8 Temmuz 2015 Çarşamba

MÜZELERİMİZ

Türkiye’nin en önemli müzeleri

Anadolu toprakları çok zengin bir kültüre ev sahipliği yapmaktadır. Medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılan Anadolu’da tarihin birçok dönemine ışık tutan tarihi kalıntı ve eserler, ortaya çıkarıldığı bölgelerdeki müzelerde tüm zenginliğiyle sergilenmektedir. İşte, Türkiye’nin en önemli müzeleri;
Topkapı Sarayı Müzesi – İstanbul: Dünyanın sayılı birkaç müzesinden biridir. Kutsal emanetler, el yazması eserler, değerli Çin ve Japon porselenleri ile Osmanlı’ya ait zengin eşyaların bulunduğu ve korunduğu bir yer olarak 1924 yılında müzeye çevrilmiştir.

Anadolu Medeniyetleri Müzesi – Ankara: 1967 yılında açılan müzede taş devri ve tunç çağı arkeolojik eserler ve buluntuların yer aldığı müzede, Hitit, Frig, Urartu sikkeleri ve altın süs eşyaları Paleolitik çağdan başlayarak sergilenmektedir.
 Etnoğrafya Müzesi –  Ankara: Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlenen birçok eserin sergilendiği müze, Ankara’nın başkent olmasından sonra kurulan ilk müzedir.
Arkeoloji Müzesi – İstanbul: 1880 yılından bugüne müze olan İstanbul Arkeoloji Müzesinde, eski Yunan ve Roma eserleri, Mısır, Mezopotamya ve Türk çini ve seramiklerinin en güzel örneklerini sergilenmektedir.
Arkeoloji Müzesi – Uşak: 1996 yılında bulunan Karun Hazinelerinin de sergilendiği Uşak Arkeoloji müzesinde 35 binden fazla tarihi eser bulunmaktadır.
Zeugma Mozaik Müzesi – Gaziantep: Zeugma’da ortaya çıkarılan muhteşem güzellikteki mozaikler, heykeller ve küçük tarihi buluntular sergilenmektedir. Ayrıca Paleolitik dönemden başlayarak Osmanlı dönemine kadar pek çok eser yer almaktadır.

 Gordion Müzesi – Ankara: Polatlı’da Yassıhöyük köyünde bulunan müzede tunç çağı, Hitit ve Frig dönemi buluntuları sergilenmektedir.
Arkeoloji Müzesi – Afyon: Tunç çağı ve Taş devrinden kalma birçok eserin sergilendiği müzede Kibele, Zeus ve Eros heykelleri de sergilenmektedir.


 Sualtı arkeoloji Müzesi – Bodrum: Dünyanın önemli sualtı arkeoloji müzelerinden biri olan Bodrum sualtı müzesinde, dünyanın bilinen en eski batığının yanı sıra, sualtı kazılarında elde edilmiş olan nadir eserler sergilenmektedir.



 Arkeoloji Müzesi – Hatay: Dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunun sergilendiği müzede çeşitli tarihi yapıtlar da sergilenmektedir.

29 Mayıs 2015 Cuma

Kitap ve Türkiye

Kültürümüzü korumanın en güzel yolu kitap okumaktan geçer. Kitap fiyatlarının yüksekliği, zaman bulamama bahaneniz olmasın. Nasıl telefonunuzla saatler geçirmek için zaman bulabiliyorsanız kitap için de bulabilirsiniz. Unutmayın bir tv ya da bilgisayar ekranına bakarak film, dizi, klip izlemek beyninizin çok az bir kısmının çalışmasını sağlar. Oysa kitap okurken beyniniz düşünür, hazır görüntüyü değil kendi düşüncesiyle hayal kurar. Ülkemizde en büyük gökdeleni, en büyük hapishaneyi yapmakla övünmeyelim. En büyük üniversiteyi, en büyük kütüphaneyi, en büyük müzeyi yapmalıyız ki övünelim. Ben inanıyorum ki bir gün bırakın her okulda bir kütüphaneyi, her sınıfta bir kitaplık, her kafede bir kitaplık, her evde bir kitaplık kuracağız. Bir gün bizim çocuklarımız da okuyacak. Bunu umut ediyorum.
Fotoğrafta Fransa'da ki opera ve bale salonunu yer alıyor. Böyle bir nesile bizlerin de sahip olması dileğiyle...

29 Nisan 2015 Çarşamba

Sümerler


Sümerler! Sümer tarihi ile ilgili araştırma notları, Sümerlerin kuruluşu, yıkılışı ve Nuh Tufanı ile ilgili araştırma ve inceleme notları. Sümerlerde Din, Sümer kültürü ve Sümerlerin yıkılışı.

Sümerler! İlk medeniyet, ilk devlet ve ilk sosyal toplum. Tarihin başlangıç noktası kabul edilen Sümerler, insanoğlunun dağınık ve otorite altına girmeden yaşadıkları karanlık çağlarda muazzam genişlikte bir coğrafyayı yurt edineler ilk devlet ve yönetim biçimini oluşturmuş, ilk kültürel eserleri ve yazıyı ortaya çıkartarak insanoğluna medeniyeti armağan etmiş efsanevi bir toplum olmuştur.

Sümerler neden bu denli önemli? Bu sorunun yanıtı aslında çok açık. Tarih bilimi, Sümerleri en az ilk insanı önemsediği kadar önemser. Zira insanoğlu, toplumsal yaşantıya ve devlet düzenine geçmeye başladıktan sonra Tarih bilimine bulgu ve bilgiler sunmaya başlamıştır. Bu bakımdan İlk Toplum ve İlk Devlet Olan Sümerler, Tarih açısından ilk insandan daha büyük öneme sahiptir.

Sümerlerin ortaya çıkışı, gelişimleri ve Dünya Medeniyetlerine yapı taşı olması, Sümer Tarihini adeta ayrı bir bilim dalı haline getirmiştir. Zira Sümer Tarihi, alelade bir araştırma konusu olamayacak kadar derin ve zordur. Sümerler, 2000 yıl gibi çok uzun bir süre varlıklarını devam ettirmişler, bu süre zarfında büyük kitleler halindeki insan topluluklarını tek bir çatı altında müstakil idarelerle yöneterek halen izlerini taşıdığımız o kadim medeniyeti ortaya çıkartmışlardır. Sümer Tarihi, Sümerlerin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren takip edildiğinde karşımıza günümüzden 6 Bin yıl öncesine kadar uzanan uzun bir tarih serüveni olarak çıkacaktır. Bu tarih serüveni M.ö. 4000 yılında başlar.

M.ö. 9000’li yıllarda, Hazarların kuzey bölgelerindeki Kafkasya coğrafyasında İnsanoğlunun ilk Beyaz Tenli insan toplulukları ortaya çıkmıştı. Yeni bir ırk olan bu toplum, o dönemin insanlarından açıkça ayrılan fiziki özelliklere sahipti. Çekik gözlü olmayan, beyaz tenli ve kalın kemik yapısına sahip olan bu toplum günümüzdeki tüm Beyaz Irkların en eski atasıydı. Kadim yurtları olan Hazar Denizinin Kuzey bölgelerinde varlıklarını devam ettirip çoğalan bu İlk Beyaz Irk, nüfus bakımından kalabalık bir hale gelince bünyelerinden bir kütle Hazar Denizinin Doğusuna doğru göç hareketine girişti. Doğu Hazar Bölgesi olarak anılan, günümüz Aral Gölü civarındaki bu bölgede Çekik Gözlü, Siyah tenli başka bir kavim tarafından yurt edinilmekteydi. Günümüzde “Kızıl Derililer” olarak anılan Amerika Yerlilerinin ataları olan Amerind’ler, bu tarihlerde Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşamaktaydılar. Tıpkı Beyaz Irk’ta olduğu gibi, Amerind Toplumundan kopan bir parça da aynı dönemlerde Aral Gölü civarına göç hareketine girişmişlerdi. Bu iki bölük topluluk, Aral Gölünde buluşup aynı coğrafyada yaşayarak 2 Bin yıl gibi uzun bir süre kaynaştılar ve ortak bir toplum oluşturdular. İç evlilikler ve genetik münasebetlerle evrilen ve müstakil bir kimlik kazanan bu toplum, birlikte yaşadıkları 2000 yıl içerisinde kendilerine has bir kültür meydana getirdiler.

Beyaz Irk – Amerind melezi bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda geliştirdikleri müstakil kültür ve etnik kimlik yapıları ile birlikte kalabalık kitleler halinde Güney’e doğru göç hareketi içerisine giriştiler. Bu göç hareketi neticesinde ulaştıkları günümüz Türkmenistan topraklarında da Bin Yıl gibi uzun bir süre yaşadılar. Sümerlerin ataları olan bu toplumun M.ö. 5000-4500 yıllarına tarihlenen kalıntıları, kurgan ve mezarlarında açıkça görünmekte ve bu toplumların fevkalade güçlü bir kültürel yapıya sahip oldukları arkalarında bıraktıkları eserlerden tespit edilebilmektedir. Sümerlerin ataları olan bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda Aral Gölü civarından göç ederek yeni yurtları yaptıkları Türkmenistan bölgesinden yeni bir göç hareketine daha girişip M.ö. 4.000’li yıllarda Hazar Denizinin güneyinden batıya doğru ilerleyerek Mezopotamya’ya ulaştılar.

Sümer Devletinin Kuruluşu

Beyaz Irk – Amerind melezi olan bu Asyalı kavim, burada Tarihin ilk medeniyetini ve ilk devletini inşa ettiler. Bu toplum devleti, sanıldığı gibi kendilerine Sümerler demiyorlardı. Onların kendilerine verdikleri unvan Kenger idi. Sümer ifadesi, Sümerliler olarak tanıdığımız Kengerlerin araştırılmaya başladığı ilk dönemlerde karşılarına çıkan ŞINAR ifadesinden gelmektedir. Bu toplum, Tevrat’da ŞINAR, Akadça’da ŞUMER, eski Mısır Yazıtlarında “SNGR”, Hititçe’de ŞANHAR olarak geçer. Bu farklı ifadelerden en itibar gören kaynak olan Akad yazıtlarındaki ŞUMER ifadesi tercih edilerek onlara S(Ş)ümerler denmiştir. Oysa bu toplum, kendi yazılı kaynaklarında kendilerini KENGER toplumu olarak ifade ediyorlardı. Dolayısıyla bizim onlara kendilerine verdikleri isim olan KENGERLER olarak hitap etmemiz en münasip olanıdır. Elbette Tarih araştırmalarında unvanları Sümerler olarak geçtiği için bu isimi kullanmak gibi bir mecburiyetimizde vardır.

Sümerlerin ataları olan, M.ö. 6.000’de Beyaz Irk ve Amerind’lerle kaynaşan ve bu bölgede müstakil bir etnik-kültürel yapı oluşturan toplumun M.ö. 5000’lerde Türkmenistan bölgesine göç etmesi, sonrasında ise M.ö. 4.000’li yıllarda Hazarın güneyinden Mezopotamya’ya inmesi Sümer Medeniyetinin temellerini atmış oldu. Resim çizmeyi, hissettiklerini ifade etmeyi seven ilk Sümerler, hissettiklerini şekillendirerek kil ve çamurdan heykeller yapmış, resimler çizmiş ve bu yeteneklerini geliştirerek yazıyı bulmuşlardır. Önceleri hissettiklerini resimlerle ifade eden bu toplum, zamanla bu resimleri hem kolay çizilebilir hem de küçük alanlara işlenebilir hale getirmek için simgelere dönüştürdüler. Bu simgeler, sıkça kullanılarak belli bir standarda erişmeye başlayınca ise herkes tarafından anlaşılır hale gelmiş ve belli standartları olan simgeler düşünceleri ifade eder hale gelmiştir. Tek başına belli bir düşünceyi ya da kişiyi ifade eden simgeler ise daha da pratik hale dönüşerek bir heceyi ve ses anonsunu ifade eder hale gelmiş, bu ses anonsları birleşince daha az simgesel şekil türüyle daha çok kelime ifade eden bir alfabeye dönüşmeye başlamıştır. Toplumsal tezahürlerle gelişen Resim-Simge-Alfabe serüveni, Sümerli Rahiplerin bu ifade tekniğini geliştirip toplumsal olayları kaydetmesiyle hem resmi bir hal almış hem de gelişim süreci fevkalade bir tezahürle hızlanmış oldu. Sümerli Rahiplerin simgesel anonslarla düşüncelerini ifade eden cümleleri yazıya dökmeleri M.ö. 3200’lü yıllarda gerçekleşti.

Sümerlerde Teşkilatlanma ve Devletleşme

Sümerlerin devlet teşkilatıyla kurulduğu belli bir yıl tespit etmemiz pek mümkün değil. Kadim Asya Kültüründe olduğu gibi Boy-Budun teşkilatlanmasına dayalı bir sosyal yaşantıları olan Sümerler, yaşadıkları her bölgede kendi içindeki teşkilat sistemi içerisine girmişlerdir. Sümer Devletinin teşkilatlanma şeklide bu minvalde vücut bulmuştur. Kendi Aşiretleri (Sülaleleri) içerisinde birlikte hareket eden Sümerli toplumlar, büyük kitleler haline geldiklerinde en güçlü Aşiretin etrafında toplanarak bulundukları fiziki bölgeyi birlikte muhafaza ederek özgürlüklerini temin etmekteydiler. Aral Gölü, Türkmenistan ve nihayetinde Mezopotamya’da da bu minvalde teşkilatlanan Sümerliler, zamanla teşkilatlanma yapılarını kurumsallaştırarak Bölgesel Site Devletleri ve Site Devletlerinin bir araya geldiği birleşmiş milletler türevi bir Federatif yapı içerisine büründüler. Zira Coğrafi ve lojistik bakımdan en tepedeki teşkilatlanmalar en fazla 24 saatte ulaşılabilen bir bölgeyi kapsayabilmekteydi. Bu gereklilik hasebiyle aynı kökenden gelmelerine rağmen takriben 300 Km çapındaki coğrafi ayrımlarla birbirinden ayrılan Site Devletleri meydana getirdiler. Bu Site Devletleri, yaklaşık 300 Km çapındaki bir bölgeyi yöneten bağımsız bir lider etrafında toplanarak müstakil olarak yönetiliyordu. Aynı kökenden geldikleri komşu ve akraba Sümerli Şehir Devletleri ile de birlikte hareket ederek olası tehditlere karşı ortak hareket ediyor, tehdidin ortadan kalkmasından sonra ise bağımsız varlıklarını devam ettiriyorlardı. Sümerler, bu teşkilatlanma yapısıyla irili ufaklı 35 Şehir Devleti kurmuşlardı.

Sümerlerin kurdukları Şehir Devletleri şunlardır ;

Tufan Öncesi Şehir Devletleri (Nuh Tufanı Öncesi)

Eridu (Ebu Şahreyn)
Bad Triba (El Medain)
Larsa (Es Senkereh)
Sippar (Ebu Habbah)
Şuruppak (Fara)

Tufan Sonrası (Nuh Tufanı Sonrası)
Kiş (Uheymir – İnharra)
Uruk (Warka)
Ur (Mukayyer)
Nippur (Afak)
Lagaş (EL Hiba)
Ngirsu (Tello)
Umma (Jokha)
Hamazi (Bilinmiyor)
Adab (Bismaya)
Mari (Hariri)
Akşak (Bilinmiyor)
Akkad (Bilinmiyor)
İsin (İşhan – El Bahriyat)
Kuara (El Lahm)
Zabala (Ibzeikh)
Kisurra (Ebu Hatab)
Marad (Wannat Es Sadum)
Dilbat (Ed Duleim)
Borsippa (Birs Nimrud)
Kutha (İbrahim)
Der (El Badra)
Eshnuna (Asmar)
Negar (Brak)

(* Parantez içerisindeki bilgi, söz konusu şehrin günümüzde nerde olduğu hakkında bilgi vermek içindir)


Sümerlerde Yazının Gelişimi

Sümerler, M.ö. 4000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya’da kalabalık kitleler halinde tüm Mezopotamya’yı kaplayacak şekilde yayılmış olarak yaşıyorlardı. Bu tarihlerde, Sümerler gibi kalabalık bir topluma meydan okuyacak ya da tehdit edecek bir başka rakipleri daha bulunmuyordu. Bu durum Sümerlerin sosyal, kültürel, dini ve bilimsel açıdan nicelik kazanmasını mümkün kıldı. Verimli topraklarda müreffeh bir yaşam süren Sümerler, zaten oldukça güçlü olan kültürlerini sanatsal eserlere yansıtarak heykeller, kaya resimleri ve büyük meşakkatlerle inşa edilmiş yapılar meydana getirerek daha da güçlendirdiler. Mezopotamya ya ayak basmadan önce ölümden sonra bir yaşama inanmakta olan Sümerliler, yaşamalarının bir amacı olduğunu ve bu amaç doğrultusunda ilahi olarak mükâfatlandırılacağı inancına sahiplerdi.

Sosyal açıdan edindikleri zenginliklerin tesiriyle dini inançlarında motiflendirmeye başlayan Sümerler, Devlet teşkilatlanması da Boy-Budun sisteminden evirilerek Site Devleti statüsüne bürününce liderlerini önce Kral yaptılar, sonrasında ise ona ilahi güçler atfederek kutsallaştırdılar. M.ö. 3600’lü yıllara gelindiğinde Sümerler, müreffeh bir yaşam sürmekte, Şehir Devletlerinin lideri olan ve kutsal kabul edilen Krallarına biat ederek yaşamaktaydılar. Kutsal bir kimlik edinen Krallar, geliştirdikleri inanış bağlamında toplumlarının liderleri olarak kutsal ruhlarla irtibata geçebiliyorlardı. Onların öfkelerini dindirmek için yüksek mabetler yaparak göğe yakın konumlarda onlara kurbanlar adıyorlardı. Bu inanışı desteklemesi içinse Rahipler görevlendiriliyor, tartışılmaz lider olan Kutsal Kral’ın kutsiyetini ve toplumun kendisine bağlılığını bu Rahipler sağlıyordu. Sümerlerde yazının gelişimi de bir tür Devlet görevlisi olarak vazifelendirilen Rahipler tarafından gerçekleştirildi. Sümer Rahipleri, vazifeleri gereği Tarihi meseleleri, Kutsal saydıkları İlah Krallarının sözlerini, dini inanışlarının mitlerini kendilerinden sonra gelecek Rahiplere daha kolay öğretebilmek amacıyla yazı metodu ile sesli anonslardan oluşan alfabetik simgeleri kullanarak Kil tabletler üzerine işleyerek ilk yazılı belgeleri meydana getirdiler.

Sümerli Rahiplerin günümüz yazı sisteminin temelini oluşturan alfabe sistemini bulmaları aslında çok zor olmamıştı. Zira Sümer Toplumunun kökenini oluşturan kadim Asyalı Kavim, M.ö. 10.000’li yıllardan bu yana çizdikleri resimlere anlamlar veriyor, anlam taşıyan bu resimlerle bir olayı, bir duyguyu ya da bir vakayı kendilerinden sonraki nesillerin algılayabilmesi için kayaların üzerine işliyorlardı. Önce kolay anlaşılabilmesi için anlatılmak istenen hususu büyük ve belirgin bir şekille tasvir eden bu toplum, zamanla aynı ifadenin benzer ancak farklı figürlerle anlatılmasına karşın şekilleri ve çizimleri standart hale getirmişlerdi. Örneğin dua eden insan figürü ellerini havaya doğru açmış bir çöp adam silueti olarak kullanılmaya başlandı. Bir insanın yaratıcıya seslenişi, zamanla tek bir figür ile kolayca ifade edilebilir olmuştu. Bu yöntemle belli bir anlamı ifade eden şekiller tek düze ve birbirine benzer hale getirildi. Zamanla figürler sadeleşerek ifade edilmek istenen duygu, düşünce ya da olayın daha kolay yazılabilir hale gelmesiyle Tamgalara dönüştü. Zira bu yazılar taş, kaya, mermer, v.b. işlenmezi oldukça zor olan cisimler üzerinde kullanılıyor, bunun yanında şekillerle ifade etme ihtiyacı da artıyordu. Üstelik bu yöntem giderek daha fazla rağbet görüyor ve daha uzun, daha detaylı anlamların ifade edilmesi söz konusu oluyordu. Sümerlerin ataları olan bu Asyalı Kavim, çizdikleri resimlere yükledikleri anlamları figürler haline getirerek Tamga (Damga) sistemini ortaya çıkarttılar. Kaya ve mağara resimleri M.ö 10.000’li yıllardan bu yana, Asya’nın geniş bozkırlarında milyonlarca taşa yazılı durumdadır. Yalnızca günümüze ulaşan yüz binlerce taş yazıt bulunur. Tüm bu resimler, devamında gelen Tamga’larla uyuşmakta, Tamgalar ise Sümer Alfabesi ile büyük benzerlikler arz etmektedir.

Sümerlerin, M.ö. 3200 yılında Sümer Rahiplerince yazıyı bulmaları, anlaşılacağı üzere süregelen bir alışkanlığın sistematik hale getirilmesidir. Resim ve Tamgalarla ifade edilen düşünceler, olaylar ve vakalar, Sümer Rahiplerinin planlı çalışmalarıyla Alfabeye dönüşmüştür. Sümer Rahiplerinin bu çalışması, aslında Tarih’in başlangıç noktası kabul edilir. Çünkü Yazı, medeniyetin ta kendisidir. Toplumlar, meydana getirdikleri değerleri yazılı hale getirerek sonraki nesillerin öğrenip devam ettirebilmelerini sağlarlar. Bir neslin edindiği kültürel donanımlar savaş, tabii felaketler, göç hareketleri ve kısıtlı imkânlar hasebiyle çoğu zaman sonraki nesle aktarılamamaktadır. Bir kısmı aktarılabilmiş olsa dahi onlarca yıllık kültürel birikimlerin büyük bir kısmı yok olmaktadır. Yazı, olayların ve toplumsal değerlerin sonraki hatta çok daha sonraki nesillere aktarılabilmesini sağlayarak nesilden nesile miras kalan kültürel değerlerin toplumsal bir havuzda muhafaza edilmesine olanak tanımıştır.

Sümerlerin M.ö. 3200’de ilk kez kullandıkları yazı sistemi, Sümer Devletinin zayıflayıp yıkılmasıyla önce Mezopotamya, sonrasında ise tüm Dünya’ya yayılarak Dünya Medeniyetinin gelişimine fevkalade bir malzeme sunmuştur.

Sümerlerde Din

Sümerler, Dini inanışları bakımından oldukça mistik ve fantastik inançlara sahiplerdi. Sümerlerde Din, çok tanrılı bir inanış biçimi şeklinde tezahür etmiştir. Sümerlere göre her nesnenin bir tanrısı vardı. Bu tanrılar, İnsan görünümünde ancak insanüstü güçlere sahip, ölümsüz varlıklardı. Tüm İnsanlar bu tanrılara hizmet etmeleri için yaratılmıştı. Bu tanrılar İnsanlara ne istediklerini söylemezler ancak İnsanlar onlara ne istediklerini sorabilir ve cevap alabilirlerdi. İnsanların tanrılarla iletişimi ve irtibatı Ziggurat adı verilen tapınaklar aracılığıyla sağlıyorlardı. Ziggurat’lar, tanrıyla iletişim kurabilen insanlar olan Rahiplerce idare edilirdi. Rahipler tanrılara istediklerini sorar, onlara kurbanlar adar ve kendilerine azap etmemesi için yalvarırlardı. Rahipler, Sümer Kralları tarafından görevlendirilmekteydi. Zira Sümer Kralları da en yüksek derecedeki Rahiplerden oluşurdu ve yarı tanrı durumundaydılar. İlahi misyonları ile insanları yönetmektir. Bu inanış biçimine göre Tanrılara hizmet eden insanlar, Kutsal Krallarının emirlerini yerine getirerek tanrılar adına çalışıyor, Kutsal Kral’ın yaptırdığı ve vazifelendirdiği Rahipleri tayin ettiği Ziggurat’lar vasıtasıyla tanrılara ibadet ediyor, onlara kurbanlar adıyor ve onlarla iletişim kuruyordu.

Ziggurat’lar, o günün şartlarında mümkün olabildiğince yüksek inşa ediliyorlardı. Zira tanrıların en güçlüsü, ulu tanrı olan Gök Tanrısı’na yakın olmak için olabildiğince yükseğe çıkmak gerekiyordu. Ziggurat’lar en az üç katlı bir yapıya sahipti ve sadece tapınak olarak kullanılmıyordu. En alt katı erzak ve ihtiyaç deposu, orta katları okul ve tapınak, en üst katı ise rasathane olarak kullanılmaktaydı. Sümerlerde inanılan tanrıların isimleri, günümüze kadar gerçekleştirilmiş olan araştırmalarla tespit edilebildiği kadarıyla şu şekildedir ;

Anu, ilk tanrı, baş tanrı ve gök tanrısı.
Ki, ilk tanrının dişisi ve yer tanrısı.
Enlil, hava tanrısı ve sonraki diğer tüm tanrıların babası.
Enki, bilgelik tanrısı.
Ninmah, ulu hanım ve ana tanrıça.
Nanna, ay tanrısı.
Utu, güneş tanrısı ve Nanna’nın oğlu.
Ecem, tanrıların kraliçesi.
İnanna, aşk ve bereket tanrısı.
Aşnan, tahıl tanrısı.
Lahar, sığır tanrısı.

(Belirtilen ünvanlar Sümerce tabletlerde belirtilen orijinal isimlerdir. Bu isimler, Assur ve Babil dönemlerinde farklı isimlerle anılmışlardır.)


Sümerlerin çok tanrılı dini inanışlarının kökenindeki tanrıların dünyaya gelişi, evrenin yaratılışı ve insanın yaratılışı ile ilgili bilgileri incelediğimizde karşımıza oldukça ilginç bilgiler çıkmaktadır. Bu bilgilere göre ilk tanrılar olan Anu ve Ki birleşmiş, onların birleşmesi sonucu hava tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil, yeri ve göğü ayırınca babası Anu göğü, annesi Ki ise yeri ele geçirir. Sonrasında Enlil ve annesi Ki’nin birleşmesiyle ana tanrıça olacak Ninmah doğar. Diğer tüm tanrılar da Enlil ve Ninmah’tan türediler. Tanrıların türemesinden sonra insanların türemesi gerçekleşir.

Anu ve Ki haricindeki diğer tüm tanrıların babası olan Hava Tanrısı Enlil, bilge tanrı Enki’nin tavsiyesi üzerine tanrılara hizmet etmesi için tahıl tanrısı Aşnan ve sığır tanrısı Lahar’ı yaratır. Önceleri diğer tanrılara hizmet eden Aşnan ve Lahar, daha sonra anlaşamayıp birbirleriyle kavga etmeye başlayınca tanrılar yeryüzündeki işlerini kendileri yapmak zorunda kalırlar. Bu durumdan çok yorulan tanrılar, konuyu bilge tanrı Enki’ye götürdüler. Enki, sorunu çözmek için ana tanrıça Ninmah’a, tanrılara hizmet etmesi için İnsanları yaratması emrini verir. Ancak Tanrının biçiminde yaratılan insanlar, tanrıların sahip oldukları ölümsüzlüğe sahip olamayacaklardır. Bilge tanrı Enki’nin insanları yaratması emri diğer tanrıları çok sevindirir ve bir şölen düzenlenerek eğlenir ve sarhoş olurlar. Tanrıların sarhoş olması sebebiyle Ninmah’ın yarattığı insanlar kusurlu olarak dünyaya gelirler. Bunun üzerine bilge tanrı Enki’de insan yaratarak yeryüzüne gönderir ancak Enki’nin yarattıkları da kusurlu olur. Bu olanların üzerine tanrıların arasında tartışmalar meydana geldi. Bu tartışmaların sonucunda ana tanrıça Ninmah, gök tanrısı Enlil’i lanetler. Böylelikle tanrılar birbirleriyle husumet içine girerler ve bu karmaşada yaratılan insanlar kusurlu ve eksik olarak dünyaya gelirler.

Bu bağlamda İnsanlar, yaratılış görevleri gereği tanrıya ve dünyaya hizmet etmekle görevliydiler. Bu görevleri doğrultusunda çalışır, tabiata hizmet eder ve tanrılara adaklar adarlardı. Tanrıların, vazifelerini yerine getirmedikleri için kendilerine kızmasından ve azap etmesinden korkarlardı.

Sümelerde Bilim

Sümerler, bilim ve teknik alanında bulundukları tarih evresinin oldukça ilerisindeydiler. Aynı tarihlerde diğer coğrafyalardaki toplumlar henüz barınaklar ve şehirlerde yaşamaya tam olarak başlayamamışlar, şehir hayatı ve yerleşik düzene geçen toplumlar ise nispeten daha ilkel koşullardaki yapılarda yaşamlarını idame ettirmekteydiler. Oysa Sümerler çanak, çömlek, kazan, ekmek pişirme tandırları ve muhtelif ev eşyalarını yapabilmekteydiler. Bunun yanında sert madenleri de işleyebilen Sümerler, gelişmiş bir yapı tekniği kullanarak taş, kerpiç ve tuğlalar kullanarak iki ve üç katlı evler inşa edebilmekteydiler. Sümerler, muazzam bir sulama sistemi kullanarak bataklıkları kurutup yaşam alanlarına kanallarla su taşıyabiliyor, bentler yaparak sel baskınlarının önüne geçebiliyor ve barajlar yaparak hayat kaynağı olan suyu muhafaza edebiliyorlardı. Düzenli sulama ile tarım arazilerinden fevkalade verim alıyor ve elde ettikleri mahsulleri depolayabiliyorlardı. Tekerleği de icat etmiş olan Sümerler, tarım alanlarını öküz ve sabanlarla işliyorlardı.

Toplumsal gelişmişliğin yanında Bilim ve Teknik alanında da diğer tüm toplumların önündeydiler. Matematik ve Geometri’nin temellerini atan Sümerler, matematiğin temeli olan dört işlemi bulmuşlardı ve dairenin alanını hesaplayabiliyorlardı. Tüm bunların yanında zaman hesaplamasında büyük bir başarı elde ederek gelişmiş bir takvim kullanmışlardı. Dünyanın Ay yılına dayalı ilk takvimi olan Sümer Takviminde yıl 360 gün, aylar 30’ar gün hesaplanıyordu. Ek olarak güneş saatini de bulan Sümerler, yalnızca günleri ve ayları değil güneşin hareketleri ile saatleri de hesaplayabiliyorlardı. Sümerlerin Bilim alanındaki faaliyetleri, günümüzdeki Matematik, Geometri ve Astronomi’nin temellerini oluşturmuştur.

Sümerlerde Toplumsal Yapı ve Kültür

Sümerler, yaşadıkları coğrafyaya Kenger (Kengir), konuştukları dile ise Emegir demekteydiler. Milli bir kimliğe sahip olan Sümerler, toplumsal unvan olarak ta kendilerine Saggiga demekteydiler. Sümerlerin Tufan öncesi (M.ö. 4000-3000) dönemde ailevi yapısı Anaerkil bir düzene sahipti. Anaerkil yapıda Kadınlar Erkeklerden daha çok saygı görür, ailevi ve toplumsal gelenekler Kadınların ekseninde gelişirdi. Tufan’dan sonra ortadan kalkan Anaerkil yapı, yerini Ataerkil yapıya bırakmış ve Erkek Hakim bir toplumsal yapıya geçmişlerdir.

Toplumsal olarak ta sınıflara bölünmüş olan Sümerlerde en yüksek sınıf Ruhban Sınıfı olan Din Adamları ve Askerler oluşturuyorlardı. İkinci sınıfı halk, yani Sümer toplumunun kendisi, üçüncü sınıfı ise Köleler, yani savaşlarda esir alınan ve hayatı bağışlanarak yaşaması karşılığında hizmet etmekle yükümlendirilen hizmetkârlar oluşturuyordu. Tufan sonrasında uzunca bir süre toplumsal sınıfın en tepesinde bulunan Din Adamları, Site Devletler şeklinde yönetilen Sümer şehirlerinin idaresini üstleniyor, en kıdemli Rahipler Kutsal Kral olarak devletin idaresine geçiyordu.

Sümerler ve Tufan

Sümer Tarihinin kilometre taşı Büyük Tufan olmuştur. Sümer Tarihinde karşımıza çıkan Tufan, kutsal kitaplarda belirtilen Nuh Tufanı ile aynıdır. Sümer kalıntılarından Tufan’ın gerçekleştiği tarih net olarak tespit edilemese de Kutsal Kitaplarda belirtilen bilgiler ve Mezopotamya’daki kalıntılar bize tufan hakkında bazı ipuçları vermektedir. Bu alanda yapılan araştırmalar ve bulgular ışığında, Sümerlerdeki Büyük Tufan’ın M.ö. 3000 yılları civarında gerçekleşmiş olması söz konusudur. Zira Sümerler döneminde bu tarihten öncesi ile sonrası arasında derin farklar vardır. Tufan öncesi dönemlerde Ruhban Sınıfı tarafından yönetilen Sümer Şehir Devletleri, Tufan sonrasında yerini Savaşçı ve istilacı İmparator Krallara bırakmıştır. Bunun yanında Mezopotamya’da bulunan sel baskını kalıntılarının biyolojik ve kimyasal yaş tespitleri yine bu tarihlere denk gelmektedir. Bu tarihe işaret eden bir diğer bulgu da Sümer döneminin en büyük Site Devletlerinin bu tarihten sonra kurulması ve kurulan bu devletlerin rahipleri tarafından yazılı hale getirilmiş olan kuruluş efsaneleridir.

Sümer Tarihinin en mühim dönüm noktası olan Nuh Tufanından sonra kurulan ilk Şehir Devletleri Kiş, Uruk ve Ur olmuştur. Tufan sonrası birbirlerine komşu olan site devletleri, Tufan öncesinde iyi ilişkiler kurmaktayken Tufan sonrasında mücadele içerisine girişmişlerdir. Birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak ve genişlemek isteyen Şehir Devletlerinin mücadeleleri yüzyıllarca sürmüştür.

Sümerlerin Yıkılışı

Sümerler, M.ö. 4.000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya coğrafyasında 2000 yıl gibi çok uzun bir süre müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Bulundukları tarihsel dönemdeki rakiplerinden hem sayıca, hem kültürel hem de ilmi açıdan çok ilerlemiş olan Sümerler, Tufan sonrasında birbirleri ile giriştikleri mücadeleler neticesinde yıpranmaya başladılar. Bölgedeki diğer toplumların zamanla kalabalıklaşıp Sümerleri tehdit eder hale gelmeleri ile Sümerlerin Mezopotamya’daki hâkimiyetlerinin sonunu giderek yaklaşmaktaydı.

M.ö. 2800’lü yıllara gelindiğinde Kiş Kralı Etana, pek çok Sümer Şehir devletini birleştirerek yönetimi altına almıştı. Kiş Şehrinin hakimiyet alanının genişlemesi diğer şehir devletlerinin de genişleme politikaları geliştirmelerine sebep oldu. Sümer Şehir devletleri, birbirleri ile savaşarak hâkimiyet mücadelesi içerisine girmişlerdi. Bu iç mücadelelerle zayıflayan Sümerlere ilk tehdit oluşturanlar, Sümerlerin doğu sınırında bulunan Elamlılar olmuştur. Semitik kökenli bir toplum olan Elamlılar, M.ö. 3000’li yıllardan itibaren günümüz İran Coğrafyasının güney batısında varlıklarını göstermeye başlamışlar, zamanla güçlenerek Sümerlerin hâkimiyet alanlarına genişleyerek Sümerler için önemli bir tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Elamlılar’ın Sümerler üzerine ilk taarruzları M.ö. 2530 – 2450 yılları arasında gerçekleşti. Bu süre zarfında Sümer Şehirlerine ısrarlı taarruzlarla saldırarak Sümer Şehir devletleri için bir dış tehdit oluşturmuşlar ve zayıflamalarını hızlandırmışlardır.

Elamlıların taarruzları Sümerlileri zayıflatsa ve toprak kayıplarına sebep olsa da Sümerler halen varlıklarını devam ettirebilmişlerdi. Sümerler, her ne kadar dış tehditlere maruz kalmışsa da Sümerlerin sonunu hazırlayan süreç içeriden tezahür etmiştir. Annesi bir rahibe olan Sargon, gayrimeşru bir ilişki sonrası dünyaya gelmiş ve öldürülmemesi için annesi tarafından gizli yollardan evlatlık verilmiştir. Semitik kökenli biri olan Sargon, evlat edinildiği itibarlı bir aile vasıtasıyla Kiş Kralı Urzababa’nın sarayında görevlendirilerek giderek daha yüksek mevkilere ulaştı. Kral Urzababa’nın giriştiği bir savaştan yenik olarak sarayına döndüğünde darbe yaparak Kiş Krallığını ele geçirdi. Bir Sümer Şehir Devletinin Krallığını ele geçirmesiyle birlikte, krallığa bağlı olan güçlerin yanında Arap Yarımadasından Mezopotamya ya göç eden Semitik kökenli Akadları himayesine alarak tüm Sümer Şehir Devletlerini kendisine itaate zorladı ve giriştiği mücadelelerle Sümerlerin toplumsal bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı. (M.ö. 2334 – 2279)

Akadların taarruzları sonrasında bölünen, zayıflayan ve kendi içinde istikrarı sağlayamayan Sümerler, zaman içerisinde küçük parçalar halinde, maruz kaldıkları taarruzlar neticesinde yıkılarak tarih sahnesinden silinmeye başladılar.
(kaynak:turktarihim.com)

Avrupa Hun İmparatorluğu


Avrupa Hun İmparatorluğu, Atilla (Attilla) nın Avrupada kurduğu ve Fransaya kadar giderek Kavimler Göçünü başlatan Hun İmparatorluğunun muhteşem tarihi.

Avrupa Hun İmparatorluğu, Orta Asyada varlığını yitirerek Batıya doğru göç ederek Hazar bölgesinde toplanan Hun kütlelerinin bölgede çoğalmasıyla ortaya çıkan, varolduğu kısa dönemde Tarihe silinmeyecek izler bırakmış ve diğer büyük Türk imparatorluklarının temelini oluşturmuş önemli bir devlet olmuştur.

Avrupa Hunlarının tarih sahnesine çıkışları, dünya literatüründe farklı bir öneme daha sahiptir. Avrupa Hunları, Hazar denizinden Avrupaya doğru ilerlemeden önce, Avrupadaki demografik yapı bugünküne göre çok daha belirsizdi. Avrupa kıtası Roma İmparatorluğundan ve İmparatorluğa dahil olmayan Barbar kavimlerden oluşuyordu. Bu barbar kavimler bir imparatorluk seviyesine ulaşmamış, ancak bulundukları topraklarıda Roma’nın yönetimine bırakmamışlardır. Yaşayış şekilleri ve kültürel değerlerinin çok zayıf olması nedeniyle bu topluluklardan Barbar kavimler olarak bahsedilir. Bu barbar kavimler, bugün Avrupa kıtasında bulunan ülkelerin atalarıdırlar. Hunların Avrupaya ilerlemeleriyle bölgedeki demografik yapı önemli ölçüde etkilendi. Hunlardan önce Kafkaslara kadar uzanan bu barbar kavimler, Hunların Tuna nehrini aşarak Avrupayı otoritesi altına almaya başlamasıyla bu barbar kavimler Avrupanın içlerine doğru ilerleyerek Roma ile karşı karşıya gelmiştir. Bu barbar kavimlerin Roma üzerindeki baskıları sonucunda Roma ikiye bölünmüş, varoluş mücadelesine giren barbar kavimler, zamanla kendi yönetimlerini oluşturmuştur. Tarih, bu dönemi Kavimler göçü olarak kaydetmiştir. Bu süreç, Hunların Avrupaya girmesinde başlar, Avrupa Hun İmparatorluğunun yıkılmasıyla neticelenir. Günümüz dünyasındaki medeni Avrupa ülkeleri, bugünki varlıklarını “Barbar Türkler” olarak telafuz ettikleri Avrupa Hunlarına borçludurlar diyebiliriz.


Avrupa Hunlarının Tarih Sahnesine Çıkışı  (352)

Önce Doğu ve Batı, daha sonrada Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünen Büyük Hun İmparatorluğunun Orta Asyada varlığını yitirmeye başlamasıyla batıya doğru göç eden Hun toplulukları Hazar gölü çevresinde yoğunlaşmıştı. M.Ö. 36 yılında başlayıp, M.S. 300 lü yıllara kadar devam eden bu göç hareketiyle Bu bölgede yaklaşık 300 yıl boyunca yaşayan Hun toplulukları, zamanla bölgeye hakim bir güç haline geldi. Büyük Hun İmparatorluğu döneminde devletçilik vasfı kazanan Hun Türkleri, bu vasıflarını bulundukları bölgeye de taşıyarak zamanla güçlerini birleştirerek yeni bir imparatorluk kurmaya doğru ilerlediler.

Günümüz literatüründe Avrupa Hun İmparatorluğunun kuruluşu 374 olarak geçer. Bu bilgiye Avrupa kaynaklarından ulaşıyoruz. Oysaki bu kaynaklar 374 yılında, Hunların Gotları yenilgiye uğratmasından bahseder. Zamanla yapılan araştırmalar Avrupa Hunlarının ilk hakanının “Kama Tarkan” olduğunu ortaya çıkartmıştır. Kama Tarkan, bölgedeki Hun topluluklarını yönetimi altında toplayarak 352 yılında Avrupa Hun İmparatorluğunu fiilen kurdu ve yönetimi 370 yılına kadar elinde bulundurarak Hazar ve çevresinde önemli bir güç haline gelerek hakimiyet alanını batıya doğru ilerletti. Geçen 18 yıl, Hazar bölgesinde yaşayan Hun Türklerinin teşkilatlanmasını ve Devlet düzenine geçmesini sağladı.


Balamir Dönemi (370-378)

Balamir, Kama Tarkan’ın ölümüyle yönetime geçti. (Kama Tarkan’ın oğlu olduğu kesin değildir) Yönetime geçmesiyle Batıya doğru ilerlemeye başladı ve bölgede bulunan Alan ülkesini ele geçirdi. Avrupa menşeili Tarih kaynakları Bledanın 374 yılında İdil nehri kıyılarında görüldüğünü kayıt etmiştir. Bu dönemde bölgede, imparatorluk niteliği taşımayan ancak kalabalık ve güçlü barbar kavimler bulunuyordu. Bugünki pek çok Avrupa ülkesinin atası ola bu barbar kavimler zaman zaman Roma imparatorluklarının sınırlarını zorlayarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı. Balamir, İdil nehrini geçerek bu bölgede bulunan Gotlara baskı kurmaya başladı. Gotlarla İlk savaş 375 yılında gerçekleşti. Savaşı kazanan Balamir, Gotları Avrupanın içlerine, Romaya doğru ilerlemelerini sağladı. Kavimler Göçü olarak tarihe geçen süreç bu savaşla başlamıştır. Balamir döneminde Hunlar, hakimiyet alanlarını genişleterek Avrupaya doğru ilerlediler.


Alipbi Dönemi (378-390)

Avrupalıların “Baltazar” ünvanı verdiği Alipbi, Balamir’in ölümünden sonra yönetime geçti. Alipbi’nin yönetimiyle Hunlar Balkanlara doğru ilerleyerek hakimiyet alanını giderek genişletmeye başladı. Aynı yıl Tuna nehrini geçerek Trakyaya kadar ilerledi. Bu ilerleyişinde Romadan herhangi bir direniş görmedi. Hunların ilerlemesiyle zor durumda kalan barbar kavimler, Hunlarla mücadele etmek yerine Romanın üzerine gitmeyi yeğelediler. İlerleyen yıllarda da Roma, barbar kavimlerin saldırılarıyla uğraşırken Hunlar bölgedeki hakimiyetlerini güçlendirdiler.


Uldız Dönemi (390-412)

Alipbi’nin ölümüyle tahta Uldız geçti. Uldız, yönetime geçtiği dönemde Karpat dağlarını aşarak bugünki Macaristana kadar ulaştı. I. Theodosius’un 395 de ölmesiyle Roma Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Theodosius Roma’yı tek başına yöneten son hükümdar olmuştu. Romanın ikiye bölünmesiyle Uldız Trakya ve Balkanlar üzerine yürüdü. Aynı dönemde, bir diğer koldanda Bugünki Şanlıurfa ve Lübnana kadar hızla ilerleyip akdenize ulaştı. Aslında bu nedenle Türklerin Anadoluya ilk girişi 395 dir. Uldız Akdenize kadar ulaştı ancak Kısa bir süre sonra birliklerini Karadenize geri çekti.

Avrupa Hunlarının dış politikası Uldız zamanında şekillendi. Bölgedeki barbar kavimlere karşı Romayla iyi ilişkiler kurulmaya başlandı. Zira bu kavimler düzensiz ve barbarca yaşıyorlar bu nedenle kontrol altında tutulamıyorlardı.

Hunlar, Tuna boylarına ilerledikçe barbar kavimlerde Roma sınırlarını zorlamaya başladılar. Bu baskılarla zor durumda kalan Batı roma, Uldızdan yardım istedi. Hunlar ile Radagais komutasındaki barbar kavimler 406 yılında, bugünki floransa bölgesinde karşı karşıya geldiler. Uldız, savaşı kazanarak Radagais’i esir aldı ve Batı Roma tarafından idam edildi.

Batı Roma ile iyi ilişkiler içerisinde olan Uldız, Doğu Romayla mücadele halindeydi. 409 yılında Tunayı geçerek Doğu Romayı baskı altına almaya başladı. Uldız, Doğu Romanın gönderdiği elçiye “Güneşin Battığı Yere Kadar Her Yeri Zaptedebilirim” diyerek meydan okuduğu tarih kaynaklarında geçmektedir.


Karaton Dönemi (412-422)

Karaton, Uldız’dan siyasi istikameti belirlenmiş, taşları yerine oturmuş bir imparatorluk devraldı. Batı Roma ile iyi ilişkiler kurulmaya başlanmıştı. Bu doğrultuda Batı Romanın üzerine çok fazla gidilmiyordu. Bu iyi ilişkiler Doğu Roma için geçerli değildi. Ancak Karaton döneminde Doğu Romanında fazlaca üzerine gidilmedi. Karaton 10 Yıl kadar yönetimi elinde bulundurdu. Bu süre zarfında Karadeniz bölgesinde Hun varlığını sağlamlaştırarak bölgedeki teşkilatlanmayı güçlendirdi. Karaton döneminde fazlaca önemli gelişmeler ortaya çıkmadı. Karaton dönemi, Avrupa Hunları için durgun sayılabilecek bir dönem olmuştur.


Rua Dönemi (422-434)

Karatonun ölümünden sonra Hunların yönetimi hükümdar ailesince ortak yönetildi. Kardeş olan Rua, Muncuk, Aybars, Oktar ülkeyi birlikte yönettiler. Rua devletin başına geçti. Doğu kanadını Aybars, batı kanadını ise Oktar yönetti. Muncuk ise kısa bir süre sonra öldü.

Rua döneminde Doğu Roma’nın Hunlar üzerinde bazı beşinci kol faaliyetleri başladı. Doğu Roma imparatoru II. Theodosius, Hunlara bağlı olan barbar kavimleri kışkırtmaya ve Hun birliğinden ayırmaya çalışıyordu. Casusların yaklanması ve Doğu Romanın faaliyetlerinin ortaya çıkması üzerine Rua Doğu Romanın üzerine yürüyerek önemli bir savaş kazandı. Bu savaş sonrasında Doğu Roma ilk kez Vergiye bağlandı. Uldız döneminde iyi ilişkiler içine girilen Batı Roma ile Rua dönemindede iyi ilişkiler devam ettirildi. Rua döneminde Batı Roma’da iç karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu durumdan faydalanmak isteyen Doğu Roman imparatoru II. Theodosius, ordularını Batı Roma’ya gönderdi. Batı Roma’nın Rua’dan yardım istemesiyle, Rua güçlerini Batı Roma’ya gönderdi. II. Theodosius’un ordusu Hunları karşısına almak istemedi ve geri döndü. Takip eden yıllarda Doğu Roma, Hunlara bağlı kabileleri kışkırtmaya devam etti. Rua bunun üzerine Doğu Romalı tüccarların Hun toprakları içine girmesini de yasakladı.


Attila Dönemi (434-453)

434 yılında, Rua’nın ölümüyle yönetim, Rua’nın kardeşi Muncuk’un iki oğluna kaldı. Bleda ve kardeşi Attila, bu dönemde imparatorluğun yönetimine geçtiler. Yaşça büyük olması nedeniyle yönetim Bleda daydı. Ancak Bleda, yeteri kadar varlık gösteremedi. Savaşlarda başarısız sonuçlar alması nedeniyle genellikle savaşları Attila yönetiyordu. Zamanla Attila, Ağabeyi Bledanın başarısız idaresi ve katıldığı savaşlarda varlık gösterememesi nedeniyle kardeşi Attila ile mücadeleye girdi. İmparatorluk 10 yıl kadar bu şekilde yönetildi. Ancak Attila, 445 yılında ağabeyi Bledayı öldürerek yönetimi tek başına eline aldı.

Attila’nın amacı, hem Doğu hem Batı Romayı egemenliği altına almaktı. Uldız döneminden bu yana Batı Roma ile iyi ilişkiler içine girilmişti. Ancak Attila, bu şekilde devam etmeyecekti.

Doğu Roma ile ilişkiler zaten kötüydü. Daha önce Doğu Roma üzerine birkaç kez yürünmüş ve baskı altına alınmıştı. Doğu Roma halen Hunlara vergi ödüyordu. Ancak Doğu Roma’nın Hunlar üzerindeki oyunları halen devam ediyordu. Ruanın ölümünden hemen sonra Attila, Doğu Romanın üzerine yürüdü ve savaşı kazanarak Margos antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla vergi iki katına çıkartıldı.

Doğu Roma, antlaşmayı imzalasada antlaşmanın şartlarına uymuyordu. Bunun üzerine Attila, 441 yılında tekrar Doğu Roma’nın üzerine yürüdü. Trakyaya kadar ilerledi ve vergi üç katına çıkartıldı. Böylelikle Balkanlar yoluda açılmış oldu.

Doğu Roma, Hunlara karşı faaliyetlerine devam etti. Yine antlaşmaya aykırı hareket ederek Hunlara bağlı kavimleri isyana teşvik etti. Ticaret kurallarını çiğneyerek tüccarlarını Hun topraklarına gönderdi. Attila, bu kez Doğu Romanın üzerine iki koldan saldırıya geçti (447). Bi kolu Yunanistandan girerek Tselya’ya kadar ilerledi. Diğer koldan Sofya, Lüleburgaz, Flibe şehirlerini ele geçirdi. Bugünki Büyük Çekmece yakınlarına kadar ulaştı. Bu ilerleyişten sonra Doğu Roma tekrar barış istedi. Antolyos antlaşması imzalandı ve vergi üç katına çıkartıldı, savaş tazminatı ödetildi ve Tunanın güneyindeki bölge Doğu Roma askerlerinden arındırıldı.

Attila, yılında Batı Roma imparatorunun kızıyla evlendi (451). Karısının çeyizi olarak Batı Roma topraklarının yarısını istedi. Bunun üzerine Batı Roma ve Hun İmparatorluğu büyük bir savaşa girdi. Attila ordularını, Batı Romanın asker deposu olarak görülen Galya’ya gönderdi. Attila buraya 200 bin kişilik bir orduyla geldi. Ordunun 100 Bin’i Hunlardan, 100 Bin’i kendisine bağlı kavimlerden oluşuyordu. Batı Roma’da denk bir kuvvetle savaşa katıldı. Ordular Katalon ovasında karşı karşıya geldiler. Savaş 24 saat sürdü. İki tarafta çok ağır kayıplar verdiler. Buna rağmen savaş henüz sonuçlanmamıştı. Ancak Batı Roma Askerleri, aynı gece askerlerini geri çekti ve yenilgiyi kabul etti. Attila, Galyayı işkal ederek yenilmezliğini tüm dünyaya kabul ettirmişti artık.

Attilanın amacı Doğu Romayı tamamen kendisine bağlamaktı. Kesin sonuç almak için 452 yılında bir sefer daha düzenledi. Romanın artık karşı koyacak gücü yoktu. Attila, ordusuyla Alpleri aşarak Po ovasına indi ve İtalyanın kuzey kentlerini ele geçirerek Roma önüne kadar ilerledi. Papa 2. Leo, Attilanın huzuruna çıkarak Attilanın romaya zaten hakim olduğunu söyleyerek Hristiyanlığın merkezi olarak kabul edilen Roma’nın yıkılmamasını talep etti. Bu dönemde bölgede Veba salgını sorunu vardı. Attila bu seferle Doğu Romayı egemenliği altına almış oldu. Bölgedeki Veba salgını nedeniyle daha fazla ilerlemedi ve vergiyi arttırarak geri döndü.

Attila, 453 yılında şüpheli bir şekilde öldü. Bazı tarih kaynakları Attilanın karısı tarafından zehirlendiğini ifade eder.


İlek Dönemi (453-455)

Attilanın 3 oğlu bulunuyordu. İlek, Dengizik, İrnek. Attilanın ölümüyle yönetime, en büyük oğlu İlek geçti. Ancak diğer kardeşlerle arasında saltanat mücadelesi yaşandı. Bu mücadele Hunları iç karışıklıklara ve yönetimde zafiyetler yaşanmasına sebep oldu. Bu iç karışıklıklar nedeniyle, Hunlara bağlı olan kavimler Hun idaresinden ayrıldı. Bugünkü Avrupa ülkelerinin ataları olan bu kavimler, Hunlardan ayrıldıktan sonra bölgede kendi yönetimlerini oluşturup Avrupanın bugünkü demografik yapısının alt yapısını oluşturdular.

İlek döneminde, ilk ağır yenilgi alındı. Hunlar Nadao savaşında yenilgiye uğradılar. Bu yenilgiden sonra Hunlardaki iç karışıklıklar dahada arttı.

Bugünkü Almanların ataları olan Germenler, İlek dönemine kadar Hunlara bağlı bir kavim olarak yaşıyorlardı. İmparatorluk içerisinde sorunların yaşanmasıyla Germenlerde isyan ettiler. İlek, bu isyanı bastırmak için Germenlerle girdiği mücadelede öldü.


Dengizik Dönemi (455-469)

Yönetimi İlek’den devralan Dengizik, imparatorluğu 14 yıl yönetti. Ancak yönetimi başarılı olamadı. Hunlar zayıflamaya ve küçülmeye başladı. Hem Roma, hem Hunlardan ayrılan kavimler bölgede güçlenmeye ve söz sahibi olmaya başladılar. Dengizik’de, Doğu Roma ile girdiği savaşta öldü.

Tarih kaynaklarında Dengizik’in ölümü, Avrupa Hunlarının yıkılışı olarak kabul edilir.


Avrupa Hun İmparatorluğunun Dağılması

Dengizikten sonra Hun imparatorluğu yönetilemez duruma geldi. Hem İmparatorluk gücü çok zayıfladı, hemde daha önce Hunlara bağlı kavimler isyan ederek ayrı bir güç olarak Hunların düşmanı haline geldi. Bunun üzerine, Attilanın en küçük oğlu olan İrnek, Hun kabileleriyle birlikte bugünki Karadenizin kuzeyine doğru çekildi. İmparatorluk yıkılmıştı ancak bölgedeki Hun varlığı devam etti. İrnek’den sonra Hun kabileleri Tingiz, Belkermek, Çuraş, Tarya, Buyan ve Çelbir tarafından yönetildi.

Avrupa Hun İmparatorluğu yıkılmıştı ancak Hunlar yokolmadı. Karadenizin kuzeyinden yayılarak kabileler halinde varlığını devam ettirdi. Bugün dahi Avrupa’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Kırımda Türk izlerine rastlamaktayız.

İmparatorluğun yıkılmasıyla Bölgedeki Hunların bir kısmı Karadenizin kuzeyinde varlığını devam ettirdi. Bir kısmı Hazara dönmek için Kafkaslara doğru ilerledi, bir kısmı bölgede oluşmaya başlayan diğer bir güç olan Avarlara katıldı, bi kısmı ise güneye doğru inerek balkanlara yayıldı.

Balkanlara yayıyan Hunlar, bugünkü Bulgaristanın temelini oluşturmuşlardır. Bulgar sözcüğü Türkçe bir ifade olan Bulgamaktan (Dağılmak, yayılmak) gelmektedir.

Karadenizin Kuzey bölgesinde varlığını sürdüren Hunların bir kısmı Karpat dağları ve çevresine ilerleyerek bugünkü Macaristanın temelini oluşturdular. Zira Macaristanın ismi olan Hungary, Avrupa Hun İmparatorluğundan miras kalmıştır. Bugün Macaristanda halen Türk kültürünün izlerine rastlamak mümkündür. Özellikle Gagağuz (Gökoğuz) lar  Türk olduklarının ve Attilanın torunları olduklarının farkındadırlar. Karadenizi terk etmeyen Hunlar ise bölgede kaldılar. Bu kabilelerde Kırım Türklerinin atalarıdırlar.

Bölgedeki Hunların önemli bir kısmı  Hazara dönmek üzere Kafkaslara doğru çekildiler. Bu topluluk Kafkaslardaki diğer toplumlara karışarak asimile olsalarda bazı kabilelerin varlıklarını uzun süre korudukları tarih kaynaklarında geçmektedir.
(kaynak:turktarihim.com)

Harzemşahlar

Harzemşahlar, Harezm olarak anılan Aral Gölünün güneyi ile İran’ın Kuzey Doğu bölgesinde hüküm sürmüş, 1091 yılında temelleri atılarak 1138 yılında Bağımsızlığına kavuşmuş, 1231 yılında Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yıkılarak Anadolu Halkları içerisine kaynaşmıştır.

Harzemşahlar, Harezm olarak anılan Aral Gölünün güneyi ile İran’ın Kuzey Doğu bölgesinde hüküm sürmüş, 1091 yılında temelleri atılarak 1138 yılında Bağımsızlığına kavuşmuş, 1231 yılında Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yıkılarak Anadolu Halkları içerisine kaynaşmıştır.

Harzemşahlar Devletinin Kuruluşu

Harezm Bölgesi, Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyeti altında bulunan ve Selçuklu Sultanlarının atadığı valilerce yönetilen önemli bir ticaret kentiydi. Harzemşahlar Devletinin atası kabul edilen Anuş Tigin, Harezm’li bir Türk genci olarak Selçuklu Emirlerinden Bilge Tigin tarafından esir olarak alınıp Selçuklu Sarayında eğitim ve terbiye görmeye başladı. Burada bahsedilen esaret aslında Selçuklu Devletinin devlet adamı yetiştirme politikasından ibarettir. Zamanla Osmanlı Devletinde Devşirme Sistemi ile karşımıza çıkan bu uygulama ile çocuk yaşta alınan sağlıklı ve yetenekli Türk Gençleri, saray eğitimi, devlet adamlığı ve siyasi ilimlerle donatılarak devletin önemli mevkilerinde görevlendirilmekteydi. Bu minval ile Selçuklu Sarayında hizmetkâr olarak görev alan Anuş Tigin, zamanla yükselerek Taştdarlık vazifesi almış ve Sultanın abdest alması ve elini yıkaması için ibrikçiliğini yapmaya başlamıştı. İbrikçilik ile başlayan saray vazifesi zamanla devlet mertebelerinde görevler alarak yükselmesiyle devam etti. Devlet işlerindeki başarısı ve zekâsıyla yükselerek çocuk yaşta Bilge Tigin tarafından esir alındığı Harezm’e vali olarak atandı (1092). Bu tarihten sonra Harzemşahlar Devletinin müstakbel sultanları olacak Harezm valileri Anuş Tigin’in soyundan gelmiştir. Bu sebeple Anuş Tigin, Harzemşahlar Devletinin kurucusu ve saltanat atası olarak kabul edilmektedir.

Harezm bölgesi, Büyük Selçuklu Devletine bağlı bir vilayet olarak valiler tarafından yönetilmekteydi. Ancak Selçuklu Devleti, 1092 yılında bölünmelere maruz kalmış ve zayıflamıştı. Yaşanan bölünmeler sonucunda Irak-İran hattında hâkimiyetini devam ettiren Büyük Selçuklu Devleti, Harezm bölgesine atadığı vali ile bu bölgeyi uzaktan yönetmekteydi. Anuş Tigin döneminden sonra Harezm’in idaresi Anuş Tigin soyundan devam etmiş, bunun bir sonucu olarak da Anuş Tigin ailesi Harezm bölgesini saltanatı ile idare ederek Harzemşahlar devletinin temellerini atmıştır. Anuş Tigin, Harezm valiliği görevini başarıyla ifa etmiş, zor zamanlar yaşayan Büyük Selçuklu Devletine bağlı kalarak halkının saygısını ve itaatini kazanmıştı. Bunu gören Selçuklu Sultanı Sencer, Anuş Tigin’in vefatından sonra yerine oğlu Kudbeddin Muhammed’i Harezm valisi olarak atadı (1097).


Kudbeddin Muhammed Dönemi (1097 - 1127)

Anuş Tigin’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Sencer tarafından Harezm valisi olarak atanan Kudbeddin Muhammed de babası gibi Selçuklu Sarayında yetişmiş, saray terbiyesi ve devlet idareciliği ilimleri almış, gösterdiği başarılar ile babası gibi göz doldurarak yükselmişti. Anuş Tigin’in vefatı üzerine Harezm valisi olarak atanan Kudbeddin Muhammed, halkına adil ve hakkaniyetle davranarak Harezm halkının saygısını ve itibarını kazandı. Bu haseple Harezm eşrafı, Kudbeddin Muhammed’i tartışmasız bir lider olarak görmeye başlamışlardı. Selçuklu Devleti ile gelişen ticaret de Harezm halkını ekonomik olarak kalkındırmış, müreffeh bir yaşam süren Harezm halkı da Valileri Kudbeddin Muhammed’e bağlı kalmışlardı. Kudbeddin Muhammed döneminde zor günler yaşamakta olan Büyük Selçuklu Devleti, bölgedeki siyasi tezahürler hasebiyle Harezm bölgesini uzaktan idare etmekte, rüştünü ispatlamış ve sadık bir vali olan Kudbeddin Muhammed de merkezi idareden doğrudan talimat almadan Harezm bölgesinin idaresini üstlenmekteydi. Dolayısıyla Harezm bölgesi, yarı bağımsız olarak yönetilmekte ancak Büyük Selçuklu Devletine bağlı kalmaktaydı. Kudbeddin Muhammed, bu vazifesini 30 yıl gibi uzun bir süre başarıyla ifa edip 1127 yılında vefat etti. Selçuklu Sultanı Sencer, beklendiği üzere yerine yine sarayda yetişmiş ve eğitim görmüş olan Kudbeddin Muhammed’in oğlu Atsız’ı Harezm valisi olarak tayin etti.


Atsız Dönemi (1127 – 1156)

Atsız, babası ve dedesi gibi Selçuklu Sarayında yetişmiş, ilim ve devlet işlerinde gördüğü eğitim ile göz doldurarak yüksek mevkilerde görev alabilmek için rüştünü ispat etmişti. Öyle ki muvaffakiyet ve bağlılığı hasebiyle bizzat Sultan Sencer’in teveccühlerine mazhar olmuştu. Bu minvalde babası Kudbeddin Muhammed’in yerine Harezm valisi olarak atanan Atsız, kısa süre içerisinde Harezm halkının öteden beri gelen bağlılık ve saygısını edinerek tıpkı babası ve dedesi gibi saygın bir lider olarak karşılandı. Başarılı devlet adamlığının yanı sıra güçlü bir kumandan olan Atsız, Harezm’de teşkil ettiği ordu ile Sencer’in ordusunda görev alarak pek çok başarısında büyük pay sahibi olmuştur.

Atsız, her ne kadar vali sıfatını taşıyor ise de Harezm halkı, Anuş Tigin döneminden itibaren 35 yıl boyunca idaresi altında olduğu silsileye yüksek bağlılık ve sadakat gösteriyor, bu haseple kendisini sadece bir vali değil, tartışmasız bir lider ve sultan olarak görüyordu. Üstelik babası Kudbeddin Muhammed, Selçuklu Sultanına bağlılığı ve kendisine duyulan güvenle yarı bağımsız olarak hareket etmeye başlamıştı. Bu bakımdan kendisi de Harezm bölgesinin idaresinde oldukça yüksek yetkilere sahipti. Ancak Asız, babası ve dedesi gibi Selçuklu Sultanına kayıtsız şartsız bağlı kalmayıp bağımsız hareket etmeye, hatta Selçuklu Sultanını karşısına almaya niyetlenmişti. Harezm halkının kendisine bağlılığından istifade ederek Büyük Selçuklu Devletinin zayıflamasından istifade etmek amacıyla giriştiği bu bağımsızlık hareketi neticesinde kendisine bağlı güçlerle Cend ve Mangışlak bölgelerine taarruz ederek hakimiyet alanına dâhil etti. Atsız’ın bu başına buyruk hareketi Sultan Sencer’i çok kızdırdı. Sencer, kendisini tenkit ve ikaz edince ise ortaya çıkan sürtüşme neticesinde fevri bir hareketle Büyük Selçuklu Devletine bağlılığını ortadan kaldırarak kendisini Sultan ilan etti. Atsız’ın bu eylemi HarzemşahlarDevletinin fiilen kurulması anlamına geliyordu (1138).

Sultan Sencer, Atsız’ın bu eylemi karşısında Harezm bölgesinin hâkimiyetini kaybetmemek için bizzat ordusunun başına geçerek Atsız üzerine yürüdü. Atsız’ın bu ilk bağımsızlık denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Büyük Selçuklu Devleti, her ne kadar zayıflamış ve zor günler geçiriyor olsa bile Sultan Sencer ordusunun başına geçerek Atsız’ın ordularını bozguna uğratarak Harezm bölgesini yeniden ilhak etti. Atsız’ın yerine Süleyman Bin muhammed’i vali tayin ederek Merv’e geri döndü.

Süleyman Bin Muhammed, Harezm halkının Atsız’a bağlılık ve desteğini ortadan kaldırmak için Atsız’ı destekleyen zümreler üzerinde ağır baskılar kurarak halkın tepkisini üzerine çekti. Anuş Tigin döneminden beri devam eden müreffeh ve huzurlu yaşamları bir anda bozulan ve bağımsızlık denemeleri sükûtu hayalle sonuçlanan Harezm Halkı Süleyman Bin Muhammed’e karşı bağlılık göstermeyince Atsız’ın hâkimiyeti yeniden ele geçirmesi zor olmadı. 1140 yılında Süleyman Bin Muhammed’i indirerek yeniden Harezm’in idaresini eline aldı. Ancak Sultan Sencer’in taarruzundan çekindiği için bağımsızlık iddiasından vazgeçerek Sencer’e bağlılığını bildirdi. Bu bağlılık da uzun sürmedi. Sultan Sencer, Karahıtaylılarla giriştiği mücadelede mağlup olunca ordusu ile Merv’i kuşatarak Büyük Selçuklu Devletini tümüyle ele geçirmeye teşebbüs etti (1141). Sultan Sencer, Merv’in kuşatılması üzerine Horasan’a çekilmek zorunda kalmıştı. Atsız da zaferini pekiştirmek için Nişabur’a taarruz etti ve burayı da hâkimiyeti altına aldı (1142). Hâkimiyetini pekiştirmek için adına hutbeler okuttu ve kendisini Büyük Selçuklu Devletinin hükümdarı olarak görmeye başladı.

Sultan Sencer, Horasan’da bulunduğu dönemde ordusunu ve iktidarını güçlendirip yeniden ortaya çıktı. Atsız, Sencer’in kuvvetlerinden çekinerek Merv’i terk etti ve yeniden Sultan Sencer’e bağlılığını bildirdi. Atsız, fırsatını buldukça Sencer’i mağlup etmeye çalışıyor, başaramayınca ise bağlılığını bildirerek sulh yapmaya çalışıyordu. Sencer, bu sorunu tamamen ortadan kaldırmak için Atsız’ın bağlılığını kabul etmeyerek Harezm şehrine taarruza geçti. Harezm’in en stratejik noktası olan Hazarasp kalesini fethedince Atsız’ın saltanat merkezi olan Gürgane’nin düşmesi ve Sencer’in zaferi kaçınılmaz hale gelmişti. Atsız yine kendisine bağlılığını bildirerek Sulh yapmayı teklif etti. Sencer, bu teklifi kabul etmeyince Harezm bölgesinin saygın din adamlarından birinin Müslüman kanı dökülmemesi için rica etmesi üzerine taarruzu yarıda bırakıp Atsız’ın bağlılığını kabul ederek geri döndü. Atsız yine Sencer’e mağlup olup yine bağlılığını bildirerek Harezm bölgesinin idaresini elinde tutmayı başardı.

Atsız, Sencer’in son taarruzundan sonra uzun bir süre Selçuklu Tehdidine maruz kalmadı. Zira Sultan Sencer, devletinin diğer sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kaldı ve Harezm bölgesinin idaresi, Sencer tarafından tanınmasa da fiilen bağımsız olarak varlığını devam ettirdi. Atsız, 1156 yılında vefat etti ve yerine kardeşinin oğlu İlarslan geçti.


İlarslan Dönemi (1156 – 1172)

Atsız, amcası Atsız’dan sonra veliaht olarak saltanat makamına geçti ancak Atsız’ın oğulları ve saltanatta hak iddia edebilecek rakipleri saltanat makamını tehdit eder durumdaydı. Bu tehlikeleri ortadan kaldırmak için amcasını ve kardeşlerini öldürerek tüm rakiplerini bertaraf etti. İlarslan’ın hâkimiyeti Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Sencer tarafından da tanındı. Zira Selçuklu Devleti zor zamanlar geçiriyor, Sencer artık Harezm bölgesini kontrol altında tutamıyordu. Selçuklu tehdidinden de kurtulan İlarslan, artık Harzemşahlar Devletini tartışılmaz ve tam anlamıyla bağımsız hale getirmiş oldu.

Büyük Selçuklu Devleti zayıflamış, Selçuklu Sultanı Sencer ise oldukça yaşlanmıştı. Herşeye rağmen  Sencer’in varlığı Harzemşahların büyümesine engel teşkil ediyordu. Zira Harzemşahların Şahlanışı Sultan Sencer’in vefatından sonra mümkün olabildi. Sencer’in 1157 yılında vefat edince zaten zayıf düşmüş olan Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden silindi. Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyet alanları, kendisini Büyük Selçuklu Devleti’nin mirasçısı olarak gören Harzemşahların kontrolü altına girmeye başladı. Önce Doğu İran bölgesi ve Harezm bölgesinin yakın çevreleri Harzemşahlar Devletinin hâkimiyeti altına girdi. Sonrasında hâkimiyet altına aldığı bölgelerdeki devlet teşkilatlanmasını ve fethettiği bölgelerin hâkimiyetini sağlamlaştıran Atsız, HarzemşahlarDevletini dört başı mamur bir imparatorluk haline getirdi.

Harzemşahlar, artık tam anlamıyla bağımsız ve bölgesinde güçlü bir otorite olarak rüştünü ispatlamış bir imparatorluk olmuştu. Atsız, Harzemşahlar Devletinin sınırlarını genişleterek Tus, Bistam ve Damgan bölgelerini de hâkimiyeti altına aldı (1170). Atsız, Harzemşahların yükselişini ve güçlenmesini sağlamıştı ancak doğudaki Karahıtaylılar tehdidi devletin daha fazla güçlenmesine imkân vermiyordu. Karahıtaylara vergi vermek zorunda kalan ve olası Karahıtay tehdidine karşı tedirgin durumda olan Atsız, ordu nezlindeki hazırlıklarını tamamladıktan sonra Karahıtaylarla mücadele etmeye hazır hale gelince vergi tahsil etmek için gelen Karahıtay elçisine vergi vermeyeceğini bildirerek üstü kapalı olarak da olsa savaş ilan etti. Karahıtaylar, beklendiği gibi taarruza geçerek Nişabur’a doğru yola çıktılar. Askeri gücü bakımından Karahıtaylılarla mücadele etmesi zor olan Atsız, Karahıtaylıların taarruz edeceği güzergâhı su taşkınlarıyla bataklığa çevirince Karahıtaylılar taarruzu yarıda bırakarak geri dönmek zorunda kaldılar. Atsız, Karahıtaylıları mağlup edememişti ama yine de Karahıtay tehdidini bir süre içinde olsa bertaraf etmişti. Atsız, bu vakadan kısa bir süre sonra vefat etti. Atsız’ın vefatı üzerine saltanat mücadeleleri baş gösterdi.


Alâeddin Tekiş Dönemi (1172 – 1200)

Saltanatın esas varisi olan Tekiş, Nişabur şehrinin dışında bulunuyordu. Küçük oğlu Sultan Şah, bu fırsatı değerlendirerek kendisini Harzemşahların Sultanı ve Büyük Kağanı ilan etti. Atsız’ın büyük oğlu Tekiş, kardeşinin Hükümdarlığını kabul etmedi ancak önce davrandığı için saltanat ordusunu arkasına alan Sultan Şah’a karşı tek başına mücadele etmesi mümkün değildi. Kardeşini tahttan indirmek için, kadim düşmanları olan Karahıtaylardan destek istedi. Harzemşahlar üzerinde düşmanca emeller besleyen Karahıtaylar elbette bu fırsatı değerlendireceklerdi. Karahıtayların destek için gönderdikleri ordunun başına geçen Tekiş, Nişabur’a girerek kardeşini tahttan indirdi ve saltanat makamına geçerek kendisini Sultan ilan etti. Sultan Şah, Karahıtay ordusuna karşı koyamayıp şehirden kaçmak zorunda kaldı. Bir yıl kadar sonra tekrar saltanat mücadelesi içine girişen Sultan Şah, Irak Selçuklularının hükümdar vekili Ayaba ile anlaşarak tekrar Tekiş’i indirmek için Nişabur’a girdi. Sultan Şah’ın bu denemesi başarısızlıkla sonuçlandı ve Ayaba savaşta öldürüldü. Sultan Şah ise saltanattan vazgeçerek Dihistan’a kaçtı (1174).

Tekiş, kudretli ve güçlü bir handı. Hâkimiyeti döneminde Harzemşahları devlet nizamı, disiplini ve teşkilatlanmasıyla tam anlamıyla bir İmparatorluk haline getirdi. Saltanat makamını ele geçirmesi için bir anlamda kullandığı Karahıtaylılarla münasebetlerini keserek mücadeleye girişti. Önceleri verdikleri destek için Karahıtaylara vergi vermeyi kabul eden Tekiş, vergi tahsil etmek için gelen Karahıtaylı elçisinin kibirli ve fütursuz tavırlarına hiddetlenerek öldürerek Karahıtaylara açıkça savaş ilan etti. Karahıtaylılar da Atsız döneminde yarım bıraktıkları Harezm seferini tamamlamak üzere Harzemşah Devletinin başkenti Nişabur’a taarruza giriştiler. Tekiş’in teşkilatlandırdığı Harzemşahlar ordusu eskisinden çok daha güçlüydü. Kalabalık Karahıtaylı ordusu ile doğrudan mücadeleye girişen Tekiş, bu mücadelede Karahıtaylara ağır bir mağlubiyet yaşatarak uzun yıllardır süre gelen Karahıtay tehlikesine karşı ilk önemli başarıyı elde ettiler. Türk Yurtlarını 150 yıl boyunca tehdit ve tahrip eden Karahıtaylılar’ın batıya ilerlemeleri bu zaferle bertaraf edilmiş oldu.

Tekiş, kendisine bağlılığını bildirmesine rağmen kardeşi Sultan Şah’tan tedirgin olmaktaydı. Bu sebeple fevkalade bir lüzum hâsıl olmadıkça Nişabur’u terk etmiyordu ve stratejik hamlelerde ordusunun başında bulunamıyordu. Sultan Şah, 1187 yılında vefat edince saltanat tehlikesi ortadan kalkmış oldu. Tekiş Han’ da stratejik olarak daha rahat hareket edebilir duruma gelmişti. Artık ordusunun başına daha rahat geçebilen Tekiş, Doğu İran ve Horasan’ı hâkimiyeti altına alarak sınırlarını genişletti. Harzemşahların genişlemesi Büyük Selçuklu Devletinin ardıllarından olan Irak Selçukluları Sultanı 2. Tuğrul Han’ı tedirgin etti. 2. Tuğrul Han, Irak coğrafyasında güçlenmiş, İslami Halifesi Abbasi Sultanı’nın koruyuculuğunu üstlenmişti. Elde ettiği başarılarla Hilafet Makamının siyasi yetkilerini elinde bulunduran 2. Tuğrul Han, hâkimiyeti altındaki bölgelere doğru yayılmakta olan Harzemşahlar’a karşı mücadeleci bir tavır göstererek bizzat ordusunun başına geçip Harzemşahlar ile savaşa tutuştu. Tekiş Han, 2. Tuğrul Han’ın ordusuna denk bir kuvvetle giriştiği mücadeleyi kazanarak 2. Tuğrul Han’ı savaş meydanında öldürdü. Tuğrul Bey’in ölümü üzerine Irak Selçukluları yıkıldı ve Büyük Selçuklu Devleti’nin hakimiyet kurduğu coğrafyada varlığını sürdüren Irak Selçukluları’nın hakimiyet alanları da Harzemşahlar Devletinin sınırlarına dâhil oldu (1194).

Bu galibiyetten sonra Harzemşahlar tarihlerinin en geniş sınırlarına erişerek Irak, İran ve Horasan bölgelerinde hâkim hale geldiler. Tekiş Han’da kendisini tekrar Selçuklu Devletinin hilafı olarak ilan edip Bağdat Halifesinden saltanat menşuru (Fermanı) aldı. Yaklaşık 100 yıldır Hilafet makamının koruyuculuğunu üstlenmekte olan Selçuklular, son Selçuklu devleti olan Irak Selçuklularının da yıkılmasıyla koruyucusuz kalmıştı. Kendisini Selçukluların halefi ilan eden Tekiş, bu vazifeyi de sahiplenerek hem Bağdat da bulunan halifenin hem de Abbasilerin koruyuculuğunu üstlendi. Bu vazifenin bir gereği olarak da bölgede hilafet muhalifi İsmaililer ile mücadele içerisine girişti. İsmaililer, Hilafet silsilesine itiraz ederek mevcut halifelerin hâkimiyetlerini reddediyor ve isyan hareketlerine girişiyorlardı. Giderek güçlenen bu isyan hareketinin mensupları bazı kaleleri ele geçirerek Hilafet makamının hâkimiyetine gölge düşürmekteydiler. Tekiş, 2. Tuğrul döneminde çözülemeyen bu sorunu çözerek İsmaililerin ele geçirdiği kaleleri geri alıp İsmaililik akımının Halife üzerindeki baskısını ortadan kaldırdı.

Tekiş Han, Halifenin koruyuculuğunu üstlendikten sonra yayılma politikalarını yavaşlatarak bu vazifeye yoğunlaştı ve kalan ömrünü Hilafet makamına hizmet ederek geçirdi. 1200 yılında vefat edince yerine oğlu Muhammed geçti.


Alaeddin Muhammed Dönemi (1200 – 1220)

Muhammed Han, babası Tekiş han’ın vefatı üzerine Harzemşahlar tahtına geçince, her saltanat devrinde olduğu gibi bağımsızlığını kazanmak isteyen zümreler başkaldırdılar. İlk başkaldıranlar Afganistan bölgesinde kalabalık kitleler halinde yaşayan Gurlar oldu. Onları bazı Türk Beylikleri ve malikler takip etti. Saltanat makamını ve otoritesini korumak zorunda olan Muhammed, önce küçük melikleri ve beylikleri etkisiz hale getirdi. Başkaldıran Gurlar üzerine gidemese de Gur sultanının vefat etmesi üzerine Harat’a girerek buradaki hâkimiyetini kesinleştirdi (1207). Muhammed Han, İç huzursuzlukları ortadan kaldırmıştı ancak Tekiş döneminde bertaraf edilen Karahıtaylılar yeniden güçlenerek Harzemşahlar’ın hâkimiyeti altındaki bölgelere yağma faaliyetleri başlatmıştı. Buhara’nın hâkimiyetini elinde bulunduran Karahıtaylılara taarruz ederek burayı da hâkimiyeti altına aldı (1207). Neredeyse 200 yıl boyunca Türk Yurtlarını tehdit eden Karahıtaylılar hem Harzemşahlara karşı başarılı olamamışlar hem de doğudan yükselen Cengiz Han liderliğindeki Moğol İstilalarına maruz kalmışlardı. Cengiz Han’ın ordularından kaçan Naymanlar Karahıtaylılar’ın hâkimiyeti altındaki bölgelere taarruz edince zayıflayan Karahıtaylılar, Buhara mağlubiyeti ile birlikte Harzemşahlar’ın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldılar (1212).

Karahıtaylılar tehlikesinin ortadan kalkmasıyla güçlenen Muhammed Han, 1215’de Gazne’yi hâkimiyeti altına alarak burayı oğlu Celaleddin’e bırakıp Harezm’e geri döndü. Bu tarihlerde hâkimiyet alanlarını kaybetmiş olan Sasani kökenli Azarbeycan ve Fars atabeyleri güçlenmiş, Harzemşahların sınır komşuları haline gelmişlerdi. Sınırlarını Azarbeycan hattına kadar genişletmek isteyen Muhammed Han, ağır kış şartlarında giriştiği bu sefer sonucunda mağlup olunca Harzemşahlar için zor günler başladı (1217).


Harzemşahların Zayıflaması ve Yıkılması

200 yıl boyunca devam eden Karahıtaylı tehdidi artık ortadan kalkmış, Moğol kökenli Karahıtaylılar Harzemşahlar’ın tebası olmuşlardı. Ancak Karahıtaylılar’ın arkalarından batıya doğru ilerleyen daha büyük bir Moğol Tehdidi baş göstermişti. Cengiz Han liderliğinde birleşen Moğollar önce Çin’i ele geçirmiş, sonrasında ise karşılarına çıkan her şehri yağma ve talan ederek büyük bir vahşetle batıya yönelmişlerdi. Muhammed Han, Moğollara karşı koyamayacağını anlayıp ticaret münasebetlerini geliştirerek iyi ilişkiler içerisine girdi. Ancak birkaç yıl sürebilen bu iyi ilişkiler, Cengiz Han’ın ticaret kervanları ile birlikte Harzemşahlar’ın bölgesine gönderdiği casuslardan birinin ortaya çıkması üzerine bozuldu.

Cengiz Han’ın stratejileri yalnızca savaş meydanlarında değil savaş öncesi ve sonrasındaki casusluk faaliyetleriyle birlikte bir bütün oluşturmaktaydı. Harzemşahlar ile yapılan ticaret anlaşmalarını kullanarak ticaret kervanlarında görev verdiği casusları üzerinden hem bilgi topluyor hem de bu casuslar ile Harzemşahlar devlet görevlilerini rüşvet ve menfaat vaat ederek satın alıyordu. Bu casuslardan birisi Harezm’de yakalanınca Harezm Valisi İnalcık, casusluk yapan kervanı yağma edip casusların sakallarını yakarak geri gönderdi. Tarihe Otrar Vakası olarak geçen bu olay sonucunda Harzemşahlar ile Moğollar arasındaki iyi ilişkiler sona erdi. İnalcık’ın bu hareketi kuşkusuz ki Cengiz Han’ın öfkesini çekecek, Moğollar ile geliştirilmiş olan iyi ilişkileri bozacaktı. Ancak Moğolların her halükarda Harzemşahlar’ın üzerine taarruz edeceği de biliniyordu. Cengiz Han, elçisini göndererek malların tazminini ve Harezm valisi İnalcık’ın teslim edilmesini istedi. Muhammed Han, Cengiz Han’ın bu istediğini reddedince Harzemşahların sonunu hazırlayan Moğol İstilası başladı (1219).

200 Bin kişilik devasa bir orduyla yola düşen Cengiz Han, önündeki şehirleri ayaklarının altına alıp yakarak batıya, Harezm topraklarına doğru ilerlemeye başladı. Kısa süre içerisinde Buhara, Semerkand, Otrar, Sığnak, Berakend ve Hocend Moğollar tarafından istila edildi. Kalabalık Moğol ordusuna karşı vur-kaç taktikleriyle yıpratmaya çalışan Muhammed Han, giriştiği son mücadelede de mağlup olunca kaçarak Abiskun’da bir adaya sığındı. Harzemşahlar Moğol istilalarına karşı koyamayarak yıkılmıştı. Hakimiyeti altına aldığı Kuzey İran, Horasan ve Gazne bölgelerinde tutunamayarak çekilmek zorunda kaldı. Devleti başında bir hükümdar bulunmadığından Irak ve Bağdat bölgelerinde de başkaldıranlar Harzemşahların bölgedeki otoritelerini sahiplendiler ve Harzemşahlar devletini tarih sahnesinden sildiler. Moğol mağlubiyeti sonrasında kaçan Muhammed Han, 1220 yılında vefat edince oğlu Celaleddin, babasından kalan saltanat makamına oturdu.


Celaleddin Dönemi (1220 – 1231)

Celaleddin, büyük bir İmparatorluk haline gelmiş olan Harzemşahlar Devletini tarumar ve perişan bir halde devraldı. Babası Muhammed Han, veliaht olarak büyük oğlu Uzluğşah’ı ilan etmişti. Bu sebeple Harzemşah ordusunun komutanları ve devletin ileri gelenleri Ağabeyi Uzluğşah’ın hükümdar olmasını destekliyordu. Celaleddin, babasından kalan saltanat makamına geçmek için kendisine verilmiş olan Gazne’den Ürgenç’e geçti. Ancak Cengiz Han’ın oğulları Çağatay ve Ögeday’ın orduları 1221’de Ürgenç’i kuşatınca, ordu komutanlarının ağabeyi Uzluğşah’ı desteklemesi sebebiyle kendilerine ihanet edebileceği düşüncesiyle Moğol Ordusu ile savaşmak yerine kendisine bağlı ordusuyla birlikte Afganistan’a geçti. Buradan da Gazne’ye geçerek teşekkül ettiği orduyla birlikte Cengiz Han’ın ordularına karşı mücadele etmeye hazırlandı.

Celaleddin Harzemşah, Gazne’de 30 Bin kişilik bir ordu hazırlayarak Cengiz Han’ın güçlü komutanlarından biri olan Kutugu Noyan’ın ordusu ile mücadeleye girişti ve bir kez daha Moğollara karşı zafer elde etti. Celaleddin Harzemşah, Moğollara karşı üst üste kazandığı zaferlerle Cengiz Han’ın ordusunun yenilmezliğini sona erdirmiş, muazzam Moğol Ordusuna karşı kazanabilen tek hükümdar ve kumandan olmuştur.

Celaleddin Harzemşah, Gazne’de aldığı galibiyetten sonra Moğol ordularının kontrolünde olan Herat’a girerek burada konuşlandırılmış olan Moğol Ordusunu bozguna uğratarak kenti Moğolların elinden almayı başardı. Mağlup olan Elçigidey Noyan, Herat’dan çıkarak daha güçlü bir orduyla tekrar geri döndü. Tam altı ay süren bu mücadele de Moğol ordusuna karşı destansı bir mücadele vererek altı ayın sonunda Herat’ı Moğollara bırakmak zorunda kaldı.
Cengiz Han, ordusunun yenilmezliğini ve kudretini gölgeleyen, ordularına karşı muvaffak olabilen tek hükümdar olan Celaleddin Harzemşah’ı mağlup etmek için bizzat ordusunun başına geçti Gazne’ye doğru yola çıktı. Harzemşahlar bu süre zarfında Uzluğşah’ı hükümdar kabul etseler de ortada bir imparatorluk ya da bağımsız bir devlet söz konusu değildi. Zira Harezm ve diğer Harzemşah kentleri Moğol istilalarıyla talan olmuş durumdaydı. Sultanlık makamına bağlı olan ordular ise Moğol istilalarından uzak bölgelerde konuşlanıyor ve ancak saltanat makamını koruyabiliyorlardı. Celaleddin Harzemşah, Moğollara karşı kazandığı büyük başarılara rağmen Harzemşahlar ordusunun desteğini göremedi. Uzluğşah’ın hükümdarlığında ısrar eden Harzemşah ordu kumandanları ve devlet adamları Celaleddin Harzemşah’ı desteklemeyerek Harzemşahların sonunu getiren Moğol istilalarına karşı daha da zayıf düştüler. Harezm ordularının desteğini alamayan Celaleddin Harzemşah, Gazne’yi terk ederek 50 Bin kişilik ordusu ve kendisine bağlı olan halklarla birlikte kalabalık bir kafile halinde çileli bir göç yolculuğuna girişerek Gazne’den Hinditan’a doğru göç etti. 50 Bin neferlik ordusu ve onbinlerce Gazne Türkü yurtlarını terk ederek göç yoluna düştüler. Ancak bizzat Cengiz Han’ın komuta ettiği Moğol orduları yola çıkmışlardı. Ağır yükleri ve kalabalık kitlelerle birlikte yola düşen Gazne ordusu ve Halkı çok yavaş ilerliyor, tamamı süvari birliklerinden oluşan Moğol ordusu ise hızla yaklaşıyordu.

Celaleddin Harzemşah, kendisini takip eden Moğol ordusundan ancak İndus nehri civarına kadar kaçabildi. Moğol ordusunun yaklaştığını öğrenen Celaleddin, ordusunu İndus Nehrinin karşı tarafına geçerek savunma pozisyonu aldı. Ancak ağır yükleri ile dağınık şekilde ilerleyebilen Gazne Halkı, yavaş hareket ediyor ve savunma hattının arkasına geçemiyor, geçebilenler ise hemen ordunun arka cenahında bulunduklarından ordunun manevra ve hareket kabiliyetini ortadan kaldırıyordu. Moğol ordusu, Nehre ulaştığında çevreye dağılmış olan silahsız Gazne Halkı’nı kılıçtan geçirerek korkunç bir katliama imza attılar. Halkı gözlerinin önünde katledilen Celaleddin, savaş stratejilerini değiştirerek taarruza geçince zaten çok kalabalık olan Moğol ordusu karşısında direnemeyerek mağlup düştü. Cengiz Han’ın imza attığı bu katliam öyle korkunçtu ki Celaleddin Harzemşah, kendi oğullarını ve cariyelerini Moğolların eline geçmemesi için öldürmüş, güç imkânlarla kurduğu ordusundan geriye kalan küçük bir birlik ile savaş meydanını terk etmek zorunda kalmıştır. Moğol Ordusu, Celaleddin Harzemşah’ın ordularını mağlup ettikten sonra burada bulunan tüm sivil halkı çocuk, yaşlı, kadın demeden vahşice katlederek vahşiliğini bir kez daha kanıtlamış, Moğol tarihine kara bir sayfa daha eklemiştir (1221).

Ağabeyi Uzluğşah ve Harzemşahlar’dan destek göremeyen Celaleddin, Moğol mağlubiyeti sonrasında gücünü toparlayabilmek amacıyla bölgede güçlü bir hâkimiyet kurmuş olan Türk asıllı Delhi Sultanlığına sığındı ve Delhi Sultanı İltutmuş’a himayesi altına girmek istediğini iletti. Ancak İltutmuş Bağdat halifesi ile iyi ilişkiler içerisindeydi ve Hilafet makamı, her ne kadar Yıkılmış ve hâkimiyetlerini kaybetmiş olsalar da hilafet makamının koruyuculuğunu üstlenmiş olan Harzemşahların hükümdarının Celaleddin Harzemşah ile mücadelesi hasebiyle İltutmuş’a Celaleddin’e destek vermemesi için telkinde bulunmuştu. Delhi Sultanlığı tarafından kabul edilmeyen Celaleddin Harzemşah, tekrar güçlenebilmek için Hint-Türk karışımı bir toplum olan Hoharlar ile anlaşarak Mutan’da hükümdarlık kurmuş olan Nasiruddin Kabaça üzerine hücum ettiler. Mutan bölgesini hâkimiyeti altına alarak buradan güneye doğru inip Delhi Sultanlığına bağlı olan Sind ve Kuzey Gücerat bölgelerini doğru ilerlediler. Delhi Sultanı İltutmuş, Cengiz Han’ın taarruzuna hazırlandığı ve mukavemetlerinin zayıflamasından çekindiği için Celaleddin Harzemşah’ın taarruzlarına sessiz kaldı. Celaleddin Harzemşah, Mutan-Sind-Gücerat bölgelerinde üç yıl kalarak ordusunu güçlendirdi.

1224 yılında Moğol tehdidin şiddeti azalmıştı. Bunun üzerine Celaleddin Harzemşah, dağılmış ve yıpranmış olan saltanat makamına sahip çıkmak ve Harzemşahlar devletini yeniden ayağa kaldırabilmek ümidiyle Harezm’e doğru yola çıktı. Ancak Harezm Moğol talanlarıyla yerle bir olmuş, nüfusu azalmış, şehirleri savunacak asker kalmadığı gibi bir zamanlar Harzemşahlar Devletinin başkenti olan bu topraklarda tebaa olarak görülebilecek bir halk da kalmamıştı. Yerli halkın çoğu Moğol istilacılar tarafından öldürülmüş, kalanlar ise göç etmek zorunda kalmış, neticede Harezm bölgesi bir kent olmaktan çıkmıştı. Zira Harzemşahların hükümdarı olan Ağabeyi Uzluğşah’da buraları terk ederek Pırşah ve Irak Acem bölgelerine yerleşmişti.

Celaleddin Harzemşah, Harezm’i arkasında bırakarak İran’a geçti. Yeniden güç kazanabilmek ve müttefik edinmek için bölgenin önemli atabeğlerinden olan Said Bin Zengi’nin kızıyla evlendi. Sait Bin Zengi ile kurduğu akrabalık bağının da etkisiyle Kuzey İran ile Azerbeycan bölgelerini idaresi altına aldı. Bu süre zarfında Irak ve Pırşah bölgelerindeki varlığı temsili olmaktan öteye geçemeyen Uzluğşah idaresindeki Harzemşahlar saltanatı ortadan kalkmıştı. Celaleddin Harzemşah, Ordusunu yeniden toparlayarak yıkılmış olan Harzemşahlar Devletini yeniden kurmaya hazırlanıyordu. Ancak Moğol Tehdidi tekrar ortaya çıktı. Bu kez Hazarın Kuzey’inden Doğu Avrupa sınırlarına dayanan ve Kafkaslar hattından taarruz eden Moğol Ordusu ile giriştiği mücadelede mağlup oldu. Bu mağlubiyetten sonra Kuzey İran hattındaki otoritesini de kaybeden Celaleddin Harzemşah, siyasi bir iktidar ele geçirememiş olması hasebiyle kendisine bağlı ordularla birlikte Abbasi Halifesinin ordusuna katıldı. Moğol Tehdidinin Kafkaslardan çekilmesinin ardından vaktiyle İdaresinde söz sahibi olduğu Kuzey İran ve Azerbeycan hattında hüküm süren Özbek Atabeg’i Cihan Pehlivan’ın üzerine saldırdı ve Azerbeycan bölgesini tekrar denetimi altına aldı. Kafkaslardan çekilmemiş olan Moğol birliklerine karşı Moğolları yenebilmiş bir komutan olarak bölgedeki devletlere yardımcı olmaya ve Moğol tehdidine karşı işbirliği yapmaya çalıştıysa da tam bir muvaffakiyetle sonuçlanmayan bu teşebbüsler sonrası Moğollar Doğu Avrupa’ya doğru yayılmış, tehlike bir süre içinde olsa uzaklaşmıştı.

Celaleddin Harzemşah, Moğol istilalarının Doğu Avrupa’ya yayılması üzerine Azerbeycan-Doğu Anadolu hattında Harzemşahlar Devletini yeniden kurarak kendisini Sultan ilan etti. Bu bölgedeki komşuları kuzeyde Gürcistan, Batıda Anadolu Selçuklu Devleti, Güneyde Abbasiler ve küçük sultanlıklar ile derebeyliklerdi. Yeniden devletini teşkilatlandıran Celaleddin Harzemşah, devletin ihtiyaç duyduğu maddi kaynakları temin etmek amacıyla oldukça zengin bir devlet olan Gürcistan Krallığı üzerine sefere çıktı (1225).  Ancak Gürcistan Krallık makamı olan Tiflis’e girmek üzereyken, sefer öncesinde devletin idaresini bıraktığı valisi Hacip’in kendisine baş kaldırdığı haberini alınca seferi yarım bırakarak geri dönmek zorunda kaldı. Celaleddin Harzemşah, geri döndüğünde Vali Hacip savunma düzeni alarak mücadeleye hazır beklemekteydi. Ancak Hacip, Celaleddin Harzemşah’ın Gürcistan seferine girdikten sonra geri döneceğini ve orduyu yorgun halde yakalayarak mücadele edeceğini düşünmüştü. Ordunun sefere girmeden geri döndüğünü gören Hacip mücadele etmekten vazgeçerek Celaleddin Harzemşah’a itaatini bildirdi (1225).
Celaleddin Harzemşah, yarım kalan Tiflis seferini tamamlamak için tekrar Gürcistan’a doğru yola çıktı. Gürcü Kraliçesi Rusudan Harzemşahlarla mücadele etmekten kaçınarak Batı Gürcistan’a çekildiler. Savunmayla karşılaşmayan Celaleddin Harzemşah Tilfis’i ele geçirip zengin ganimetlerle geri döndü ve devletin ihtiyacı olan maddi kaynaklar temin edilmiş oldu (9 Mart 1126).

Harzemşahlar Devletini yeniden ayağa kaldıran ve devlet teşkilatlanmasını tamamlayarak bağımsızlığını ilan eden Celaleddin Harzemşah, bölgedeki en önemli güç haline gelen Anadolu Selçuklu Devleti ile iyi ilişkiler içerisine girmeye, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaeddin Keykubad’ın dostluğunu kazanmaya çalışıyordu. Bu doğrultuda Anadolu Selçuklu Devleti’nin doğu sınırının bir dostu olarak kendisinin güvencesinde olduğunu açıkça ifade eden Celaleddin Harzemşah, böylelikle Moğol Tehdidine karşı bir müttefik kazanmış ve batı hudutlarını güvence altına almış oldu. Ancak Uzluğşah döneminde ortaya çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle Hilafet makamına sahip olan Abbasiler ile sorunlar devam ediyordu. Anadolu Selçuklu Devleti ile gelişen iyi ilişkiler ve Harzemşahların bağımsız bir devlet haline gelmesinden sonra Abbasiler ile tekrar ortaya çıkan sorunlar Ahlat Kalesi Meselesi ve Yassı Çemen Savaşı’nın zeminini hazırlamış, bu vakalar neticesinde Harzemşahlar Devletini yıkılmış ve tarih sahnesinden silinmiştir.


Yassı Çemen Savaşı

Moğollar hem kendisine karşı zafer kazanabilmiş ve Moğolların yenilmez olduğu düşüncesine gölge düşüren Celaleddin Harzemşah’a karşı temkinli yaklaşıyorlar hem de Türk Dünyasının en güçlü devleti haline gelen Anadolu Selçuklu Devletine en güçlü döneminde doğrudan taarruz etmekten çekiniyorlardı. Üstelik bu iki Türk Devleti iyi ilişkiler içerisine girmişlerdi ve olası bir Moğol Saldırısına karşı ittifak etmeleri kaçınılmazdı. Moğol Hükümdarı Cengiz Han, Anadolu Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar arasındaki olası ittifaka karşı aralarında ihtilaf meydana getirmek amacıyla askerlerine Harezm askerlerinin kıyafetlerini giydirerek Selçuklu şehirlerini istila ve talan hareketlerine girişti.

Cengiz Han’ın bu hamlesi sonuç verdi ve Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat bu saldırıdan Celaleddin Harzemşah’ı sorumlu tuttu. Celalettin, Alaeddin Keykubad’a, bu saldırıların kendisi tarafından gerçekleştirilmediğini belirten mektuplar gönderse de Sultan Keykubad, kendisine itibar etmeyerek saldırıların sorumlusu olarak Harzemşahları sorumlu tutmaya devam etti. Moğolların giriştikleri bu hile işe yaramış, Anadolu Selçukluları ile Harzemşahların arasına husumet girmişti. Bu husumet, Ahlat kalesi meselesi ile daha da derinleşerek Yassı Çemen Savaşı’nın temel sebeplerini meydana getirmeye başladı (1227).

Anadolu Selçuklularının eski Ahlat Valisi Hacip Ali, Harzemşahların ele geçirdiği Ahlat Kalesi’ni geri almak için harekete geçip kaleyi tekrar geri aldı. Harzemşah hükümdarı Celalettin, bunun üzerine kaleyi geri almak için Ahlat Kalesini kuşatınca Selçuklu Hükümdarı Keykubad ile iyi ilişkiler kurmuş olan Hacip Ali, Harezm Hükümdarı Celalettin’in kuşatmayı kaldırmasını istemesini talep etti. Sultan Keykubad, Hacip Ali’nin talebi üzerine Harezm Hükümdarı Celalettin’e kuşatmayı kaldırmasını istedi. Harezm Hükümdarı Celalettin, kalenin zaten kendisinin olduğunu, Hacip Ali’nin kaleyi iade etmesi gerektiğini belirtse de Sultan Keykubad, Celalettin Harezm’in taleplerini umursamayıp Ahlat Kalesi Kuşatmasını kayıtsız şartsız kaldırmasını emreder bir üslupla talep edince Yassı Çemen Savaşı’na sebep olan husumet hat safhaya ulaştı. Alaettin Keykubad ile Harzemşah hükümdarı Celalettin arasında giderek artan husumet, Ahlat Kalesi meselesi ile tehdit içeren mektuplaşmalarla hat safhaya ulaşmıştı. Bunun üzerine Sultan Keykubat, ordusunun başına geçerek düşman haline gelen Harzemşah tehdidindi ortadan kaldırmak amacıyla Erzincan üzerine sefere çıktı. Selçuklu taarruzuna hazırlıklı olan Celalettin Harzemşah, Selçuklu Ordusunu Erzincan yakınlarındaki Yassı Çemen ovasında karşıladı. Harzemşahlar, her ne kadar güçlü bir devlet geçmişleri olsa da Moğol İstilalarıyla oldukça zayıflamışlardı. Üstelik Türk ve Müslüman olan Harzemşahlar Devletinin ordusu, kendileri gibi Türk ve Müslüman olan Anadolu Selçukluları ile savaşmaktan kaçınıyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti ise en parlak dönemini yaşıyordu ve Anadolu’nun büyük kısmına hâkim durumdaydı. 1230 yılında meydana gelen Yassı Çemen savaşı sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Harzemşah Hükümdarı Celalettin Harezm, savaşın sonundaki ağır mağlubiyetin üzerine hem düşmanlarından hem de kendi askerlerinden kaçmak zorunda kaldı. Beraberinde kendisine bağlı birkaç asker alabilen Celalettin Harzemşah, savaş meydanından kaçabilse de kaçış yolunda yolunu kesen atlı hırsızlar tarafından öldürüldü.

Yassı Çemen Savaşı neticesinde Harzemşahlar Devleti tamamen yıkılmış ve Anadolu Selçuklu Devleti sınırlarını Ahlat, Bitlis, Van, Malazgirt ve Tiflis’e kadar genişletmişti ancak Harzemşahlar İç Asya’dan koparıp Anadolu’ya sürükleyen Moğollar ile karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştu. Nitekim Harzemşahların ortadan kalkmasıyla Yassı Çemen Savaşından 13 yıl sonra gerçekleşen Kösedağ Savaşı ile Moğollar Anadolu’ya girerek Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesine sebep olmuştur. Selçuklu – Harzemşahlar münasebetlerinin beklide en dikkate değer tarafı Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın beşinci kol faaliyetleriyle iki Türk ve Müslüman devlet arasına nifak sokmasıdır. Zira Moğol İstilalarıyla İç Asya’dan sürülen Harzemşahlar Devletinin devlet adamları ve soyluları, aslında Anadolu Selçuklu Devletinin himayesi altına girmek için Anadolu’ya hareket etmişlerdi. Anadolu Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar Devletinin güç birliği yapması, belki de Moğol İstilalarının Anadolu’ya ilerlemesine engel olacak, Türk Tarihi ve Dünya Tarihinin bölgedeki tezahürüne önemli etkilerde bulunacaktı. Moğolların bu iki Türk Devleti arasına soktuğu düşmanlık, Moğol İstilalarının Anadolu’ya uzanmasını sağlayan önemli bir faktör olarak dikkat çekmektedir. (kaynak:turktarihim.com)