osmanlı hakimiyeti sağlanmıştır. (1701)35. Bölgede yeniden Osmanlı hakimiyeti sağlanınca imâr ve inşâ faaliyetlerine başlanmış Basra ve Bağdat eski görkemine kavuşmuştur.36

 

1704’te Hasan Paşa Bağdat Valiliğine, oğlu Ahmed Paşa Basra Valiliğine getirilmiştir. Böylece Basra ve Bağdat’ta Kölemenler dönemi başlamış; 1831 yılına kadar da bu ailenin yönetiminde kalmıştır. 37 Süleyman Paşa ve oğlu dönemi Bağdat ve Basra refah dönemidir. Aşiret ayaklanmaları durdurulmuş, kanun hakimiyeti sağlanmış, ticaret geliştirilmiştir. Bölge Yakındoğu ve Ortadoğu’nun en gözde toprakları haline getirilmiştir. İngilizlerin bölgeye ticarî amaçla gelmeleri de bu dönemde olmuştur(1763). Süleyman Paşa’nın valiliğinin hemen ardından bölgede Vehhâbî saldırıları ve işgalleri başlamıştır ve Osmanlı Devleti buraya kölemen dışında başka valiyi göndermek istemiş; ancak Fransa’nın müdahalesi ile buraya Küçük Süleyman Paşa tayin edilmiştir.(1808)38

 

1816 yılında Bağdat Valiliğine son kölemen asıllı vali Davud Paşa atanmış, 1821’de başlayan İran saldırıları ve bu dönemde geri püskürtülmüştür. Davud Paşa döneminde Kölemen Ocağı yeniden canlandırılıştır. Davud Paşa’nın Rus Harbi’nin çıktığı bir dönemde merkeze asker göndermemesi, İstanbul’dan bölgeye gönderilen Başdefterdar Sadık Efendi’yi öldürtmesi üzerine Davud Paşa’nın halli için Halep Valisi Ali Rıza Paşa görevlendirilmiştir. Ali Rıza Paşa buradaki Kölemen idaresini yıkarak, 17 Eylül 1831 yılında Irak’ı tekrar merkezî hükümete bağlamıştır. Irak

 

 


35 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. IV/1, 4. b, TTK y., Ankara 1988, s.219.

36 Mantran, a.g.mad., s.91.

37 İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s.219.

38 Mantran , a.g.mad., s.91.


 

böylece 1918 yılına kadar doğrudan merkezî hükümete bağlı olarak idare edilmiştir.39

 

Mısır, Mehmed Ali Paşa döneminde, askerî ve siyasî başarılarıyla, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasının verdiği avantajla özel hukukî bir statüyle yönetilir hale gelmişti40. Adı geçen Paşa döneminde, kanalın açılması yönündeki çalışmaların başlatılması ile ilgili Fransız baskısı, yine Mehmet Ali Paşa’nın kanaldaki gerekli teknik incelemelerin yaptırılması bahaneleri ile oyalanmıştır. Mehmed Ali Paşa kanalın açılmasını istememiştir. O’nun görüşüne göre kanalın açılması Mısır’ın geleceğini olumsuz etkileyebilirdi.

 

Mehmed Ali Paşa, Boğazların Osmanlı Devleti’nin sonunu getirdiği düşüncesi ile Mısır’da açılacak muhtemel kanalın da Mısır için gelecek zamanda büyük sorunlar doğuracağını görüşündeydi. Mehmed Ali Paşa’dan sonra işbaşına geçen oğlu I. Abbas (1848-1854) ve ondan sonra görevi devralan Said Paşa (1854- 1863) zamanında kanal açma girişimleri başlamıştır.41

 

Osmanlı Devleti’nin “Eyalet-i Mümtaze” olarak isimlendirildiği Mısır eyaleti, Mehmed Ali Paşa idaresinde kısmen bağımsız hale geldikten sonra, İsmail Paşa döneminde İngilizlerin ekonomik işgaline girmiştir.42

 

Kahire’de Fransız Konsolosu M. Ferdinand dö Leseps Süveyş Kanalı’nın açılması meselesini incelemiş, kendinden önce yapılan çalışmaları da gözden geçirerek gerekli ön hazırlığı yapmış, kanal açmak amacıyla Mısır Valisi Mehmed Said Paşa’dan 30 Teşrin-sânî 1854’de ilk resmî izni koparmıştır. Said Paşa tarafından Leseps’e Süveyş Kanalı’nın hafriyatı için bir şirket kurulmasına müsaade


39 M. Cavit Baysun , “Bağdat”mad., C.II, İA, MEB y., İstanbul-1961, s.209-210.

40 Mehmed Ali Paşa, Abdülaziz zamanında parasal gücünü de kullanarak, Osmanlı Devleti’nden bağımsız davranmaya başlamış, Sultan Abdülaziz’e ve sadrazamlara değerli hediyeler vererek Mısır Hidivliği’ni elde etmiştir. Veraset Fermanı ile Mısır’ın Veraset yolu ile babadan oğula yönetimin geçmesini sağlamış, Mısır’ın muhtariyet haklarını teminat altına alarak Mısır’a özerk bir yapıya kavuşturmuştur. Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, , C.VIII, TTK y., Ankara 1998, s.87.

41 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Alfa y., İstanbul-2005, s.95.

42 Dilek Güldeş, “Urabi Paşa Hareketi ve İngilizlerin Mısır’ı İşgali”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul-1999, s.85.


 

verilmiştir. Bunun üzerine III. Napolyon da, Mehmed Said Paşa’ya Lejyon Don Ör Nişanı’nın Büyük Kordonu’nu vermiştir.43 İmtiyazlar 5 Ocak 1856’da genişletilerek devam etmiştir.44

 

Bu iki imtiyaz Said Paşa tarafından verilmiştir. Bu kanalın açılması için Osmanlı Devleti’nin merkezinin her hangi bir müsadesi alınmamıştır.imtiyaz Abdülaziz döneminde onaylanacaktır. Bab-ı Ai’nin müsadesi alınmadan ilk kazma 25 Nisan 1859 tarihinde vuruldu.45

 

Kanûnî döneminden bu yana Fransız - Osmanlı dostluğu devam ede gelmiştir. Bu ilişki Fransız İhtilali döneminde “milliyetçilik” akımının Osmanlı Devleti’ne girmesine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti bir devletti ve birçok milletten oluşuyordu. Fransa’nın Habsburg Hanedanıyla olan mücadelesi, O’nu Osmanlı Devleti’ne yakınlaştırmıştır.46

 

XVIII.  yüzyılın ortalarından itibaren Hindistan’a el atan İngiltere’nin Arap Yarımadası ile temasları XVII. yüzyıl başlarına kadar iner, asıl olarak da XVIII. yüzyıl sonlarıyla XIX. yüzyıl başlarına tesadüf eder. İngiltere bir yandan Hindistan- Süveyş yolunu kontrol altında tutabilmek ve Uzakdoğu’dan gelip, Ortadoğu ve Avrupa’ya giden ticaret trafiğine el koymak maksadıyla Babü’l Mendeb Boğazı’nı kontrol etmek isterken, diğer yandan da Basra Körfezi’ni elde tutmak gayesini taşıyordu. Bağdat hattı Kuveyt’le birleşir ve Kuveyt üzerinde İngiltere hakimiyeti kurulur ise, İngiltere Atlas Okyanusu-Kap-Kızıldeniz- Süveyş yollarından ayrı olarak Basra-Kuveyt-Bağdat hattına sahip olacaktı. Böylece Uzakdoğu’ya giden yolların en kısası olan bu yolu istediği zaman açıp kapama hakkına sahip olacaktı.47

 

 

 

 


43 Süleyman Kâni İrtem, Osmanlı Devleti’nin Mısır Yemen Hicaz Meselesi, Temel y., İstanbul- 1999,s.37.

44 Karal, a.g.e., s.92

45 İrtem, a.g.e, s.37-38.

46 Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, TTK y., Ankara-1988, s.56.

47 İ.Süreyya Sırma, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul-1994, s.87-90.


 

İngiltere, 1801yılından itibaren Aden ve Yemen bölgeleriyle aktif olarak ilgilenmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti için Yemen 1839’da mesele haline gelmiştir. Bu dönemde İngiltere Bâb-ı Âlî’den Aden’de bir kömür deposu yapma iznini koparmıştır. İngiltere aynı zamanda Aden’i işgal etmiştir. 1857 yılında da Babü’l Mendeb Boğazı’nda bulunan stratejik Perim Adası’nı işgal etmiştir. Bundan sonra İngiltere Yemen’in kuzeydoğusuna doğru genişlemesini sürdürmüştür.Yemenli şeyhleri kendi lehine kazanmak yolunda bazı faaliyetlere de girişmiştir.48

 

XIX.    yüzyıl boyunca , İngiltere başta olmak üzere bütün batılı güçler, Osmanlı hakimiyetinde bulunan Arap Yarımadası ve Kızıldeniz sahilleri ile alâkadar olmuşlardır. Batılı güçlerin bölgeye taarruzları askerî, siyasî, kültürel ve diplomatik olmuştur. İngilizler yakın aşiretlerle birebir temas kurmuş bölgeye çok sayıda casusu göndermişlerdir. Bölgedeki kabile liderlerine ileriye yönelik vaatler ve paralar önermişlerdir. Bölge aşiretleri arasında husûmeti körükleyerek büyük paralar harcayarak onlara silah temini dahî sağlamışlardır.

 

Osmanlı Devleti, İngiltere Devleti ve Araplar arasında çıkan anlaşmazlıkların kökeninde stratejik bölgelerin kontrolü ve halifelik makamının siyasi üstünlüğünden dolayı çıkan anlaşmazlık vardır. 1870’lerde İngiltere Asya, Hindistan ve Ortadoğu’daki çıkarlarını Osmanlı Devleti’ni destekleyerek koruma yerine kendisi için önemli olan Osmanlı bölgelerini, doğrudan kontrol altına alarak koruma düşünceleridir. Aynı zamanda İngiltere Arap hilafetini gündeme getirmiş, II. Abdülhamid’in hassas olduğunu bildikleri için, zaman zaman O’na bir şey yaptırtmak istediklerinde el altından Arap hilafeti ile korkutmak istemişlerdir.49

 

1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ile İngiltere’nin ilgisi büsbütün bu bölgeye kaymıştır. Fakat daha öncesinde İngiltere’nin bu bölge ile ilgisi olmuş ve Fransa bu tutum karşısında İngiltere’yi Mısır bölgesinden uzaklaştırmayı düşünerek Napolyon 19 Mayıs 1798 sabahı Toulon Limanı’ndan 600 gemi ile hareket etmiştir.


48 Sırma ,a.g.e, s. 90.

49 Azmi Özcan, İngiltere-Arap Hilafeti ve Osmanlı Devleti (1876-1908), İstanbul-1995, s.93.


 

Taşıdığı kırk bin asker ile 1 Temmuz sabahı İskenderiye’ye gelmiştir. Mısır Valisi olan Ebûbekir Paşa, Fransız işgali neticesinde yapacağı pek fazla bir şey yoktu. Mısır, o dönemde resmen Osmanlı toprağı sayılıyordu. Fakat Mısır’da hakim güç Memlûklerdi.

 

Fransızların Mısır’a ayak basmaları neticesinde muhtemel bir saldırıya karşı hazır bekleyen İngiliz donanması, Fransız donanmasını Abahur’da yakmıştır.50 İngiltere ve Rusya , Fransız işgaline karşı menfaatleri gereği Osmanlı Devleti yanında yer aldılar. Akka’da Osmanlı Nizâm-ı Cedid ordusuna, Bonapart’ın ordusu yenildi. Fransa Mısır’ı boşalttı. Osmanlılar ile Fransa arasında El-Ariş Antlaşması imzalanmıştır (1801). Bu anlaşma ile Mısır tekrar Osmanlı idaresine girmiştir. İngiltere de böylece Fransa’yı doğu ticaret yolları güvenliği hususunda saf dışı bırakmıştır.

 

Kızıldeniz’de stratejik mevki olan Basra-Kuveyt ve Akabe Arabistan Yarımadasının iki tarafında bulundukları gibi, Basra Körfezi ve Kızıldeniz su yollarının en uç noktasındadır. Kuveyt, Irak kıtasının Hint denizine açılan bir koridoru, Akabe de Kızıldeniz’de Şam-Mekke hattının çıkış noktasıdır. Bu bölgelere hakim olacak güçler, Arap Yarımadasını kontrol edebileceği gibi, Suriye ve el- Cezire’de hakim olan devletlerin de bütün kuvvetlerini denize çıkarmaları bu suretle mümkün olabilirdi. 51

 

İngiltere Süveyş Kanalı’nın Fransa tarafından açılmasına sıcak bakmamıştır. İngiltere’nin elinde bulunan gemilerin niteliği ve bunların sağlayacağı ticarî imkânlara, Fransa damgasını taşıyacak kanalın açılması ile tehlikeye düşebilirdi. Fransa başarısı ile açılmış bir kanalın Fransa kontrolü ile kullanılması ve İngiltere için rekabette olduğu Fransa açısından bir kazanımdı.52

 

 


50 Akçura, a.g.e., s.67.

51 Danyal Bediz, Süveyş Kanalı’nın Önemi”, DTCFD, C. IX, S:3, Ankara-1951, s.330-331.

52 A. Haluk Dursun, “Akabe Meselesi”, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul-1994, s.14.


 

İngilizler kanal açılmadan önce Mısır’a demiryolu projesi önerisinde bulunmuşlardır. Bu İngiliz projesi, Kahire’yi Süveyş ve İskenderiye’ye bağlayan bir demiryolu hattıdır. İngiliz hükümeti 1844’te, Hindistan ordusunun eski subayı Thomas Warhorn’un fikrinden esinlenerek, Mehmed Ali Paşa’ya projeyi sunmuştur.53

 

Mısır Valisi İsmail Paşa borçları sebebiyle kendine ait senetleri satışa çıkartmış, İngiltere bu senetlerin Fransa tarafından alınmasına diplomatik baskı yoluyla engel olmuştur. Bu sırada Fransa ve Almanya arasında ilişkiler gergin olduğu bu dönemde Fransa’nın İngiliz siyasî desteğine ihtiyaç duyması nedeniyle, Fransa kendine teklif edilen senetleri almakta çekimser davranmıştır.54

 

İngiltere, Hicaz Demiryolunun bir parçası olan Akabe hattının, ileri de Mısır ve Süveyş Kanalı’nın ehemmiyeti ve dokunulmazlığı noktasında tehlikeli sonuçlar doğurabileceği, aynı zamanda bu nedeniyle Kızıldeniz’deki kuvvet dengelerinin değişip Yemen’deki İngiliz çıkarlarının da zarar görebileceğini düşünüyordu.55

 

Süveyş Kanalı’nın açılmasındaki pahalı davetler ağır harcamalar, Hidivlerin şahsî lüks harcamaları, Mısır’ı borç batağına itmiştir. Malî sıkıntı içinden nasıl çıkacağını bilmeyen Hidiv, Süveyş Kanalı’nın sahibi olduğu 177.602 hissesini önce Fransa’ya satmak istemiş, ancak İngilizler bu fırsatı kaçırmadan Raçild Bankası vasıtasıyla İngiliz Konsolosu Fransa’nın verdiği miktarın fazlasına hisseleri satın almıştır. Hidiv’e bir çek vermek suretiyle hisse senetleri yüz milyon franka İngiltere’nin eline geçmiştir.56

 

Süveyş Kanalı açılması57 ve İngiltere’nin kanal senetlerini alması ile Akdeniz’de  güç  dengeleri  değişmiştir.   Akdeniz,  Atlas  Okyanusu  ile  Hint


53 Gilbert Sinoue, Kavalalı Mehmed Paşa, çev:Ali Cevdet Akkoyunlu, Doğan y.,İstanbul-1999,s.398.

54 Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk -Fransız Rekabeti, TTK y., Ankara-1995, s.56.

55 Dursun, a.g.e, s.47-48.

56 İrtem, a.g.e, s.50.

57 Süveyş Kanalı 17 Kasım 1869’da deniz trafiğine açılmış olup, kanal işletim müsaadesi 99 yıllığına verilmiştir.


 

Okyanusu’nda sıcak bir denize dönüşmüş, bu da İngiltere’nin Ön Asya politikasını değiştirmesine neden olmuştur. Bu tarihe kadar Malta ve diğer durak niteliğindeki noktaları İngiliz dış politikasında önem kazanırken artık Süveyş Kanalı ve çevresindeki bölgeler İngiltere için daha fazla önem kazanan bölgeler olmuştur.58

 

Mısır maliyesini kontrol etmek için oluşturulan Duyûn-ı Umûmîye sandığı Fransız, Avusturyalı, İtalyan ve sonraları da İngiliz , Alman bir de Ruslar idare etmekteydi. Maliyedeki yabancı kontrolü Mısır’da iç huzuru bozmuştur. Mısır’daki İngiliz ve Fransız kontrolü yabancı düşmanlığını arttırmıştır. Bu düşmanlık fikrinin destekçileri Türk ve Çerkez subayları olmuştur. Ancak Albay Arabi Türk ve Çerkez askerlerinin himaye edildiği propagandası ile bir takım siyasi olaylara neden olmuştur. Osmanlı’nın ikna yöntemiyle ve bastırmak amacıyla gönderdiği askerî heyetlere İngiltere ve Fransa karşı çıkmıştır. İngilizler Mısır’daki olayların Osmanlı Devleti tarafından kontrol altına alınmasını istemedikleri gibi Ali Nizami Paşa ve Derviş Paşa heyetlerine de karşı çıkmışlardır.59

 

İngiltere 1882 yılında Mısır’ı işgal etmiştir. Osmanlı bu aşamadan sonra Mısır’ın boşaltılması için mücadelelere başlamıştır. İngilizler her ne kadar Mısır’a yerleşme niyetinde olmadıklarını söyleseler de Mısır Hidivi’ni kullanarak işgali durumu idare etmekteydiler. Mısır ordusu ve maliyesi İngiliz denetmenlerce yönetilmeye başlamıştır. Daha önce Fransa ile birlikte yürüttükleri Mısır maliyesine de tedbirler alarak yalnızca Mısır malî müşavirler atanmıştır.

 

İngiltere yönetimi, Mısır meselesinde antlaşmaya razı geldiğinden iki devlet arasında (Osmanlı-İngiltere) 1885 yılında Mısır’ın boşaltılmasını hususunda görüşmeler başladı. İngilizler bu sayede Mısır’ı boşaltarak Osmanlı Devleti ile işbirliği yapmak, böylece diğer Avrupa devletleri baskısından kurtulmak ve Avrupa

 

 


58 Dursun, a.g.e, s.14.

59 Süleyman Kızıltoprak, “Mısır’ın İngiltere Tarafından İşgali ve Osmanlı Devleti’nin Diplomasi Mücadelesi (1882-1887)”, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi , İstanbul-2001, s.295.


 

devletlerini bu meseleden uzaklaştırmak ve Mısır’da avantajlı duruma gelmek istiyorlardı.60

 

İngiltere’nin Mısır’daki diğer bir politikası da Akabe üzerindeki hakimiyet mücadelesidir. Osmanlı yönetimi, Akabe ve Vech bölgelerinin Hicaz Vilayetine bağlı olduğunu savunmalarına karşılık İngilizler, bu duruma karşı çıkarak söz konusu olan bölgenin Mısır Hidivliği’ne ait olduğunu ileri sürmüşlerdir. Osmanlı Devletine göre İngiltere’nin Akabe Körfezi sahillerinin nereye ait olduğuna müdahale etmesinin esas sebebi, Hindistan yolu üzerindeki Süveyş Kanalı’nın öneminden kaynaklanmaktaydı.61

 

1841 yılında Osmanlı-Mısır arasında yapılan savaştan sonra Mısırlıların Hicaz’dan geri çekilmesine rağmen 1890’a kadar Sina Çölü’nde ve sınırın doğu yakasındaki Kızıldeniz taraflarında bulunan Akabe, Nuvaybe ve Vech bölgelerinde kalmaya devam ettikleri görülüyor. Hakim oldukları bölge eski Mısır hac yolunun Sina’dan, Hicaz, Mekke ve Medine’ye gidiş hattıdır. Sultan Abdülhamid Hicaz üzerindeki hakimiyetini çoğaltmak istediğinde, Mısır’ın emniyetini sağlamak için yaptıkları garnizonları geri çekmelerini istemiştir. 1890’daki bu talep 1892’ye kadar yerine getirilmemiştir.

 

Osmanlı Devleti’nin Kızıldeniz’deki hakimiyetini arttırmak için Hicaz Demiryolunun bir parçası olarak, Akabe Körfezine kadar uzanan bir bağlantı kurulması gündeme gelmiştir. Hem ticarî kapasite artacak, hem de askerî ulaşım kolaylaşacak ve böylece stratejik önemi de artacaktı.Bu demiryolu hattı yapıldığı takdirde her sene Hicaz ve Yemen’e asker erzak ve teçhizat sevki için Süveyş Kanalı’na ihtiyaç ortadan kalkacak buraya ödenen binlerce lira hazineye kalacaktı.

 

Süveyş Kanalı Hicaz ve Kızıldeniz sahillerine nüfûz ve hakimiyetini kolayca yayma imkanları ile birlikte bölgeyi denetleme üstünlüğü de sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin Hicaz ve Yemen yaptığı asker ve malzeme sevkıyatı bile Süveyş Kanalı


60 Dursun, a.g.e, s.41.

61 Dursun, a.g.e, s.42.


 

vasıtasıyla sağlanıyordu. Bir savaş veya iç karışıklık sırasında İngiltere’nin Süveyş’i kapaması Osmanlı Devleti’nin Hicaz ve Yemenle irtibatının kesilmesi demekti.62

 

Sina Yarımadasının güvenliğinin sağlanmasını Mısır ve Süveyş’in güvenliği için vazgeçilmez gören İngilizler bölgedeki sınır anlaşmazlığında ısrarcı olmuşlardır. Almanlar savaş gemisinin demiryolu çalışmalarına olası bir saldırı ihtimali üzerine Akabe Limanı’na gelmesi ile mesele daha da büyümüştür. Daha sonra İngiliz savaş gemilerinin bölgeye gelmesi ve Sultan II. Abdülhamid, Almanlardan beklediği siyasi desteği de göremeyince İngiliz notası üzerine Osmanlı askeri daha önce kontrolü sağladığı Akabe ve Taba’dan çekilmek zorunda kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


62 Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, Eren y.,İstanbul-1994, s.47.


 

I.   BÖLÜM

 

 

 

BASRA’NIN COĞRAFYASI VE STRATEJİK ÖNEMİ

 

 

 

1.1.  BASRA’NIN SINIRLARI

 

Basra, Bağdat’ın 420 km. güney doğusunda, Dicle ve Fırat nehirlerinin bitiştiği noktanın 50 km. güneybatısında yer alır63. Basra, 637 yılında Hz. Ömer’in emriyle Utbe bin Gazvan tarafından askerî amaçlarla kurulmuştur. Osmanlı Devleti’ne geçişi ise, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1534 yılında Tebriz Seferi sırasında Basra Beyi Raşid Magamis’in Osmanlı hakimiyetini kendi rızası ile kabul etmesi ile olmuştur 64.

 

Osmanlı hakimiyetinde iken güçlenen bazı yerel güçler -özellikle Basra Körfezi ve Irak üzerinde- Osmanlı-İran rekabetinin yoğunlaştığı iki dönemde (1587- 1620 arası ile 1736-1747) devlete karşı ayaklanmışlardır. Osmanlı Devleti Basra Körfezi’nin tamamını kendi mülkü saymakla birlikte, İran’ın bölgedeki fiili mevcûdiyetinden dolayı adeta iki taraf arasında her hangi bir anlaşmaya bağlı olmayan sessiz bir ittifak doğmuştur. Körfezin batı sahilleri Osmanlı’ya doğu sahilleri İran toprağı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti, Körfez’deki bütün adaları kendi toprağı kabul etmekle birlikte, fiili durum anlatılandan öteye gidememiştir.65

 

Osmanlı yönetiminde Basra, bazen Bağdat’a bağlanmış, bazen de “Ocaklık” ve “Mülkiyet” şeklinde bir vilâyet olarak teşkilâtlandırılmıştır. Bu dönemde Basra beylerbeyi Bağdat beylerbeyinin kumandası altında seferlere katılmıştır. Basra

 


63 Abdülhâlik Bakır, “Basra” mad., C.V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.108.

64 Salih Özbaran, Yemenden Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, Kitap y., İstanbul-2004, s.148.

65 BOA, MD, Nr.3, Hüküm 367.


 

beylerbeyleri Arap kabileleri ile olan mücadeleler yüzünden görevlerinde uzun süre kalamamışlardır.

 

Kanunî dönemine ait beylerbeyliğin ilk teşkilâtını gösteren (1552) tarihli Mufassal Basra vilâyeti tahrir defterlerine göre Basra; Garrâf, Zekiye, Şerez, Sadr, Süveyb, Maharzi, Kapan ve Katif Livaları ile; Şimâl, Cenûb, Aşşar ve Kurna nahiyelerinden meydana geliyordu. 1572 yılındaki Ruûs Defteri’nde ise, Garrâf, Hemmar, Medine, Kurna, Rahmaniye, Zekiye, Fethiye, Sadr-ı Süveyb, Turre-i Cezayir, Zernuk, Ebû Arbe, Maadân, Kinkibad, Vakı, Caruz, Taşköprü, Akçakale, Arca, Maharzi, Şerir ve Remle adlarında yirmi bir sancağı görülmektedir. 66

 

Kanûnî döneminde gerçekleştirilen Irakeyn Seferleri’yle beraber Irak beş ayrı eyalete bölünmüştür. Eyaletler ve bunlara bağlı sancaklar şunlardır:

 

1.)      Basra Eyaleti: Kabban, Zekiye, Sehloğlu, Sadr-ı Süveyb, Garrâf, Rahmâniye, Ceziretü’l-Mihrizi, Beni Hamid, Şatiha, Surûş, Hammar, Şatt-ı Ebû Garbe, Mâ’den, Tavîl.

2.)  Musul Eyaleti: Musul, Bacvanlı, Tikrit, Eski Musul, Horen, Bane.

3.)    Şehrizor Eyaleti, Erbil, Kesaf, Acur, Benköle, Şehr-i Bazâr, Berman, Cebel-i Hamrin, Mavran, Hazermend, Baf, Dulcuran, Brend, Merkave, Belkas, Harir Me’â Rodin, Oşni, Bel-u Tarı, Kal’â-i Gazi Keşan, Seyid Burencin.

4.)   Bağdat Eyaleti, Hile, Zengiabâd, Cevazir, Ramahiyye, Cengula, Karadağ, Dentenek, Semavat, Beyat, Derne, Debela, Vasıt, Kernet, Demirkapı, Kazaniye, Geylan, Al-Sayıh, İmadiye.

5.)  Ahsa Eyaleti: Lahsa,Uyun, Katif, Safva, Bender Garif.67

 

 

Bunlardan Basra eyaleti dört sancağa ayrılmıştır. Bunlar şu şekildedir.68

1- Basra Merkez; Kuveyt Kazası, Kurna Kazası.


66 Yusuf Halaçoğlu, “Basra” mad., C.V, İA, TDV y., İstanbul-1992, s.112.

67 Halil İbrahim Görür, “II.Abdülhamid Döneminde Irak’la İlgili Layihalar”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kütahya-2009, s.47.

68 Bu konuda geniş bilgi için bak. Cengiz Eroğlu vd., Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Basra, Global y., Ankara-2005, s.93-117.


 

Basra-Merkez: Fav Nahiyesi, Ebu’l-Hasip, Şattü’l-Arap, Zübeyr, Harise Nahiyesi.

Kurna’ya bağlı nahiyeler; Beni Mansur, Medine,Neşve, Dir.

2- Muntefik Sancağı; Hey Kazası, Şatra Kazası, Sûkü’ş-Şüyûh Kazası.

3- Amara Sancağı: Duveric Kazası, Şatra Kazası, Zübeyr Kazası.

4- Necid Sancağı: Katif Kazası, Katar Kazası.

 

Osmanlı idaresi, Basra’da XVIII. yüzyılda müstakil bir eyalet olarak ortaya çıkmıştır. 1702 yılında Basra eyaleti sekiz sancaktan oluşmaktadır. Bunlar: Paşa Sancağı (Basra); Kıyab; Badiye (Mukataa); Sabusne, Gaffât, Mensûr ve Batna; Seremle; Şuş (Mukataa); Gazan, Resle ve Safiye; Ceğar Sancaklarıdır69. Bu taksimat XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar sürmektedir.

 

1884 yılında Basra’da idarî taksimat değişmiştir. Buna göre; Merkez Sancak (Basra) dışında, Amara, Necid ve Muntefik Sancaklarından oluşan bir vilayet haline getirildi. Bu dönemde Basra sancağı, Merkez kaza (Basra) ile birlikte toplam üç kazaya ayrılmaktadır. Bunlar da; Basra, Kurna ve Kuveyt kazaları idi. Basra kazasının merkezi Basra kasabası idi ve bu kazaya bağlı 5 nahiye bulunmaktaydı. Bunların isimleri şunlardır: Fav, Ebu’l-Hasip, Şattü’l-Arab, Zübeyr ve Harise’dir. 70

 

Basra, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Süveyş kanalının açılması, Körfez ticaretinin yeni şartlar altında gelişmesi ve özellikle Midhat Paşa’nın Bağdat valiliği döneminde devlet nüfûzunun kuvvetlenmesi ile yeniden gelişme imkânı bulmuştur.

 

Vilayet

Sancak

Kaza

Nahiye

Nüfusu

1. Halep

3

22

24

994.604

2. Bağdad

3

12

14

850.000

3. Basra

4

23

15

200.000

4. Beyrût

4

23

15

400.000

5. Suriye (Şam)

3

17

8

604.170

6. Musul

3

17

29

300.280

 

 

 


69 Eroğlu, a.g.e., s.13.

70 Eroğlu, a.g.e., s.14.


 

Tablo 1: 1895 Yılı İtibariyle Vilayet ve Sancakların İdarî Taksimatları 71

 

 

Vilayet

Sancak

Kaza

Nahiye

Köy (Sayısı)

1. Basra

1. Basra

3

8

121

 

 

2. Müntefik

3

16

6

 

 

3. Necid

2

4

69

 

 

4. Amarâ

1

6

14

 

2. Bağdat

1. Bağdat

11

17

 

 

 

2. Divâniye

3

13

 

 

 

3. Kerbelâ

3

4

 

 

3. Musul

1. Musul

5

9

1147

 

 

2. Kerkük

5

13

1163

 

 

3.Süleymaniye

4

6

1084

 

4. Halep

1. Halep

13

32

2022

 

 

2. Urfa

4

12

1319

 

 

3. Maraş

4

28

459

 

5. Suriye

1. Şam-ı Şerif

9

10

400

 

 

2. Kerek

3

6

35

 

 

3. Hama

3

12

317

 

 

4. Havran

6

7

381

adettir*

 

6. Beyrût

1. Beyrût

3

8

353

 

 

2. Akka

3

4

256

 

 

3. Trablus

3

6

672

 

 

4. Lazkiye

3

17

1440

 

 

5. Nablus

2

7

238

adettir*

 

 

Tablo 2: 1908 Yılı İtibariyle Salnâmelerdeki Bilgilere Göre Irak ve Suriye’deki

İdarî Konum72

 

 

 

Basra Sancağı’na bağlı bir kaza ve Osmanlı – İngiliz ilişkilerinde de kilit noktalardan bir yer olan Kuveyt, Şattü’l-Arap deltasının güneyinde derin bir körfezin çevresinde XVII. yüzyılda kurulmuştur. Kuveyt Haliç’i denilen bu körfez doğu-batı doğrultusunda uzunluğu 80, kuzey-güney doğrultusunda genişliği 20 kilometreyi bulan büyük bir girinti meydana getirmiştir. Haliç’in karşısında ve orta


71 Remzi Kılıç, “Irak ve Suriye’nin Tarihî Coğrafyası ve XIX. Yüzyıl Sonu İtibariyle İdarî Konumu”,

Türk Kültürü, C:XXXVIII, S:441(2000), s.19.

72 Kılıç, a.g.m., s.20.


 

yerde birincisi daha büyük olan Feyleke ve Mesken Adaları bulunur. Dolaylısıyla Kuveyt’e üç ayrı kanaldan girilebilmektedir73.

 

El-Mıntıkatü’ş-Şarkıyye idarî bölgesi de denilen ve doğuda Basra Körfezi’ne, kuzeyde Kuveyt civarında Katif’e, batıda Devmad, Kariye ve Şa’b dağlarına, güneyde Katar Yarımadası’na kadar uzanan ve yaklaşık 180 kilometrekarelik bir araziyi kaplayan Vahalar Bölgesi olan Basra’nın başka bir kazası da Lahsa’dır.74 Sadece Türkçe kaynaklarda Lahsa, diğer kaynaklarda ise, Ahsa olarak bu bölge isimlendirilmiştir.

 

Basra’nın diğer stratejik bölgelerinden birisi de Necid Sancağı’dır. Hicaz ile Irak arasında kalan bölgeye Necid dendiği gibi, XIX. yüzyıldan itibaren bir siyasî coğrafya olarak kuzeyden Cebelişemmer (Beriyyetüşşam) ve Nüfûd Çölü, batıdan Hicaz, güneyden Rub’ulhâlî Çölü, doğudan Dehnâ Çölü ve Ahsa’nın arasında kalan bölge olarak da tanımlanır. Burası Necid Sancağı’nın da sınırlarıdır75.

 

Katar, güneyden Suûdi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği, Basra Körfezi’nin güneybatısında, Arap Yarımadası’nın kuzeydoğu sahilinde Bahreyn ve Bahrü’l-Benat Körfezleri arasında kuzeye doğru uzanan yarımada üzerinde kurulmuş Basra’nın önemli kazalarından biri idi.76 Katif Kazası, Basra Körfezi’nin kıyısında bulunan Basra’nın önemli bir yerleşim merkezidir77. Bahreyn Kazası ise, adını en büyük adası olan Bahreyn Adası’ndan almaktadır. Suudi Arabistan’ın doğu kıyılarına 24, Katar’ın batı kıyısına 28 km. uzaklıktadır. Diğer önemli adaları ise, Ümmüna’san, Muharrak, Cide, Ümmüsabban, Nebî Salih, Sâye, Hasife’dir78.

 

 

 

 


73 Sırrı Erinç, “Küveyt” mad., C..XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.35.

74 Mustafa L. Bilge, “Lahsa” mad., C.XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.59.

75 Zekeriya Kurşun, “Necid” mad.,C.XXXII, İA, TDV y., İstanbul-2006, s.491.

76 Zekeriya Kurşun, “Katar” mad., C.XXV, İA, TDV y., Ankara-2002, s.29.

77 Mustafa L. Bilge, “Katif” mad., C.XXV, İA, TDV y., Ankara-2002, s.44.

78 Mustafa L. Bilge, “Bahreyn” mad., C.IV, İA, TDV y., İstanbul-1991, s.492.


 

Basra bölgesinin iklimine gelince, Basra (merkez) ve çevresi kışları soğuk, yaz aylarında ise şehirde kavurucu bir sıcaklık vardır. Sıcaklıklar ancak kuzey rüzgarları ile serinler, güney rüzgarları ise yakıcıdır. Kuveyt bölgesi ise sıcak ve kurak bir çöl ikliminin etkisindedir. Yaz ve ilkbahar kuraklığın en şiddetli görüldüğü mevsimlerdir. Kışlar ılık geçer, ülkede devamlı su sağlayan kaynaklar ve sürekli akan akarsular yoktur. Bu sebeple su ihtiyacı araştırma yaptığımız dönemde dikkate alındığında hafifçe tuzlu su bulunan kuyulardan elde ediliyordu79.

 

Lahsa’nın coğrafyasını ise, yeraltında oluşan su birikintilerinin oluşturduğu vahalar kaplar, genellikle düz ve çöl bir bölgedir80. Necid bölgesinde çöl iklimi hakimdir. Üç taraftan çöllerle çevrili bu büyük alan içinde volkanik lav akıntıları bulunan sıradağlardan oluşur. Cebelişemmer’den güneye Vadi’d-devasir Sir’e doğru tedrici olarak alçalan geniş bölge Aliyetü’n-necd ,Tuveyk ve Arme dağlarını içine alan kısım da Sâfiletü’n-necd adıyla anılır. Necid bölgesinin kuzey doğu bölgesinde yalnız ilkbaharda yeşillenen geniş vadiler bulunur.81 Katar ise, genelde çöl ikliminin hüküm sürdüğü alçak kumlu tepelerden oluşan bir arazi yapısına sahiptir.82

 

Bahreyn Adaları’nın yer yapısını, eski deniz depolarının sonradan yükselmesiyle meydana gelen kalkerli bir taban ve bunun üstünü örten kumlu birikintiler oluşturur. Kumlarla kaplı geniş düzlükler arasında yer yer kayalıklara da rastlanır. Adaların iç suları çok sığ olduğundan bazı yerler doldurarak arazi elde edilmiş bu şekilde Bahreyn ve Muharrak adaları arasında da bir yol bağlantısı kurulmuştur. Adaların iklimi sıcak ve rutubetli olup yoğun buharlaşma sebebi ile hava nispeten nemlidir. Yaz aylarında kavurucu sıcaklık kış aylarında yerini yumuşak bir iklime bırakır. Yeraltı sularının zenginliği ve kuyuların bolluğu sayesinde yeşil bir bitki örtüsü meydana getirmiştir. Tatlı su, denizden fazla uzak olmayan noktalarda artezyen kuyularından fışkırır.83

 


79 Erinç, a.g.mad., s.35-36.

80 Mustafa L. Bilge, “Lahsa” mad., s.59.

81 Kurşun, “Necid” mad., s.491.

82 Kurşun, “Katar” mad., s.29

83 Mustafa L. Bilge, “Bahreyn”, s.492.


 

Basra’nın stratejik önemi, Basra Körfezi’nden ileri gelmektedir Buranın denize açılan kapı olması her dönemde stratejik olarak değerinin artmasına neden olmuştur. Körfezin önemi Süveyş Kanalının açılması ile de daha fazla artmıştır. Örneğin Bâb-ı Âlî, 1871’de Yemen vilayetine gönderdiği bir yazıda, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Bahriye Nezareti’nin Basra Körfezi ve Kızıl Deniz’e daha kolay ulaşabileceği ayrıca Basra Tersanesi’nin ıslahı ve Kızıl Deniz’de liman ve üslerin kurulmasıyla devletin Arap Yarımadası sahillerinde gücünü göstereceği belirtiliyordu. Böylece bölgedeki Arap şeyhlerinin devlete bağlılığı pekişecekti.84

 

1871’den 1892’lere kadar Osmanlı Devleti’nin Basra’da uyguladığı politika bir tarafdan bölgede söz sahibi İngilizler ile fazla problem yaratmamak; İngiliz nüfûz alanlarının genişlemesini önlemek olarak özetlenebilir. Örneğin Ağustos 1892 ortalarında İngiliz Konsolosu, Basra vilayetine gelerek, Casim b. Sani ve Nasır el- Mübarek’in ittifak yaparak Bahreyn’e hücum etme isteğinde olduğundan söz etmiştir. İngiltere’nin buna razı olmadığı yönündeki düşüncesini ve resmi notasını vermiştir. Konu hakkında Basra valiliğinden bilgi alınmış, deniz saldırılarının önlenmesi konusunda Necid sahillerindeki vapur kaptanları, Bahriye Kumandanlığı ve Necid Mutasarrıflığı’na talimatlar verildiğini belirttikten sonra ilgili şeyhleri de uyardığını ifade etmiştir. Konu II. Abdülhamid’e de bildirilmiş, o da, bölgede uzun zamandan beri devam etmekte olan benzeri karışıklıklara karşı derhal ciddi tedbirlerin alınarak konuya özen gösterilmesi emrini vermiştir. Buda o sırada takip edilen hassas siyaseti göstermektedir.85

 

Osmanlı ile İngiltere arasında “Zubara” adlı bölgede çekişme konusu olan alanlardandır. 1890’lardan itibaren Zubara konusunda yapılmış olan yazışmalarda İngiltere sürekli Osmanlı Devleti’nin bölge üzerindeki hakimiyetini inkâr etmiş ancak bölgeye kimin hükmettiğine dair bir ifade kullanılmamıştır. Başka bir ifade ile Zubara’ya ne kendilerinin ne de himayelerindeki Bahreyn’in hükmettiğini söylemişlerdir. Buna karşılık Zubara ilgilerinin, Bahreyn’i tehdit edeceği yönündeki endişeden kaynaklanmaktadır.


84 BOA, İMM 1661, LEF 5.

85 BOA, İ.HUS, 1310 M/168.


 

 

 

1.2.  BASRA’NIN TİCARÎ BAKIMDAN ÖNEMİ

 

Osmanlı Devleti’nin Irak fethinden sonra, Basra’nın idarî, iktisadî ve sosyal hayatını tanzim etmek için bütün arazi tahrire tutulmuş, çeşitli oranlarda vergiler tespit edilmiştir. Ancak Basra’nın arazileri yerli halka terk olunmuştur. Buna karşılık, salyane olarak hükümete % 10 vergi ödemişlerdir. Bununla beraber arazi sahibi ölürse ve varisi yoksa devlet araziyi askerî sınıfına veya yüksek makamlı memurlara verirdi. Karşılığında divan, “öşür” diye bilinen vergi alırdı. Ancak Basra eyaleti zaman zaman iltizam suretiyle de beylerbeyine tevcih olunmuştur. Malî işleri de baş muhasebe kalemi tarafından denetlenirdi. Basra eyaletinin geliri bir milyon akçeye kadar ulaşabilirdi. 86

 

Osmanlı güney sınırında yer alan Mısır, Habeş, Yemen, Basra ve Lahza gibi Arap topraklarındaki iltizam uygulaması ise bu bölgelerin fetihleri ile eş zamanlıdır. Basra eyaletinin Osmanlı’ya katılmasından 5 yıl sonra yapılan tahrire göre (1551- 1552 tahrire) Basra ve Katif’te klâsik timar sistemi yerine iltizam sistemi uygulamaktadır ve bu sistemle en başta buradaki yönetici ve askerîlerin maaşlarının ödenmesi amaçlanmıştır.87

 

Osmanlı Devleti’nin Basra’da uyguladığı iltizam sistemi hakkında Salih Özbaran şunları ifade ediyor: “…askeri hizmetleri içün kendisine tımar verilen tımar sipahi ayni olarak vergiyi toplar, savaşta hazır cebelü bulundururdu. Oysa salyaneli eyaletlerde gelir kaynakları gelir kaynakları sipahilere tımar olarak dağıtılmamıştır. Buradaki beylerbeyleri topladıkları gelirlerden eyaletleri için gerekli askeri, idari ve sosyal harcamaları yaptıktan sonra irsaliye denen belirli bir ortağı merkeze göndermekle yükümlüydü”.88

 

 


86 Nilüfer Bayatlı, “XVI. Yüzyılda Basra Eyaleti’nin Osmanlı Devleti İçin Önemi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S:114 (Nisan 2003), s.92.

87 Özbaran, a.g.e., s.182-187.

88 Özbaran, a.g.e., s.191.


 

Basra’nın önemi, nehir nakliyatından deniz nakliyatına geçiş noktasında yer almış bulunmaktadır. Basra Limanı’nın ihracatı arasında hurma başta gelir. Basra Limanı’nın ihracatı arasında hurma başta gelir ve ayrıca buradan, huhubat, yün, keçi kılı, deri, susam ihraç olunur; buna mukabil, Hindistan’dan ve daha seyrek olarak Avrupa’dan gelen vapurla, memleketin muhtaç olduğu mamûl eşyayı Basra’ya çıkarmışlardır. Kara nakliyatı İngilizlerin yapmış olduğu demiryollu sayesinde gelişmiştir.89 Basra ve civarında Cezayir, Hüveyza ve İran, Dızfül, Şüşter Hint mallarının dağıtımında merkez rolü oynamakta idiler. Basra’dan Hürmüz’e at ihracı yaygındır.90

 

Basra Limanı, körfezdeki med ve cezir hareketlerinden faydalanmıştır. Şattü’l-Arap’ın genişliği burada 500 m.yi bulmakla birlikte; tesirini yalnızca Şattü’l- Arap’ta değil, Fırat ve Dicle’de de hissettiren med hareketlerinin faydası yalnız gemilerin sahile yanaşmasında değil, aynı zamanda 24 saatte 2 defa suların seviyesi yükseldiği için nehrin iki kıyısında uzanan hurmalıklar da bu sayede kendiliğinden sulanabilmektedir.91

 

Dicle, Fırat ve bu iki nehrin birleşmesiyle oluşan Şattü’l-Arap ile İran tarafındaki Karın Nehirleri ticaret de çok önemli bir konuma sahipti. Çünkü bu nehirler gemilerin işlemesine elverişli idi. Şattü’l-Arap Nehri, Basra’nın körfezle ve denizaşırı uzak bölgelerle olan ticaretini sağlamaktaydı. Asrın sonlarına doğru bölgede kendini iyice hissettirmeye başlayan İngiltere’nin Şattü’l-Arap’ta vapur işletme imtiyazını alması, bu bölgede ticarî trafiği sıklaştırmıştır. İran, Almanya ve Rusya’da bu nehirde gemi işletme imtiyazını alınca bölgede çok sayıda yabancı acente kurulmuştur. Ticarî trafiğin bu şekilde yoğunlaşması üzerine, İngiliz girişimi ile seyr ü sefain şartlarını ıslah için bir komisyon oluşturulmasına ilişkin mukavelename  hazırlanmıştır,  ancak  I.  Dünya  Savaşı’nın  başlaması  üzerine

 

 

 


89 Besim Darkot M. Tayyib Gökbilgin, “Basra”mad. , C.II, İA, MEB y., İstanbul-1961, s.327.

90 Bayatlı, a.g.m.,s.100

91 Darkot-Gökbilgin, a.g.mad. ,s.327.


 

onaylanmamıştır. İngilizler XX. yüzyıl başlarında Karın Nehri’nde gemi işletme imtiyazını İranlılardan almayı başarmıştır92.

 

Basra’nın önemli kazalarının ticarî önemlerine gelince; Kuveyt ve Kuveyt Körfezi’nin önemi Osmanlı Devleti’nin büyük ticarî merkezleriyle Hindistan arasında yapılan ticaretin XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tonajları giderek artan gemilerin girişlerine uygun olmayan Basra nehir limanından Kuveyt’e yönelmesi sonucu artmıştır. Zamanla Kuveyt bütün kuzeydoğu Arabistan’a hizmet eden en büyük liman ve antrepo durumuna gelerek ekonomik, stratejik ve dolayısıyla politik önem kazanmıştır93.

 

Ayrıca Kuveyt, Bağdat demiryollarının güneyde bitiş noktası olarak da düşünülmüştür. II. Abdülhamid döneminde düşünülen ve Almanya’nın da desteklediği bu düşünce maalesef Abdülhamid döneminde hayata geçirilememiştir. 1907 yılında Sadaret’e ulaşan aşağıda vereceğimiz rapor niteliğindeki belgeden İngiltere’nin niyetleri ve niçin projeye engel olduğunu anlayabiliriz. Bu konuda İngiliz Şarkiyatçı Archibald Dunn şunları söylüyor:

 

“…Önerilen Bağdat Demiryolu’nun uç noktasının Basra Körfezi’ndeki bir liman olacağı hususunu da unutmamak gerek, ancak liman liman ya, hangi liman ? Almanya hükümeti bu limanın Küveyt olması dileğini izhar etmişlerdir. Ne var ki, Küveyt İngiliz himayesindedir ve Abdülhamid’in kendi toprağı üzerindeki her türlü talebini geri çevirmekte olup hiçbir imtiyaz tanımamaktadır. Dolayısıyla Padişah’ın yada Kayser’in Küveyt toprağı üzerindeki her türlü niyetine karşı direnme hakkımız bakidir.

…Almanya’nın Basra Körfezi üzerindeki söz konusu konumunu sağlamlaştırma girişimi korkmamız gereken en ciddi tehlikedir.”94

 


92 Davut Hut, “XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Basra Gümrüğü”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S:3 (2000), s.128.

93 Cevdet Küçük, “Küveyt” mad.,C.XXVII, İA, TDV y., Ankara-2003, s.35.

94 Archibald Dunn, “Basra Körfezi’ndeki İngiliz Çıkarları”, Çev: Zekeriya Kurşun, Türk Kültürü

İncelemeleri Dergisi, S:3,2000, s.301-302.


 

Yine Dunn’un raporundan bir kesiti daha sunalım:

 

 

“…Lord Curzon ‘Her hangi bir yabancının Basra Körfezi’nde bir yer edinmesine razı gelecek her hangi bir İngiliz temsilcisini vatanına ihanet suçuyla suçlamaktan çekinmem.

…Captain Mahon ‘ister resmi bir düzenleme sonucu olsun, ister halen siyasi ve askeri kontrolün ardında yatan yerel ticari çıkarların ihtimali yüzünden olsun, Basra Körfezine tanınacak imtiyazlar Büyük Biritanya’nın, Uzakdoğu’daki, denizlerdeki egemenliğini, Hindistan’daki siyasi konumunu ve her iki yerdeki ticari çıkarlarını ve Avrasya ile olan imparatorluk bağlarını tehlikeye düşürecektir.” 95 demektedir.

 

Necid bölgesinde ise, çöllerin büyük yer kaplamasından dolayı çoğunlukla devecilik ve koyunculukla uğraşan bir ticarî yapısı vardır. Hayvancılığa dayalı ekonomileri görülmektedir. Ancak çöllerle çevrili vaha ve vadilerde yaşayıp, ziraatla uğraşan ve yerleşik bir nüfusa da sahiptir96.

 

Katar kazası da geçimini çoğunlukla hayvancılıkla sağlamaktadır. Balıkçılık, inci avcılığı, küçükbaş hayvancılığın yanında yapılan diğer ekonomik etkinlikleridir97. Katar hakkında arşivimizde bu bilgiyi doğrulacaktır:

 

“Umman ve Bahreyn arasında bulunup siyasi ve bölgesel açıdan önem taşıyan Katar arazisi taşlık olup, su bulunmaması dolayısıyla, ahalisi altı yüzü aşan yelkenli gemi ile sedef ve inci avıyla uğraşmakta ve toplam nüfuzu 15.000 civarında bulunmaktadır.”98

 


Lahsa’nın ekonomisi de geniş ölçüde tarıma ve ziraata dayanmaktadır. Osmanlı Devleti önceleri, bölgeye vergileri düzenlemek ve toprağı geliştirmek için timar ve iltizam karışımı bir uygulama getirmiş, 1580’lerden sonra yalnız iltizam

95 Dunn, a.g.m.,s.302.

96 Kurşun, “Necid” mad., s.491-492.

97 Kurşun, “Katar” mad., s.29.

98 BOA, Y.A. Res., 94,10.


 

sistemine geçerek bunu yaklaşık üç asır devam ettirmiştir. Lahsa Sancağı’nın Osmanlı hazinesine hiçbir zaman faydası olmamış, aksine özellikle son yıllarda devamlı şekilde devletten yardım görmüştür. Mutasarrıfların başlıca görevi Bâb-ı Âli’den gelen emirler çerçevesinde bütçeyi gelir-gider durumuna göre denkleştirmekti. Uzak köylerden zekat ve öşür tahsili çok zordu99. Dolayısıyla, kazaların ve genel olarak Basra’nın ekonomisini tarım ve hayvancılık meydana getiriyordu diyebiliriz.

 

Basra’nın ticarî yolları üzerinde de durmak gerekir. Özellikle limanların önemi Hindistan ile Avrupa arasındaki merkez olma ve transit özelliği göstermesi bakımından değer taşımaktadır. Doğudan gelen mallar Basra’ya geliyor, buradan kervanlar ve daha öteden Kızıldeniz’den gemilerle Akdeniz’e taşınıyor, oradan Anadolu ve Avrupa içlerine ulaşıyordu.

 

Basra Körfezi’nde limanlarla denizyolu ile yapılan ticarette limanların tamamı körfezin kuzeyinden, güneyindeki Hürmüz Boğazı’na kadar olan coğrafyada bulunmaktadır. Limanların önemli bir kısmı İran kıyılarında (Harc, Çark, Kays, Keşim Adaları, Bender-i Rih, Bender-i Cassim, Bender-i Abbas, Taherî, Keç, Maşûr, Lince, Ebu’ş-Şehr, Kinikun, Deylem Limanları) yer almaktadır. Kuveyt, Katif, Bender-i Havs, Şarca, Re’sûl-hayme gibi limanlar Basra Körfezi’nin batısı ve Arabistan Yarımadası kıyılarında yer almaktadır. Bahreyn ise körfezin en büyük adası durumundadır. Bahreyn özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yoğun bir hakimiyet mücadelesine sebep olmuştur 100. Basra Sancağı’na bağlı bir kaza olan Kuveyt Emirliği ise, 1914’te İngiliz himayesine girecektir.

 

Basra Körfezi’nin bütün limanlarının 1907 yılında ihracatı da şu şekilde özetlenebilir101:

 


99 Bilge, “Lahsa” mad., s.60.

100 Hut, a.g.m., s.123.

101 Dunn, a.g.m., s.304.


 

İhracat

Toplam İhracat (sterlin )

Birleşik Krallık

163,716

Hindistan

745, 142

Almanya

14,747

 

 

İthalat

Toplam İthalat (sterlin )

Birleşik Krallık

788,114

Hindistan

1,034,821

Almanya

23,078

 

 

Bahreyn’den Basra’ya külliyetli miktarda şahî kumaş ve karışık emtia geldiği görülmektedir. Eylül-Ekim ve Kasım aylarında yoğunlaşan ve ithalata bakılırsa Bahreyn’in özellikle İran ve Hindistan’dan gelen kumaşın dağıtım noktalarından biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Basra’dan Bahreyn’e ise önemli miktarda hurma ihraç edilmiştir.

 

Körfez haricinde deniz yoluyla yapılan ticarette ise; Umman, Maskat, Sur, Yemen, Cidde, Numan, Bombay ve Hindistan ve Amerika olmak üzere toplam dokuz nokta ile ticarî mübadele gerçekleşmiştir. Umman’ın önemli iskeleleri olan Maskat ve Sur limanları bugün Umman Sultanlığı içinde; Yemen, Cidde, Numan limanları Arabistan Yarımadası limanlarında, diğerleri ise tamamen farklı coğrafyalarda yer almaktadır. Basra’nın Umman ile olan ticareti daha çok Maskat ve Sur Limanları vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu limanlar, “Hindistan Yolu” üzerinde bulunması ve ticarî öneminden dolayı, İngiltere tarafından, Basra Körfezi ile olan ticaretinde bir üst olarak kullanılmıştır. Maskat ve Umman Sultanlığı 1892’de İngiliz himayesine girmiştir102.

 

Basra’da yetiştirilen ürünler, yerel tüketim ve ihracat oranlarını ise tablolar halinde şu şekilde özetleyebiliriz103:

 


102 Hut, a.g.m., s.131.

103 Eroğlu, a.g.e., s.140.


 

Basra’da Yetişen Hurma Çeşitleri

1.      Halavi                                           14. Petres

2.      Sayir                                            15. Zehdi

3.      Hadravi                                        16. Kantar

4.      Öse Ümran                                  17. Tayyibü’l-isim

5.      Berhi                                            18. Şeker

6.      Beryem                                        19. Umu’d-dihin

7.      Süveydan                                     20. Vekü’l-cuma

8.      Avit                                              21. Binti’l-seb

9.      Fersi                                             22. Aşkar

10.  Eşresi                                           23. Asabiu’l-acuz

11.  Cevzi                                            24. Benati

12.  Mektum                                        25. Leylevi

13.  Hesabi                                           26. Hedl.

 

 

Bir bölgenin iklimi nasıl yetiştirilen ürünleri etkilediyse, coğrafyası da ticaretin seyrini ve şeklini etkilemektedir. Dolayısıyla genel itibariyle karasal iklim özellikleri görülen ve çöl ikliminin de belirgin olarak görüldüğü Basra’da ticaret kıyılara taşınmıştır. Basra’da XIX. yüzyılın sonlarında kıyılarda yerli nüfus yalnızca 3-4 bin iken Arap ve Avrupalı tacirlerle birlikte bu sayı çoğu zaman yirmi beş binlere kadar yükselmekteydi. İran, Hindistan ve Çin ile Kuveyt Limanı arasında gidip gelen 2000’den fazla yelkenli gemi vardı. Ayrıca Müntefik Sancağı’nın merkez kazası olan Nasıriyye ve aynı sancağa bağlı Sûkü’ş-Şüyûh, her kazaları ile Necid Sancağı’na bağlı Katar kazası da yabancı tacirlerin yerleşim alanıydı.

Basra’da tezimizi sınırlandırdığımız dönemdeki ticarî faaliyet olarak kıyılarda, en çok inci avcılığının dikkati çektiği görülüyor. Bu konuda Zekeriya Kurşun, Basra vilayeti salnamelerine dayanarak inci avcılığını şu şekilde tanıtıyor:

 

“İnci Av mahalleri Basra Körfezinin batısındaki Bahreyn, Katıf, Katar ve Uman karasularıdır. İnci avcılarının bu sularda kullandıkları binlerce gemi, birinci derecede Bahreyn Adası ikinci Uman ve Katar üçüncüsü Katar de Katıf ve ondan sonrada Küveyt gemileridir. Bu gemiler bir sene Nisan ortasından Eylül sonuna kadar, her birinin büyüklüğü ve kapasitesine göre otuz ila yüz kişi arasında değişen avcıları alarak av yerlerine giderler. Avcıların üçte biri av için denizin dibine dalmaktadır. Dalgıçların hemen tamamı değişik aşiretlerden ve sahillerde yaşayan


 

halktandır. Bu dalgıçların bir yıllık ihtiyaçlarına yetecek yiyecek vs. kendilerine ve o bölgelerde bulunan bazı mücehhezler tarafından verilerek hayatlarını sürdürmektedirler. Av mevsimi sonunda her geminin çıkardığı incinin değerine kıymet biçilerek, bundan geminin çalışanlarına sponsor tarafından verilen yiyecek masrafları çıkarılır. Arta kalan kısımda bölgede bilinen dalgıçlık geleneklerine uygun olarak gemi sahipleri, dalgıçlar ve diğer çalışanlar arasında herkesin hakkına göre taksim edilir. ancak gemileri o yıl elde ettiği ürün bazen masraflara yeterli olmayabilir. Bu durumda dalgıçlar ve diğer çalışanlar kendilerine harcama yapanlara olan borçlarını ertesi yılın ürünlerinden alacakları paydan ödemek üzere yılın geri kalanı için de yiyecek talep ederler …av sponsorları ve tüccarlar , av mevsiminde dalgıçlardan satın aldıkları incileri Hindistan’a ve diğer ülkelere ticaret maksadıyla sevk etmektedirler.”104

 

Osmanlı Devleti yine bu dönemde Fırat ve Dicle nehirlerinin çevresindeki bölgelere kanallar yaptırarak ziraatı geliştirme düşüncesidir. Gerçi bu proje Almanlara demiryolu imtiyaz antlaşmalarında verilmiştir. Ancak İngilizlerin bu bölgede tekellerinin kırılması bölgede iki devletin diplomatik olarak karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Eğer bu proje hayata geçirilmiş olsa idi Mezopotamya toprakları tekrar ekilecekti. İngilizlerin bu konuda araştırmaları olduğu gibi İngiliz düşüncesine ışık tutması açısından aşağıda verilen bilgide dikkat çekmektedir.

 

…1903’te Kahire’de yayınlanan Sir William Willcooks’un güzel raporunda bu işlerin yaklaşık 8.000.000 Sterlin’e mal olacağı ve onlar tarafından sulanacak topraklardan elde edilecek net gelirin bakım masrafları düşüldükten sonra yılda

2.000.000 alacağı, yani yatırılan sermayenin %25’ini oluşturacağı söylenmektedir. Öte yandan toprağın Mısır’da sulanan toprakların aynısı olduğu ve 0,404 hektarının piyasa fiyatının 60 Sterlin olduğu da belirtilmektedir. Toprağın ekiminde karşılaşılacak başlıca güçlüğün emek sağlamak olacağı bellidir. Ancak buna çare yok değil. Tabi ülkenin kalkınması İngiltere’nin teşebbüsüne bırakılacak olursa.Çünkü Hindistan’dan dilediğimiz kadar hamal ve reçber ya da Mısır’dan


104 Zekeriya Kurşun, Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi –Katar’da Osmanlılar-, TTK y., Ankara-2004, s.17.


 

fellah getirebiliriz. Bunların çoğu sonunda geldikleri yerin yerlisi olacaklardır. Almanlar, her zaman ki akıllarıyla, bu bölgenin gelecekteki değerini dikkatle incelemişler ve ölçmüşlerdir.”105

 

Basra bölgesinde ziraî ve hayvanî ürünlerin yanında köle ticareti de yapılmaktaydı. Basra’nın Bağdat’a bağlı olduğu dönemde gelir getiren bir kaynak olmasına rağmen Basra’nın vilayet olduğu dönemlerde zenci ticareti yasaklanmıştı. Ancak elimize geçen belgelerden kaçakta olsa bu ticaretin yapıldığını anlıyoruz. Aşağıda bunu doğrulayan belge fi 22 C 73 tarihlidir. Belge sadece Basra’yı değil köle ticaretinin nerelere ve hangi yollarla ulaştığını da bize haber vermektedir. Belge şu şekildedir:

 

Mısır, Trablus ve Bağdat taraflarından Akdeniz kıyılarına gelen zenci kölelerin hepsinin köleliğin kaldırılmasından dolayı, kıyıdan içeriye salıverilmemesi, köle tacirlerinin köleleri azat etmesi ve azat olan kölelerin belirlenen bölgelere iaşeleri temin edilerek yerleştirilmesi ( altı haftada) müddetin bitiminde gelişen hadiselerin merkeze yazılı bildirilmesinin ve burada bulunan memurlara bildirilmesine …

…Basra Körfezi için belirlenen tarihten itibaren üç ay zaman tayin edilmiştir. Basra Körfezi’ne gelen esir tacirlerine durum bildirilerek esirlerin salınmasına ve bunların Bahreyen’e gönderilmesine, gitmeyenlerin iaşelerinin karşılanmasına, bu işleri yapanların tutuklanmasına ve gerekli açıklamanın merkeze bildirilmesine, altı hafta zaman dilimi bitiminde hala bu işle uğraşanların İstanbul’a gönderilmesine

..106

 

 

 

Belge Hariciye Nezareti ile Basra Tersanesi arasında yazılmış olup iki belge halindedir. İkinci belge fi gurre Recep 73 tarihini taşımaktadır. Belge Akdeniz ve Basra Körfezi arasında meydana gelen zenci ticaretini önlemek ve altı hafta içinde suçluların uyarılması , esirlerin salınması, bu süre bitince de hala bu işle uğraşanların  tutuklanıp  İstanbul’a  gönderilmesi  ile  ilgilidir.  Belgenin  ikinci


105 Dunn, a.g.m, s.310-311.

106 BOA, HRC. SYS 96/21 : 1907. 6.9.


 

bölümünde ise Basra Tersanesi’ne zenci ticaretiyle ilgili konu özetlenmiş ve tersanede bulunan Binbaşı Ahmed Beye talimatlar veriliyor. Buna göre, altı hafta boyunca tüccarlar uyarılacak, zenciler serbest bırakılacak, iaşeleri sağlanacak, müddet bitiminde hala bu işle uğraşanlar tutuklanıp der-saadete gönderilecek ve sürekli Basra Körfezi’nde devriyeler gezecektir.

 

Basra körfezi’nde ayrıca deniz korsanlarının ticarî gemilere saldırarak ticarete zarar vermesi sebebiylede Osmanlı Devleti önlem almak zorunda kalmıştır. Bu konuda aşağıda sunacağım belge de bu bilgiyi doğrulamaktadır. Belge şu şekilde özetlenebilir:

 

Basra Körfezi’nde kain Katif sevahilinde deniz hırsızlarının geçişinden dolayı emniyet kaçması bahisle bunların def-i mazarratları hakkında memurların canibinden tedbir alınmasına teşebbüs edilmesi, İngiliz hükümetinden yazı ile bildirilmiş olduğundan, dıştan birinin karışmasına meydan verilmemek için, adı geçen sahilde emniyet-i matlubenin emniyetinin sağlanması için istihmâl ve neticesinin yazı ile bildirilmesine tezkere-i senaveri…107

 

Belgeden de anlaşılacağı üzere Basra Körfezi’ndeki deniz hırsızlarının emniyeti yok edip, Katif sahillerinde emniyet kalmadığından ve buradan geçişler engellendiğinden durum İngiltere tarafından Hariciye Nezaretine bildirilmiş, konu hakkında emniyetin sağlanması buraya dışardan müdahale olmaması için gerekli olan tezkerenin çıkması ve Basra’da bulunan Bahriye Kumandanına durum bildirilmiş, orada bulunan Bursa Korveti kumandanına altıncı ordu müşirinin emriyle görevlendirilmesi hakkındaki 3 Teşrin-evvel 04/ 18 Şevval 1295 tarihli belgedir.

 

II.  Abdülhamid’e ait Basra Vilayetindeki emlâka dair her türlü muamele 1303 (1887-1888) tarihine kadar Bağdat’ta bulunan Emlâk-ı Hümayun İdaresi’nce gerçekleştirilmiştir. Ancak, zamanla gerek Bağdat gerekse Basra’da padişah


107 BOA, HRC. SYS. 82/33.


 

şahsında toplanan mülklerin giderek artması bunların işletilmesini güçleştirdiğinden, Basra’da ayrı bir idare kurulmasına karar verilmiştir. Bu kararın verilmesinde bölgedeki arazilerin çoğunun büyük parçalar halinde bulunması ve ahalisinin büyük bir bölümünün aşiretlerden oluşması da etkili olmuştur.

 

Basra’da ayrı bir idarenin kurulmasına ihtiyaç duyulması üzerine burada bir komisyon teşkil edilmiştir. Bu nedenle hazineden Bağdat şubesine gönderilen emirde burada yürütülmekte olan emlâk ve kayıt işlemlerine dair bilgilerin Bağdat şubesinden Basra idaresine devir edilmesi istenmiştir. Ayrıca emlâkların hangi mevkide olup hangi komisyon tarafından idare edildiği hususunun da beyanı istenmiştir. Bunun üzerine Hazine-i Hassa’ya bir defter gönderilmiştir. Bu deftere göre Ammare Sancağı dahilinde bulunan Çahle, Şat,Müşerreh,ve ona bağlı mukataalar, Malümü’l-Kıt’ât Senevi?, arazisi, Tis’an ve adfiye ?, Felha Düneynat-ı Gazabe ve Ahder mukataaları Basra Komisyonu tarafından yönetilmiştir. Necid’teki


emlâkın      müstakil anlaşılmaktadır.108


müdiriyet      ile      komisyon      tarafından     idare      edildiği


 

Basra Emlâk-ı Hümayun Komisyonu; İdari mekanizmanın ana gövdesi komisyon oluşturmaktaydı. Resmi ifadeye göre komisyonun oluşum nedeni, özellikle bu bölgenin bazı yabancı devletlerin iştahını kabartması sebebiyle toprakların güvence altına alınması amacıyla padişah mülküne dahil edilmesine özen göstermek ve gerekeni yapmak olarak açıklamıştır. Söz konusu komisyonun bunların yanı sıra padişah emlâkının nizamnameye uygun şekilde idaresinin gerçekleştirilmesini sağlaması gerekirdi. Komisyon; reis, müdür ve azalardan müteşekkildi. Reis komisyonun her türlü işinden birinci derecede sorumluydu. Bu


bağlamda    memurların     komisyona görüşmelerini dikkatle takip ederdi.109


düzenli    şekilde    katılmalarını     sağlar    ve


 

 

 

 

108 Selda Sert, “Bir Toprak Rejimi Olarak Emlâk-ı Hümâyun Basra Örneği” (1876-1909), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul-2006.,s.49.

109 Selda Sert, a.g.e, s.53.


 

Emlâk-ı Seniyye’nin gelir ve giderlerini kapsayan aylık ve yıllık muhasebe cetvelleri düzenlenirdi. Bu kayıtlar bir takım tetkiklere tabi tutulduktan sonra hazırlanan bütçe ile beraber Hazine-i Hassa Nezaretine gönderilirdi. Nezarette de gerekli incelemeler yapıldıktan sonra padişaha izin alınmak üzere sunulurdu.

 

Komisyon, senedi ve haritası bulunmayan Emlâk-ı Seniyye senetlerinin düzenlenmesini, haritaların çizilmesini ve demirbaş defterlerinin muntazam bir şekilde tutulmasını sağlamakla da vazifeli olup, bu bilgileri Hazine-i Hâssa’ya giden bu tür evraklar kuyudât kaleminde kayıt edilip saklanırdı. Komisyonun en önemli vazifelerinden biri de ziraat alanlarının genişletilmesine yönelik çalışmalar yaparak bunları Hazine-i Hassa Nezaretine bildirmekti.

 

Komisyonun kararı ve gerek görülmesi üzerine Arazi-i Seniyye’yi dolaşan müfettişler aşar, ağnam gibi çeşitli Emlâk-ı Hümâyûn gelirlerinin uygun bir biçimde toplanıp toplanmadığını inceler, sonrasında da varidatın Hazine-i Hassa’ya eksiksiz bir biçimde toplanıp toplanmadığını inceler, sonrasında da varidatın Hazine-i Hassa’ya eksiksiz bir şekilde gönderilmesine nezaret ederdi.

 

Müfettişler, Emlâk-ı Hümâyûn idaresinin kontrol mekanizmasıydı. Şubelerin talimat ve nizamlara uygun hareket edip etmediği, şubelerdeki defter ve hesapların istenildiği gibi tutulup tutulmadığı, en önemlisi de emlâk, arazi ve çiftlikât-ı şahane’deki imâr ve ıslâh faaliyetlerinin nasıl gerçekleştiği ile varidatın arttırılmasına itina edilip edilmediği gibi hususlarda denetim yapmak başlıca görevleri arasındadır.110

 

Basra’da işletme kalemleri; 1- Tahrirat Kalemi 2-Muhasebe Kalemi olmak üzere iki kalemden oluşurdu.

 

Tahrirat Kalemi; bu kalem Emlâk-ı Hümâyun idaresinin her türlü yazı işlerinden sorumluydu. Baş katibin idaresinde bulunan kalemde mübeyyiz, mübeyyiz refiki, emlâk mukayyidi, emlâk refiki, tahrîrât muâvini, refik ve refik-i


110 Selda Sert, a.g.e,s.55.


 

evvel gibi memuriyetler bulunurdu. Ayrıca Devasır, Amiye ve Ammare’de bulunan Emlâk-ı Hümâyûn’un yazı işleriyle vazifeli vekil ve katiplerde kalemde bulunan memurlardı. Yazışmaların burada yapılmasının yanı sıra evrakların muhafaza edilmesi de kalemin sorumlulukları arasında yer alırdı.111

 

Muhasebe Kalemi; Emlâk-ı Hümâyûn’un malî kalemi olan bu birim, baş katip başkanlığında idare edilmekte olup, emri altında refik-i evvel, refik-i sâni, refik-i. salis, refik, mukayyid ve sandık emini bulunurdu. Tahrirat başkatibi gibi muhasebe başkatibi de komisyonda aza sıfatıyla görev alırdı. Emlâk-ı Hümayun’a ait her türlü hesap işlerinin görüldüğü bu kalemde ayrıca şubelerden gelen muhasebe ve cetveller incelendikten sonra hülâsa pusulaları hazırlanarak komisyona gönderilirdi.112

 

Basra’ya bağlı mukataalar şu şekilde isimlendirilip sınıflandırılmıştır: Ahder Mukataası, Ebu-hılana Mukataası, Müşerreh Mukataası, Çahle Mukataası, Behese Mukataası, Şat Mukataası.

Basra Vilayetinin Yıllara Göre Gelir Durumu113

 

Gelir Kalemi

Yıl

1306 (1888)

1307 (1889)

1308 (1890)

1315 (1897)

1316 (1898)

Öşr Hasılatı

12.590.361

10.399.333

10.249.543

10.848.924

10.964.261

Öşr Vergisi

-

3.283.748

3.467.955

3.585.755

4.937.066

Koyun Vergisi

1.922.448

1.792.152

1.910.151

1.570.576

1.615.700

Diğer Gelirler

2.434.462

2.369.140

2.539.688

2.933.690

2.924.439

Yekûn

16.947.271

17.844.373

18.167.337

18.938.945

20.441.466

 

 

Vilayetin Gelir-Gider Durumu114

 

 

Yıl

Gelir

Gider

1888

16.947.271

6.484.313

1889

17.844.373

6.229.567


111 Selda Sert, a.g.e,59.

112 Selda Sert, a.g.e,62.

113 Eroğlu, a.g.e., s.23.

114 Eroğlu, a.g.e., s.27.


 

1890

18.167.338

7.495.770

1897

18.938.945

20.483.036

1898

20.441.466

20.441.466

 

 

 

 

Vilayetin Yıllara Göre Başlıca Gider Kalemleri 115

 

Gider Kalemi

Yıllar

1888

1889

1890

1897

1898

(%)

(%)

(%)

(%)

(%)

Dahiliye

22,73

21,84

18,4

6,47

0

Jandarma

51,99

54,1

45,49

14,18

20,64

Bahriye

0

0

19,87

5,04

4,32

Nizamiye Ordusu

0

0

0

47,39

53,2

Diğer Giderler

25,28

26,12

16,24

26,91

21,84

 

Osmanlı Devleti Basra ve çevresinde İngiltere’nin Arap hayvanları ihraç ettiği görülür. Bu konuda Osmanlı Devleti gerekli zamanlarda kısıtlamalara başvurmuştur. Bununla alâkalı bir belge şöyledir:

 

Hariciye Nezaret-i Celilesi’ne 18 Eylül 82 tarihiyle İngiltere Sefaretinden gelen takrîre göre:

 

Muhammere-Basra-Faev arasındaki yerlerde, Arap hayvanları nakil ve ihrâcının yasaklanacağı,Basra mutasarrıfı tarafından İngiltere konsolosuna tebliğ edilmiştir.Buna göre Dahiliye Nezaretinden alınan emre göre ihrâc edilen hayvanlar gemilerde muayene olunacak ve içlerinde Arap Hayvanları olursa el konulacaktır. Böyle bir el koyma durumunda memurlara karşı konulmaması İngiliz Konsolostan rica edilmektedir. Bu durum, İngiliz sefareti tarafından hakkaniyete aykırı olarak telâkki olunmakta ve protesto edilmektedir. 116

 

 

 

 


115 Eroğlu, a.g.e., s.28.

116 TK. HR. TO D.N 261 G.N 15.


 

Basra Vilayeti’nde mukataaların iltizama verilmesi ve vergi bedellerinin ödenmesi ile alâkalı olarak bir belgeden anlaşıldığına göre teminat akçesi alınarak verilen mukataalarda usulsüzlükler de olmuştur. Gerek usulsüzlüklerin ve gerekse


mukataaların iltizama verilmesi hususunda bir Belge şu şekildedir:


belgeyi burada zikretmek gerekir.


 

Dâhiliye Nezareti Mektubi Kalemi’nden, Basra Vilayet-i Bahriyesi’ne,

Basra Vilâyetinde bazı yerlerde mukataa edilen araziler, gerekli olan teminat alınmaksızın iltizama verilmiştir. Bu durum neticesinden iltizam bedelinin çoğu, ziraatla uğraşan çiftçinin ve aşiret reislerinin zimmetine verilmiştir. Meselenin halli noktasında mahkemeler yetersiz kalmış ve konu, Şûrâ-yı Devlet’te görüşülmüştür.

Şûrâ-yı Devlet Maliye Dairesi’nin 2099 numaralı mazbatasında, konuya ilişkin olarak alınan kararlardan anlaşıldığına göre;

Vergi borcu olan kişilerin kim oldukları ve borç miktarı tespit edildikten sonra, kendilerinden tahsilat yapılacaktır. Esas itibarla, vergi kaçırmak suçunun cezası hapis olmakla beraber, bu tahsilat yapılacaktır. Bu meseledeki mesullerin memurlar olmasından dolayı vergi borcunun ödenmesine karar verildiği gibi, ödemelerde de “müsamaha” gösterilmesi kararlaştırılmıştır. Maliyenin zarar görmesine sebep olan memurlar hakkında ise derhal tahkikat yapılması karara bağlanmıştır.117

 

Basra, Musul, Süleymaniye ve Kerkük Mutasarrıflıklarına gönderilen telgraflaradan anlaşıldığına göre telgraf direklerinin çalındığı ve buralarda maddi hasarların verildiği görülmektedir.Aşiretlerin ve eşkiyaların verdiği bu hasarlara da örnek niteliğinde bir belge burada vermek istiyorum. Çünkü Tezimizle alakalı araştırma yaparken en çok çıkan belgeler arasında telgraf direklerinin çalınması veya hasar verilmesine dair belgeye rastladım. Belge şu şekildedir:

 

 

 


117 DH.MKT 780 67 1321.Ş.3.


 

Bağdat Başmüdiriyetinden alınan 178 numaralı 16 Haziran 320 tarihli telgrafnâme:

Cemcemel ile Süleymaniye arasındaki telgraf hattında bu defa altı direk çalınmıştır.Çalınan direklerin toplam adedi üç yüzü geçmiştir.Dilekleri çalanların yakalanabilmesi için bir askeri müfreze teşkil edilmesi gerekmektedir. Ancak mahalli idarelere bu minvalde yapılan başvurular neticesiz kalmıştır. (290-160)

Bağdat Müdiriyeti’nden alınan 137 numaralı ve 20 Haziran 320 tarihli

telgraf:

Kerbela müdiriyetinden yollanan bu telgraflar, telgraf ve Posta Nâzırı Hasan

Hüseyin imzasıyla 23 Haziran 320 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bir yazıyla iletilmiştir.

27 Ağustos 320 tarihli telgraftan anlaşıldığı üzere, Musul Vilayeti, Süleymaniye ve Kerkük mutasarrıflıklarına ve 12 Fırka Kumandanlığı’na 17 Teşrîn- i Sânî 319 tarihli birer telgrafname gönderilerek durum bildirilmiş ve gereğinin mahalli idarece yerine getirilmesi istenmiştir. (bu talebin hangi makamdan geldiği, yazının silik olmasından dolayı anlaşılamıyordu.) Bu isteğin yerine getirileceği ise, ilgili makamlar tarafından telgraflarla bildirilmektedir.118

 

7 Kanûn-i Evvel 309 tarihinde Yemen, Hicaz ve Trablusgarb Vilâyetlerine, Meclis-i Vükela kararı olarak bir tahrirat gönderilmiştir. Bu tahrirattan anlaşıldığına göre, Osmanlı Devleti dâhilinde yabancı gümüş paraların kullanımı yasaklanmıştır. Ancak adı geçen vilâyetlerin özel konumundan dolayı, buralarda kuşlu riyalin bir süre daha kullanılmasına ve bu paranın tedricen kaldırılmasına karar verilmiştir.

Buna göre kuşlu riyalin fiyatı 12 kuruş olarak tespit edilmiştir. Bu fiyatın ise

seneden seneye daha da düşürülmesi ve kuşlu riyalin tamamen tedavülden kaldırılması öngörülmektedir.

 

Bu tahrirat üzerine Trablusgarp valisi imzasıyla gönderilen 25 Kanun-ı evvel 1309 tarihli belge, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerine ulaşılmıştır. Bu belgeden

 

 


118 DH.MKT 847 16 1322.S.16.


 

anlaşıldığına göre, Trablusgarb’ta kuşlu riyalin evvelce yoğun bir biçimde kullanıldığı halde, birkaç seneden beri külliyen tedavülden kalktığı bildirilmiştir.

 

Daha sonra Sadrazam Cevad imzasıyla Dahiliye Nezareti’ne gönderilen belgeden ise şunlar anlaşılmaktadır: Yabancı gümüş paralar hakkında yukarıda işaret edildiği üzere alınan kararlardan sonra, Namık Efendi isimli kişinin mezkur vilayetlerin durumlarına göre hazırladığı lâyiha uygun olarak Mâliye Nezâretince yeni düzenleme yapılmıştır. Riyalin fiyatının 12 kuruşa düşürülmesinin, bu bölgelerden alınan bazı vergilerinde düşmesi anlamına geldiği düşünülmektedir. Bundan dolayı üç sene için geçerli olmak üzere riyalin fiyatının 16 kuruş olarak kabul edilmesi uygun görülmüştür. Ayrıca ithalatta bu paranın kullanması yasaklanırken, ihracatta şimdilik hakiki fiyatlarından işlem yapılması gerekmektedir. İthalat için her halükârda ya Osmanlı parası ya da altın kullanılacaktır. Aynı belgede son olarak işaret edilen nokta, mezkûr vilayetlerden Yemen’de, şimdilik Osmanlı Bankası marifetiyle tedrici olarak toplanarak Osmanlı parasının ikâme edileceğidir.119

 

 

1.3.  BASRA’NIN SOSYAL VE KÜLTÜREL AÇIDAN ÖNEMİ

 

Basra’nın, 1552 yılı tahririne göre şehirde, 11’i kalede olmak üzere toplam 20 mahallesi mevcuttur. 15.000 civarında nüfusu olup bunun 5000’i kale içinde yaşamaktaydı. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Basra, beş kapısı olan bir sur içinde toplam yetmiş mahallede 40.000-50.000 nüfus barındırmaktadır. Kentin sürekli olarak civarındaki aşiretlerin saldırılarına maruz kalmasından dolayı sık sık görünen sıtma ve veba salgınları yüzünden, XIX. yüzyılın başlarından XX. yüzyıla değin nüfusun azaldığı görülüyor. Bazen öylesine salgın hastalıklar yayılıyor ki yerlilerin başka bir yerleşim merkezine göç ediyor veya bölgenin nüfusu değişebiliyordu. Bu durumda devlet önlemler almak zorunda kalabiliyordu. Örneğin, 2 Eylül 1305 yılında Basra Valisi Hidayet Paşa kolera illetinin yayılması karşısında Dahiliye

 


119 DH.MKT 185 26 1311.Ş.14.


 

Nezaretine bilgi veriyor ve alınacak önlem ve uygulanacak yöntem hakkında emir istiyordu. Belge kısaca şöyle özetlenebilir:

 

“Basra ve havalisinde meydana gelmiş kolera illetine karşı, burada bulunan ahali telaşa kapılarak vatanlarını terk etmek durumunda kalmış, bunlara burada bulunan Hidayet Paşa, terk etmelerini önlemek durumunda kalmış, buradaki ahalinin göç ettirilmemesi için ve vebanın buraya girmemesi için sadaretden ferman istemiştir. belge maruz kaydı niteliğindedir.”120 Bu belgenin, daha öncesinde 49 kişinin imzasıyla yine ne yapılacağına dair Sadaret’ten bilgi istenmiştir.

 

Yine XIX. yüzyılın sonlarında Basra’da 600’ü kargir, kalanı sârife toplam

2000 ev vardı. 10.000 nüfus yaşıyordu. Basra, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla

birlikte gelişen bir şehirdir. Böylece körfez ticareti, bu yeni şartlarda yeniden

canlanmaya başlamıştır. Ayrıca Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği zamanında devlet nüfuzu kuvvetlenmiş, bölgede yeniden bir istikrar sağlanabilmiş ve bu da demografik yapıya yansımıştır. 1902’de Basra Kazası’nın merkezi olan Basra Kasabası’nın toplam nüfuzu 50.000’i bulmaktaydı. 1302 Basra Salnamesi’nde bu durum şöyle özetlenmektedir.

 

“ Basra Kasabası’nın iki yakası vardır. Birincisi Basra Şehri ki,…Basra halkının yaklaşık %30’u Sunî ve %50’si Şiî mezhebinden olup, geride kalan halk Hıristiyan, Musevî ve diğer mezheplerdendir. 800-900 evle, yerel halk ile yabancıların yaklaşık nüfuzu 35.000 civarındadır…şehrin yakası, Şettü’l-Arap üzerinde ve ‘Makam-ı Ali” adıyla bilinen yerdir. İçerisinde bir Umman Osmanlı İdareleri, hükümet eski dairesi,Aşar Nehri’nin üzerinde ahşaptan bir köprü, ticaret ve bahriye idarehaneleri, bir hamam, bir iptidai Mektebi, bir cami,, yaklaşık dört yüz dükkan ve 800-900 ev mevcuttur. Ahali ile yabancıların burada yaklaşık nüfuzu

15.000 civarındadır.”121

 

 

 


120 BOA.TK HR TD DN 393.GN7.

121 Eroğlu, a.g.e.,s.20.


 

Basra’da hadarîler ve bedevîler olmak üzere iki yaşam tarzı sürdürülüyordu. Hadarîler çöllerle çevrilmiş vaha kenarları ile vadilerdeki su kenarlarında veya deniz ticaretinde uygun mekânlarda kurulmuş olan şehir ve kasabalarda yaşayan yerleşik ahalidir.

 

Bedevîler çöllerde dolaşan ve çoğunlukla devecilik ve koyunculukla uğraşan konar-göçer Arap aşiretleridir.122 Hayatlarında hiçbir çatının altına girmeyerek, ömürlerini kıldan ördükleri çadırların gölgesinde ve develerin sırtında yer değiştirerek geçirirler. Yalnızca bir kısım zarûrî ihtiyaçlarını gidermek için civardaki şehir ve kasabalar ile irtibat kurarlar. İhtiyaçlarını giderdikten sonra yine geniş çöllere dağılırlar. Bedevîler yerleşik hayattan nefret ettikleri için, ziraatla uğraşmazlar hatta hasat zamanı yağmalamaktan kaçınmazlar.123 Bu durum hadarîler arasında bitip tükenmeyen kavgaların meydana gelmesine neden olmuştur. Mevsimine ve yağmurlara göre mekan değiştiren bedeviler zorlada olsa başkanlarının alanlarına girmekten çekinmez ve geçtikleri yerlerdeki bütün bağ ve bahçeleri yağmalarlardı.

 

Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde yolların ve yerleşik ahâlinin güvenliğini sağlamak maksadıyla, belli başlı bedevî kabilelerin şeyhlerine “urban tahsisatı” adıyla yıllık maaş veya hediyeler vermekteydi. Ayrıca bedevîlerin özellikle hurma hasadı zamanında şehirlere yaklaştıkları “musabele mevsiminde” (bedevîler yerleşik ahâli arasında yapılan ve çoğunlukla değiş tokuş esasına dayanan alış veriş zamanı) de, kendilerine mahallî idarelerin gelirlerinden “ikramiye” “it’amiye” veya “iksa bedeli” adıyla aynî ve nakdî hediyeler verilmekteydi. Bazen bu hediye ve paralar yörenin tanınmış şeyhleri aracılığı ile dağıtılmaktaydı. Bütün bu ödemeler ve hediyeler bedevîler için bir bağlılık ve tabiiyet gerekçesi sayılmazdı. Tahsisatı alamadığı takdirde yine yolları kesebiliyor ve yerleşik alanları yağmalamaktan kaçınmıyorlardı. Hatta bazen devlet tahsisat verdiği bu kabilelerden yollara saldırmayacaklarına dair senet bile almaktaydı.124


122 Kurşun, a.g.e.,s.10.

123 Kurşun, a.g.e., s.10.

124 Kurşun, a.g.e., s.11.


 

 

Bedevî topluluklarında yegane sosyal bağ ailelerin meydana getirdiği kabilelerdir. Kabile kan bağı ile birbirine yakın ailelerden oluşmakla birlikte, bu kan bağının yakın ve uzaklık derecesi birbirinden ayırt edilemezdi. Herkes birbirinin kardeşidir ve herkes hangi şartlarda olursa olsun kabileye sadık kalmak zorundadır.

 

Genelde bedevî ve hadarî Arap kabileleri köklü bir aileye mensup ve şeyhin idaresinde bulunurlardı bir şeyh ailesi bazen yüzyıllarca bu mevkide kalabiliyordu. Şeyh gücünü asaletinden zenginliğinden alıyordu. Şeyh ise yaptırımını örf ve adetlerden alıyordu. Çoğu zaman kabilenin bir “meşveret meclisi” bulunmasına rağmen son söz şeyhindi.

 

XX.  yüzyılın ilk çeyreğine kadar dünyanın en tenha ve en fakir ülkelerinden biri olan Kuveyt, petrol yataklarının bulunmasından sonra gelişmiştir. 1910 yılında

35.000 civarında nüfusu bulunmaktaydı.125 Kuveyt’in bir liman şehri olarak hızlı gelişmesi 1760’lı yılardan sonraya rastlamaktadır.

 

Geniş bir alanı kaplayan Necid coğrafyası en eski göçebe Arap kabilelerinin yaşadığı bir mekân diye bilinir. Hazerî adı verilen ve geniş vahalar boyunca yerleşik yahût yarı yerleşik hayatı benimseyen bazı Arap kabilelerinin varlığına dair kayıtlara rastlanmakla birlikte bu coğrafyada tarihte etkin olmuş bir devlet ortaya çıkarmamıştır. Bunun tek istisnası, Yemen’deki Himyerîlere bağlı olarak Necid ve Yemâme’de kurulan Kinde Devletidir. Hakkında çok az bilgi bulunan bu devlet İran tarafından ortadan kaldırılmıştır. Kinde Hanedanına mensup bir çok kimse Hadramut tarafına geçmiştir. 126

 

Necid çöllerinde dolaşan, çoğunlukla devecilik ve koyunculukla uğraşan bedevî Arap kabileleriyle çöllerle çevrili vaha ve vadilerde yaşayıp ziraatla uğraşan yerleşik kabilelerin tanıdığı yegane içtimaî ve siyasî birlik kabile idi. Birbirine kan bağı ile bağlı olan ailelerden meydana gelen kabilelerin şeyhi (emir) tek söz sahibi


125 Erinç, “Küveyt”, s.36

126 Kurşun,”Necid”, s.491.


 

durumundaydı. Bazen kabileler arasında ittifak sağlanarak gevşek konfederasyonlar da oluşturulabilmekteydi. Coğrafyanın genişliğine rağmen iklim şartlarına göre ve hayvanlara mera bulmak maksadıyla ilk hareket eden bu kabilelerin birbirinin alanlarına geçmeleri anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol açıyordu. Zaman içinde bu çatışmalar hayatın bir parçası harekatlarla birbirini yağmalama geleneğine dönüştü.

 

Basra ve civarında yaşayan halkın önemli bir bölümü göçebe aşiret ve kabilelerden oluşuyordu.Yağma ve tecavüz hareketleriyle düzenin bozulmasına ve ticaretin sekteye uğramasına sebep olan bu aşiretlerin kontrolü oldukça zordu. Kırsak kesimde oturan halk hurma ve hububat tarımı ile uğraşırken şehirli ahâli ise daha çok ticaret ve zanaatla meşguldü. Ticaret ahâli için önemli bir geçim kaynağı olup, oldukça canlı idi. Körfezdeki balıkçılık ve inci avcılığı da ekonomik ve ticari hayatta önemli yer tutuyordu.127

 

İngiltere’nin göçebe aşiret şeyhlerini kandırarak siyasetine alet etmesi ve

kabileler arası mücadelelerde biri tutarak öbürünün gücünü ezmesi bu dönem siyasetinin önemli ve vazgeçilmez özelliğidir. Ayrıca İngiltere Basra bölgesini parça parça eline geçirip yayılma siyaseti gütmüştür. Bu konuda Mr. Dunn şunları söylemektedir:

 

“Maskat ile Umman’ı düşman Arap kabilelerine karşı sık sık korudukve sultanı eskiden Necid’e ödediği haraçtan kurtardık Büyük Biritanya, ülkelerini ilhak edip onları İngiliz bayrağının himayesi altında alınmış olaydılar , hem sultan hem de tebası sevinirdi. Sultan defalarca bize kanun ve asayiş namına,zengin inci yatakları bulunan Bahreyn’deki büyük adayı sahiplenmemizi teklif etmiştir. Böyle yapmasaydık tamamıyle haklı olurduk, öyle ya, eski şeyhi yerinden edip, yerine zor kullanılarak şimdiki şeyh İsa b. Ali’yi tahta oturtuk ve seleflerinin Necid Araplarına ödemekte oldukları yıllık haraçtan onu kurtarmış olduk İngiliz hükümeti adayı ilhak etmek istemedi ama onu himayemiz altına aldık ve şeyhe danışman tayin ettik söz konusu adanın boyu 25 mil, 10 milde eni var, güzel limanlara sahip, körfez için


127 David Hut, “XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Basra Gümrüğü”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S:3 (2000), s.122.


 

mükemmel bir üs, buna büyük bir ihtiyacımız var.”128 Burada dikkati çeken bir bölüm var ki, o da Padişahın Basra sahillerini İngiliz himayesine vermekte istekli olduğunu iddia ettiği bölümdür. Ele geçen belgelerden böylesine bir düşüncenin ne Padişahın ne de Osmanlı bürokratlarının düşünmediği ve vatanın bazı kısımlarını hiçbir surette başka bir devlete vermeyeceğidir. Dolayısıyla bu tez yanlış bir iddiadan öteye gidemez.

 

İran’ın Basra ve civarıyla ilgilenmeye başlaması da bölgede Şiî nüfûzunu arttırmıştır. 1890’larda ahalinin yaklaşık %30 Sünnî, %50 Şiî ve kalanı da Hıristiyan ve Musevî idi.

 

Aşiretlerin bulunduğu bölgede Osmanlı Devleti için önemli olan şüphesiz hac yolu güzergâhı idi. Devletin çok önem verdiği bu güzergâhta bulunan kabile aşiretler hakkında oldukça fazla bilgi bulunurken, diğer taraftaki kabileler hakkındaki bilgiler daha sınırlıdır. Arap Yarımadasında irili ufaklı binlerce kabile bulunmaktadır. Bunların birbirleriyle akrabalıkları vardır. Diğer taraftan söz konusu kabilelerin yeni ve yakın çağlara ait mahallî kaynakları ise genel olarak sözlü rivayetlere dayanmaktadır. Bu açıdan Osmanlı hakimiyetindeki alanlarda yaşayan bedevî Arap kabilelerin yegane yazılı ve resmi kaynaklarının Osmanlı belgelerinin olduğunu söylemek mümkündür.129

 

Bu aşiretlerden en önemlilerinden biri ise Acman Urbanı’dır. Orta Arabistan’da Ahsa ve Kuveyt arasında yaşayan Acman Aşireti de hakkında az belge bulunan kabilelerden biridir. 1299 yılına ait Bağdat Vilayeti Salnamelerinde Necid Livası dahilindeki aşiretler sayılırken Acman Aşiretleri en başta zikredilmektedir. Buna mukabil ertesi sene basılan salnamede Acman Aşireti söylenmekle kalınmamış, bu aşiretlerin fırkaları da sayılmıştır. Buna Acman Aşireti Âl-i Mahfûz, Âl-i Hubeyş, Âl-i Süleyman, Âl-i Hitlan, Âl-i Hitlan, Âl-i Mağbet, Âl-i Dağın, Âl-i Şamir, Âl-i Müflih, Âl-i Hadi, Âl-i Şevevle, Âl-i Marsa, Âl-i Marsa, Âl-i Yahyat,


128 Dunn, a.g.m.,s.303.

129 Zekeriya Kurşun, “Basra Körfezinde Bir Arap Aşireti Acman Urbanı (1820-1913)”, Belleten, C.LXIII, S: 236 (Nisan-1999), s.124.


 

Âl-i Ziz olmak üzere 13 fırkadan oluşmaktadır. Acman Aşireti ilk olarak Cemaziye’l-aher 1236 / Şubat 1820 tarihlerinde Mekke-i Mükerreme Muhafızı Ahmed Bey’in Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya yazdığı ve onun da İstanbul’a gönderdiği bir mektupta zikredilmektedir.130

 

Basra’nın stratejik merkezlerinde ise durum şu şekilde izah edilebilir. XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar dünyanın en tenha ve en fakir ülkelerinden biri olan Kuveyt, petrol yataklarının bulunmasıyla yükselen refah düzeyine paralel biçimde hızla değişip zenginleşmişti. Dolayısıyla tezimizin tarih sınırlandırması içinde Kuveyt fakir bir bölge idi. Ancak önemli bir stratejik bölgede olmasından dolayı kıymetli araziydi. İlk petrol imtiyazı 1936 yılında Anglo-Amerikan Kuwait Oil Ca. Şirketi’ne verilmiş, iki yıl sonrada petrol bulunmuş ve 1946’da ihracatına başlanmıştı.131 Kuveyt 1760’larda on bin kişinin yaşadığı bir alandı. Bu nüfus yaz aylarında sıcaklar yüzünden üç bine iniyordu. Halk balıkçılık ve inci toplayıcılığı ile geçiniyordu.

 

XVIII. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan Suûdi ayaklanmasına karşı

Kuveyt’i koruma bahanesiyle Basra’daki siyasî memurunu da buraya nakletti

(1820). Kuveyt halkı bu memuru Kuveyt’ten çıkarmaya çalıştı. İngiltere de memurunu Kuveyt Limanı girişindeki Feyleke Adası’na yerleştirerek (1821) bölgeyi yakından izlemeye başladı. 1831’lerde ise şehirde 4000 kişi yaşıyordu. Kuveyt ancak Midhat Paşa zamanında Osmanlı hakimiyetini benimsedi. 132

 

Kuveyt, Bağdat Demiryolu Projesinden dolayı da önem kazandı. Padişahın izni ile Kuveyt’e giden Bağdat Demiryolu Şirketi’nden bir heyeti kabul etmedi. İngiltere’nin destek ve kışkırtmalarıyla Necid Emirine karşı savaş açtı (1901). Osmanlılar 1901’de 4000 asker ve mühimmat yüklü Zuhaf adlı Osmanlı gemisini tehdit ederek, buranın İngiltere himayesinde bulunduğunu bildirdi. Gelişen bu gerginlik 11 Eylül 1901 yılında bir anlaşma ile son buldu. Buna göre; İngiltere


130 Kurşun, …Acman Urbanı, s.127.

131 Erinç, “Küveyt”, s.36.

132 Cevdet Küçük - Mustafa L. Bilge, “Küveyt”,C.XXVII, İA, TDV y., s.36.


 

Kuveyt’i işgal etmeyecek ve himayesine almayacaktı. Osmanlı Devleti de buraya asker göndermeyecekti. İngiltere’nin bu anlaşmaya dayanarak Kuveyt’e yerleşmesinden korkan padişah, Osmanlı Hakimiyetini göstermek için Basra’dan buraya bir resmî memur atadı. İngilizlerin karşı çıkmasına ve buraya konsolos atamasıyla karşılık buldu.133 Buradan da anlaşıldığı üzere XX. yüzyılın başında da hala Kuveyt’te İngiltere-Osmanlı siyasi çekişmesi sürüyor, doğal olarak da sosyal hayata etkisini aksettiriyordu.

 

İngilizler, aşiret reislerine (Sabah ailesine) para yardımında bulundular. İngilizler buraya kendi bayraklarını çektiler. Ayrıca bu bölgede petrol yataklarını da araştırıp işaretlediler ve II. Abdülhamid’den sonra da daha rahat hareket ettiler.

 

Lahsa bölgesinin sosyal hayatı da tıpkı Kuveyt’te benziyor. Ancak ayrılan özellikleri de var. Lahsa’nın hurma bahçeleri ve buğday ziraatına uygun verimli toprakları vardır. Bu dönemde de her ülkenin sahip olmak isteyeceği yerlerden birisini teşkil ediyordu. Lahsa’da da aşiret sistemi devam ediyordu.

 

Beni Halid kabilesi Osmanlı Devletine karşı çok defa itaat içinde olmuş ve Lahsa’yı ele geçirmek isteyenlerle mücadele etmiştir. Buna karşılık Osmanlı Devleti’de Beni Halid’le yumuşak bir siyaset içine girmiş ve reislerini hoş tutarak bağlılıklarını temin edip bölgenin yönetimi için kendilerinden yararlanılmıştır.134

 

XX. yüzyılın başında Lahsa’da çok sayıda asker bulunduğu ve Basra vilayeti tarafından bu bölgenin yakından kontrol edildiği görülmektedir. Çünkü bölgede devamlı surette İngiliz ajanları dolaşıyor ve durumlarından memnun olmayan kabile reislerini bularak onlarla hükümetleri adına himaye antlaşması yapmaya çalışıyorlardı.135

 

 

 


133 Cevdet Küçük - Mustafa L.Bilge, “Küveyt”, s.37.

134 Mustafa L Bilge, Lahsa”, C.XXVII, İA, TDV y., s.59.

135 Mustafa L. Bilge,” Lahsa”, s.60.


 

Geniş Necid coğrafyasında ise en eski göçebe Arap kabilelerinin yaşadığı mekânlar vardır. Hazerî adı verilen ve geniş vahalar boyunca yerleşik yahut yarı yerleşik hayatı benimseyen bazı Arap kabileleri vardır.136

 

Necid çöllerinde dolaşan, çoğunlukla devecilik ve koyunculukla uğraşan bedevî Arap kabileleriyle çöllerle çevrili vaha ve vadilerde yaşayıp, ziraatla uğraşan yerleşik kabilelerin tanıdığı yegane içtimaî ve siyasî birlik kabile idi. Birbirine kan bağı ile bağlı olan ailelerden meydana gelen kabilelerin şeyhi tek söz sahibi idi. Bazen kabileler arasında ittifak sağlanarak gevşek konfederasyonlar da oluşturulabilmekteydi. Coğrafyanın genişliğine rağmen iklim şartlarına göre hayvanlarına mera bulma maksadı ile hareket eden bu kabilelerin alanlarına geçmeleri anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol açıyordu. Zaman içerisinde bu çatışmalar hayatın bir parçası haline geldi ve “gazve” denilen askerî harekatlarla birbirini yağmalama geleneğine dönüştü.

 

Necid’de birçok Arap kabilesi bulunmakla beraber tarih boyunca varlıklarını sürdüren büyük kabileler veya kabile birliklerinin sayısı azdır. Mutayr, Ucmân, Mürre, Uteybe, Sebi, Şehûl, Devâsir, Harp, Aneze, bunların kolları Necid kabileleridir. Osmanlı valileri tarafından asker kaynağı olarak kullanılan bu kabilelerin arasından ön plana çıkanlara bazı imtiyazlar tanınmakta böylece devlet geleneğinin yayılması amaçlanmaktadır. Aslında Necid kabileleri modern anlamdaki bir devletle ilk defa Osmanlı döneminde karşılaşmıştır. Fakat keskin geleneklerin uzaklaştırılıp tebaa olarak itaatlerinin sağlanması zaman alacağından vergilerin vermeleri ve padişah adına hutbe okutmaları karşılığında Osmanlı Devleti bunların geleneksel idarelerinin devamına göz yumdu. Ancak aşırı hareketlerine de askeri tedbirler uygulamaktan geri durmadı. Zaman içerisinde önemli kabile şeyhlerinin tayinine müdahale edilerek veya tayin edilenlere unvanlar, hilatler verilerek devletin nüfuzunun yaygınlaşması sağlandı. Ortaçağlardan beri Mekke Şerifleri’nin nüfuzu altındaki Necid kabilelerinin statüsüne dokulmadı. Bağdat’a yakın olan, sürekli konar-göçer durumdaki kabileler Bağdat Eyaleti, bir kısmı da Lahsa Beylerbeyliği


136 Zekeriya Kurşun,”Necid”, C.XXXII, İA, TDV y., s.491.


 

aracılığı ile yönetildi. Böylece Necid içlerinden geçen Hac ve ticaret yollarının güvenliği sağlandı.

 

Bu yapı, XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren bölgede meydana gelen yeni akımlarla sarsıldı. Çoğunluğun Hanbelî mezhebini benimsediği Necid’de birçok din

âlimi  yetişmesine  rağmen  bölgede  İslamî  hayat  tam olarak  hakim olamadı.

Müslümanlıkla eski inançların karışımı bir dinî hayat geliştiren Necid ahâlisinin özellikle göçebe kısmı İslam’dan hayli uzaklaştı. Muhammed b. Abdülvehhâb Necid’de yeni bir dinî hareket başlattı.137

 

Bahreyn ise inci avcılığı yanında hayvancılıkla da uğraşan bir bölge idi.

kendine yetecek miktarda sebze ve bazı hububat türleri, hayvancılıkta keçi, koyun, ve sığır yetiştirmekteydi.138 Bahreyn Adası tarihin en işlek deniz yolu üzerinde önemli bir stratejik noktasında yer alması, sığ sularında kolaylıkla elde edilebilen kaliteli inci bulunması ayrıca zengin hurmalıklara sahip olması sebebi ile ilk devirlerden itibaren iskân edilmiş ve pek çok istilâya maruz kalmıştır.139

 

Basar Emlâk-ı Hümâyûn-ı dahilinde numune tarla projesi uygulamasına gidilerek Basra’da üretim ve buna bağlı yerleşimin yenileşmesine çalışılmıştır. Emlâk-ı Seniyye’nin üretimi çeşitlendirmek, ziraatı teşvik etmek ve bu sayede tarımdan elde edilen gelirleri arttırmak maksadıyla numune tarlalar oluşturulmuştur. Bu tarlalar sayesinde ziraatın nasıl yapılacağı Arazi-i Seniyye’de, ziraatın nasıl yapılacağı arazi-i çiftliklere öğretilecekti. Ayrıca çiftlikle uğraşanların göçebe aşiretler olması ve bu durumun doğal bir uzantısı olarak bunların tarıma dair ilgi ve bilgilerinin çok fazla bulunmayışı böyle bir projenin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Proje dahilinde, yeni ziraat metotlarının uygulanması, aynı zamanda çiftçilere öğretilmesi ve az masrafla daha çok ürün alınabilmesi gibi hususlar da yer almaktadır. Bu maksatla Ammare Seniyyesi’nin uygun yerinde 150 dönümlük alanda numune tarla oluşturulması hakkındaki irade çıktığı görülmektedir.burada yapılacak olan ekimle,


137 Zekeriya Kurşun, “Necid”, s.492.

138 Mustafa L Bilge, “Bahreyn”, C.IV, İA, TDV y., s.493.

139 Mustafa L. Bilge , a.g.mad., s.493.


 

toprağın ne kadar verimli olduğu tespit edilmek istenmekteydi. Basra Körfezine yakın oluşu, yazın sıcak ve kurak kışın ise sıkça yağmur yağması gibi nedenlerden dolayı Ammare Seniyye toprağı verimli bulunmuştur.140

 

Sadrazamlıktan    Dahiliye    Nezareti’ne    ve    oradan   da   Basra    vilayetine

gönderilen tezkere Basra Maârif-i Muhasebe memurlarından İbrahim Efendi,

Arabistan ve Kürdistan ahâlisinin Türkçe’yi tam olarak bilmediklerinden dolayı kanunları ve nizamnameleri anlayamadıkları, bu sebeple bu belgelerin Arapça ve Farsça tercümelerinin yapılması talebi, Şûra-yı Devlet’te görüşülmüş ve şimdilik münâsip görülmemiştir.141

 

Kuveyt ve Basra arasındaki mesafenin ne kadar olduğu ve zikr edilen

bölgelerde ne kadar hanenin mevcut olduğuna dair    bir belge sunmak istiyorum. Belge şu şekildedir:

19 Şaban 312

Sadrazam ve Yâver-i Ekrem

Dâhiliye Nezareti’nin, Meclis-i Vükelâ’da konuşulmak üzere Kuveyt ve Basra arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu, zikredilen bölgeler arasındaki köy ve kasabaların durumunu ve ahâlinin vaziyetinin ne olduğunu sorması üzerine Vali Nuri imzasıyla gönderilen belgeden şu bilgiler alınmıştır:

İki yer arasında, karadan üç günlük bir mesafe vardır. Bu mesafede yedi sekiz bin kadar ahâli meskûndur. Kuveyt kazasına bağlı köy ve kasaba olmamakla beraber, Kuveyt’ten dört beş saat mesafede bulunan el-Cezire isimli mevkide 15-20 hane mevcuttur.aynı yerde Mübarek Es-Sanbah’a ait bir kasr vardır. Basra Kazsı tarafından deniz yoluyla beş saatlik mesafede olan mevkide 130 çadırlık bir bedevi aşiretinin yazlık olarak kullandığı bir yer vardır. Altı saatlik mesafede ise birkaç yüz senedir ahâli yaşamadığından buralarda Osmanlı Memuru bulundurulmamaktadır. Kuveyt, öteden beri tam anlamıyla kontrol altına alınamamış olup, aşiret urban usulü üzerine idare olunmaktadır. Doğrudan doğruya hükümet tarafından idare edilmediğinden, kaymakamlık işleri, Âl-i Mübarek’ten Şeyh Abdullah’a verilmiştir.


140 Sert, a.g.e, 83-84.

141 DH.MKT 348/65 1312.Ş.29


 

Kuveyt’te birkaç sene bulundurulan karantina memuru, iki sene evvel kendi kendisine Basra’ya gelmiş, görevine de geri gitmemiştir. Üstelik bu durum kayıtlara dahî girmemiştir.18 Mart 318.142

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


142 DH. MKT, 467 38 1319.Z.23.


 

 

II.  BÖLÜM

 

 

 

OSMANLI’NIN BASRA POLİTİKASI

 

 

2.1.  MİDHAT PAŞA’NIN BAĞDAT VALİLİĞİ

 

 

Osmanlı Devleti Basra gibi önemli ve stratejik bir bölgeye valilik konusunda deneyimli ve Tuna valiliğiyle kendini göstermiş Midhat Paşa’yı buraya atamaya karar verdi. Midhat Paşa, Tuna valiliği sırasında bayındırlık ve iskân alanında ve aynı zamanda ekonomik anlamda Tuna’yı kalkındırmıştı. Dolayısıyla Bağdat valiliğinde de bir çok görev onu bekliyordu. Konumuz olan Basra, Bağdat’a bağlı bir mutasarrıflıktı. Dolayısıyla Midhat Paşa’nın icraatları Basra’yı da yakından alâkadar ediyordu.

 

Midhat Paşa, 1869 yılında Bağdat Valiliği’ne atandığında ilk olarak imâr ve inşâ faaliyetlerine girişmiştir. Özellikle Basra Limanı’nın bir miktar kulübe ile birkaç harap binadan başka bir şey olmayan görüntüsünün değişmesi de onun valiliği zamanın da olmuştur. 1870’den sonra kısa bir zaman içinde Basra

Limanı’nda kışla, hastahane, tersane vs. büyük binalarla beraber Şattü’l-Arap

üzerinde işlemekte olan İngiliz Vapurları ile rekabet etmek için, “İdare-i Nehriye” idaresi kurulmuştur. Ayrıca Basra’dan İstanbul’a seferler yapmak üzere, “Umman-ı Osmanî” adlı başka bir gemicilik idaresi tesis edilmiştir.143

 

Bağdat Valiliği üç yıl kadar süren Mithat Paşa idarî ve malî ıslahatlara girişerek, askere alma işlerini düzene sokmuştur. Ayrıca isyan ve muhalefet yapan kabileleri itaat altına almıştır. Arabistan Yarımadası, Necid, Kuveyt, Katar, Ahsa gibi bölgelerde yaptığı ıslahat hareketleri, bu bölgelerin Osmanlı idaresine yeniden


143 R. Hartman, “Basra” mad., C.II, İA, MEB y., s.326; Ali Haydar Mithat, Midhat Paşa’nın Hayat-ı Siyasiyesi, C.I, İstanbul-1325, s.89-104.


 

bağlanmasında çok etkili olmuştur.144 Ayrıca Midhat Paşa Bağdat’a vardığı sırada buraya bağlı Basra bölgesi aşiret mücadelelerinin geçtiği karışık sosyal ve kültürel yapıyı da hemen fark etmiştir. O sırada İngiltere buradaki başta vapur ticareti olmak üzere ticareti tekeline almış ve ekonomik olarak tek güç haline gelmişti. Basra bölgesine Osmanlı’nın merkezî otoritesi yansımadığından idare de aşiret reislerinin elinde idi ve aşiret reisleri de sürekli İngilizler tarafından çeşitli yollarla İngiliz nüfuzuna çekilmeye çalışılıyordu. Bölgede askerî garnizon göstermelik olarak bulunuyor; hatta bölge halkının çoğunluğu askerlik vazifesi yapmıyordu. Devlet burayı aşiret reislerini okşayarak, para vererek elinde tutuyordu. Kısacası sözde ve resmiyette Osmanlı’ya bağlı olan bu aşiretler gerçekte kendi içlerinde bağımsız ve Basra’da istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Zaman içerisinde çoğunluğu İngilizlerin politikalarına alet olarak İngiliz himayesini benimsemişler ve Osmanlı otoritesine kafa tutmuşlardır.

 

Midhat Paşa, böyle bir atmosferde bölgeye atandığında hem bozulan merkezi otoriteyi yeniden kurmaya çalışmış, hem de yönetimde ıslahatlar gerçekleştirmek istemiştir. İlk yaptığı icraatlardan birisi vergi toplanması ve vergi oranının belirlenmesindeki yönetmeliği değiştirmesidir. Buna göre ağaçların (eşcâr ) ve hurma ağaçlarının meyvelerinden alınan mürettebat-ı miriye her yıl takdir ve tahmin sureti ile toplanırken bu usulden vazgeçilerek arazi üzerinden dönüm başına sabit ücret uygulamasına geçilmiştir145.

 


Midhat Paşa, Basra Körfezi sahilinin kuzeydoğu kısmında (El-Ahsa) Osmanlı nüfuzunu tesis ederek, bir Necid Kazası meydana getirdi. Ancak gelirinin azlığı ve asker çıkaramaması yüzünden Midhat Paşa’dan sonra bu bölge ile ilişkiler resmi ölçüleri aşamamıştır. Fakat Yemen Bölgesindeki kadar olmamakla beraber İngilizlerin bu bölgede de kendilerini gösteriyorlardı. Midhat Paşa’nın valiliği sırasında Hindistan’daki İngiliz hükümeti tarafından tayin edilen İngiliz görevlilerin Bahreyn, Umman, ve Maskat taraflarından da aşiretleri kendi taraflarına çektikleri,

144 Yusuf Halaçoğlu, “Midhat Paşa’nın Necid ve Havalisi İle İlgili Birkaç Layihası”, İ.Ü.E.F.Tarih Enstitüsü Dergisi, S:3 (1973), s.149-176.

145 Midhat Paşa’nın Hatıraları Hayatım İbret Olsun - , Yay. Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, C.I, Temel y. , İstanbul-1997, s.121-122.


 

ancak Katar halkının buna karşı koyduğu görülüyor. Bu olay Midhat Paşa’nın Layihası’nda şöyle ifade edilmiştir:

“Kendilerinin (İngilizlerin) Bahreyn Ceziresine tayin etmiş oldukları Şeyh İsa içün birkaç seneden beri Katar’dan dokuz bin riyal kadar vergi almaya başlamış olduklarından, bu defa dahi işbu akçenin talebi için bir İngiliz gemisi gidip şeyhlerden akçeyi istediği zaman, ‘Biz bu sancağın altındayız. O sancak burada iken başkasını tanımayız’, diyerek ve Osmanlı sancağını göstererek cevap vermeleriyle geminin avdet ettiği haber alınmıştır.”146 Ancak Midhat Paşa’nın bu durumu Bağdat’taki İngiliz Konsolosluğu’ndan sormuşsa da, İngilizler bu olayı yalanlamışlardır. Buna rağmen Kuveyt’in Osmanlı idaresini kesin bir tarzda kabul etmekten imtina etmiş olduğu görülüyor.147

 

Midhat Paşa yine 1870 tarihli Bâb-ı Âlî’ye verdiği bir raporunda Basra bölgesi’nin özelde ise Bahreyn ve Maskat bölgelerinin durumunu şu şekilde özetlemiştir:

 

“Necid’in bir parçası olan Bahreyn’e İngilizler bir süreden beri müdahale etmektedirler. Ayrıca İngilizler uzun zamandır göz dikdikleri Maskat Emiri Azzan’ı da kandırarak orayı da kendi tasarruflarına almışlardır. Bir müddet öncede Bahreyn’e gelerek eski Bahreyn Şeyhi Muhammed b. Halife ve yeni Şeyh’i Muhammed b. Abdullah’ın İngiliz tabiiyetine geçmelerini istemişler; ancak onlardan olumlu sonuç alamamışlardır. Bunun üzerine onları tutuklayıp Bombay’a göndermişler ve yerine Şeyh İsa’yı tayin etmişlerdir. Diğer taraftan Necid Emirliği yüzünden aralarında düşmanlıklar bulunan Abdullah bin Faysal’ın devlet tarafından Kaymakam tayin edilmesi, kardeşi Suûd’un tepkisine neden olmuştur. O da Abdullah’ın düşmanı ve İngilizlerin taraftarlığı ile tanınan Maskat Şeyhi Azan ile ittifak kurmuştur. Abdullah bu ikisinden intikamını almak için harekete geçmiş, bu durum da yabancıların bölgeye müdahalelerine imkan tanımıştır. Nitekim Suûd ile

 

 


146 Halaçoğlu, “Mithat Paşa’nın Necid …”, s.157-158.

147 Adolf Grohman, “Küveyt”mad., C.VI,İA, MEB y., S.1131.


 

Azan İngilizlerin desteği ile Abdullah’a karşı faaliyete geçtikleri gibi altı parça

İngiliz gemisi de Ahsa sahillerine gönderilmiştir.”148

 

 

1870 yılı sonbaharında bölgenin durumunu öğrenmek için Katif, Bahreyn, Katar ve Maskat taraflarına tüccar kılığında bir takım görevliler göndermiştir. Giden bu görevliler, buradaki şeyhler ve ahâli ile görüşerek bölgenin durumunu öğrenmeye çalışmışlardır. Döndüklerinde takdim ettikleri raporlarında, İngilizler’in Suud’u desteklemeleri, Bahreyn’e yaptıkları müdahaleler hakkında daha önce edinilmiş bilgilerin doğruluğunu teyit ettikleri gibi, pek çok yeni bilgiler de eklemişlerdir. Buna göre; “İngilizlerin müdahalesi sebebi ile Bahreyn’de emir ailesi içinde şiddetli kavgalar başlamıştır. Hatta İngilizlerin baskısına dayanamayan Şeyh Muhammed, Kuveyt taraflarına, Şeyh Nasır el- Mübarek de Necid’te Beni Hacir Aşireti’nin bulunduğu yerlere iltica etmek zorunda kalmışlardır. Bu arada İngilizlerin Necid Kaymakamı Abdullah b. Faysal’a ödemek zorunda olduğu vergiyi ödememesi için yeni Bahreyn Şeyhini de uyardıkları öğrenilmiştir”.149

 


 

dolayı


Midhat Paşa, Basra ve havalisinin kötü ve tehlikeli havasının bulunmasından

şehri Şattü’l-Arab kıyısına taşınmasını sağlamıştır. Şehri hükümet konağı


hastane, camii, mektep v.s. devlet binalarını yaptırarak yeniden inşâ ettirmiştir. Midhat Paşa zamanında bedevîlerin yaşadığı Müntefik Sancağı diğer vilayetler gibi şehir ve kasabaları bulunmayan ismen sancak olan bir coğrafya olmaktan çıkmıştır. Paşa, görevlendirdiği Nasır Paşa vasıtasıyla Nâsırîyye Kasabası’nı kurdurmuştur. Kasabaya hükümet binası, kışla, mektep, camii, dükkan yapılarak yerleşime açılmış, bedevîler medenileştirilmek istenmiştir150. Yine Midhat Paşa zamanında Kuveyt

şeyhi ile de görüşmeler yapılarak buranın Osmanlı’ya bağlılığı sağlanmış ve

İngilizlerin burayı nüfuz bölgelerine çekme çabalarının önüne geçilmek istenmiştir. Midhat Paşa’nın diğer bir icraatı da Cezayir setleri diye anılan Fırat ve Dicle sularının taşmasını önleyen bu yapıların onarımının yapılmış olmasıdır151.


148 Zekeriya Kurşun, Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi, TTK y., Ankara-2004, s.41.

149 Kurşun, Basra Körfezi’nde ,s.42.

150 Midhat Paşa’nın Hatıraları, s.124.

151 Midhat Paşa’nın Hatıraları, s.145.


 

Midhat Paşa bedevî aşiretlerin meydana getirdiği asayişsizliğin önlenmesi içinde büyük gayretler sarf etmiştir. Midhat Paşa’nın esas arzusu Basra Körfezi ve Arap yarımadasında yaygınlaşmaya başlayan İngiliz nüfuzunu önlemekti. Arap yarımadasının denetim altına alınmasını Bağdat’ın siyasî ve ekonomik yönden güçlendirilmese bağlı olduğuna inanan Midhat Paşa, burada hızlı bir ıslahat hareketine girişti. Akabinde de 1866’dan beri Kuveyt’te sürdürülen ve Basra’ya bağlanmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin oradaki nominal nüfuzunu gerçek hakimiyetine dönüştürmek faaliyetini de hızlandırmıştır. Bu gayretinin temelinde çeşitli sebepler dolayı uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan Basra Körfezi’nden Kuveyt’ten Maskat’a kadar hatta bütün Arap yarımadasında devletin doğrudan nüfuzunu kurulmasını isteği yatmaktadır. Nitekim Mithat Paşa Kuveyt meselesi hakkında Bâb-ı Âlî’ye gönderdiği bir layihasında Kuveyt’in öneminden bahsederek İngilizlerin Bahreyn üzerinde nüfuz kurduklarını şimdi sıranın Bahreyn ile Kuveyt arasındaki Ahsa ve Katif sahillerine geldiğini bunu da Kuveyt’in işgali ile neticelenebileceğini bildirmiştir. Bu yüzden orada tesis edilecek idarenin son derece önemli olduğunu söyleyen Midhat Paşa böylece Ahsa’nın korunabileceği gibi Bahreyn’in de elde edilebileceğini hatırlatmıştır.

 

Midhat Paşa bu fikirleri doğrultusunda önce Kuveyt’teki Âl-i Sabah ailesini celp ederek onların Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde bulunmalarının önemine ikna etmiş ve Kuveyt şeyhini kaymakam olarak tayin etmiştir. Akabinde Basra tersanesini de bir düzene sokan Paşa, artık Necid ve Ahsa’da devletin mutlak kontrolünün sağlanabileceğine kanaat getirmiştir.

 

Kuveyt 1869’da Basra’ya bağlanmak suretiyle Osmanlı Devletine bağlanmıştır. Bunda amaç Kuveyt’ten Maskat’a kadar bölgede Osmanlı nüfuzunu sağlamaktı. Kuveyt meselesi hakkında Bâb-ı Âlî’ye detaylıca bir rapor sundu. İngilizlerin Bahreyn üzerinde nüfuz kurduklarını, bundan sonra İngilizlerin sahil şeridinde yayılarak Ahsa ve Katif sahillerini ele geçirmeye çalıştıklarını burayı aldıktan  sonrada  Kuveyt’e  geçeceklerini  Osmanlı  Devleti’ne  bildirmiştir.152


152 Kurşun, Basra Körfezi’nde…”., s. 43.


 

Kuveyt’teki idare binalarına ve gemilere Osmanlı sancağı’nın çekilmiş olması, uzun zamandır Osmanlı Devleti’nin bölge politikasında sürmekte olan zaafının yavaş yavaş değişmekte olduğunun bir işareti sayılabilir.

 

Midhat Paşa 1871’de Acman Muharebesi ile Ahsa’da kabile aşiretlerin devlete bağlamıştır. Midhat Paşa bu seferin sonuçlarını şu şekilde İstanbul’a rapor etmiştir: “… Nafis Paşa ve yanındaki diğer subay ve emirlerin gayretleri ile Ahsa’daki askerin rahat ve huzurları yerindedir. Özellikle son günlerde Suud bin Faysal ile birlikte askerlere mukavemet eden yedi sekiz binden fazla Acman ve Murra Urbanı’na karşı iğneli tüfekli iki tabur asker gönderilmiştir. Bunlar muharebe meydanında eşkıyanın beş altı yüzünü katletmiş ve pek çoğunu da yaralı olarak firar ettirmiştir. Buna mukabil askerler sadece iki şehit vermiş ve yedi sekiz kişide yaralanmıştır. Acman ve Murra aşiretlerinden aşırı biraz olmuş ve pek çok hasara uğramış bölgenin yerleşik ahalisi de bu muvaffakiyette oldukça memnun olmuşlardır”153.

 

Midhat Paşa yine valiliği sırasında İstanbul’a bu bölgeye demiryolu döşenmesi için teklifte bulunmuştur. Mezopotamya kıtasının devlet içindeki geleceği bakımından hayati öneme sahip olduğunu savunulmaktaydı. Paşa’ya göre, Süveyş’in kapadığı ticaret imkanı Bağdat ve Basra sayesinde gene imparatorluğun eline geçebilirdi. Bu nedenle 1871’de çıkarılan bir irade ile Bağdat ve başkent arasından bağlantı kurulmasını sağlayacak bir demiryolunun proje hazırlığı emrediliyordu. Bu iş için hükümet 1872 yılında Wilhelm von Presse adlı Avusturyalı bir mühendis’i İstanbul’a çağırttı. Presse, 2000 kilometre aşan bir proje hazırladı. Ancak Osmanlı Devleti’nin bunu sağlayacak malî gücü yoktu.154

 

 

 

 

 

 

 

 


153 Kurşun, “… Acman Urbanı, s.138.

154 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğundan Alman Nüfuzu, Akım y., İstanbul-2006, s.112


 

 

2.2.  93 HARBİ

 

2.2.1.  Savaşın Sebepleri

 

Rusya, “Panslavizm Politikası”nın gereği olarak sürekli Balkan devletlerinin iç işlerine karışıyordu. Ayrıca Rusya “Islahat Fermanı”nı bahane ederek yanına Fransa’yı da almış ve Osmanlı Devleti’nin azınlıklarına daha fazla hak verilmesi için taleplerde bulunmuştur. İngiltere’de bu sırada Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması yolunda politika güdüyordu.155

 

Rusya, Osmanlı Devleti’nin üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için şu üç yolu izliyordu;

 

1)      Harp yolu ile Türk topraklarını Rus İmparatorluğuna katmak,

2)      Aksi takdirde, alakalı Avrupa devletleriyle paylaşmak,

3)      Türk toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan unsurların muhtar veya yarı muhtar devletler haline getirip bunları kendi hakimiyeti altına almak.156

 

1856 Paris Antlaşması ilk iki yolu kapattığı için Rusya’ya sonuncu alternatif kalıyordu. Rusya, Balkanlardaki karışıklıkların sebebi kendisi değilmiş gibi sürekli Osmanlı’nın gerekli ıslahatları yapmamış olmasını gerekçe gösteriyordu. Avrupa devletleri nezdinde girişimlerde bulunarak, Osmanlı Devleti’nin Paris Antlaşmasında verdiği ıslahat sözlerinin gerçekleşmesi konusunda baskı yapılmasını istiyordu Balkanlarda Eflâk - Boğdan’ın birleştirilmesi ve bağımsız Romanya’nın kurulmasını, Sırbistan’ın istiklâle kavuşturulmasını istemekteydi. Bu sebeple Sırbistan isyanlarını hem başlattı, hem de destekledi.157

 

Avrupa’da ise Almanya ile İtalya’nın millî birliklerini tamamlamasından dolayı karışık bir dönem hakimdi. Dönemin havasını ve Rusya ile savaş isteyenlerin


155 Mehmet Saray, Türk-Rus Münasebetleri’nin Bir Analizi, MEB y., İstanbul-1998, s.134-135.

156 Saray,a.g.e, s.137.

157 Enver Z. Karal, Osmanlı Tarihi.,C.VI, TTK y., Ankara-1983, s.15.


 

tutumunu belirtmesi açısından II. Abdülhamid’in şu sözlerini burada belirtmekte fayda vardır;

 

“Devletin başında büyük gaileler vardı.Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydik. Ruslar savaş açmak üzereydi. Tersanede toplanan yabancı devletler, Ruslarla birlik olmuş, Sırbistan ve Karadağ’a toprak verilmesini, Bulgaristan’a muhtariyet adı altında istiklal tanınmasını istiyorlardı.Girit karışıktı. İstanbul bile her gün yeni bir karışıklığa sahne oluyordu.Mithat Paşa takımının Fatih ve Beyazıt medreselerinde ayaklandırdığı çömezler, saray kapısına kadar geliyor ve yaşasın Kanun-i Esasi, yaşasın Midhat Paşa’ diye bağırıyorlardı.Kanun-i Esasi çıktığına ve Midhat Paşa sadrazam olduğuna göre bunlara ne gerek vardı ? …Her gün yeni bir fitne, ortalığı alt üst etmekteydi”158

 

Savaş öncesinde Almanya, Avusturya ve Rusya arasında aracı olarak anlaşma yapılmasını sağladı.Buna göre 15 Ocak 1876’da diplomatik görüşmeleri başlattı. Bu anlaşma daha önce sözle ifade edilen Reichstand Anlaşması’nın yazılı hale getirildiği, aradaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulduğu bir belge idi. Böylece Rusya harp halinde Avusturya’nın tarafsızlığını temin ediyor ve ikmal işleri için Galiçya’dan da faydalanıyordu. Harp sonunda Bosna (Hersek, Yenipazar müstesna) Avusturya’ya ait olacaktı. Baserabya bu sırada Eflak ve Boğdan’a (Romanya) aitti.159

 

Rusya’nın İstanbul Büyük Elçisi İgnatiyef ile Lonra Elçisi Şuvakoff’un çalışmaları neticesinde, İngiltere mualefetine rağmen Avrupa devletlerinin bir araya tekrar gelmesi sağlandı. Islahat konusunda Osmanlı Devletine baskı yapılacaktı. 31 Mart 1877’de Londra Protokolü’nü devletler imza ettiler. Buna göre;

 

“ Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan halk için vaat ettiği ıslahatları yerine getirmesi ve bu suretle Avrupa barışının korunması isteniyordu. Altı devlet, Bab-ı Ali’nin kendi iradesi ile Bosna-Hersek ve Bulgaristan için evvelce kabul etmiş


158 Abdülhamid’in Hatıra Defteri, çev.İsmet Bozdağ, Pınar y.,İstanbul-1986, s.39-40.

159 Karal, a.g.e., s.137-138.


 

olduğu ıslahatın tatbik edilmesini görmek istediklerini belirttikten sonra, Sırbistan ile yapılan barışı tanıdıklarını böyle bir barışın lehinde hudut taksimi yapılmak suretiyle Karadağ ile de akd edilmesini lüzumlu görmediklerini ve Osmanlı ordusunun, güvenliğinin korunmasından fazla olan miktarının silahsızlandırılmasını

tespit    etmişlerdir.    Bundan    başka    yapılacak    ıslahatın    İstanbul’daki    elçileri

vasıtasıyla kontrol edileceğini de protokole eklenmişlerdi.”

 

Savaş öncesinde Rusya, Bosna-Hersek’e bağlı Nikşiç Kazasının, Karadağ’a verilmesini istedi. Bu bölgenin halkının tamamına yakını Ortodoks’tu ve Slav’dı.160 Londra Protokolü Osmanlı Devleti tarafından, içeriğinin gerek Paris Antlaşmasına gerekse Kanun-ı Esasi’ye aykırı olmasından dolayı reddetmiştir.  (12 Nisan 1877)

Çünkü    Osmanlı    Devleti    hem    görüşmeye     çağrılmamış     hem    de    devletin

bağımsızlığına ve yürütme yetkisine müdahale edilmişti.

 

 

Osmanlı Devleti’nin bu teklif karşısındaki tutumunu Yılmaz Öztuna şöyle değerlendiriyor;

 

“Sadrazam İbrahim Ethem Paşa, çok makûl olan Çar’ın son teklifini de red etti. Zirâ tabî bir prensliğe bile bir kazanın terk edilmesi (Nikşiç) henüz ilân edilen Kanun-ı Esasiye mugayir görülmüştü. Böylesine sorumsuz bir cevap, Osmanlı için büyük bir felaket oldu. Hıristiyan, Türk’e düşman ve asi bir halkla meskûn yoksul bir kazanın, esasen Osmanlı Devleti’nin bir parçasını teşkil eden Karadağ’a verilmemesi için Türk Milleti’nin göze alması icap eden bir fedakârlıklar sonsuzdu ve Türkiye çapında büyüktü….

 

Rusya savaşı kazanırsa Osmanlı’ya felaketti. Rusya savaşı kaybetse de

felaketti. Neden ? büyük devletler ittifakla bir Hıristiyan toprağını bir Müslüman

devlete vermemek hususunda azimli bir tutum sergiliyordu. Zaferle bitse dahi Osmanlı’nın savaşta kazanç edinmesi mevzu bahis olamazdı.”161

 


160 Şahin Turhan, Öncesiyle Sonrasıyla 93 Harbi, Kültür Turizm Bakanlığı y., Ankara-1988, s.36-37.

161 Yılmaz Öztuna, Rumelini Kaybımız, Ötügen y., İstanbul-1990, s.31.


 

Rusya Prens Karçakof aracılığı ile 19 Nisan 1877 tarihinde Avrupa’ya, Osmanlı Devletine savaş ilan edildiğini duyurdu. Savaşın sebepleri ise şöyle izah ediliyordu:

 

“Bâb-ı Âlî, Avrupa’nın nasihatlerine saygı göstermemiştir. Hıristiyanların durumunu düzeltmek hususunda kendisine tavsiye edilmiş olan tedbirleri yerine getireceğine dair artık kendisine emniyet ve itimat gösterilemez. Balkanlar’daki devamlı karışıklık güveni bozmuş ve Rusya’nın menfaatlerini sarsmıştır. Bu sebeple Rusya, Avrupa tarafından da takdir edileceğine emin olarak Bâb-ı Âlî’ye karşı harp açmıştır.”162

 

Rusya’nın Avrupa’ya bildirdiği savaş kararına İngiltere 2 Mayıs 1877


tarihinde cevap verdi. Rusya’nın hareketini onaylamayarak Mayıs’ta da Rusya’ya bir nota göndererek şu hususları bildirdi:


protesto ediyordu. 6


 

1-                 İngiltere, savaş karşısında tarafsızlığını ilân etmiştir. Kendisinden yardım beklenmemesini de Osmanlı Devleti’ne bildirmiştir.

2-                 İngiltere, Hindistan ile dünya ticaretinin güvenliği için gerekli olan Süveyş Kanalı’na hiçbir zarar verilmemesini savaşan taraflardan ister

3-                 İngiltere,İstanbul    şehrinin    şimdiki    sahibinden    başkasının    eline geçmesine kayıtsız kalamaz

4-                 İstanbul ve Çanakkale Boğazları bugünkü rejimini hiçbir şekilde değiştiremez


5-                 İngiltere’nin Basra Körfezi’nde korumaya mecbur olduğu vardır.


çıkarları


6-                 İngiltere Bulgaristan işgal edilecek olursa, bunun geçici olacağı hususunda Çar’ın vermiş olduğu teminatı tekrar hatırlatır.

7-                 İngiltere, savaş karşısında tarafsızlığını bu şartlara bağlı olarak sürdürecektir.163

 


162 Karal, a.g.e.,s.41.

163 Fahir Armaoğlu,19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), TTK y., Ankara-2003,s.517.


 

Savaş Osmanlı için başından sonuna kadar felaketlerle başlayıp bitecektir. Savaş sonrasında Ayestefanos Antlaşması imzalanacak Osmanlı çok ağır bir bedel ödeyecektir. Durum bu hale gelince Avrupalı devletler araya girecek, savaşın sonucunu Berlin’de yeni bir antlaşmayla belirleme kararı ortaya çıkacaktır.Berlin Antlaşması öncesi Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında gizli bir anlaşma imzalanmış ve Kıbrıs’ın İngilizler tarafından geçici olarak el konulması kararlaştırılmıştır.164

 

2.2.2.  Savaşın Sonuçları ve Berlin Antlaşması

 

93    Harbi,    XIX.   yüzyılın    siyasî    coğrafyasını    çizen    dört   hadiseden sonuncusudur. Bu hadiseler şöyle özetlenebilir;

1- 1815 Viyana Kongresi ( Şark Meselesi- Osmanlı ile ilgili) 2-1856 Paris Antlaşması ( Osmanlı ile ilgili)

3- 1871 Versailles Antlaşması ( Almanya’nın kuruluşu ile alakalı)

4- 1878 Berlin Antlaşması (Osmanlı ile alâkalı)165.

 

 

93 Harbi Osmanlı Devleti’nin siyasal olarak dağılma dönemine girdiğini gösteriyor. Öztuna, 1699 Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı’yı Avrupa’dan tavsiye eden ikinci büyük antlaşma olarak niteliyor. Yine Öztuna, 93 Harbi sonrasında Avrupa’da kaybettiğimiz toprak ve nüfuz sayısını şöyle veriyor:

 

-  Dobruca Sancağı ilâvesi ile Romanya 135.156 kilometre kare / 5.300.000 nüfus

-  Niş Sancağı ilavesi ile Sırbistan 45.427 kilometre kare / 1.564.000 nüfus

-Yunanistan’a bırakılan yerler ve Teselya 13.488 kilometre kare/ 340.000 nüfus

-  Rusya’ya bırakılan Güney Moldova ( Bucak)33.800 kilometre kare / 800.000 nüfus TOPLAM: 237.298 kilometre kilometre kare / 8.184.000 nüfus

- Dolaylı kaybettiklerimiz; Bosna, Hersek, Yenipazar (Avusturalya),Kıbrız ve Mısır ( İngiltere),Tunus (Fransa), Bulgaristan, Kars-Artvin civarı, Kotur (İran).166


164 Karal, a.g.e, s.70-71.

165 Öztuna, a.g.e, s.58.


 

 

Fahir Armaoğlu Berlin sonrasını şu şekilde özetlemiştir:

“Berlin Antlaşması her şeyi ile Osmanlı Devleti’ni kurban etmesine rağmen, yine de dengesizlik oluşturdu. 1878’den sonra sade Avrupa ve Balkanlar değil dünya’nın diğer bölgeleri de devletler arasında cereyan eden mücadelelerin kaynağını, bu dengesizlikte aramalıdır. Keza I. Dünya savaşına varan gelişmelerin kaynağını da Berlin Antlaşması’nın kurduğu dengesizlik düzeninde görmek gerçekçi bir analiz olacaktır.”167

 

Berlin Antlaşması ile Osmanlı-İngiliz ilişkileri de yeni bir döneme girmiştir. Yıllardır “Osmanlı toprak bütünlüğünü” savunan İngiltere artık “parçala, parçalarına sahip ol politikası güdecektir. Yani kendi için önemli olan stratejik Osmanlı

topraklarına bizzat kendisi yerleşmek isteyecektir. 1878’de Kıbrıs’a, 1882’de

Mısır’a yerleştiği gibi.

 

 

İngiltere 93 Harbi’nde Osmanlı devlet adamlarının hayalini kurduğu desteği

verememiştir. Berlin sonrasında İngiltere artık Rusya’nın güneye sarkıp      İngiliz

toprağını tehdit etmesini, Osmanlı vasıtasıyla önleyemeyeceğini düşünüyordu. Bunun önüne geçmenin bir yolu stratejik bölgeleri almaksa diğeri de doğuda Ermenileri kullanmaktı. Doğuda Ermeni Devleti, özerk bir bölge, Rus yayılışına bir set çekebilirdi. Çünkü Ruslar sadece İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan değil İran üzerinden güneye doğru Basra’ya da uzanmaya çalışıyorlardı.

 

Almanya ve Rusya arasındaki münasebetlerde bozulmuştur. “Dürüst aracı” rolünü üstlenerek Rusya’ya güvenceler veren Bismarch kongrede ve antlaşma sırasında Rusya’yı hayal kırıklığına uğratmıştır. Avusturya ile yakınlaşmayı Almanlar kendi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır. Rusya her konuda kayıplara

uğradığı    Berlin’de    Panslavizm     Politikası    yönünden    de    darbe    almışlardır.

Panslavistler “biz buraya ümitlerimizin cenaze törenini yapmak için toplanmışız”

 


166 Öztuna, a.g.e., s.64.; Armaoğlu bu sayıyı 287.510 kilometre kare olarak veriyor.

167 Armaoğlu, a.g.e, s.529.


 

diyordu. Çünkü Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan artık eskisi kadar ateşli Rusya taraflısı değildi.168

 

Berlin Antlaşmasından sonra gelişen en önemli hadiselerden biri de Osmanlı- Alman yakınlaşmasıdır. 1881 yılında Almanya’nın ileri gelen askerlerinden Baron Von der Goltz’un başkanlığında bir askeri heyet İstanbul’a geldi. “Goltz Paşa” tam on iki yıl Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemeye çalıştı. Bu arada Osmanlı askerleriyle birlikte Alman banker ve tüccarları da Osmanlı Devletine gelmişlerdir. Deutche Bank’ın bir şubesi de İstanbul’a açıldı. II. Wilhelm, 1889’da ilk kez, 1889’da ilk kez, 1898’de ikinci kez İstanbul’a geldi. Wilhelm Osmanlı Devleti ile yakınlaşmayı doğru bulmuştur. Bismakch ise, tam zıddı görüşten asla vazgeçmemiştir. Almanya’nın Osmanlı Devleti ile yakınlaşmasının sebepleri kısaca şöyle özetlenebilir;

 

-          Almanya, İngiltere’ye karşı Osmanlı’ya yakınlaşmıştır.

-          Demiryolları imtiyazını Osmanlı Devleti’nden almak istemiştir.

-          Ortodoks tebaasının koruyuculuğunu Osmanlı’dan almak istemiştir.

-          Hepsinden önemlisi doğuda sömürgeler arayan Almanya Müslümanların sempatisini kazanmak için Osmanlı Devleti’nin halifelik makamını kullanmak istemiştir.169

 

Diğer bir değinilmesi gereken konuda yine Afrika kıtasında bulunan Osmanlı toprağı Tunus meselesidir. Uzun zamandan beri Fransa ve İtalya’nın almak istediği Tunus meselesidir. Berlin sonrasında İngiltere Fransa’ya sus payı olarak Tunus’u almasına ses çıkarmamıştır. Eğer elinden gelse idi, İngiltere bu bölgeyi kendi alacaktı ancak iki devletle karşı karşıya gelmektense güçlü olana burayı vererek Basra’da bulunan gücünü koruma altına almıştır.

 

Osmanlı Tunus hakimiyetini 23 Ekim 1871’de bir fermanla teyit ettirmişti. Buna göre Tunus Beyliği, Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacak, idaresi beylik olarak


168 Armaoğlu, a.g.e, s.531.

169 Oral Sander, Siyasi Tarih, İmge y.,İstanbul-2005, s. 318-320


 

kalacak, buna karşılık Tunus Beyliği de padişaha hutbe okutacak, tuğrada padişah ismi olacak, Osmanlı Devleti istediği zamanda para ve asker gönderecek, işlerinde de serbest olacaktı.170 12 Mart 1881’de “Bardo Antlaşması” ile Tunus Fransa’ya bağlandı.

 

Osmanlı Devleti’nin tezimizin konusu olan Kronolojik zaman dilimi düşünüldüğünde, Basra Politikası başta olmak üzere bütün II.Abdülhamid dönemindeki icraatlarına damgasını vuran bu savaş anlatılmadan Osmanlı döneminin bu tarihi kesitinin anlaşılması mümkün değildir. Bu savaşın kaybedilmesi

II. Abdülhamid’e 32 yıllık saltanatı boyunca rehber olmuş, ülkenin her tarafını demiryolu ve telgraf şebekesi ile döşenmesini sağlamış elde kalan vatanın toprağını korumak için bir çok icraatları da beraberinde getirmiştir.

 

 

2.3.  OSMANLI-İNGİLİZ MÜCADELESİ

 

İngiltere yayılmak ve egemen olmak istediği Basra ve Kızıldeniz coğrafyasında kendisine nüfus alanları oluşturmakla işe başladı bunun içinde bölgede yerli egemen güç olan aşiretleri seçti. Aşiretlere görüşme ve ticari ilişkilerle yakınlaşmaya başlamışlardı. Süveyş Kanalı’nın açılmasına müteakip İngilizlerin Aden ve Yemen’deki faaliyetleri de arttırmıştır. İlk defa 1873 tarihinde Bâb-ı Âlî ile İngiltere hükümeti arasında teati edilen yazışmalarda İngiltere’nin bölgede şeyhlerin Osmanlı hakimiyetini tanımayarak İngilizlere tabi olmak istediklerini Osmanlı Devleti’ne iletmiştir. İngiliz aşiret şeyhlerini kendi çıkarları doğrultusunda kazanmak için bazı metotlar uygulamışlardır. Onları yıldırmak bazen para desteği ile toprakların kontrolünü sağlamak, aşiretlere silah yardımında bulunarak onları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak gibi usullere baş vuruyorlardı. Hatta İngiltere Aden’e komşu bölgelerde ( bil-hassa Nevahi-i Tisa bölgesinde) binalar inşa ederek bunların askerle doldurulması işini yürütmekteydi. Ayrıca Osmanlı hükümeti, İngiltere’den bir şimendifer hattı inşası yolunda bazı rivayetlerin aslını sorduğunda kaçamak cevaplar alabiliyordu.


170 Rıfkı Burçak, Siyasi Tarih, Gazi Üniversitesi , İ.İ.B.F, Ankara-1984.


 

İngilizlerin bu politikası bölgede Osmanlı hakimiyeti devam ettikçe her zaman için sürdürülmüş bir politikadır. Örnek olması açısından 5 Şubat 319 tarihli bir Osmanlı belgesinden bir hadiseyi burada zikredelim: Necid sahillerinde günden güne kazanılan ehemmiyet Necid Şeyhlerinden olup, Küveyt’te ikamet eden İbn-i Reşid Aşireti’ne geçen Abdülaziz el-Faysal’ın pederi Abdurrahman el-Faysal’ın İngilizler tarafından tahrik ve teşvikiyle Katif ve civarını zabt edip idarede Küveyt gibi müstakil müstakil bir hükümet tesis ederek Mübarek el-Sabah’a benzemeye çalıştığı, bazı para kaynaklarını istila ettiği, Zehaf’tan gönderilmesi gereken tabur ve bölüğü hareket ettirtmeyerek para meselesine dair Bahriye Nezareti’nden alınan telgrafnamede 315 senesinden kalan paradan seksen bin ödenmedikçe Zehaf Vapurunu hareket ettirmeyeceğini, ancak bunun mümkün olmadığının bildirildiği, kendisinin de para koparmak maksadıyla Basra Bahriye Komadorunu gaflete düşürüp askerin geciktirilmesine sebep olduğu, Faysal asker oraya varmadan vardığında fenalık ortaya çıkacağı bundan dolayı kumandanın mesuliyet kabul etmediğine dair telgraf takdim edildi ne yapılması gerektiğine dair Bahriye nezaretine Basra Valiliğince yazılan telgraftır. Telgrafın sonunda adı geçen vapurun Katif civarına sevk olunacak askerin nakil eylemek üzere acele hareket ettirilmesi lüzumu Bahriye Nezaretine soruluyor ve emrin yazılı olarak valiliğe gönderilmesi isteniyor.171 Büyük bir ihtimal ile Basra Tersanesi’nin durumu valiliğe bildirmesi ile olay sadarete iletilmiştir. Buradan da anlaşıldığı üzere İngiliz destekli bir aşiret şeyhi Faysal’ın ayaklanması ve kendisine ödenen yıllık akçeden içerde kalan devletten alacağını bahane ederek müstakil bir bölge kurmak istediği ve bunu Kuveyt’in yarı bağımsızlık kazanma hareketinden etkilenerek yaptığını bildiriyor.

 

İngilizlerin Arap aşiretlerini kullanarak yine bölgede bağımsız ve zayıf özerk yerel yönetimler kurmak istediğine dair iki farklı örnek belge daha burada söz etmek ve konumuzu pekiştirmek istiyorum. Birinci Arşiv belgesi kısaca şöyle özetlenebilir: 3 Şubat sene 315’de Basra Valiliği’nden Sadarete (Padişaha) sunulan tezkerede İngilizlerin Kuveyt’te Mübarek el-Sabah’ı elde etmeye çalıştığı, Osmanlının ise duruma müdahale ederek Sabah’ı Osmanlı tarafına çekmek için


171 BOA, DH. MKT. 2592 34 1319 Za 15.


 

‘Mir-i Miran’ rütbesi verdiği açıklanmış ve bunun yanında bir nişan ve taltifini ve senelik verilen, kesilen 280 tonito hurmanın geri verildiğine dair durum bildirilmiştir. Mübareğin bu isteği yerine getirilmiş, böylece Mübarek’in İngilizler tarafına geçmesi engellenmeye çalışılmıştır.172 Osmanlı’nın yapılan ayaklanmalarda aşiret şeyhlerine karşı askeri müdahaleden çok rütbe vermek, yıllık aylık bağlamak ve bölgeye yöneticileri ile uzlaşma aramak gibi bir politika güttüğü görülüyor. Bunda şüphesiz İngiliz destekli bu ayaklanmalara Osmanlı’nın gücünün yetmediği ve mesafenin uzunluğu sebepleri etkendir.

 

İkinci belgemiz ise 8 Mart sene 321 tarihli Bahreyn’deki aşiret şeyhinin yine İngiliz baskısı ile düştüğü durumunu anlatan bir belgedir. Bahreyn Şeyhi’nin oğlu ve Naibinin İngiliz vapurlarıyla bölgeye gönderilen İngiliz memurlar tarafından tutuklanıp hapis edildiği mallarına el konulduğuna dair Basra Altıncı Ordu Kumandanlığından sadarete gönderilen maruz kaydıdır. Ayrıca belgede Kuveyt şeyhine bu tutuklanan şahısların gidecekken tutuklandığı da vurgulanmıştır.173 Görüldüğü üzere İngiltere Basra coğrafyasında nerede ise hakim tek güç haline gelmiş resmi olarak Osmanlı sınırları dahilindeki bölgelerde istediği gibi hareket etmiştir. Osmanlı ise sadece uzlaşı ve uyarıdan ötede bir politika uygulayamıyor.

 


Arap Yarımadasının doğu ucundaki bölgelerde (Basra-Kuveyt-Katar- Bahreyn) ise daha değişik bir manzara arz ediyordu. Özellikle Kuveyt’in Basra’nın yerini yavaş yavaş almaya başlaması İngilizlerin 1793’te burada bir ticari müessese açması sonucunu doğurdu. İngiltere daha 1805’te Kuveyt şehrini himayesi altına alma teşebbüsüne girişmesine rağmen burada fazla bir başarı kazanamamıştı.174 Ancak yaklaşık yüz yıl sonrasında durum tersine dönmüş ve Osmanlı Devleti kendi toprağında Kuveyt’in kendi tasarrufunda olduğunu ispatlamak zorunda kalacaktır. Bu konuda 2 Teşrin-i Evvel 1901 tarihli Paris’te çıkan Martin Gazetesinden bir bölüm özetle şu şekilde anlatılabilir: Basra Körfezi’nde çıkan olaylar üzerine Osmanlı Devleti’nin Sıtkı itibarı metbu-i siyasi sıfatını kullanarak Kuveyt Limanı’nı

172 BOA, DH. MKT. 2306 98 1317 L 15.

173 BOA, Y PRK. 227/58 1323 m13.

174 Selçuk Günay, “Bazı Belgelerin Işığında Osmanlı Devleti’nin Basra-Akabe Hattını Muhafaza Yolunda Aldığı Bazı Tedbirler”, Türk Kültürü, C.XXXI, S:365 (1993), s.552.


 

kendi tasarrufuna geçirmek istemiş, bu duruma İngiltere donanması açıktan açığa muhalefet etmiş ve top patlayacağına dair tehdit etmiştir. Kuveyt hakimi İngiltere tarafından korunuyor, bu ne demek olduğu açıktır. İngiltere Kuveyt’e göz dikmiştir. İngiltere ile Osmanlı arasında daha önce statükonun korunmasına dair bir anlaşma yapılmıştır. İngiltere’nin Kuveyt’i zapt etmesi, önceden beri Bağdat Demiryolu ile alâkadar olan Almanya’nın menfaatine dokunacağı bunun Berlin Kabinesi’nin rıza göstermeyeceği bunu hükümet-i seniyyede destekleyecektir. Zaten İngiltere burada menfaati olduğunu açıklamıştır.175

İngiltere’nin Basra’da hakim güç olması ve Hint sahillerine giden bütün yolların güvenliğini kendine vazife gibi görmesi ve en küçük bir tehlikeyi dahi şiddetle karşı koymasına neden olmuştur. İngiltere’nin Kuveyt, Bahreyn ve Maskat gibi Basra sahillerini kontrol etmesi ve sürekli statükonun korunmasını istemesi boşuna değil, bilakis Hint yollarını güvenceye almak istemesindendir. Bu konuda 29 Teşrin-evvel 318 tarihli bir belgeyi örnek olarak inceleyebiliriz. Belgede Osmanlı Devletinin küçük bir nahiye kurmasına dahi İngiltere’nin tepkisinin çok şiddetli bir muhalefetle karşı çıkışını göreceğiz.Buna göre: 29 Teşrin-evvel 318’de Katif ile Kuveyt arasında bir nahiye kurulması kararlaştırılmıştır. Buna göre İngilizler, o bölgedeki düşünceleri göz önüne alındığında, Necid Mutasarrıflığı bu kurulacak Nahiyenin müdürlüğüne o bölgede tanınan, önemli bir kişiye verilmesini bununla birlikte jandarma ikamet ettirmesine Basra Vilayetine bildirmiş, vilayet de sadarete bildirmiştir. Sene 320’de alınan karar neticesinde Basra Vilayeti’ne oraya görevlendirecek jandarmaların bir an önce gönderileceği bildiriliyor.176

 

Osmanlı Devleti Basra bölgesindeki idari birimlerde ıslahatlar yaparak bölgenin asayişi içinde çalışmalarda bulunmuştur. Katar, yeni teşkil edilen Necid sancağına bağlandı. Körfezin güney kısımları ile ilgilenildi. Körfezin batı sahilini teşkil eden Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman sahilleri ve Maskat’a ait Osmanlı Devleti her bölgede meydana gelen her olayla yakından ilgilenmekteydi. XIX. asrın sonlarında İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki gücü giderek artmakta idi. Maskat’taki İngiliz konsolosu ve Şarika’daki konsolos vekili zaman zaman bölgede şeyhlere ve


175 BOA, HR. SYS 95 6.

176 BOA,DH. TMK. S/40/38/1320.Ş.21.


 

ahaliye çeşitli tekliflerde bulunuyordu. Osmanlı Devleti karadan arazi şartlarının müsait olmaması ve denizde yeterli donanması bulunmaması yüzünden sahildeki şeyhlere yardım edemiyor ve haklarını koruyamıyordu. Bu sebeple Körfezde sadece Kuveyt ve Katar’a ait gemilere Osmanlı bayrağı çekiliyor, Umman sahillerindeki şeyhlikler ise ay ve yıldız bulunmayan kırmızı bir bayrak taşıyorlardı. İngilizler, çeşitli fırsatları değerlendirerek sık sık sahildeki kasabalara uğruyorlar ve ticarî münasebetlerini geliştirmeye çalışıyorlardı. Gizlice silah ve cephane getirerek Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman ve Maskat taraflarındaki kabile ve aşiretlere satmışlardır177.

 

Osmanlı Devleti Lince ile de ilgilenmiş Bombay’daki Baş şehbenderi Hüseyin Hasib Efendi Lince ve Bombay arasındaki ticarî ilişkilerin gelişmesinde öncü olmuştur178.

 

1887’de Osmanlı Devleti Katar’ın Necid (Ahsa) Sancağı’na bağlı bir kaza haline dönüştürerek burada fiili hakimiyetini göstermişti. Bahreyn’de ise İngiltere fiili olarak üstünlüğü eline geçirmişti ve İngiltere buradan başka alanlara yayılmak için göstermek için çaba gösteriyordu. İngiltere deniz korsanlığını veya bölgedeki bir takım asayişsizlikleri bahane ederek siyasal sonuçlar elde etme peşine düşmüştü.179

 


Osmanlı Devleti 1888’de İngiltere’nin bu bölgelerdeki girişimleri sonucu çıkan anlaşmazlıklardan dolayı bölgeye Basra valisi Nafis Paşa’yı Necid sahillerini teftiş için göndermişti. Nafis Paşa 11 Mart 1888’de hem sadarete hem de padişaha geniş bir rapor sunmuştu. Raporda kısaca “Zubara limanının zamanla yıkılıp mahvolduğunu belirten paşa, Necid’e gidecek malların ilk önce gümrük vergisi ödenerek Bahreyn’e oradan da Necid’e gönderilmekte olduğundan bahsediyor. Nafis Paşa, Zubara’nın imar edilerek yeniden iskâna açılması halinde, hem hazinenin gelir elde edeceği hem de bölgede asayişin sağlanacağını düşünmektedir. Raporunda

177 İdris Bostan, “Basra Körfezi’nin Güney Kesimi ve Osmanlılar (1876-1908)”, Osmanlı Araştırmaları, C.IX, İstanbul-1989, s. 311-313.

178 Bostan, a.g.m., s.316-318.

179 Kurşun, Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi: Katar’da Osmanlılar (1871-1916), s.85.


 

İngilizlerin Bahreyn’deki faaliyetlerine de değinen paşa, onların Bahreyn’e ilgilerini mevkî itibariyle önemi yanında ticarî öneminden de kaynaklandığını ilave eylemiştir. İngilizlerin nihai hedeflerinin Bahreyn’i de Aden gibi ilhak etmek olduğunu söylemektedir. Raporunun öneriler bölümünde ise İngilizlerin bu faaliyetlerine karşılık Osmanlı Devleti’nin de bölgede özellikle sürekli gemi dolaştırma için bir takım yeni düzenlemeler yapmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur180.

 

Osmanlı Devleti siyasî platformda İngilizlere karşı bir mücadele verirken aynı zamanda Osmanlı’nın Panislamist politikası sebebi ile de mücadele halinde idi. Abdülhamid döneminde belirgin olarak sistemli bir şekilde yürütülen bu politika İngiltere’yi tedirgin ediyor. İngiltere’de kendi ürettiği karşı ataklarla Basra ve Arap toprakları başta olmak üzere İslam coğrafyasında Panislamist politikayı çökertmeye çalışıyordu. II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı İslam’ın bir tür Vatikan’ı haline getirilmek istenmiştir. II. Abdülhamid’in dünya Müslümanları ile yürüttüğü din bağına dayalı ilişkilerini Avrupalılar, Panislamizm olarak yorumluyorlar ve bu politikadan oldukça ürküyorlardı. Oysa Abdülhamid gibi gücünün sınırlarını bilen bu nedenle de politikasını elinde olanı korumakla sınırlandıran bir hükümdardan tüm dünya Müslümanlarına kendi önderliğinde siyasî bir birlik altında toplanma çabasına girişmesi beklenemezdi181.

 

Arap unsurunu devlete bağlı tutmak yolunda bilhassa II. Abdülhamid’in izlediği politika da, kaçınılmaz ayrılığı önlemeye yetmeyecekti. II. Abdülhamid’in Hicaz’a kadar uzanacak demiryolu projesini uygulamaya sokması hem bu topraklara bir devlet hizmeti götürmek ve halifelik pozisyonunu güçlendirmek hem de buraları bilhassa bir dış saldırı durumundan devlete bağlı tutmakta yararlanılacak bir stratejik vasıtaya sahip olmak amaçlarına yönelikti. Bu projenin gerçekleştirilmesi Avrupa büyük devletlerinin rekabetini kamçılayıp, bu ülkelerin Osmanlı devleti’ni daha fazla tesir altında alarak, kendilerinin Arap topraklarına nüfus edişlerinin hızlanmasına yaramıştır. Mesela, II. Abdülhamid 1904 güzünde Maan’a kadar


180 Kurşun, a.g.e., s.88.

181 Murat Özyüksel, “Hicaz Demiryolları”, Genel Türk Tarihi, C.VII, YTY., Ankara-2002, s.700.


 

ulaşan hattın Akabe’ye bağlanarak Mısır Hacılarının Hicazla temasını kolaylaştırmayı düşündüğünde, İngiltere, padişaha sert baskıda bulunarak kendisini bu fikirden vazgeçmeye zorlamıştır.182

 

Osmanlı Devleti Arap yarımadasını fethettiği 1517 yılından itibaren genellikle göçebe olarak yaşayan bedevî Arap aşiret ve kabilelerini bir düzene sokmak istemiştir. Bu konuda en çok istifade edilen kaynaklar Bağdat, Basra ve Şam vilayetleri ile Mekke emirliğinde bulunmuştur. Daha sonra Süveyş Kanalı’nın açılması ve gerekse Midhat Paşa’nın Ahsa Seferi sonrasında Necid Mutasarrıflığının kurulmasıyla devletin bilgi kaynakları çoğalmıştır.

 

Basra bölgesi aşiretlerden oluşan sosyal bir yapıya sahipti. Aşiretlerin bulunduğu bölgede Osmanlı Devleti için en önemli olan ise Hac yolu güzergahı idi. Arap yarımadasında irili ufaklı binlerce kabile bulunmaktadır. Bunlarında birbirleriyle akrabalıkları vardır. Osmanlı hakimiyetindeki bedevî Arap kabilelerinin yegane yazılı ve resmi kaynaklarının Osmanlı belgelerinin olduğunu söylemek mümkündür183.

 

Midhat Paşa kendi valiliği sırasında Ahsa Kuveyt arasında 28 büyük bedevî Arap kabilesinin olduğunu söylemekte ancak bunların isimlerini vermemektedir. 1299 yılına ait Bağdat vilayeti salnamesinde Necid Livası dahilindeki aşiretler arasında Acman aşireti ilk sırada yer alır. Buna göre Acman aşireti Âl-i Mahfûz, Âl-i Hubeyş, Âl-i Süleyman, Âl-i Hitlan, Âl-i Mağbet, Âl-i Dağın, Âl-i Şamir, Âl-i Müflih, Âl-i Şevavle, Âl-i Hadi, Âl-i Marsa, Âl-i Yahyat, Âl-i Ziz olmak üzere 13 fırkadan oluşmaktadır.184

 


Yaşadıkları yerlerde yol kesme ve yağmacılıkla geçinen aşiretlerin zararlarını engellemek için Osmanlı Devleti’nin takip ettiği politikaların en önemlisi onların nüfusları  ölçüsünde  maaşlar  tahsis  etmekti.  Osmanlı  Devleti  özellikle  hicaz

182 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’nde Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi y., Ankara-1982, s.19

183 Kurşun, “Acman …, s.124.

184 Kurşun, a.g.m., 126.


 

civarında ve hac yolu üzerinde aşiret ve kabilelere çok eskiden beri bu tür ödemeler yapmaktaydı. Aynı şekilde Necid Sancağı’nın teşkilinden itibaren buradaki aşiretlere de istikrar-ı asayiş ve yolların emniyet altına alınması düşüncesi ile çeşitli miktarlarda maaşlar ödemeye başlanmıştır. Düzenli olarak kayıtları tutulan bu maaş cetvelleri ışığında Acman’a da maaş ödenmekteydi.

 

Aşiretlerin yol kesmesi sadece karada değil aynı zamanda denizde de yapılmaktaydı yol kesmenin her hangi bir vasfı yoktu. Aşiretler geçimlerini bu yolla sürdürmüşlerdir. Konu ile alakalı olarak burada bir belgeyi örnek olarak veriyoruz. Belge 5 Teşrin-evvel sene 294 tarihli olup Basra Vilayeti Bahriye Kumandanlığı’ndan Hariciye Nezaretine gönderilen maruz kaydıdır. Belge şu şekilde özetlenebilir: Basra Körfezi’ndeki deniz hırsızlarının emniyeti yok edip, Katif sahillerinde emniyet kalmadığından ve burada geçişler engellendiğinden durum İngiltere tarafından Hariciye Nezaretine bildirilmiş, konu hakkında emniyetin sağlanması buraya dışardan müdahale olmaması için gerekli olan tezkerenin çıkması isteniyor.185

 

Aşiretlerin yağma ve yol kesmesine başka bir örnekte şu şekildedir. Basra Bahriye Kumandalığından Dahiliye Nezaretine bildirilen maruz kaydı olan bu belgede Umman Eyaleti’nde bulunan Zaid B. Halife’nin yağma amacıyla Katar Araplarına hücum ettiği buna da sebep veren Casim b. Sani’nin ( Katar Şeyhi) tahrikiyle yaptığının bildirilmesine ve buraya gönderilecek korvette iki bölük askerin bulunduğunu belirtilmiştir. Ancak iki bölük asker göndermenin sakıncaları olduğu da dile getirilmiştir. Bu durumda ne yapılacağı Bahriye Kumandanlığına soruluyor.alınan cevapta buraya bir görevlinin gönderileceği ve görevlinin yetkisini kötüye kullanması karşısında görevinin elinden alınacağı da belirtiliyor.186 Görüldüğü gibi Osmanlı burada da uzlaşma hareketine gidiyor ve asla şiddetli bir askeri harekat ne İngilizlere ne de aşiretlere karşı gösterilemiyor.

Yine aşiretlerin bir lider etrafında toplanarak çevreye ve kervanlara ve ticarete zarar verdiği de görülebiliyor. Verdikleri zarar hem Osmanlı Devletinin hem


185 BOA, HR. SYS. 82/33.

186 BOA, DH MKT 1662 6 1307 S 5.


 

de İngiltere’nin menfaatlerine zarar verdiği için karşı önlemler alıyorlar. Bazen de zikredeceğimiz belgede olduğu gibi İngiltere Osmanlı Devletinden bu saldırı hadiselerini çözmesini isteyebiliyor. 21 Ağustos sene 308 tarihli bu belgede şu şekilde bir hadise cereyan etmiştir: Ahmed b. Selman adında bir isyancı Katif çevresinde bir takım bedevileri toplayarak yağma ve hırsızlık işlerine girmiştir. El- Bahreyn ahalisine ait büyük bir gemiyi dahi eline geçirip, ceziredeki İngiliz hükümet vekili tarafından bildirilmiş, yürütmelik icabı İngiltere Devleti’nin anlayışına Basra Konsolosluğu’ndan ba-tezkere yapılması istenilen, icabı uygun görülen bu babta Necd Mutasarrıflığına tebligat-ı lazime ika olunmuş ise de adı geçen konsolos tarafından tezkeresinde el-Bahreyn ceziresindeki İngiliz Vekili tabiri kullanılması Bahreyn Adası’nın İngiltere himayesinde bulunduğu fesadını çıkarabilecek üstü kapalı bir söz ettirmemek hususundaki buyruklar dikkate alınarak buyruklar dikkate alınarak kabul görülmeyerek reddi lüzum görüldü.Bu babta ne münasip olacağının bildirilip bu konuda izin verilmesine…187 Görüldüğü üzere Selman isimli bir şahsın yaptığı yolsuzluklar sebebi ile İngiltere konsolosunun gönderdiği tezkereye göre yazılmıştır. İngiltere hükümeti adına bu yolsuzluğun önlenmesi ve Bahreyn adına alınan vergilerin Bahreyn’e iade edilmesini isteyen bir belge var. Osmanlı görevlileri “İngiliz vekili” tabirini yazışmalarda fesat çıkaracağı ve buranın İngiltere yönetimi altında olduğunu kabul etmek anlamına gelebileceğini düşünerek sakıncalı görmüş ve hükümetten ne yapalım ? şeklinde cevap bekliyor. Osmanlı Devleti Bahreyn’in kendi himayesinde bulunduğunu, bu bölgeye gelenlerinde tebaa-i devlete ait olduğunun bildirilmesine ve İngiltere ile daha önce de çekişme mevzuu olan bu adanın hakimiyeti meselesinde İngiltere isteklerinin reddine ve buranın Devlet-i Aliyye’ye ait olduğunun bildirilmesine karar veriyor.

 

Necid kumandanlığı vekaletinde bulunan Mirliva Sami Paşa’nın Necid muhasebesi kayıtlarına istinaden altıncı ordu kumandanlığına gönderdiği maaş listesi için yaptığı açıklama Osmanlı’nın buradaki aşiretleri nasıl okşayarak elinde tutmaya çalıştığını da gösteriyor: “Necid Bölgesi’nin el-Ahsa kıtasında, her biri müteaddit fırkalardan oluşan belli başlı bedevî aşiretleri, Acman, el-Murra, Beni


187 BOA, DH. MKT. 574 113 1320 C 24.


 

Hacîr, Beni Menasır ve Katif civarındaki Beni Halit aşiretleri ve belli başlı olmayan birçok küçük fırkalardan oluşmaktadır. Acman aşiretine mensup muhtelif fırkaların ileri gelen reislerine eskiden beri buranın belediyesinden üç yüzden altı yüz kuruşa kadar maaş ödenmektedir. Aynı şekilde el-Murra’nın da şeyhlerine üçer yüz kuruş maaş tahsis edilmiştir. Söz konusu maaş sahipleri ile ikinci ve üçüncü derecedeki reislere her yıl hurmanın çıktığı haziran, temmuz başlarından ekim ayının sonlarına kadar peyderpey birer ay Hufûf’un civarına inmektedirler. Buradaki ikametleri sırasında maaş sahiplerinin birikmiş olan maaşları ile ikinci dereceden şeyhlere maktûan verilen ve derecelerine göre on riyalden elli riyale kadar iksa hakları ödenmektedir188.

 

Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile ilişkileri bu şekilde ceryan ederken Osmanlı bürokratları da yurt dışında İngiltere’nin amaçları üzerinde çalışmalarını sürdürmüşler ve bu konuda çeşitli layihalar düzenlemişlerdir.Bunlardan birisi de belki de en önemlisi Paris, Bern ve Brüksel Büyük elçisi Salih Münir Paşa’nın 8 Cemaziye’l-evvel 321/ 22Temmuz 319 (1903) tarihli layihasıdır. Bu layihanın önemli kısımları şöyle özetlenebilir: İngiltere’nin Osmanlı Devletine karşı öteden beri uyguladığı politikaya gelince; yakın zamana kadar İngilizler Osmanlı Devleti’ne, Türklere ve Müslümanlara olan sevgilerinden değil, fakat Rusların o sırada Orta Asya yolunu bırakıp Anadolu üzerinden ve bir de Süveyş Kanalı’ndan Hindistan’a doğru sarkacaklarını tahmin ettiklerinden, dostluk gösterirlerdi. Yeni mevki itibariyle Rusların bu hareketlerini önlemesi tabii olan Osmanlı Devleti’ni korumak dolayısıyla Hindistan’ın da emniyetini sağlamak demek olacağından yine İngiliz çıkarlarına hizmet sağlanırdı.

 

İngilizler Mısır’da kalabilmenin çarelerini aradılar. Şayet Osmanlı Devleti kuvvetli bir halde bulunursa ve Mısır’ı geri almak isterse İngiliz menfaati zedeleneceğinden Osmanlı’nın zayıf kalması İngilizlerin işine geliyordu.

Bu politikanın gereği olarak Arabistan ile Necid taraflarının ve Hicaz kıtasının tedricen Osmanlı hükümetinin elinden çıkması ve kutsak İslam hilafetinin,


188 Kurşun, “Acman…, s.146-147.


 

İngiltere’nin uzaktan nüfuzuna tabii olacak şerifler eline geçmesi ve sonra Arabistan, Necid ve Irak taraflarının İngiliz himayesi altında Aden ve sair yerler gibi sömürge haline girmesi için mahirane entrikalar çevirmekte olduklarını, durumun mütealası ve yapılan ihbarlarla anlaşılıyor. …Necid, Arabistan ve Irak tarafları bugün için pek verimli değildir. Ancak İngilizler oralarını hüküm ve nüfuzları altına alınca- zan ve iddialarına göre- yeni ve fenni usullerle bölgenin tabi servet kaynaklarını, yeni bir çok madenleri, zift ve petrol kuyularını, yeni bir çok madenleri, zift ve petrol kuyularını işletecekler, kanallar ve burgularla sular getirip araziyi sulayarak ziraatı geliştirecekler. Vapur ve demiryolları ile de ticari muameleleri ve ulaşımı kolaylaştıracaklar, memleketin asayiş ve inzibatını da teminat altına alacaklardı. Bu suretle bahsi geçen yerlerin tabii servetlerinden İngiliz sermaye sahipleri de teknisyen ve işçilerini faydalandırmakla beraber yerli halkın da, yurtlarından gelişip kalkınmasından dolayı kazanç ve gelirleri artmakla ihtiyaçları da o nispette çeşitlenip çoğalacağını kazandıkları fazlaca para ile de yine İngiltere de yapılan bir çok mal ve eşyayı satın alabileceklerini, Böylece İngiliz milletinin iki suretle hem de İngiliz mallarını satmakla yararlanacaklarını hesap ediyorlar189

 

 

2.4.  OSMANLI’NIN DEMİRYOLLARI PROJELERİ

 

1839 yılında yayınlanan Gülhane Hattı Hümâyûnu ile Tanzimat döneninde girilmiş, Osmanlı’ya bağlı devletler kendi bünyesi içinde yeniden yapılandırmaya gitmişti. Devletin iç işleri için nazırlıklar kurulmuştu. Nafia Nezareti ( Bayındırlık Bakanlığı ) da bunlardan biriydi. Ülkede yolları yapmak bu nezaretin görevi idi. nezaret bünyesinde Nafia Komisyonu, Şimendifer (demiryolu), Köprü ve Şose müdürlükleri bulunuyordu.190

 

Osmanlı Devleti büyük bir hızla gelişen bu yeni ulaştırma sistemini (demiryolu) yol sorununu çözecek çare olarak görüyorlardı. Mustafa Reşit Paşa’dan başlayarak Avrupa siyasi bütünleşmenin gereğine inanan Tanzimat bürokratları,


189 Hayri Mutluçağ, “İngiltere’nin Ortadoğu ve Türkiye Hakkındaki Gizli Emelleri ( Tarihimizde Salih Münir Paşa Raporu)” ,Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S:22-27 (1969), s.52-55.

190 Karal, Osmanlı Tarihi, C.VIII, Ankara-1983, s.460.


 

özellikle de Ali ve Fuat Paşalar padişaha sundukları layihalarda demiryollarının Osmanlı Devleti için önemini vurguluyorlardı. Osmanlı yöneticilerinin demiryollarına duydukları ilgi daha çok yönetsel, stratejik kaygılara dayanıyordu.

Ülkede giderek artmakta olan ve dış karışıklıkları demiryolunun sağlayacağı

süratli asker sevkiyatı ile önlenebileceğini düşünüyorlardı. İkinci olarak ise demiryollarının mali bunalımın hafiflemesine yardımcı olacağı ulaşım sorununun çözüldüğü bölgelerde üretimle birlikte aşar vergilerinin de artacağı umut ediliyordu. Nitekim 1889-1891 yılları Arasında tarımsal üretim Osmanlı İmparatorluğunun bütününde %63 artmışken, demiryollarının geçtiği bölgelerde de bu artış % 114’ü bulmuştur.191

 

Demiryollarının yapım konusunda Osmanlı devlet adamları yabancı yatırımların gerekliliğine ve doğacak mahsurların ortadan kaldırılabileceğini düşünüyorlardı. Örneğin, II. Abdülhamid’in vezirlerinden Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa’nın sadrazamlığa sunduğu 26 Cemaziye’l-ahir 1297 tarihli takrir ve ona ekli Anadolu’nun bayındırlık işlerine ilişkin layihada bu tutumu görmek mümkündür paşa demiryolu inşası için yabancı şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncası olmadığından bazı tedbirler alınırsa bunun sağlayacağı faydadan uzun uzun söz ediyor. Hasan Fehmi Paşa Osmanlı Asyası’nı kat edecek demir yolu şebekesinin ana hattı için iki güzergah öneriyordu. Bunlardan birincisi İzmir- Afyon- Karahisar- Eskişehir- Ankara- Sivas- Malatya- Diyarbekir- Musul’dan geçip Bağdat’a ulaşcaktır. Önerilen ikinci güzergah ise İzmir- Eskişehir- Kütahya- Afyon- Konya- Adana- Halep ve Ambarlı’dan Bağdat’a ulaşacaktır. Birinci yol planı askerî bakımdan sakıncalı olup, ikinci yol hem ucuz hem de sınırlara uzak kaldığından askerî yönden daha az sakıncalıdır. Ancak bazı Orta Anadolu merkezlerine hiç uğramayacaktır. Bağdat’a ulaşacak demiryolu civar şebekeleriyle birlikte 46.788.897 Osmanlı lirasına mâl olacaktır. Bu iş için hazırlanan imtiyaz mukavelenamesine göre yabancı şirket kendi işi için demiryolu civarına telgraf hattı çekebilir, posta hizmetleri görebilir; ancak posta idaresinin faaliyet alanına giremez, devlet isteği an asker sevkiyatı için ulaşımı kendi emrine alabilirdi. İtilaflı konularda


191 Murat Özyüksel, “Anadolu ve Bağdat Demiryolları”, Osmanlı, C..III, YTY., Ankara-1999, s. 664


 

Osmanlı mahkemeleri iş görecek, imtiyaz sahibi şirket civar orman ve madenlerden yararlanabileceklerdir192.

 

Osmanlı Devleti’nde 1877-1878 Osmanlı –Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile devlet çöküş sürecine girmiş ve ülke içinde güvenlik, ulaşım merkezi otorite v.s. her şey II. Abdülhamid tarafından tartışılarak yeniden yapılandırılmaya gidilmişti. Demiryolları da bu yapılandırmanın mihenk taşı olmuştur. Balkanların elden çıkışı ile birlikte elde kalan İslam coğrafyasına Pan- İslamist politikayla sahip çıkmaya çalışan II. Abdülhamid’in Arap ve Basra topraklarına çabuk ulaşması, İngiliz ve diğer yabancı devletlerin nüfuzlarını kırması ve kendinden kilometrelerce ötede olup bitenlerin farkında olması gibi birçok ülke içi sebep, Abdülaziz döneminde rafa kaldırılan demiryollarının yapımını tekrar gündeme getirdi. hatırlanacağı üzere Abdülaziz de Arap topraklarına kadar uzanacak bir demiryolu yapımını düşlemiş, ancak malî yetersizlikler ancak İstanbul- İzmit arasında kısa bir hattın yapımına ancak yetmişti. II. Abdülhamid tahta geçişinin ardından altı ay geçmeden 93 Harbi gibi asrın en büyük darbesiyle saltanat yıllarına başlamıştı. İngiltere bu harp sonrası Osmanlı Devleti’nden desteğini çekmiş, Rusya ise aldığı büyük pay ile -tazminat istemi de eklenirse- kapıda bekliyordu. Almanya bölümünde anlatıldığı üzere II. Abdülhamid’in bu devlete yaklaşımından başka çare olmadığı gözleniyor. Demiryollarını bu devlete yaptırma kararı alındığında ülke içindeki birçok ihtiyaç göz önünde tutulmuştur. Her şeyden önce geniş bir ülke coğrafyası ver ve bir yerden bir yere ulaşımın günler sürdüğü ilkel şartlarda var. O halde mesafeleri kısaltarak merkezî otoriteyi ülkenin her tarafında hissettirmek ve dağılmaya yüz tutmuş bir devlete can vermeyi istemek sanırım o dönemde alınmış en güzel karardı. Osmanlı açısından bakıldığında bu dönemde iki önemli demiryolu projesi var. Bunlardan birincisi Bağdat-Basra Demiryolu Projesi, diğeri ise Hicaz Demiryolları Projesidir. Abdülhamid henüz Bağdat Demiryolu görüşmelerinde bir sonuca ulaşılmadan, hicaz Demiryolları projesini gündeme getirmiştir. Bunun sebebi Bağdat demiryolu ile Hicaz demiryolunun iki ayrı olgu değil biran önce bitirilmesi gereken bir bütünün parçaları olması idi. Her iki demiryolunun Halep noktasında


192 Ortaylı, a.g.e., s.112.


 

birleştirildiğinde, Arabistan’da Osmanlı otoritesinin güçlenmesi doğrultusunda dönüşümler beklenebilirdi. Zira böylece Suriye – hicaz bölgesinden Bağdat’a kadar Arap yarımadasının önemli bölümleri başkente bağlanmış olacaktı.

 

Demiryollarının sağladığı yararlar düşünüldüğünde üzerinde durulması gerekli bir konuda tarımda sağlayacağı artıştır. Bağdat demiryolları her ürünü taşıyabilir hale gelince Konya- Adana- Mersin ve Bağdat’a kadar tren yolunun geçtiği yerlerde tarım başta olmak üzere madencilik, tuz ve hatta hayvancılık kaydedilir bir gelişme gösterecektir193.

 

Bağdat demiryolları asker sevkiyatı kadar mal ve insan trafiğini de olumlu yönde etkileyecekti. Örneğin, Adana ovasından buğdayı İstanbul’a getiremediği için Romanya’dan buğday alınıyordu. Hatta II. Abdülhamid İstanbul ekmeksiz kalırsa benim sonum gelir vehimi içinde olduğu için Romanya’dan gelen buğday yüklü gemilerin Yıldız sarayı’ndan padişah tarafından izlenmesi için gün vakit ve saati hakana önceden bildirilmekte idi194.

 


Hicaz demiryolu birçok amaç bir arada gözetilerek inşa edilmiştir. Bunların başında askerî, siyasî ve dinî amaçlar gelmektedir. Her şeyden önce demiryolu bölgeye asker sevkini hızlandıracağından muhtemel ayaklanmalara ve dışarıdan vuku bulacak saldırılara karşı savunma rolü üstlenecekti. Şüphesiz Osmanlı Devleti’nin askerî etkinliğinin artması siyasî otoritenin de bölgede güçlenmesine yardım edecekti. Yalnız savaş ve isyan durumlarında değil, normal zamanlarda da Hicaz ve Yemen’e asker ve mühimmat sevkıyatı demiryolu ile yapılacaktı. Böylece İngilizlerin kontrolündeki Süveyş Kanalı’na duyulan ihtiyaç ortadan kalkacaktı. Ancak kamuoyuna yapılan açıklamalarda projenin askerî ve siyasî yönünden ziyade dinî amacı ön plana çıkarılmış, hattın özellikle kutsal haç yolculuğunun kolaylaştırmak maksadı ile inşa edileceği açıklamaları yapılmıştı. Gerçekten de hicaz hattı o tarihlerde büyük zahmet ve sıkıntılarla yapılan haç yolculuğunu

193 Haydar Kazgan, “Bağdat Demiryolları ve Almanya ile Fransa-İngiltere Rekabeti”, Finans Dünyası, S: 157-162 (2003), s.76.

194 Kazgan, a.g.m., s.77.


 

kolaylaştırarak büyük bir dinî hizmete vesile olacaktı. Çöl bedevilerinin saldırıları sebebi ile son derece tehlikeli olan kutsal yolculuk üç dört günlük güvenli bir yolculuğa dönecekti. Proje aynı zamanda ikinci Abdülhamid’in şahsında Osmanlı Devleti’nin İslam alemindeki itibar ve nüfuzunu da kuvvetlendirecek Müslümanların ortak bir eser ve amaç etrafında el organize olmalarını sağlayacaktı. Projenin amaçları bunlarla da sınırlı değildi. Arabistan’ın önemli bölümünü sosyal, kültürel, ekonomik ve ticarî alanlarda kalkındırmayı hedefliyordu. Zaten bölgeyi elde tutabilmekte emperyalist güçlerle mücadele edebilmek için somut ve kalıcı atılımlar yapmaktan başka bir alternatif de yoktu. Demiryolunun işletmeye açılması Suriye-


Hicaz ve Yemen’e ticarî bir canlılıkta getirebilir, bu medenileşme süreci hızlanırdı195.


bölgede şehirleşme ve


 

İnşaata 1900 yılının Abdülhamid’in tahta çıkış yıl dönümü olan 1 Eylül günü başlandı. İnşaata Hendese-i Mülkiye mezunları katıldı. Ancak mühendisler tecrübesizdi. bu sebeple Alman mühendisler getirilerek takviye edildi. Demiryolunda çalışacak işçi sorunu ise, vatani görevlerini yapan askerlerin demiryollarında çalıştırılması ile halledildi. Askerlik sürelerinden 1/3’ünü indirilmesi onlara yaptıkları işe göre, belirli yaptıkları işe göre, belirli bir miktar ücret ödenmesi uygulamasına gidildi. Demiryollarında kullanılacak malzeme sorunu ise, ilk önce Tersane-i Amire’den karşılanmak istendi. Ancak üretilen mallar dayanıksız çıkınca Belçika, Amerika ve büyük bölümü Almanya’dan olmak üzere malzemeler ithalat yolu ile elde edildi. 196

 

Maliyeti böylesine yüksek bir projenin gerçekleşmesi için Osmanlı hükümeti finansman meselesini Müslümanlardan toplanacak bağışlarla karar verdi. İnşaatın başlangıcında ortaya çıkacak acil para ihtiyacını karşılamak üzere Ziraat Bankası’ndan kredi alınacaktı. Bu amaç bağış işlerinin idaresi İstanbul’da maliye Nazırı’nın başkanlığında kurulan iane (yardım) komisyonuna bırakıldı. Sonuçta, demiryolu fonunun mali kaynaklarının 1/3’ü bağışlarla karşılandı. Diğer 2/3’ü ise


195 Ufuk Gülsoy, “Gerçekleşen Bir Rüya Hicaz Demiryolu”, Osmanlı, C.III, YTY, Ankara-1999, s.679.

196 Özyüksel, “Hicaz…, s. 705.


 

devletin vergilere, memur maaşlarının kesintileri, çıkarılan yeni pul vs. ürünlerin satışından alınan gelirlerden elde edildi.197

 

Demiryolunun 460 km’lik Maan’a varmasından sonra inşaat ve işletme işleri birbirinden ayrılarak bir işletme idaresi kuruldu ve demiryolunda yolcu ve eşya taşımacılığına başlandı (1905). Aynı zamanda Müdevvere’ye bir yıl sonra Medine-i

Salih’e ulaşıldı. Bu noktadan sonraki inşaatın tamamı  Müslüman mühendis,

teknisyen ve işçiler tarafından gerçekleştirildi. El-Ula’ya 1907’de, Medine’ye 1908’de varıldı. Hayfa Şubesi ile birlikte 1464 km’yi bulan Hicaz Demiryolu 1 Eylül 1908 tarihinde yapılan bir törenle işletmeye açıldı.198

 

Sonuçta Hicaz Demiryolu işi, Osmanlı Devleti’nin kendi projesi olması Türk mühendis ve işçilerince yapılması, kısa sürede bitmesi, hiçbir yerden borç alınmadan yapılması ve bittiğinde “borcu olmayan bir tesis” olarak ortaya çıkması İslam dünyasında kendine güveni kuvvetlendirdi. Hicaz Demiryolunda, yabancı sermaye tarafından yapılan hatlarda pek çalıştırılmayan Mühendishane-i Berr-i Hümyûn mezunu mühendislerimiz çalıştı. Burada kazandıkları tecrübe ile, sonradan Cumhuriyet döneminde yapılan demiryollarının hemen tamamını Türk mühendisler yaptılar.199

 


Demiryolu çalışmaları sürerken, bedevilerin demiryolu yapımına karşı çıktıkları görülüyor. Bu yoğun tepkilerin sebebi sadece iktisadi değildi. Bedevi liderleri, Hicaz Demiryolunun bölgede Osmanlı askeri ve siyasi etkinliğini artırıp, yerel güçlerin nüfuzunu kıracağından endişe ediyorlardı. Nitekim inşaatın Medine’ye doğru ilerlediği 1908 yılında şiddetlenen bedevi saldırıları onları işin farkında olduğunu göstermekteydi. Yalnız 1908’de demiryolu ve telgraf tellerine yapılan sabotaj ve saldırı sayısı 128’i buldu. Saldırıların yoğunlaşması hattın korunması alınan önlemlerin yol açtı. Buna rağmen saldırıların arkası kesilmedi ve şiddetli çarpışmalar oldu. Ayrıca, Medine-Mekke ve Mekke-Cidde hatları ise, Şerif

197 Gülsoy, a.g.m., s. 680.

198 Gülsoy, a.g.m., s. 681.

199 Veli Şirin Osmanlı Devletinde Demiryolları ve Hicaz Demiryolu”, Mimar ve Mühendis Dergisi, S:32, 2003, s.25.


 

Hüseyin’in ve onun kışkıttığı bedevî şeyhlerinin karşı koyması yüzünden gerçekleşmedi. Şerif Hüseyin, demiryolunun Mekke ve Cidde’ye kadar uzatılması halinde siyasî ve askerî gücünün kırılacağı, bölgede kuvvet dengesinin Osmanlı Devleti lehine değişeceğinin farkında idi. Sonuçta, Medine-Mekke ve Cidde-Mekke hatlarının yapımından vazgeçildi resmen bildirildi200.

 

Abdülhamid’in Hicaz demiryolundan beklediği dinsel, siyasal nitelikli amaçlara ulaştığını söylemek oldukça zorlaşır. Zira Arabistan çölünü geçerek Mekke’ye ulaşan yaklaşık 150 bin hacıdan oluşan büyük kitle bir yana bırakılsa bile, geri kalanların sadece %10’u Hicaz demiryolunu kullanıyordu. Geri kalanların deniz yoluyla 74 km.lik yoldan geldiği görülüyor. Cidde-Mekke arası 74 km .idi. bu bölgeye dahi demiryolu inşa edilse idi, dini amaç büyük ölçüde yerine getirilmiş sayılabilirdi201.

 

Osmanlı Devleti Bağdat demiryolu ve hicaz demiryolu haricinde uygulamaya geçiremediği fakat yapmayı büyük bir hevesle tasarladığı “Yemen Demiryolu”ndan da bahsetmekte fayda vardır. II. Abdülhamid 1899 Ağustosunda Alman Deutsche Bank temsilcileriyle görüşmeler yapmış Yemen’e demiryolu yapımı konusunda teklifte bulunmuştu. Almanlar ise demiryolunun yapımından ziyade Kızıldeniz’deki kömür cevheri ile meşhur Muha’ya ulaşmanın hesaplarını yapıyorlardı. Çünkü Yemen yer altı kaynakları bakımından fevkalade zengin bir bölge idi. Muhtemelen bu gelişmelerden haberdar olan II. Abdülhamid ileride ortaya çıkabilecek siyasî problemleri de hesaba katarak, Yemen demiryolu inşaatını Almanlara vermekten vazgeçti. 1909’da, David Elie Leon’un temsilciliğini yaptığı bir Fransız sermaye grubuyla, Yemen’e demiryolu yaptırılması hususunda görüşmelere başladı202. Görüşmeler sonunda Osmanlı Devleti yemen demiryolu ile Cibana Limanı inşaat imtiyazını 99 senelik bir süre için Fransız şirketi adına hareket eden Leon Bey’e veriyordu.

 


200 Özyüksel, “Hicaz…, s.682.

201 Özyüksel, “Hicaz…, s.710.

202 Ufuk Gülsoy, “Yemen Demiryolu Projesi”, Osmanlı, C.III, YTY, Ankara-1999, s.687.


 

1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı sırasında, Yemen sahillerini kuşatan İtalyan savaş gemileri Cibana Limanı’nı topa tutarak, buradaki tesislere hasar verdi. Bu gelişme üzerine demiryolu çalışmaları durdu. Şirket, 28 Aralık 1913’de Nafia Nezareti ile karşılıklı anlaşmaya varılarak 780.000 liralık bir bedel karşılığında bütün haklarından vazgeçti. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı arifesinde inşaata devam etmenin güçlüklerini görerek Yemen demiryolu projesini askıya aldı.203

 

Demiryollarının getirileri incelendiğinde yük taşımacılığında ve ülke içinde ekonominin hareketliliğinde büyük bir artış görülmüştür. Demiryolu 1892 sonunda Ankara’ya ulaştığında bölgenin tahıl üretimi artmıştı. 1894’te tahıl üretimi 8 milyon kileden 10 milyon kileye yükseldi. Anadolu buğdayının fiyatı da yükselerek dünya fiyatları seviyesine yaklaştı. Anadolu demiryolları kumpanyası tarım aletleri ve tohumluk için kredi veriyor ve hatta mühendis R. Herman gibi uzmanlar aracılığıyla hat boyunda örnek çiftlikler meydana getiriliyordu. Demiryolu ile Orta Anadolu’dan İstanbul’a getirilen tahıl şehirde fiyatları düşürdü. Öyle ki 1901’den itibaren Anadolu demiryolları bölgesinden getirilen buğday İstanbul’daki tüketim 2/3’den fazlasını karşılıyordu. En önemlisi artık Rusya ve Bulgaristan’dan tahıl ithal edilmiyordu.204

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder